Türk Edebiyatı; Sayı 597
Türk Edebiyatı dergisi, 597. sayısı ile karşımızda. Dergiden yapacağım ilk paylaşım Hakan Soydaş’ın yazısından olacak. Fransız Edebiyatı’nın modern edebiyatımız üzerindeki etkisi aşikârdır. Bu etki sadece edebiyatla kalmaz, sosyal yaşantıda da Fransız etkisi her kesimde kendini hissettirir. Edebiyatımızdaki ilk roman örneklerinde bu etkiler ağır bir ironi ve hicivle işlenir. Soydaş da yazısında; Fransız edebiyatındaki modern hikâye sanatını ve edebiyatımızdaki etkilerini ele almış.
“Modern Fransız hikâye sanatı, Orta Çağ’a kadar uzanan bir edebî geleneğe dayanmaktadır. Orta Çağ’a özgü, tahkiyeye dayalı edebî türler, hikâyeye giden yolda ilk adımlardır. Fakat burada dikkatlerden kaçırılmaması gereken konu bu çağda, hikâye kavramını karşılayacak olan “nouvelle” kavramının henüz terminolojik bir değer kazanmamış olmasıdır. Hikâyeye karşılık gelecek anlamıyla “nouvelle” kelimesi İtalyan edebiyatından iktibas edilmiştir. Değiştirmek ve yenilemek anlamına gelen “noveler” fiili aynı zamanda bir yeniliği aktarma, anlatma anlamına da gelmektedir. “Noveler” ile aynı kökten gelen “nouvelle”in de Decameron’un etkisiyle edebî bir tür olarak kabul görmesi bu etimolojik ve semiyotik zemine yaslanır.”
“Ahmet Rasim, Alaybeyizade Hasan Naci, Ali Muzaffer, Halil Edib, Halit Ziya Uşaklıgil, Hasan Remzi, Hüseyin Cahit Yalçın, Mehmet Celal, Mehmet Vecihi, Manastırlı Mehmet Rifat, Mustafa Reşit, Nabizade Nazım, Recaizade Mahmut Ekrem, Süleyman Tevfik, Süleyman Vehbi ve Tevfik Lahim gibi yazarların hikâyelerinde Fransız edebiyatından gelen kimi motiflerden ve dikkatlerden yararlanılmıştır. Kimi eserlerin tematik çerçevesi ise Fransızca hikâyelerle önemli ölçüde benzerlik arz eder. Halit Ziya Uşaklıgil’in “Kırık Oyuncak”ı Jules Clarétie’nin “Boom Boom”uyla, “Kambur”u Maupassant’ın “Dilenci”siyle ve “Ölümden Sonra”sı ise Emile Zola’nın “Canlı Cenaze” isimli eserleri ile aynı çerçeveye sahiptir. Mustafa Reşit’in “Son Salon”, Ahmet Rasim’in “Belki Ben Aldanıyorum” hikâyeleri François Coppée’nin “Arslan Pençesi” hikâyesiyle benzer bir yakınlık kurar. Yine Tevfik Lahim’in “Tuhaf Bir İzdivaç”ı Jean Richepin’in Rahibe yahud Fedakâr Kızcağız’ıyla, Ali Muzaffer’in “Afv”ı da François Coppée’nin “Şefkat-i Pederâne” hikâyesiyle ortak bir çerçeveye sahiptir.”
Sezai Karakoç’un Hatıraları Arasında
Sezai Karakoç’un hatıralarına onun ölümünden sonra derli toplu şekilde ulaşabildik. İki cilt halinde çıkan hatıralar bir edebiyat adamı ve düşünürün yaşadığı döneme dair tuttuğu aynayı gösteriyor bize. Mehmet Erdoğan, Hatıralar üzerine yazmış.
“Sezai Karakoç tarzı hatıra yazmak çok zordur. Bu, insanın önce kendine ve hafızasına karşı dürüst olmasını gerektirir. Sonra, insanın gerçeklerle her durumda yüzleşme gücüne sahip olması gerekir. Bu sebeple ancak onun gibi samimi bir kişiliğe ve sade bir hayata sahip olanların yapabileceği bir iştir bu. Modernleşme dönemi edebiyat ve düşünce dünyamızda bu özellikte ikinci bir hatıra yazarımız yoktur. Olamaz çünkü hesap kitap yapmayan, sözleriyle yaptıkları bu denli uyumlu olan, hayatını beklentiler üzerine kurgulamayan, davası olan ve sadece onun için mücadele eden ikinci bir kişi bulmak gerçekten zordur. Bizce bu olsa olsa Mehmet Âkif olabilir fakat başka hatıraların bıraktığı izlenime göre onun mizacı daha ketum olduğundan bazı şeyleri o da istese anlatamayabilirdi diye düşünüyoruz. Necip Fazıl’ın hatıralarını bu tarza dâhil edemiyoruz zira onun inişleri çıkışları, çelişkileri ve fevrîlikleri hatıralarının nesnelliğini zora sokuyor.”
Günümüz Türk Şiiri Soruşturması
Dergide Günümüz Türk Şiiri soruşturması kapsamında şairler; “Türk şiirinin istikametini nasıl görüyorsunuz, bu istikamet dahlinde şiirinizin menzilinde ne bulunuyor?” sorusuna cevap veriyorlar. Birkaç örneği buraya alıyorum.
Anıl Cihan
“Çok çeşitlilik ya da çok seslilik olarak yorumlanabilecek bir şiir ortamından bahsetmek sanırım yanlış olmaz. Özellikle 2000’li yıllarda ve sonrasında kendini var etme ve skalasını genişletme yoluna giren şiirimizde daha çok bireysel çıkışların ses getirdiğini söyleyebilirim. Şiirimizi yakından takip ettiğine inanan biri olarak bu durumdan fazlasıyla memnunum. Fakat “istikamet” hakkında yorum yapmanın henüz erken olduğunu düşünen o sabırlı azınlığı oluşturanlardan olduğumu düşünüyorum. Bekleyerek, okuyarak ve daha geniş zamanlardan yardım alarak sürekli ve devamlı izlemek sanırım en doğrusu.”
Mustafa Tuğrul Çolak
“Dün olduğu gibi bugün de Türk şiiri iktidarlarmış olanı rahatsız edebilme gücü ölçüsünde yeni istikametini tayin edecektir. Şiir iktidarı, istese de istemese de bir tek şiir anlayışını taşıyıp yarına götürecek değildir. Keskin idealler üzerine inşa olmuş cemiyetler çözülürken eğrisiyle doğrusuyla bugün bireyselleşmenin ayak sesleriyle yürüyoruz. Birçok şiir kanalı, gelecekteki okur ile gelecekteki şiir arasındaki diyalektiği yakalayabilen örnekleriyle var olacak. Harold Bloom, güçlü ölüler hayatta olduğu gibi şiirde de geri dönerler ve yaşayanların hayatlarını karartmadan geri dönmezler, der. Güçlü ölüler geldiklerinde hayatı kararmayanlar söz konusu diyalektiği yakalayanlardır.”
M. Burak Çelik
“Kendi şiirimi de her zaman genç tutmaya çalışıyorum. Sahte persona ile değil gerçeğimle yazıyorum. Kişiler ya da dedikodular umurumda olmaz. Yalnızca şiir üzerine düşünerek ve şiirimi sürekli muhasebeye çekerek sunuyorum okura. Şiire bir çoban değneğiymiş gibi bakmıyorum. Tetikte olmamı sağlıyor. Ruhsatsız kılıyor beni. Şair de böyle olmalıdır kanımca. Şiirimin menzilinde olsa olsa yine ben ve Türkiye olur.”
Fatma Aksu
“Ruhumuzu geride bırakmadan ilerlememiz gerekiyor. Durup düşünmek, bazen düşünmek için de değil, sırf beklemenin sağlayacağı dinginliğe ve ilhama ulaşmak için de beklemek gerekiyor. Yaşantılarımızdan şiirimize rafine edeceğimiz kıymetleri ancak bu şekilde edinebiliriz diye düşünüyorum.”
Bir Gönül Ehli: Fırat Kızıltuğ
Mehmet Nuri Yardım, gönül insanlarını tanıtmayı kendine görev bilmiş bir edebiyat adamı. Onun anlatımı ile kendini sanata ve insan yetiştirmeye adamış birçok değerli ismi tanımış oluyoruz. Fırat Kızıltuğ’un gönül dünyasına giriyoruz. Çalışmaları, dostları, sanatı ile Fırat Kızıltuğ…
“Eskilerin “hezarfen” dediği bin hünerli sanatkârlarımızdan aziz büyüğümüz Fırat Kızıltuğ Beyefendi’yi tanır mısınız? Mükemmel bir müzik adamı ve iyi bir şair olmanın yanı sıra kültür meselelerini kendisine dert edinmiş bir dava ve ideal insanı vasfından haberimiz var mı? Kalemi ve kelamı sağlam bir münevverdir aynı zamanda Fırat Hoca. Şarkılarımızın, türkülerimizin, bütünüyle musikimizin ve müzik adamlarımızın hikâyelerini, onun itinayla kaleme aldığı yazılarından severek okuyor, sohbetlerinden zevkle dinliyoruz. Bandodan Klasik Müziğe kitabında, sanatkârımızın hatıraları var. Çocukluğu, aile muhiti, müzikle başlayan ilgisi… Millî sanat için hayat boyu verdiği yılmaz mücadele, tatlı üslup ve akıcı dille yazılan eserden okunabilir.”
“Fırat Hoca’yı İstanbul’da yaşayan kültür sanat çevresi yakından tanıyor ve seviyor. O, yüksek ideallere sahip, kalender ve mütevazı mümtaz bir sanatkârımızdır. Ses mimarlarımızı bugün en iyi bilen ve anlatan ilim ve irfan adamıdır. Yıllardan beri birçok mahfilde müzisyenlerimizi, edebiyatçılarımızı, mütefekkirlerimizi ondan dinliyor, derin birikiminden istifade ediyoruz. Uduyla müzikseverlerin kulak pasını silerken, hatıralarıyla da kültür dünyamızın bilinmeyenlerini tek tek anlatıyor. Ses, saz ve söz ihtişamı, bütün zarifliğiyle onun dinlenesi tatlı sohbetlerinde hemen fark edilir.”
Müzik ve İnsan
Müziğin insan ruhuna dokunan hassas bir yapısı var. Türü çok önemli değil, her ruhun müzikten alacağı pay mutlaka vardır. Önemli olan müzikle ünsiyet kurabilmekte. Bu yüzdendir ki çeşit çeşit insan ve çeşit çeşit çeşit müzik var. Ruh, dilediği zaman dilediği müziği buluyor. Ayşe Göktürk Tunceroğlu; müzik, ruh, insan ilişkilerine değiniyor.
“Her çeşit müzikten beğendiklerimiz var, beğenmediklerimiz var. Ruhumuzu okşayanlar var, beynimizi tırmalayanlar var. Sinir tellerimizi yıpratanlar var, gönül tellerimizi titretenler var. Ben esas olarak klasik Türk müziğini ve Türk halk müziğini çok seven bir insanım. Ama bakıyorum bir pop şarkısı, bir Latin Amerika müziği, bir Fransız şansonu, bir opera parçası, bir konçerto da ruhumu kanatlandırabiliyor.”
“Sevmek bilmenin ardından gelir. Ya da gelmez! Osmanlı’nın güçlü devirlerinde mehter müziği Avrupa’da çalınıp söylenir olmuştu. Çünkü ordunun seferleri sırasında mehteri görmüş, duymuşlardı. Mehter takımının gösterişli icrası mı Avrupalıları cezbetti yoksa müzik mi beyinlerinin portesine oturdu, orasını bilmem.”
Çalışmaya Vakfedilen Bir Hayat: Ahmet Mithat Efendi
Edebiyat dünyamızın ayaklı kütüphanesi, yazı makinesi Ahmet Mithat Efendi, ömrünü çalışmaya adamış bir münevverdi. Onun açtığı yoldan ilerleyen bir modern edebiyattan bahsetmek mümkün. Hayatının her alanında çalışkanlığı ile tanınmış Ahmet Mithat’ı örnek şahsiyet olarak gençlere mutlaka tanıtmak gerek. Elbette önce tanımak lazım. Bunun tam olarak yerine getirildiği konusunda emin değilim. Sadece ismini ve eserlerinin adını tanıtmayı görev bilerek edebiyat yapanlar o kadar çok ki.
Furkan Abir, Ahmet Mithat Efendi’yi Fazıl Gökçek’in Ahmet Mithat Efendi isimli kitabından hareketle çalışkanlığını merkeze alarak anlatıyor yazısında.
“Bir milletin medeniyetinin hangi değerlerden teşekkül ettiğini, bu değerlerin tarihsel şartlara göre süreç içerisinde nasıl bir değişikliğe uğradığını anlamanın en iyi yolu o milletin kültür ve edebiyat tarihine yön vermiş şahsiyetlerinin hayatını ve eserlerini incelemektir. Böyle şahsiyetler bir yandan faaliyet, fikir ve eserleriyle topluma katkıda bulunurken diğer yandan da kendisinden sonra gelen nesiller için bir örnek oluşturur. Zamanın güçlü ve unutturucu rüzgârına karşı onların etkisinin; örnek olma vasfının kaybolmaması adına bu kişiler hakkında yapılan ve yapılacak biyografi çalışmaları büyük önem taşır. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığının destekleriyle Türk Kültürüne Hizmet Vakfı bünyesinde Fazıl Gökçek tarafından Cumhuriyetin yüzüncü yılına armağan olarak yazılan -Çalışmaya Vakfedilen Bir Hayat- Ahmet Mithat Efendi adlı eser bu tarzdaki çalışmaların en güzel örneklerindendir.”
“Türk kültür tarihinin en önemli aydınlarından, Türk edebiyatı tarihinin de en verimli yazarlarından birini günlük hayatından edebi faaliyetlerine, siyasi-sosyal fikirlerinden tartışma kültürüne, dostlarına yaklaşımından aile reisliğine kadar her yönüyle tanıtan bu akıcı eserin farklı alanlardan birçok araştırmacı için kaynak kitap olmanın yanı sıra Türk edebî-kültür tarihiyle ilgilenen okurlar için de oldukça faydalı ve ufuk açıcı olacağı kanaatindeyim. Yazar, Ahmet Mithat’ın emek ve çalışmaya verdiği önemi eserin merkezine alarak Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına armağan olan bu kitapta bizim de hayatımızın merkezine almamız gereken değerlere işaret etmiştir. Büyük bir emeğin neticesinde ortaya çıkan bu eserin yazarı, değerli akademisyen Fazıl Gökçek’e literatüre bu önemli katkısından dolayı teşekkür borçluyuz.”
Türk Edebiyatı’ndan Bir Hikâye
Ayşe Tüfekçi – Ihlamur Kazaları
“Yılın bu mevsiminde, bu sıcak öğle vaktinde, üstelik bu işlek caddede; bu koku insanın aklını başından alabilir. Benim alırdı. Her şey böylesine değişmiş olmasaydı. Okuldan mezun olmasaydım, yaşım en az on yıl geriye gitmiş olsaydı, babam hâlâ hayatta olsaydı, elimdeki şu cansız çiçekler az sonra bir toprak yığını üstüne gelişigüzel şekilde bırakılmak yerine hoş bir genç kıza takdim edilseydi; evet o zaman benim de uçarı aklım, tümüyle başımdan ayrılmasa da bir nebze uzaklaşabilirdi.”
“Uzaktan bakan biri beni, kaybettiği yakını başında acısını yaşayan, o gitti gideli hayatında, dünyada neler olup bittiğini anlatan birisi sanırdı. Lakin ben onca dökülen sudan kaçmayı başarmış, mermerin kenarında kuruyup kalmış çamur lekesine gözlerimi dikmiş duruyordum. Gidip de o lekeyi elimle ovup çıkarmaya cesaret edemiyordum.”
“Kardeşimi vereceği kararda bir başına bırakmak benim seçimim değildi, az evvel yanından ayrıldığım adam öyle olsun isterdi. Bugün buraya gelmiş olmak, üstelik bugünün bir bayram gününe denk gelmiş olması da benim seçimim değildi, az evvel yanından ayrıldığım adam bu da öyle olsun isterdi. Derin bir nefes… Hem de ciğerlerimi tıka basa dolduran bir nefes… Bu koku bir zamanlar aklımı başımdan alabildiyse, bundan sonra da onu bu kokuyla uçup gidecek kadar savunmasız bırakmak benim seçimim idi.”
Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
Yalnızlık bu şehirde,
Gölge gölge uzuyor…
Sensizliğin ritmini
Hırçın deniz bozuyor…
Her akşam bu kuytuda
Bıçaklanıyor uykum.
Gözüme savruluyor
Adını yazdığım kum…
İmdat Avşar
Bütün ince yolları
Sevdirdi bize Âşık Veysel
Sevdik onunla
Gül bahçelerinden çok kara toprağı
Candır Neşet Ertaş
Sanki cennette söyler de
Dinlenir dünyada Gönül Dağı
Bir türkü söyle
Başlasın türkü kardeşliği
Bir türkü söyleyelim el ele
Değişsin savaş mevsimi
Mustafa Ruhi Şirin
Kırmızı ve kızıl bir çürüme,
Tenini yokluğa sürüklüyor.
Yokluğun yurduna doğdun;
Doğarken ölüme yazgılı efsane.
Tarık Özcan
Topaç çevirebiliriz bir dağı ters çevirip
Dama oynayabiliriz ufacık tepelerle
İçimizdeki kuyuya o dağdan kayaları
Söküp atabiliriz kulağımız kıyıda
Doğrulup bulutlardan ip eğirebiliriz
Doğu batı arası o ipin üzerinde…
Mehmet Aycı
Yolcu 107. kez Yolda
Yolcu dergisi, yolunun gözlenmesine değecek bir yeni sayı ile çıkıp geldi bildiğimiz duruşuyla. Geç olsa da her gelişi bir müjde gibi olan ender dergilerdendir Yolcu. Dün neyse bugün de o. “İnsana Veda…” kapağı ile yine bir hisse gönderiyor yüreklere derinden ve etkisi güçlü.
Ömer İdris Akdin’in Seyir Defteri’nden…
“Kızıl kıyamet bir coğrafyada günler tükettim. İnsan hikâyelerinin peşine düştüm. Paramparça hayatlara dokundum. Umudun eridiği gözlere bakmaya yeltendim. Her enkazın başında bir sevgiliden ayrıldım. Acının yırttığı gökyüzüyle sınandım. Cebimde solgun kelimeler biriktirdim. Bulduğum her karanlığa genzimi yakarcasına ses verdim. Ruhu yaralı, vicdanı çökmüş bir zamandı; geriye masum tek şey bıraktı: Deprem.”
Madem kapak sözümüz İnsana Veda. Zygmunt Bauman, bu bahse şöyle bir katkıda bulunuyor:”Dünya, ıskarta insan, (işsiz) tüketilmiş mal ve eşyanın çöpleri ile doldu. Modernite için, bir varlık olan insanın ıskartaya (çöpe) dönüşmesi ile eşyanın çöpe dönüşmesi aynıdır. Atık insanlar hız kesmeden çoğalıp muazzam miktarlara ulaşırken gezegendeki çöp alanları ve atığı geri dönüşüme sokacak araçlar giderek azalmakta.’ Bundan sonra gündemimiz, ‘atık insanların ve insani atıkların tasfiyesi’dir.”
Toplum Tipolojileri ve Dijitalleşme: Bir Byung-Chul Han Müzakeresi
Ahmet Gökçen, İlyas Sucu ve Mesut Hayati Avan; Byung-Chul Han müzakeresi ile Yolcu’da. Ufuk açıcı bu tarz müzakereleri dergilerde sık sık görmek isteriz. Zamanı, mekânı doğru okumak için Chul Han gibi isimleri takip ve tahlil etmek gerek. Çünkü batıyı bilen ve doğuya vakıf isimlerin bakış açıları zihni bir altyapının oluşmasında ve yaşanan sosyolojik gelişmelere toplumsal bir tepki verme bağlamında sağlam kaynaklar olarak dünyada yer tutmaktadır.
İlyas Sucu: Önce şuradan başlamak isterim; biz, yani modern batının meydan okuması karşısında zemin ve istikamet arayışında arayışında olanlar, Chul Han’ı çok sevdik. Tıpkı kendisinden önce Bauman’ı, Baudrillard’ı, Foucault’yu ve diğer birçok Batı kritikçisini çok sevdiğimiz gibi. Çünkü tüm bu isimlerin hem Batı düşüncesine vukûfiyetleri tamdı hem de sanki bizim adımıza konuşuyor, yapmak istediğimiz tahlili yapıyor, varmak istediğimiz tespitlere varıyorlardı. Daha ne olsundu? Biz de bağrımıza bastık hepsini.
Mesut Hayati Avan: Sosyolojinin alametifarikasından olsa gerek kavramsallaştırmalar bu iş ile meşgul olanların sıklıkla yöneldiği bir tercih olarak kendini gösterir. Öyle ki sosyolog ilgilendiği bir konu ile ilgili bir kavramsallaştırma yapmazsa kendini o konunun dışında dahi sanabilir. Bu nedenle sosyoloğun görevi diye bir şey söyleyeceksek o görevin içinde yazılmamış kurallara kavramsallaştırmayı da dahil edebiliriz. Bu nedenden dolayı mıdır bilinmez, birçok sosyolog kendini kavramsallaştırma sürecinin içerisinde bulur.
Ahmet Gökçen: -Sosyal medya da giderek toplumsallığı disiplin altına alan ve sömüren dijital panoptikonlara benziyor daha çok… Bizler dijital panoptikonda tutsak sayılmayız. Daha ziyade bizatihi failleriz. Dijital panoptikonun inşasına aktif olarak katılıyoruz… Dijitalleşmiş, ağa bağlanmış özne kendinin panoptikonudur. Böylelikle gözetleme işi tek tek herkese dağıtılmış olur.
Pandepremi
Pandemiden depreme uzanan bir buhranı yaşadık hep birlikte. Ölüm korkusunun bize ne kadar yakın olduğunu acı tecrübelerle hissettik. Bu yaşananlar bitmeyecek. İnsanlığın sınanacağı daha çok felaket var. Ali Korkmaz, yaşanan felaketler sonrasındaki insanlık hallerini yazmış.
“Pandemi ve deprem gibi ağır vakaların üst üste gelmiş olması çağdaş insana bu evrenin tek ve mutlak hakiminin kendisi olmadığını, matematiksel bir rakamdan öte bu evrende bir anlam taşımadığını başına vura vura öğretmiştir. Hala kendisini vazgeçilmez, bulunmaz, eşi benzeri olmaz gibi görenler için ise durum değişmemiştir! Onlar kendi dünyalarında ve kendilerine bu rollerinden dolayı değer verenlerle mutludurlar! Ama değişmeyecek bir gerçek var. Pandemive deprem sonrası hiçbir şey eskisi “gibi” olmayacak ve bir adım daha öteye gidersek eskisi “kadar” da olmayacak. Yeni dünya düzeni budur ve insanlık ölmektedir…”
Tren Karadır
Mustafa Karadeniz; rengiyle sosyolojik karşılığı ile şiirlerdeki halleriyle trenleri yazmış. Yazıya İsmet Özel’in “Milli şefin treni niçin beyaz?” dizesiyle başlıyor Karadeniz. Cevapsız bir soru bu aslında ya da şairinin bile cevap vermediği bir soru. Esrarı içinde ve zamanla mekânın karışımında saklı bir muamma.
“Bir demiryolcu çocuğu olarak tren hikâyeleri ve bu vesaitin jargonu ile dolu muhayyilem: lokomotif, kompartıman, makinist, permi, tehir… Kavuşmanın, sılaya ulaşmanın somut hali gibi görülmek gösterilmek istense de trenin beni rahatsız eden bir tarafı hep olmuştur. Türkülerde de bu bir acayip vesaitin kara tren olarak vasfedilmesinin sadece rengini ifade etmediğini, aksine içtimaî bir huzursuzluğun bilinçaltı yansıması olarak öne çıktığını düşünüyorum.”
“18. yüzyılda İngiltere’de maden ocaklarında ulaşımı ve taşımayı kolaylaştırmak için demirden lamaların kullanımı ile ortaya çıkan tren fikri, gerçekte dağları delip tabiata tahakküm etme arzusunun sonucudur. Tren bozar, parçalar kendinden öncekine saygı duymaz; varlığını topografya ile uyumdan değil dikteci yapısından kazanır.”
“Bir dönem ucuz yolculuk imkânı sunması nedeniyle fukara halkın tercih ettiği trenlerin durduğu istasyonlar, yoksulluğun tescili olmuştur. Günümüzde metro, tramvay, tren ve havaraylara binmek için toplaşan devasa kitleler, bu vesaitin gücünü perçinlemekte, insanın teknoloji karşısında çaresiz bir varlığa dönüşmesine neden olmaktadır.”
Büyük Buhran”In Büyük Yazarı: John Steinbeck
Aydın Hız, John Steinbeck üzerine yazmış Yolcu’da. Romanları üzerinden bir değerlendirme yapıyor Hız. Steinbeck’i daha yakından tanımak için derli toplu bir kaynak niteliğinde notlar var yazının satır aralarında. Fareler ve İnsanlar, İnci ve Gazap Üzümleri üzerinden değerlendirmeler var yazıda.
“Amerikan edebiyatının büyük kalemlerinden John Steinbeck, eserlerinde yaşadığı dönemin sosyal, ekonomik ve siyasi olaylarını başarıyla yansıtmış biryazardır. Romanlarında Büyük Buhran olarak adlandırılan dönemde yaşayan sıradan insanların, çiftçilerin, göçmen işçilerin, inci avcılarının yazgılarını konu edindi. Özellikle gençliğinin ilk yıllarında, kitaplarında anlattığı meslekleri ve işleri yapmıştır aynı zamanda. Steinbeck, tezgahtarlık, ırgatlık, duvarcılık, marangozluk gibi farklı iş kollarında çalışmış, hayatın zorluklarını tanımış bir yazardır. Bundan dolayı çiftlikte çalışan kimselerin dünyasını da gerçekçi bir anlatımla okura sunar.”
Abdurrahman Bulut ile Söyleşi
Abdurrahman Bulut’un teknolojiden ilim dünyasına uzanan yolculuğuna şahit oluyoruz Sadullah Genç’in soruları eşliğinde. Bir yanda Microsoft’ta yapılan çalışmalar diğer yanda Kuran çalışmaları. Birbirini besleyen düşünce akımları, dünyanın gezilip görülen yerlerinden kendisine kalan hisse ve her şeyin sonunda gelinen en net nokta; Kuran.
“Geçen yüzyılda 1930lar 1940larda ve sonrasında Müslüman aydınların batının teknolojik “üstünlüğü” ne karşı tavrı ve konumu “batının ilmini fennini alırız, kültür, felsefe ve medeniyetinden uzak dururuz” şeklindeydi. O zaman için bu algıyı anlayabiliriz. Bilim ve teknolojinin ürettiği sonuçlar, inanç ve değerlerden bağımsız zannediliyordu. Belki biz de o zaman olsak aynı düşünürdük, sanırım 2000 lere kadar bu kanaat böyleydi. Ancak son 20 yılda bunun böyle olmadığını gördük. Özellikle yeni nesillerin gerçeklik algısı, değerlere bakışı bizi bu kabulü gözden geçirmeye yöneltti. Şunu görüyoruz ki bilim ve teknoloji insanın değerlerinden bağımsız değildir. Evet teknoloji içerisinden çıktığı medeniyetin, kültürün, felsefenin değerlerini beraberinde taşır ve taşıdı, bugün Japonya’da, Polanya’da, Rusya’da, Çin’de, Arjantin’de Türkiye’de, Amerika’da son 20 yılda büyüyen yeni nesilde yerel değerlerin çok azaldığını, inceldiğini görüyoruz.”
“Dataizim; bütün evrenin temelde veri algoritmalarından ibaret olduğuna dayanıyor. Evrende her şey bir veri akışı sisteminin parçasıdır, ve o parça bu veri akışına katkısı kadar değerlidir. Yeni yüce değer (supreme value) veridir. Bu bilimsel sekülarizmin ileri aşamasıdır. İnsan da bir veri algoritmaları yumağından ibarettir. Metafizik denilen şeyler, duygu, aşk, ruh vb kavramlar tarihsel süreçte insanların fiziksel olarak açıklayamadıkları olgulara verdikleri isimlerdir dataizme göre.”
“Hanif teknolojiyi anlatırken dedik ki “Doğayı inceleyerek ürettiğimiz bilim ve teknoloji neden doğaya zarar veriyor? Bu paradoksu çözmeliyiz”. Bilim felsefesi olarak kapsayıcılık problemi dışında üretimlerin fıtrata dönük zararlarından sorumluyuz. Bizim Müslümanlar olarak bugün bütün insanlığa karşı Hanif, varlığın fabrika ayarları / fıtrat ekseninde bir bilim ve teknoloji üretimi borcumuz var. Gerekirse bütün bir epistemolojiyi baştan elden geçirmek,yeniden kurmak gerekse de bunu yapmalıyız, insanlık tarihinde 300-400 yıl çok uzun bir süre değil….”
Münkariz Bu: İlgi Manyağı
Bugün yaşanan bunca dijital kuşatmanın özeti olabilir ilgi manyağı tamlaması. Her anını kaydeden ve hemen hepsini bir şekilde paylaşan, sonra da beğeni sayısına kilitlenen bir ruhun yaşadığı olsa olsa ilgi manyaklığıdır çünkü ilgi azalınca yaşanan krizleri başka bir hastalıkla açıklayamayız. Banu Altun, Norveç’li yönetmen Kristoffer Borgli’nin İlgi Manyağı filminden hareketle anlatmış yaşanan bu cendereyi.
“Fotoğrafın icadı ve bilim vasfını kazanmaya başlayan sosyolojinin eşanlı yolculuğu, fotoğrafın görsel imge/ler yaratma gücünün toplumlar üzerindeki etkisine ayan iktidarlar için bulunmaz ikili olur. Nitekim anı dondurabilen, hatıra işlevi görebilen özellikleriyle de fotoğraf karesi/görüntü o günün toplumu için hiç olmadığı kadar gerçeğin yansısıyken, iktidarlar açısından fotoğraf, sosyolojinin de katkısıyla tüm anlam ve bağlamlarından arındırılarak (artık bu arınıklığa da gerek yok) toplumları manipüle etmekte kullanılır.”
“İlgi Manyağı filminde karakterlerin öznel patolojilerini pazarlama zekâlarının toplumsal karşılık bularak etik/ahlaki bir kayıt aranmaması kapitalist tüketim kültürüne içkin bir durum olarak önümüze gelirken, aralarında ölümüne rekabetin, kurgusal diyalogların, hızla sönümlenen ilgiyi canlandırmak için sürekli bir performans sergileme çabasının olduğu Thomas ve Signe ilişkisinde olmayan şeyin aşk olduğu ortadadır. Görünmez dolayısıyla başarısız oluşunu su götürmez narsist olan Thomas kadar narsist olamamasına bağlayan Signe’nin ilgi çekmek isteği toplumsal kabul/talep bulmasıyla da örtüşünce önce arzuya sonra ise kontrolden çıkan bir mecburiyete dönüşür.”
Siyah Mermerler
Faik Öcal, Kandahar’a bir ağıt yakmış. Yüreklerin dağlandığı, insanlığın acı kayıplar vererek hırpalandığı bir coğrafyada zulüm bitmek bilmiyor. Hepimiz sınanıyoruz. İnsanlık verdiği sınavdan kalıyor her acıyla.
“Kan ağlıyor Kandahar, kan ağlıyor içimin Afgan coğrafyası. Siyah mermere yatırıyorum yorgun bedenimi. Başımın üzerinde ölüm ve bomba yüklü siyah bulutlar. Her an yorgun bedenimin üzerine bombalar düşebilir, her an uçurtmam ellerimde taş kesilebilir, her an hayatın öbür kıyısına geçebilirim. Sen bilmezsin Hizran. Bedenim siyah mermerde paramparça olabilir. Benden geriye hiçbir şey kalmayabilir.”
“Kandahar süratle kan kaybediyor. Siyah bir mermere düşmüş can çekişiyorum, ölüyorum göz önünde. Bizim gibi ölüyorum Hizran, kalabalık ve yapayalnız. Birleşmiş Milletlerin koruması altında, Peştunların, Hazaraların, Taciklerin şahitliğinde.”
Kutsala Saldırmak
Dünyanın bir köşesinde mutlaka şahit oluyoruz kutsala saldırma eylemlerine. İnsanlığın yaşadığı değer kaybının bir göstergesi olan bu eylemler, ağır tahrik de içerdiğinden yapılanların planlı eylemler olduğu da aşikârdır. Bülent Sönmez, “Kutsala Saldırıyı İfade Özgürlüğü Olarak Değerlendirmenin İmkânsızlığı Üzerine” isimli yazısında bu konuyu işliyor.
“İnsanın ortaya koyduklarına baktığımızda gelenek dediğimiz ortak hakikatin bütün insan topluklularında var olduğunu görmekteyiz. Tanrısallık ve ötekine saygı olarak öne çıkan adalet, bilgelik, doğruluk vb. gibi unsurlar insanlığın ortak yönelimini ifade eden temel unsurlardır. Bunlar insanı diğer varlıklardan ayıran ve ahlaki bir varlık olduğunu ele veren ortak yönelimlerdir.”
“İnsanların hak ve özgürlüklerini korumak kutsal değerleri korumakla mümkündür. İnsan hak ve özgürlükleri kutsalı yok etmek adına kullanılırsa kutsal adına da insan hak ve özgürlüklerinin yok edilebilmesi kendine haklılık zemini bulabilir.”
“İktidarlar ve hâkim olan güçler ister devlet bünyesinde olsun ister sistem bünyesinde olsun hep kendilerine uyumlu, sömürebilecekleri, tüketime endeksli bireyler isterler ve isteklerine kavuşmada da çok zorluk çekmezler. Çünkü insanların zaaflarından nemalanırlar, sürü psikolojisini kendilerine bir ambalaj telakki ederler.”
Selçuk Küpçük’ten Dünün Günleri
Selçuk Küpçük tarihe not düşmeye devam ediyor. 1993-94-95 yıllarının günlüklerini okuyoruz bu sayı. Sivas Olayları, Hasan Sağındık ile katıldığı konserler, Selda Bağcan’ın okuduğu eseri, askerliği gibi birçok konu var günlüklerde. Ortak tanıdıklar, yaşanan acılara şahitlikler derken geçmiş günlerin huzurunu, hüznünü, muhabbetini görüyoruz her cümlede.
21 Nisan 1993/ Ankara
Başımın ağrısı çıldırtıyor. Bir çiviyi kafamın içine sokmaya çalışıyorlar sanki. Sabah yağmur yağdı. Mesut demişti, kırkikindi yağmurları bunlar. Kırk gün yağacakmış. Pazar günü hiç beklenmedik şekilde Turgut Özal öldü. O’nu, büyüdüğüm ilçe Gülyalı’dan 80’lerin ortalarında otobüsüyle geçerken, durup bizleri selamlaması ile hatırlıyorum. Seveni çoktu. Allah rahmet eylesin.
5 Kasım 1993 / Bursa
Resmi olarak ilk konserime çıktım. Önce Ankara’ya geldim Hasan abi (Sağındık) ile buluşmak için. Sonra beraber Bursa’ya geçtik. Aşık Gülhani ve Aşık Bayrami de var ekipte. Kendi şarkılarımı okudum. İnsanlar ilk kez duyuyorlar adımı ve şarkılarımı. Afişe soy ismim yanlış yazılmış. Yapacak bir şey yok. Tabi, kendisiyle ilişkimizi kestiğimiz liderimiz adamlarını göndermiş konseri provoke etmek için. Kuliste zor anlar yaşandı.
8 Haziran 1995 / Gaziantep
Bana hiç mektup gelmedi. Böyle bir beklentim de yok. Önceki gün yemekhanede mektuplar dağıtılırken çavuşa seslendim: “Fazla mektup varsa ben alabilirim”. Bu ayın 3’ünde Hasan abinin Ordu’da konseri vardı. Abdullah da gelmiş Ankara’dan. Annem ile babam da gitmişler. Abdullah babamla tanışmış.
Yolcu’dan Öyküler
Mustafa Alagöz – Savrulan Söğüt Yaprakları
“Duvarda, farklı zamanlarda yapılmış badana izleri duruyordu. Değişik renklerden kalıntılar vardı. Defalarca üst üste boyanmış olduğu besbelli. Duvarın bazı yerlerinde, burada yaşayan ailenin varlıklı bir dönemine işaret eden yağlı boya izlerine de rastlamak mümkündü. Duvarda beyaz, sarı, kırmızı, lila, koyu sarı, yeşil ve yeşilin tonları gibi değişik renkler vardı. Bu evde çok uzun yıllar yaşam sürmüş olmalı. Bu renkler o evde yaşayan insanların o zamanki ruh hallerini, maddi imkânlarını, korku, sevinç ve karamsarlıklarını ele vermekteydi.”
“Duvarın kovuklarında çocukların doğumunu, büyümesini, ağlamalarını, babalarının o fakir o düşünceli suskunluğunu, analarının bıkmış ve didinen hatta yorgun babayı örseleyen konuşmasını duyar gibi oluyorum. Hülya’nın annesine başkaldırışını, annesinin gizili gizli iç çekmesini, babalarının uyuyan çocuklarının geceleri üstlerini örttüğünü görür gibi oluyorum. Niyazi’nin ancak dışarıdan baktığı, içine asla giremediği evi bu duvar artık koruyamıyor. Zalim duvar, zalim çivi izleri, zalim kirli beyaz badana, zalim boya kalıntıları…”
“Hülya’nın annesi, Hülya’nın tıpkı kendisi gibi kadersiz olmasını istemezdi. Çünkü Bünyamin, ömrünün sonuna kadar fabrikada ustabaşı olmaktan başka ne olabilirdi ki. Bir evleri bile yoktu. Ali Rıza Bey’in bahçesinin kenarına yaptırdığı iki göz evi olmasa ortada üryan kalacaklardı. Hülya’nın boyasında ağa mayası vardı. Ama fukaralık ağalığı mı dinlerdi. Bir havalı bir endamlı, kimseleri beğenmezdi.”
“Asker; saçları dökülmüş, avurtları çökmüş, bu gün biraz daha kambur olup küçülmüştü… Asker, fabrikanın tozu dumanı içinden uzaktan çok ama çok uzaktan Hülya’nın güzel saçlarını son bir kez daha iç çekerek izledi. Ama kimsecikler duymadı. Duyamazdı ve duymamalıydı da…”
Mehmet Aktaş- Gecikmiş Borcun Telafisi
“Bayram ziyaretlerinin ilk faslını bitirdik, ikinci fasıl için Alaşehir’den çıktık. Konya’ya gidiyoruz. Kurban Bayramı’nın ikinci günü, yollar sakin; sadece birazcık yorgunluk var.”
“Tahmini bir mesafe gittikten sonra arabayı sağa çektim, yolun karşısındaki delikanlıya yaklaşıp selam ve bayramlaşmanın ardından İmam Hatip Okulu’nu sordum. Gülerek ‘Hangisini soruyorsun Abi, Uşak’ta on bir tane İmam Hatip Okulu var.’ dedi. Ben de ‘İlk yapılan okul’ dedim. ‘Ben o okuldan mezunum’ dedi. ‘Aslını sorarsan yavrum ben o okulu da sormuyorum, aynı cadde üzerinde ahşap eski bir İmam Hatip Okulu vardı ben onu arıyorum’ dedim. ‘Orası şu an yurt oldu’ dedi.”
“Özetle geçmişi yad ettik, İsmail Hakkı Abi’den bahsettik. Okuduğumuz okulun daha önce Papaz Okulu olduğunu ve binanın Kur’an Kursu olarak kullanılacağını öğrenen İtalyan sahiplerinin o zamanlar bu binayı bize yarı fiyatına verdiklerini ilk defa öğreniyordum. Minarelerden yatsı ezanları okunmaya başlayınca Yusuf Abi gözlerime baktı ‘Ne diyorsun?’ dedi. Anladım ki bu adam cemaate müdavim.”
“İstanbul’da değişik vesilelerle çevremdeki insanlara küçük hediyeler verdiğimde hep Uşaklı Bakkal İsmail Hakkı Abi gelirdi aklıma. Borç yükünden kurtulma adına keşke şu hediyelerden onlara da verebilseydim diye hayıflanır dururdum. Hiç hesapta olmayan çat kapı ziyaretin sebebi işte bu. Uzun yıllar unutulmuş, gecikmiş borcun telafisi.”
Yolcu’dan Şiirler
Öfkeli kuşlar gördüm tutunarak düşen bulutlardan
Yıldırımları toplayıp gözlerinde gökten salıveren
Sonra toprağa girip dirilen kırağı gibi yenilenip
Taşlarını ekin başaklarında saklayan kuşlar.
Fatih Tezce
Doğum, bize açılan ilk boşluktur anadilde,
Orada dünyayı nefeslenir,
Orada evcilleştiririz güneşi..
Gece maviye boyanırken
Ay dede ninni ve masal
Fısıldar bize
Anadilin töresinde..
Nihayet bize gelir ilk kelime,
Uzun, karanlık bir gecenin
Şafak sökümünde..
Burhanettin Tatar
nefes alsam dergâha tüner hâlimle
dağın aksi turnanın kırgın kanadında
cürümle yakabilirim şiirimi
anlatamam, ben kalayım dağ dönsün
yol bulsun dilek ağacına çevrili kalbim,
bilmiyorum, acep bu dünya, hâlâ
sonuna varılmamış mağara mı?
Mustafa Işık
kendi ölümüne çağrılmış
bir ceset bulundu
gözleri eylül kokuyordu
zaman durdu insanlar durdu
bazıları meczuptur deyip çekip gittiler
belli ki kaskatı idi
belli ki sevgisiz
bulunmuş cesede yazık diyenler çoktu
yıpranmış ağıtlar yakacak kimsesi yoktu.
Bünyamin Doğruer
Yitiksöz, Sayı:17
Yitiksöz dergisi 17. sayısına ulaştı. Depremin ağır izlerini silmek mümkün değil. Bu tür çalışmalarla hayata dair notlar düşerek bir nebze olsun hafifleyecek acılar. Yitiksöz de bunu dopdolu içeriği ile gösteriyor. Dergide birçok yazının şiirin yanında depreme dair notlar da var. Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
Yılmaz Irmak – Halk Şiirinde Deprem
“Halk şiirinde depremi konu edinen en eski destanlardan biri Ermeni asıllı Âşık Petre’ye aittir. 22 Mayıs 1766 tarihinde İstanbul’da meydana gelen depremin acı boyutlarını ele alan şair, bu depremin büyük tahribata yol açtığını ifade eder.”
“19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında Erzurum’un Narman ilçesinde yaşayan Âşık Sümmânî o dönemde meydana gelen Tortum depremi hakkındaki duygularını sekiz dörtlükten oluşan bir şiir ile ortaya koyar. Destan, genel bir deprem felaketi tablosu çizmekten öte depremden zarar gören insanların acılarını dile getirmektedir.”
“Deprem destanlarında depremlerin sebepleri ve oluş şekilleriyle ilgili bilimsel izahlardan daha çok dinî inanış ve kabullerin izlerini görmek mümkündür. Depremler geçmişte olduğu gibi bugün de Türk toplumunda bir kader olarak değerlendirilmekte, Hakk’ın bir emri ve imtihanı olarak betimlenmektedir.”
Süleyman Ceran – Koku
“Zihnim, acı sıçramalar yaparak bir anda güneye götürüyor beni. Antakya’ya. Zelzeleden sonrasına. Yolumuzun Arakan’da ve İdlib’te kesiştiği kıymetli dostum İlker Karagöz’ün, eşi ve beş çocuğuyla birlikte depremde vefat ettiklerini öğrendikten sonra yollara revan oldum. Kahroldum. İlker Hoca, çalıştığı dershane dışındaki vaktini yardıma, salih amele ayıran bir insandı.”
“Vakit geceye yaklaşmış. Ellerimde bir kat ameliyat eldiveni denen nitril eldiven, üzerinde ikinci bir kat eldiven daha var. Yüzümde iki maske, başımda kask. Üstüm başım toz, ölüm kokusuyla kaplıyım. Yıkıntıların, ölülerin, canlıların arasındayım. Olduğu yere yığılıp kalmış, yana devrilmiş, arkaya çökmüş, kendisi sağlam olsa da yan binanın altında kalmış saymakla bitmeyecek kadar çok enkazın ortasında.”
“Kokunun şiddetinden, cenazelerin yeri ve sayısı az çok anlaşılabiliyor. Ölülerin ölülere ulandığı, yüzlerce bedenin tek bir siteden çıkarıldığı, acılarıyla meşhur Rönesans’tayız. Çıkartılacak cenazenin yüzünü görmemek, bir çocuğa denk gelmemek için dua ediyorum. O yüzü, bir ömür taşıyabilir miyim, bilmiyorum.”
Musa Kazım Arıcan -Depremleri Yeniden Düşünmek
“Deprem bölgesinde beş gün kaldım. Daha sonra da farklı tarihlerde bölgeye gidip geldim. Sahada gözlemlerim oldu; imkânlar dâhilinde arama-kurtarma, ilk yardım çalışmalarına katkı sağladım. Önemli ölçüde can ve mal kayıplarına, çaresizlik, derin korku ve endişeye yol açan depremin yaraları devletimizin gücü, milletimizin dirayeti ile hızla sarılıyor.”
“Meselenin öznesi insan dedik, tedbir aldığımızda deprem kimseyi öldürmez, bu kadar yıkıcı ve yok edici olmaz, dedik. Hülasa insanı anlamaya çalışmak, insanla birlikte depremi okumak yani “Deprem bize ne söylüyor, ne mesaj veriyor?” diye düşünmek; konuşup, tartışıp, sorgulayıp değerlendirmek gerekir. Deprem konusunda insana, hayata, olaylara ve doğaya bakışımızda yeni başlangıçların, yeni bir dönemin kapılarını aralamak, meseleleri ve çözüm önerilerini konuşmak için ülkemizde akademinin güçlü bir alt yapısı ve disiplinler arası iş birliği geleneğinin olduğunu biliyoruz.”
Hacer Yeğin – Maraş Mimarisi Özelinde Şehri Yeniden Kurmak
Türk evinin evrensel geçerliliğe sahip üslup özelliklerini çağımızın teknolojisiyle buluşturmak artık boynumuzun borcudur. Mimarimizin maddi varlık alanına payanda olarak incelediğimiz Maraş kültürünün asli unsurlarını belirleyen mahallilik, aktüellik ve evrensellik etrafındaki yaşam tarzını, içinde bulunduğumuz zamanda yeni bir nefes imkânı olarak görebiliriz. Eğer gelecek nesillere yaşanabilir ve çelişkileri olmayan bir dünya sunma mesuliyetimizin farkında isek “ya şimdi ya da şimdi” teyakkuzuyla şehirlerimizin mirasını korumak, çağın teçhizatıyla donatmak ve bu minvalde varımızı yoğumuzu ortaya koymak durumundayız. Nitekim bilge mimar rahmetli Turgut Cansever’in ifadesiyle; “İnsanın asli vazifesi, dünyayı güzelleştirmektir.”
Mehmet Kahraman Yitiksöz’de
Yitiksöz’de bu sayı Mehmet Kahraman son kitabı Kurmacanın Doğası hakkında bir yazı ve kendisiyle yapılan bir söyleşi ile yer alıyor. Kahraman da dergide “Bizim Normalimiz Ne?” sorusunun cevabını arıyor. “Normal” kavramından hareketle “bizim normalimizin” barındırdığı kıstasların siluetini koyulaştırıyor normal üstü bir bakış açısıyla.
“Sağlıklı bir sistemin oluşması her toplum için gereklidir. Nerede ne yapacağını bilmek, duracağı yeri tahmin etmek, kararlar alabilmek için normlara ihtiyaç duyarız. Normlar bize sınır çizer.”
“Biz ne kadar normali, dengede olmayı istesek de aşırılıklar her zaman olagelmiştir. İnsanın yaratılışından beri kavgalar, savaşlar, çekişmeler yaşanmıştır ve yaşanmaya da devam ediyor. İmtihanın, denenmenin gerekliliği olabilir yaşadıklarımız. Sebep ne olursa olsun anomaliye dönüşen durumlar her dönem olmuştur. Anormalin anomaliye dönmesi normalleşmeyle başlar.”
Mehmet Kahraman ile Söyleşi
Dilara Yurtsever’in sorularını cevaplamış Mehmet Kahraman. Öykü merkezli bu söyleşide Kahraman’ın öyküleri ve kurmaca üzerine yazdığı kitabı var. Öyküde yol yürümek isteyen genç arkadaşlar için çok özel notlar var söyleşide.
“Kime ne yazacağını, nasıl yazacağını söylemek mümkün değildir, bu açıdan edebiyata sınır çizemeyiz. Yazar seçtiği konuyu nasıl anlatmak istiyorsa öyle anlatır. Kendi yaşadıklarından yola çıkabileceği gibi yaşanmamış konuları da ele alabilir. Önemli olan ele aldığı konunun yazarın dünyasında karşılığının olup olmaması. Bu, biraz da öncelikler meselesi gibi geliyor bana, bir tür algıda seçicilik. Kişi hayatta neyi önemsiyorsa karşısına o geliyor sonuçta, ondan kaçamıyor. Konu seçimi de bana öyle geliyor.”
“Her çağ kendi anlatısını oluşturur. Bugünün hikâyesini anlatmak için farklı yolların seçilmesini de bu açıdan değerlendirmeli. Postmodern anlatı biçimi yoğun olsa da içinde klasik diyebileceğimiz, tahkiyeye dayalı epey anlatı var. Yazar, imkânı ölçüsünde çağına tanıklık edecektir. Tanıklığı birebir hayatı nakletmek olarak görmemek lazım.”
“Yazar olmanın kaçınılmaz şartı yapılan işe içtenlikle yaklaşmaktır. Çalışmak, metni fazlalıklarından arındırmak, eksikliklerini gidermek demektir. Okura bütün yönleriyle sağlam bir eser sunmak gerekir. Okur, eseri eline aldığında emek verildiğini görmeli. Çünkü okur kitap için zaman, emek ve para harcıyor. Dolayısıyla kitabınız harcanan emeğe değmeli.”
Fatma Nur Uysal Pınar’dan Kurmacanın Doğası Üzerine…
Fatma Nur Uysal Pınar, Kurmacanın Doğası Üzerine kaleme aldığı bir yazısı ile Yitiksöz’de. Pınar da bir öykücü olduğu için kitap tahlilinde önemli noktalara değinmiş. Kitabın özgün yönüne vurgu yapmış.
Mehmet Kahraman’ın Loras Yayınları’ndan çıkan kitabı Kurmacanın Doğası, “Yaratıcılığın Doğası”, “Kurmacanın Doğası” ve “Ekler” olmak üzere üç bölümden oluşur. Her bölüm kendi içinde dikkat çeken konularla tasnif edilmiştir. Kitap, kurmacanın ne olduğu, nasıl olması gerektiği konusunda okur için önemli bir kaynak niteliği taşır. Yaratıcılığın tanımı ve yaratım sürecinde karşılaşılabilecek problemleri anlatan Mehmet Kahraman, son cümlesinde “Yeteneğiniz, sabrınız, istikrarınız ve hisleriniz kadar yazabilirsiniz.” diyerek eserini noktalar. Hepsi birbirinden kıymetli bu dört özellik güzel ve kaliteli bir metnin ortaya çıkmasına sebep olur. Çünkü yazmak için sadece hisleriniz olsa fakat sabrınız olmasa üç beş metinden sonra istikrar gösterip yeteneğinizi ortaya çıkaramazsınız, tezini savunur Kahraman.
Âşığın İmajı
Mahmut Gider, âşığın şiirde çizdiği üç imajı ele almış. Özelde şiirde olsa de edebî türlerin birçoğunda karşımıza çıkar âşıklık halleri. Hasta, sarhoş ve derviş imajı işleniyor yazıda.
“Şairlik kabiliyetinin ölçütlerinden biri özgün ve geniş çağrışımlı imgeler üretebilmektir. Bu özellikteki imgeler, okurda çarpıcı bir ilgi uyandırma, zihinde çağrışım zincirleri kurma, imgelemi harekete geçirme, coşku ve düşünce yaratma gibi hususiyetler taşımalıdır. Modern şairde en çok aranan özellik, kullandığı imgelerin özgün olup olmadığıdır. Daha önce kullanılan ve tekrarlanan bir imge, özgünlüğünü ve zenginliğini yitirmeye başlar. Bu durum da şairin kusuru olarak değerlendirilir.”
Hasta imajı; “gam hastası”, “elin başın altına alınması”, “ayağın koltuk altına çekilmesi”, “düşe kalka yürümek” ibarelerinin oluşturduğu çağrışımlarla tasvir edilmiştir.
Sarhoş imajı; tevriye ve uygunluk sanatlarının imkânlarından yararlanılarak oluşturulmuştur. Bu bağlamda “desti”, şarap küpü olarak bilinen testiyi; “ayak”, uzak anlamlarından kadehi, “düşe kalka yürümek” ise sarhoşluktan yalpalayarak yürümeyi çağrıştıracak şekilde kullanılmıştır.
Derviş imajını destekleyen ipuçları açık değildir. Beytin alt anlam katmanları, uzak çağrışımları incelendiğinde bu imaj somutlaşmaktadır. Derviş, görünüş itibarıyla pejmürde, perişan ve kapı aşındıran tasavvufî bir tiptir.
Yaralı Bir Yürek: Alâeddin Özdenören
Ölümü cebinde taşıyan yaralı bir yürektir Alaeddin Özdenören. Erol Çetin, şairin yaralı yüreğini anlatıyor yazısında. Hüzünler, ölümler, yarıda kalmalar, geç kalmalar ve alınan ağır yaralar bir insanı nasıl şair yapar Özdenören’in hayatında görüyoruz.
“Alâeddin Özdenören, yaralı bir yürektir. Ruhunun en derin noktalarına kadar işleyen acılarını tebessüm ederek yansıtır çevresine. Yürümeye iki yaşında başladığından olsa gerek hayata geç kalmışlığın hüznü vardır gözlerinde.”
“Alâeddin Özdenören; denemeleri, şiirleri ve gazete yazılarıyla son dönem edebiyatımızın önemli emektarlarındandır. Okurunu sanatçı bir aydın duyarlılığıyla düşünmeye davet eden yazar, çağının toplumsal ve bireysel meselelerini kendine has bir tavır ve duruşla değerlendirmiştir.”
“Şiir, Alaeddin Özdenören’in hayatının her ânına sinmiştir. Onun şiirlerine ve nesirlerine bakıldığında şairlik yönünün yazarlığını, yazarlık yönünün de şairliğini doyasıya beslediği görülür. Bu bağlamda onun şiirlerindeki yoğunluk, imgelem, lirizm, hüzün, yalnızlık, his, hayal ve sezgiler nesir diline de farklı kavram ve katmanlarla yansır.”
Kolay Şiir
Metin Kaplan, kolay şiir ve anlaşılır şiir kavramları üzerinde yoğunlaşan yazısı ile Yitiksöz’de. Şiiri anlamak diye bir girdap var. Okuyucuyu içine çekmek isteyen ve anlam denizinde şiir okurunu kendisiyle baş başa bırakan bir savrulma bu. Anlamak ve anlaşılmak da göreceli bir unsur şiir konu olunca. İmgelerin arkasındaki şairi görme çabası da denebilir buna. Görmeye çalışmak için çabaya ihtiyaç var mı; bu da okura kalmış bir mesele.
“Şiirin anlaşılma probleminden daha çok şairin anlaşılma problemi olduğuna inanırım. Bunda temel faktörün şiir okuyucusunun daha çok “şair burada ne demek istemiş?” sorusunu yöneltmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Bu soru şairin anlaşılmasına yönelik bir cevabı gerektirir. Şiirin ne anlattığına ya da hangi duyguyu oluşturduğuna yönelik bir okuyuş gerçekleştirmedikçe sorun şairin anlaşılma sorunu olarak kalmaya devam edecektir.”
“Şiirle oluşan diyaloğun esaslarından biri dil bilmektir. Yabancısı olduğunuz bir dilden biriyle anlaşmakta ve hislerini paylaşmakta ne kadar zorluk çeker ve yorulursanız dilini bilmediğiniz şiiri anlamak ve hissiyatını onunla birlikte yaşamak da aynı oranda zordur. Bu nedenle okuyucunun dile vukufiyeti diyaloğun kurulması ve sürdürülmesinde önem arz eder.”
Bütünlüklü Bir Yaklaşımla Bilal Can Şiirinde İlk Görülenler
Ethem Erdoğan, Bilal Can’ın “Bir Kuşu Taşlarla Bu Çöle Bağladılar” kitabından hareketle şiiri hakkında ayrıntılı bir yazı kaleme almış. Şiiri, çağrışımları, imge dünyası gibi birçok detay var yazıda.
“Bilal Can şiirindeki önemli mesele mısradır. “Üç başı olanın üç başı ağrırdı bunun hikâyesi böyle” kitaptaki ilk şiirin (Panalgin) ilk mısraı. Bu mısra bize şairin hem mısra kurma maharetini hem de şiirini mısra kurulumuna yaslama gereği duymadığını gösteriyor. Çünkü devam mısraları var. Devam mısraları dememin sebebi, şiir birimini oluşturan altı mısraın bu ilk mısraa istinat etmesidir. Öte yandan görüntülerden oluşan bir anlam rulosunu (evlerin balkonunda kırkayakların gezmesi, morarmış duvarlar, dumanlı bitkiler, tütsüler vb.) imgeye yüklemek yerine tahkiyeye yaslayıp çağrışım yaptırmasıdır. Bu elbette onun seçimidir.”
“Bilal Can şiirinin varoluşu nasıl kendiliğindense kalıcılık yolundaki meseleleri aşma tarzı da onun şiirinin içindeki imkânlarla çözülebilir. Çünkü Bilal can şiirini açımlamak için başvurulan kaynak onun diğer şiirleridir. Aslında büyük ve geniş bir şiir çabası bu. Kitapları ve şiir isimleri bu geniş çabanın aşamalarından ibaret. Şiirinin anlamı bir tülün altında. Hayatına dair verilerle bu anlama ulaşmak mümkün. Onun örtülü ya da münhal bıraktığı alanlar okura açılıyor.”
İlk Kitap İlk Heyecan
İlk Kitap İlk Heyecan bölümünün bu ayki konuğu öykücü Zübeyde Andıç. “Kuşlar Pıtraklar ve Tıraş Sandığı” kitabının heyecanını paylaşıyor Andıç. Kitabın çıkış tarihi buruk zamanlara denk gelse de hem yazarın hem de öykülerin samimiyeti okuyucuda karşılığını buldu. Kendine öykülerden yol yapan Andıç’ın yolu açık olsun.
“Kitabım yayımlandıktan bir gün sonra bambaşka bir sabaha ve gerçeğe uyandık. O âna kadar türlü anlamlar yükleyip kendimize dert ettiğimiz, önemsediğimiz ne varsa yerle bir oldu. Yüreğimize işleyen bir türküyü yıkıntıların altından gelen çığlıklara ekleyip uğuna uğuna hep birlikte söyledik: “Maraş’tan bir haber geldi…”Böyle bir sabaha uyandığımızda dengemiz şaştı, önceliklerimiz değişti, hissettiğimiz duygular karıştı. Bu olayın üzerinden yaklaşık bir ay geçtikten sonra kitabımın çıkmasının hissettirebileceği duyguları yaşamaya başladım. İlk hissettiğim duygu, buruk bir sevinçti. Bu sevinç, bir süre sonra yerini kaygı ile karışık bambaşka bir heyecana bıraktı çünkü öykülerimi okuyup kendi dünyasının gerçeğiyle yeniden yazacak okurlarla yüzleşeceğim bir süreç başlamış oldu. Bundan sonra beni ne bekliyor, bilmiyorum. Bildiğim tek şey; yazarak yaşamanın hayatı yeniden kurgulamakla ve anlamlandırmakla bir ilgisi olduğunu kavramış olmamdır.”
Yitiksöz’den Öyküler
Gülçin Yağmur Akbulut- Karanfil Masalı
“Geçmişe uzanan kollarım, yıllar öncesinin sayfalarını aralıyordu. Tutunduğum gölgeler, anıların sökülmüş atlasından sızıp rotamı maziye doğru çevirmişti. Bir dal kuru çiçek, dünü öteleyen perdenin yeniden açılmasına sebep olmuştu.”
“Yarımdım. Yarım bırakılmıştım. Eksile eksile bir avuç kaldım. Köşeli bir oyukta dolaştım günlerce. Geleceğe dair bir bahşiş bırakmış olsaydı bekleyecektim. Ailesini incitemeyeceği bir istasyonda, ellerini bırakmıştı bilmecemizin. Vedaların merhameti yoktu. Hiç kimse olarak kalakalmıştım boşluğun girdabında. Sırtımı dayadığım duvar, bir avuç toprak doldurmuştu kalbimin ceplerine.”
“Issızlığa yuvarlanan bedenimin karartısı düşmüştü kuru karanfil yapraklarının üzerine.”
Süheyla Karaca Hanönü – Gönül Yorgunu
“Kalk pencerelerini aç da ev havalansın, dedi yaşlı kadın. Beynine kan hücum etti o an. Daha taşınalı bir ay bile olmamıştı ama üst katındaki yaşlı kadın nefes aldırmaz olmuştu. Kira sözleşmesini imzalarken ev sahibinin söylediklerini hatırladı. Üst katınızda annem oturuyor, biraz rahatsız edici olabilir ona fazla aldırış etmeyin, demişti. Demişti demesine de iki ayağı bir pabuca girmiş vaziyetteyken bulmuştu bu evi. Oysa eski oturduğu evde ne kadar da rahattı. İş yerine bile yürüyerek on dakikada varabiliyordu. Son zamanlarda kira fiyatları dudak uçuklatacak derecede artmıştı.”
“Ertesi gün işe gitmek için arabasına yöneldiğinde kapısının boydan boya çizildiğini gördü. Yatırım olsun diye borçla aldığı arabasını o hâlde görmek canını sıktı. Fiyatlar yüksek olduğu için kasko da yaptıramamıştı daha. Bir an aklına yaşlı kadın geldi. Bu kadarını da yapar mı, diye düşünmekten alamadı kendini. Yaşlı başlı kadını kapı dışarı etmenin cezası mıydı bu yoksa?”
“Depremden bir gün önce ya kirayı artır ya da evimden çık, diyen ev sahibi ile çadırda aynı ateşin başında ısındığını söyleyen bir adamın haberini de izleyince televizyonu kapatıp iyice yorulan gönlünün sesine kulak vererek kendisine bir valiz hazırlayıp bilet almak üzere yola koyuldu.”
Mehmet Sümer – Kıyamet Gibi Bir Gündü
“Akşam, evde bir şenlik havası… Çocuklar oradan oraya koşturuyor, birbirlerine sataşıyorlar. Bir şeyi paylaşamıyorlar ve en küçük bir vesilede evde bitmez bir şamata kopuyor. Anne, o şamatanın içinde görünürken bile dümeni kontrol eden kaptan gibi hep ötesini, yarını ve sonraki günü düşünür hâlde. Babalar biraz daha bağımsız, hem bu şamatadan hem de evin öteki ve öteki günlerindeki hâlinden. Belki de bütün babalar değil, bazı babalar demeliyim.”
“O akşam herhangi bir gündü dedim. Ama ertesi günün ne olacağını nereden bilebilirdim ki? Bilsem belki köpeklerin seslerine, kedilerin mırıltılarına kulak kesilir, ağaçların hışırtılarında bir anlam arardım. Böyle bir şeyin farkına varamadım. Ama kimileriyle konuşsanız, size o gece hayvanların tuhaf davrandıklarını söyleyecektir. Sokağın başında kasabın verdiği kırıntılarla beslenen sarı köpeğin o gece sabaha kadar uluduğunu, apartmanın kapısında gezinen kedinin korkutucu bir çehre aldığını anlatacaklardır.”
“Dışarıda sicim gibi bir yağmur, karanlık ve soğuk… Yataklarının sıcağından, belki rüyalarından dehşetle fırlamış insanlar şimdi karanlıkta ve soğukta tir tir titriyorlardı. Çıkabilenler şanslıydı elbette. Ya çıkamayanlar? Üstlerine yüzlerce ton ağırlığındaki binalar çökenler ne hâldeydi şimdi?”
“Kıyamet gibi bir gündü ve o gün ruhumuza büyük bir darbe indi. Şimdi hâlâ o darbenin karanlığından çıkmaya çalışıyor, önceki akşamda bıraktığımız ruhumuzu arıyoruz. Sanki asırlar önceydi.”
Yitiksöz’den Şiirler
Biz,
hayatın kenar mahallelerinde,
Onun anlamını ararken,
Yolu yanlışlıkla, bu perdesiz,
Dekorsuz tiyatro sahnesine,
Şairin defterine düşenler!
Yeryüzü cennetine arka kapısından,
Bodrum penceresinden girenler, çıkanlar!
Karınlarını ve gözlerini
Cennetin mutfağında
Artıklarla doyuranlar,
Cahit Koytak
soğudum… bir yalan kadar hızla
üç nokta koydum boş sayfaya
küçük harfle başladım
bir sonraki mısraya… soğudum
yazdıkça, kalem azaldıkça
tükendikçe sayfa ve zaman
eklenen her kelime ile soğudum ve soğudum
Suavi Kemal Yazgıç
Dünyanın en kısa hikâyeleri saçılınca
Uzunca susmalıydı içimiz ya
Ya hiç durmadan koşmalıydı bir at yelesinde mavi bir zaman
En balkonsuz çiçek, en kafesinden kırılan muhabbet
Lahzadan duvar, bir başka frekansı bölüp ayıran
Ölümü avcundan tutarak bir baba
Ölümü sıcağından
En çocuksuz park, en yalnız oyuncak…
Yutkunup gıcırdayan salıncak
Sıddıka Zeynep Bozkuş
ıssız bir caddenin ortasında
kucağında kızının bebeğini göğsüne bastırmış bir anne
sıkıştırılmış hatıralar molozlar arasında kirli tabaklar
sofra bezinde artan yemekler
yıkılan duvarlar kırılan pencereler dağılan kitaplar
tül perdeler evin duvarlarında asılı resimler
toprakla çizili fenerle aydınlatılmış yeni haritalarda
tırnaklarıyla yol bulan itfaiye erinin elinden tutan bir can
şimdi altı da bir yerin üstü de
Şakir Kurtulmuş
Azalan insandır düşen tohuma aldanma
De ki eşrefi mahlûkat satıhta kalmış uçarı
Kurnasız çeşmelerde tapındıkça gün uzuyor
Kuruyor nasibin gümrah çayırları usulca
Bu kuraklık işte dibine kadar bizim
Sen suyuna erdir ruhlarımızı Ey Rabbim
Yunus Emre Altuntaş
Ömrümüz böyle geçsin Hâfız, oturup bir ırmağın kıyısına, dünyadan geçenlere baka baka
Ya da kalkıp gidelim hemen, iz bırakmayan âşıklar gibi, henüz yağmurlar başlamadan.
Bir insandan geriye ne kalır Hâce, bir yanma hissi ve sürekli gitmekten başka
Adem Turan
dağ
bir kuş cesedidir sığdı kalbime
haritaları kırıştı yüzümün ve yoruldu ateşler içindeki ev
bu nasıl acı harmanıdır oda ortasında kişniyor zaman
gemsiz bir at hırsıyla çatlatıyor duvarları saat
saçlarımı okşayan ay çekti ellerini/kurudu gece
hissettim kalbimi kaç kere sarstı karanlık topallayarak
ah çocuk ellinden kopan uçurtmalar ağır aksak
küsüyor
rüzgar koynunda bir yalnız başak
tane tane düşüp ölüyor dokunmadan ağzıma
acının değirmeni kalbim/kuş çiğneği
bir damla suyla hafakanlar öğütüyor
Yasin Mortaş
Kendime değil şöyle baksam bir insan görecektim
Kaldım bakmakla bakmamak arasında patlak bir yarayla
İsteyince deniz isteyince karayla
Üstümde kalan bakışları için
Yerdeyim anlatamam
Acılarımdır beni burada tutan
Şu yağmurda ıslanan ayakkabı ne söylüyor bana
İçimde donmuş zaman içimde direnen ağrılar
Bundandır gündüze alarmlar kuruyorum artık
İşte bu yüzden
Konuş kalbim durmadan konuş Kur’an’dan.
Ahmet Tepe
Gözlerine bakınca, geçiyor ağır sancım
Yedikule burçlarını basarken sis
Şarkıma tınısı yakışıyor yürek çarpışının
Koynunu açıyor gibi yavrusuna bir ana, bu his
Bin yapraklı bir çiçek köklerinden soluyor
İlhami Atmaca
Haydi mola verelim anılarımıza
Çay dokunmaz insana yokuşlar kadar
Besmele çekelim ya da boy fotoğrafı
Bakalım kim daha güzel ağlar
Ev sahibidir ölüm şehirlerde
Çaldırır kapatır adamı yaşamak
Herkes dalgalıdır deniz görmese de
Böyle bir şey demek ki ölüme yakışmak
Hüseyin Burak Us
Şehir ve Kültür; Sayı: 108
Şehir ve Kültür dergisi kurduğu gönül köprüleri ile sınırları ortadan kaldıran bir coğrafyayı ayağımıza kadar getiriyor. Derginin sınırları dünyanın her köşesine dokunacak bir ufka sahip. Özellikle seri yazılarla, gönül birlikteliği kurduğumuz ülkelerle daha bir yakınlaşmış oluyoruz. Ümit Meriç’in “Cezayir’de On Gece ve Bir Gece” yazı dizisi bunun en iyi örneklerinden. Meriç’in; “Bizi Misafir Gibi Değil, Akraba Gibi Bağırlarına Bastılar” sözü her şeyi özetliyor aslında. Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman -Türk coğrafyada Türklere karşı bir teveccüh olduğu muhakkak. Şehir ve Kültür de yazarların izlenimlerini sayfalarına taşıyarak bizleri bu kardeşliğe şahit tutuyor.
Ümit Meriç’in yazısından…
“Otobüs iki tarafı ağaçlık bir yoldan ilerleyip, sağa sapıyor. Tarihin dolambaçlı yollarından ilerliyoruz sanki. Yol yılankari kıvrılıp duruyor ve birden bir düzlüğe geliyoruz. Aşağısı dimdik bir uçurum ve ileride bir Haçlı hücumunu püskürtebilecek genişlikte iki uzak dağ silsilesinin arasında göz alabildiğine uzanan koca bir ova. İbn Haldun işte burada, tarihin dolambaçlı yollarından gelip, bu kalede karar kılmış, olayların çokluğundan kanunların tekliğine vararak, Mukaddime’sini, aslında birçok şeyin Hatime’si olan eserini kaleme almıştı.”
“Kongre 2000 kişilik büyük, beyaz çadırın içinde, Allah’a hamd ve Peygamber’e salat u selâm ile başlıyor. Cezayir, sosyalist belki, ama ondan önce kesinlikle Müslüman. Kültür Bakanı Boualem Bessaih’in konuşması boyunca TV ekipleri beyaz kaftanlar içindeki Cezayir’in ak sakallı alimlerinden, (Mehdi Bu Abdelli ve Zohair Zahiri), yine millî giysileri içindeki Tunuslulara (Cuma Şeyha), onlardan Mısırlılara koşarak Ben-i Selame Kalesi’ne İbn Haldun için gelmiş olan seçkin şahsiyetleri bütün Cezayir’e tanıtıyor. Kongreye her yaştan, cinsiyetten ve meslekten Cezayirli katılıyor. Lise talebesinden tutun da kendi irfanına yabancılaşmak istemeyen Amerikan Filolojisi hocalarına kadar, mevcut ve müstakbel Cezayir entelijansiyasının birçok örneği bir arada, burada toplanmış…”
Bilenler Yaparlar, Arayanlar Bulurlar
Nazif Gürdoğan, yine ufuk açıcı bir yazısı ile Şehir ve Kültür dergisinde. Çalışmanın, üretmenin ve sürekli hareket halinde olmanın önemini vurgulayan Gürdoğan, özellikle kurumların başarılı olmaları için yapılması gerekenleri sıralıyor yazısında.
“Kuruluşların kurumsallaşarak ömürlerini uzatma sürecinde, birbirleriyle kıran kırana yarışmaları değil, kendi içlerinde işbirliği, elbirliği, güçbirliği yaparak yarışmaları, bütün özelliklerinin başında gelir. Onların çevreye zarar vermeden, kimsenin yaşama düzeyini düşürmeden, gelirleri artırmada, giderleri azaltmada yarışmaları, hem yerel, hem küresel düzeyde olumlu katkılar- da bulunur. Onlar halka halka genişleyen etkileriyle, bütün kuruluşları dönüştürürler. Üretim ve yönetim sorunlarını çözenler, yaşanan dünyayı güzelleştirmesini de bilirler.”
Boğaziçi Medeniyeti ve Ortaköy
Bu sayı derginin kapağını da süsleyen Boğaziçi ve Büyük Mecidiye Camii’yi konu alan yazıyı Kâmil Uğurlu kaleme almış. Eski İstanbul’da, Boğaziçi’nde huzurlu bir seyahate çıkıyoruz. Duru vakitlerdeyiz. Her şeyin huzur için kemâle erdiği vakitler.
“Ortaköy tepelerinden sahile inerken, Beşiktaş’tan hâttâ Karaköy’den, hâttâ, Galata’tan başlayan bir yeşil kaftan Kavaklar’a kadar bütün sahili kaplardı eskiden. Bu yeşil kaftan bazan sırtlarda fakat daha çok sahillerde yer yer açılır, orada bir yalı, bir köşk, kasır, cami, türbe, çeşme, sebil, kışla, kale, tabya…gibi. İstanbul’u benzerlerinden farklı kılan, belki benzersiz kılan güzellikler kendini gösterirdi. Çırağan Sarayı bunlardan biriydi.”
Boğaz’ın edebiyatı, kültürü farklıydı. Mimarlık mektebinde bize ayrıca “Boğaz Mimarisi” anlatılırdı. Bu konuda ustalaşmış mimarların adları söylenirdi ve onların tasarım süreçleri konuşulurdu.
Yalılardan ve camilerden başka, zaman içinde burada iskân olmuş gayrimüslimlerin ibadethanelerinden bazıları da bugün varlıklarını devam ettiriyorlar. Etz Ahayim Sinagogu onlardan biridir. Daha önce yanmış, yeniden inşa edilmiş. Hagios Phokas Kilisesi bugün yoldan görülebiliyor.
Bandırmalı Gemi ve Tatlıcı Ali Efendi
Mehmet Kamil Berse, Balıkesir’i öğrencilik yıllarından kalan anılar eşliğinde anlatıyor sık sık. Bu sayıda da İstanbul’dan Bandırma’ya uzanan deniz yolculuğunu ve Tatlıcı Ali Efendi’yi anlatmış.
“İnsan hazinesi yüksek olan şehir Balıkesir ve ilçelerinden ve münevverlerinden bahsederken Bandırmalı Tatlıcı Ali Efendi ve hatıralarını mutlaka anlatmam gerekir. Babam gibi sevdiğim bir insandı Ali Efendi amcam. Babamın İsmet Efendi dergahından Nakşibendi Halidi kolundan Ali Haydar efendi’ye müntesip ihvan kardeşiydi, birbirlerini çok severlerdi. Kendi ifâdesine göre, Ali Haydar Efendi bir defasında Ali Efendi’ye: Oğlum, Tâhiru’l-Mevlevî sizin için Divan’ında bir şiir yazmış, şiirde isminiz de geçiyor, o Divan şu raftaki kitap olsa gerek, verir misiniz? deyince Tatlıcı Ali Efendi bir taraftan raftaki kitabı alırken bir taraftan da: Acaba Efendi hazretleri hem Nakşî hem Mevlevî meşreb olunur mu? diyerek beni azarlayacak mı, diye endişe etmiş. Ancak Ali Haydar Efendi kitaptaki o şiiri bulup okuduktan sonra: Tâhirü’l-Mevlevî benim hapis arkadaşımdır. (İskilipli Âtıf Efendi’nin şapka muhâkemesi döneminde aynı hücrede kalmışlar). Çok kıymetli, muhterem bir insandır. Böyle bir zâtın muhabbetini kazanmış olmanız büyük bir saadettir, diyerek iltifat etmiştir.”
“İstanbul’dan Karaköy rıhtımından Bandırma’ya gece saat 21.00 civarında bir yük gemisi kalkar onunla yolculuk yapardık( ünv.arkadaşım rahmetli Abdullah Güngör ile) Yük gemisi siyah bir gemi ,adı “Etrüsk”. Geminin güvertesinde yolculuk lüks sayılırdı, güvertede kamara sayısı toplam 34 kamara idi. Güverte’de sandalyede yer bulunmazdı. Yerlerde yatardık sabah 05’te Bandırma’ya varırdı Etrüsk gemisi. O zamanlar merakımı mucip olduğu için araştırmıştım bu geminin künyesini; Kadeş Etrüsk ve Tırhan gemileri Almanya’da Neptün Schiffswerft & Maschinfabrik tersanelerinde 1938 yılında inşa edilmiş. Tam boyları : 99,16 m eni: 13,26Draft. 2400 IHP gücünde iki pervaneli 10 mil hız yapabiliyorlardı. Günlük yakıt sarfiyatı 39 ton Tahmil ve tahliye esnasında ise 12 ton kömür sarfiyatı var imiş.”
Redhouse
“Redhouse” denince akla gelen ilk çağrışım İngilizce sözlük olur. Öğrencilik yıllarının değişmezlerinden olan sözlük, İngilizce öğretmenlerinin mutlaka alınacaklar listesinde yer alan olmazsa olmazlardandı ki günümüzde de bu gelenek değişmeden devam ediyor. Necla Dursun, Sir James William Redhouse’u anlatıyor yazısında. Oldukça ilginç ve dikkat çeken notlar var yazıda.
“Türkiye ’de başladığı Türkçe sözlük çalışmalarını ömrünün sonuna dek sürdüren, en büyük İngiliz oryantalistlerden biri olan Sir James William Redhouse; 1826-1853 yılları arasında (dile kolay yirmi beş yıldan fazla süreyle) Osmanlı Devleti adına çeşitli kurumlarda çalışmış, görevlerde bulunmuş- tur. Kendi kaleminden çıkan yahut bir başkasınca yazılmış biyografik nitelikte resmi bir kaydın yoksunluğuyla hakkında edinilen sınırlı bilgiler içinde net olan; İngiltere’de doğduğu, Türkiye, Rusya, Malta ‘ya uzanan hayat yolculuğunun İngiltere ’de noktalandığıdır.”
“Okuldaki kısa fakat nitelikli eğitiminin ardından bir İngiliz gemisiyle Akdeniz ’e açılan oryantalist; Cezayir, Malta ve İzmir ’in ardından İstanbul ‘a gelmiştir. İstanbul’a gelir gelmez ortama intibak etmek ve kabul görmek için İngiliz ve Levantenlerle temas ettiği tahmin edilmektedir. Muallim olarak iş bulduğunda; dilini ve kültürünü bilmediği bir memleketin devlet kurumunda resmi olarak çalışmaya başlaması vesileyle görev yaptığı eğitim kurumunda Türkçe, Arapça ve Farsça eğitimi almıştır.”
İstanbul Yedi İhtişamlı Tepe
İstanbul’un yedi tepesini yazmış Mehmet Kurtoğlu. Hikâyeleriyle, insanlarıyla ve ihtişamıyla İstanbul’un yedi tepesindeyiz.
“Kadim şehrin dışında kalan semtler ne kadar lüks olursa olsun, ne kadar kendini İstanbul ile ilişkili görürse görsün İstanbul’a benzemektedir. Çünkü kadim İstanbul’a Osmanlı Türk mührü, sonradan eklemlenen yerlere ise modern dünyanın mührü basılmıştır. Bu yeni yerleşim yerleri New York’a, Washington’a benzediği kadar İstanbul’a benzememektedir. Çünkü tarihi İstanbul başka şehirlere benzemeyen, nev-i şahsına münhasırdır. Yedi tepesinden dünyayı seyreden ulu bir şehirdir. Şehrin yedi tepesi vardır, her tepesi ayrı bir güzelliktedir. Yahya Kemal’in “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!” diye bir tepeden seslenmesi anlamsız değildir. Ancak Yahya Kemal her ne kadar şehre bir tepeden baktığını söylemişse de gerçekte yedi tepesini görmüş, havasını solumuş, tarihini okumuş şiir ve yazılarını öyle yazmıştır.”
Tarih Kokulu Şehir
Ahmet Köseoğlu, sırtını tarihe yaslamış Bursa’yı anlatıyor. Osmanlı’nın görkemi ve özlemi ile adımlıyoruz şehri. Elbette yanı başımızda da Ahmet Hamdi…
“Bursa, hikâyesini en iyi anlatan şehirlerin başında gelir. Zamanın, gizemin, efsanelerin ve tarihin tanığı, bu şehrin hikâyesine vâkıf olmak için pür dikkat göz açıp kulak kabartarak önünüze serilen tarihî panoramanın içine girmeniz gerekir.”
“Yıldırım Beyazıt Külliyesi, yeşil mahallenin Yeşil Türbesi ve Yeşil Cami derken Osmanlı tarihinin dibacesi olan ve önümüze her fırsatta, her köşe başında ya da arada kıyıda saklı kalmış güzellikleri sunan Bursa’yı zaman tünelindeymiş hissiyatıyla gezmenin, görmenin dayanılmaz güzelliğini yaşamak.”
“Bursa’ya uygun projeler adına son densizlik ise Teferrüç Mahallesi’ne yapılan çok katlı binalar zinciri. Bursalılar; Uludağ’ın eteğindeki bu tarihî mesire yerine adından da anlaşılacağı üzere ferahlamaya, üzüntülerini gidermeye giderlerdi ki bu mahalleyi de kentsel dönüşüm alanı ilan edip idare eliyle gamhaneye dönüştürmüşler. Onlarca çok katlı binayı eski adı Keşiş Dağı olan Uludağ’ın yamacına yerleştirmişler.”
Ney-i İstanbul
Melih Berse, İstanbul’un mevlevihanelerini yazmaya başlıyor Şehir ve Kültür’de. Elbette mevlevihane deyince ney’den bahsetmeden olmaz. İlk yazının içeriğinde ney ve mevlevihaneler var.
“XVll.ve XlX. yüzyıl dönemlerinde musikimizde yepyeni bir dinamizmin yaşanmakta olduğu görülür İstanbul’da. Türk musikisinin Abdülkadir Meragi’den sonra en büyük bestekarı olarak kabul edilen Buhurizade Mustafa Itri Efendi, Hafız Post namıyla bilinen Tanburi Hanende Mehmet Çelebi, klasik ekolün son büyük bestekarı Hammamizade İsmail Dede Efendi İstanbul’un bize hediye ettiği en güzide sanatkarlardan sadece birkaçı.”
“Neyzenlik tarihinde milad Hz. Mevlana’nın neyzenbaşısı Kutbün Nayi Hamza Dede olarak kabul edilir.Hamza Dede’den günümüze kadar neyzenlerin soy ağacına baktığımızda neredeyse tamamının İstanbullu olduğunu veya burada yetiştiğini görüyoruz.”
İbrahimağa- Karacaahmet
Mezarlıklar hepimizin öz yurdu. Her şey değişse de bu asil mekânımız değişmeyecek. Şehirlerin soğuk yüzü olsa da mezarlıklar insana hayatın gerçek yüzünü gösteriyor. Hayatı doğru yaşamak için ölümü unutmamak şart. Ülker Gündoğdu’nunbu sayı yolu İstanbul’un mezarlıklarına düşmüş. Tarihiyle, geçmişiyle, bugünüyle Karacaahmet Mezarlığı’ndayız.
“Karacaahmet Mezarlığı, Türkiye’nin en büyük, dünyanın sayılı büyük mezarlıklarındandır. İstanbul’un en büyük ve aynı zamanda en eski mezarlığıdır. Günümüzde içinde bulunan yollarla ve Karacaahmet Sultan Dergâhı’nın da içinde bulunduğu alanla birlikte yaklaşık 750 dönümlük bir araziyi kaplayan mezarlık; Miskinler, Saraçlar Çeşmesi, Şehitlik, Musallâ ve Duvardibi adlı beş büyük bölgeye ayrılıyor. Mezarlık kuzeyde Tunusbağı’ndan güneyde İbrahimağa çayırına doğru eğimli bir arazi yapısına sahiptir.”
“Karaca Ahmet Mezarlığı, Sünni, Alevi olmak üzere tüm İslam mezhepleri tarafından mübarek bir defin mekânı olarak görüldüğünden, özel bir öneme sahiptir. İranlılar Mezarlığı olarak da bilinen Seyitahmet bölümü, Karacaahmet’in önemli bölümlerinden birini oluşturmaktadır. Şii mezhebine mensup defnine tahsis edilen alanın, 1850 tarihinden önce oluşturulduğu düşünülmektedir. Bu bölüm, aynı zamanda Türkiye’deki Caferilerin de defnedildiği bir alandır. Bu bölümde Abdülbaki Gölpınarlı, Cem Karaca da vardır. Matem ayı olarak bilinen Muharrem ayının onuncu günü olan Aşure Günü, Caferiler’in Karacaahmet Seyit Ahmet Deresi bölümünde bulunan İranlılar Mescidi’nde matem törenlerine ev sahipliği yapmaya devam eder.”
Ayaklı Kütüphane Dursun Gürlek
Ekrem Kaftan, Dursun Gürlek’i anlatmış Şehir ve Kültür’de. Tokatlı olması elbette Gürlek’e olan muhabbetimizin artması için bir sebeptir ama aynı zamanda onun bir kültür adamı olması, yaptığı işe karşı tutkusu, titizliği onu gönüllerimizde özel bir yere koyuyor. Kaftan, Gürlek’in, İstanbul’la olan bağını ve kültür adamı kimliğinin detaylarını anlatıyor.
“Aslen Tokatlı olan Dursun Gürlek, üniversite tahsili için geldiği İstanbul’da bu şehri okumuştur! doğup büyüyenlerden daha fazla şehrin kültürüne, sanatına, fikir ve estetik cephesine hakimdir.”
“Dursun Gürlek, bir zamanlar İstanbul’da yaşamış ve şehrin kültürüne, sanatına, medeniyetimize büyük eserler kazandırmış sayısız insanı, sanki onlarla bir arada yaşamış gibi bilir ve anlatır.”
“Dursun Gürlek, bu milletin asıl olması gereken insan tipinin ender-i nâdirâttan bir numûnesidir. Haliyle, tavrıyla, ahlakıyla, hayat tarzıyla tam bir klasik Osmanlı münevveridir.”
İstanbul’a Galata’dan Bakmak
Hülya Günay, Galata Kulesi’ni yazmış. Tarihiyle, estetiğiyle, İstanbul’a nazır duruşuyla tam karşımızda duruyor İstanbul’un en nadide kulesi.
“Galata, mimarinin göz doldurduğu semtlerden birisidir. Çıkmaz sokakları, renkli merdivenleri, duvar resimleri, her köşesinde tarihle bugünün iç içe geçmiş değerleri. Sanatın her türlüsünü görebileceğiniz dükkânlar, otantik butikler, bazı daracık sokaklardan gelen müzik sesi. Başka bir hâletiruhiye.”
“Manzara doyumsuz olsa da, kulenin içinde de başka bir âlem kucak açmış bekliyor. Müze işlevine dönen kulenin içinde tarihöncesi dönemlerden itibaren üç büyük imparatorluğa ve İstanbul’a ait eserler sergileniyor. İnişte merdivenleri tercih ediyorum. Tarihin zaman tünelinde adım adım iniyorum. Taşlara dokunmak, pencerelerden dışarıya bakmak… Galata’da geçen bir gün öykü gibi, kahramanlık hikayesi size kalmış…”
Bir Sohbet Adamı Recep Seyhan
Mehmet Nuri Yardım’ın bu sayı konuğu öykücü Recep Seyhan. Dostluğu, muhabbeti, öyküleri ile Seyhan’ın gönül dünyasına giriyoruz.
“Sağlam bir dile ve akıcı bir üsluba sahip olan Seyhan’a göre “Hayatın her karesi bir hikâyedir.” İşte bu anlayışla bütün insanlara ve olaylara bir hikâyeci hassasiyeti ve gözüyle bakar. Başarılı psikolojik tahlilleriyle, dikkatli ve duyarlı bir okuyucu kitlesine sahiptir. Ankara’ya trenle yaptığım bir yolculukta Çiçekler Kesmişti Selâmı isimli nefis hikâye kitabını bir solukta okumuş ve notlar almıştım.”
“Seyhan, yüzyıllar boyunca ciddi bir disiplin içinde süregelen sohbetlerin birçok kavramı dilimize, mertebeleri de hiyerarşilere katkı sağladığını, bunlardan akla ilk gelenin ‘kulak mollalığı’ olduğunu ifade etmiş ve “Bu, çok derin ve dolu bir kavramdır.” demişti. Ashab-ı Suffa’nın sohbet geleneğinden, padişahların sohbet arkadaşlarından, Hüseyin Baykara meclislerinden bahseden Seyhan, daha sonra Ahmet Cevdet Paşa ve Mehmed Âkif’in Fatih’deki Şekerci Han’da tarihî sohbetlerine işaret etmişti. Sonraki yıllarda Küllük, Meserret, Çınaraltı, Marmara gibi kahve mekânlarında edebiyatçıların sohbetler ettiğini hatırlatmış, bunların bugün de muhtelif mekânlarda sürdüğünü belirtmişti.”