Muhit, Sayı: 69

Muhit dergisi; iz bırakan, ses getiren, yüreklere dokunan dosya ve soruşturma konuları ile günümüz edebiyatına güç vermeye devam ediyor. 69. sayının soruşturma konusu İslâm Kalmak Nedir?

Dosyadan…

Ömer Lekesiz – Kıyam

“Ahlâklı olmak ve başkalarına da ahlâklı olmayı telkin etmek; iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışmak (emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker), dini tebliğ etmek; yetimlere, müstazaflara el uzatmak, zulme başkaldırmak vd. zaten Müslüman kıyamının kipleri olduğundan İslâm kalmak, esasında bunların ayrıca zikredilmeleri haşiv yapmaktan öteye geçmez.”

Ahmet Murat – İslâm Olmak, İslâm’ı Keşfetmek

“İslâm, bir yanıyla şehadet ifadesini söylemekle dâhil olunan bir evrendir ama daha güçlü vurgularla karşımıza çıkan bir yanıyla da bu evrende yetkinlik peşinde bir ömür sürmek demektir. İslâm’a girmenin sonu yoktur. Yani kemal kazandıkça İslâm’ın daha mahrem, daha derin, daha sarsıcı katmanlarına ve sahalarına gireriz.”

“Biz yüzyıl öncesinde İslâm dairesinden çıkarıldık. Sadece siyasi, kültürel sınırlarımız küçültülmedi, zihni sınırlarımız da küçültülmüştür. Bugün hayatın kaidelerini, işleyişini İslâm belirlemediği için “İslâm’da kalmanın” bir karşılığı yok ne yazık ki. İslâm’da kalmamız için İslâm’ı topyekûn hayata hâkim kılmamız gerekiyor. Gerisi lafügüzaf.”

Hicret Toprak – İslâm Kalmak

“İslâm kalmak İslâm’da karar kılmaktır. İslâm’dan başka hiçbir çağrıya kulak vermemek, kendine ulaşan çağrıyı sırâtı müstakim saymaktır. Bu da ancak Allah’a teveccüh ederek gerçekleşir. İstikameti Allah’a müteveccih olmayanın durduğu yer, hakikatte yer değildir. İslâm kalmak, “La ilahe illallah” serlevhasını hayatının her boyutuna iradesiyle, inancıyla ve imanıyla dâhil etmektir.”

Ali Ural – Turgut Uyar İçin “İslâm Kalmak”

İslâm kalmak, Müslüman kalmak anlamına geliyor bir yandan. Uyar’ın Müslümanlığı, biraz Karacaoğlan Müslümanlığıdır. “Güzel sever diye isnad ederler / Benim Hakk’tan özge sevdiğim mi var” meşrebindendir. “Öyle dağlı aşklara alışkın, öyle Müslüman” deyiverir “Malatyalı Abdo” isimli şiirinde. Yine aynı şiirin üç yerinde “Ben de bu dünyaya geldim geleli” derken Karacaoğlan’dan ödünç aldığı mısradaki kahrı sezdirir:

Şu yalan dünyaya geldim geleli
Tas tas içtim ağuları, sağ iken
Kahbe felek vermez benim muradım
Viran oldum, mor sünbüllü bağ iken

Müslim Coşkun – İslâm Kalmak: Bir Müslümanın Hayat Nizamı

“İslâm’ı yaşamak, söylem ve eylem bütünlüğü gerektirir. Yaptıklarımızın söylediklerimizle çelişmemesi gerekir. Her şart altında İslâm’ı yaşama ve savunma gayreti, bize İslâm kalmanın yolunu açar, yöntemini öğretir. Üzerinde yaşadığımız topraklar, İslâm kalmanın bir nişanesidir. Çünkü bu topraklar, şehit kanlarıyla yoğrulmuş ve atalarımız tarafından bize vatan kılınmış mübarek beldedir.”

Dosya: Mustafa Akar Şiiri

Muhit bu sayıda da Mustafa Akar dosyası ile yol arkadaşlarına ses olmaya devam ediyor. Dosya; Akar ile yapılan söyleşi ile başlıyor. Sorular; Mehmet Tepe’den.

“Artık insanların gündelik hayatlarında şiire eskisi kadar kıymet verdiklerini düşünmüyorum. Sadece insanlar mı; hayır, şairler de eskisi kadar önem vermiyorlar şiire. Bunu düşünmek zorundayız. Şiirsiz bir toplum olmak çok tehlikelidir. Hayatımızdan şiir çekildiği oranda incelikli düşünme refleksi de çekiliyor. Biz şiir toplumu olarak zuhur ettik.”

“Şiir yazmak, aynı zamanda şiir üzerine düşünmektir de. Şair şiir yazarken kendi zamanına kadar gelmiş olan şiir kavramına dair bir karara varır. “İşte,” der, “müzikte olduğu gibi benim karar sesim budur.” Sen de bir şiir okuru olarak şairi öyle tanırsın. Kulağımızda sevdiğimiz şarkılardan nağmeler kalır. Şiir okurken de bize kalan aynı seslerdir.”

Mustafa Akar Dosyası’ndan

Ahmet Edip Başaran – Kötü Arkadaşlardan Öğrendiğim İyi Şarkılar

“Mustafa Akar şiiri, Küçük Bir Gökada’dan bu tarafa her zaman, ses ve anlam arasına kurduğu psikolojik ve ontolojik bağlantı köprüleriyle bir hayat fotoğrafı sundu bize. Gerçekliğin acımasız, keskin hatları da var bu fotoğrafta, insanın yalın ve sahici arayışları da. Akar şiirinde müzik, ritim veya ses -adına ne dersek diyelim- bu fotoğrafın bir fonu değil, kendisidir aslında.”

Ömer Yalçınova – Mustafa Akar Şiirinin Serencamı

“Bütünü görmek, görülmesi gerekeni ortaya çıkarmak için. Bu tür şiirlerinde Mustafa Akar’ın gözlemciliği daha net ve dikkat çekicidir. Ve onun Bütün Nefesliler’in sonunda başlayıp Berhayat’ta tam kıvamını yakalayan şiirlere de kapı aralamıştır.”

Harun Yakarer – Ev Hâli Ve Coğrafya Kederleri

“Ev, Mustafa Akar’a göre çocukluğundan ölümüne kadar insanın kendi anlamını inşa ettiği ve sakladığı yerdir. Evinden uzaklaşan insan, eve dönerek kendi anlamına yeniden kavuşur. “Toprağı yoksa, evi yoksa insan nedir ki? Aynadan ve gelgitten başka bir şey değil.” Bu yüzdendir ki ev, insanı şekillendiren bir mekândır. Yarısından fazlası sudan oluşan insan, içinde yaşadığı eviyle şekil alır. Fakat içinde olduğumuz her mekân ev değildir. Ev, oradan uzaklaştığında geri dönmek istediğin ve geri döndüğün her seferde şifa bulduğun yerdir. İşte orası bizi şekillendirir.”

Mustafa Uçurum -Tenezzül ve Berhayat Işığında Mustafa Akar Şiiri

“Yabancılık ve yalnızlık, Akar’ın şiirinde sıkça işlenen diğer temalardır. Berhayat’ta, “ağaçlara tutunurum işte dönerken dünya” dizesi, bireyin evrendeki yerini sorgulayan bir çaresizliği yansıtır. Şair, modern dünyanın hızına ve yabancılaşmasına karşı, doğaya ve basit olana tutunmayı önerir. Bu tema, Tenezzül’de de “Ben hep tedirgin, beklerdim arka odalarda” dizesiyle kendini gösterir; arka odalar, şairin iç dünyasına ve toplumsal hayatın kenarına çekilmiş bir gözlemci konumuna işaret eder.”

Mama yapamayan Kerem Can

Mustafa Çiftci’den yine yer yer tebessüm ettiren bazen de acı bir hatıra gibi içimize dokunan bir yazı alıyor dergide. Kerem Can’ın evlilikle ve bebek maması ile olan mücadelesine şahit oluyoruz.

“Kerem Can dağılmıştı. Yakınları, büyükler araya girmek ve gereksiz bu ayrılığa son vermek istediler ama hanım kızımız, Kerem Can olmadan yaşamaya alışmıştı. Ona göre hem kızı hem Kerem Can’ı idare edemezdi. Bu ayrılık bir zaman daha devam etsin, dedi. Büyükler anladılar ki hanım kızın niyeti niyet değil… İşin peşini bıraktılar.”

Hasan Mert Kaya – Tütün Kâğıdında Bir Dünya

Tütünün olmasa bile tütün kâğıdının şiirsel bir yanı olduğuna inanırım. Hasan Mert Kaya, tütün kâğıdının serencamını anlatıyor yazısında. Kâğıt deyip geçmemek gerek diyeceksiniz yazıyı okuyunca.

“Osmanlı tütün sarma kâğıtlarında sıkça rastlanan “Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de tahlil olunmuştur” ibaresi, dönemin en itibarlı tıp okulunun onayını simgeleyen önemli bir detaydı. Son derece zengin bir tasarım dünyası sunan Osmanlı tütün kâğıtlarının ve kapaklarının tasarımcıları -grafikerler ya da ressamlarbugün pek bilinmiyor.”

Muhit’ten Öyküler

Zeki Bulduk – Ulak

“Ulak, gelir gelmez annesinin nerede olduğunu sordu. Ulak’ı o hâlde gördüğümüze mi yoksa annesini sormasına mı şaşırdık, bilemiyorum. Mahalledeki o eski parkın çayhanesinde oturmuş, sessizce hepimiz cep telefonlarımıza bakıyorduk. Her gün birbirinin benzeri haberler, açıklamalar, öfkeler, videolar, yaşam dolu gibi görünen görüntüleri izliyorduk. Arada biri çıkıyor, ya bir orman yangını ya da herkesin gözü önünde cinayet işleyen bir suçlunun salıverilme hikâyesini okuyor, sessizce kaldığımız yerden devam ediyorduk.”

Sıddık Yurtsever – Kaskatı Kesilmiş Bir Günün Ardından Gözlerinde Raşid’in

“Gözlerini halının içinden geçirdi Raşid. Her düğümü fokur fokur kaynattı içinde, her deseni tamamladı. Tezgâha yatırdı kelimelerini. Cümle cümle dizdi ardından. Ardı varsa eğer arkası da geldi. Arkasını gerdi yeniden tezgâha. Üstünden ve altından geçirdi. Bıçağını bileyledi. Kalbini yatırdı bu kez bıçağa. Gam aldı bıçaktan birkaç defa. Tarağı aldı eline. Hayvanın gerdanından değil, boynundan değil, boynuzundan. Taradı. Gitti geldi elleri, gömüldü, kayboldu, arandı ve bulundu sonra. Kenarlarına geldi, hem de yürüyerek değil, koşarak. Nefesi kesile kesile. Dudaklarını büzerek, yutkunarak, tırnaklarını geçirerek, kanatarak. Var gücüyle tezgâhı yerinden oynatıp kurtardı halısını. Güneşe komşu yaptı tüm renklerini. Kırmızı ve mavi ve sarı ve yeşil ve toprak. Topraktan geldi Raşid. Toprağa gidecek. Hasbinallah.”

Muhit’ten Şiirler
Acıyı duymakla ayıklansın
kulakların aritmetiği
giydiğin deri tavlamakta çağı,
kan revaçta

-savunması yarım bırakılmış andaçlar
adres sorana iskemle çeken ellerin
İlker Nuri Öztürk

Boşuna koparılan nergisin yerine geldim
kırıldım, geride köklerim ve yerime gelen zambak
kendi dikenlerimden sessizce acıyarak
nasıl sevilir gül, hiç bilmedim
kendimi sevmek tüm bahçelerden güçtü
hangi boşluğun benimle dolacağını bulmak
ömrümden uzun sürdü.
Seyyid Ensar

Dizleri kesilip de yılgın düşlerden
hilâlin görünmediği aybaşlarında
ve nehirlerin yandığı mayıslarda
sırayla dinlenerek hepsi yolu yarılar.
Fakat fark etmez hiçbiri,
mutlulukla çıkılan bütün sokaklar
çatlarcasına susayan ormanlara çıkar.
Rıdvan Kadir Yeşil

düşmanının kucağına düştün say mutluluk
buldu seni sardı sarmaladı kaçışın hiç yok
bir tencerenin kapağından kaçamaması gibi
kapatıldın faulkner söyleyecek daha ötesini
sadece hayvanlar mutludur kapanını sevdin mi
Hüseyin Atlansoy

Gülüyor
dalgalanıyor gök
deniz derinleşiyor

Bugün pazar
uçuyor bahçede çulluk
babam bugün de savaşıyor
Yunus Karadağ

Avucumda su toplayan babam
Yorgun kalkıyor sofralardan
Oyuncak bir kamburla döner eve akşam

Ömrünü oğluna miras bırakan
Eli cebinde bir dağ dalgın
Kırılarak geçtiği aynalardan
Doluyor boşluklara aşkın
Yusuf Mahir

Edebiyat Ortamı’nda Edebiyatçı Kadın Yazarlar Dosyası

Edebiyat Ortamı dergisi, dosya konuları hazırlamaya devam ediyor. 106. sayının dosya konusu Edebiyatçı Kadın Yazarlar.

Dosyadan…

Prof. Dr. Nesrin Karaca – Kadın ve Edebiyat Konusuna Panoramik Bir Kırlangıç Uçuşu Denemesi

“Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte kadın hakları konusu daha fazla önem kazanıyor. Ekonomik krizler, İkinci Dünya Savaşı gibi nedenlerle kadının kamusal alandaki varlığı 50’lerden 70’lere kadar artan bir ivme ile çoğalıyor. Dünya görüşleri çeşitleniyor, kuşaklar arası çatışmalar, değişimler, dönüşümler, iç göç gibi sosyolojik okumalarla bu işi temellendirmek, daha da anlamlandırmak mümkün… 70’li yıllara gelindiğinde yukarıdan aşağıya doğru gerçekleştirilen bir kadın hareketi yerine özellikle entelektüeller tarafından toplumsal boyut ile ele alınan ve tartışılan bir kadın hareketi ile karşı karşıyayız. Dünyadaki birinci dalga kadın hareketinden etkilenen, eğitimli, birkaç dil bilen, ekonomik gücü olan, kamusal alanda kadın ve erkeğin insan temelinde eşit olması gerektiğini savunan bir kadın kitlesi de ortaya çıkmaya başlıyor.”

Sadık Yalsızuçanlar – Bir “Yusufçuk” Hikâyesi: Samihâ Ayverdi

“İstanbul âşığıydı, el-Câmii ism-i şerifinin mazharıydı. Karalarla deniz, denizle orman onda visale ermişti. İki kıtayı cem ediyordu, medardı, merkezdi, Merkez Efendi âşığıydı. Yerle gök İstanbul’da birleşiyordu, ruhla beden, mürid ile mürşid, şehadetle gayb, fizikle metafizik, dünle bugün cem oluyor, yarını kuruyordu. İstanbul câmi idi, bütün milletleri, dilleri ve dinleri kendisinde cem etmişti. Kendisi Samihâydı, annesi Meliha. Kendisi cömertti, semihti, annesi, güzeldi, sultandı. Eliaçıklık ne şirin bir sıfattı. Babası, Hakk ve Hakikat’e İsmail olmuş bir kurbandı. Yakındı, yakınlaştırılacaktı.”

A.Yağmur Tunalı – Sarı Bir Gül

“Işınsu’nun dostluğunu, romancılığından ayrı düşünmeyişime şaşmayınız. Bilirim ki, kalemi ile hayatı iç içedir. Bu yüzden hayatı romana aktarmak çilesinde zorlu bir ömür sürer. Onun dostu olmak için, bu zorlu yaşayışı benimseyecek, sevecek ve iştirak edeceksiniz. Bu, ne kadar zor bir iş ise, ona dost olmak da o kadar zordur.”

Mehmet Kurtoğlu – Edebiyatımızın Mistik Kadınları

“Türk edebiyatına baktığımızda sayıca az ancak kaleme aldıkları eserleriyle oldukça derin izler bırakmışlardır. Tasavvufi/mistik yönleriyle öne çıkan kadın yazarlarımızın arkalarında bıraktığı külliyat Türk edebiyatında büyük bir boşluğu doldurmaktadır. Batının psikolojik sorunlu kadın yazarlarına karşın mistik kadın yazarlarımız eserleriyle insanı aşkın bir boyuta çekmektedirler. Maddi dünyanın manevi dünyaya açılan kapılarından giren kadın yazarlarımız, insanı tanrıyla buluşturan maddi aşklardan ilahi aşklara ulaştıran eserler yazmışlardır. Onların eserlerinde Arabi, Mevlâna, Yunus bizlere yol gösterir. Halktan kopuk, kendini seçkinci gören Batıcı seküler kadın yazarlarının sıkıntılı ve bunalımlı eserlerine karşın edebiyatın mistik kadın yazarları insanı rahatlatan, huzur veren eserler ortaya koymuşlardır. Anadolu’yu mayalayan ruh mimarlarıyla kendilerini mayalamışlardır. Eserleriyle nesillere yol göstermiş, ışık olmuşlardır.”

