Cins; Sayı 91
“Kendi içine bakmak” diyerek nisanı selamladı Cins dergisi. Bakmaların belki de en ihmal edilenidir kendi içimiz. Her şey kendi içinde başlar insanın. Ona baktıkça değişecek her şey. Cins’in giriş yazısında; insanın iki uzayı var diyerek tanımlanmış kendi içimiz. Diğeri de çevremiz.
“İnsanın iki uzayı var. Kendisi ve çevresi. Her ikisinin de kaosu ve krizi, her ikisinin de gündemi ve günceli var. Her iki uzayın da içinde hayal kırıklıkları ve umutlar var. Her iki uzayda da beklentilerimiz var, karlarımız ve zararlarımız, hesaplarımız ve defterlerimiz var. Peki hangisi insan için meşgul olmaya daha değerdir? ‘Ucunda ölüm olmayan hiçbir şeyi ciddiye almamalıyız’ diyen şair sözü dursun burada.”
Pi Sayısı, El Kindi, Kaplanlar, Kartallar
Şairlerin nesirlerini okumanın birçok faydası var. En çok da şiirlerine dair ipuçlarını yakalıyoruz bu metinlerde. Çünkü nesrini şiirinin arka planı görerek metinler ortaya çıkarıyor birçok şair. Hüseyin Atlansoy; “Pi Sayısı, El Kindi, Kaplanlar, Kartallar” yazısında şiirlerine dair birçok noktaya değiniyor.
“Yazdıklarımda, söylediklerimde, kartalın, kaplanın, aslanların, karankuşların, balinaların, atların devran ve seyran eylediklerini söylüyorlar. Haklılar. Peki serçelerin ne suçu var dizesi de üstelik benim. Niçin diyorlar niçin? Kısaca söyleyeyim: Saydığım bu canlılar taşıdıkları özelliklerle diğerlerine göre bir ‘yüce’liğe işaret ediyorlar. Ben yüce dağ başlarını sevdiğim gibi, her tür yüceliğe gönül bırakıyorum. Buna tavırlar da dahil. İçinde yatamasam da, üç gün üç gece bir oda yaptım kendime, yüceden yüce elbet şiirle. Elbet sonu var sonun, ne zaman olacağını ben bilemesem de.”
Sezai Karakoç ve Partisi
Ömer Erdem Günler Çözüldükçe’nin 16. bölümünde Sezai Karakoç’un parti kurma kararını ve bunun gerçeklerini şairin şiirlerinden ve yazdıklarından hareketle sıralıyor. Hep sorulur ya Karakoç neden parti kurdu diye; cevabı aslında onun hayatının içinde gizli.
“Sezai Karakoç bir öğle vakti Çatalçeşme Sokaktaki Üretmen Han’ın 413 numaralı odasının kapısını kararlılıkla açarak içeri girdi. Devlet Malzeme Ofisi etiketli demir masaya çantasını koydu. Sandalyesine oturdu. Oldukça kendisinden emin bir tavır içindeydi. Zihni bin yıllık bir tefekkürle dolu gibiydi. Parti kurma kararı vermişti. Artık parti aşamasına geçmemiz gerekiyor diyordu. O henüz ellili yaşlarını tamamlamamıştı biz ise yirmilerindeydik. O yıllar söylediği her şey yeterince düşünülmüş, tartışılmış, ölçülüp biçilmiş demekti bizim için. Kolay kolay karar veren birisi değildi. Karar verince de asla geri dönmezdi. Bunu bir ülke meselesi olarak görüyordu. Davanın başka bir merhalesiydi. Fikirlerin pratiğe dönüşme aşamasıydı.”
Başlama Vuruşu’nda Zeynep Arkan Var
Cins’in Başlama Vuruşu bölümünün bu ayki konuğu Zeynep Arkan. Günümüz edebiyatın en önemli kadın şairlerindendir Arkan. Şiirinde kendi sesini yakalamış ve özgün imgesini şiirine sindirmiş şairlerdendir. Arkan’ın şiir sanatı ile olan macerasına bakıyoruz.
“Çocukluğumu, ilk gençliğimi hatırlıyorum: Şiir, dünyadaki -başka türlüsü mümkün olmayan- bir yalnızlığa karşı ve yine bu yalnızlığa sahip çıkan bir edayla karşıladı beni. Şiirle yaşanan hayatı kıymetli buluyordum ve diğer türlü çok huzursuzdum. Dış dünyayla uyumsuz, sorguları bitmeyen bir şekilde hissettiğim benliğimi çarpıcı bir anlama kavuşturdu şiir. Bu anlam şiirin açtığı özgürlük alanı ile beni daha da cezbetti. O kadar çok alanda kısıtlanmış hissediyordum ki…”
“Az şiir yazan bir şairim, beni atağa geçiren şeyler içten ve dıştan topladığım gerilim veya tecrübelerden oluşur genellikle. Bu, şiirin olmazsa olmazı değildir. Fakat ben şimdilik böyle yazıyorum. Sesinizi bulmak, onu korumak, çoğaltmak, tutkunuzu güçlü tutmak için yolu sizin bildiğiniz gizli tüneller bulmanız gerekiyor. Toplumsal uzlaşmalar, sözleşmeler veya kıymeti dayatılan şeyler üzerinden yol alamazsınız.”
Ali Emre ile Akif Üzerine Söyleşi
Ali Emre’nin Mehmet Akif kitabı ses getirmeye devam ediyor. Elbette bu bizi ziyadesiyle memnun ediyor çünkü üzerinde büyük bir emek olan bu eserin daha geniş kitlelerce tanınması ve okunması gerek. Cins dergisinde Emre ile Mehmet Akif kitabı üzerine bir söyleşi var. Sorular; Afra Ersan’dan.
“Bu romanda da baskın olan sorumluluk hissidir evvela. Muhabbet, hürmet, edebî ve fikrî yakınlık da etkilidir şüphesiz. Yaklaşık otuz yıldır anlatıyorum Safahat şairini. Makale ve denemeler kaleme aldım hakkında, konferanslar verdim, şiir yazdım. Evimde bir Âkif kitaplığı kurdum. Dinî anlayış ve edebî tavır bakımından yakınlık hissettiğim bir ıslah önderiydi hep. Diğer taraftan 2023, üstadımızın doğumunun 150. yılına tekabül ediyordu. Görebildiğim kadarıyla, Âkif hakkında bütünlüklü bir roman da yoktu. O eksikliği gidermede de katkısı olacaktır.”
“Âkif de devinimi asla yatışmayan, bir ışığı sönerken diğeri parlamaya başlayan bir galaksi belki. Tarihin ve toplumun içinde durarak yeni bir gelecek tasavvurunun iskelesini çatan bir atar ve toplardamar. Nerede ve hangi zamanda olursa olsun, doğru bildiğini yapmanın peşinde. İyiliği emredip kötülükten sakındırmanın derdinde. Hepsinde ayrı bir emeği olmasına rağmen, Abdülhamid döneminden de İttihad ve Terakki döneminden de Cumhuriyet döneminden de hoşnut değil fakat köşesine çekilip olan biteni seyretmeyi de tercih etmiyor asla.”
“Geçtiği hiçbir kapının onu eğilmeye mecbur etmediğini söylüyor Mithat Cemal. “Karakter heykeli” gibi sıfatlar da kullanılmış onun için biliyorsunuz. Yeri geldiğinde tembelliğini, cehaletini, hurafelerini, miskinliğini çok ağır ifadelerle eleştirse de halk içinde halkla beraber yürüyen bir ıslah önderi Âkif.”
“Mısır’da geçirdiği on bir yıl da öyle. Vatan haini muamelesi gördüğü o süreçte, kalbi ve aklı, devasa bir çöl kabristanında yanıp kavrulmuştur. Vefatında bir avuç toprağın çok görülmesi de bizim için ayrı bir acıdır şüphesiz.”
“En uzun yoldur insanın içi”
Derginin bu ayki temasını tamamlayan “En uzun yoldur insanın içi” yazısı ile Sadettin Acar Cins’te.
“İnsanın içi, kalbi, kendisine sunulmuş olan büyük bir sığınma alanıdır. Orada huzura ve sükuna erer, fiziğin tasallutundan ancak orada emniyet bulur. Ne var ki çoğu zaman bir sığınak olarak kaçtığımız içimiz de bize itminan vermeyebiliyor. Dünyanın dağdağasından, hakikati perdelenmiş eşyanın gürültüsünden kaçarak iltica ettiğimiz kalbimiz de çoğu zaman bize huzur temin etmeyebiliyor. Zira orası da masivanın saldırılarına maruz kalabiliyor. Hatta en çok da orası kirlendiği için dışarısı bir savaş alanına dönüşüyor. Çünkü savaşın ilk kıvılcımı orada çakılmaktadır. Yani dışardaki karmaşa içerideki huzursuzluğun bir tezahürüdür yalnızca.”
Savaş Ş. Barkçin’den Dört İşlem Hikâyesi
Sonu “salla”ya bağlanan keyifli bit hikâyesi var Savaş Ş. Barkçin’in. İbrahim abinin müfettişlik yıllarından kalma bir anısı. Ben hikâyenin son bölümünü buraya alıyorum.
“Evet, günlük siyasette de dört işlem sizin sandığınız gibi değildir. Toplama işlemi topluma yarayan işleri, nitelikleri, insanları bir araya getirmek değil mal-mülk, para-pul, makam toplamak anlamındadır. Çarpma işlemi halkın birikimini, beklentisini çarpmaya denir. Bölme işlemi insanları sürekli bölüp parçalayıp onların üzerinden güç elde etmeye denir. Çıkarma işleminin ne olduğunu zaten anlattık.”
Edebiyatın Kimliği Dosyası
“Türk Edebiyatı, Türkçe Edebiyat, Türkiye Edebiyatı” tartışmaları her zaman olagelmiştir. Bunun rastgele bir tercih olmadığı aşikâr. Bilinçli bir tercih olarak bazı kesimler tarafından Türkçe Edebiyat kavramı kullanılmaya ve yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Bundaki amaç nedir? Cins’in bu sayısında Serdar Bilir’in; Prof. Dr. Gregory Jusdanis, Prof. Dr. Uğur Gürsu ve Doç. Dr. Nuri Sağlam ile gerçekleştirdiği söyleşiler konunun daha iyi anlaşılması için oldukça faydalı içerikler sunuyor. Ayrıca; Nurullah Çetin, Serdar Bilir ve Fahri Yetim’in konuya dair yazıları da Cins okurlarını bekliyor.
Ben iki yazıyı buraya alacağım. Devamı Cins’in 91. sayısında.
Prof. Dr. Uğur Gürsu söyleşisinden;
“Esasında bu tartışmayı başlatan yayınevleri de bu gerçeğin farkındalar, diğer dil ve edebiyatları milletlerin adıyla anıyorlar. İş Türk Edebiyatına gelince ise besbelli ideolojik alerjilerinden olsa gerek ‘Türkçe Edebiyat’, ‘Yerli Yazın’ gibi ucube adlandırmalar uyduruyorlar.
Ben şahsen Türkiye’de tek bir milletin; Türk milletinin var olduğuna inanıyorum. Aslında bu yanılgının ve alerjinin sebebi millet kavramının ırk ve soya indirgenmesidir. Millet olmak için önemli olan, milli kimliğe bağlılık, aidiyet ve hangi millet için çalıştığımızdır. Herkes bir millete hizmet eder: Ya kendi milletine ya da başka milletlere. Vatanmış milletmiş benim için önemli değil diyenler şüphesiz ki ikinci grubun insanlarıdır.”
Nurullah Çetin – Türk Edebiyatı Üzerinden Bölücülük Şaklabanlıkları
‘Türkçe Edebiyat’ deyicilerin bir kısmı da Türklüğüne yabancılaşmış Türklerden oluşmakta ve bunlar da komünist enternasyonalizmin ya da kapitalizm merkezli liberal globalizmin etkisinde kalan küreselci bir enternasyonalizmi benimseyenlerdir. Türk milliyetini reddederek evrensel olacaklarını zannederler. Halbuki ‘millî olmadan evrensel olunamaz’ ilkesini bilmeyecek kadar zavallıdırlar. Kendilerini dahil ettikleri dünya edebiyatı, ayrı bağımsız bir edebiyat değil; ‘Türk Edebiyatı’, ‘Fransız Edebiyatı’, ‘Alman Edebiyatı’ gibi millî edebiyatların toplamından oluşan bir bütündür.
İnsan ve Sistem İnşa Etmek
Hayatın en zor alanıdır insan inşa etmek. Hele de her yerin dijital bir kuşatma ile sarıldığı bu zamanlarda içinden çıkamadığımız bir kaosa doğru sürüklenmekteyiz. Teknolojinin hızı her şeyden fazla. Etki alanı da aynı hızda ilerliyor. Bu ortamda, insani değerleri yerleştirmeyi bırakın, anlatmak bile savaşa gitmek kadar güç bir mesele. Ahmet Melih Karağuz, teknolojinin karşısında insan ve sistem inşa etmek üzerine yazmış.
“İçinde yaşadığımız dünyada teknolojinin ilerlemesine dair ciddi bir korku ve belirsizlikle yaşama durumumuz, bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Ancak bu kaos gerçek mi yoksa kurgulanmış bir durum olarak kaosa sebep veren bir hal mi? Teknolojinin ilerlemesinin sonuçlarına dair anlatılan hikâyeler, bir şekliyle korkudan faydalanıp bir meşruiyet inşa etme çabasını içerisinde barındıran bir durum inşa ediyor gibi görünüyor.”
“Kaostan çıkışın anahtarı aklı selimle düşünerek bununla bir anlam inşa etmemizle mümkündür. Aliya İzzetbegoviç’in içinde bulunduğu kaosa rağmen yürümeye devam etmesi, ve korkularını yenecek nedenlere sahip olmasını sağlayan şey tam olarak budur. Zira kaos hep vardır ve kaoslar kadar oradan çıkış yolları da her zaman mevcuttur.”
Mareşal Fevzi Çakmak
Adına toplumun her kesiminin aşina olduğu ama yeterince tanıyamadığı kahramanlardandır Fevzi Çakmak. Hak ve hakikati savunmasıyla, askeri dehasıyla, milli duruşuyla sevenlerinin olduğu kadar sevmeyenlerinin de olduğu bahtsız isimlerdendir Fevzi Çakmak. Nerdeyse her şehirde bir Fevzi Çakmak okulu mutlaka vardır. İsmi bu yüzden bilinir ama hayatına dair bilgiler çok da merak edilmez. Ölümünün 73. yılı münasebetiyle Mehmet Zana Öngenç, Mareşal Fevzi Çakmak’ı anlatıyor. Bu gerçek kahramanı mutlaka anlamak ve anlatmak gerek.
“Mareşal Fevzi Çakmak’ın vefatına bizatihi tanıklık eden, ‘dostluğun ve muhabbetin adresi’ olarak tanımlanan gönül adamı Fethi Gemuhluoğlu, dönemin tek yayın kuruluşu olan radyolarda, mateme bürünmeyip keyifli şarkılar ve oyun havaları çalmaya devam edince arkadaşlarıyla beraber protesto edenlerin başında geliyordu. Tarifi izaha gelmeyen bu vefatın yasını tutmak için Harbiye’deki Ordu Komutanlığı’na giderek, oradaki bayrağı yarıya indirdi. Beyazıt Camii’ndeki cenaze namazı sonrasında da Mareşal’in tabutunu devlet makamlarına teslim etmeyen kalabalığın içerisinde gönül adamı, bürokrat, entelektüel ve yazar Fethi Gemuhluoğlu da vardı. Öncülük ettiği gençlerle beraber cenazeyi omuzlayarak tekbirlerle Eyüp Sultan’a kadar götürdü.”
İç Savaş Mevsimi, Ramazan
Ramazana dair bir yazı kaleme almış Muhammed Yazıcı. Orucun sadece aç kalmamak olduğuna dair örnekler var yazıda. İnsanın kendisiyle de girdiği bir mücadeledir oruç.
“İnsanın şeytanı iki şeyden beslenir; birincisi ihtiyaç fazlası gıda, ikincisi haddini aşan çoğalma güdüsü. İkisinin de kaynağı, vücutta mideye denk gelir. Şöyle der en güzel insan; “Âdemoğlu midesinden daha şerli kap doldurmamıştır.” Mide, şeytanın cephanesidir. Bütün arzuların kaynağı orasıdır. Siyaset felsefesi Platon’dan beri devletin işleyişini insan bedeni üzerinden alegorize eder. Aslında bütün mevcudatın nüvesi insandır. Bütün alem onda varlık bulur.”
“Şimdi ey insan! İşte bir savaş mevsimi daha geldi dayandı kapıya. Kutup kışı kadar çetin, Afrika yazı kadar sıcak bir savaşın tam ortasındasın. Bu savaştan galip gelmen dışa karşı mücadelenin kaderini belirleyecek. İçindeki savaşın mağlubu dışa karşı savunmasızdır. İç savaşı süren bir millet, dış güce boyun eğmek zorundadır. Dünyadaki savaşları durdurmanın yolu elinde. İşindeki şeytana baş kaldır. Bedenini aç bırak ki, ruhuna “ruhu’l-kudüs” doğsun. İsrafil’in suru üflenmişçesine dirilsin benliğin; dağa, ota, hayvana verilmeyen ekremiyeti kazansın.”
Hece’de Deprem Dosyası
Hece dergisi 316. sayısında hazırladığı deprem dosyasında söyleşi, yazı ve şiirlerle depremin edebiyata yansıyan yüzünü okuyucularla buluşturuyor. Yaşanan her şey geride kalıyor. Yazılan her şey tarihe not düşülüyor. Ömürler tükeniyor, cümleler acıları bir bir seriyor gözler önüne.
Dergi, İbrahim Demirci’nin “Sığınak” yazısı ile başlıyor.
“Yeryüzüne münkesir / kırgın oluşta insanlara yönelik bir sitem saklı olduğu gibi, gökyüzüne muğber / incinmiş olmakta da Tanrı’ya yönelik bir sitemin bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Başkalarını kırmaktan kendileri kırılmaya fırsat bulamayan hoyratları, herkesi incitmekten kimseye incinmeyi tadamayan bedbahtları muhabbet vadisine çağırsak gelirler mi?”
Hatice Bildirici’nin Sunuş Yazısından…
“6 Şubat’ta hepimiz, kederli şaşkınlığımıza ne yapmalıyım, benim payıma ne düşer sorusunu ekledik. Biz, deprem bölgesinden uzaktakiler; insani refleksle elimizin erdiğini, gücümüzün yettiğini yapmaya koyulduk.
Bu ilk tepkilerin yanında şu soru dikiliverdi karşımıza: bizim yetkinlik alanımız olan edebiyat, bu insanlık dramı karşısında ne işe yarar? Kepçe operatörü değiliz insanların üzerinden beton kaldıralım, madenci değiliz darda kalana yetişen tünel açalım, doktor değiliz şifa dağıtalım, gassal değiliz ölü yıkayalım, savcı değiliz hesap soralım. Onların cana değdiği yerde, yaralara merhem olma kabiliyetleri ile kıyaslandığında bizim işimiz edebiyat ne işe yarar?”
“Afetin kırkı çıkmışken ve “Peki, öyküsü ne zaman yazılmalı?” sorusu etrafında polemikler sürerken biz “Edebiyat şahitlik eder!” dedik. Ortalıkta boylu boyunca uzanan felaketin ızdırabıyla memleket bir taziye eviyken bize kalemimizle yas tutmak, ağıt yakmak ve elimiz erdiğince onu muhannet nisyandan esirgemek düştü.”
Ahmet İnam’la Deprem Dair Söyleşi
Depremin etkisi o kadar büyük ve geniş ki konuyu jeolojik, sosyolojik, psikolojik ve daha birçok açıdan ele almak gerek. Binalar yapılacak, şehirler tekrar ayağa kalkacak ama giden canlar geri gelmeyecek. Alt üst olan psikolojileri onarmak çok uzun zaman alacak. Hatice Bildiri, Ahmet İnam ile depremi konuşmuş. Daha çok, depremin ruha dokunan yanına dair bir sohbet olmuş.
“Dünya dediğimiz bu gezegen, insan adını taşıyan biz canlıların yurt tuttuğu bir yerdir. Bu yurt zaman zaman sarsıntılara, afetlere uğramıştır, uğramaktadır, uğrayacaktır da. Yaşadığımız bu afet de afetler zincirlerinin bir parçasıdır. Her afet gibi çok acılıdır.”
“Musibetin isabet ettiği insanların düşünme, duyma, yaşama gücüne bağlı dönüşmemiz. Bana daha çekeceğimiz çok acılar var gibi görünüyor.”
“Sahicilik güç ister. Dışarıdan gelen baskılara direnerek kendi içini, içtenlikle inşa edebilme gücüdür. Kendini aldatmama çabasıdır. Cesaret ister. Kendini canla başla düşündüğüne adamayı gerektirir. Sahtekârdan düşün yolcusu olmaz.”
“Anlam sağlığımızın bozuk olduğu açık. Sığ, dar, sıkışık anlamlarla yaşıyoruz. Değerlerimizin, seçimlerimizin altında, tembelliğimizden, yılgınlığımızdan, hayatın bizi bıraktığı yerde kalakalmışlığımızdan kaynaklanan edilginliğimiz var. Yaşayabileceğimiz anlam genişliklerini, tadabileceğimiz farklı yaşantıları, düşünceleri tadamadan ölüp gidiyoruz.”
Deprem Dosyasından…
Eyyüp Akyüz – Enkaz
“Hafızası zayıf, zihni dağınık bir toplumuz. Her mevzunun gündemimize girmesi, aslında hiçbir mevzunun hakiki anlamda gündemimizde olmaması anlamına gelir. Her şeyi mesele etmek, gereksiz yoğunluk ve kronik yorgunluğa yol açıyor. Hiçbir meseleyi halledemeden oradan oraya savrulup duruyoruz. Deprem de kendini hatırlattıkça gündemimize giren ve fakat bir zaman sonra sıradanlaşan meselelerin başında geliyor toplumumuz için.”
“Zihnimiz hangi düşünce dünyasının kavramlarıyla doluysa o şekilde düşünürüz. Kendi kavramlarımızı kaybettik. Müslümanca bakmayı bilmiyoruz bu yüzden meselelere. Tevekkülü hakkıyla bilmiyoruz. Tedbiri de bilmiyoruz, takdiri de. Atasoy Müftüoğlu, Ağır Hasarlı Algılar adını vermişti bir kitabına. Algılarımız ağır hasarlı. Zihinlerimiz enkaz altında. Bütün imkânları seferber ederek ilkin kavramlarımızı kurtarmalıyız belki de. Zira zihinlerimiz çok uzun zamandır işgal altında. İşgal altında olmakla enkaz altında olmak arasında fark var mıdır doğru yerden bakınca?”
Sema Demir – Yoklukta Eşitlenenler, Varlıkta Kaybedenler
“Bir kez daha yoklukta eşitlendik. Kerpiç evler de onlarca katlı rezidanslar da; memur maaşıyla alınan mütevazı binekler de bol sıfırlı rakamlara mal olan lüks otomobiller de birer enkaz yığınına dönüştü. Dünyamızın renkleri soldu. Güneş, sarısından; ağaç, yeşilinden; kuş, cıvıltısından ayrı düştü. Gri binbir tonuyla gelip orta yere kuruldu. Yer gri, gök gri, dönenip duran kuş, havada salınan bulut gri. Bu defa tek bir renk eşitledi bizi.”
İpek Coşkun – Afet Çocukluğu
“Çocuklar sanılandan çok daha yüksek düzeyde duygusal dayanıklılığa sahip olabilirler ama bunu her çocuk için aynı şekilde değerlendirmek bizi yanıltabilir. Yeni nesillerin önceki nesillere göre daha savunmasız ve kırılgan olduğu yapılan araştırmalarda sıklıkla ortaya konuldu. Bu yüzden dayanıklılık konusunda da herkes için aynı durumun söz konusu olduğunu söylemek doğru olmayabilir. Ama daha önce de belirttiğim gibi, deprem bölgesinde yaptığımız gözlemlerde çocukların yetişkinlere göre duygu durum düzeylerinin daha pozitif olduğu söylenebilir. Burada çocukların yetişkinlere göre gelecek kaygısının daha düşük olması, birine bakma sorumluluklarının olmaması ve hızlı uyum ve oyunlaştırma becerileri ön plana çıkabilir.”
Zeki Bulduk – Anneler ve Evler
“Nurdağı’nda bir kadın gördüm, bana ev yapmanın, evi olmanın, bir ev, bir aile kurmanın, bir hayat kurmanın ne demek olduğunu anlattı uzaktan, derinden. İnsan evle mukimdir. Bir yere tabidir. Yeri yurdu yıkılanlara bu sebeple ağlamaz mıyız? Gidecek bir yeri olmayanları hiç düşündünüz mü demeyeceğim size; gidecek bir yeriniz olmadığını düşündünüz mü bir kere? Sanırım ben yıllardır gidecek bir yerim var mı, diye hep düşündüm. Nereye aidim, dedim. Nereliyim dedim; mültecileri gördüğümde, afetzedeleri gördüğümde, yurtsuz insanları gördüğümde, savaşlardan kaçan insanları gördüğümde, sokakta kalan insanları gördüğümde hep düşündüm. İçim burkuldu; içim kimsesizler mezarlığı gibi burkuldu kaldı.”
Esra Kılıç Türedi – Bir Şehri Yitirmek
“Dilerim hayatlarımız depremden önce depremden sonra diye ikiye ayrılır ve ikinci kısmı ilkinden daha anlamlı, daha farkında, sevdiklerimize, sahip olduklarımıza sımsıkı sarılarak ve geçiciliğimizin üstünü örtmeden hoş sada bırakma gayretiyle geçer. Şimdi ben ne yapıyorum? Emek verdiğim bir alışmanın, kalbime kurulmuş bir şehrin, evimin, yuvamın, anılarımın, rutinimin, öğrencilerimin, dostlarımın, normal bir vedanın ve on binlerce insanın tarifsiz hüznünün ve acısının yasını tutuyorum. Ama her şeye rağmen ailecek bir arada ve sağlıklı oluşumuzun şükrüyle uyanıyorum her gün ve daima ümitvar olmam gerektiğini fısıldıyorum yüreğime. Beton parçalarının ayağımın altında bıraktığı yara kaşınıyor, kaşındıkça kendini hatırlatıyor ama bir yandan da iyileşiyor. Bir gün yara alan her hayatın, her yüreğin iyileşeceği gibi… İzi geçmese de üstünde biten umut çiçekleriyle baharı yeniden dirilteceği gibi…”
Aziz Kağan Güneş – Toprağı İncitmek
“Deprem olduğunda oğlumun üstüne kapanıp yüksek sesle dua okuduğumu hatırlıyorum. On üç katlı bir binanın on ikinci katındaydık. “Buraya kadarmış” dedim. Oğlumu nasıl daha iyi korurum diye bir yandan vücudumun onun vücudunu tamamen kapattığından emin olmaya çalışırken, bir yandan üst döşemeye bakıyordum. Üst kat ne zaman çökecek ve altında kalacağız diye korku ve çaresizlik içinde bekliyordum. Daha önce de depremler yaşamıştım ancak hiçbiri bu kadar uzun sürmemiş, hiçbiri bu kadar şiddetli olmamıştı. Tam bitti derken tekrar başlayan sarsıntılar…”
“Toprağın altı günahsızdır. Günahsız olduğu gibi birçok günahı da saklar. Toprak kirliliği denilen şey haddizatında toprağın saflığına zeval getirmez. İnsanoğlu onun içine ne kadar kiri zerk etse de temizdir o. Toprak, kiri de sinesine basar. İçindeki kirleri dışarı attığını ne zaman gördük? İnsan incinir veya kırılır. Kırılan insanın gönlü özürle alınır belki. Acısı diner, kırgınlığı geçer. Ancak incinme süreklidir.”
“Depremden sonra sahada yapılan bina hasar tespit çalışmalarının bir kısmına mühendis olarak katıldım. Gördüğüm en büyük hasar, ahlaksızlıktı. İmar izni aşamasından demiri bağlayan ustaya kadar uzanan ahlaksızlık silsilelerine şahit oldum. Yapının depreme mukavemet göstermesi, yıkılmaması, hatta ağır hasar almaması öncelikle imar izni ile ilgili. Süreç buradan başlıyor çünkü.”
Güneyce’de Yaşanan Ramazan Hatıraları
Geçmiş zaman ramazanları diye bir güzellik var. Bunun yaşadığımız çağın değerlerini yitirişiyle mi yoksa eski zamanların huzurlu ve duru vakitler olmasıyla bir ilgisi var mı bilmem ama zaman geçtikçe eski günlerin kıymetini daha çok biliyoruz. Nerde o eski ramazanlar diyecek yaştayım demek ki ben de özlüyorum eski ramazanları.
Mustafa Kara, çocukluğunun ramazanlarını anlatıyor. Sevinciyle, hüznüyle görüyoruz ki eski zamanlar yâd edilmeyi hak ediyor.
“Güneyce çok kadim bir Kur’an kursuna sahip olduğu için köyümüzde hafız adedi de fazla idi. Ramazan geleneklerinden biri hafızların bu ay içinde Rize’den Bafra’ya kadar uzanan Karadeniz sahil şehirlerinde Ramazanlık yapmalarıdır. “Ramazanlığa gitmek”, “Ramazanlık yapmak” diye bilinen bu yolculuk köyün mühim gelir kaynaklarından biri idi. Bu iş için yollara düşenler genellikle camilerde/evlerde15 hatim okur, teravih namazı kıldırırlardı. Babam on bir, on iki yaşlarında iken babasıyla birlikte Ramazanlığa gittiğini Hatırat’ında anlatmaktadır. Dedem Molla Hüseyin hafız olmadığı için teravih namazı kıldırmakla yetiniyordu.”
“Ramazan’ın geliş haberi arife günü ikindi vakti başlayan “merhaba” anlamında silah sesleriyle başlardı. Beş mahalleli geniş bir alana yayılan Güneyce’nin bir ucunda başlayan bu tabanca seslerine bir müddet sonra ondörtlüler daha sonra tüfek sesleri de karışırdı. İşin ustaları bu seslerin kimin silahından çıktığını dahi kestirirlerdi. Ramazan’ın son günü de mermi atılırdı ama bir iki tane… Bu da “elveda” anlamında bir hüznü barındırırdı.”
“Ramazan ayında bizim işteyici dediğimiz dilencilerin de sayısı artardı. İkizdere’nin köyleri başta olmak üzere İspir ve Bayburt’tan da misafirlerimiz olurdu. Erkeklerin iaşe ve ibateleri camilerde karşılanır kadınlar evlerde kalırdı. Daha çok kuru fasulye ve mısır toplarlardı.”
Hasan Aycın Anlatmalarında Yeniden Yazma
Ertan Örgen, Hasan Aycın’ın eserlerini yeniden yazma tekniği açısından inceleyen uzun soluklu bir yazı kaleme almış. Yazının 1. bölümü bu sayıda. Aycın’ın tanınmış eserleri tekrar yazarken kullandığı üsluba dikkat çekiyor Örgen.
“Çağımızın daha çok eğlendirme veya çağrışımlarla eseri cazip kılma endişesine sıkışmış metinlerarasılık kavramı, Hasan Aycın’ın anlatmaları ile aynı yerde durmamaktadır. Güncelleme terimi ise anlatmanın asıl amacını koruma ve zenginleştirme manasında onun eserleri için kullanılabilir. Hasan Aycın’ın Esrarnâme, Sâhipkırân Nâm-ı Diğer Hamzanâme, Bin Hüseyin Nâm-ı Diğer Battalnâme adlı anlatmalarının yapı, dil ve hassasiyetlerine eğilmek, yeniden yazmanın ondaki karşılığını tanımlamak için elverişli bir yol olarak gözükmektedir. Onun için başka bir yeniden yazmanın olup olamayacağı da bu vesile ile ortaya konulabilir.”
Şiire Dair Kaydedilen Notlar
Ömer Aksay, şiirin her şart ve durumda var olan sesinden bahsediyor. Gürültü ne kadar çok olursa olsun şiirin sesi gür çıkmalı.
“Göçük altındaki bir insanın sesine kulak verir gibi birbirimizi dinlemeye, birbirimizin sesini, nefesini duymak, birbirimize kulak vermek, işitmek için sükûta ihtiyacımız var. Sükût! Ne kadar değerli! Her geçen gün gürültü patırtı çoğalıyor, her yanı kaplıyor, kuşatması altındayız gürültünün. Yıkıntıların altında kimler var, kim bilir? Bilhassa şairlerin, bir masa etrafında toplanan birbirine benzemez beş-altı siyasetçi kadar (göstermelik de olsa) birbirinin sesine kulak kesilmediği, birbirini anlamak için çaba göstermek istemediği dar bir vakitteyiz. Evet, vakit herkes için dar! Gürültü patırtı çok fazla. Şiirimizin, gürültüye kapılmadan, gürültüyü bastırabilecek bir sese ve/veya sessizliğe ihtiyacı var! Sükût! Görünmeyen ağların içinde debelenip duranlar, kimseye ulaşma imkânı bulamadıklarını anlayacaklar belki, fakat iş işten geçmiş olacak.”
Bahtiyar İstekli Portresi
Mehmet Aycı bu sayı Bahtiyar İstekli portresi ile Hece’de.
“Biri vardır; bir ömrü daha olsa yine aynı işi yapacaktır.
Bahtiyar İstekli bu, sahaf dostumuz.
Yayına hazırladığı kitaplar var.
Kitaba dair her şeye tutkun.
Biricik olanın peşinde.
Yolda olmanın, daima yolda olmanın bereketiyle ödüllendirilenlerden.
Yüzü Allah’ın temellük kaydı.
Böyle biliriz.”
Hece’den Bir Öykü
Ayşe Çelikkaya – Teyzemin Evlatlığı
“Yalıdan ayrıldıktan sonra düşündüm. Teyzemi, teyzemin eski eşini, eski eşinin yanında bıraktığı iki evladını, evlatlığını ve babasını. Otobüs geldi. Hayli zaman geçmiş olmalı ki ineceğim duraktayım. Hayatımda ilk kez bir cenaze levazımatçısına işim düştü. Durumu anlattım, ölçü istedi “almam mı gerekiyordu” diye komik bir soru sormuş olacağım ki adam güldü. Sonra “tamam elimde tarif ettiğin ölçülere uyan bir tane var, gidelim eğer sığmazsa da ölçüsünü alır yaparız yenisini” Beraberce kamyonetine bindik o direksiyon başında ben yanında, sorularsa yanı başımda. Koyulduk yalıya.”
“Yaşım ilerledikçe de kendi çocuklarıyla olan çatışmaları ve onlarla olan iletişim bozukluğuna şahit olmaya başlamıştım. Haftada bir gelen evlatları artık ayda bir, sonralarıysa birkaç aya çıkan ziyaretleriyle tamamen hayatından çıkmışlardı teyzenin. Bir gün dayanamayıp bu konuda çocuklarının haklılığından bahsetmek gibi aptalca bir boşlukta bulundum. İşte tam da o gün bütün zehrini akıttı üzerime. Babamın yanında “sen sus yetimhane faresi” deyince babamın ilk kez teyzenin üzerine yürüdüğüne ve vurduğuna şahit oldum.”
“-Yine de aramadın değil mi çocuklarını?
-Olmadı yapamadım her şeye rağmen benden dilediği bütün aflara rağmen yapamadım… İçimde acıyan sızım kimsesizliğim miydi yoksa kimliksizliğim miydi ayrımına da varamadım! Söylesene asıl iyi kim af dileyebilen mi yoksa affedebilen mi? -…!”
Hece’den Şiirler
aslında ben pek benzemem Abdullah Çavuş’a
benzemek istedim de olamadım mı, hayır
bugünün insanı ise hiç uyuşmaz onunla
Abdullah Çavuş her zaman tetik
her zaman, üstelik kıyamete beş kala.
ben mesela tarihin önüne geçmem, geçemem
ama tarihin önünden gidenler de var
yol açan, kapı açan, belanın içinden geçenler
işte onlardan biridir Abdullah Çavuş
hesapsızdır, ne yapsa kendisidir
buyruğu kendi kalbinden alır.
Faruk Uysal
Lâmia çekmiş.
Denize yaslanmış sırtın
ve uzaklarda kaybolan çizgi
gökyüzüyle birleşmiş.
Yüzün sanki pelte
pelte ve dudaklarında hüznü kıskandıran
kederli bir gülümseme..
İhsan Deniz
Ağırdır gitmek bilirim
Peşimden gelir kaderim
Yokluğun uzuyor aklımda
Kısa kalsa da sana doğru ellerim
Bir ceylan türküsü kalbimin tam üstünde
Dağa çıkıp bakarım öteye
Her yüksek sonunda
Akıyor kendine
Ali Göçer
dedeme göre sevda papatya yetiştirmekmiş
kuşlar da pek özgür değilmiş gökyüzünde
uçmak ta çırpınmakmış
gökyüzü saniyede yirmi dört kere gerçekse
kuşlar altmış fps’de uçuyorlarmış
dedeme bak sanki bana tarkovski
boşuna mıydı bunca arsayı nadasa bırakması
nenem ölmeden önce bir papatya bahçesiydi
Eser Tokaş
ihtimal/ bir şey olsun istedim
keşke/ iki çaydan biri hep benim
üstelik/ bu çarşının bende ayrı bir yeri
istedim aklımda benim bile hiç duymadığım bir şarkı
ansızın patlasın, aklım onu parlatsın ve ona beni
hep o mahur beste hatırlatsın
Birgül Kılıç
İliklerime kadar nasıl döküldüm öyle
zangır zangır şubat koynuna aldı beni
bir sağa eğildim kıyamet sahnesi miydi
bir sola devrildim tanımsız anafor
suskun toprak öfkeyle konuştu benimle Rabb’im
silkelendim /yıkıldım
yıkık bir balkona astım sesimi
ne olur Rabb’im
toprağın dilini tut
Yasin Mortaş
Gecenin mavi karanlığında
Kesif çığlıklar çöktü üstümüze
Umut çiçekleri açacakken, kan çiçekleri büyüdü
Karanlıkta, yüreğimden kopan parçalarla
Aradım ses gelmedi, “kimse var mı?”
Derindeydi bütün acılar
Yakınımda bir kıyamet beliriyor, tut ellerimden
Yalnızlığımı paylaşamıyorum, dermansız
Tarifsiz bir sızı göğsümde
Ve karanlık..
Hüseyin Bektaş
geçen akşam sokağımıza yiyecek
bir şeyler aramaya gelen
yavruları aç anne kediyi
doyurduğumuz yerde
yıkılan binanın kolonları
altında ezilmiş arabalar
toz toprak enkaz üstüne
düşmüş bir kayısı ağacı
arkadaki binanın üzerine yıkılmış bir direğin gölgesinde
etrafa saçılan kolları toplayıp
teyemmüm ile yıkadı güvercinler
Şakir Kurtulmuş
Sıra ne zaman bana gelecek sormuyorum
Rüzgârda salınan ağacın yaprakları gibiyiz
Kış gelmeden baharda
Kökümüzden dalımıza su yürürken
Sararmadan rengimiz, yeşilken
Tek tek değil, topluca düşüyoruz toprağa
Toprak örtüyor üstümüzü
Üşümeyelim
Üşümüyor ama çürüyoruz
Karılıyoruz toprağa
Kimse görmüyor bizi.
Mehmet Kurtoğlu
Neşîde dergisinden Âşık Veysel Özel Sayısı
2023, Âşık Veysel’in ölümünün 50. yılı. UNESCO 2023 yılını Aşık Veysel’i anma ve kutlama yılı ilan etti. Yaşadığımız yüzyılın en büyük halk ozanıydı Veysel. Yaşantısıyla, verdiği eserlerle bu toprağın sesi olduğunu haykırdı tüm aleme. Onun bıraktığı her eser, evrensel bir dostluk çağrısı gibi tüm insanlığı kuşatmakta. İnanıyoruz ki onun sesi bu topraklar var olduğu müddetçe duyulmaya ve yayılmaya devam edecek.
Avcılar İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünün yayını olan Neşîde dergisi, 7. sayısını Âşık Veysel’e ayırarak bir özel sayı hazırladı. Titizlikle hazırlanmış ve Âşık Veysel yılına yakışır, arşivlik böyle bir çalışmaya emek veren herkesi canı gönülden kutluyorum.
Editör’den
“Âşıklık geleneğinin en kıymetli temsilcilerinden, yeşili elleriyle bulup seven güzel adam, büyük halk ozanı Âşık Veysel’in vefatının 50. seneidevriyesi UNESCO tarafından anma ve kutlama yıl dönümleri arasına alınmıştır. Âşık Veysel, içinde yaşadığı toplumsal dönemi sevgi, dostluk ve hoşgörüyle anlamaya çalışan ve yalın bir Türkçe ile bunu dillendiren, sazının teline her bir dokunuşunda Çamışıhlı Ali Ağa’dan aldığı desturla karanlık dünyasını aydınlatan türküler çığıran, sözlü kültür geleneğimizin halk kültürüyle beslenen mihenk taşlarından biridir.”
“Edebiyatımızın kıymetli ismi Yavuz Bülent Bakiler ile ön görüşmede notladıklarımı yol haritamız ettik: Herkesin bir Âşık Veysel’ i var demişti Bakiler. “Herkes nasıl anlamış Veysel’i bakın, araştırın’’ cümlesinden hareketle baktık, araştırdık.”
Âşık Veysel’in Torunu Gündüz Şatıroğlu ile Söyleşi
Dergide birbirinden kıymetli yazılar ve şiirler var Veysel’i anlatan. Bir de Veysel’in torunu Gündüz Şatıroğlu ile yapılan söyleşi var dergide. Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
“Dedem Âşık Veysel’in eserlerinde ve elbette yaşama biçiminde insana, doğaya başka bir deyişle cümle varlığa dair güzel olan her şey vardır. Onun yaşam felsefesinin temelini insanlar arasındaki derin düşmanlığın reddedilmesi oluşturuyordu. Yaşamını etkileyen tüm olumsuz olaylara rağmen dedem hayata bakışını sevgi ve hoşgörü üzerine inşa etmiştir.”
“Evet ismimi “Gidiyorum gündüz gece” türküsüne atıfla dedem koymuş. Dedem türküde geçen iki kapılı han metaforu ile doğum ve ölümü anlatırken “gidiyorum gündüz gece” ile de yaşamın sürekliliği ve döngüsünden söz etmiştir. Türkünün tamamına bakıldığında içinde “ölüm” geçmeyerek “yetişilecek menzilin” ölümsüzlüğe adım atıldığını anlatan olağanüstü bir türküdür.”
“Dedem Hasanoğlan Köy Enstitüsünde saz öğretmenliği yaptığı günlerde bahçedeki kiraz ağacının gölgesinde oturmayı çok severmiş. Birgün şiddetli bir rüzgâr ve dolu başlamış. Hava sakinleşince dedem her zamanki gibi kiraz ağacının gölgesine gelmiş oturmak için. Önce ayaklarının altında gelen kırılan dalları hissetmiş. Sonrasında elleriyle ağacın dallarını, yapraklarını kontrol etmiş. Dolu ve şiddetli rüzgârın kiraz ağacının dallarını kırıp yapraklarını döktüğünü yani ona zarar verdiğini anlamış. Bu dedemde derin bir acıya sebep olmuş. Duyduğu acıyla kiraz ağacı için şu türküyü yazmış:
Bir ulu ağaçtan bir yaprak düşse
O anda acısın duyar iniler
Katlansa acıya sakince geçse
Esen rüzgârlara uyar iniler”
Âşık Veysel Özel Sayısından…
Turan Karataş – Veysel’in Şiirini Besleyen Üç Mühim Kaynak
“Veysel’in adım adım gezdiği ve adeta karış karış bildiği doğup büyüdüğü topraklarla birlikte bütün bir memleket sathını şiirine kardığını, Anadolu ruhunu sözünün özüne koyduğunu söyleyebiliriz. Adana, Adapazarı, Afyon, Balıkesir, Bursa, Çankırı, Çorum, Denizli, Eskişehir, Gaziantep, Kastamonu, Kayseri, Kırşehir, Konya, Malatya, Manisa, Mersin, Nevşehir, Niğde, Tokat, Yozgat, Zonguldak illeri ve bunları birbirine bağlayan ilçe merkezlerini dolaşması, Veysel’deki yerli malzemeyi zenginleştirmiştir.”
Sadık Yalsızuçanlar – Âşık Veysel’in Büyülü Dünyası
“Âşık Veysel’in, sehl-i mümteni bakımından en dikkate değer manzumelerinden olan Uzun ince bir yoldayım”, kâinatın ebedî çarkları üzerinde bir oyun, bir oyalanmadan ibaret olan bu dünyadaki “yol”culuğumuzu anlamlandırır. İnsan bir yolcudur. Kadîm olandan gelen, ebedî oluşa doğru giden, son durağı cemâl olan bir yolcu… “Bu dünya”daki yolculuğu ise anne rahminden, dünyadan, kabirden, berzahtan geçer, sonsuz azap veya mutluluğa doğru yürür. İnsan, dünyada yol’unu bulmak zorundadır.”
Selçuk Küpçük – Âşık Veysel’den Fikret Kızılok’a Giden Yol
“Âşık Veysel’in, kimilerine göre oldukça ilkel bir enstrüman olan bağlaması ile okuduğu türkülerin sadece Fikret Kızılok ve onunla beraber içerisinde yer aldığı Anadolu Pop, Anadolu Rock külliyatını ortaya koyan diğer isimleri etkilediğini söylemek yeterli bir çözümleme değil. Özellikle Avrupa ve Amerika dışı kültürlerin müzikal birikimlerine ilgi duyan kimi Batılı sanatçılar da Veysel’in yalan dünyaya havalandırdığı türkülerinden etkilenmişlerdir.”
Zeki Bulduk- “Tanburam Ne Çalar Sen Ne Söylersin”
“O, doğdukları yerde ölenlerdendir. Bilir iken bilmez olan, görür iken görmez olan, duyar iken duymaz olan, tutar iken tutmaz olan, anlar iken ağlar olan kimdi? Veysel miydi, yoksa hayatın süruruna kapılıp giden miydi her bir şeyi unutan? Veysel, görmez iken gören, duymaz iken duyan, bilmez iken bilen, arif olandı. Sadece sanatçı yahut ozan demenin yeterli olmadığı bir hali hangi kelimeyle tavsif edebilirim?… O, icra ettiği şeyin ta kendisiydi. Kendisiydi eser. Kendisiydi hikâyesi. Kendisiydi Anadolu. Kendisiydi acı. Kendisiydi dünya sürgünü. Belki de bu sebeple yarayı en iyi o anlattı.”
Yiğit Güralp – Veysel’in Gördükleri
“Gerçekleri saklamayı marifet bilen bir dünyada Âşık Veysel, hakikatleri gözleri kapalı görmüştü. Şu yalan dünyada yönetici kadrolar halkını ve itibarını, salgının, yoksulluğun ya da ihmallerin doğurduğu olumsuz imajı resmetmekten korurken Veysel’i salgınların, yoksulluğun ve ihmallerin bizzat kendisinden koruyamamışlardı. Veysel görmeye 7 yaşında bir çocukken gözlerini kaybettiğinde başladı.”
Memiş Okuyucu – Halk Şiirinin Altın Halkası: Âşık Veysel
“Âşık Veysel’in Türkçesi arı duru bir öğretim dilidir. Her tabakadan halk katmanında şiirleri söylenir, konuşulur ve anlaşılır bir anlam ihtiva etmektedir. Şiirleri ve türküleri pek çok sanatçı tarafından söylenmiş, halkın anlayacağı formda farklı pek çok yorumları yapılmıştır. Hayal ve hafızasında iki renk kalmıştır: kırmızı ve siyah. Ancak Veysel’in sanatında, şiirinde ve hayatında tek renk hakim olmuştur: Beyaz sayfa.”
Gülağ Öz – Âşık Veysel’i Yetiştiren Çevrede Bilinmeyenler
“Âşık Veysel’in etki alanında bulunanlardan birileri de hiç kuşkusuz köyün dedeleridir. Ali Dede Hıdır Abdal Ocağından, Arapça, Farsça’yı çok iyi bilir, kendi köyünde hem eski harflerle hem yeni harflerle gönüllü öğretmenlik yapmıştır. Sülalesine Mollalar denir ki, Medrese eğitimi almış kişilere söylenen lakaptır. Ali dede Türk toplumunun yaşadığı yerlerde Irak, İran ve Suriye’de cem törenlerine katılır. 1971 yılında Suriye’de Hafız Esat’ın huzurunda Cem töreninde dedelik yapmıştır8Yine Ali Dede’nin amcaoğlu Hıdır Dede vardır ki, büyük bir saz ve ses ustasıdır.”
Ezgi Yaz – Travmatik Yaşantıları Bağlamında Âşık Veysel ve Müzikle Terapi
“Travmatik yaşantılarla karşılan ruhun ahengi sarsılır. Böyle zamanlarda ruh, sarsılan ahengi dağılmasın diye insanı birtakım tepkiler vermeye yönlendirir. Ruhsal bütünlüğü koruyan bu tepkilerden bazıları sanat yolu ile anlatmaktır. Gerek müzikle gerekse edebiyatla ve hatta müziğin edebiyatın birbiri içinde eridiği türkülerle anlatmak bu tepkilerdendir. Âşık Veysel’in de travmatik yaşantılarıyla sarsılan ruhu, türkülerle anlatarak yaratıcılığının ürünleri ile özdeşleşme tepkisini vermiştir.”
Neşîde’de Âşık Veysel’e Şiirler
Tarlayı, bahçeyi vatan görürüm
Çekilir karanlık, çok tan görürüm
“Kemlik düşünür mü kardeş kardeşe”
Bütün insanlığı tek can görürüm
Fikri fikre katar, efkâr görürüm
Kini, kibri atar ikrar görürüm
“Yüce dağlar gurur duyar karından”
Derdimi kendime hep yâr görürüm
Kenan Ovacık
Yılgın adlardan devşirilen bir tarihin
Yürek haritamdan silinmesi için direnişleri seçtim
Âh kalbim diyen bütün mert çocukları kardeşim bildim
Vuslat bâkidir yolumda, bunu da bildim ve sevdim
Çünkü aşk imamlarına açık camilerde büyüdüm
Her zaman dağ gibi yiğit dostlarım oldu
Hepsi sağ olsun…
Vatan da…
Mahmut Bıyıklı
Şuramda bir üzüntü var dedim hafız
O kadar çok hiç kimsem yok ki
Yaprağın kuş gibi çırpınan
Kalbinden başka
Her yol bir mülteci umudu
Battaniye altında rüyaya yatmış
Özcan Ünlü
böyleyken böyle, iyi geliyorsun bendeki iyiliklere bile
tüfeğimi astım karşı duvara ruhsatım yok
Allah aşkına vurulursam senden bilsinler
gelsen, hayatın hayatımı nasıl da kolaylaştıracak
yerli yerinde kalacak her şey
aramızda uykuların beraber uyumuşluğu
yunmuşluğu çarşafların küçücük ellerinle
ay gecem, ulu hakan, cedd-i zülfikâr
durup düşününce şöyle
ismimi yanına yanım diye ekler misin?
Cengizhan Konuş
Bülbüle seslendi, güle seslendi.
Akıla seslendi, dile seslendi,
Hem dil ile, hem tel ile seslendi,
Sesi kâinatı tuttu Veysel’im,
Ardına bakmadan gitti Veysel’im.
Sadık Softa
Türk Edebiyatı, Sayı 594
Türk Edebiyatı dergisi 594. Sayısının kapısını Ozan Yılmaz’ın “Zelzele Verme Yarab!” isimli yazısıyla açıyor. Yılmaz, Türkiye’nin tarihte yaşadığı depremleri anlatmış yazısında. Yıkımlarıyla, sonuçlarıyla, yitirdiklerimizde acı bir tablo var önümüzde. Divan Edebiyatı’nda dönemin depremlerinin yansıyan yüzünü de örnekler eşliğinde görüyoruz yazıda.
“İnsanlığın ortak yazgısı deprem, geçici doğal afetlerden biri sayılsa da insan doğasının kolayca kabullenemediği zamansız ölümler yüzünden unutulmayacak izler bırakır. Gerek Türkiye’de gerekse dünyada genellikle gece baskını yapan yıkıcı depremler, tek haneli ya da ondalıklı şiddet oranlarını çok haneli vefat sayılarına dönüştüren birer ölüm makinesidir. Coğrafi konumu itibarıyla birçok fay hattının kesişme noktası olup kırk elli yılda bir büyük depremlerle sınanan ülkemiz, nüfus ve iskân bakımından tarifsiz sıkıntılara yol açan deprem facialarının zorunlu ev sahibidir.”
“Dünyayla yaşıt olan şiddetli depremler, çok katlı binaların olmadığı eski zamanlarda dahi can almakla meşhurdur. Tarih bu tür depremlerin hazin hatıralarıyla dolu olup bunların yol açtığı tahribatı birinci ağızdan öğrenmenin yolu da yazılı kaynaklardır. Geçmişte böyle depremler olmuş mudur, olduysa bu kadar ağır yıkımlar var mıdır, insanların tepkisi nasıl olmuştur gibi sorulara, ilgili dönemin eserleri yardımıyla cevap vermek mümkündür. Eski depremlerin feci akıbetleri hakkında bilgi veren pek çok tarihî kaynak, yaşananların günümüzden farklı olmadığını belgeler.”
Mustafa Kutlu’nun Billûr Kelimeleri
Mustafa Kutlu’nun kelimeler üzerinde ne kadar titizlikle durduğunu onu tanıyan herkes bilir. Dergâh dergisinin her satırında onun emeği vardı. Sadece hikâyelerde değil tüm metinlerde tasarrufunu kullanır, yazarlarla, şairlerle irtibata geçer, metne son halini verirdi. Benim de şiirlerime dair Kutlu’dan mektup, telefon ve e posta almışlığım vardır ve hepsi de beni ziyadesiyle memnun etti. Dergâh’ın dergâh olduğu yıllardan bahsediyorum. Daha sonra dergi farklı bir havaya doğru evrildi. Gidişatın pek de hayra alamet olmadığı birçok kişi tarafından dillendirilse de sonuçta makus talih gerçekleşti ve dergi kapandı.
Zeynep Yörük, Dergâhlı yıllardan bahsediyor. Kutlu’nun küçük notları var yazıda. Şiirler üzerinde yaptığı değişiklikler, paylaştığı notlar da yazının içeriğinde yer alıyor.
“O yıllarda her gün yayınevinde olması ve benim dergideki küçük editoryal sorumluluklarım sebebiyle en çok anım Mustafa Kutlu’yla oldu. Kutlu, Dergâh dergisinin içeriğiyle tek başına ilgilenmekteydi. Yayınevindeki sorumlu arkadaşımız dergiye gelen veya doğrudan Kutlu’ya yazılan e-postaların çıktılarını alır, ona verirdi. Kutlu da eski usul kendi el yazısıyla yanlarına cevaplar yazardı. Cevabı bilgisayara aktarılıp muhatabına gönderildikten sonra bu kâğıtlar çöpe giderdi. Bu sürece her şahit oluşumda içim cız ediyordu. O kıymetli geri bildirimler çöpe gitmek yerine bir ürüne dönüşmeli diyordum. Nihayet bu duruma daha fazla dayanamayıp sorumlu arkadaşımla anlaştım. Artık yazıları çöpe atmıyor, bana getiriyordu. Ben de bunlardan önemli gördüklerimi alıp saklıyordum. Ayrıca ziyaretine gelenlere tavsiyelerini ve yanımıza oturup bize anlattıklarından, öğütlerinden bazılarını da not ediyordum. Fakat o incilerin çoğu maalesef ki hafızama güvenip yazı bağıyla bağlamadığımdan zamanla uçup gittiler. Kaydını tutmadıklarım büyük pişmanlığımdır. İşte okumakta olduğunuz bu yazı ise pişmanlığımın tövbesi, bir telafi çabasıdır…”
“Kutlu sabırla beraber az ve öz eser üretmeye teşvik ederdi. Başka bir deyimle kemiyete/niceliğe/kantiteye değil keyfiyete/niteliğe/kaliteye dikkat çekerdi. Tabii bu “az” yazmadan maksat az çabalama değil, az ürün yayınlama anlamında bir tavsiye. Yazılanların çoğunun çöp olacağını bilmek ama kaliteli o birkaç ürünün de tüm süreçteki çabaların arasından çıkacağının bilincinde olmak. Yani her yazdığının şaheser olmayacağını kabul etmek ve bir yerde yayınlanması için göndermede aceleci davranmamak.”
Recep Seyhan’ın Eserlerinde Ağacın Nostaljik Yansımaları
İsmail Turan, Recep Seyhan öyküleri üzerine yazmış. Turan, özellikle Recep Seyhan’ın nesnelere bakışından hareket ederek ağaç nesnesinin Metal Çubukların Dansı, Zongo’nun Değirmeni ve Ebucehil Karpuzu adlı kurmaca eserlerindeki konumuna ve bu nesnenin nostalji ve hafızayla ilişkisine değinmiş.
“Seyhan da ‘Kestane Ağacının Rüyasını Beyan Eder’ öyküsünde, şehirdeki betonlaşmaya dikkat çeker ve öykü kahramanın evinin önündeki ağacın kesilmesini anlatır. Bu ağacın kesilmesiyle kahraman, bütün gençliğinin, düşlerinin ve göğün bile renginin gittiğini söyler. Ağacın kesilip yerine betonların yapılmasının topluma da olumsuz yönde etki ettiğini belirten kahraman, doğayla insanın bağının kopmasının duyumsal bir çıkmaz olduğunu belirtir.”
“Ebucehil Karpuzu adlı romanda Seyhan, ağacın özgürlüğü anımsattığına ve “pek çok özelliğiyle edebi metinlerde hatırlatıcı unsur olarak” da yer aldığına değinir.”
“Geçmişi eserlerinde sıklıkla yâd eden Seyhan, Metal Çubukların Dansı öykü kitabında yer alan “Çoğul Yalnızlık” adlı öyküsünde ağaçla kahramanların kurmuş olduğu diyaloğu okurlarına aktarırken ağacın imgesel duruşuna da vurgu yapmaktan geri durmaz. Bulunduğu yerde tek başına bulunan ağacın yalnızlığının nedenini sorgulayan kahraman, aldığı cevapla toplumsal bilinci hisseder. Ağaç, kimsesizlikten ya da yalnızlıktan değil de insanlardan korkulması gerektiğini de söyler.”
Süreli Yayınlar Kütüphanesi
Muhsin Karabay, Türk Edebiyatı dergisi özelinde dergilerin hayatındaki yerini anlatan bir yazı kaleme almış. Kütüphanelerin süreli yayınlar bölümünden de bahisler var yazıda. Maalesef şöyle bir acı gerçek var ki her ay kütüphanelere yüzlerce dergi geliyor ama birçok derginin poşeti bile açılmıyor. Böyle bir imkân varken dergilere ulaşamıyoruz bahanesi de havada kalkmış oluyor.
“1981 yılı Ocak ayında Ordu/Perşembe, Çaka Çaytepe Lisesine İngilizce öğretmeni olarak atanıp da elime para geçmeye başlayınca gazete bayilerinden satın aldıklarım haricinde, artık maalesef şimdi bazıları kapanmış olan aralarında Türk Edebiyatı, Doğuş Edebiyat, Kültür ve Sanat, Antoloji, Yeşilay, Töre, Gülpınar, Millî Eğitim ve Kültür, Millî Kültür, Türk Dili, Bakış, Kök, Konevi, Hamle, Orkun, Yeni Düşünce, Türk Müziği ve Oyunları, Küçük Dergi, İnanç ve Meşale’nin de olduğu 20-30 civarında dergiye abone olup okuma imkânına ulaşmıştım.”
“Söz konusu süreli yayınlar kütüphanelerinde sadece gazete ve dergiler bulunmalı, gelen gazete ve dergiler raflarda okuyuculara çıkarılmalı. Bazen dergiler yıprandıkları gerekçesiyle ancak ciltlendikten sonra okuyucuya çıkarılabiliyor ama bu çok geç oluyor. Bundan dolayı gazetelerin ve dergilerin sıcağı sıcağına okuyucularla buluşturulması gerekiyor. Günümüzde biz okuyucuların dergilere ulaşması o kadar zorlaştı ki hem alım zorluğu hem artık eskisi gibi kültür dergilerinin yüksek ücretler yüzünden dağıtıma verilememesinden dolayı dergilerin birçoğunu maalesef göremiyoruz bile. Bir üniversite öğrencisinin, bir üniversite hocasının, bir öğretmenin, bir araştırmacının ve bir yazarın da birçok dergiyi görüp okuyabilmesi, onlardan beslenebilmesi gerekmektedir hiç şüphesiz…”
Bir Kötülük Mekânı Olarak Şişli
Feyza Hilal Kutlu, romanlarımızda kötülüklerin mekânı olarak yer alan Şişli’yi anlatıyor yazısında.
“Erken Cumhuriyet Dönemi’nde modernleşmenin ve kentleşmenin giderek arttığı ve Şişli’nin bu dönem romanlarında modern şehir mekânının belli başlı özelliklerini taşıdığı göz önünde tutulduğunda erken Cumhuriyet Dönemi Türk romanlarında Şişli’nin belirgin bir kötülük mekânı olarak kurguya dâhil edildiği aşikârdır.”
“Peyami Safa’nın Server Bedi takma adıyla kaleme aldığı ve kitap olarak ilk kez 1925 yılında basılan Zıpçıktılar romanı, iki bölümden oluşmaktadır. Romanın ilk bölümü Fatih’te, ikinci bölümü ise Şişli’de geçer. Amaç, Fatih ile Şişli arasında keskin bir ayrım yapmaktır. Eski İstanbul evleri, din, mahalle kültürü ve geleneksel aile yapısı Fatih’te kendine yer bulurken apartmanlar, serbest ilişkiler ve tüketim çılgınlığı Şişli’de görülür.”
“Sonuç olarak Türk edebiyatında Tanzimat’tan Cumhuriyet’e değin, kötü olarak işaret edilen karakterler değişir ancak kötülüklerin mekânları neredeyse hiç değişmez. Bu mekânlar arasında Beyoğlu ve Şişli ilk sıralardadır. Özellikle Türk romanında Şişli’nin sıklıkla kötülük mekânı olarak kullanılması sonucunda mekâna birtakım çağrışımlar, özellikle de kötülükle ilgili çağrışımlar yüklenmiştir.”
Alafranga Neslin Paris Yolculukları Üzerine
Tanzimat’la birlikte başlayan modern edebiyatımızda Paris’e gitmek bir gelenek haline gelmişti. Hatta Paris’e gitmeyen şair sayılmıyor denecek kadar ileri gidildiği bile olmuştur. Paris’in cazibesi birçok edebiyatçımızı etkisine almış ve şairlerimiz, yazarlarımız soluğu Paris’te almıştır. Recai Özcan, alafranga neslin Paris yolculuğunu anlatıyor yazısında.
“Abdülhak Hâmid söz konusu dili öğrenmeye istekli ve yolculuğunda vapuru tercih eden ilk edebiyatçılarımızdan biri. 1863’ün Ağustos’unda ağabeyi Nasuhi Bey’le birlikte İstanbul’dan hareket edip Eylül’ün sonlarına doğru Paris’e gelir. Böylece küçük yaşta, hocası Tahsin Efendi’nin nasihatini gerçekleştirmiş olur.”
“Yahya Kemal’in vatandan ayrılışının gerekçesi kendi ifadesiyle “alafranga neslin Paris sevdası”dır. Şair, bu sıralarda İstanbul’da “avare” gezen “bir taşra genci”dir. “Memleketi zindan, Avrupa’yı nurlu bir âlem” olarak görür.”
“Fetih yolculuğunun son durağı” Paris, şair nazarında “çilelerin en can yakıcısı”dır. “Kalbur üstü seyirciler”in arasında karanlık bir yıl geçirir. Yahya Kemal’in “Paris Sevdası” Necip Fazıl’da “Paris Sıkıntısı”na dönüşür. Belki de Paris’in Necip Fazıl’a ve şiirimize en büyük katkısı “Kaldırımlar” şiirine ilham olmasıdır.
Türk Edebiyatı’ndan Hikâyeler
Salim Nizam – Müyesser Kendini Astı
“Çocuktum. Evimizden biraz uzaktaki dedeme annem her öğün yemek gönderirdi. Edincik’te Kılıçlı Cami yokuşu cuma günleri çevre köylerden namaza gelenlerle dolup taşardı. Bu camide bildim bileli imam elinde kılıçla hutbe okumaya çıkardı. Sırf bu kareyi görebilmek için herkes keskin rutubet kokusuna bile aldırmadan bu camide toplanırdı.”
Sıcak yaz günlerinde mahalle lodosta öğle uykusuna yatardı. Annem, eğer öğle uykusuna yatmazsam sokaklarda dolaşan andıkların, tarangoguların, hasanabdalların bizi alıp bilmediğimiz yerlere götüreceğini söylerdi. Korkudan, ablamlarla beraber hiç istemesek de öğle uykusuna yatardık. Tam bu sırada Müyesser teyzenin canhıraş çığlıkları bizi öğle uykusundan kurtarırdı. “Komşular yetişinnnn! Kurtarın beniii!”
“Bir zaman sonra Kocayemişleri Mustafa amca, Müyesser teyzem bir daha kendini ağaca asmasın diye bahçedeki bütün ağaçları kestirmiş. Bir tek kavak ağacı kalmış bahçenin ortasında. Kavak ağacına da kendini asacak değil ya! Hem bu ağacı Rumeli’den gelen babası dikmiş. Demirci Ustası Nizamettin Aga’nın hatırasıymış. Eskiye rağbet ettiği söylenirdi hep Mustafa amcanın.”
“Ne zaman telefon kulübesine gitsem ve annemi arasam bana hep Müyesser teyzemden dem vurdu. Kocayemiş Mustafa amcamın haltlarından, kumar oynayışından, Afet ablayla maceralarından. Fanfirifinfonlarından. Duyduklarına artık Müyesser teyzem dayanamaz olmuş. Feracesini üzerine geçirdiği gibi soluğu Afet’in Yeri’nde almış. Meyhanenin camlarını yere indirmiş.”
Duygu Tamer – Garip
“Kırmızı bir arabanın ana yoldan bu tarafa döndüğünü gördü. Bedenini azıcık dikleştirdi. Göz ucuyla gelen arabaya baktı. Araba bir yitiğini arar gibi dar yolda oyalana oyalana geliyordu. Sürüyü gören şoför, hızını yavaş yavaş düşürdü. Rüstem’in uzandığı ağacın yanında ani frenle durdu. Şoför elbet sürünün bir çobanı vardır diye etrafa bakınırken asfalt yoldan biraz çukurda olan Rüstem’i fark etti. Şoför ve kadın gidecekleri yeri soracak birini bulmanın sevinci içindeydiler.”
“Sessizliğin içinde sessizlik… Bir yılan tıslaması… Yılan asfalt yolda kara bir ip gibi ilerledi. Dili dışarda, bir damla suya değmek için… Karadutun altına doğru aktı. Mataradan sızan suyu yaladı. Rüstem bedenine değen soğukluktan habersiz ağzı aralık uyuyordu. Bir çocuk ağlıyordu.”
“Çocukluğunda ve gençliğinde ona yöneltilen alaycı bakışlar, yaşlanınca yerini acımaya bırakmıştı. Oysa bu hayatta insana bir tek annesi acıyarak bakabilirdi. Diğerleri can yakardı.”
Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
Hâlâ nahif elleriyle ayıklıyor
Varlığın kılçıklarını omurgasından
Yılmadan, yakınmadan, kıssalarla
Anlamın aşına yüklüyor bereketi
Hâlâ pişiyor kendi duasıyla ocağında
Tanrı yasasının yolu bu
“Az yanan kalp daha ateşli olsun diye
Dal ve yaprak meyveye uysun diye”
Eski yazgısını kenara çekmeli insan
Yenilenmeli an be an
Nazım Payam
Allah elleriyle kalbimdeki kırıkları yokladı
Kırıklar ki
Hırslarımdan birikmiş
Hep bana hep daha fazla
Daha geniş daha yüksek
Daha güzel daha büyük
Daha aydın daha parlak
Daha zengin daha zengin
Riyayı kaldırmıyor artık bu rüya
O kırılmalar o kırıklar,
O müreffeh teneffüslerim
Aç gönlüm ve gözlerim
Yıllardır kalbime ettiklerim
Faiziyle düşüyor omzuma
Biri ona almanın yükünü kaldırmıyor dünya
Muhammed Hüküm
Bir hazan rüzgârıyla,
Savrulsam da saçında.
Bahar ile dem tutup
Açacağım içinde…
Beni yalnız bırakma,
Bu sevginin göçünde,
Azat etme sesinden.
Bu hasret künyesinden;
Ne olur adımı sil,
Ne olur adımı sil…
İmdat Avşar