Aydos, Sayı:38
Aydos dergisi 38. sayısıyla karşımızda. Okumaktan keyif alınacak bir içerik sunuyor okuyucularına dergi. Daima genç ve yeni bir ses ile yapıyor bunu.
Sıddık Ertaş’tan Giriş yazısından…
“Direnmesini umduğumuz / beklediğimiz ümmet hâlâ ateşten bir çukurun kenarında beklemeye devam ediyor: gözleri kapalı. O kadar şiddetle kapamışlar ki gözlerini handiyse göz kapakları acıyacak.
Halbuki insanı insan kılan hakikate hürmet etmekle emrolunmuşlardı; insan kıyıcı Batıcı şer odaklarına karşı dik durmakla…”
Boğaziçi Mehtap Alemi ve Kültürü
Mehmet Mazak, İstanbul’un her karışına aşık bir yazar. Bu şehrin geçmişini de çok iyi biliyor. Bunu bildiği için de bugünkü hali onun içini acıtıyor. Yazdıklarından bunu anlamak mümkün. Boğaziçi’ni anlatıyor Aydos’ta. Kültürüyle, eğlencesiyle Boğaziçi’ndeyiz.
“Boğaziçi’nde mehtap seyrini hali vakti yerinde, devlet ricalinden ve zengin kimseler düzenlerdi. Mehtap seyri tertip eden kimse; saz takımı için, oturduğu köyün pazar kayığını kiralarlardı. Bu kayıkların arka taraflarındaki düz ve hayli uzunca kısımlara hanende ve sazendelerin oturmasına ve saz aletlerinin konmasına uygun yapıdaydı.”
“Boğaziçi Mehtap buluşmasının oluşumunu Abdülhak Şinasi Hisar’ın kaleminden aktaralım: “Mehtabın zirvede olduğu bir gece Boğaz’da toplanan yüz kadar kayık, o devirde Boğaz’ın en şairane yeri olarak kabul edilen Kalender önlerine gelir ve buradan itibaren mehtâbiye başlardı. Nerede, hangi koylarda ve hangi yalıların önünde durulacağı önceden kesinkes belirlenmemişse de, hemen herkes nerelerin fasıl icrası için uygun olduğunu bildiğinden yine de az çok hesaplı bir seyir başlardı.”
Akif Okuma Günlüğü
Yusuf Tosun, Akif Okuma Günlüğü ile milli şairimize dair tuttuğu notları paylaşıyor.
11.10.2023
Son yıllarda merhum Akif’le ilgili o kadar çok kitap yayınlandı ki; doğrusu takip etmekte zorlanıyorum. Zorlanıyor olmamın sebebi; Akif ile ilgili kitaplarının niceliksel olarak artıyor olması değil. Bilakis Akif’le ilgili kitapların yayınlanıyor olması memnuniyet verici. Lakin mustarip olduğum bir husus var ki; -kimse üstüne alınmasın ama- Akif ile ilgili kitaplarda nitelik olarak bir düşüş var.
22.12.2022
Merhum Akif’le ilgili yaptığım okumalar neticesinde birçok kıymetli yazarı da kütüphaneme kazandırdım böylece. Öyle ki kütüphanemin önemli bir kısmı Mehmet Akif ile ilgili çalışmalarla doludur. Adeta bir koleksiyoner gibi yaklaşık on yıldır Akif’le ilgili ne bulursam alıyorum. Sadece araştırma kitapları değil; şiir, öykü, roman çocuk kitabı ne bulursam… Yeter ki bir şekilde Akif’le ilgili olsun.
Nedensiz
Özlem Dizman, yazısında kadın cinayetlerini ele almış. Nedensizlik mi demeli bu vahşete yoksa büyük ve görünmez nedenler mi diyelim bazen işin içinden çıkamıyor insan.
“Eee peki bu ne? Niye vuruldu, niye ölüyor ki? Vuruldu, düştü ve kanı karışıyor biraz evvel gezindiği çimenlere. Neden diye soramıyor, nedenini anlayacak kafa şu an yok onda. Öğrenmek ister miydi nedenini, bilinmez artık. Ecel geldi bahane denebilecek bir ölüm değil bu. Dalından koparılıp soldurulan bu kadın, yok olmamalı, bu da bir sayı değeri olarak kayıtlarda kalmamalı.”
Aydos’tan Öyküler
Sevda Deniz K. – Umut
“Kırılan onurunu daha sonra tamir edilmek üzere bir kenara bırakıp sokağa çıkmak için hazırlandı. Ayakları onu üst kata getirdiğinde fark etti nerede olduğunu. Ne demeye buradaydı bilmiyordu. Eli zile uzanırken durakladı, hızla geriye dönerek merdivenleri koşarcasına indi.”
“Mina, duyduklarından hoşnut aralarına karıştı. Az önce her şeyden vazgeçmeyi, arkasına bakmadan kaçıp yalnızlığa sığınmayı istemişti. O duygular ne zaman yerleşmişti içine? Sevdiğini sandığı adamın yaşattıklarından sonra mı? Bunlara verecek cevabı yoktu. Arif Bey gibi herkesten ve hayattan saklanmayı düşlerken sorumluluklarının hatırlatılmasıyla özüne döndü Mina.”
Emine Yıldız Er- Yağ ve Toz
“Ellisinin ortasında, dört kız, bir oğlan evlat sahibiydi Muhsin. Köyden karısı Kezban’la göçüp İstanbul’a gelmiş, bir hayat kurmuştu ailesine. Birçok işle uğraştıktan sonra nakliye işinde karar kıldı. İşindeki özeni ve dürüstlüğüyle kendine ufak bir çevre edindi. Daha sonra bir nalburda nakliyeye devam etti.”
“Muhsin’in ne kadar titiz olduğunu herkes bilirdi. Belki de işçilere hitap etmesini beklemişti şef. Can kulağıyla adamı dinledi Muhsin. İsraf kadar nefret ettiği pek az şey vardı hayatta; mal ve zaman israfı… Bir tek gücünü tasarruf etmezdi çalışırken. Yük boşaltan işçiler tek tek şefin yanına geldi. Şef onlara da çay söyledi. Muhsin tam konuya girecekti ki görüşü bulandı. Keskin bir baş ağrısı peyda oldu.”
Gül Tanrıverdi – Mantı Bahaneydi
“O gün hava çok güzeldi. Emir, arkadaşını Anadolu Kavağına götürmek için söz vermişti. Alper’i hastane odasından biraz uzaklaştırmak istiyordu. Deniz havasının ikisine de iyi geleceğini düşünmüştü. Yola çıkacakları sırada gelen telefonla yüzünün şekli değişti doktorun. Acilden aramışlar ve ameliyat için onu beklediklerini söylemişlerdi. Gitmek zorundaydı. Durumu izah ettiğinde yüzü düştü, morali bozulmuştu dostunun.”
Aydos’tan Şiirler
bir gece vaktinde indim kuyuya
kuyuda üç cin ve üç parmaklı
üç ayrı güzel
seni sordum, burda değil dediler
ışıklarını saydım şehrin
soğuktu, pusluydu, karnı ağrıyordu
lala dedim, küçükken neden kapanıyordu gözlerim
yıkamadan önce seni
süte yatırırdı annen
başının sağ tarafına bak, dedi
hâlâ duruyor ustura izleri
Müştehir Karakaya
bir kalbi neresinden kırmalı?
en iyi sen bilirsin
ve bir gölgeyi tam ortasından kesmek
ne kadar mümkünse
o kadar yakınım sana
Suavi Kemal Yazgıç
Sorunlar girift çarşısı, pazarda pazarcılar
Camide vaiz aynı gibi mi desem içimden
Biraz sesimi alıp yanıma aşağı doğru
Kendime bir yalnızlık alayım diyorum
Burası sevgili gökyüzü
Kalbimizde bir ağrı gibi duruyor.
Nurettin Durman
kapkaranlık bir çift göz dövüyor göğsümüzü
örtüsünün altından
bütün ayetleri anlamlandırıyor bakışı
sokakta karşı karşıya gelmenin umuduyla
sağaltıyor korkularımızı
yaralarımızı telaşla yağmura sunuyoruz
kurşunu sunuyoruz, barut çukurlarını
Mustafa Karasoy
Ey yorgun atlar, geçti atlarımızla atlasları teptiğimiz çağlar
Geçip gitti derken inanmaların çağı ey geri dönenler
Boşlukta bir kavme meydan okuyor yeniden atlar
Beni uzak menzillere götüren sırlı eller ve büyük yaralar
Atların çağrısını susturmak içindir savaş meydanlarında
Nehirden denize kadar toprağı açıklayan çocuklar
Görünce atlarımızı inanır yeniden bir uykuya
Taşı gölgemizi aşan Gazze’de yani ağlaması gökyüzünde
İnandım ağaçların büyük fikirlerini taşıyan karıncalara
Burhan Tuz
İçleri boşaltılıp mumyalanmış şehirde
Kan kokan sefaletin sert suratı duvarlar…
Sırıtan kafatası, kemik çıtırtıları,
Yağmalanan lahitler, yamyamlaşan tanrılar…
Köpek miydi köpekler kudurmadan da önce?
Ulaş Konuk
Amerikan gemileri geçerken oradaydılar
Ruslar, uzak denizlere inmek isterken
Kunduranın bacaları tüterken ve susarken
Demir postallı darbeleri tepeden gördüler
Kumlar birer birer yanıp dönüşürken kristale
Güneş huzmeleri saçaklar gibi yere düşerken
Ebabiller uyurken karanlığında göğün
Erol Erdoğan
koroya katılmadım kendi sesim dururken
kalemde, sözde ve yorulduğum birçok yüzde
yemin var gölgeme mahcupluk değdiği yerde
gelmeyeyim nazara çıktığım son savaşta
şiirimi kaybettim okuru hükümsüzdür
Vahdettin Oktay Beyazlı
duyman için
eski gramofonların
unutulmuş melodilerini çaldığı
o sıcacık kıpırtı sensin
bütün bunlara rağmen
içime batan o vefasız gibi
uçup giden sensin
tanıdım seni
kıymık desenli kelebek
Kazım Gök
Uzakta ta uzakta bir fener
Göklere ışıldar
ve sonra söner
Yosuna bulanmış eteklerinden
Geceye dökülen son ışığını
Kondurur
ömrünün son nefesine
Ömer Faruk Yelkenci
Taşıyacak acılar dilemiştim
bağışla, heybem ağırdı, bıraktım
Yüzü, gözü ayaza kesik güne kanıp
şehrin tenhasına gömdüm olanı
Anka kanadından telekle yazılmış
nameyi yol bilmeze yolladım
Mustafa Işık
Koşuyorum ardından münzevi adımların
Varamıyor yollar rüyamdaki avluya
Nerede o toprak kokulu alfabem
O güz ki bir tablo göğsümün duvarında
Mevsim demeye utanır insan
Cihat Barış
Şehrin örtüsünü kaldırıyor kalbi kırıklar
Tamir edilmiyor pili biten saat
Meczuplar çıksın meydana, flanörler yok
Paslanıyor zaman hırsızı yelkovan kulaklarımda
Bir çiçeğe ‘siz’ diye yaklaşan şairin sesi çınlıyor
Mehmet Ali Tek
Karabatak’tan Türk Mûsikisi ve Edebiyat Dosyası
Karabatak dergisi yine özgün ve iyi hazırlanılmış bir dosya ile okurlarını karşıladı.
Ali Ural’ın Giriş Yazısından
“Türk şiirinin ele aldığı konular arasında kopuz da vardır. Gülşehrî’den Kadı Burhâneddin’e, Yûnus Emre’den Kaygusuz Abdal’a, Fuzûlî’den Taşlıcalı Yahyâ Bey’e, Zâtî’den Şeyh Galib’e elden ele dolaşmıştır kopuz. Tellerinin at kılından olduğuna neden şaşıralım uzun kış gecelerinde kuyruğu düğümlü atlar koşturur mızraplara ve dahi mızraklara yetişmek için. Kahramanların başlarından geçenler ancak üç telli kopuzla anlatılabilir çünkü.”
Türk Mûsikisi ve Edebiyat Dosyasından
Dursun Çiçek – Musiki ve Edebiyat Sanatın Suretten Kurtulma Çabası
“Gerek musiki ve gerekse edebiyat içinden çıktığı toplumun müteâl bağlamını yansıttığı gibi o müteâl bağlama bağlı insanların düşlerinin, düşünmelerinin, tahayyül ve tefekkürlerinin, tezekkür ve teemmüllerinin de ortaya çıkmasını sağlar. Şiirin, hikâyenin, masalın, efsanenin sese dönüştüğü bu süreç ile sesin bir tasavvur olarak şiire, hikâyeye, masala, efsaneye dönüştüğü süreç, sadece insan değil, millet muhayyilesinin de oluştuğu zemindir. İnsanlar musiki ve edebiyat vasıtasıyla bir hafıza ve dil oluştururlar ve yine onun vasıtasıyla bunu hayat nizamına, yaşama biçimine, dünya görüşüne ve dünya tasavvuruna dönüştürürler.”
Elif Ömürlü Uyar-Sâmiha Ayverdi ve Mûsikîmiz
“Onun düşüncesine göre bu mûsikî büyük bir medeniyetin, Osmanlı medeniyetinin ürünüdür. Ayverdi, eserlerinde verdiği örneklerle, sık sık, Osmanlı sanatkârının tevhit anlayışıyla hareket ettiğini belirtir. Hocası Kenan Rifâî gibi Sâmiha Ayverdi de tevhidi anlatmak için mûsikîyi sık sık metafor olarak kullanmıştır. Bir yazısında, “Bir tel parçasından bu kadar güzellikler doğduğu halde bir vücuttan neler doğmaz ki…” diyerek, insanın da kendi vücudu sazını çalmayı öğrenerek etrafını istifade ettirmesi lâzım geldiğini vurgular.”
Yağız Gönüler – “Bizim Romanımız Şarkılarımızdır”
“Tanpınar’ın ferahfeza makamına olan sevgisi aşikâr. Romanda peşreviyle, taksimiyle, Mevlevî ayiniyle bu makama işaretler var. Dede Efendi’nin acemaşiran ve Hafız Post’un rast makamındaki yörük semaileri Huzur’un kanatları gibi. Şeyh Galib’e dair merakları, Tanpınar’ı bariz ve doğal nedenlerle III. Selim’e götürüyor. Bu sanatkâr padişahın suzidilara makamında bestelediği ağır ve yörük semai ile peşrevi, Buhûrîzâde Itrî Efendi’nin o dillere destan gönüllere derman naat-ı şerifi, Huzur’un metafizik huzursuzluğunu buharlaştırıverir okuyucu nezdinde.”
Mustafa Hakan Alvan ile Söyleşi
Bestekâr ve neyzen Mustafa Hakan Alvan ile yapılan bir söyleşi yer alıyor dergide. Çalışmalarına, aldığı eğitimlere, bestelerine dair yapılan bu söyleşinin soruları Hacı Osman Paçaoğlu’ndan.
“1991’de merhum cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın desteğiyle kurulan, müdürlüğünü Ömer Tuğrul İnançer (1946-2022) ve genel sanat yönetmenliğini Ahmet Özhan’ın (d.1950) yaptığı T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu’na kadrolu neyzen olarak atandım, hâlen bu vazifedeyim.”
“Hikmet’in makamlar geçişleri neo-klasik tarzdadır. Eserde nefsin yedi mertebesi ve urûc (yükselme) ve nüzûl (yere inme) temsilen anlatılmıştır. Hikmet’teki perde çıkışı ve inişi, kıyâm kelime-i tevhidine benzer. Eseri Ahmet Özhan çok beğendi ve “Bunu her yerde okuyacağız” dedi. Hikmet’i ilk Ankara’da MEB Şura Salonu’nda, sonra Konya Şeb-i Arûs törenlerinde seslendirdik. Hikmet’i ne vakit dinlesem Yiğitbaşı Velî hazretleriyle oturmuş, böyle beraber dinliyormuşçasına etkilenirim.”
Maraş’ın Çiçekleri: Ferhat Ağca
Ferhat Ağca hakkında yazmış Hasan Keklikci. 6 Şubat depreminde yitirdiğimiz değerlerimizden biriydi Ağca. Ardında şiirler, yazılar ve boynu bükük çiçekler bırakarak ayrıldı aramızdan.
“Güzel yürürdü Ferhat… Çok güzel konuşurdu Ferhat. Söze başlamadan önce bir tebessüm gelir yerleşirdi yüzüne. Kendi tebessüm etmek için filan da uğraşmazdı. Tebessüm yüzünün her zamanki süsüydü onun. Dikkatli dostlar o gülüşün gözlerinin içinden, gözlerinin içine de yüreğinden geldiğini bilirdi. O, o tebessüm karşısındakinin, karşısındakilerin yüzlerini de aydınlatırdı kısa zamanda.”
Işık Şiirden Yükselir
Işık önemli. Aranan, bulunduğunda ruha huzur veren bir yanı var ışığın. Ali Ömer Akbulut, ışık ile şiiri birleştirmiş yazısında. Işık doğudan yükselince nasıl umut oluyorsa hayata, şiirin ışığı olan şair de ne kadar donanımlı olursa o kadar aydınlanır dizeler. Akbulut’un felsefi göndermeleriyle birlikte beslediği yazısından alınacak çok ışık var.
Şairin gecesi; karanlık, ışığın çokluktaki bir’liğidir. “Kendi” oluşa tabi çokluğa kendini bıraktığında geri çekilir ve çoklukla serpilip perdelenir. Çokluk, unutulan “kendi” olarak hep “kendi”ninbir’liğindedir. Unutulan, unutulan olarak kaldığında hakikat kendisini kendinde bir “ışıma” olarak açar. Bir şeyin “kendinde ışıması” varlığını borçlu olduğu şeyin ışımasıdır. O “şey”i yerinde [mahalli’nde] tutan ve biricik “kılan”ın [kuşatılamaz bir açıklıkla] açılmasıdır. Neyse o olarak yerinde olanın kendinde zuhuru onun ahlakı7 dır. Varlık ahlakıyla bir’lenerek, neyse o olarak yerli yerindelikle görünüp açığa çıkmak, çağlayarak gürlemek isteyen şahsiyet8tir. Varlık borcu olarak “öz”de yerli yerinde olanın gürleşerek açığa çıkması ve açığa çıkan çokluğun bir’lenerek yerine çağırılıp “kendine” dönmesiyle “Sonsuz Sevgi ve Şefkat”in nefesinin solunması olarak insanlık ırası teneffüs edilip dillenir; “sözlü’sü”nün gönlüne inen “Kelam” kendinde bir ışımayla “IşılŞiir” olarak serbestlikte sermest serazat” ışıldar.
Gazâ ile Şair Millet
Rıdvan Kadir Yeşil, şiir ve gaza konusunu işlemiş yazısında. Şiirin cenk hali, şairin savaş meydanındaki pür melali anlatılıyor.
“Bilindiği gibi Resûl-i Ekrem’in hayatını konu edinen ilme ve eserlere siyer diyoruz. Siyer; davranış, hâl, yol, âdet gibi anlamları muhteva eden sîret kelimesinin çoğulu. Fakat siyer kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanılan bir kelimemiz daha var: Megazî. Megazî “savaş yeri, savaş ve savaş hikâyeleri” anlamlarını taşıyan “mağzât” kelimesinin çoğulu. Resûl-i Ekrem’in gazve ve serriyelere dair yazılan kitaplara megazî diyoruz. Hususen bu anlamda olmasına karşın zamanla siyerle eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmış.”
Projektör’de Ahmet Karasu Söyleşisi
Şiir ve öykülerinin serancamını anlatıyor Ahmet Karasu. Şiir ve öyküyü birlikte götüren Karasu, iki türün birbirini destekleyen yanlarını yazdıklarına yansıtarak çalışmalarını sürdürüyor. Bu detaylara ati notlar da yer alıyor söyleşide.
“Şiir benim gömleğim. Öykü de gömleğimin gömleği. Umberto Eco, “Her öykü bir imgeyle başlar,” diyordu bir sohbetinde. Her şiir de öyle başlar bence. Şiirim ve öyküm birbirinin duyuş kardeşleri… Bu anlamda Gömleğin Biri şiirle öykü arasında bir yerde. Modernite ve pozitivizmin “gerçeklik” dayatmalarına karşı aylaklık yoluyla direnişin kitabı. Kendini sanki ideoloji değilmiş de gerçekliğin kendisiymiş gibi dayatan, artık globalleşip dünyanın bir nevi sanal atmosferi hâline gelmiş ideolojilerin iktidarına karşı bir duruş.”
Karabatak’tan Öyküler
Neval Eren Cebecik – Kartalı Yere Çalmak
“Kartal güçlü bir hayvanmış ama ninemin erkek işine alışkın kaslı kolları güçlü bacakları karşısında ne yapabilir ki! Basma etek, penye bluz ak yazmaya bakıp onu düşkün yaşlı bir kadın zannederek yanıldın Bay Kartal! Babaannem birkaç dakika içinde hayvanın kanatlarını kıstırmış bacaklarının arasında sabitlemişti, işte bu kadar! Ben, kartaldan kurtulan tavuklar gibi sevinçle ninemin etrafında dönüp duruyordum; “Babaanne yakaladın onu, yakaladın!” Arkasına attığı ak yazmasının içinde tere batmış, televizyondaki boksörlere dönmüş yüzünü kaldırıp, bana gülümsemişti. Nasıl mutlu oldum, anlatamam!”
H. Bahar Kuruca – Yerden Göğe Haklılar
“Kurumuş otlar kendine hayrı olmayan dikenlere dönüşmüştü. Çalılar arasında çıplak ve kana bulanmış hâldeki ayaklarım, hangi günaha battığını bilmediğim bedenimi taşımakta zorlanıyorlardı. Çatlamış topuklarımdan durmadan sızan kanı silecek bir bez parçası bile bulamamanın dehşeti içinde, uzaktan lise yıllarıma baktım. “Kopya çekmek kul hakkıdır,” diye bizi korkutan din öğretmenimizi asice duymazdan gelip sayfalar dolusu not hazırlarken günahın ne olduğunu pekâlâ biliyordum artık. Bu muydu yoksa “Benim ümmetim kefenleriyle haşrolunur, diğer ümmetler ise çıplaktır,” hadisince çıplak olmamın sebebi? Hayır, bu kadar kolay olmamalı.”
Karabatak’tan Şiirler
yürüksemâiyle yürür gemiler karadan, dümtekadüm tek
seksen bin can, can vermeye gider surlara, dümtekadüm tek
canlanıncaKonstantiniyye, İslambol olur yüzük taşları dizde
bir gonca gül bırakır eline Fatih’in Bellini, dümtekadüm tek
o gül kiİstanbul kokusu yayılır vurdukça her gökçe tele
o gül kiİstanbul zarfının mührüdür grejuva ateşiyle akmış
o gül ki yardır bin dört yüz elli üçten sadakat nişanesi
“o gül benim hayatımdır, ölürüm de vermem ele”
A.Ali Ural
Matruşka bu, kardeşimiz; görüyorsunuz
Nasıl da bakıyor bize fotoğrafın içinden, hüzünle
Dünyanın bütün kederini yükleyip de gelmiş, kaderine
Kendisiyle iç içe yaşıyor icat edildiği günden bu yana
Birinden kurtulunca diğerine düşüyor, bütün gayreti boşuna!
(İçinden neler neler geçiyor Matruşkanın
İçinde Matruşkanın kocaman bir yangın)
Adem Turan
Benim gemim adam boyu
Düdüğü Kırım’dan aşar
Dibinde Hamsilos koyu
Amazon kızlar yıkanır
Hayallere yelken açar
Dıranas gece yağan kar
Sabahattin Ali efkâr
Helesa limanım ola
Heyemola heyaheya
Heyaheya heyamola
Hüseyin Akın
ey kamburum
“çarşambadır çarşamba” diye tempo tutan
bir düğün kalabalığından yadigârsın
neden sırtlandım seni
ve sen sırtımda yükseldin
sen sırtımda dev bir bensin
benliğimin küçüklüğünü hatırlatan
bir mürebbiyesin bana.
Suavi Kemal Yazgıç
Yollar, Behçet Bey, yollar
rücûda sırtımdan bıçakladılar
Tanrı’ya
yalnız bir dudak payı bıraktılar
boşluğa
yerçekimini adadılar
ve ben de
büyük bir tecessüsle
(üzgünüm)
yerçekimine
yenik düştüm.
Betül Sarıkaya
Ben azığı bir balığın
bütün sularını çıktım yeryüzünün
aksayan bir suda buldum kendimi
güldüm ağladım iki güneş düştü önüme
ölüme de alıştım böyle, gözlerim ölümle dolu
başımda dağlar yok bulutlar yok
biliyorum gittiğini onların da
hepsi sessizce gittiler
boğazımda bir gülün izi kaldı
Yunus Karadağ
Sıranın üstünde eğik bir yazı
Rükûa varmış bir hatıra gibiydi
Teneffüste kat kat gezerdin
Acıkınca simit kokusu alırdın kantinden
Sinerdi ellerine sıcaklığı, ellerinden tanıdım seni
Fotoğrafın sırtında bir not
El yazından tanıdım seni
Ercan İriş
sadağımda topladım derviş “hu”larını
ve yeşil soluğumla kardım cümle cihanı
bana Allah’ım susmayı hatmetmiş dil oğulları
bana muhabbet hamurunda yoğrulmayı
yalnızlıktan daha büyük yalnızlık doğurmayı
sesimi duyurmak kendimin tenhasında sesimi
kaç hüsnüyusufa ram olurum kaç sarısabıra kök
hakikatin şimşeği çakarken İbrahim baltasından
hem nasıl da dinç bu tutsak saati vururken sarkacım
yüreğimi selametine oturtuyorum asil bir sükûnetin
Vahdettin Oktay Beyazlı
Muhit, Sayı:65
65. sayısına ulaştı Muhit dergisi. 65 kez gönüllere dokundu diyebiliriz. İbrahim Tenekeci giriş yazısında bu uzun yolculuğa dair notlar paylaşıyor.
“Mayıs sayımızla karşınızdayız. Muhit, kuşatıcı olmaya, o büyük birikimi sayfalarına taşımaya devam ediyor. Altmış beş sayı boyunca mühim bir arşiv ve külliyat meydana getirdik. Yazarlarımızın emeği ve okurlarımızın desteğine çok şey borçluyuz.
Dergiler sanat, edebiyat ve fikriyat deryasını besleyen ırmaklardır. Kültür ve medeniyetin taşıyıcılarından biri, belki de birincisi dergilerdir. Kültürün de medeniyetin de temeli yazıdır. Yazılar ve yazarlar dergilerde kendini gösterir, karşılık bulur, sonra metinler kitaba dönüşür.”
Bir Yatırım Aracı Olarak Bamya
Mustafa Çiftci’nin yazısının başlığı Bir yatırım aracı olarak bamya olunca hemen bu yazıdan okumaya başladım dergiyi. Aramın en iyi olduğu sebzelerdendir bamya. Her halini severim. ( Tavuklu olanı hariç.) Yazıda da bamyayı sevmeye dair davetkâr notlar var.
“Bamya yemeyi varsın çocuklarımız sevmesin. Limonlu, tavuk etli ve yufka ekmekle sofraya gelen bamya cazip bir yemektir benim için. Yufka ekmeği artık hazır alsak da tavuklar gezmeden lop etleriyle kolayca pişseler de bamya hâlâ krallığını koruyor.”
Âkif Emre ile Birkaç Hatıra Üzerine
Âkif Emre dendiğinde aklıma birçok ayrıntı geliyor. Dursun Çiçek de bunlardan biri. Bu ikilinin dostluğunu çok iyi bildiğimden dolayı zihnimde oluşuyor bu çağrışım. Çiçek, özlemle anlatıyor Emre’yi.
“Gözleri doluktu. Belki bir iki damla düştü gözlerinden. O güzel ve temiz kalp dayanamadı bu içinden ağlamalara. Onun bu hâlini gören ben öfkeliydim ama içim de kan ağlıyordu. Duruşu, ahlâkı ve düşünme biçimi olmayan insanların hafızasız ve dilsiz insanların hasta tutumları Âkif ağabeyi çok üzmüştü. Birkaç ay sonra Âkif ağabey vefat ettiğinde bu isimlerin hiçbir şey olmamış gibi neler yazdığı da arşivimde…”
Sefaletin Sessiz Aynası: Dilenciler
Toplumun algıları sürekli değişiyor. Şimdilerde dilencilik dendiğinde bir sektörden bahsediliyor gibi bir tutum var. Bu, doğrudur da. Çünkü artık bir meslek halini aldı dilencilik. Benim yargım net; Türkiye şartlarında en beceriksiz bir dilenci bile benden on kat daha varlıklıdır. Yani gördüğü her dilenciye Hızır’dır denilen vakitlerde değiliz. Turan Kışlakçı dilenciler üzerine yazmış. Yazılardan, şiirlerden, şahitliklerden bahisler açılıyor yazıda.
“Hasılıkelam dilencilik, bir zamanlar yalnızca aç karınların değil, aynı zamanda mahcup kalplerin de hâliydi. Şimdi ise kürsülerde, sahnelerde ve ekranlarda arzıendam eden içten içe rafine bir dilenciliği sürdüren yeni bir sınıfla karşı karşıyayız. Modern çağın bu gösterişli dilencileri artık ne utanır ne de mahcup olur; zira bu devirde dilenmek değil, sahip olamamak ayıptır.”
Yalnız Ocak
İbrahim Tenekeci’den günlükler okumak onun gönül dünyasına konuk olmak gibidir. Üzgünlük yayınlanınca bir şiir gibi okuduğumu hatırlıyorum o satırları. Muhit’te bu sayı ocak ayına düşen notlar var. Aynı içtenlik devam ediyor.
2025 1 Ocak Çarşamba
Ağaçlı köyü Hava soğuk olmasına rağmen açık ve güneşli. Tam da kış kuşlarının sevdiği gibi. Bu kuşlardan birkaç tanesini görmek umuduyla, evet sadece bunun için, Ağaçlı köyü ve civarına gidiyoruz.
13 Ocak Pazartesi Hasdal
Ayasofya Camii özel ilgi alanıma giriyor. Koleksiyonunu bile yaptım, yapıyorum.
Dünyadaki birinci hayalim, Ayasofya’nın kırmızı minaresine çıkıp şerefeden bakmaktı. Bu minare fethin sembolüdür. Ayasofya, minareyle beraber kilise olmaktan çıkmış, tam manasıyla cami hüviyeti kazanmıştır. Önce ahşap minare inşa edilmiş, ardından kırmızı tuğla kullanılarak mevcut minare yapılmış. Fatih’in yadigârı.
Çizgimizin Zarif Ustası: Hasan Aycın
Yaşarken kıymet vermeyi vefanın zirvesi olarak görüyorum. Sadettin Acar’ın Hasan Aycın yazısını da bu zaviyeden değerli buldum. Çizgimizin zarif ustası: Hasan Aycın’ı anlatıyor Acar.
“Evet, onun çizgilerinden, beşeriyetten en yüce makamlara doğru yol alan, esfel-i safilin ile a’lailliyin geniş aralığındaki insan tekinin kadim hikâyesini okumak mümkün. Cennetini yitiren ve onu tekrar kazanmaya çalışan zavallı insanın. Nankör insanın. Unutkan insanın. Ve ama daima Allah’ın halifesi olan insanın.”
İznik Seferi
Müslim Coşkun iyi bir seyyah. Doğaya aşık. Bunu her cümlesinden anlamak mümkün. Yola düşmek onun için bir gönül seferine çıkmakla eş değer. Bu kez İznik’e doğru yol almış. Doğanın tam ortasına. Bir sefere çıkar gibi…
“İznik, tarihî kimliğinin yanında bir tarım kentidir aynı zamanda. Verimli topraklarından âdeta bereket fışkırır. Başta zeytin olmak üzere kiraz, şeftali, erik, elma, üzüm, ceviz, domates gibi birçok meyve ve sebze yetiştiriliyor. Yol kenarlarında köylülerin birbirinden renkli tezgâhları hiç eksik olmaz. Yine tezgâhlarını kurmuş ve sonbahar mahsullerini satışa sunmuşlar. Sebze ve meyvelerin renk cümbüşü insanı kendine çağırıyor.”
Nurullah Genç ile Söyleşi
Nahide Nagehan Akyol’un sorularını cevaplamış Nurullah Genç. Söyleşide Genç’in Muhit Kitap’tan çıkan Bahar Bûselik ve Tahta Bavul Şiirleri kitaplarına dair notlar var.
“Mutmain olamayan ten alayları, günaha adanmış isyan birlikleri… Bazılarının içinde dua. Tebessüm. Sadaka taşına benzeyen kalpler… Bavullarımız bazen öylesine süslü ki dokunmaya kıyamıyoruz. Gazze’de bir çocuk diri diri yanarken biz o bavulu cilalamaya çalışıyoruz. Bazen de alabildiğine yıpranmış ruhların sığınağı.”
“Sahih şiir, aynadır çünkü. Herkesin kendi görüntüsünü içinde bulabileceği bedii bir ayna. Tıpkı bir mümin gibi. Sadece temaşa etmeyen, nazar ve inşa da eden.”
Muhit’ten Öyküler
Mustafa Özel – Amerikalı mısın Sen?
“Şaşkındı. Karşısındaki, oğluna dolar vermesini garipsemiş, Amerikan parasının sadaka olarak verilmesini ona yakıştıramamıştı. Kafasına dank etti, hayatı Amerikan karşıtlığıyla geçmişti oysa. Amerika demek, bütün anlamlarıyla kötülük demekti. Pakistanlı kardeşinin bu tavrı, bu tepkisi her şeyini alt üst etti. Dünyası, zihni, gönlü darmadağın oldu. Hayır hasenat yaparken dikkat edilmesi gereken bir hususu, Hazreti Peygamber’in huzurunda öğrenmişti. Bu umre daha bir öğretici, daha bir anlamlı olmuştu.”
İlyas Koç- Melek’in Hikâyesi
“Onun o hikmetli susuşları, şimdi yerini tam ve kes(k)in bir sessizliğe bıraktı. Yaklaşık bir ay kadar önce gece geç saatlerde Şefik Efendi’nin tekkesinden dönmüş, salondaki kanepeye uzanmış, bir aralık uyanarak bir bardak su içmiş, peşine yaktığı sigaradan az biraz duman çektikten sonra usulca kanepeye yığılmış ve bir daha uyanamamıştı. Felç geçirmişti. Ve şimdi, kendi iradesiyle herhangi bir eylemi başlatma yeteneğinden yoksun olarak uzun bir koma uykusunda yanı başımda boylu boyunca yatıyor.”
Muhit’ten Şiirler
olan akşam diyorum uzandığımda seçiliyor
belli belirsiz lityum ağaçta patlayan nisan
damarlarına su yürüyor yeşermiş bense ipince
iskelet misali kimyasal noksanmış ister inan
ister inanma bir demi uslu olanın her demi uçkun
sert sözlerim varsa bu yüzdenmiş geçermiş bir ara
gelirse yağmurlarıma gökkuşağı renginde bir ceylan
Hüseyin Atlansoy
İşte bu kızıl kefiye Mustafa, utançtan kapısı kırılan kalbim
Barut kusan güvercinler ülkesi, kefensiz elli bin masum diyorum
Taşan denizlerin yelesiyim ben, tutuşan tayların içinden geçtim
Eli kanlı, aklı ağılı köle, savaş vurguncusu yalakamankurt
Her gün baldan kovanımızı biçen bu murdar baltayla uyanıyorum
Alkışları odun, maaşları ateş, başları ejder tasmalı tabut…
Lanet olsun Mustafa, çocuklar vurulurken kutlama mı yapıyorsun
Ali Emre
Yeni açılmış gözlerine yol seçer geyik
nasıl güvenirsen kitap ayracına
aceleye gelmiş bir perde kapaması
bir rüzgâr da benim önümsıra
kendi ateşinden hızlı
toprağın altında yumrukları
Kalsaydı, turunç, rüya
traum – immer.
İlker Nuri Öztürk
birazı nakış birazı nefes
seninle büyüttüğümüz bahçeler
haritası gözbebeklerinde
çocukluk topraklarım
gelsen gönlüme Allah’tan
sırrımızdaki yağmura başlasak
Süleyman Unutmaz
Güneşli kış günleri, ayazdan çatlayan ellerim
suları ıslatan cemre, bir evin tüm umudu
Rabbim, sevdiklerimi ve hatıralarımı koru.
Seyyid Ensar
Mahalle Mektebi, Sayı: 83
Mahalle Mektebi dergisi her sayıda orta sayfa söyleşisi tadında bir ismi konuk ediyor sayfalarına. Bu sayı derginin ev sahiplerinden, dostluğuna ve şairliğine şahitliğimin tam olduğu Ömer Korkmaz ile yapılan bir söyleşi yer alıyor dergide. Korkmaz’a şiir kitabı O Elmayı Sen Olsan üzerine Kemal S. Sayar sorular yöneltmiş.
“Benim anladığım şiirin zaten günlük dilin nadiren bir parçası olduğu ancak ondan yine nadiren koparılabileceğidir. Bunu şöyle izah edeyim. Şiir günlük dilin, konuşma dilinin kelimelerinden yararlanılarak yazılabilir. Ancak bu dil kendi içerisinde çoğu zaman yeni bir dünyayı da barındırıyordur. Görünen metnin içerisinde yeni anlam dünyaları.”
“Şu dönem bu dönem diye ayırmadan –teknik olarak zaman zaman ayrılması mümkündür- Büyük Türk Şiirine inananlardanım. Onun için şiirlerde yaptığım göndermeler Büyük Türk Şiirinin bir parçasıdır. Yeni göndermeler, imajlar bulduğumda da Büyük Türk Şiirinin bir parçası olmasını umut ederek yazıyorumdur.”
Soruşturma: Türk Öyküsünün Bugünü ve Geleceği
Öykücülere Türk Öyküsünün Bugünü ve Geleceği üzerine Mehmet Kahraman’ın yönelttiği bir soru var. Soru: Öykü yazan, öyküyü düşünen biri olarak, günümüz öyküsünü nasıl değerlendirirsiniz? Buna mukabil öykünün geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Abdullah Harmancı
Muhtemelen yeni yönelimler ortaya çıkacak. Türkiye, Batının yeni bir numara çekmesini bekliyor. Ki kendisi de harekete geçebilsin. Çünkü henüz dünyaya biçim verecek iktidarı yok. Fütürist bakışla çok şeyler söylenebilir. Başka modeller de geliştirilebilir. İran sineması örneğinde olduğu gibi, ülkenin diğer unsurları “küt” iken, ülke, tek bir unsuruyla, kültürel kanallarından biriyle dünyanın önüne geçebilir.
Ahmet Melih Karauğuz
Günümüz öyküsüne dair yapılan niceliksel değerlendirmeler ilk bakışta bir artışı işaret ediyor olabilir; ancak bu sayıların kendi başına bir anlam taşımadığını düşünüyorum. 80 milyonu aşkın bir nüfusa sahip bir ülkede yılda yayımlanan 700 civarında öykü kitabı aslında oldukça düşük bir rakam. Hele ki bu kitapların satış rakamları da göz önüne alındığında durum daha da iç karartıcı hale geliyor.
Ali Necip Erdoğan
Günümüzde iki nedenle öykü okuyoruz. İlki, özgün içerik, ikincisi, dil başarısı. Özgün içeriğe sahip bir öyküde dil hatalarını görmezden gelebiliriz çünkü içerik o kadar yeni ve etkileyicidir ki yazar, bir buluş yapmış olmanın verdiği heyecanla dil dikkatini kaybedebilir.
Özlem Metin
Günümüz öyküsünü değerlendirmeye başlarken, biraz geçmişe gidip nereden geldiğimizi hatırlamakta fayda var. 1980’ler sonrasında ülkede yaşanan değişimler şüphesiz edebiyat dünyasını derinden etkiledi. 80 öncesindeki yoğun politik, kaotik, iddialı gelecek planlarının ve söylemlerin dillendirildiği siyasi ortam, 80’le birlikte yıkılarak yerini, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, küreselleşmenin etkinleştiği, köyden kente göçün arttığı, serbest piyasa ortamının getirdiği rekabetçi bir dünyaya bıraktı. Bu değişim hem yazarların iç dünyasında hem de toplumun genel beğenilerinde farklılaşmaya yol açtı.
Emaneti Bildin mi?
Hepimizin taşıdığı bir emanet var. Farkına varan da var varmayan da. Yükün ağırlığı ise bazen kaldırılamayacak kadar ağır. Elif Can Tunçer, emanete dair yazmış.
“Bilhassa sakınarak yaşamak, âlemdeki yükümüzü azaltıp gönlümüzdeki azığı çoğaltmamız için bizlere yoldaştır. Dünyevi değil uhrevi kaygılara yönelmemiz, emanet fikrine riayet etmemiz için gereklidir. Zira bize ait olduğunu düşündüğümüz her şey birer emanettir. Bu dünya zindanı içerisinde emaneti unutmamak, ne güzel bir nimettir.”
1990’lardan Günümüze İslamcı Şiir Dilinin Dönüşümü
Sanatın her dalı gibi şiir de yaşamın değişen yüzünden kendi payına düşeni alıyor. Şartlar, durumlar, hayatın akışı şiiri de kendi akışına kaptırıyor. Toplumun her kesimini temsil eden şiir için geçerli bir durum bu. M. Ali Özdoğan, İslamcı şiirin 90’lı yıllardan günümüze yaşadığı dönüşümü yazmış. Örnekler eşliğinde titizlikle kaleme alınmış bir yazı ortaya koymuş Özdoğan.
“Nihayetinde her dönem kendi şiir dilini üretir. Ancak son dönem şiirimiz asıl motivasyonu olan varoluş kaygısından boşluğa sallanmaya başlamış hatta “tam düşerken tutunduğu tuğla” başına düşmek üzeredir. Popülizmin, dergi genel yayın yönetmenlerinin dünyaya karşı tasavvufi kırgınlıklarının (şiir beğenilerinin), iktidar konforunun gölgesinin düştüğü Türk şiiri bir sonraki dönemde kendini yenileyemeyebilir. Haliyle şiirimiz de aynı kelimeler etrafında kendini tekrar eder durur.”
Yakın Okumalar
Yakın okumalarda bu sayı yeni kitapları ile okuyucularını selamlayan dört isim var.
Emine Batar
Anlatmaya değer olan genellikle geçmişte. Bugün henüz olgunlaşmamış bir yaşantı içeriyor, yarınınsa ütüsü bile bozulmamış. Ama dün kırış kırış. Kullanılmış ve geride bırakılmış. Her şey dünde saklı. Hele o her birimizin bitmeyen hikâyesi çocukluk… Anlattıkça çoğalır ve kendini unutulduğu yerden hatırlatır. Hatırlamak hoşumuza gider, isterse acı versin. Hatırlamak bir hayata sahip olduğumuzun da kanıtıdır. Ne kadar çok hatırlarsak o kadar çok yaşamışız hissine kapılırız belki.
Mukadder Gemici
Konu ve kurgu bulmak değil de nasıl desem bir daha yazamayacakmışım gibi geliyor ama sonra kendiliğinden hikâye gölünden bir balık, pul pul, ışıl ışıl bakıyor bana, tutup yazıyorum ben de çok şükür. Fakat yaşadığım bir durumu itiraf etmem gerek, mesaili işten ayrılmamla beraber yazma zembereğim epey bozuldu maalesef.
Özay Erdem
Edebiyatımızda bazı usta yazarlarımızın benim defalarca okuduğum kıymetli öyküleri var. Üzerinden zaman geçince onları özlerim ve kitabı raftan alır tekrar okurum. Bazen altını çizdiğim cümlelere yenisi katılır. Ümit ederim ki bir gün bu öyküler ve müstakbel öykülerim de okuyucu için aynı anlama ulaşır. Tekrar aynı öyküyü okuma isteği verir okuyucuya. Bir dost gibi onunla yeniden vakit geçiririz.
Yunus Emre Aklıbaşında
Şiirin yapım aşamasında çıkış noktam imge veya metaforlarla başlıyor genelde fakat şiirin içine girdikçe, nesnel karşılığı olan ifadeler baş gösteriyor. Nesnelere daha önce yüklenmemiş anlamlarla hareket edip bütüne yayarak bir gerilim yaratmayı ve bu sayede şiirin kendi içinde yeni anlamlar kazanmasını istiyorum.
Mahalle Mektebi’nden Öyküler
Abdullah Harmancı- Bir Şey Oldu
“Bir şey oldu.
Bir haber duyuldu.
Şehre bilge bir adam gelecekti.
Gençler haberi almıştı.
Pusuda beklemeye başlamışlardı.
Şehre büyük bir adam geliyordu.
Kaçırılmamalıydı.
Planlar yapılıyordu.
Telefonlar ediliyordu.
Haberler veriliyordu.”
Mehmet Kahraman – Hatanın Telafisi
“Bir grup genç ayağa kalkmış hoplayıp zıplıyorlardı. Bir şeyleri kutluyorlardı sanırım. İçeride bulunan herkes o grubu seyretmeye başladı. Yanlışlıkla aradığım kişi burada olmasın sakın. Kader böyle cilveler yapabilirdi. Geç kalıyoruz dayı, dedi yeğenim. Telefonu aldı. Yakup Bey’in numarasını tuşladı hızlıca. Telefon çalmaya başlayınca bana uzattı.”
Hüseyin Hakan – Herkes Bir Yolunu Bulur Nasıl Olsa
“Ben öyle ısrarla sorup o da aynı ısrarla cevaplamayınca üzerine daha fazla gitmenin anlamsız olduğuna karar verdim. Çiçeği burnunda personel olarak yaşlıları tanımakla onları bunaltmamak arasındaki çizgiyi korumaktan yanaydım. Hikâyelerini yeni yeni öğreniyordum. Kimya Hanımla aynı odayı paylaşan Memduha Hanım’ın geleni gideni çoktu mesela. Öyle böyle değildi.”
Gülnur Aşcı – Bir Arkamı Dönersem
“Sonuncu vagona geldiğimde burada tek başınaydım ve artık bir arkası yoktu bu sıranın. Kimi zaman kendi isteğimle verdiğim bu trendeki sıralamayı neden bu kadar önemsediğimi soruyorum. Önemsemediğimi söylediğim birçok şeyi dilimden düşürmediğim için bunun da bir sınav olduğunun farkındayım. İnsan söyledikleriyle dilinin ucundakiler arasında gidip geliyor. Bense aklımı kurcalayan onca soru ve bu yaşımın büyüklüğüyle düşünmeden edemiyorum.”
Mahalle Mektebi’nden Şiirler
o bakışlardan bende de vardı
baktığım kötü küle dönecek sanırdım
gözlerimi kaçırdığım kaybolacak
bakmayarak kurtaracağım kağıt toplayan çocuğu
bakmayacağım ve yok olacak yoksulluk
o bakışlardan bende de vardı
seni görene kadar bilmiyordum
Hasene Gün
İddia ediyorum abiler
Mehmet Akif olsun bugün iki000 satmaz
Fuzuli, Nedim
Hikmetlerin Nazım,
Kısaküreklerin Fazıl,
Ne mümkün
Bize çok para lazım
Amma nasıl?
Ömer Korkmaz
türkçenin kabız çocukları onlar
omuzlarına dayanmış düşmek üzere mısradan
harfleri sıralanmış anlamları eksik sözdizimi çatlak
dedilerdi şiirle gelen ancak şiirle gider
doğurur bir çocuğu hazine kapısı önünde
Zeki Altın
Hisdüşüm, Sayı: 28
Hisdüşüm dergisi her sayı kendini yenileyerek ve yürüyüşüne yeni sesler ekleyerek yoluna devam ediyor. 28. sayısına ulaştı dergi.
Editörden- Filiz Aydın
“Edebiyatın her koşulda sürüyor, varlığını kıymetli bir noktada konumlandırıyor olması onun en az biz insanlar kadar canlı olduğunun ispatı değil midir? Sahneler değişir, roller değişir, hatta söylenen sözler bile değişir ama edebiyat varlığından hiçbir şey kaybetmez. Bizler onun üzerinde hak sahibi olduğumuza inanır kalem oynatırız çoğu zaman. Fakat edebiyat bizi çoktan esir almış bir komutan gibidir. O isterse yazarız, o isterse okuruz ve ancak o davet ederse burada var oluruz.”
Saman Altından Şart Yürütmek
Dergiden yapacağım ilk paylaşım Semih Çar’ın yazısından olacak. Şartlar dünyasında yaşıyoruz. Gizli ya da açık. Bu artık her yerde var. Gönlümüzden geçen şudur: Hep iyi şartlar çıksın karşımıza.
“Şartların adamı olmak, çevrenin, toplumun ve dayatılmış kuralların belirlediği bir hayatı yaşamaktır. Standartlaşan dertler edinmektir. Şartlarının adamı olmak ise, bu kuralları sorgulamak ve kendi yaşam çizgisini belirlemek ve cesaret etmektir. Bu ayrım, özgünlük ile sürükleniş arasındaki farkı da ortaya koyar.”
Fenafilkafiye
Hayatın bir ahengi var. Elbette görebilene. Şiirin kafiyesine eş bir ahenk bu. Herkesin kendi içinde çınlayıp duran bir dert gibi bu ahenk. Hüseyin Akın, ahenge ve kafiyeye dair yazmış. Hayatla şiiri kafiyede buluşturmak da diyebiliriz Akın’ın bakış açısına.
“Şartların adamı olmak, çevrenin, toplumun ve dayatılmış kuralların belirlediği bir hayatı yaşamaktır. Standartlaşan dertler edinmektir. Şartlarının adamı olmak ise, bu kuralları sorgulamak ve kendi yaşam çizgisini belirlemek ve cesaret etmektir. Bu ayrım, özgünlük ile sürükleniş arasındaki farkı da ortaya koyar.”
Mustafa Alican ile Söyleşi
Mustafa Alican ile yapılan bir söyleşi yer alıyor dergide. Söyleşiyi okuyunca şunu içimden geçirmeden edemedim; keşke üniversitelerdeki her hocamız, rektörümüz böyle olsa. Hayatının merkezinde kitaplar olan hocalarımıza o kadar çok ihtiyacımız var ki. Söyleşinin soruları; Eda Çoban’dan.
“Kendimi hep kitaplarla dolu bir odanın ortasındaki masanın başında hayal ederim. Gelgelelim bu sadece bir hayal de değil. Çünkü hayatımın çok büyük bir bölümünü zaten böyle odalarda ve böyle masaların başında geçiriyorum. Bu benim için hem bir var olma hem de benim dışımdaki varoluşa temas edebilme biçimi. Bununla birlikte bunu bir erdem olarak görmediğimi söylemek isterim.”
“Bir tarihçi olmam, tarih metinleri yazmam ve uzun sayılabilecek bir zaman boyunca tarih dersleri okutmam dolayısıyla heybemde olay çoktur. Fakat yaptığım iş doğal olarak süreğen bir meşguliyete karşılık geldiği ve sürekli yeni çalışmalarla beslendiği için “favori olay ve olgularım” döneme, çalışmalarıma ve derslerime göre değişir.”
“Sayı vermeyeceğim ama fena sayılmayacak bir özel kütüphanem var. Otogarlarda, havalimanlarında, otobüste, uçakta, parklarda, banklarda, otel odalarında, kafeteryalarda kitap okumayı severim.”
Yeni Medya Ya Da ‘Her Şeyi Yutan Bir Şey’
Değişen medya algısı üzerine yazmış Hüseyin Karaca.
“Sosyal medya platformlarındaki her adımımız, beğenimiz, paylaşımımız, e-ticaret sitelerinden yaptığımız her alışveriş, arama motorlarında yaptığımız aramalar; kendimizi gözetime açarak bir anlamda yeni medyanın üzerimizdeki tahakkümünü gönüllü olarak kabul ettiğimiz anlamını taşıyor.”
Zeki Altın ile Söyleşi
derginin ikinci söyleşi Zeki Altın ile yapılmış. Şiir üzerine gerçekleşen söyleşinin soruları Eda Çoban’dan. Altın, şiir yolcuğunun duraklarını anlatıyor söyleşide.
“Şiir ister istemez bazı şeyleri anlatmada bize kısıtlı alanlar sunuyor. Bu yüzden düz yazının ve kurmacanın olanağını da kullanmak istedim. Havarileriyle adlı bir öykü dosyası üzerine çalışıyorum. Bu çalışma sırasında talihsiz bir olay yaşadım. Dosyayı dijital ortamdan kaynaklı bir sorun nedeniyle kaybettim. Tekrar dosyayı oluşturmak adına kurgularının ana hatlarını oluşturduğum öyküleri tekrar yazmaya çalışıyorum. Nasip olursa bitirince kitap hâline gelecek. Ancak ne zaman biter net bir tarih söylemem zor.”
Hisdüşüm’den Öyküler
Mustafa Alican – Dinamit
“Şiddetli bir patlama sesi yankılandı vadide. Sürmene’den on üç kilometre içerideki büyük vadiye serpiştirilmiş beş köyün her birinde nefes alan her bir canlı kulak kesildi vadinin dibindeki derede ikinci bir patlamaya dönüşen sese. Sindiği yerden çıkan Ali Çavuş, karşı yamaçtaki büyük ve güzel evlere bakıp iç geçirdi. Bunlardan bir tane de kendisi yapacaktı. Ama önce kayanın üzerinde bir evlik düz bir alan oluşturması gerekiyordu. Buralarda ev yapacak ya da ekip biçecek düz bir alan neredeyse yok gibiydi.”
Hicret Birik – Tek mi Çift mi?
“Zarife, yani annem, bazen on üç yaşındaydı, bazen de yedi veya yetmiş. Zarife’nin kaç yaşında olduğunu herkes farklı hesaplayabilir. Zamanın göreceliği diye bir şey varmış, öğretmenim öğrettiydi. Zarife’nin cebinde çeşit çeşit mantarlar olurdu. Ben tanıyorum mantarları; zehirliyi, zehirsizi biliyorum.”
“Eve gittim. Paspası kaldırıp altına baktım. Bir oyuk vardı, yanında beş tane fındık. Fındıkları avuçlayıp salladım. “Tek mi çift mi?” dedim. Küçük bir fare geldi, yüzüme bakıp oyuğun içine girdi. Eğilip yere, peşinden ben de girdim. Üstüm şekerlendi.”
Merve Can – Gıcırtı
“Bir süre durdu. Düşündü ama ne düşündüğünü kendi de bilmiyordu. Ne geçiyordu aklından. Üzülüyor muydu hıncı mı artıyordu öfkeli miydi sıkılmış mıydı. Dolabın içinde hepsi birbirinin içine girmiş. Örümcek ağlarıyla birbirlerine iyice yapışmışlar. Ekşimsi bir koku. Koca dolaba neler getirip koymuştu da şimdi dev bir hiçliğe dönüşmüştü. Hayır hayır. İzmariti fırlattı.”
Fatih Selvi – Ölürken
“Kaldığım yerden fazla uzaklaşmadan caddelerde turlayabilecek kadar gücüm henüz varken ilk günlerimi daha çok dışarıda geçirdim. Bir yere çöküyor, görev duygusuyla etrafı izliyordum. Hızla oraya buraya uçuşan suratlar önceleri sandığım kadar katı değildi, ufak fiskelerle çabucak dağılacak kadar narin olduklarından şüpheleniyordum hatta. İnsanlar itelendikleri maskenin arkasında ben öyle dikkatle onlara baktıkça gerçekten görülmenin ürpertisini yaşıyorlardı.”
Sibel Oğuz – Fakat İlk DefaÖlüyorum
“2059. Sokak’tan geçiyordu. “Mülk Allah’ındır” yazan bir apartmana dikti gözlerini. Balkonda onu bekleyen güzel bir kız vardı. Gözlerinin ışıltısı, karanlık sokağı aydınlatıyordu. Boynundaki kolye, kilisenin çanları gibi zayıf göğsüne çarpıyordu. Bir topluluğu ibadete çağırır gibi yumuşaktı. Bir yudum suydu, kıvılcımdı. Düştüğü yeri yakacaktı.”
Galip Çağ- İyi Günler
“Çay ver diyemeyecek kadar bezince sıcaktan elimle işaret ettim askı ile çay dağıtıp boş bardakları alan amcaya. O da aynı şekilde başı ile işaret etti “tamamdır” diye. Taşrada böyle oluyor işte. Şehirdeki mekânlar gibi gürültülü değil. Kimsenin kimseye bağırması gerekmiyor derdini anlatmak için ya da konuştukları müzik sayılamayacak bir gürültü ile örtünmek zorunda değil. Hatta belki konuşmak zorunda da değil burada insanlar.”
Rukiye Saran Aydın – Kent Sineğiyle
“Ben senin konserlerine alıştım. Sensiz kalamam asla. Evet, ben bir caniydim eskiden. İlkin atanın kanatlarını koparıp örümceğin yuvasına atarak başlamıştım. Bir de büyüklerim, kendilerinin cesaret edemedikleri pis işleri bana yüklemişlerdi. Bu ellerim onlar için cinayet işledi. Çünkü yaşım küçük olduğundan cezai ehliyetim yoktu. Kalbim itiraz ediyordu ama dilim bu itirazı yüzlerine söyleyemiyordu. İstemeden yaptım bunları. Yetişkin olunca isteyerek devam ettim vukuatlarıma. Annemi babamı öldürdüm. Okul arkadaşlarımı, komşularımı, köyümü, yaşadığım kenti, eşimi, evlatlarımı öldürdüm. Onlar da yetmedi, sonra kendimi kemirmeye başladım. Beynimi, ellerimi ayaklarımı, gözlerimi, kısacası tüm vücudumu öldürdüm.”
Hisdüşüm’den Şiirler
verirken dokunduğun sus payı bile muhteşemdi
sen bir geri dönüşünü düşün asuman
mavi göklerin yalnızlığına sen yetersin
gelmek zorunda değil
eteğinden tutup şafağa yaklaşırsa
yine azarlarım o güneşi
Kazım Gök
Beni bağışla allahım sen severdin beni eskiden
Hani çocuktum ve koşardım, yarınlar üzerimde kanlı bir gömlekti
Kitaplardan öğrenirdim güzel yerleri, yaşamayı, sevmeyi
Bizim sokakta güzel yerler yoktu, yaşamak ve sevmek için geçti
Burada yapabileceğim tek şey buradan gitmekti
Bunu aklıma sen düşürdün
Sonra gitmeyi aldın benden
Sevda Altınkaya
Hınçla örüp avcının ağında çürüyen sefayı
Aşktır diye toprağa dürdüm
Ne söz vardı akışında damarına oturan kurumun
Ne göğsü açık bir vebal tövbelerce yıkanan
Hin, bedeninde irinli dua
Şişmiş karnımıza gümüş kabzalar okurken
İndirdim ellerimi gömdüğüm tanrımızın yüzüne
Eteğinden kalkıp seni öldüremediğimden
Tuba Nur Katı
kollarında çok taşırsan müjde bile ağır gelir
durup mağrur pozlar veriyorsun
yüzündeki şeyler iyi mi, iyiliğe mi benziyor
pikselin düşük
bu hangi yüzün tanınmıyor
Seda Şaffak
Yıl:1 Sayı:1- Anadolu Mahfili
Yıl:1 Sayı:1. Şiir gibi huzur veren bir başlangıçtır bu. Bir derginin üzerinde bu ifade varsa umut etmek için birçok sebebimiz var diyebiliriz. İyi ki söz var demek için açılan sayfaların en güzel şarkısıdır bu.
Anadolu Mahfili, bir müjde gibi. Anadolu’nun kapılarını açar gibi çıkageldi Muş’tan. Künyeye baktığımızda Mustafa Alican ismini görünce tüm taşlar yerine oturuyor. Yaşadığı yere anlam katmanın adıdır Mustafa Alican Hoca. Akademisyen olmanın sınırlarını üniversite sınırları dışına taşıyan, okuyan, okutan, omuz veren bir yüreğe sahip olduğunu arada mesafeler ne kadar çok olsa da ülkenin dört bir yanına duyuran bir içtenliğe sahip onun elini attığı her iş. Şimdi de Anadolu Mahfili ile edebiyat dünyamıza bir Malazgirt coşkusu katacağı muhakkak. Ben çıktıkları bu yolda Mustafa Alican Hocamın nezdinde tüm dergi ekibine kolaylıklar diliyorum. Nice sayılara…
Dergiyi okurken içinizin Anadolu ile dolup taştığını göreceksiniz. Anadolu’nun bereketi dergisinin tüm satırlarına sinmiş.
Mustafa Alican’ın Giriş Yazısından…
“Anadolu Mahfili’nin teşekkül sürecinde heyecanımızı paylaşan birçok kişinin katkısı oldu. Başta danışma ve yayın kurullarımızda yer alarak bize destek veren hocalarımız olmak üzere çalışmaları ile ilk sayımızı teşrif eden yazar arkadaşlarımıza ve dergimizin teknik işlerini yürüten genç kardeşlerimize medyun-u şükrân olduğumu belirtmek istiyorum. Ayrıca hâlihazırda Anadolu Mahfili’ni elinde tutan bütün okurlarımıza da teşekkür ediyorum.”
Anadolu, Anadoluculuk ve Anadolu Mahfili
Mustafa Alican, bir tarih hocası. Yaşadığı coğrafyaya hakim, tarihin görkemini günümüze taşıyan çalışmalara imza atan birçok projenin içinde yer alıyor. Anadolu ruhunu onun yaptığı her işte görmek mümkün. Anadolu, Anadoluculuk ve Anadolu Mahfili üzerinde duruyor yazısında.
“Burada zikredilmesi gereken bir başka önemli husus 2000’ler itibariyle Türkiye’nin bütün şehirlerinde kurulan üniversitelerdir. Daha önce ancak toplumun belirli bir kesiminin erişim sağlayabildiği yükseköğretimin bir anlamda hızla demokratikleşmesini sağlayan ve üniversite eğitimini sosyokültürel sermayesi zayıf, yoksul ve muhafazakâr Anadolu insanı için lüks olmaktan çıkaran söz konusu üniversiteler, Türkiye’nin en ücra şehirlerinde bile inanılmaz bir kalkınma hamlesinin ortaya çıkmasını sağlamıştır.”
Anadolu Bize Ne Söylüyor?
Anadolu’nun sesine kulak vermek gerekiyor. Çünkü onun sesi milletin sesidir. Hidayet Kara Anadolu’ya kulak veriyor.
“Binaenaleyh bu çerçevede Anadolu düşünüldüğünde, tarihî süreçte büyük bir mirasla karşı karşıya kalırız. İnsanlık tarihinin en eski izlerinin olduğu bu coğrafya, keşfedilen her yeni şeyle birlikte bizleri her geçen gün daha fazla hayretler içerisinde bırakmaktadır. Örneğin 1960’lardan sonra yapılan arkeolojik kazılarla ortaya çıkarılan Göbeklitepe ve benzeri kadîm mekânlar, insanlık tarihine yeni yaklaşımlar getirmeyi bir zorunluluk olarak dayatmaktadır.”
Nurettin Topçu’nun Anadolu’su
Galip Çağ Nurettin Topçu’nun gözüyle bakıyor Anadolu’ya.
“Topçu bir Anadolu milliyetçiliğinden çok durumun vahametine bağlı olarak Anadolu’da yeniden bir diriliş ve canlandırma peşinde gibidir. Onun değerlendirmesinde ve Anadolu odağında bilhassa iktisadi yenilenme ve buna bağlı bağımsız bir Anadolu köylüsü düşüncesi yatar. Bu sağlandığı takdirde, çalışmanın başında ifade edilen maddi unsur ve ruh yeniden inkişaf ederek Anadolu’da Türk varlığını en güçlü şekilde hissettirecektir.”
Kemalizm ve Anadoluculuk
Mehmet Çelik, Anadoluculuk kavramına Kemalizm üzerinden bakıyor.
“Kemalizm’den her ne kadar yüzünü Batı’ta dönmüş bir Cumhuriyet milliyetçiliği anlaşılsa da, Kemalizm’in özünü Anadoluculuk bünyesinde bulmak da imkân dâhilindedir. Bu açıdan bakıldığında millî kültürü yeniden diriltmeyi hedefleyen ve bunu tarih ve lisan şuuruna dayalı bir fikir hareketi olarak gören Anadoluculuğun temel kaygısı ile Kemalizm’in tarih ve kimlikten gelen kaygısını aynı düzlemde değerlendirmek mümkün olabilir.”
Neşet Ertaş Anadolu
Anadolu demek türkü demektir. Yürekten dökülen nağmenin adıdır Anadolu. Neşet Ertaş’tır baştan başa Anadolu. Yusuf Çifci, Anadolu’ya Neşet Ertaş üzerinden bakıyor.
“Yeni Anadoluculuk olarak kavramsallaştırdığımız düşünceye bir ideoloji muamelesi yaparsak eğer, bu ideolojinin kurucusu Neşet Ertaş’tır. Neşetizm, bir ideoloji olarak insan kavramının temelinde yükselir. Burada ideoloji teriminin önerdiği “düşman” kavramına da değinmek gerekmektedir. Çünkü Ertaş’ın müzikal söyleminde aynı zamanda ötekileştirdiği bir grup da yok değildir. Ancak ideoloji kavramının kendi doğasına aykırı olarak Ertaş, “öteki”ni liyakat kavramına göre konumlandırmaktadır.”
Anadolu Mahfili’nden Bir Öykü
Yıldız Ramazanoğlu- Yasin ve Mercan Hakkında
“İşlevleri yaşam tarzınıza ve isteğinize göre uyarlanabilir. Mikroişlemli, kontrollü olanlar doğal yürüme hareketlerini daha iyi taklit eder ve yürüme kalitenizi artırır, fiyatlar ona göre elbette. Fakat bağımsızlığınızı neredeyse yeniden kazanırsınız. Önceleri Amerika’dan getirtiyorduk, şimdi âlâsını üretiyoruz.”
“Malulen emeklilik parası hiç fena değildi doğrusu, fiyatları her gün katlanan temizlikçi ablalara para yetiştirebiliyordu. Perdeler yeni yıkanmıştı, deterjanın lavanta kokusu evi sarıp sarmaladı. Kedi bu sefer de kokudan mest olup derin uykuya daldı. Evde hiçbir günaha karışmamış, kiramenkatibinin radarına hiç girmemiş, kötü amellerin yazıldığı defteri bomboş olan birinin dolaşması, gezinmesi, sürtünmesi, ona sarılması bambaşka dünyaların habercisi. Mercan epeyce kilo aldı derken dört kiloya ancak eriştiğini söylemek lazım.”