Bir Asır Sonra İkinci Meşrutiyet’in Anatomisi ve Abdülhamid’in Trajiği

Necmettin Turinay, günümüzden yüz yıl önceye uzanan bir süreci İkinci Meşrutiyet ve Abdülhamid bağlamında ele alıyor.

“İkinci Meşrutiyet ile başlayan ve vahim bazı sonuçlara doğru hızla evirilecek süreci, sırf daha anlaşılır kılmak bakımından, 1979›da İran Şahı’nın devrilmesi hadisesi ile irtibatlandırabiliriz sanıyorum. Hatırlanacağı üzere, Tahran sokaklarını kalabalıklar doldurmuş, “Şah İstifa!..” diye bağırıyorlardı. İşte bu toplumsal dalga karşısında Şah›ın ordusu ne yapacağını şaşırıyor veya Şah›ın emirlerini yerine getirmiyor. Ya da Şah, emir verse bile, bizzat kendisine bağlı ordu ve komutanların, kendi emrini yerine getireceğine dair ümidini kaybediyor. Yani her türlü yetkiye sahip bir iktidarın ya da iktidar gücünün merkezinde yer alan “irade’nin” yapayalnız kaldığı, yıkıldığı an!..”

Yedideki Sekiz: Oktay Rifat

Oktay Rifat, edebiyat dünyamızın en önemli şairlerinden biri. Hem Garip Akımı’nda hem de II. Yeni’de ortaya koyduğu şair kimliğiyle iki topluluğun da mihenk taşlarından olmuştur. Hüseyin Alemdar, Oktay Rifat’in şiir dünyasının derinliklerinde bir yolculuğa çıkarıyor bizi.

Mustafa Ruhi Şirin ile Söyleşi

Mustafa Ruhi Şirin, Günlükler’ine dair Şener Şükrü Yiğitler’in sorularını cevaplamış.

“Günlük yazarlığı bir güne günlük dürbünüyle bakmaya alıştırıyor insanı. Yarım yüzyılı aşkın bir süredir iki farklı günlük dürbünüyle dünya yolculuğumu sürdürüyorum. Toplumla ve dünyaya yönelik yaşadıklarımı dış günlük dürbünüme yansıyanların görünümlerini yazarak yansıtıyorum günlüklerime. Günlük yazarının tarih, yer ve olayları yazmakla görevli vakanüvisten farkı, günlerden kalanları kendine has duygu ve düşünceleriyle yazmasıdır.”

“Günlük yazarlığım sadece günlük edebiyatıyla sınırlı değil. Günlüklerim sosyal tarih odaklı çocukluk tarihi kayıtlarıdır. Her biri yaşadığım hayatın izdüşümleridir. Niçin günlük yazdığımın temel gerekçelerinden biri, ülkemizde çocuk gerçeğinin üzerini her dönemde benzer sarmallarla örten kişi, kurum ve kuruluşlara karşı bir meydan okumadır. Sadece kendimde saklı kalması gereken ya da yakın çevreme söylemekle yetindiğim özel bilgileri yazmamayı tercih ettim.”

“Tractatus Minima Poeticus” İyi Güzel, Ama Türkçe Ne Olacak

Ali Sali, Ahmet Sarı’nın Tarctatus Minima Poeticus kitabı üzerine kaleme aldığı yazısı ile dergide yer alıyor. Türkçe hassasiyeti üzerine oldukça isabetli tespitler var yazıda. İnsan bazen şaşırıyor bazı kitapları okurken. Acaba yazar herkesin İngilizce ya da Almanca bildiğini mi sanıyor diye düşünmeden edemiyoruz.

“Türkçemiz çok şükür ölü bir dil değil. Bakın gördüğünüz gibi şu üç beş satırda dile getirdiğim hususta bile, yerine kullanabileceğim daha eski kelimeler olmasına rağmen ben yenilerini kullanmayı tercih ettim! Bu, hayatın olağan hâllerinden biri, yapacak bir şey yok. “Kuram / kuramsal, sözcük, metafor” gibi kelimelere olan uzaklığım, bu kelimelerin yeni olmasından neşet etmiyor. Yerine kullanıldıkları kelimeleri unutturdukları için bu kelimelerle aramdaki mesafe her geçen gün artıyor. Her yazı veya her konu kendi kelimelerini kullanmayı zorunlu hâle getirir denilebilir. Doğrudur.”

“Sarı’nın Almanca ve Alman şiiri üzerine vukûfiyeti, şiiri üzerine, şiir üzerine nazariyeleri hakkında olumsuz cümleler kurmak doğru olmaz. Şiir nazariyesi, istiareler üzerine düşünceleri çok kıymetli, kitabı okuyunca bunu teslim etmek zorunda kalırsınız zaten. Bizim kültür varlığımız, kültür hafızamız, hatta kelime hafızamız olmadan bu milletin değerleri üzerine söylenecek sözümüz askıda kalır gibi geliyor bana.”

Okur Musun Okumaz Mı?

Olgun Albayrak, şiir okumak, seslendirmek, ruhumuzun şiire yatkınlığı üzerine kaleme aldığı yazısı ile Edebiyat Ortamı’nda.

“Şiir, bir dil işçiliği olduğu için onun inceliklerine vakıf olmayı gerektirir. Bunun yanında ruhları incelten, kelamı nazikleştiren, bakışı değiştiren yönlerini de görmek gerekir. Böyle bir noktadan bakıldığında toplumun gönenmesi ve hayatın renklenmesi uğruna hem sanatkârın hem de okurun bir çileye talip olması elzemdir. Hayatlarında şiir için özel bir yer açmamış, ay ışığında yıldızlara dalmamış, merhamet urbasını kuşanmamış bir toplumdan güzellik, estetik, incelik ve uygarlık adına ne beklenebilir ki?”

Bozkırın Vicdanı: Kemal Tahir’in Eğitim Tasavvuru

Memiş Okuyucu, Kemal Tahir’in eğitim tasavvuru hakkında yazmış.

“Köy enstitülerinin temel hedefi; köylüyü çağdaşlaştırmak, kalkındırmak ve bilinçlendirmekti. Ancak Tahir’e göre bu proje, bir tür sosyal mühendislik taşıyordu. Kırsalın kültürü, değerleri ve tarihi hesaba katılmadan yapılan bu müdahale, zamanla hem enstitüleri hem öğretmenleri halktan kopardı. Bu kopuş, eğitimin etkisini sınırladı.

Kemal Tahir’in çözüm önerisi ise radikaldir: önce halkı anlamak, sonra eğitim vermek.”

Edebiyat Ortamı’ndan Öyküler

Şeyma Çiçek – Tez – Gelen

“Ne kadar primitif? Çok püriten ve pürkusur! Aman Yarabbi, nasıl yaşamışlar? Pardon, Tanrım diyecektim. Bu daha nötr bir dil, hem akademi dinden bağımsız olmalı değil mi, inancı felan karıştırmayacaksın, dibine kadar bilim. Din ile nereye vardı insanlık? Sustu çanlar da aya çıktık, gördün mü? Sonra Oppenheimer ve Einstein çıktı anasını ağlattı bilimin, sonra Freud çıktı içsesleri dışses yaptı, kuzeni dışsesleri pazarladı, paraya para demedi.”

Fuat Oskay – Bir Dokunuş…

“Oda uzun süre sokaktaki evsizlere ev oldu. Kendisine sığınanları bağrına bastı. Otelin müşterilere ayrılan diğer odalarına bakıldığında bu odanın da sokaktaki evsizlerden pek farkı görünmüyordu. Ama işe yarıyordu ya mühim olan o idi. Her gelen kişi, odada yalnızca iki gün kalabiliyordu. Daha çok sayıda ihtiyaç sahibi yararlanabilsin diye otel yönetimi böyle bir tasarrufta bulunmuştu. Gelenler, kaldıkları süre içerisinde banyo yapabiliyor, elbiselerini yıkayabiliyorlardı.”

“Sonra banyoya geçti. Kendini suyun altına bıraktı. Bedeninin üzerinden su aktıkça ruhunda bir bahar esintisi hissetti. Banyodan sonra dışarı çıkıp bahçede hava aldı. Otelin müşterilerine görünmeden içeri döndü. Kahvaltının ardından tekrar aşağıya inerek perdeyi alıp odaya yöneldi. Kahvaltıya giderken koridorun sağ köşesinde duran geniş saksılı sardunya çiçeğini gözüne kestirdi. Ortalığı kolaçan etti, dikkat çeken kimseleri görmeyince bir koşu çiçeği alıp odaya geçti.”

Esma Rüveyda ArslanEvdeki Melodi

“Annemi sinirlenmiş veya gerginken mutfaktaki masanın sol köşesinde elinde kaşıkla canhıraş savaşırken bulurduk çikolatayla. Bu onu görmeyi sevdiğimiz manzaralarındandı. Yedikçe yer ve sonra yediği için sinirlenir sonra bir tur da onun için yerdi. Masadan kalkarken tatlıya olan sevdasına içinde hiç argo geçmeyen cümlelerle argo savururdu. Bu annemin en kötü şeyi bile çok güzel söylemesinin kanıtıydı bir yerde.”

Edebiyat Ortamı’ndan Şiirler
çözülürsek bağlanacak dünya ellerimizle
sözsüz bir müzikle sarsıyoruz kelimeleri
ilenç! bıyıklı firavunun ocağına kazan kazan ah!
bir şiir yazmalı ateşe, muhakkak şiir
güneşi baltalayan tortulu seslerin
çatısında okunacak
Canan Örs

Sema bir acı fanusudur
Kırılır tüm şarkılar
Elli yedi yaşımda sürüyle
Evliyiz sesleri kalbimi sızlatıyor

Umarsız bir pastacı aşka çatan
Mutludur belki
Cennet hayalindeki bir milletin
Ütopyası bizi özlemeli
İsmail Aykanat

Rabbim!
Tur-u Sina’da Musa’ya, Zeytindağı’nda İsa’ya göründün
Yedi kat yedi katman engel değil
Tasavvur edilmezsin!
Miraç’ta Nebiyle aranda bir perde
Sen ki görünürken bile görünmezsin!
Ateşe düşerken İbrahim’i tutan gizli el,
Musa’ya Nil’i yol eden sensin.
Mehmet Kurtoğlu

Ben bana kaldım anasız yüzünde kara yerin
Gördün işte yalnızlığımı ocak ocak
Sararken siyah yumağını sabrın gecelere top top
Üşüdüm mahcup mahcup sabırsızlıklara gömüldüm.
Ersin Özarslan

çehremi çeker belki bu ayet
der sarılırsın yansıdaki bene

ihlal ettiğim iddiası kaplar
her şeyi yansıdaki ben silinir

tutunduğum ben
kayıp gider avuçlarımdan
Ali Sali

ölüm uçurumdan hızla kayıyor
önümde sahilden gelen kasırga
yolun sonuna baktım
etrafımda törene gelmiş
ölümüme bakan insanlar toplanmış
yeni güne geçiş hazırlıkları tam
sabahın ilk ışıklarına uyumlu
ölümün geride bıraktığı izi takip ederken
uzun kesintisiz ve isteksiz
ayın arkasında yağmur sağan bulutlarla
kapalı güneşe beli bükülmüş aya
ve kendime küsmüş gibiyim
Şakir Kurtulmuş

Ölümü hiç düşünmeyen
Bohem hayatının en çapkın şairi
Orhan Veli
Bin dokuz yüz ellide
Öldüğü vakit,
Daha otuz altı yıl olmuştu dünyaya geleli.
Ve henüz yaşıyordu
Ölmekten ölümüne korkan Cahit.
İsmail Güçtaş

Hece, Sayı: 345

Hece dergisi, 345. sayısını 3 aylık aranın ardından dopdolu içeriklerle çıkardı. Dergi kendini sürekli yeniliyor. Dergiye yeni katılan isimler ve bölümler bir dergide olması gerekeni gösteriyor okuyuculara.

Dergi, yayın yönetmeni Hatice Bildirici’nin giriş yazısı ile başlıyor.

“Eylülün getirdiği iki yeni bölüm açıyoruz. İlkinde, Mahir Nakip’in kalemiyle müziğin peşine düşeceğiz. Adı “müziğin izinde” olan bu yolculukta, müziği yalnızca kulağa hoş gelen sesler değil; hatıralarımızı, inançlarımızı, sevinçlerimizi ve acılarımızı taşıyan bir hafıza olarak okuyacağız. İlk yazı, “medeniyet taşıyıcısı olarak müzik”, bize ninnilerden ilahilere, ağıtlardan marşlara kadar seslerin medeniyet yürüyüşümüzde nasıl bir eşlikçi olduğunu söylüyor.”

Bismillâh deyip başladığımız diğer yazı dizimizde, taşrada direnen edebiyat dergilerine kulak vereceğiz. “ışığın bekçileri: Anadolu dergileri” başlığı altında devam edecek bu bölümde ilk olarak Rize’den doğup 26 yıldır sebatla süren mavi yeşil dergisini mercek altına aldık. Editörü Hasan Öztürk ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi vesilesiyle, bir deniz feneri gibi taşranın direncini ve edebiyatın ışığını bugüne ve yarına taşıyan bu dergiye selam veriyoruz.”

Amerika’n Tayyareleri

İbrahim Demirci, Eşik bölümünde Dr. Cemil Süleyman Bey’in 1939 yılında kaleme aldığı ve 1. Dünya Savaşı yıllarının İstanbul’unu anlattığı yazısını paylaşıyor. Bir anda gökte beliren uçaklar, atılan bombalar ve son bulan hayatlar. Yaşamla ölüm arasındaki tedirgin duruşu çok iyi anlatıyor yazı. Şimdi bu anlatılanların kat be kat fazlası ve insanlık dışı sahnelerini Gazze’de görüyoruz. Dünya her zaman bir savrulmayı maalesef yaşamaya devam edecek. Çünkü birilerinin hesaplarının içinde hiçbir zaman masumlar olmayacak.

“Bir gün gene sefarethaneye bomba atıyorlardı. Bahçe duvarının üstüne bir bomba düşmüş fakat patlamamış. Biz yukardan bir hışırtı işittik fakat ne olduğunu anlamadık. Aradan on dakika geçmedi. Hizmetçi kızın kucağında sivri bir şey… Tıpkı yangın söndürmeye mahsus minimakslara benziyor. Ben derhâl anladım; hemen koşarak kızı kucakladım. Bombayı elinden yere bıraksa küçük bir sadme kâfiydi. Merdivenlerden ininceye kadar zaten kendimden geçmiştim. Kapının önüne biriken polislere seslendim. Hemen yetiştiler; beni bir azaptan ve heyecandan kurtardılar. – İstanbul sizin olsun, diyordum. Benim siperlerim buradan bin kat emin…”  

Necip Tosun ile Söyleşi

Necip Tosun ile Hatice Bildirici bir söyleşi gerçekleştirmiş. Söyleşinin merkezinde Necip Tosun’un yeni kitabı Yazma Dersleri var.  Yazarlar eşliğinde yürütüyor bu dersleri Necip Tosun.

“Bu kitapta yer verilen yazarları seçerken birinci öncelik alanlarında başarılı olmaları ve örnek, model özellikler taşımaları oldu. Seçilen yazarların, eserlerinin dışında yaptıkları iş ve yazma sorunları hakkında yeterli belge ve bilgi sunmuş olmaları da bir başka tercih nedeniydi. Bu iki özelliği bir arada taşıyan yazarlar kitaba alındı. Model ve örnek olan bazı önemli yazarlar ise yaptıkları işler hakkında çok fazla konuşmamış, söyleşi yapmamış ve daha çok eserleriyle öne çıkmışlardı.”

“Kuşkusuz her yazar kendisini ve duygularını en iyi ifade ettiği türde yazar. Bu türleri başka bir şekilde yazamadığı için seçer. Kimi yazarlar sadece bir türde yazarken, bazıları farklı türlerde de eser verir. Bu anlamda pek çok yazar edebiyatın farklı türlerinde eserler vermiş, türler arasında geçiş yapmış, bazen de ağırlıklı olarak bir türde yazmıştır. Bir yazarın portresi, yazdıklarının toplamıyla ortaya çıkar. Ancak birden fazla türde yazan yazarların eserleri, nitelik açısından farklılık gösterebilir. Türün kendi gerekleri ve ölçütleriyle eserlere bakıldığında, kimi yazarlar yalnızca bir türde başarılı olurken her türde başarılı olan yazarlara da rastlanır.”

“Her yazarın eserlerinde otobiyografik özellikler bulunabilir. Ancak yazarlar, kişisel anılarını ya da yaşadıklarını ham bir şekilde değil, sanatsal ve estetik bir biçimde işleyerek okuyucuya sunarlar. Bu bağlamda otobiyografik unsurların varlığı kaçınılmaz olabilir; ancak asıl önemli olan, bu unsurların nasıl işlendiği, dönüştürüldüğü ve edebî eserin bir parçası hâline getirildiğidir.”

Dosya: Nesnelerin Dünyası

Editörlüğünü Bilal Can’ın yaptığı nesnelerin dünyası dosyası, nesnelerin edebiyat dünyasına yansıyan yüzüyle tanıştırıyor bizi.

Editörün Sunuş Yazısından…

“Nesneler bizimle yaşar, bizimle bir ömür geçirir. İnsan-nesne ilişkiselliği açısından aradaki bağ çok sıkıdır. Bu gün nesnelerden muaf bir dünya düşünemiyoruz. Etrafımızdaki sayısız nesnenin bize bir şeyler söylediği muhakkak. Peki, bu nesneleri nasıl okumalıyız? Nesneler sadece olmaları gerektiği için mi varlar yoksa bize pratik anlamda katkı sağlamak için mi? Bu gün sayısız nesneyle doldurduğumuz mekânların bu nesnelerle işgal edildiğini de görmemiz gerekiyor.”

Prof. Dr. Ahmet Ayhan Çitil ile Nesnelerin Dünyası Üzerine Söyleşi

Dosya bağlamında Prof. Dr. Ahmet Ayhan Çitil ile nesnelerin dünyası üzerine yapılan bir söyleşi var. Sorular Bilal Can’dan. Çitil, nesnelere metafizik ve matematik üzerinden bakan bir yazar. Nesnelerin görünen ve hissedilen dünyasına göndermeleri olan ufuk açıcı bir söyleşi Hece okurlarını bekliyor.

“Bir kere her yer nesne dolu… Ayağımıza dolaşanı var. Başımıza düşeni var. Gözümüze çarpanı var. Elimizi yakanı var. Bizi mest edeni var. Tabii, bu örnekler duyum veya algı ile fark ettiğimiz nesnelerle ilgili. Bakış açımızı genişletirsek doğal sayılar, Öklid üçgenleri, elektronlar, kuarklar da var.”

“İnsan bedenli bir varlık olarak nesnelerin dünyasına doğar. Onun içinde var olur. Doğduğu yeri – kendisinden önce o dünyada yaşamış olanlar – yaşam dünyası kılmışlardır. Nesnelerle belli irtibat biçimleri kurmuşlardır. Pek çok şeyi nesneleştirmiş, dillerinin imkânları ile adlandırmış, kavramsal hiyerarşiler içerisinde sınıflandırmışlardır.”

Teknolojiyi “insanların bazı eylemlerini kolaylaştırmak için, genellikle yaşadıkları çağın bilgi birikiminden de istifade ederek geliştirdikleri araçlar toplamı” olarak alırsak günümüz teknolojilerini hepsi insan yapımı. Öte yandan bizden yavaş yavaş bağımsızlaşıyor ve gerçekliğin bir parçası haline geliyorlar.

Dosyadan…

Ethem Erdoğan – Sezai Karakoç’un “Masal” Şiirinde Nesnelerin İşevleri

Karakoç’un şiirinde doğa unsurları yalnızca doğayı betimlemek için kullanılmaz; her biri derin sembolik anlamlar taşır. Özellikle gül, Karakoç’un poetikasında aşkın ve ilahi olanın simgesidir: “Gül, alımlı bir gül, bir sabah açar ve dünya değişir.” Burada gül, klasik divan şiirinde olduğu gibi tasavvufi bir simgedir; ancak Karakoç’un şiirinde bu simge, aynı zamanda bir varoluşsal uyanış anını temsil eder. Gülün açması, zamanın bir kırılma noktasını ve ruhsal bir uyanışı ima eder. Rüzgâr ve kuş ise hareketin, geçiciliğin ve haberin sembolleri olarak şiirde yer alır.

Gülnaz Eliaçık Yıldız – Nesnelerin Romandaki İşlevi Üzerine

“Türk romanında nesne bağlamında incelemeler konusunda literatür taraması yapıldığında, mekân üzerinden nesne değerlendirmeleri olduğu görülmektedir. Romanların genel kurgusunda “ev” mekân olarak var olurken, eşyalar özellikle Tanzimat dönemi ve Cumhuriyet dönemi ilk eserlerinde Batılılaşma konusuna hizmet eden ögeler olarak değerlendirilmişlerdir. Gaston Bachelard Mekânın Poetikası’nda, insanın yalnız kaldığı ev, oda, tavan arası, ona sonu gelmez bir düşlemenin çerçevesini sunar.”

Necla Dursun – Bir Palto ile Varoluşun Apansız Gelişi ve Gidişi

Var olamayanların varoluş mücadelesini bir nesne üzerinden anlatan Palto’da; sıfır noktasındaki ezilmiş ve silik bir hayatın öyküsünü okuyoruz. Rusya’daki burjuva hayatlarına paralel süren fakir hayatları işaret parmağıyla cesurca gösteren Gogol, Akaki ile döneminin görülmeyen tabakasının varlığını ulaştırıyor bize. Varoluşsal bir sancının başladığına ve gelecek döneme ulaşacağına dikkat çekerek. Yazımın başında karakterin ve onun başına gelenlerin okura gerçekmiş gibi hissettireceğinden söz ettim. İlginç olan Gogol’ün dile getirdiğim tüm bu gerçeklikler üzerine inşa ettiği hikâyesinin sonunun ironik bir şekilde ve hatta fantastik bir öge ile son bulmasıdır.

Merve Yurtsever- Felsefede Yeni Bir Hayalet Dolaşıyor

“Felsefede nesne, öznenin bilincinin dışında kalan her şeydir. Harman’a göre ise nesne olarak görülmeyen şeyler de nesnedir. Yani nesne ve olayları, diğer şeylerin kendisini de kapsayacak şekilde tanımlar. Nesne-nesne etkileşimini ilk gündeme getiren Heidegger’dir. Harman, bu etkileşimin kendi felsefesinin yolunu açtığını belirtir. Epistemoloji temelli felsefede düşünen varlık insandır ve dolayısıyla bilginin konusu varlık değil, varlığı düşünen insandır. Böylece bilgi olarak konu edilemeyen varlık dışlanmış ve insan, felsefenin ana konusu hâline gelmiştir. Graham Harman bu düşüncenin karşıtı olarak Nesne Yönelimli Ontoloji’yi geliştirmiştir.”

Çirkinin Estetiği mi Dediniz?

Edebiyat ve çirkin denince maalesef aklımıza Ahmet Hâşim geliyor. Bir çirkinlikten estetik ortaya çıkar mı? Görünen ve görünmeyen bir alemin varlığı düşünülünce insanın aklına birçok güzellik geliyor. Osman Özbahçe, çirkinin estetiğine Ahmet Haşim üzerinden bakıyor.

“Peki, sanat nedir? Nasıl yapılır? Gerçeği bozmayan bir sanat, bir sanatçı ismi verebilir misiniz? Dünyanın en gerçekçi sanatçıları bile sanat niteliğini gerçeği bozarak kazanır. Siz hiç gerçeği bozmayan bir sanat, bir sanatçı gördünüz mü? Sizce sanat nedir? Edebiyat öğrenimi görmüşsünüz, söz sanatları ne demektir? Ses sanatları ne demektir? İnsan fotoğraf çektirirken bile poz verir. Bütünü parçalamayan sanat var mı? Bütünü parçalamazsa, parçalayamazsa kendi bütününü nasıl kuracak? Nasıl sanat yapacak? Öyleyse Hâşim çirkindir, çirkinin estetiği de budur dediğiniz tez ne olacak? Hâşim, yaşadığı dünyanın en zeki sanatçılarından biridir! Sanat nasıl yapılır, niçin yapılır, ne sanattır, ne değildir bunu en iyi bilen sanatçılardan biridir. Döneminin Mallarmé’si, Verlaine’i, Rimbaud’sudur. Dünyada modern şiir avangard gelişmelerin Osmanlı versiyonudur: Türk versiyonudur.”

Işığın Bekçileri – Anadolu Dergileri

Hece’nin yeni bölümlerinden olan Işığın Bekçileri – Anadolu Dergileri önemli bir noktaya değineceği için öncelikle benim adıma heyecan verici bir bölüm. Anadolusuz hiçbir şey olmaz. Elbette edebiyat dünyasının son yıllarda nefes aldığı bir mecradır Anadolu. Şeyma Sarı, bölümün ilk yazısında Mavi Yeşil dergisini konuk etmiş. Dergiden bahsettikten sonra derginin yayın yönetmeni Hasan Öztürk ile bir söyleşi gerçekleştirmiş.

“Adını suyun akışkan ve hırçın doğasından, toprağın ve yaprağın kök salan sürekliliğinden alan Mavi Yeşil dergisi, kıyıları tutup ışığı yaymak adına yıllardır direnen deniz fenerlerimizden birisi. Türkiye’nin kuzey kıyılarının uç bölgesinde, Rize’nin mavi ve yeşil renklerle örülmüş doğasında başlamış olan bir yazın serüveni. Sebat, kararlılık, süreklilik ve adanmışlık gerektiren bir çabayla 26 yıldır iki ayda bir olmak üzere aralıksız yayımlanan bir edebiyat sevdasından bahsediyoruz.”

Söyleşiden…

“Mavi Yeşil, hacim olarak mütevazı bir dergidir ki bu ölçüye bir de ‘Anadolu dergisi’ olmayı ekleyebiliriz. Her sayımız kendi içinde ayrı bir çeşitlilikte ve güzellikte çıkıyor, bize göre elbette. İki ayda bir yayımlanan otuz iki sayfalık dergiyi yalnızca bir konuyla sınırlandırmak okur açısından da sevimli görülmeyebilir. Bu böyleyken aralıklarla ‘dosya’ konularımız oluyor. Doğum ya da ölüm yılına denk getirerek bazı isimler için derginin tamamını kaplamayacak mütevazı dosyalar açtık. Ahmet Cemal, Abdülhak Şinasi, Bedri Rahmi, Esendal, Gianni Rodari, Halit Ziya, Rıza Tevfik, Sait Faik, Tanpınar, Turgenyev, Yakup Kadri dosyaları yaptık. Birkaç yıldır yüz yıllık romanlarımızdan birine küçük ‘dosya’ açıyoruz. Çok sayıda görüşme yayımladık dergide, bunları da edebiyat çalışmaları için önemli görüyorum.”

Müziğin İzinde

Derginin diğer yeni bölümü Mahir Nakip’in hazırladığı Müziğin İzinde. İlk yazının konusu: medeniyet taşıyıcısı olarak müzik.

“Müzik, kültürün temel bir unsuru olarak tarih boyunca millî hafızamızın, kimlik inşamızın ve kültürel sürekliliğimizin temel araçlarından biri olmuştur. Türk ve sonradan da Türk-İslam medeniyeti bağlamında müzik, yalnızca estetik bir sanat dalı olmamış; sosyal yapının, dinî inanışların, savaşların, tarihî olayların, eğlenceli ve hüzünlü günlerin hatıralarını ve izlerini günümüze kadar aktarmada etkin bir iletişim aracı işlevi görmüştür.”

Kurucu Bir Yapı Unsuru Olarak Şiirde İmge

Yunus Emre Altuntaş, Şairin Alfabesi bölümünde şiirde imge üzerine yazmış. İmge şiirin temelidir. Şiirinde imgeleri yerli yerinde ve özgün bir dille kullanmayı başaran kişi şairlik yolunda önemli kat etmiştir diyebiliriz. Altuntaş’ın yazısında imge üzerine not alınacak detaylar var.

“Modern şiirde inşa, imgeler hâlinde düşünme sanatı olduğu için, sanatsal inşa sürecinin ilk kaynağından itibaren imgesel düşüncenin yatağında akması beklenir. Ancak o zaman sanatta verimli hâle ulaşılabilir. Şunu da belirtelim ki bu betimleme her gerçek sanatçının inşası için geçerlidir. Bir sanatçının yetisi, her şeyden önce, bir yapıtı imgesel olarak düşünebilme yeteneğinden, yani bir sanatçının dünyayı soyut olarak değil, duyusal biçimde somut, hayal gücünde görülebilen, işitilebilen, tasarlanabilen bir şey olarak, şiirsel biçimde algılama yeteneğinden gelir.”

Hece’den Şiirler
eşteş sensin millet sen ses sensin söz sen
dünya evine mi kaldın yola çık bak yol açık
birden çık aniden inme sil inerek kalbindeki
akarsu terkettiğidir bunu bildin şimdi deniz

Eve dönme! Sen zaten nerde kimleydin
Hüseyin Atlansoy

şehrin şaklabanlıkları bitince
gün ve gecenin bilmediği
sır şafağı başlayacaktı ömrümüzde
sen doğu ben batı olacaktım
iki uç madem değmedi birbirine
kalsın böyle

saya saya biriktirdiğim
dakikalar saatler günler yıllar
içime söylediğim türküler
bölünmüş rüyalar eksik dualar
düşmesin el diline düşmesin dile
kalsın böyle
Mehmet Narlı

-Suyla zeytinyağı nasıl karışmıyor kanımca aynaya dön bak
Sonrasını yolların değil mi en güzel açlıklar en güzel yağmurlarla adımladım
Sarışınlarla bir mesafeyi aramıza sapsağlam koydum
Çocuğum için, güzel öpüşler için tastamam koydum
Gemileri karadan yürütüyordular ya, olsun, içine kelimelerin bir yalnızlığı hep koydum
Ne bir nane yedim ne de bir defacık ocağımda ye dir dim
Zürriyetime nane mollaları ne yapsalar geçirmedim.
Ali k. Metin

Hiçbir terzi dikemez dünyanın söküğünü
Âdem’den bu yana açılıyor durmadan
arada İdris Nebi var arada ruh terzileri
arada yorgun şairler iğne iplik tutmaktan
Mustafa Könecoğlu

Çıkmak kolay mı yüzünü yarıp dilini doğrayıp
Sen orada ne zaman doğacağım diye bekleme
Çünkü doğum sensin çünkü sen –tekrarda hayat vardır
Kanında doğruları doğuran sabahların gümrah sancısı
Saatleri yutan bir zaman ağrısıyla yalınkılıç
Dalıp gidiyorsun içindeki narı kışkırtan akşamlara.
Ahmet Edip Başaran

Bugün sabah biraz daha anladım.
Anlamanın ağlamakla eşdeğer olduğunu gözden çıkararak
Biraz daha üzüldüm, nedensizdi.
Belki çok uzaktaydı kendim,
Bir an geldi yanıma dağlarda dolaşmaktan.
Eski hikâyelerle oyalanmış az biraz.
Belki üzüldüğü yerlerde gezmiş.
Ellerine sandal sürdüm, yılan ağacı tesbihini verdim
Aşk hülasa edilemez diye söyledim, bana inanmadı
Bugün de ıslanmadım
O geçerken yağmayan nazlı yağmurdan.
Said Yavuz

kahven soğudu fincanda, eksildi günlerin
alıştın sanırım hızlı pişen yemeklerin tadına
boynun mu bu, kıldan ince, kuyular kadar yutkun
evler hayal ederdik oysa, seçerek konuşmazdı çocuklar
Ayşegül Baytut

Cins, Sayı: 120

Güven Adıgüzel’in “dünya, alınmamış bir intikam gibi büyüyor içimizde” dizeleri ile başlıyor Cins dergisi eylül sayısına.

Giriş yazısı yine her zamanki gibi sorgulayıcı ve ağır darbeli.

Okura çağrımız açık: Bir şeyin adını koyun, unutmayın, itiraz edin. Çünkü hakikat, seyirlik olduğunda tüketilir; tarafı olunduğunda korunur. Bir ses başka bir sesi çağırır; bir doğru cümle, bir diğerini ayağa kaldırır. Biz buradayız: Kelimeleri yerinden kaldırmak, ayrıntıyı yerine koymak ve adaleti çağırmak için. Onların kapısında sadaka dilenmeyip onları kızdırmaya devam etmeliyiz.

Ve elbette her günün soruları bunlar:

“Celladın arkasında kimler var?
Maaşını kaç kapıdan alır ve hangi para birimi?
Amerika’da kursu kaçıncı bitirmiş?

Kur’an’ı Doğru Tasavvur Etmek

Kur’an bir rehber, yol işaretçimiz, kurtuluş reçetemiz. Çağın eğreti yüzü sosyal medyanın ayak oyunları ile Kur’an’ı da kendine benzetmeye çalışıyor. Akıl çelen sistemli oyunlarla Kur’ân yokmuş gibi gösterilmek isteniyor. Amaç, Kur’an’ın anlaşılmasını ve anlatılmasını engellemek. Fikret Çetin, Kur’an’ı Doğru Tasavvur Etmek yazısında bu hassas noktalara temas ediyor.

“Kur’an’ın sahip olduğu yüksek belagatin idrak edilebilmesi evvelemirde onun bir söz olarak nasıl bir yapıya sahip olduğu üzerinde düşünmeyi gerektirir. Bu noktada Kur’an’ın kendisinin bir kitap bölümlerinin de birer sure olduğunu vurguladığını fark etmeliyiz. Evet, Kur’an kendisinin bir kitap olduğunun altını çizer ve kitap bu sadette yazılı bir metin olmaktan çok bütünlüğe1 atıf yapar. Bölümlerine sure adının verilmesi de dikkat çekicidir zira bir şehri kuşatan duvarlara niçin sur denmişse Kur’an’ın bölümlerine sure denmesi de benzer bir sebeptendir.”

Emin Selçuk Taşar ile Söyleşi

Mimar Emin Selçuk Taşar ile yaptığı çalışmalar ve mimarinin insan üzerindeki etkisi üzerine bir söyleşi yapılmış. Sorular; Ali Oturaklı’dan.

“Saf hizasında genişlemesinin kıble yönelimiyle birlikte hangarların katı ve rasyonel düzenine karşı oluşturduğu hareket, caminin nezaketli tavrı olarak okunmalı. Kampüsün yaya sirkülasyonunun kalbine yerleştirdiğimiz cami, dört yöne açık bir şekilde tasarlanmasıyla, bir yere gitmek için etrafından dolaşmanız gereken bir engel değil, içinden geçebileceğiniz bir köprü, bir kavşak haline geldi. İşte bu “açık eşik” olma iddiası, tam da gündelik ritmi davet etme arzusundan doğdu. Bu, yapıyı kampüsün gündelik akışının ayrılmaz bir parçası da yapar.”

“Modern zamanlarda bir cami inşa etmek, benim için bir bina yapmanın da ötesinde, düşünsel ve manevi bir yolculuk. Hani arifin dediği gibi: “Ben dahi bile yapıldım taş u toprak aresinde.” Geçmişle bağ kurmak, bugüne bakmak, onu şimdiye şerh etmek, insanlık birikimini göz ardı etmeden şimdiden konuşabilmek; bütün bunları yaparken aidiyet, birliktelik ve mekânı yeniden düşünmek… Hadi bir adım daha ötesine gideyim varlığı ve varlığın güçlerine dair kavramları yeniden düşünmek zorunda kalıyorsunuz.”

Öğretmenliğe Övgü

Her fırsatta hedefte olan, itilip kakılan ve eğitimin önündeki en büyük mahzun ruhlardan olan öğretmenlere dair “Öğretmenliğe Övgü” isimi bir yazı görünce önce kendim için daha sonra da tüm işinin hakkıyla yapan tüm öğretmenler için mutlu olduğumu söylemek istiyorum. Savaş Ş. Barkçin, öğretmenlerin gönlünü hoşnut eden bir yazısı ile Cins’te.

“Öğrencileriniz, öğretmenler olunca aslında etkinliğiniz katbekat artar. Çünkü tek bir öğretmene bile yeni bir bakış açısı veya bilgi kazandırabilirseniz, onun hayatı boyunca okutacağı on binlerce insanı da etkilersiniz. Allah izin verirse, bu etki siz ölüp gitseniz bile katlanarak nesilden nesile aktarılır. Öğretmenlik tarım yapmaya benzer. Öğrenci bir tarla gibidir. Öğretmen oraya tohumu eker, bakımını yapar. Tohum bakıldıkça gelişir, boy verir, toprağın üzerinde kendini göstermeye başlar. Öğrencide daha önce görülmeyen düşünceler, hâller, sözler, davranışlar ortaya çıkar. Hasadı ise 15-20 yıl içinde yapılır. Hasat mevsimini görmeye belki öğretmenin ömrü vefa etmez ama toplum mutlaka görür. O yüzden öğretmenler hasatçı değildir; tohumcudur, ekincidir. Ekim işini güzel yaparsa Mevla’mız ona olsun, topluma olsun mutlaka hasadı nasip eder.”

“1 Tane Bombalı Ice Gazze”

Samed Karataş’tan parça tesiri çok yüksek bir Gazze yazısı var. Gazze için ne yazsak ne söylesek eksik kalır. İçimizi biraz olsun ferahlatmak için en gür sedadan Gazze için burdayız demeye devam etmeliyiz.

“Gazze’yi unutabildiğim için berbere gidebiliyorum, yemek yiyorum, çalışabiliyorum. Yaşamam, Gazze’yi ne kadar unutabilmemle eş değer yükseliyor. Tevekkül ve teslimiyet yerine unutmak. Yaşama bağlanırken aynı zamanda Gazze’nin kurtuluş imkanının gelişmesi lazımken tam tersi bir orantı var. Demek ki yaşamak bizim için Allah’lı bir formatta değil. Biz yaşadıkça Gazze’nin durumu daha kötüye gitmek zorunda. Yaşamımız kuşatılmış, aşamıyorum.”

Çocuklarımızı Öldürüyorlar Bayım, Uyuma!

Bir çığlık gibi yükseliyor Yaşar Kaplan sesi dünyanın dört bir yanına. Elimizden kayıp giden çocuklarımız için bir feryattır bu yazı.

“Evet, bu yazı bir çığlıktır! Ruhumuzu, geleceğimizi, hayallerimizi, rüyalarımızı yok ediyorlar: Kendi çocuklarımız, elimizden kayıp gidiyor… Çocuklarımızı bizden koparıyorlar… Çocuklarımıza hiçbir heyecan, coşku ve ufuk sunamayan, sömürgeci, ruhsuz eğitim sistemi; hiçbir gelecek vadetmeyen kör ve kötürüm, yoz ve yozlaştırıcı kültür hayatı; hayal göremeyen, rüyaları olmayan, bütün sermayesini daha çok “köşe döndürecek” bön ve berbat projelere yatıran sarsak ve asalak medya ve sanat rejimi, çocuklarımızı gözümüzün içine baka baka elimizden alıyor; bizden, bizi biz yapan değerlerimizden, dünyamızdan, her şeyden koparıyor el ele, kol kola, omuz omuza vererek…”

Filistinli Pele’nin Vedası Ve Demokratik Zulüm

Filistinli Pele’yi tanıyoruz. Namı değer Süleyman El-Ubeyd. Hayatı, mücadelesi, attığı 100’den fazla gol ve hazin sonu var Ebubekir Yılmaztürk’ün yazısında.

Süleyman El-Ubeyd 41 yaşında, 5 çocuk babası bir Gazzeli olarak İsrail’in yardım tuzağında hayatını kaybedenler kafilesine katıldı.UEFA ise Süleyman El-Ubeyd’in şehadetini şöyle açıkladı:“Filistinli Pele, Süleyman El-Ubeyd’e veda. En karanlık zamanlarda bile sayısız çocuğa umut veren bir yetenek.” Sanki Süleyman El-Ubeyd yatağında uyurken vefat etmiş gibi bir paylaşımda bulunmuştu UEFA. 9 Ağustos’taki bu gönderiyi alıntılayan Liverpool’un Mısırlı yıldızı Muhammed Salah da tepkisini gösterip şunları yazdı: “Bize nasıl, nerede ve neden öldüğünü de söyleyebilir misiniz?” Eric Cantona ise başka bir paylaşımda bulundu: “İsrail, Filistin Milli Takımı’nın yıldızı Süleyman El-Ubeyd’i Refah’ta yardım beklediği sırada öldürdü.

Ülküden Gerçeğe Çok İnsan ya da Sait Faik Riyasızlığı

Ömer Ördem’in Sanatlı Türkiye Tarihi’nin bu ayki konuğu Sait Faik.

“Osmanlı’nın henüz hayatta olduğu bir dönemde 1906’da doğan Sait Faik, ilk dil terbiyesini Tanzimat ile Fecr-i Ati arasında eser veren şair ve yazarların eserlerinden beslenerek almasına rağmen, bu dilin ağdası yanında engellerine de kapılmaz. Şehirli bilinç onda genç bir dinamizmle âdeta çapkın ve aynı zamanda zevk sahibi gençlik duyuşu yaratır. Özgür iradesiyle duyuruşlarla örülmüş yepyeni bir ima dili çatar. Sait Faik’in nesiller boyunca sevilip okunması biyografisinin çağrışımlarına değil yaratımlarının özgürlüğüne bağlıdır. Hasılı, Cumhuriyet edebiyattan bir anıt dikme sevdasına kapılsa ilk akla gelecek isimlerden birisi de odur.”

Şair ve Şairanelik

Ahmet Ölmez, hayata dair şair bakışını takınarak şairanelik üzerine notlar paylaşıyor.

Şairane sözlerin ekseriyeti kötü diye şairaneliği kötü addetmek sözümüze, zekâmıza, muhtelif duygularımıza, hatta şiirimize dahi haksızlıktır. Orhan Seyfi, son şiir kitabına yazdığı önsözde haiku ile Türk şiirini kıyaslarken şu sözleri sarf eder: “Haikular tarifsiz ve izahsız şiirlerdir: Ne söylemek istediklerini tarif ve izah etmeden anlatırlar. Türkçede bu kadarı olmaz. Biz her şiirin içinde bir mana, bir nükte, bir resim, bir lirizm ararız.”

Kalabalıktan Müşteki Yalnızlıktan Mustarip

Harun Yakarer, kalabalıkla yalnızlık arasındaki keskin çizgide dünyanın hızına ayak uyduran bir bakış açısıyla mustarip bir yüreğin sesiyle kaleme almış yazısını. Çok kabalığız derken bir bakıyoruz kocaman bir tenhayız.

“Herkese sorsak çoğunluk doğal hayatı, gerçek bir dostluğu, güzel bir aile ortamını, organik bir iletişimi tercih edeceğini söyler. Bir kişinin gururlu ve sevgi dolu bakışını sosyal medyadaki beğenilere; bir insanın kendisine verdiği kalbi, fotoğrafına bırakılan tüm kalplere tercih eder. İşimiz harekete geçmek olduğundaysa yan çizmek hepimizin mesleği olur. Ne zor hayat yaşıyoruz. Bu yüzden hepimiz iki kimlik taşıyoruz. Bu bölünmüş kimliğiyle modern insanın iki önemli sıfatıysa şöyle: Kalabalıktan müşteki ve yalnızlıktan mustarip.”

Biz Dünyayı Çok Sevdik

Musa Yaşaroğlu, sevmek algısı üzerine yazmış. Her şey değişiyor dünyada. Sevmek de. Neyi nasıl sevdiğimizi de bilmiyoruz artık. “Seviyoruz.” deyip geçiyoruz.

“Zaman geçti. Sevmek azaldı. Sevilmek de… Geriye kırık aynalarda yansıyan uzak yüzler kaldı. Kaf Dağı’na çıkardığımız benliğimizle öyle meşgul olduk ki yakınımızdaki sevgileri görmeyi unuttuk. Bugün kendi çocuklarımıza, eşlerimize duyduğumuz sevgi bile yorgun bir hatıraya dönüşmek üzere. Bize düşen bir şey varsa o da sevgide, muhabbette hakikatin sesine kulak verip yeniden “sevmenin dengesi”ni kurabilmekten başkası değildir.”

Kütüphanede Bir Gün’de Ahmet Demirhan Var

Bu sayı Ahmet Demirhan, kütüphanesinin kapılarını aralıyor Cins okurlarına. Kütüphanesini nasıl kurduğunu, kitaplarla olan bağını Hasan Sayıloğlu’nun soruları eşliğinde anlatıyor.

“Elbette büyüyor. Kaçınılmaz bir durum bu. Artık kendi elimle tasfiye ediyorum bazılarını. Birkaç yılda bir kolilediğim kitapları bir şekilde elimden çıkarıyorum. Şimdilerde iki türlü kitap ediniyorum. İlki, o sırada çalıştığım alanla ilgili kitap çalışmalarında kullandığım veya aldıktan sonra kullanamayacağımı anladığım kaynakları ediniyorum. Belli bir alana dönük kitapları yani: Eski Türk tarihi, Türkiyat, Osmanlı siyasi metinleri, arada bir de eğer çevrilmişse elimde İngilizcesi olsa dahi çeşitli felsefi ve sosyolojik kitapları.”

“Bazı kitaplar, bir köşeye çekilip üstünkörü okunup kendi başına incelenecek türden değildir. Bir ustanın dizi dibinde okunacak türden kitaplardır. Bu tür kitapları kendimce ayrı bir ihtimam gösteriyorum. Öte yandan, kütüphanedeki kitaplardan çok, o an üzerinde çalıştığım konuyla ilgili kitapları masamda bir tür “iskelet” olarak bulunduruyorum. Mesela şu sıralar cemiyet, töre, mit, bu bağlamda da Dede Korkut üzerine çalışmalar masamda.”

Özer Özel ile Söyleşi

Özer Özel, müziğe dair Eray Sarıçam’ın sorularını cevaplamış. Türk müziğinin geçmişten günümüze uzaman mücadele ve macerasını anlatıyor Özel.

“Şöyle düşünelim: Batılı bando şekli ile donanan milletler Osmanlı’dan sayısız darbe yemiştir ama hiç bir zaman suçu bandolarında, müziklerinde, kullandıkları harflerde, rakamlarda, müziklerinde, kullandıkları kelimelerde, örf ve âdetlerinde aramamışlardır. Bu arada şunu söyleyelim: Bandonun gelmesi II. Mahmud Han dönemindedir. Bu bando, mehter örnek alınarak icat edilmiştir. Sonrasında ise reddetme normalleştirilmiş ve maalesef fütursuzca, namussuzca ve gafletle bu düşünce tezahür etmiştir. Osmanlı döneminde harf ve lisan devrimi yapılmamış ancak bu devrimlerin en şiddetlileri Cumhuriyet döneminde kendini göstermiştir.”

“Türk toplumunun bazı kötü geleneklerinden kurtulmasında öncü olan Türk sineması, iyi olan hasletlerimizi de zaman zaman öne çıkardığında ise bunu göstermelik olarak yapmıştır. Ancak o dönemler, ihtilâl dönemleriydi. Ne zaman askerî ihtilâl yapılsa, arkasından hemen kahramanlık türküleri etrafı sarardı. Sanki ihtilâller bizi geçmişe bağlarmış gibi. Ya da bu ihtilâlleri yapanlar gerçekten Türk milletinin menfaatlerini önceleyen kişilermiş gibi öne çıkarılırdı. Halbuki en geriye gittiğimiz zamanlar ve olaylar olarak, tarihe kara leke olarak yazıldılar.”

Cins’ten Bir Öykü

Arslan Karadayı – Kuzguncuk Dürümcüsü

“Şafak yeni sökmüş, sabah çok erken saatler: “Köse Usta Lokantası”. Ezo, işkembe, mercimek… Köfte, kuru, nohut, pilav… Öğlene tas kebabı da çıkar. Tatlılar: Sütlaç, kadayıf… Sade gazoz, siyah kola, sarı kola, soda, çay… İçeride yedi masa vardı, ikisi doluydu. Bir masada Saatçi Mehmet Bey mercimek çorbası, diğer masada Gasteci Hoca ezogelin çorbası içiyordu.”

“Birkaç hafta sonra sahiden “Kuzguncuk Dürümcüsü” açıldı. Dükkânın duvarlarına Müslüm Gürses, Cem Karaca, Nazım Hikmet, Cemil Meriç resimleri yaptırmıştı Kuzguncuklu. Daha ilk günden ellerinde çantaları, kitapları, bilgisayarları ile öğrenciler Kuzguncuk Dürümcüsü’nü çok sevdi. Kuzguncuk muydu gençleri çeken yoksa dürüm mü, bilinmez. Lakin teveccüh sonraki aylara, mevsimlere yayıldı. Dürümcü’nün önüne iskemle ve küçük masalar da atıldı. Kahve servisi başladı. Sonraki yaz, “Şiir Akşamları” ve “Felsefe Konuşmaları” diye programlar dahi yapıldı. Daha da sonraki dönemlerde Kuzguncuk Dürümcüsü diye bir dergi bile çıktı.”

Cins’ten Bir Şiir
bir insanım var benim – içte
onca insan içinde onmayınca
sarı beyaz bir gülümseyişim – sisim var
mavi siyah kederlerle rahmete açık sesim
son bir şiirim var benim – bilmem
bu meydana bir daha girer mi girmez miyim
vedanın asaletini kuşanıp gitmek son dileğim
Hüseyin Atlansoy

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir