EYLÜL 2025 DERGİLERİNE GENEL BİR BAKIŞ-3

Mahalle Mektebi, Yıl: 15, Sayı: 85

Mahalle Mektebi dergisi 15. yılına girdi. Dergi için yapılan ilk toplantının heyecanını Konya’ya olukça uzak olmama rağmen ben de tam anlamıyla hissetmiştim. Toplantıdan değerli dostum M. Ali Köseoğlu, hemen beni arayıp; “Dostum; dergi çıkıyor, bize hemen bir şiir gönder.” demişti. O gün bugündür ara vermeden takip ettiğim ve elimden geldiğince yazmaya çalıştığım bir dergi oldu Mahalle Mektebi. Anadolu’nun yüzakı olarak İstanbul-taşra algısını alt üst eden işler yaptı, yapmaya da devam ediyor dergi. Ben Mahalle Mektebi’ne nice 15 yıllar diliyor, dergiye emeği geçen herkesi canı gönülden kutluyorum.

Derginin 85. sayısının söyleşi konuğu Selçuk Küpçük. Loras Yayınları arasında çıkan Türk Sinemasında Politik Milliyetçilik kitabı başta olmak üzere, sanata, edebiyata dair Ulvi Kubilay Dündar’ın sorularını cevaplamış Küpçük.

“Elektro bağlama” üzerinden mesela bütün bir Türk modernleşmesini pekala çözümlemek imkan dahilinde. Hatta Türkiye’nin modernleşme serüvenini temsil eden en gösterişli metaforun bu enstrüman olduğunu iddia ediyorum. Gövdesine bakınca Doğulu, buralı ama tekniğine bakınca Batılı. 2018 yılında çıkan “Aşk ve Teselli” isimli kitabım bütünüyle müzik üzerinden ülkemi çözümleme ve anlama çabam.  

“Yani şöyle, son yıllarda kendimi yoğun biçimde müzik meselesine verdim aslında. Beni tanıyanlar bilirler, kendi bestelerimden oluşan albümler çıkardım, kimi önemli sanatçılar bestelerimi okudular, konser etkinliklerine katıldım, katılmaya devam ediyorum ve yeni çalışmalarımı Youtube kanalımda yayınlamayı sürdürüyorum. Ama bunun yanında müzik sosyolojisi ile de ilgiliyim. Dergi koleksiyonlarımın bir kısmı zaten eski ve yeni müzik dergileri. Müzikle ilgili çıkan kitapların çoğundan haberdarım, takip ediyorum.”

Türk Şiirinde Ontolojik Bir Sorun Olarak Sakallı Adamlar

Türk şiiri, sakallı adamlar, ontoloji gibi kavramların bir yazının başlığında yer alması o yazının okunması için ilk sebeptir. Çünkü başlık sizi yazıya çekiyor. Bir de yazının içine girince dergiler, şairler, şaircikler, eski dergiler, yeni dergiler, tutulan köşe başları gibi çetrefilli konuları görünce mevzunun ehemmiyeti daha net anlaşılıyor. M. Ali Özdoğan’ın tespitlerine katılıyor muyum? Tabi ki katlıyorum. Konunun tam da içinde olan biriyim. Ben bunlara ek olarak şunu da ekleyeceğim. Gençler, sakallı ya da sakalsız fark etmez dergiye şiir gönderiyorlar. Dergi şiirini yayınlamayınca hemen yaftayı yapıştırırlar; “Be dergilerin hepsi çete olmuş.” Şimdi şunu sormak gerek bu gence; yazdığın şiir miydi, bunun şiir olduğuna kim karar verdi? Eleştiriyi kapısının önünden bile geçirmeyen ve yazdıklarının kutsal metin olduğunu sanıp tek satırına dokundurmayan bu sakallılar önce şiir yazdıklarından emin olmalı. Bunun için de işin ehli olarak gördükleri şairlere hafiften yanaşıp bir çırak gibi diz kırmasını bilmeli. Öyle oraya buraya çamur atarak ve yazdığı her herzeyi şiir olarak görerek olmuyor bu işler. Yok, ben kimsenin gölgesinde eğleşmem derlerse o zaman daha çok dergi kapısı aşındırmaya devam ederler.

“Ülkemizde onlarca edebiyat dergisi var, dergilerin birisi kapanıyor birisi yayın hayatına başlıyor. Matbu dergiciliğin yanına bir de internet dergiciliği eklendi. Yaşanan bu dergi enflasyonuna rağmen uzun yılar yayın hayatına devam eden dergiler de var. Geçmişi olan bu dergilerin merkezinde belirli gruplar yer almakta. Dergiler, mutfağındaki isimlerin, genel yayın yönetmeninin etrafındaki kişilerin iyi ya da kötü yazdıklarından besleniyor.”

“Sakallı adamlar birçok dergide vardır. Kimisi dergilerin mutfağındadır ve kendileri pişirip kendileri yemektedir. Sakallı adamların dergilerde arkadaşları vardır. Birbirlerinin şiirleri hakkında al gülüm ver gülüm seviyesini aşmayan şeyler söylerler. Dergilerde kimlerin şiirinin yayımlanacağına karar verirler.”

Hikâyesiz Ölüm, Temsilsiz Yas: Kanafani’den Bugüne Filistin

Gassan Kanafani’nin hayatı, mücadelesi, eserleri bağlamında Filistin’i, edebiyatı, direnişi anlatıyor Cihan Ülsen.

“Kanafani’nin karakterleri bir yandan suskun, yorgun ve kırılgandır; öte yandan bir hikâye anlatmanın utangaç ama ısrarlı direnciyle ayaktadırlar. Tıpkı Kanafani gibi. 1972’de Mossad tarafından öldürüldüğünde, ardında sadece edebiyat değil, başkaldırının kelimelerle yazılmış biçimi kaldı. Filistin hâlâ bir yara, hâlâ bir sessizlik ve hâlâ bir rakamken, onun hikâyeleri hâlâ “yaşayan” tek şey olabilir.”

“Kanafani’nin anlatım tekniği de bu sessizlik duygusunu yansıtır: Cümleler kısa, kesintili, bazen parçalıdır. Öyküler çoğu zaman açık uçlu biter; karakterler çözülmez, sessizce dağılır.”

Türkçede Temsiliyet veya Yerine Geçme

Resul Kaya, zamirler üzerine kaleme aldığı yazısı ile Mahalle Mektebi’inde.

“Zamirlerle ilgili bu ‘yerine geçme’ ifadesi kullanım olarak gerçek hayatta karşılığını ne kadar buluyor? Bu ifade tam olarak yerli yerine oturmamış gibidir. Varlık ve madde açısından herhangi bir nesnenin, canlının yerine geçmek tam olarak mümkün müdür acaba? Bir nesnenin, varlığın yerine başka bir nesne, varlık geçebilir mi? Geçse de önceki varlıkla, nesneyle aynîlik, benzerlik ifade eder mi? Aynı olur mu? Hiçbir canlı varlık veya nesne bir diğerinin yerine geçemez. Her canlı veya nesne biriciktir.”

Yakın Okumalar

Bu sayı Yakın Okumalar bölümünün konukları; Ahmet Şevki Şakalar, Hatice Salar Ünal, Hümeyra Yargıcı, Naime Erkovan. Yeni çıkan kitaplarına dair kendilerine yöneltilen soruları cevaplamış şairler ve yazarlar.

Ahmet Şevki Şakalar

“Öykü serüvenimde Anadolu coğrafyası, hikâyesi saklı insan yüzleri, yolculuklar, şehirlerin kaosu ve elbette okuyup etkilendiklerim daha baskın bir yer tutuyor. Yazmasam çıldırmazdım lakin fazlasıyla mutsuz bir adam olurdum. Diğer taraftan okumak, yazmak bir huzursuzluk tercihidir. Zinde tutar yazanı. Öğretmenlik, hakemlik ve yazarlık; okuma ve yazma, hayatımın en önemli yerinde duruyor.”

“İyi bir yazar olarak değil; iyi bir insan olarak ölebilmek, en büyük kariyer planım. Bir deneme; üç öykü kitabım var. Zihnimi meşgul eden bazı kavramlarla ilgili bir deneme kitabı daha yazmak istiyorum. Yayımlanmış şiirlerimden oluşan bir dosyam var. Bekliyor. Ömrüm vefa ettikçe öyküyü sürdürmek istiyorum.”

Birgül Yangın Aslanoğlu

“Yaşayan Taş’ın ilk tohumları sevgili öğrencim Hüseyin Aygüner’le yıllar önce kurduğumuz bir düet roman hayaliyle atıldı. Itır ile Anemon, bizim tamamlanmış hikâyemizin birer yansıması oldular. Kimi hayaller satır aralarına sıkışıp unutulur kimileri ise yazıya dökülüp kalplere kök salar. İşte Yaşayan Taş tam da böyle bir düş. O dönemler kokunun yok olduğu bir evren üzerine birlikte düşünmeye başlamıştık. Bu fikir bizi hem kurmaca hem de insan psikolojisi açısından heyecanlandırıyordu. Bu hayalimizi yıllar sonra da olsa gerçekleştirebildiğim için mutluyum.”

Hümeyra Yargıcı

“Bazı konularda kabahatli aramaktan vazgeçeli çok oldu. Toplumsal hafızanın anneyi getirdiği yerde, anne bunu tahlil edecek durumda bile değil çoğu zaman. O perspektiften uzak. Yazgısını olduğu gibi kabul eden mi daha mutlu yoksa değiştiremeyecekleriyle savaşıp yorgun düşen mi? Çünkü hayatın herkese adil olmak gibi bir mecburiyeti yok. Bu yüzden bazıları kırık ve bazıları bir gölge gibi çekilip gidiyor dünyadan.”

Naime Erkovan

“Evrenselliği zaman belirleyecek ama her yazar her şeyden önce yerli olmasını bilmelidir. Mekân ve atmosfer sadece dekordur, aslolan insan ve insani davranışlardır. Merkeze bunu aldığınızda zaten evrensel oluyorsunuz çünkü umutsuzca seven insanla yeryüzündeki herkes bir bağ kurabilir ya da evlat acısı yaşayan bir anneyle.”

Mahalle Mektebi’nden Öyküler

Abdullah İpek – Dön-ü-şüm

“Elinde kahve kupasıyla aynanın karşısına dikilip kaldı. Uzun uzun kendine baktı. Gözlerinin altındaki morluğu serçe parmağıyla sıvazlayıp bıraktı. Geçmiyordu, ne yaparsa yapsın geçmiyordu. Hangi vakit aynaya baksa ve o mor halkayı görse aklına “Otuz Beş Yaş” şiirinin bilindik mısrası gelirdi. Ortaokul yıllarında belleğine yerleşen bu şiir, otuzundan sonra sık sık yoklar olmuştu kendisini.”

“Çok kalabalık olmasa da fena sayılmazdı düğünleri. Mutluydu. İstediği, âşık olduğu adamla evleniyordu. Keşke annesi biraz daha kalabilseydi bu mutlu gününde. Babası da gelseydi ya. Mühim olan onun mutluluğu değil miydi? Kaç kez aradı, yanına gitmek, düğününe davet etmek istedi ama olmadı. Kırılmıştı babası. İtikadı bozuk birine damat diyemezmiş. Gelmedi, gelmeyecek de. Bari annem gitmeseydi, dedi salona göz gezdirirken. Dünya sürgününe sebep Havva kadar mahcup ve yalnız hissetti kendini.”

Hüseyin Hakan – Gözün Bildiği

“Fena sayılmayacak bir hava var. Arkamda, mevsim değişikliğini ilan eden sesler temposunu düşürmeden devam ediyor. Yalnızca yayalara açık sokakta zemin malzemeleri, mevsimlik çiçekler ve peyzaj düzenlemesine ait yevmiyeli sesler. Bir süre izliyorum. Torf, ağaç kabukları, çakıl taşları ve bitkilerin estetiği bozacak kadar büyümesini engelleyen yeşil tabaka çoktan döşenmiş. Aynı türden çiçekler aynı alana dikilmiş. Petunya petunyayla, menekşe menekşeyle…”

“Kalabalık çekilince yaklaştım. Kendimi tanıttım. Yan yana oturduğumuzu, olanı biteni tafsilatıyla anlattım. Ayla da geldi. Saçlarını tepesinde topladı, sabitledi ve gayet kararlı hamlelerle elindeki paketten şekerleri incitmeden çıkarıp küçücük ağzından içeriye yuvarlamaya koyuldu. İşçileri gören bir banka üçümüz birden sıkıştık. Belediyenin logosu ve başkanın ismi iyice yeşermişti.”

Rıdvan Yüksel – Kara Kara

“Okulun son haftaları. Öğrenciler için mayıs büyük sıkıntı. Devamsızlık bakiyeleri yetersiz zavallıların. Dibini sıyırmışlar kışın. Bana bıraksalar bahçeye salarım hepsini. Bu libidoyla durulmaz dört duvar arasında. Başa vursa ağrı yapar, ele vurur yumruk olur, dile gelse disiplin dosyaları kabarıverir son düzlükte. Sonra uğraş dur. Yazık günah.”

“Kutay’ın şımarıklığı biraz babasından. Daha doğrusu babasının ona altın tepside sunduğu hayattan. Bunun bir hibe değil de yüksek faizli kredi olduğunun farkına varamıyor. Bir bilse hiçbir tefeci yaş tahtaya basmaz.”

“Kutay’ın gözündeki mora çalan mavide değilim. Fehmi’nin çözülmüş yumruğuna ve avucunun siyahına neyi yakıştıracağımı, disiplin dosyasına tam olarak ne yazacağımı düşünüyorum kara kara.”

Sevde Kayış – Deli Güllâbicisi

“Ailemizde deliliğe genetik bir yatkınlık olduğu doğru ve bu durum köyümüzde herkes tarafından bilinir. Büyük dedelerimden, akrabalarımdan da akıl zâyiliği yaşayanlar olmuş. Benimki ondan değil. Başıma ne geldiyse öğretmen okulunda okurken geldi. Ne solculuk anlarım ne sağcılık. Ben bir çobanlık bilirim, davarcılık, malcılık. Onu da abilerim yapar. Sen küçüksün biz yandık sen yanma dediler okuttular beni. İşte ne olduysa orda oldu. Çok vurdular bana, başıma başıma.”

Emame Akman Harmancı – Paşa Çok Üzülür

“Akşam eve gelen dedenin elleri kolları dolu. Odaya bir poşet dolusu öteberiyle geliyor. Kerem Paşa boynuna sarılıyor yaşlı adamın. Krakerlere, çikolatalara heyecanla bakıyor, hangi birini yiyeceğini bilmiyor. Anneannesi yetişti.”

“Akvaryumun çatlayan camı saniyeler içinde ayrılıyor. Büyük bir şangırtı. Ortalığı götüren selin içinde ağır çekimde kayıyorum. Kadının bağırışları şimdi çok daha net duyuluyor. Koltukta kal oğlum, cam batar ayağına. Tuhaf bir uğultu var suyun dışında. Kerem hiç böyle yapmazdı, biliyorum. Balık. Balığı al efendi. Suya koy. Çabuk. Paşa çok üzülür.”

Mahalle Mektebi’nden Şiirler
Kim görürdü içindeki kuyuyu
Ben eğilip gözlerine bakmasam
Matkap alzheimer olsa
Delmeyi unutsa
Sen yine vururdun bir yolunu bulmayı
Kim görürdü içindeki kuyuyu
Ben ipini içime sarkıtmasam
Bilgehan Tuğrul

Kissinger öldü
kader mefhumuna yeni bir şerh düşüldü
defne dalları taşeronlaştı, sıyıramadı romantizm yakayı
sıyırsa ne olacaktı ki sanki, dağıldı çoktan muhaliflerin suratları
mihrap bellendi gece, sükse yaptı zenginlikleri cehennemin
ne dernekler geldi geçti, değişmedi tanımı retoriğin
feza çoraklaştı bir nefeste, takozcular haraca bağladı melekleri
sofralar kuruldu buluttan pavilyonlara
harmoni, mezeler, vallombrosa
içtiler efendiler
evet, sağlığınıza
Kemal S. Sayar

Bütün yasların kopyasını çıkarttım
Astım duvarlarıma raptiyelerle çaktım onları
Ne yapsam hangi çeperden yana dönsem
Çürüyen sesimle yönelsem örneğin
Kendi hayatımı geviş getiriyorum gibi
Kopya hayatlarım oldu böyle birkaç düzine
Kopya çek ya da çekme
Arzun bilir ulu söyleme!
Vural Kaya

en sonunda son nefesinde
ve sondan bir önceki nefesinde
ve hatta sondan iki önceki nefesinde
bir otobüs dolusu kelimenin peşinde
tek sese sığabildi
o seste bile boşluklar kaldı hatta
bir yılkı bile sığabildi
o boşluğa
Suavi Kemal Yazgıç

Aydos, Sayı: 39

39. sayısına “Yine geldik harfe dayadık sırtımızı.” diyerek giriş yapıyor Aydos dergisi.

“Harfler, yalnızca sesleri taşıyan işaretler değildir; aynı zamanda insanın iç dünyasının, yönelişinin ve niyetinin de iz düşümüdür. Her seçilen harf, aslında içimizdeki tarafın, meyletmek istediğimiz yönün bir yansımasıdır. Bu yüzden kelime yalnızca harflerin birleşimi değil, aynı zamanda bir duruşun, bir tercih beyanının ifadesidir. Çığlığı mı deseydim yoksa?”

Erdemli İnsan’ın Bilinçli Yalnızlığı

Hayati Özgür, Beşir Fuad’dan, felsefeden, hayatın içinden notlarla erdemli insanın bir tercihi olan yalnızlık teması üzerinde duruyor yazısında.

“İdeali yaşatmak yahut idealize edilene temsil kazandırmak adına zikredilebilecek isimler manzarayı değiştirmeyecektir, erdemli insanların varlığına ulaşmak mümkün olsa bile bu sayı toplumun geneli karşısında bir azınlık olarak kalacaktır; dolayısıyla erdemli toplum olgusunun Beşir Fuad örneğinde yaşanılan zaman/yüzyıl noktasında imkân dışı olduğu görülmektedir.”

Emre Gül ile Su Yontusu Üzerine Söyleşi

Sıddık Ertaş, Emre Gül ile ilk kitabı Su Yontusu üzerine bir söyleşi yapmış.

Şairin şiir yolculuğuna ve ilk kitabın oluşum aşamalarına bizler de şahitlik ediyoruz.

“su yontusu, büyük oranda dergilerde yazdıklarımın toplamıdır. beş altı yıldır dergilerde yazıyorum. bir süre sonra bir yerlerde yazmak, ilk kez olduğu gibi heyecan vermiyor. kitap yayımlandığında öyle oldu. işte orada, kitap. hepsi bu. ama ilk imzamı annem için atmıştım, en mutlu hissettiğim birkaç andan birisiydi.”

“çok küçük çapta, çok kısa süreliğine kimsenin okumayacağı kitaplar bastım. bir provalığına müzikle ilgilendim. altı kişiyiz. bir stüdyo bulmuştuk. kadıköy’de. v’nin arkasında. stüdyoyu kullanmak için exnun isimli grubun çıkmasını bekliyorduk. sıramız geldikten ve birkaç burzum parçası çaldıktan sonra velvet underground’tan heroin çalmayı önerdim. kimse velvet underground’ı bilmediği için müziği o gün bıraktım.”

Zaman ve Çağa Felsefi Yakarış

Hayrettin Taylan, zaman ve çağ bağlamında yaşadığımız karmaşayı anlatıyor yazısında. Farkına varmakla ilgili bir durum bu. Kendini suyun akışına kaptıranların çok da anlayamayacağı bir savruluş bu.

“Öteleşmeler, boşunalıkları, bunalımlar, boşluklar, hoşluklar, huşular, uzayıp giden çağın duygu külliyatı üzerinde patolojik veriler olmadan varsayımlara sarılmak bizi yanıltır. İnsanın “olabileceği” kişi ile “olduğu” kişi arasındaki dehlizlerde birçok güçlü edim var. Olanla, olacak arasındaki alacak –verecek iklimdeki insanın oluşma ve kalma sürecinde derinlikler var. Her şeyi bir boşunalığa akıtamayız.”

Aydos’tan Öyküler

Müştehir Karakaya – Hastane Önünde İncir Ağacı

“Bu koskoca hastanenin önünde incir ağacı yok, bir çınar ve iki tane de kestane ağacı var. (o zaman bunlar vardı, şimdi ne var?) Bahçede bir adam, bir genç adam daha. Bir kadın, bir genç kadın daha. Genç kadın olanı bankın köşesine oturmuş, düştü düşecek. Her an ayağa fırlayıp kaçacakmış gibi. Yayıldığına bakılırsa biraz kilolu. Yanındaki orta yaşlı kadın, karşılarındaki bankta oturmuş, biri genç biri ihtiyar adama bakıyor. İhtiyar adam yere bakıyor.”

“Kalem ve defteri cebine koyuyor, intihar ettiği düşünülen genç kızın soğuk ve körpe bedeni acil kapısından içeri alınırken. Sonra… Sonrası, hışımla gözlüğünü daha indirmeden, elini sağ montunun cebine atıyor, sigara paketini arıyor, bulamıyor, yok diyor, bitmiş diyor, ne diyorsa, gözleri, yaşlı köylünün oğlunu arıyor, ortalıkta görünmüyor.”

Sevda Deniz K. – Asılı Kalmış Cümleler

“Yanılmamıştı. Son cümle avizeden, iç taraflardaki taşlardan birinden ince bir ışık hâlinde dökülmüştü. Oldukça eski belki de aylardır tozu alınmayan o ışık hüzmesine bakıp daldı. Artık korkmuyordu. Acele etmeden bir bardak su içti. Gecenin bu vaktinde sigara içmek gibi bir alışkanlığı olmasa da paketini yanına aldı. Fakat içmedi, bekledi. Neyi beklediğini bilmeden. Camlara vuran rüzgârın sesini dinledi. Onun da söyleyecek bir şeyi var mıydı diye düşündü. Çıt çıkmıyordu. Dikkat kesildi ama yeni bir cümle yoktu ortalıkta. Tam sigarasını yakmıştı ki şikâyet ve öfke dolu bir cümle pat diye düştü dizlerinin üstüne.”

Gül Tanrıverdi- Acı Tanesi

“Aktarım başlamıştı. Önce derin bir nefes almasını ve rahatlamasını sonra niyet edip gözlerine bakmasını istemişti. Gönül denileni yaptı. İki kadının arasında görülmeyen bir enerji akımı devreye girmişti. Akışın kuvvetiyle alıcı kadında ağırlık oluşmaya başlamış ve boğulacak gibi olmuştu. Artık bedeni; durmak istediğini belli eden sinyaller vermeye başlamıştı. Buna rağmen durmamış aktarıma devam etmişti. Birçok kez böyle bir durumu yaşamış ama üstesinden gelmişti. Yine başaracaktı biliyordu.”

Ahmet Yılmaz – Yapboz

“Dilek çiçeklerin arasında fotoğraf çektirdi bütün gün; birçoğu yalnız bu yöreye özgü, bu coğrafyada yetişen türdendi. İsimlerini öğrendi, dönüşte kocasına anlatacağı nice hatıra biriktirdi. Ömür yaşlı bir kaplumbağaya rastlamış, çığlığı basmıştı. Esma’nın saçlarına papatyalar, yıldız çiçekleri konmuştu kelebekler gibi. Rüzgârla esip kabaran dev bayrağın altında bir çifte rica edip anne ve kızları fotoğraf çekildiler. Hava serinleyince babalarını aradı gözleri.”

Berfin Sude – Kuşun Dönüşü

“Dondu kaldı Serenay. Ardından pencereye koştu. Gözleriyle gökyüzünü taradı ama Maviş gitmişti. Geri dönmeyeceğini hissetti. Bir atasözünün daha ne anlama geldiğini görmüş oldu. Öfkeyle kalkmıştı ve mutlaka zarar ile oturacaktı, şimdilik ayakta olsa da / donakalmıştı… Üstelik zararı sadece kendisine de değildi. Maviş gitmişti.”

Aydos’tan Şiirler
Sabah Ezanları ve
Kuş sesleriyle uyanmak istiyorum.
Güzel bir mısra düşürmek istiyorum
Gönlümün ırmağı kır çiçeklerinden
Doğunun ışığı kalbimin ağrısından
Mavi için bir yol bulabilirim
Cesaretimden.
Nurettin Durman

sırtında nem taşımayan yaprakla konuşuyor
dili açılmamış bir pus, tilkinin yüzüne çömelmiş
her ağaç içini susturmuş, kabuğu kendisine dönük
Emre Gül

ey benim sen dediklerim
doğrudur hiç biriniz
sen değilsiniz
doğrudur
takvimlerin sessizliği
soruların cevapsızlığı
anların geçmezliğinde
yılların geride kalmışlığı
hepsi doğrudur
ve ben hep eğriyim
hep yanlışım
hepsi doğrudur
ve kesinlike daha fazlası
Suavi Kemal Yazgıç

Devşirip bir gülden sevmek gelirdi elinden
Bak neler sığdırdın içime bir lekeyle gizlenen sesten
Beni bir evden hep aynı ellerden
Buzdan en güzel çağırışların çat kapılardan
Kırılmış bir dal gibi kaldım her yerden
Burhan Tuz

âdemin. ademdenim. işte benim
kıtalar ortası senle dolanıp duran
yenildim vakitsiz bir yutkunuşa
durdu zaman. öldü ölüm. çıkalım dünyadan

örtüverin perdelerini odamın
onsuz gittiğimi görmesin annem.
Mustafa Işık

Maziyi yatırıp kollarıma ninniler söylesem
Ati rüyalara ve nice geçmişlerimizin ruhuna değse
Uzunca bir yola çıkacağız seninle tatlı bahar rüzgârı
Kapımızda bağlı at vakti gelende çeker gideriz
Kenan Çayıroğlu

Sonsuz varlık devinirken toprakta
Bahardan düşen bir nefes gibi
Dağlarda açan yaban çiçeğinin uykusunda
Saçlarından süzülen nergis kokularıyla
Sarhoş olur yüreğim
Binbir renkli çiçeklerin
Yıldızların arasında
Her renkte seni sevmek ne güzel
Talip Işık

Kim attı iftirayı aldatıcı dedi sana
Boş ver yalancı La Fontainleri
Elma dersem çık armut dersem de çık
Ağustos böceği de gelsin yanına
Birlikte söyleyin o tekerlemeyi
Önüm arkam sağım solum sobe
Erol Erdoğan

Susunca gölge
onlar parıldar
Sanki her biri yolunu gözlediği
yıldızlarmış gibi
Yanarak anlatırlar kendilerini
Her yangın bir söz olur
her sözle yanar bir ömür
Doyunca yaşanmayan
Ömer Faruk Yelkenci

Uçmayı bilmeyen kuşlar nereye sığınsın
Göğün göğsü bu kadar enginken
Bu kadar acı, bu ka/dar açıya nasıl sığıyor
Bu katlı apartmanlar, kartlı site kapıları
Bu kambur sırtımızda, bu utanç yüzümüzde
Nasıl da yakışıklı bir makyaj
Cihat Barış

madem kafir diyorlar sana ey gece
neden omuzlarında bir dolunay taşıyorsun
çapraşık hevesler sunuyorsun sabahlara
ve ben niye öpüp başıma koyuyorum
şehrin kaldırım taşlarını
Fatma Cengiz

kekre dilimi gördü cümle âlem gerisini söylemeyeceğim
söylemeyeceğim ağzımla çatallaştırdığım kan izini
ıssız aynalardan çekiyorsam çamur hülyası kendimi
gönlümden göçen nakaratları, kavuştakları söylemeyeceğim
bu tanımsız rivayeti bu loş söylenceyi bu son Allah biliri
yürüme mesafesindeki ömrümü artık söylemeyeceğim
Sinan Davulcu

Gütfe Edebiyat’ta Bozkır Dosyası

Güfte Edebiyat dergisi, dosya konularıyla, yeni isimlerle her dem taze olmanın verdiği enerji ile yoluna devam ediyor. 26. sayının dosya konusu “bozkır.” Derginin dosya konularını okuyunca hem konuya tam anlamıyla vâkıf oluyorsunuz hem de içinizde dosyada işlenen konunun sesi çınlayıp duruyor. Bu, bir dergi için oldukça önemli bir başarı. Devamını diliyorum.

Bozkır Dosyasından…

Eyüp Erhun Köse – Bozkırın Ardından: Günümüz Edebiyatında Bozkırın Postmodern Estetiği

“Bozkır, artık yalnızca ovanın, kırların veya uçsuz bucaksızlığın anlatımı olmaktan öte, hatırlamanın da adı olmuştur. Bir zamanlar çığlık gibi anlatılan, harf harf betimlenen, rüzgârla konuşan o coğrafya… Şimdi sessizliğin içinden bir bellek gibi davranıyor. Günümüz edebiyatında bozkır, anlatının tam ortasında bulunmuyor elbet, ama cümle aralarında bir gölge gibi süzülmekte. Artık bozkırda yaşamıyoruz; ancak tam da onun yokluğuyla, onun eksikliğiyle yaşıyoruz.”

Songül Uslu – Benim Ölümüm Kanatlıdır

“Ellerim ıslak ve kimsesizdi. Yazdım, sildim, ağladım. Önümüzde küçükçe, pitili bir masa örtüsü, üstünde iki kuru incir ve bir fındık vardı. “Canım,” dedi, “Bir gemideyim ve ellerim yok. Bir gemideyim. Ağrılı, ağrılı, ağrılı bir gemide ve ellerim yok. Değil mi canım?” Kafamı salladım, tasdikledim. İşin aslı anlamıyordum ve o bir gemide değildi. Elleri yerli yerinde; kancasız, çiziksiz, bembeyaz, pare elleri yerindeydi ve biz buz gibiydik. Ocaktı, kumlar vardı ayaklarımızın altında. Kafasındaki tümörden yahut bitlerden veya cinlerden dolayı kemirdiği tırnakları kanlanmıştı.”

Berrin Yüksel – Bozkır Kaçkınlarına Mavi Sonlu Masallar

“Mavi kızın yıllar geçtikçe sararmaması yaşlıların hiç hoşuna gitmemiş. Çekmişler bir kenara babasını. Yap artık bir şeyler, demişler. Töremizi biliyorsun. Kızının rengi bir yana, neşeli sesinden herkes rahatsız. Mavi, huy oldu biraz da senin kızda. Sakin, sarı insanlarız biz. O; mavi, cıvıl cıvıl bir şey. Olmuyor. Rengini değiştiremiyorsan da bari sesini kıs. Babası Bozkır ülkesinin en mutlu evinin kendi evleri olduğunun farkındaymış. Bilirmiş ki ülkenin en az sarı evi kendilerinin. Kimin evinde mavi bir çocuk varmış ki kendilerinden başka? Bunun çok büyük bir mucize olduğunu hissedermiş. Bundan dolayı yaşlılara “tamam” demiş ama dokunmamış maviliğine kızının.”

Feyza Cengiz Dündar – Bozkırın Penceresi

“Pencere ardına kadar açıktı. Etekleri rüzgâra teslim olmuş bir kadının sessizliğiyle doluydu oda. Güneş, bozkırın üzerinden süzülüp odanın tahta zeminine düşüyor, uzun sarı gölgelerle sanki zamanın ağırlığını gösteriyordu. Emine, her sabah olduğu gibi aynı sandalyeye oturmuş, aynı bozkıra bakıyordu. Fakat bozkır, her gün başka başka susuyordu.”

Yasemin Yetkin – Davulun Sesi

Orada… Bozkırda tepelerin eteğinde bir köy. Küçücük ve yoksul… Göz alabildiğince burçak tarlası. Geleneklerin dört bir yandan sardığı kendi sessizliğinde yaşayan sabır kuşağını sarınmış bozkıra âşık bir avuç insan…

Ortalık, akşamın kızıllığında kehribar rengi yangın yeri. Gün bitmiş, güneş nesi varsa toplamış gitmeye hazır.

Adam iki çalı çırpı daha attı ateşe. “Bak akşam oluyor. Bugün de gün bitti, dedi. Ömür gibi…”

Benliğin Hafızası

Hilal Uluğ, Benliği Hafızası isimli denemesinde insanın hafıza sınırlarına doğru bir yolculuğa çıkıyor. Neler biriktiriyoruz yaşayıp giderken. İçimize attığımız her şey bizim bir parçamız oluyor. Uluğ’un deyimiyle benliğin hafızasındaki yerini alıyor yaşadıklarımız.

“Sadece istenmeyen davranış biçimleri için geçerli değil elbette. İçinde serpilip geliştiğimiz ortamın bize kattığı her güzellik de bizlerde bir iz bırakıyor. Zaman içinde yanlış yollara gitse de adımlarımız, yayladan salınan hayvanların kendi evlerini buldukları gibi, içimizde bizi doğruya götüren güçlü hislerle karşılaşıyoruz. Yanlışa uzanan ellerimize adeta kepçeyle vuran anne edasıyla başımızı bekliyorlar. Huzursuzluk ve suçluluk o anlarda iki vicdan polisi gibi görevini ciddiyetle sürdürüyor.”

Hüzeyme Yeşim Koçak ile Söyleşi

Bayram S. Taşkın bu sayı Hüzeyme Yeşim Koçak ile bir söyleşi yapmış. Çalışmaları, edebî faaliyetleri, dil üzerine düşünceleri gibi birçok konu işleniyor söyleşide.

“Kendi edebî yolculuğumdaki intibalarımdan bahsedeyim. Evvelce yazma denemelerim olduysa da uzunca bir ara verip tekrar sahneye çıkışımda bilhassa Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması’nda aldığım üç ödülün büyük bir tesiri, katkısı ve sevki oldu.”

“Türler arası geziniyorum, melez yazılarım da bulunuyor. Cümlelerinize bir vatandaş, bir sözcü, adalet hakikat arayan bir gözcü, ezilen insanların çığlığı sirayet edip ses vermek istiyor. Siz halksınız, yüce bir milletin ferdi, şerefli bir davanın neferisiniz.”  

“Aslında bir çırpıda metni yazmam nadirattan. Basit gözüken bir köşe yazısı bile 3-4 saatimi alıyor. Genellikle önceden notlar alırım. Bunların yazıya dökülmesi bazen uzun zaman gerektirir; bazen öylece kalır ya da günler, aylar sonra parça pinçik yazı takımı(!) başkaldırır, uğraştırır.”

Güfte Edebiyat’tan Öyküler

Yasin Gültekin – Kiremit Yüzlü Yalnızlık

Uyanır uyanmaz, açılan göz ilkin su arar. Bir yudum su bütün yangınlar için… Sonra bir lokma şey, akşamki çilingir sofrasından arta kalan ekmek parçacıkları… Ekşimiş peynir, bütün yağı çekilmiş zeytin taneleri, sebepsiz bir iki dilim helva, bütün yangınlardan sonra ağızda bir türlü gitmeyen o pis acılık için… Gün ortası olmalı, sonra ikisinden biri nasılsa çayı demlemiştir, ilk sigaralar yakılmıştır, ardından çokbilmiş, uyarıcı mahiyetinde bir cümle, “Aman ha” der Tufan Kadir’e “ Yakma kendini, bu kız için değer mi?”

Tuğba boz – Elleri Bağlı

Nerede bırakmıştı ipin ucunu? Ya da o ince iplik ne zaman kopmuştu? Öyle ya Bay X bile olsa doğmuştu. Daha doğmadan ismi konmuştu. Bir bebek olarak birilerini sevindirmişti. Onun da süt emerken gözlerine baktığı bir annesi muhakkak vardı. Yaşamıştı yani. Bir yerde bir zaman vardı. Gözüne küçük sinekler doluşmuş gibi elini boşlukta salladı. Hatırlamak, hayalet görmek gibiydi. Ve küçük sineklere dönüşüp gözlerini acıtıyordu. Anne. Bay X’in de annesi vardı.

Fatma Düzenli Gür- Sığınak

 Sığınak karanlığa gömüldü son ışığın da cızırdayarak sönmesiyle. Bu duvarlarından su sızan, ancak tek sıra hâlinde durulabilen rutubetli yerde yalnız olduğunu sandı. Mermiler belki henüz uzuvlarına ulaşamamıştı ama her birini içinde duyuyor, bu daracık yerde aklını kaçırmamak için belki bir daha hiç göremeyeceği kendine ait olmayan koyunlarını sayıyordu. Tam binlerdeyken sırayı şaşırıp tekrar başa dönüyor, lanet ediyordu karanlığa ve savaşa.

İbrahim Gürel – Yerden Göğe

Günler öncesinden anlaşmıştık Melih’le. Arabayla gidebildiğimiz noktaya kadar gidip geri kalan kısacık -ona göre- yolu yürüyerek tamamladıktan sonra kampımızı kuracak, ateşimizi harlayacaktık. Ateş yerine arabamız yandı. O kadar uyardım gelirken: “Oğlum fazla basma, sıkıştırma şu külüstürü.” Kendinden emin olduğu kadar arabadan da emin olsaydı keşke. Olanlar oldu olmasına da bir de suçu babasına atmaz mı?

“Ah, baba! Sana kaç kere yalvardım, şu antikayı satalım. Yerine şöyle cillop gibi bir pikap alalım. Sen bağ bahçede kullanırdın, ben de arazide. Şimdi ne oldu? Bu saatten sonra ne senin işini görür ne de benim.”

Fatma Tutak – Kopardım Çünkü Çok Güzeldi

Bir sabah gün ağarıp ilk sıcaklığı çayırlığa yayılmaya başlayınca lavantalar, biberiye, sarısalkım, mimozalar, laleler hep bir ağızdan sesleniyor: Geliyorlar! Oynak bir poyrazın helezonuyla vızıltıları uğultu şeklini alan haberci kabilinden iki üç öncü açılışı yapıyor. Sonra üçerli beşerli gruplar halinde sökün ediyorlar. Kardeşlerimle beraber heyecan içindeyiz. Nihayet diyoruz, nihayet ebediyete uzanacak, sonsuz olacağız. Sıra bize ha geldi ha gelecek; heyecanın doruklara ulaştığı civcivli anlar… Tam bu anda dev ayak sesleri duyuyoruz. Bilmediğimiz bir dilde birkaç kelam, kıkırdamalar derken pıt! Her yer kararmadan önceki son his: Gövdemden yukarı doğru yayılan can sızısı…

Ferzâne Velizâde – Bagaj

Bavulumu isteyerek arabanın bagajına koydu. Onunki daha küçüktü. Çocukların isimlerini bagaja sıralamıştım.

Düğün fotoğrafımız için yer bulamadım. Ama yine de evin krokisi için bir yer yaptım. Kayınvalidem evi kendi kayınvalidesinden, kayınvalidesi de kendi kayınvalidesinden almıştı.

Kocam kendisin evi yakından görmediğini söyledi ama kayınvalidem krokiyi çizdiği için evin duvarları ve kapıları bal kavanozlarıyla doluydu. Havva topuyla kavanozlara vurmasın diye çocuklarım için nasıl bir oyun odası yapacağımı bilmiyordum.

Yüksəl Mustafayeva Sabirqızı – Köçəri Quşlar Hava Limaninda

Sentyabr ayına çox az qalmışdı. Köçəri quşlar, yavaş-yavaş öz çamadanlarını yığır, qışı keçirəcək dostları ilə sağollaşırdılar. Bu quşlar içərisində göy göyərçin balası BikBik heç isti ölkələrə getmək istəmirdi. O, öz dostu sərçə Cippi ilə oynamağı çox sevirdi. Ayrılmaq ona çətin gəlirdi. Əvvəlcə Bik-Bik ana atasından gizlənərək bu ölkədə qalmaq istədi. Sonra fikrini dəyişdi “Bəlkə dostuma mənimlə getməyi təklif edim?” deyə düşündi. Cippi isə qış fəslini çox sevirdi. Əlbəttə ki, dostu üçün də darıxacaqdı. Lakin o, anasından ayrılıb getmək də istəmirdi. Odur ki, Bik-Bikin təklifinə razı olmadı. Quşlar bir biri ilə qucaqlaşıb sağollaşdı.

Güfte Edebiyat’tan Şiirler
İçimizde uğul uğul akar şimdi sesleri
Kimi Emrah diye çağıldar kimi Cahit
Gülebi’de bir seher vakti bir çocuk
Kamyonları gözler içinde gurbet
Kavunlar taşınır, şarkılar biter
Biz arkaçlarda usul usul ağlarız

Şimdi yürüdüğümüz yollar ıssız
Atların terkilerinde kurutulmuş güller
İsli aynalarda bekleşir düşlerimiz
Yılkıların boynunda koyun çanları
Kaybolan töremizi arar dururuz.
Altan Serim

Ben artık soruları mektup zarfına koyup rüzgâra veriyorum.
Zarfı da yollamıyorum,
Deniz alınca sorularımı kumsal cevaplarda doğuyorum
Yol uzun değil,
Sadece içime katlanamıyorum.
Gözlerimle değil,
Toprak altından gelen kök sesleriyle bakıyorum artık.
Ben nereye baksam orası çölleşiyor
Ben nereye baksam orası kaktüs dikeni
Belki de gözlerim, gizli bir kuraklık biçimi.
Bozkır büyüyor içimde.
Gece çökünce ben,
Bozkır büyüyor içimde
Sabah doğunca ben,
Büşra Künteci Günay

ilk ölümümü gördüm.
ölümümdü evet,
çünkü kulağıma ezanı okuyan oydu.
yok canım, bahsim kuşlara değil;
geçenlerde dedemi gömdük.
toprak hazretleri bir doğuma şahit olanlara bulaşıyormuş,
servilerle toplantı yaparken duydum,
delile yer yokmuş.
Betül Sever

kırk şehrin kırk dilsiz vaktiyim
bir ikindiye bağışladım/ bir ikindi bağışlasın beni
kuşlarla baktım anlamayan buluta
kirpiklerimde çürüyen gökyüzüne/küflenmiş tuza
eşyaya ve zerzevata
soğuyan bir ölüye bakar gibi baktım
Haşem Baygümüş

Abdal olup sahra çöller dolandım
Ferman çıktı gurbet ile yollandım
Derviş hırhasını kendim kollandım
Maşuk için deryaları geziyem

Bir deryaya vardım ummandı umman
İkrarından dönen bulmazdı aman
Yalancıya lanet demişti Kur’an
Ahdimdeyim hakkın gören gözüyem
Casim Babaoğlu

Kuş uçuşu belki
İyi gelir göğüs kafesindeki ağrıya
Tenha bahçesinde zamanın
Şifa bildim hep
Duldasını asil şiirin

Ne çok yoruyor
Yokluğunun ağır ritmi
Tattığım yenilgilerin her tonu
Yüzümdeki çizgilerde işli
Cihat Barış

Bütün şeirlərim səndən ibarət,
Məni şair edən – sənsən, təkcə sən.
Hərfləri ilmə – ilmə toxuyub,
Söz etmişəm,
Sözləri heca – heca hörərək,
Misra-misra səndən yazıram mən.
Murad Ziya

Hayal Bilgisi, Sayı: 58

58. sayısıyla karşımızda Hayal Bilgisi dergisi. Aynı samimiyet ve içtenlikle bezenmiş derginin her sayfası bizi ayrı bir dünyayla tanıştırmaya devam ediyor.

Karardan bahsediyor dergi giriş yazısında. Kendimize ve dünyaya dair aldığımız kararların altını çizen bir iç geçirme olarak okuyabiliriz bu yazıyı.

“Evet, mazlumlar Filistinlilerden ibaret değil. Evet, tarih şeridinde geriye gidince hiçbirimiz mükemmel değiliz. Evet, bir şekilde bizler de hayatlarımıza, evlatlarımıza, işlerimize dönmeliyiz. Ama böyle alışmak, böyle “ne yapalım” yenilmişliği, böyle “Allah beterinden korusun” çaresizliği, böyle insanın ve Müslümanın ve annenin ve evladın ve babanın ve atanın şerefinin ayaklar altına alınması, böyle aç bırakılmak, böyle yalnızlık ve kimsesizlik, böyle terk edilmişlik.. Hayır, hayır, hayır! Böyle olmaz.

Utanç içerisinde öleceğiz. Verdiğimiz kararlarla baş başa kalacağız.”

Ercişli Emrah’ı Anlamak

Ercişli Emrah’ı anlatıyor Cihat Albayrak. Yaptığı çalışmaları, Ercişli Emrah’ın hayatı ve eserleri ayrıntılı olarak ele alınmış yazıda.

“Çocukluğumuzda parklarda âşık atışmaları olurdu. Ercişli Emrah ile Selvi Kültür ve Sanat Festivalleri yapılırdı. Heykeltraşları, ressamları, ülkenin dört bir yanından gelen âşıkları görme şansımız olurdu. Gerçek anlamda kültür ve sanat festivalleriydi. Ne yazık ki yapılmıyor artık.”

Ercişli Emrah badeli âşık. Rüyasında yeşil sarıklı pir tarafından yeşil fincanda üç kez bade içirilmiş. Şiir söylemeye ve saz çalmaya bundan sonra başlamış. Üçüncü kadehte Selvihan’ı görmüş. Uyandığında ağzından yeşil köpük gelmiş. “Bade içme, Emrah ile Selvi arasındaki bir hayat sözleşmesi gibi.”

“Ercişli Emrah İle Selvihan’ın mezarlarının Çelebibağı büyük mezarlıkta olduğu düşünülüyor. Tarihi Erciş kalesine yakın. Erciş’in yaşlıları, çocukluk çağlarında mezarlığa gidip Emrah ile Selvi’nin yan yana olan kabirlerini ziyaret edermiş. Oradan kopardıkları gülleri bahtlarının açılması için kızlara verirlermiş.”

Kaybettiğimiz Meçhul; Kendimiz

Fahri Tuna, en çok ihmal ettiğimiz bir değerimizden bahsetmiş; kendimizden. İnsan en çok da kendini ihmal ediyor koşuştururken. İhmale gelmeyecek bir hâl bu. Çünkü insanın kendini ihmal etmesinin telafisi olmuyor.

“Bin bir hengâme, gürültü patırtı, koşuşturma arasında hep unuttuğumuz, daima unuttuğumuz, her zaman unuttuğumuz biri var: Kendimiz. Aynaya baktığımız yok. Yüzleşmiyoruz kendimizle. Durup dinlendiğimiz, nefes aldığımız yok neredeyse. Çok meşgulüz, hep yetişmemiz gerekiyor bir yerlere, sadece bugünümüz değil yarınımız yarınlarımız ajandamız da dopdolu. Projeler, programlar, portfolyolar. Dünyayı kurtarıyoruz sorarsanız. Kutsal hedeflerimiz var. Misyonerce koşuşturan idealist bir kahramanız her birimiz. Güya. Sureta.”

“Unutmayalım; kaybettiğimiz meçhule dönme zamanı. Daha fazla geç kalmadan. Vakit, özözümüze sığınma zamanı. Belki o zaman, insan oluruz da her şeye sil baştan yeniden başlarız. Haydi Bismillah! En tazesinden hem de.”

Tutunabilenler

Derginin en güzel bölülerinden birisi olan Tutunabilenler, her sayı hayata tutunan, verdiği mücadele ile örnek olan kişileri konu ediniyor. Bu sayı; Turgut Tunç derginin sorularını cevaplamış.

“Kalp ve tansiyon hastasıyım. Normal şartlarda İstanbul’da bir gün ilaç içmeyi unutsam hastanelik olduğumu çok biliyorum, tansiyon vuruyor ama orada 45-50 derece sıcakta o koşturmacada, birilerinin -özellikle Afrika özelinde söylüyorum- sıkıntısını giderdiğinizde Allah öyle bir kolaylıkla öyle bir güç veriyor ki! Bakın hakikaten inanamıyorsunuz…”

“Şu an Reyhanlı’da bulunan İdlibli Fatma kızımızı üç sefer ameliyat ettirdik. İstanbul’da Boğaz Köprüsü’nden geçerken hastaneye gidiyorduk Okmeydanı’na. “Çok güzel İstanbul di mi?” dedim. Fatma dedi ki, “İdlib daha güzel.” Hani bülbülü altın kafese koymuşlar vatanım da vatanım demiş ya, öyle.. Malum bazı mülteci tartışmaları oldu. Her insanın, her memleketin iyisi kötüsü olduğu gibi onlarda da olabilir. Ama beş altı yaşlarındaki çocukların bile o zaman bir memleket hasreti ve özlemi vardı. Köprüden her geçtiğimde aklıma gelir bu.”

Şakir Kurtulmuş Günlüklerinden

16 MAYIS 2023 – HATAY Deprem bölgesine her gelişimizde farklı yerlere gitmeye çalışıyoruz. Daha önce göremediğimiz yeni yerleri görelim, gelişmeleri yakından takip edelim diye yeni yollardan geçmeyi tercih ediyoruz. Hatay’a depremden sonra üçüncü gelişimiz. Depremden bir hafta sonra ilk gelişimizi unutamıyorum. Sokaklarda yürüyemediğimiz, enkazlar arasında güçlükle ilerleyebildiğimiz bir yer. Çarşı tamamen yıkılmış, dükkânlar yok. Yürüdüğümüz sokaklarda enkaz yığınlarından ve toz topraktan korunarak geçmeye çalışıyoruz. Asi Nehrinin kıyılarında yıkılmış binalar, yukarıdaki dağın eteğine kadar uzanan yıkılmış bir kentin tozlu sokaklarında sanki kaybettiklerimizi arayıp bulmaya çalışıyoruz.

12 MAYIS 2019 – BİLECİK Bilecik’te Milli Eğitim Müdürlüğünün düzenlediği Edebiyat Okulu’nda lise öğrencileri ile bir araya gelip dersler veriyoruz. Projenin mimarı, koordinatörü Fahri Tuna dostumuz bu işi iyi biliyor, iyi de yürütüyor. Edebiyata ilgi duyan, okumayı seven ve yazma becerileri olan genç liselilerle her hafta bir araya gelip iki saat ders işliyoruz. Her ay bir kez de ‘Medeniyet Söyleşileri’ başlığı ile bütün liselere yönelik bilgilendirme amaçlı söyleşiler düzenleniyor. TYB Şeref Başkanımız değerli ağabeyimiz D. Mehmet Doğan medeniyet tasavvuru çevresinde gelişen müthiş bir konuşma yaptı.

Hayal Bilgisi’nden Öyküler

Ayşe Kalaycı – İmleç İlmi

“Bir gün yine tıkır tıkır gezerken Yazar’ın parmağı klavyede ona kendimi anlatan yepyeni bir hikaye yazdırmak istedim. O ise ihaneti anlatan bir öykünün en heyecanlı kısmını, karakterin detaylarını divan edebiyatı üslubunda, ağdalı tamlamalarla yazıyordu. Daha doğrusu şehvetle tuşlara vuruyor ve beyaz sayfaya kendi parmak izini çıkartmaya çalışıyordu. Yine heyecandan ne yazdığına bakmıyor sadece kelimeleri yan yana kondurarak eşsiz bir halı deseni dokur gibi devam ediyordu. Klavyedeki parmak hareketleri kendinden geçmiş bir piyanistinkinden farksızdı. “Kendinden geçiş”se icra ettiği sanat ne olursa olsun sanatçının yüzünde hep aynıydı, bunu fark etmiştim.”

Ayşe Ünsal – Nergis Zamanı

“Sabah erkenden tezgâhın başında uyuklamamdan endişe ederdi. Tezgâh… Üç adım karelik, yılların kokusunu içine çekmiş bir çiçekçi tezgâhı. Babam açmıştı, tam kırk sekiz yıl önce. İlk nergisleri, ilk karanfilleri, ilk gül demetlerini o dizerdi. Çiçekler hep taze, hep canlı olurdu; babam da öyleydi. Ama bu eve taşındıktan beş yıl sonra bir sabah uyandığımızda, evin havası ağırdı. Babam gitmişti. O gün annem, “Bundan sonra bu tezgâh sana emanet” demişti.”

“O an ellerim titredi. Nergislerin kokusu boğazımı yaktı. Kırk sekiz yıldır o tezgâhın arkasında duruyordum ve ilk kez biri bana çiçek vermişti. Demeti göğsüme bastırdım, gözlerim doldu.”

Erdal Şahin – Dost

“Yedi kişiden oluşan bu grup son ders zilinin çalmasıyla çantalarını toplayıp öğretmenlerinin verdiği ödevi aralarında konuşurken hızla merdivenlerden inip bahçeye çıkmışlardı. Verilen bu kompozisyon ödevinin konusu dostluktu. Bir sonraki haftaya kadar zamanları vardı. Bu ödevin amacı; arkadaşlık ve dostluk kavramları arasındaki farkı öğrenmekti.”

“Aferin çocuklar sizi tebrik ederim, bu çok mühim bir konu. Bunun önemini iyice kavrarsanız hayatınız hep güzelliklerle dolar, hep mutlu olursunuz. Çünkü insanın bu dünyada sahip olabileceği en önemli şeylerden biri iyi bir dosttur. İsterseniz sizinle bu konuda biraz muhabbet edelim, olur mu? Hazır yanınızda kâğıt kalem de var, isterseniz not da alabilirsiniz, ödeviniz için işinize yarayabilir belki. Ne dersiniz?”

Hilal Terzi – Ellerin ve Gazze

“Babamın elini tutmayı neden sevdiğimi, annemin neden yüzünü sevdiğimi o an anladım. Anladım ki annemin eşarpları bu yüzden hep tiftikleniyor, ince çorapları bu yüzden kaçıyor, kıyafetlerinin hep bir yeri bu yüzden çamaşır suyu oluyor. Bir ahtapotun kaç tane eli varsa o kadar yüreği, yüreğinin de o kadar elleri oluyordu annelerin.”

“Büyüsem de inatla ellerinden tutuyor ve yüzünü okşuyorum. Ve düşünüyorum. Hem ağlıyorken çocuklar hem de anneysen hem de Gazze ise vatanın, var ellerini sen düşün. Ellerin, ellerin ve parmakların / Bir narçiçeğini eziyor gibi…

/ Ellerinden belli olur bir kadın. / Denizin dibinde geziyor gibi / Ellerin, ellerin ve parmakların.”

Meltem Ali – Hızlandırılmış Hayat Okulu

“Yirmi üç gündür burada değildi. Mahallenin en korunaklı evinde oturuyordu. Günlerini bahçesini süslemekle geçirirdi. Yalnızdı. Evin içine girenler her yıl biraz daha azalıyordu. Komşuları gittiğini her sabah onu pencerede bekleyen adamdan duymuştular. Yanlarından geçerken görmedikleri bu insanın yokluğunun da bir anlamı yoktu onlar için. Ama adam onlar gibi değildi. Günler dolunca sabahın erken saatlerinde evden çıkıp kapıya yaklaştı. Balkonda kahvelerini içen komşuları da onu görünce neler olacağını merak edip ayağa kalktılar. İçerisi aydınlıktı. Ama bunda şaşılacak bir şey yoktu. Işık gittiği günden beri zaten hiç sönmemişti.”

Nigar Nas Kocabaş – Gülnur Hanım

“Dizlerine vura vura, hıçkıra hıçkıra ağladı. Hic seslenmeden, dokunmadan bekliyorum böyle anlarda, danışanın duygusunu paylaştığı anlar onun ve benim için çok kıymetli. İnsanlar birbirlerine bu zulmü niye yaparlar ki? Benden on yaş büyük ama sanki yetmişinde gibi kadın, o kadar yanmış, kırışmış cildi, güneş lekesi dolu eli yüzü bahçede çalışmaktan. Çocukları “iyi değilsin anne, seni ile götürelim” diye ikna edip getirmişler yanıma. Önce epey bi kızdı, “ben deli değilim” diye, “ben de doktor değilim, sohbet ediyorum misafirlerimle” dedim, nasıl öfkeli, kızgın…”

Yunus Kemal Aydoğan – Antikacı

“Vay anam vay… İçeride beklediğimden de fazla çeşit vardı. Raflar, dolaplar, vitrinler dolusu o kadar fazla eşya vardı ki bunca şeyin şuncağızcık bir dükkâna nasıl sığdığına akıl sır erdiremedim. İki üç kişinin aynı anda hareket etmesine elvermeyecek genişlikteki dükkân içinde onu bunu kırmamak için azami dikkatle etrafı süzüyor; hangi yana baksam ilgimi çekecek başka bir şeye rastlıyordum. Fağfur fincanlar, Çin işi porselenler, halis deriden cüzdanlar, eski zamana özgü kılıçlar, kamalar, tüfekler, dürbünler… Ütü, radyo, bilmem ne… Yok yok yahu! Hatta köşedeki bir iskemle üstünde, eski püskü ağzı açık bir bavulun içinde bir sürü efemera örneği bile vardı. Eski fotoğraflar, mektuplar, neler neler… Muhtelif yıllardan yadigâr bir dolu öbek ki kendimi o yana hücum etmemekten zor alıkoydum.”

Hayal Bilgisi’nden Şiirler
ve siz
güneşe kin kusan yarasalar
dolunaya diş bileyen çakallar
kara gecelerin kör bekçileri
haberiniz olsun
henüz ışığı dünyaya ulaşmamış
ışıl ışıl, dizi dizi
yıldızlara astık yüreğimizi
Bestami Yazgan

elimde bir taş konuşmalıyım bağışlamak için tüm sözcükleri
insanlıktan uzak modern kıyılarımız var ağustosu mavi
dünya bizimdir bizim bahtımız bizim tehlikemiz
kararan bu karanlık çağın, düğmeleri ölgün yaşamın
cesetleri çocukların meyve bahçelerinde asılı duran
çocuk hırsızları, çılgın öfkelerin sahibi aşikâr çünkü
Burhan Tuz

her durak yoğurdu beni
kaderin elinde pinokyo değil/d/im
farkında bunun kalbim, o kadar
yüzümdeki esrik suratı
sen mi çizdin çömlekçi

beni ağlatan masal perisi
uçup gidemezsin öykümden
göğsümün sınırları belli
Mehmet Türkmen

göğün sayfaları bir açılıp bir kapanırken
duyulan
bu şarkı güzel
Rabbin eli yeri işaret ettiğinde orada olmak güzel
Rabbin eli göğe değdiğinde göğe bakmak güzel
Rab bir kuş olup konmaya niyet ettiğinde
kalbinde bir bahçenin olması güzel

ismî
bir ses geliyor duyuyor musun
“buldu bekleyenler, buldu bekleyenler”
Sümeyra Sıddık

kaybettiğimizi hatırlarız, bulduğumuzda işaret taşlarını
az yedin, çok koştun, kulağına fısıldadılar ismini
dostluğun anlamına erdin sevginin adımlarıyla
yılmadın, unutmadın bir rüyadan uyanmış olarak
çiçekler ellerinden sesini buldu, hatırladı çocukları oyuncaklar
Mehmet Ali Tek

karanfiller yeniden kıpkırmızı açacak
kan bulaşmadan
ve gelincikler
tertemiz süsleyecek tarlaları
çocuklar vurulmadan

kuşlar özgürce uçacak
tellere takılmadan

bir gün boyanacak evren, bilmeli
kendi rengiyle
Nilüfer Zontul Aktaş

ne zamandır ölü olduğumu bilmiyorum
bu bilginin bana bir faydası yok
sana da bir faydası yok elbette
oysa zamanı hatırladıkça
seni özlüyorum
zamanı unuttukça
seni özlemenin
başka bir yolunu buluyorum
böyle böyle bir ömür geçer diyordum
aklıma geldi
ne zamandır ölü olduğumu bilmediğim
Suavi Kemal Yazgıç

ansızın başlayan sağanağa dönsen de yüzünü
sanma ki eşiklerde beklemekle bahar gelir
sürsen de gözlerini yağmur getiren bulutlara
sanma ki posta kutuları sana hesap verir
Akif Dut

al sana akşam, nereden baksan uykulu gerginlik
sen bu şiiri okuduğunda ben fazla uzaklaşmış olamam ama
dönüp dolaşıp aynı yere gelişim aramızda büyük mesafe
açıklaması zor, belki çok uzun mesele ya da son şarkı
bu tetanoz bilinç bana paslı kavgalardan armağan
aşısız günlerden kalmayım fena halde sağlıksızım
kendimi iyi hissediyor oluşum tıbbın sorunu, benim değil
istatistiklere giremeyişimin bilimle alakası
ilkel kalıyorum galiba bütün gelişmelerin karşısında
bu verilere verebilecek herhangi bir vergim yok
yok, sayılmak yani muafiyetten değil, bildiğin cerahat
Arif Onur Solak

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir