Ağlamalıyız, Bu Erkekçe Olur

Cins dergisi okumanın heyecan veren bir yanı var. Sizi içinizin hassas bir noktasından yakalayacak bir incelik mutlaka çıkıyor karşınıza. Damarlarınızda gezinen kanı bir küçük dokunuş bile alevlendirebiliyor. İşte Cins, tam da bunu yapıyor. Unutulan, göz ardı edilen bir nokta sizi alıp eski zamanlarda bir yerlere götürebiliyor. Malcolm X çıkıyor karşınıza. 28 Şubat’tan bir kara lekenin içinden sıyrılmaya çalışıyorsunuz. Yarının eskimez bir şarkı olduğuna inanıyorsunuz. Ve daha fazlası Cins dergisinin sayfalarında sizleri bekliyor.

Derginin Şubat 2023 sayısı da yine bizi kendimize çağıran bir davetiye gibi adeta. Bu sese kulak vermek gerek. Mesela ağlamak… Hem de erkekçe bir yüreklilikle ağlamak.

Derginin giriş yazısından;

“Oradayız. Güneşin etrafında dönen dünyamızın etrafında dönen ayın on ikiye ayrılmış evresinde güllerin toplu halde solduğu en yoğun zaman dilimi -öyle sanıyoruz ki- adına Şubat dediğimiz aydır. Oradayız. ‘Sen şimdi sevincimin akranısın’ diye seslenebilecek çok fazla özne var.

Ağlamalıyız, bu erkekçe olur.

Hakkı yenen bütün yumuşak kalplileri ve kalbi kırılan tüm hayalperestleri çağıralım.

Gözlerinin yerinde boş çukur olan siyah ve beyaz yüzleri ve her sabah evden çıkarken geri dönebilmek için kendisine sıkı sıkıya tutunanları çağıralım.

Beyaz şeytanlardan ve siyah uşaklarından nefret edenleri ve efendilerin pusatlarına yukardan bakmayı havalı hareketlerin en fiyakalı sesi sayanları çağıralım.”

Kurtulmak için Değil Unutmamak İçin

Neden yazıyoruz sorusunun cevabı o kadar çok ki. Aslında ne kadar cevap varsa o kadar yazmak var. Hüseyin Atlansoy, “Kurtulmak için değil unutmamak için yazıyorum diyorum.” diyerek başlıyor yazısına. İnsan çoğu kez yaşayarak yazıyor ya da yazmak da yaşamaktan sayılıyor. Hayatı okumak gibi bir incelik bu. Atlansoy bizi bir yürüyüşe davet ediyor.

“Kurtulmak için değil unutmamak için yazıyorum diyorum. Tam karşımda Gökhan Ergür oturuyor. Karşılıklı çay içiyoruz. Ezbere şiirlerini okuyamazmış Turgut Uyar. Ben kurtulmak için yazıyorum dermiş yazdıkları için. Büyük hata. Belki de bu yüzden büyük saat ismini almıştır kitabı. Bu yüzden uzanıp kendi yanaklarından öpmek zorunda kalmıştır. Bense unutmuyorum, unutamıyorum ve unutmamak için yazıyorum. Ezberimde şiirlerim ve sözlerim. Ezberimi bozmuyorum. Zorunlu ise ezberlerimi yenileyerek ve yineleyerek sürdürüyorum.”

“Seksenlerin sonlarına doğru bir gece yarısı erenlerde -erenlerin giriş kapısının sağ tarafındaki yerde oturuyor çayı sigaraya ulayarak içiyorum-. Nerdeyse bir yıldır kelimesiz bir hayat sürüyorum. Sadece bana yöneltilen merhabalara merhaba demekle yetiniyorum. İçeri biri giriyor sol taraftaki yerlerden birine ilişiyor. O da çayı sigaraya ulayarak içiyor. Epey bir oturduktan sonra kalkıyor. Kapıdan tam çıkacakken gülümseyerek bana bakıyor ve tek bir cümle söylüyor: Ben artık gidiyorum. Başımı kaldırıyorum tek bir cümle söylüyorum: Ben de çıkacağım birazdan durulmaz ki bu arada. Metin Kaçan’la tek karşılaşmam ve tek diyaloğum bu oluyor. Yıllar sonra Bu Arası Dünya Bursa’da Olur son şiirim oluyor..”

Tarık Tufan ile Âşıklara Yer Yok Üzerine Söyleşi

Tarık Tufan, yeni romanı Âşıklara Yer Yok ile okuyucularını bir kez daha selamlamış oldu. Gülsena Afra Ersan’ın; aşk, aşkın halleri, romanın ince detayları gibi konular üzerine sorularını cevaplamış Tufan.

“Aşk büyük ve güçlü bir duygu. Aşkın hakikati de çok büyük. Bir hayata sığar ama bir dünyaya sığmaz. Uçsuz bucaksız bir bağlanma hali. Sınırsız, ölçüsüz… Aşk dünyaya sığmaz. Âşıkların kalbi de bu dünyaya sığmaz. Tekinsiz ve zincirlenemez olmasından mütevellit aşk bir yersiz yurtsuzluk halidir. İki anlamda okuyabiliriz kitabın adını: Âşıkların yer bulamaması veya bu dünyaya sığmaması…” 

“İnsan acılar çektiğinde bir umut etme biçimi olarak uzaklara bakmaya başlar. Uzaklarda kendisini bekleyen teselliler olduğu düşüncesi insanı güçlü tutar. Bir gün oralarda olmak, ona yeni bir hayat imkânı bahşedecektir. Yabancı yerler, bilmediği yerler, insanın aradıklarını bulabilmesinin ihtimalleri olarak bir tür masalsı anlamlar hissettirir. Âşıklar aşk acısı yüzünden bir türlü sükûnet bulmayan ruhlarını uzaklara atmaya, orada huzur aramaya özlem duyarlar. Bitmeyen bir varoluş sancısını dindirmenin yolu olarak yola düşmek âşıkların kaderi ve hayalidir.”

“Orhan’la iki buçuk yıldır konuşuyorum ben. Bir yazarın her gün kendi karakteriyle konuşması romancılığın tuhaf yönlerinden biri. Ona her gün içimdekileri söyledim ama karakter ete kemiğe büründüğünde, romancının söyledikleriyle değil, kendi karakter özellikleriyle hareket ediyor. Bu saatten sonra Orhan’a bir şey söylemenin manası yok. Kendine bir hayat çizdi. Başlangıçta onun için iyi ve doğru olabilecek başka şeyler hayal etmiştim ama roman ilerledikçe Orhan kendi kaderine yol almayı seçti.”

Görüntüler, Emojiler ve Delirmeler

Sanal dünya dediğimiz dijital kuşatma insanları her haliyle esir alan bir uğultuyla üstümüze hücum etmeye devam ediyor. Gerçeklik denen o sıcaklığı ne yazık ki kaybettik. Hem de neyi kaybettiğini hatırla demeye fırsat bile bulamadan. Güray Süngü, bu sayı Başka Dünya Öyküleri’nde bizleri görüntülerin, emojilerin dünyasına götürüyor. Sözcükler çıkınca elimizden geriye kalan bir delirmeyle baş başayız.

“Bilgisayar ve internetin bütün dünyaya hâkim olmasından elli yıl sonra insanlar, insanlığın dönüşmekte olduğunu fark ettiler. Öncesinde pek çok gelecek bilimci vaziyetin ne olacağına dair öngörülerde bulunmuş ama yaptıkları edebiyat olarak kabul edilip, meselenin özüne eğilme gereği uyandırmamıştı. Ama artık çok geçti. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki.”

“Okuma yazma bilmeyen ve kelime ve kavram haznesi olmayan nesil sayısı üçe çıkınca, dünyada sadece altmış hatta yetmiş yaşın üstünde olanlar okuma yazma ve konuşma bilir halde kaldılar. Günün birinde genç nüfus böyle her halta garip garip yorum yapan bu ihtiyarların topluca deli olduğuna karar verdi, bütün ihtiyarları hapishanelere kapattı. Dünya üzerinde son okuma yazma ve konuşma bilen insan bir hapishanede doksan üç yaşında öldüğünde, o gün bütün dünyada yeni dünya düzeninin miladı olarak kabul gördü ve bayram ilan edildi. Bayram bile ilan edilemedi pardon, bayram olgusu bilinmediğinden bayram kelimesi de bilinmiyordu. Oh günü ilan edildi. Zaten kelime sayısı zamanla ikiye inmişti. Oh ve ah. Eh bile unutulmuştu.”

Reklam Dini

Savaş Ş. Barkçin, Reklam dininden bahsediyor. Evet doğru. Dilinden değil dininden. Yazının çıkış noktası; Katar’da yapılan dünya kupasında stattaki kola reklâmı. “İnanmak sihirlidir.”

“Coca Cola gibi büyük uluslararası şirketler reklamları konusunda çok titizdir. Reklamlarda gözüken tiplerden kullanılan müziğe, kutu ve şişe tasarımından reklam renklerine kadar her şeye dikkat ederler. Coca Cola reklama yılda 4 milyar dolar para ayırıyor. Üründen ziyade imajı önemli sonuçta. Kafamızda oluşmuş bu kırmızı-beyaz imaj olmasa insanların bu berbat tadı olan, asitli ve apaçık zararlı olduğu bilinen içeceğe bu kadar bağımlı olması mümkün mü?”

“Batılılar siyasette ve ticarette insanlık tarihinde ilk defa yalanı gerçek gibi sunabiliyorlar. Bunu küresel ölçekte ve her işte yapabiliyorlar. Sözle, resimle, filmle, müzikle, drama ile, slogan ile yapabiliyorlar. Bir saçma sloganla, bir dandik tasarımla elde ettikleri gelire nazaran neredeyse bedavaya gelen bir güç bu… Ne savaşman, ne ordulara para harcaman gerekiyor. Hep kâr, hep kâr… Ama biz yine de yütene baktığımız kadar yütülene, aldatana baktığımız kadar aldanana bakmalıyız.”

Kemal Sayar ile Yarın Üzerine

Cins’in bu sayıki teması; yarın. Günde defalarca kullandığımız, hayatımızın merkezinde yer alan ve tüm planlamalarımızın odağında olan yarın. Gülsena Afra Ersan’ın sorularını cevaplıyor Kemal Sayar. Söyleşiden sonra yarın üzerine daha derinlikli düşünme gereğini hissedeceğimiz muhakkak. Yaşadığımız andan yarına bakarken daha derli toplu düşünme gereği hissedeceğiz.

“Zaman bizim içimizdedir. Zamanı biz yaparız. Hepimiz bir sosyal zaman içine doğan sosyal varlıklarız. Bergson’a göre zaman sayılarla anlaşılamaz, o içsel olarak yaşanır. Zaman; tasnif eden, bölen, ölçen, hesaplayan basit bir akılcılıkla kavranamaz. O bölünmez, akar. Onun gibi Husserl de zamanın öznel doğasına dikkat çeker; zamanın özü bizim onu nasıl algıladığımızdır. Şimdi, bellek ve beklentiler arasında uzanır. İçsel zaman bize aynı zamansal süreci farklı uzunluklarda yaşatır. Kederli zamanlarımızın içsel zamanı, neşeli zamanlarınkinden farklıdır.”

“Yersiz yurtsuzluğumuzun en önemli alametlerinden biri, medeniyetimize mahsus zaman telakkisini yitirmemiz. O halde mesele hatıraların o kutsi saatini, kalbimizin kendine mahsus zamanını hayatlarımıza geri getirebilmektir. Mesele fecri selamlayabilmek, hayatı beş vakte göre tanzim edebilmek, elimizden kayıp giden saatleri, ‘hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş lakayt dostlar’ı tecrübe ettiğimiz dünyaya davet edebilmektir.”

“Bugünün kurgusallıktan vareste görünmesinin nedeni, şu an hakkında henüz kurgulayabilecek- yorumlayabilecek yeterli miktarda malumata vakıf olmamamız. Şu anda şahit olduğumuz ve olmadığımız tüm olaylara, olgulara ve şartların bilgisine vakıf olsaydık, aralarındaki bağları yorumlayarak bunları da kurgudan geçirmemiz gerekirdi. Ki yine de üstünkörü, olduğu kadarıyla yapıyoruz bunu; zihin algılarken muhakkak ki bir çeviri faaliyetinde bulunuyor. Sonrasında, yani “şimdi” geçmişe karıştığında bazı düzeltileri yapa yapa ilk haliyle de uyuşmaz bir kurgu olup çıkıyor hikâye. Geleceğin tasavvurundaki fark belki şuradadır; tahayyül ve tasavvur ederken önce bağları, yani bugüne uzanan nedensellikleri sabitleriz, onları nirengi noktaları olarak kabul ederiz ve sonra onların etrafında bütün olayları, olgu ve şartları organize ederiz.”

Ablan Bilime İnanıyor Bebeğim

Bilimsel dille konuşmak, olaylara bilimsel yaklaşmak, her şeyi bilimin temeline yaslamak daha fazlası insana daha inandırıcı geliyor. Yani bir yerde bilim varsa akan sular duruyor ve bilim konuşuyor. Peki, durum gerçekten öyle mi? İsmail Kılıçaslan’ın gönle ferahlık veren üslubu ile bakıyoruz bu kez bilime. Mesafemiz ne kadar değişiyor ya da ne hale geliyor okumak ve görmek gerek.

“Hep söylediğim bir şey var, modern hayat, içine doğduğumuz verili hayat bizden inançlarımızı alıyor ama yerine devasa bir inanma boşluğu bırakıyor. Bu inanç boşluğunu bir şekilde neyle kapatmak lazım denildiğindeyse karşımıza çıkan şey bilim. Bilim, bilim midir sorusu çok acayip bir şey. Mesela yeni bilimsel gelişmenin iyi bir şey olduğuna dair gelişen inanç, -ona kabaca pozitivist anlayış diyebiliriz- yani ne ki yenidir bilimde, o ki iyidir inancı, bütünde atom bombasının icadı ve kullanımıyla ikinci dünya savaşında kendini imha etmiş bir anlayış olmasına rağmen, bugün hem dünyada hem Türkiye’de bilimin bütün yeni gelişmelerinin dünyayı daha iyi bir yer haline getirdiğine dair bir inanç geliştiriliyor. Bilimle inancı yan yana kullandığımın farkındayım, çünkü bilim artık tüm dünyada bir inanç biçimi aynı zamanda. İnanç gördüğüm kadarıyla kendini bilimin sorguladığından çok daha sert şekilde sorguluyor. Hem İslam dünyasında hem Hristiyanlıkta hem başka dini inanışlarda muazzam bir müphemiyet ve sorgulama söz konusu.”

“Zırva kendini kolaylıkla ele veren bir şey değildir modern dünyada. Kendini mesela çevre duyarlılığı konusunda, çok gelişmiş ve bilime uygun hareket etmek ön kabulüyle yaşayan insanların pek çoğunda, bilimsel gerçeklerin tamamen dışında bir sahte duyarlılık alanı görüyoruz. Zırvalıyorlar ama sesleri o kadar çok çıkıyor ki bu zırvaladıkları gerçeğiyle mücadele etmekte çok zorlanıyoruz, bugün içinde yaşadığımız şey o. Bir başka alan, bin bir türlü rengi ve bin bir türlü tonu olan kişisel gelişim alanı. Kişisel gelişimin bütünüyle, psikolojiye ve insan bilimlerine uygun bilimsel bir gerçek olduğu bize söyleniyor ama günün sonunda bütün kişisel gelişim hikayelerinin geldiği yer bana çocukluk travmalarından bahset, her şey senin içinde, içinde inanılmaz bir sevgi ve güç var meselesi.”

“İnsan aklı dışında herhangi bir akıl yoktur bilimin ürettiği en büyük dogmalardan biridir. Bugün dünyadaki verili bilim dili neredeyse dünyanın en dogmatik bilim dilidir ve buradan bir çıkış var gibi görünmüyor doğrusu.”

Başlama Vuruşunda Hayriye Ünal Var

Bu sayının başlama vuruşu konuğu Hayriye Ünal. Şiir üzerine kafa yoran bir isim Ünal. Şiirin girdaplarını ve şifrelerini kendi dünyasında yoğuran bir şairanelik onunki. Yani etkilenmesi yine kendinden olan şairlerden. Bu anlamda, onun yazdıkları, özgün bir ses yakalamak isteyen genç şairler için bir yol göstericilik özelliğine de sahip.

“Şiirle bağlantıya ilk geçtiğimde bir şifre kurucusu olacağımı bilmiyordum. Bazı kulaklar için melodiler çıkarmak amacıyla kâğıdı elime almıştım. Yalnızca bazı kulaklar, herkes değil. Havaya yayılan düzensiz ritimlerim kampüs çimlerine yayılmış sevgililerin yaşantılarından çarpıp şiddetlenerek bana döndükçe şiirin hazin yazgısı da beliriverdi. Yaşa ya da öl. Yazmak, bedenini yazar-kendine kiraya vermek gibi. Aradan geçen bunca zaman sonra halen yalnızca nadir rastlanan akıllara mektup yazar gibi şiire başlıyorum. Bir ölü olacağını bilen ve zamanın görece olduğunu bilen bir akıl yaşamın içinde olmadığını bilir, var gücüyle “ben var idim, buradaydım,” diyen bir kalıcı izi oluşturmak ister. Bilinçli ya da bilinçsiz. Eğer, dedim, sonraları, bunu okuyacak her göz de bir ölü olacağı için ne gereği var? Boş çaba.”

Gazzâlî, Felsefeyi Eleştirmiyor, İyileştiriyor

Muhammed Yazıcı ile Gazzali üzerine bir söyleşi gerçekleştirilmiş. “Hiç başlamayacak olanlar için” dense de başlıkta, Yusuf Genç’in ufuk açıcı soruları ile özellikle Gazzali felsefesinin insana ve inanca bakışına odaklanıyoruz. Girizgâh, söyleşinin satır aralarında. Dileyen kapıyı aralayabilir.

“Modern hayatta benliğinin manevi-ahlakî boyutlarına sıkı sıkıya tutunmak isteyen gelenekçi Müslüman kesim kadar; aydınlanmacı, pozitivist, indirgemeci, bilim-felsefe söyleminde aradığı dinginliği bulamayan entelektüel kesim de Gazzalî’de ilgi çekici şeyler bulur. Ayrıca akademik dünyada da Gazzalî’nin güçlü etkisi vardır. Gazzalî bir fıkıh ve fıkıh metodolojisi uzmanıdır. Bu alandaki eserleri akademik ilginin konularındandır. Kelam ve felsefeye ilişkin görüş ve eleştirilerinin kelam ve felsefe tarihindeki önemi de akademik ilginin çeperlerine dâhildir. Dolayısıyla Gazzalî gibi birinin, ayrı kulvarlardan okuyucuların ilgisini çektiği düşünülürse onun çok okunanlar listesinde olmasında şaşılacak bir şey yoktur.”

“Gazzalî tercümelerinin çoğu eskidir. Eski tercümeler genellikle sağlam bir edisyon kritikten geçmemiş nüshalar üzerine yapılmıştır. Dolayısıyla metinde zaman zaman eksik ve hatalı yerler olabiliyor. Ayrıca dilleri ve üslupları da zaman aşımına uğradı. Düşünün, Tehafüt’ün ilk tercümesini Sultan Abdülhamit yaptırıyor. Dizgi-mizanpaj ve kapak tasarımları da ilgi çekici olmaktan uzak. Akademik anlamda daha güvenilir nüshalar üzerinden ve güncel Türkçeyle yeni çeviriler yapılması, gelişmiş edisyon ve tasarım hizmetiyle yayıma hazırlanması bir ihtiyaç gibi görünüyor. Daha önce bütün Gazzalî külliyatını tercüme edeceğini vaat eden yayınevleri olmuştu ama başarılı olamadılar. Özellikle kelam/ felsefe metinlerinin tercümeleri evlere şenlik. Malum, bir metnin tercümesi için o metnin dilini bilmek yetmez, ıstılahlarına vâkıf olmak da kâfi değil. Aynı zamanda o şahsın dil dünyasına nüfuz edebilmek gerekir. Maalesef, bugün son dönemde yapılan birkaçı istisna böyle bir tercümeden mahrumuz.”

Ramazana Bir Adım Kala

Üç ayların coşkusunu yaşarken ve gökten üstümüze sağnak sağnak gecelerin bereketi inerken ramazanın huzuru ve bereketi yavaş yavaş içimize dokunmaya başladı. Elbette bu ramazan daha buruk olacak sofralar. Deprem bölgesindeki kardeşlerimizin acılarını paylaşmak ve onların bir nebze de olsa ramazan bereketini hissetmelerini sağlamak için elimizden gelen ne varsa yapmaya çalışacağız. Biliyoruz ki ramazan, “Samanyolu’nda Ziyafet” olarak geliyoruz hanelerimize. Bu ziyafete kardeşlerimizi ortak ettikçe bereketimizin daha da artacak. Güven Adıgüzel, ramazanı selamlayan bir yazı ile Cins’te.

“Samanyolunda Ziyafet’e ne zaman yolum düşse, o son söz’de takılır kalırım; “Oruç üstün insanların davetlisi olduğu bir tabiatüstü ziyafet, bir gök sofrasıdır.” Böyle bir sofra, helal rızıkların süslediği, bedenin acı verici bir tecrübeye razı olduğu ve ruhun hudutsuzca yükseldiği bir vaktin hülasası. Aynı kalbin atışında bir olmanın zamanı. Oruç yeryüzüne indiğinde, insan kendi teklifinde tamam olur. Geceyle gündüzün şarkısı, karanlıkla aydınlığın ahdi, bedenle ruhun mezci başlar. Gündüzünde tek, akşamında çok, arınmış bir su gibi parlayan, ağaran göğün altında toplanmış milyonlarca insan. Mahyalara yazılacaktır hakikatin adı.”

“Ve Mekke’nin kuzeydoğusunda Kâbe’ye 5 km. uzaklıktaki Cebelinur (Nur dağı) adıyla da bilinen Hira dağındaki tünel şeklindeki bir mağarada -sonradan Allah’ın Kadir adını vereceği- bir gecenin sabahında, MuhammedulEmin’e daha önce hiç karşılaşmadığı Cebrâil vasıtasıyla Alak sûresinin “ikra” (oku) emriyle başlayan ilk beş âyeti indirildiğinde yıl 610, aylardan Ramazan idi. İşte o günden beri, Ramazan gelirken, yanında o mağarayı nurlandıran ışığını da getirir bize. Kalbimizi o nur’a yaslayıp, ruhumuzu feraha kavuşturmamız için yapılacaklar listesinin nerede asılı olduğunu biliyoruz. Emine teyzenin, yıldırım gibi gelip, her şeyi değiştiren, dönüştüren, sarsan ve onaran Ramazan’ını düşünüyorum. Öyle ya; neyi/nasıl beklersen gelecek olan odur.”

Solun Tasfiyesi

Solun Türkiye’deki hali pür melâlini tarihi süreç içerisinde anlatmış Erdal Kurğan.

“Türkiye solunun 2000 öncesi tarihsel izleğine odaklanıldığında, iki tarihin (68 ve 78’in) nostaljik birer sığınak olduğu göze çarpar. 1961 cunta anayasasının yarattığı politik alan, 40’ların ve 50’lerin saf pozitivist eğitimiyle endoktrine olmuş Kemalist öğretmenlerin rahle-i tedrisinden geçmiş memur veya kentli çocuklarına, sol içinde yer almayı normalleştirmiştir. Buna mukabil daha taşralı olan, muhafazakar ilişkiler ağından kopup gelen gençler ise nispeten tepkisel olarak milliyetçi-muhafazakar örgütlenmelere kaymıştır. Ancak aradaki fark aşikardır; sol 68’de birçok üniversiteyi (ki Mülkiye ve Odtü bunların başında gelir) domine ederken, sokaklar ve taşra sağın elinde kalmıştır.”

“Türkiye solunun 2010 sonrası dönemdeki temel ayrımı Neo-liberal kültüralizmle iş tutup tutmayacağı noktasına gelip dayanmıştır. HDP projesinde yerel aktörleri aşıp küresel angajmanlara kavuşan bir yeni trendden bahsetmek mümkün gözüküyor. Bir taraftan ekolojist ve ulus-devlet karşıtı, mikro demokratik temsiliyetlere/ katılımlara vurgu yapan kantoncu yaklaşım, diğer yanda ise küresel finans kapitalle olan müzakereler ya ciddi kafa karışıklığına ya da yeni sosyal bürokratlara işaret ediyor. Tüm sol partiler/hareketler içinde vuku bulan HDP’leşme talebi ya da ithamı, solun kırılma noktalarını gösterirken, neoliberal bireyselliğe yapılan vurgu ‘kadroları’, devrimi ve komünal özgürlüğü yadsıyor. Türkiye’nin son yirmi yılını neoliberal küresel sisteme entegre olmakla eleştiren sol aktörler, İslamcı hegemonyadan kurtulma adına Londra borsasının finans kapital sahiplerini ‘temiz para’ sahibi olarak kodlayabilmektedir. Daha da ileri gidip ‘temiz para’nın ‘yeşil’e/çevreye, sosyal adalete (!) yatırım yapacağını salık verebiliyor.”

1997

1997 bazıları için sadece takvimde bir yıl iken bazıları için tarihin en karanlık yılı hatta yüz karasıdır. Yaşananları unutmak mümkün değil. Hatta mümkünse unutmayalım. Sadece şubatlarda değil her zaman olup biteni hatırlamakta fayda var. Özellikle kuklayı ve kuklacıyı da unutmamak gerek. Çünkü buldukları en küçük fırsatta tarihi tekerrür ettirmek isteyen riyakârlar köşe başlarında avuçlarını ovuşturmaya devam ediyor. Gülsena Afra Ersan, 28 Şubat yazısı ile zihinlerimizi tazeliyor.

“Annemin 28 Şubat’ı çocuk zihnime bir oyun anlatısıyla izah etmesinin sebeplerinden biri şu da olabilir; bazen gerçeklik sadece çok ağır gelmez, aynı zamanda ona inanmak da oldukça güçtür. 28 Şubat, onu henüz kendisi hazmedememiş anne babaların, o dönemki genç kuşağın da inanma güçlüğü çektiği bir gerçeklik. Birçok insan hakkının çiğnenmesi, hukuksuzluk, nitelikli, kaliteli genç nüfus aralığının iyileşmesi mümkün olmayacak yaralarla yaşamlarına devam etme zorunlulukları vb. problemler, onları yeni bir dil icat etmeye mecbur etmişti. Özellikle kendilerinden sonra gelecek olan kuşağa yaşadıklarını aktarma noktasında bir dil ve üslup geliştirme zorunluluğu tam karşılarında duruyordu. Bunu ciddi bir şekilde anlatmak, çocuklara fayda sağlamazdı; trajik bir kesite dönüştürmek, küçük yaştaki bu zihinlere ağır gelebilirdi. Yapılabilecek en mantıklı girişim, oyun – şaka yollu bir üslubu tercih etmekti. Okullarda öğrenci olamamanın, mesleğini icra edememenin, sosyal yaşamda tam anlamıyla bir dışlanmaya maruz bırakılmanın onarıcı dili olarak ‘şaka’yı tercih etmiş olabilirdi aile büyüklerim.”

Malcolm X İçin Saygı Duruşu

21 Şubat 1965 Malcolm X’in şehit edildiği tarih. Cins, bu tarihi de boş geçmiyor; bir takdim ile üç şiir sunuyor dua niyetine. Bir şiiri buraya alıyorum. Devamı Cins’in Şubat 2023 sayısında.

SİYAH KALP İÇİN ŞİİR

Çünkü Malcolm salak bir beyazın yüzünü

dağıtmıştı gözleriyle, Çünkü

Malcolm elini yükseltip kendi suretinde

tümüyle siyah ve güçlü olarak

kutsamıştı bizi, Çünkü Malcolm’un sözleri

galibin yorulmak bilmeyen atılımlarıyla

ateş ederdi, dünya üzerine asılı sözlerin

değişebileceğini söylemişti ve bu sebeple

öldürülmüştü, çünkü konuşmuş,

hissetmiş, olmuş ve değişmişti, hepsi

kalbinde sımsıcak birikmişti, Çünkü Malcolm’un

kalbi, yürüyüşü, ahengi ve boz canavarlara hitabıyla

bizi kirli şehirlerimizden çıkarmıştı

Çünkü Malcolm’un ısrarı

siyah adamların izzeti, siyah adamların

yaşamı için zihinlerinizi hakkaniyetle

doldurmuştu, Çünkü bütünüyle ölüp gittiğinde,

bizden kaybolduğunda, bütünüyle

tutunmuştu sözümüze, zamanımızın siyah tanrısı.

Çünkü onun tamamı ve tamamınız, bakın

yukarı siyah adamlar, takılmayı tıkanmayı bırakın,

yukarı bakın siyah adamlar, mızmızı afallamayı bırakın

onun için, Çünkü Yüce Malcolm dünyanın prensiydi, ölümü

için intikam almadan huzurumuz olmasın, onu öldüren

aptal hayvanlardı, eğer başarısız olursak nefesimiz

ferah olmasın ve beyaz adamlar dünyanın sonuna dek

bize ibne desin.

Amiri Baraka (Çeviri: Ahmet Ölmez)

Türk Edebiyatı’ndan Sinema ve Edebiyat Dosyası

592. sayısında “Sinema ve Edebiyat Dosyası” hazırladı Türk Edebiyatı dergisi. Birbirini tamamlayan ve destekleyen sinema ve edebiyat, ortaya çıkan zenginliği kültürel bir zemine taşıyan iki unsurdur. Yazılı kültür unsurun görsel bir şölene ulaşmasında edebiyatın payı büyük. Özellikle konu sıkıntısı çeken ve tekrara düşen sinema sektörü için edebiyat, keşfedilmemiş mümbit bir alandır.

Dosyada yer alan yazılardan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

Özlem Kale – Sinema Neden Edebiyatın Kapısını Çalar?

“Sinemanın en önemli öğesi olan senaryo, iki şekilde meydana getirilir. İlki, film çekmek isteyen kişinin, tasarladığı konuyu yalnızca sinema diliyle ifade edilecek şekilde işlediği özgün senaryo; ikincisiyse hazır bir metni senaryo biçimine dönüştürme işlemi olan uyarlamadır. Sinema uyarlamalarında, sinema için yazılmamış bir metni sinemaya uygun biçime getirme söz konusudur. Bu nedenle sinema uyarlamalarında, başka bir sanat dalına ait ürünleri, sinema sanatının gereklerine uydurma çabası ağır basar.”

“Sinemacıları, edebiyata yönelten sebepler arasında, “Bölge İşletmeleri” adı verilen kuruluşların sinemaseverlerin beğenisine dönük olarak yaptıkları anketler önemli bir yer tutar (Gökmen, 1989: 38-50). Sinema filmleriyle ilgili piyasa araştırması yapan Bölge İşletmeleri’nin yaptıkları anketlerle izleyicilerin beyazperdede görmek istedikleri oyuncular belirlenir. Örneğin Ege Bölgesi’ndeki seyirciler, “Efe konulu bir filmde” Kartal Tibet’i görmek isterlerken Doğu Anadolu’daki seyirciler bir “kabadayı filminde” Yılmaz Güney’in oynamasını arzu ederler. Bu durumda neyin nasıl anlatıldığı değil, kim tarafından anlatıldığı önem kazanır. İzleyicinin istediği doğrultuda çekilecek olan film bir roman uyarlamasıysa romanın anlatmak istedikleri kolayca göz ardı edilebilir; zira izleyici sadece filmde oynayan sanatçılarla ilgilenmektedir. Klasikleşmiş edebiyat yapıtlarının film olması, kitlesel kültüre katkı sağlasa da okumanın, kişisel gelişime daha fazla katkı sağlayacağı aşikârdır. Herkesin kendi başına alımlaması gereken bir sürecin, senariste ya da yönetmene bırakılması sağlıklı bir tutum değildir.”

“Sinema, başlangıcından itibaren edebiyattan etkilenmiştir ve her iki sanat dalı var olduğu sürece bu ilişki sürecektir. Ancak unutulmamalıdır ki her iki sanat dalı da kendilerini farklı dillerde ifade eder ve edebiyattan sinemaya yapılan uyarlamalar, romandan bağımsız, yeni üretimlerdir.”

Rıdvan Şentük – Sınır ve İmkân

“Sanat, her şeyden önce, bilim ve düşünce gibi, varlık ve oluşu kendisine mahsus (sınırlı) bir gerçeklik düzeyine yansıtarak düzenlemesi dolayısıyla, kendini geliştirebileceği, her defasında sorgulayabileceği ve yeniden inşa edebileceği bir ifade imkânıdır. Bu çerçevede sanatın, varlık ve hakikat ile kendine mahsus ifade imkânları arasında nasıl ve ne türden bir ilişki içinde olduğu, bu durumun hangi düzeyde ve ne şekilde insan ve hayat, varlık ve oluş, şuur ve gerçeklik ilişkisine yansıdığı sorusu önem arz eder.”

“Tarihi, özne-nesne karşıtlığı içinde kavramak mümkün değildir. Ne tarih öznenin, ne de özne tarihin nesnesidir. Değişen ve dönüşenin kim ve ne olduğuna bakmaksızın, süreci değişim ve dönüşümün kendisi şeklinde kabul etmek, tarihsel sürecin bütünlüğünü kurgulamak adına, sürece determinist bir irade atfetmek, sürecin kime ve neye ait olduğu sorularını dışlamak, tarihsel süreci teolojikleştirmek, sınırlarını aşan zamanı paranteze almak demektir. Aynı şekilde, zamanın ve tarihsel sürecin bütünlüğü düşüncesini paranteze alarak, değişen ve dönüşenin kimliğinde, süreçten bağımsız belirleyici bir irade vehmetmek, özne ve öznellik kavramına teolojik/teleolojik bir tanrısallık atfetmeyi gerektirir.”

Tarık Buğra ve Türk Ruhu

Şaban Sağlık, Tarık Buğra ve Türk Ruhu başlıklı yazısında Buğra’nın yazarlığını Türk ruhunu işlemesi yönüyle ele alıyor. Yazının ilk bölümünde roman sanatını düşünce yapısı bağlamında inceliyor Sağlık. Daha sonra Buğra’nın eserlerinde yer verdiği Türk Ruhu konusuna derinlemesine eğiliyor. Dil, üslup, millilik, has edebiyat, Necip Fazıl gibi konular yazının dikkat çekici noktaları.

“Tarık Buğra, tarihî roman yazmadan önce, gazetelerde fıkralar yazmıştır. Bu fıkralarda da âdeta “Türk Ruhu” sezdirmesi yapmaktadır. Fıkralardan bazılarının adları şöyledir: “Batılı Olmak, Türk kalmak”, “Osmanlıyı Horlamak”, “Bilmediğimiz Osmanlı”…5 Yukarıda “ruh” kavramını ünlü romancı Dostoyevski’nin ilk kullananlardan biri olduğunu söylemiştik. Tarık Buğra, Dostoyevski’yi de çok sever. “Hayranlıklarım Dostoyevski ile başlar. Tolstoy’da, Harp ve Sulh’ta doruğa varır.”6 Ünlü romancının “ruh” kavramına ilgisinin daha pek çok örneği vardır. Tarık Buğra, ordusu büyük bir hezimete uğrayan ve darmadağın olan bir Prusyalı subayın şu cümlesini çok önemser: “Mademki ben varım, Prusya var demektir.” Bu cümlede bariz bir “Prusya ruhu” olduğunu düşünen Tarık Buğra, kendi yazdığı romanların kahramanlarına âdeta “Mademki ben (biz) varız, öyleyse Türkiye de var…” manasında tavır aldırır.”

“Tarık Buğra, bir edebiyat olgusunu “millî” yapanın “dil” değil, “üslup” olduğunu da söyler.8 Bu görüş bizce de isabetlidir. Çünkü bir dili millî yapan kelimeler değil, o kelimelerin millî hassasiyeti yansıtacak şekilde kullanılmasıdır. Tamamen Türkçe kelimeler kullanmasına rağmen Türkçe konuşamayan / yazamayan yazarlar vardır. Tamamen yabancı kelimeler kullanmalarına rağmen Türkçe konuşan / yazanlar olduğu gibi… Mevlânâ gibi…”

“Tarık Buğra bizce bir “itibar iade edicisi” olarak da faaliyet göstermiştir. Çünkü ondan önce pek çok yazar hem tarihimizi hem dinimizi hem de medeniyet ve kültürümüzü maalesef aşağılayan eserler vermişlerdir. Yakup Kadri Yaban adlı romanında Türk köylüsünü layıkıyla anlatmamıştır. Hatta özellikle köy romanlarında Müslüman din adamları hep aşağılanmıştır. Tarık Buğra romanlarında hakkı yenen bu insanlara âdeta itibarlarını iade etmiştir. Küçük Ağa aynı zamanda ideal bir din adamı olarak da okunabilir. Sadece din adamları değil, bilgi ve eğitimi sembolize eden bütün kişiler Tarık Buğra tarafından yüceltilir. Hatta Tarık Buğra, Yaban romanında aşağılanan köylülerin Millî Mücadele’de nasıl aktif olduklarını da gözler önüne serer.”

Tanpınar ve Pamuk Romanlarında Bir Kimlik Unsuru Olarak Mimari

Ayşe Çipan Büyükcam, birkarşılaştırma metni ile Türk Edebiyatı’nda. Tanpınar ve Orhan Pamuk romanlarını mimari unsurlar olarak ele alıyor Büyükcam. Eserlerdeki yerellik kavramını mercek altına tutan yazıda “biz” temasının yazarlar nezdindeki karşılığına da değiniliyor.

“Osmanlı Devleti’nin son, Cumhuriyet’in ilk zamanlarını yaşayan Tanpınar, mazi ile kurulacak ilişki hususunda en çok düşünen ve ürün veren yazarlardan biridir. Tanpınar “biz”i neyin teşkil ettiği sorusuna cevap bulmak ister. Bu noktada estetik bulduğu her şeye dikkat eden Tanpınar için mimari, özellikle üzerinde durulması gereken bir alan olarak ön plana çıkar. Tanpınar’da Türk mimarisini ele aldığı makalesinde Mehmet Samsakçı, Tanpınar ve mimari ilişkisini şöyle açıklar: “Tanpınar mimari sanatını da yüklendiği ve taşıdığı asırlarla, daha da önemlisi bize verdiği ‘ebediyet’ duygusuyla önemser.” Tanpınar’ın kimlik ile mimari arasında kurduğu ilişki güçlüdür. O, kimliğin aranması gereken en temel yerin mazi olduğunu söyler.”

“Tanpınar’ın “ben” yerine “biz” zamiri ile yazması ve “biz”i oluşturacak ya da tanımlayacak hususları ele alması bu konunun kendisi için önemli olduğunun bir göstergesidir. Tanpınar için kimlik bir hatıralar toplamıdır ve ortaklıkların varlığı ve devamı ile mümkündür. Tanpınar, eserlerinin tamamında mimariyi bir kültürel süreklilik unsuru olarak değerlendirmiş ve İstanbul’u mahalle hayatının devam ettiği Fatih ile Boğaziçi çerçevesinde kurgulayarak “biz”in sesiyle kaleme almıştır. Bu ses kısık ya da ancak dikkat vererek duyulan bir ses değildir. Aksine bu metinler, yapısal anlamda da “biz” zamiri ile yazılan, “biz”in görünür olduğu metinlerdir. Tanpınar’ın bu metinlerin tamamında bir ortak kültürel kimliğin varlığını ortaya koymak istediği, kimlik inşası için sonuç niteliği taşıyan bir reçete vermemekle birlikte muhayyel bir ortaklığın mimari unsurlarla kurulmasını beklediği ve istediği şeklinde değerlendirilebilir.”

“Tanpınar gibi romanlarında İstanbul’a bir karakter olarak yer veren Pamuk’un resme ilgisi küçük yaşlarda başlamış, -mezun olmamakla birlikte- üniversitede mimarlık okumayı tercih etmiştir. Mimari ve güzel sanatlara özel bir ilgisi olan Pamuk, romanlarında bu unsurları sıklıkla ele alır. Ancak Pamuk’un İstanbul’unu oluşturan mimari unsurlar daha farklıdır. Pamuk romanlarında mimariyi “biz”den çok “ben” ve “öteki” üzerinden kurgular. Özellikle apartmanlar ekseninde kurulan aile düzeni ve sosyal ilişkiler birey odaklı bir kimlik okumasını mümkün kılmaktadır. Bunun yanı sıra abidevi mimari romanlarında pek az yer bulur, geçmiş ile bugün arasında mimari üzerinden bir bağ kurulmaz. Konaklar, kahramanların genellikle bir an önce değiştirmek istediği yaşam alanı, apartmanlar ise -kalabalık aileler yaşasa bile- Pamuk’un modern bireyinin sığınağı, “ben” sesinin en çok ortaya çıktığı yerdir.”

Tanpınar’ın Avrupa Hayranlığı

Yasin Beyaz, Tanpınar’ın Avrupa hayranlığını eserlerinden örneklerle anlatıyor “Evropa Bir Başkadır Azizim” yazısında. Tanpınar’ın bu yönünü tam olarak bilmeyenler için oldukça ilgi çekici bir yazı bu.

“Edebiyatçı kimliğinden taşarak mütefekkir kimliğine de bürünen Tanpınar, şaşırtıcı bir şekilde Batı karşısında oraya bir asır önce gidenlerin reflekslerini gösterir. Paris’e vardığında âdeta gözleri kamaşıp lal u ebkem olur. Tekrar konuşmaya başladığında kullandığı şu ifadeler oldukça dikkat çekicidir: “Fransa, Avrupa çok güzel! Bunlar emin ol, muhayyilemizin çok üstünde şeyler. Bu hayatı bir Fransız, bir Avrupalı olarak yaşamak, iğreti olarak buralarda gezmemek, muazzam ve bizim tatmadığımız, tadamayacağımız zevkler.” Ne yazık ki “coğrafya kaderdir” ve bu kader onu yanlış coğrafyada dünyaya getirtmiştir. “O İngiltere toprağına, o berekete, o cennete, o refaha ve o çalışma fikrine ve zihniyete sahip olmayı. Tabiatıyla bütün üstünlükler, bir yığın hazin mukayese ile insana her an hücum ediyor.” Uçsuz bucaksız medeniyet çölünde şaşkın ve avare dolanan Tanpınar. Avrupa, Tanpınar’ı o kadar teshir eder ki kaleminden gayriihtiyari “Avrupalı ne yapıyorsa iyi yapıyor” ifadesi dökülür.”

“Fransa’ya adım atarak sanat açlığını az da olsa dindiren Tanpınar hemen sinemalara, müzelere, konserlere, operalara koşar. Sonra da kendi zihin dünyasını şekillendiren Avrupalı, yazar, şair ve ressamların hayatlarına ve hatıralarına dair ne varsa gezip görmek ister. Bunun için yollara düşer. Okuduğu, bildiği sanatçı, edebiyatçı kim varsa onların soluduğu havayı teneffüs etmek, eşiğine yüz sürmek için uzun yolculuklara çıkar.”

“Kalemini Avrupa’daki olayların ve hayatın perde arkasına kapatmasında zihnindeki Avrupa imajının zedelenmesi ve düşünsel konforunun bozulması kaygısı yatar. Özellikle o dönemde sol ideolojilerle birlikte gündeme getirilen kapitalizm ve Avrupa sömürgeciliğine yapılan eleştiriler artmış Tunus, Cezayir ve Fas’taki milliyetçi hareketler de ivme kazanarak Avrupa’yla birlikte dünya gündemine oturmuştur. Tanpınar, 1953’te Paris’teyken Cezayir’in bağımsızlığı için ciddi anlamda fikrî ve siyasi faaliyetler meydana gelmektedir. Buna karşılık o, dönemin Türk hükumeti gibi Cezayir karşısında Fransa’nın yanında yer almayı ve susmayı tercih eder.”

“Tanpınar’ın görmezden geldiği bir başka önemli nokta da Endülüs’tür. Onun Avrupa seyahatinin duraklarından biri İspanya’dır. İspanya’yı gezen Tanpınar, Orta Çağ mimarisini en iyi şekilde yansıtan eserleri görmekle yetinir ve bir şekilde zahmet edip de İslam kültür mirasının en güzel eserlerinin verildiği yerlerden biri olan Endülüs’e gitmez. Burayı ziyaret etmediği için pişmanlık da duymaz.”

Türk Edebiyatı’ndan Hikâyeler

Esra Kahya – Eşekli Zerzevatçı

Mehmet Çavuş aksayan ayağının sızısını unutup yol arkadaşının derdine düştü. Son günlerde hep yorgundu eşekçeğiz. Bakışları körleşmiş, iştahı kapanmıştı. Kapı sesiyle debelenen hayvan, dipsiz bir sükutla yatıyordu ahırın köşesinde. Şeker, önüne çıkan kedi eniğinden ürkünce Mehmet Çavuş da asıl vazifesini hatırladı. “Pist.” dedi kıyımsız bir öfkeyle. Taş sokaklarda “Zerzevatçı geldi hanım! Taze taze zerzevatlar!” diye uzun uzun bağırdı. Kafası evlerin camına, kapısına dönük. Bir ses işitse durduracak Şeker’i. “Ne istersin hanımım, bir kilo Ayşekadın vereyim mi? Turşuluk acurlar, kelemler. He hanımım.” Sonra küfeler bir bir azalacak. Şeker’in yükü hafifledikçe Mehmet Çavuş’un topal bacağının sızısı geçer gibi olacak. “Daha çok bağırmalı. Zerzevatçı! Yemeklik, turşuluk!”

“Şeker’in kır tüylerinin arasında gezinen sineği eliyle küreledi. Gıcırtıyla açılan kapıya doğru yüz döndü. Karşısında gençten bir kızcağız. Yüzünde varla yok arası bir yaşmak. Yanakları boyunca çiller dizili. Tülün ardından, kızın yüzünde gezinen çillerin içinden bir ses duyuldu. Güler yüzlü, munis bir ses.”

“Sıçrayarak uyandı Mehmet Çavuş. Besmele çekti. Kan ter içindeydi. Düşünü hayra yordu. Bayrama, muştuya, yeniden doğmaya yordu. Kuyunun başına gidip buz gibi suyla abdest aldı. İçeri girerken Şeker’i yokladı. Nefesindeki hırıltı artmış. Neşesi düştü biraz. “Bu hayvana dört küfe çekersem katili olurum.” dedi. Yatan hayvanın önüne sarı başakları sürdü, su kabını doldurdu. Sevdi onu. Uyanmasından ürkmese yanına oturup rüyasını anlatacaktı, sustu.”

Yahya Akengin – Korpahan

“Yıllardır görmediği babasının hasta olduğunu bildiren mektuptan sonra Frankfurt dolaylarında Ren Nehri’nin kıyısında gezinmekte olduğu akşamüzeri o günleri tekrar hatırlayan Süleyman, “Alamancı” denilen gurbetçilere “yolunacak kaz” nazarı ile bakıldığını da düşünürken, “Acaba onlara yolunacak kaz muamelesi yapan Almanlar olmasındı…” diye geçirdi aklından. Başlarda bu incitici tavırdan kendini uzak tutmaya çalışırken eğitimli ve donanımlı olarak buraya geldiği gerçeğini düşünmüş bulunsa da çiftçi bir ailenin çocuğu olarak diğerlerinden farklı olduğu duygusuna kapılmamaya gayret etmişti.”

“Özledikleri arasında ağırlıklı bir yeri olan “Korpahar”ın cılız akıntısının şırıltısı bazen uykularında bile kulaklarına doluyordu. Aslında inceden ve derinden bir ezgiydi düşlerinden akıp giden. Tanıştığı yıllarda Meral’in fısıltılı konuşmalarını da bu çeşmenin sesine benzetirdi. Aklına geldiğinde “Keşke o çeşmeyi köreltmeseydin Meral…” diye hüzünlendiği de olurdu.”

“Süleyman, çocukluğunda kasaba dönüşlerinden birinde Korpahar’ın yanı başında oturmuş dinlenirken pancar idaresinin cipi de gelip orada durmuştu. Memur ve şoför bu mola esnasında suya tuttukları kocaman bir siyah üzüm salkımıyla şehir somununu iştahlı iştahlı yemeye başlamışlardı. Onları göz ucuyla imrenerek seyretmiş, somun ve üzümün birlikteki lezzetini damaklarında hisseder gibi olmuştu. Daha sonra bir gün yine burada kendine verdiği üzüm somun ziyafetine çeşmeyi de ortak etmişti.”

“Korpaharların sulara kanmış ve boğulmuş oluklarından şimdi de hatıralar ve türküler akıyordu ama herkes göremezdi, bilemezdi, duyamazdı…”

Zemfira Meherremli – Kırk Birinci Kız

“Yaklaşık üç yıl önce evlenmişlerdi. Sema ve eşi Arif üniversiteyi bitirip öğretmenlik diploması aldıklarında çok sevinmişler, gururlanmışlar ve kendi köylerindeki okulda öğrencilere ders vermeye başlamışlardı. Laçın’ın cennet köşelerinin, güzel köylerinin bir bir düşman pençesine düştüğü; hatta yarı karanlık sınıflarının bile barut koktuğu bir dönemde kendi köylerindeki çocukların eğitimiyle meşgul olmak da kahramanlık sayılırdı. Sema’nın öğretmenliğe olan hevesinin kaynağı ailesiydi. Babası Aydın Bey köy okulunun müdürü, annesi Sevda Hanım da bu okulda edebiyat öğretmeniydi.”

“Konuştuklarınızı duydum anne. Dağlarda doğup büyüyen insanların ovada yaşamaları çok zor. Arif ile söz birliği ettik, çocukların eğitimi yarım kalmasın diye köye dönmeye karar verdik. Nurlane daha çok küçük, onu yanımda götüreceğim, Rıfat’ım ise size emanet…”

“Ermeni canisi kamyon kasasının arka kapağını açarak Sema’yı kucağındaki yavrusu ile birlikte vahşice sürüyüp yere attı. Sema yaralı olmasına rağmen güçlükle ayağa kalkıp öfkeyle Ermeni askerinin yüzüne tükürdü. Kuduz düşman bu kez zavallı kadının karnına nişan aldı. O anda sanki gök kubbe çökmüş, yer ile birleşmişti. Ana karnında çırpınan bebek daha ışıklı dünyaya göz açamadan nefesi kesilmiş, karanlığa gark olmuştu.”

“Kızının cansız da olsa esirlikten getirildiği gün Sevda Ana’nın yüzü biraz olsun aydınlanmıştı. Ama iki yaşındaki Nurlane’nin gözlerini bir noktaya dikip bakması görenlerin yüreğini dağlıyordu. Ciddi tahlillerden sonra Nurlane’nin hayat ışığından mahrum edildiği doktor raporlarıyla bir daha tasdik edildi. Nurlane yurda dönse de onun gözlerinin nurunu geri getirmek mümkün olmadı.”

Türk Edebiyatı’ndan Şiirler

hangi sokaktaydı

yırtılmış yanlarımızı onaran bir terzi vardı

bakışlarıyla nasıl da doğrulturdu iğneyi

ah’ları yalnızlık deliğinden nasıl da geçirirdi

Yasin Mortaş

Dinle, suskun sesimi duy

Yüz çevirdimse senden, benim suçlusu

İtirafım, çekingen çekirgeler gibi mahzun

Göğe bakan ellerim, bin yeminin borçlusu

Eğik başım, göğe açık ellerimle mevzun.

Terk etme beni Ya Rab,

Dönme bana verdiğin o yüce sözden

Zorluklarıma cengâver bir kolaylık ver

Kurtar beni, ömrümü tüketen közden

Rahmetin umuduma nakşolmuş cevher

Abdullah Emre Aladağ

Birnokta, Sayı:253

Dünyanın sakin zamanlar yaşadığına pek de inanamıyoruz. Yaşadığımız zamanla ilgili bir durum değil bu. Dünya kurulduğu günden bu yana yaşanan bir hengameden bahsedebiliriz. Savrulmalar içinde yaşayan insanoğlu için dinginlik vakitleri ne yazık ki çok da yakın görünmüyor. Şimdi de yer sarsılarak büyük Kudret’in varlığını tekrar tekrar hatırlatıyor tüm insanlığa. Elbette anlayana.

Birnokta dergisi 253. sayısının girişinde Mürsel Sönmez’in kaleminden çağlar boyu kaynayıp duran dünyayı işaret ediyor. Güzel günler için elimizden gelen dua ve hep dua. Daha iyi insanlar olalım diye…

“On beşinci yüzyılın ilk yarısı ya da güncel takvimle, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğini tamamlamak üzereyiz. Üzerinde bulunduğumuz yerküre, tarih boyunca olduğu gibi -altına kim yakmışsa bu sönmeyen ateşi- kazan gibi kaynayıp duruyor. Çoğumuzun, özellikle de yaş almışlarımızın geçmişe dair güzellemeleri duygusallıkla mâlül. Geçmiş de öyle pespembe değil. İlk insanla başlayan çelişme ve çekişme tüm canlılar arasında var olagelmiş. Kısacası, dünya böyle bir yer ve hayat hüzünlü sevinçli, acı tatlı, güzel çirkin devam ediyor. “Paydos!” denene kadar da böyle sürecek gibi.”

Güne Notlar

Suavi Kemal Yazgıç’ın güne düşen notlarını okumaya devam ediyoruz. İstanbul eşliğinde geçiyor vakitler.

“Sahil yolunda yürüdüm. Bu kış sabahında kimse yoktu. Kurşuni deniz yük gemileri ve tankerlerle doluydu. Martılar, kediler, köpekler ve kargalar sahiplenmişti buraları. Bir de Kennedy Caddesi’nin boşluğundan yararlanarak hızla geçen otomobiller. Surlara kadar yürüdüm ve oraya gittiğime pişman oldum. Bir atı parçalıyordu üç kişi. İlk kez görmüyordum bu olayı. Yine de alışamamıştım. Görmemiş gibi yaparak geri döndüm. Hızla uzaklaştım oradan. Yine de bir kez gördükten sonra bir daha görmemiş gibi yapabileceğim bir olay değildi. Daha kim bilir kaç gün o parçalanmış ceset gözümün önünden gitmeyecek, unutmaya çalıştıkça daha da güçlü bir şekilde hatırlayacaktım.”

“Bu yokuş Kocamustafapaşa’ya çıkıyor. Karakolun hemen yanındaki yokuşu diyorum işte canım. Anlamış olmalısınız. Yokuşun başlangıcında taş döşeli bir bölüm var. Daha sonra asfalt olan kısım başlıyor. Cumartesi pazarının başı ise hemen ileride.”

Murat Soyak Şiiri Üzerine Bir Değini

Ercan Ata’nın bu sayı konuğu Murat Soyak.  Ata, ilk olarak Soyak’ın şiir dünyasına davet ediyor bizi. Daha sonra bir söyleşi ile şairle hasbıhale devam ediyoruz.

“Murat Soyak; sağlam bir edebiyat altyapısına, kaliteli bir şiir kumaşına sahip bir şair. Yerli, milli, vicdanlı duruşa haiz güzel bir ses. Şairin, aynı zamanda oldukça mütevazı bir kişiliği var. Şiirin rantına değil; çilesine, meşakkatine talip. Saf/halis şiirin peşinde koşan samimi bir edebiyat yolcusu o.”

“Murat Soyak derdini kısa ve öz olarak söylemek telaşında. Çok az sözcükle, kısa dizelerle, kısa sayılabilecek şiirlerle anlatıyor efkârını. Mümkün olsa tamamen susmayı deneyecek.”

“Murat Soyak, özgün bir dille kendine has bir şiir dünyası oluşturmuş. O; gürül gürül çağlayan, temiz pak bir Türkçeyle sadra şifa olabilecek nitelikte şiirler yazmış. Bir insan ömrünün bakiyesi olan başarılı sayılabilecek üç şiir kitabı meydana getirmiş. Şair yaşanmışlıklardan yola çıkarak “iyiliğin, güzelliğin, çocukluğun, masumiyetin, sevdanın, vefanın” şiirini etkileyici bir üslupla ortaya koymuş.”

Murat Soyak Söyleşisinden

“Bozkırın sakinliği, tenhalığı, yalınlığı, sıcaklığı, samimiyeti iyidir. Kitap, dergi yayıncılığı noktasında yaşanan sorunlar gelişen çeşitli iletişim imkânları ile son yıllarda bir ölçüde aşıldı diyebiliriz. “Taşra” artık eskisi gibi değil. Bütün köklü şehirler hızla değişip maalesef tek tip modern kente dönüşür oldu. Sarı bozkırın ortasında bir alıç ağacı serinliği, bir söğüt gölgesi arayışı… Edebiyat, sanat eylemi bir yönüyle de sınırları, dikenli telleri, engelleri aşınca anlam kazanıyor.”

“Şiir, yalnızlığımda, ıssızlığımda sahici bir yoldaşım oldu. Çok güzel zamanlarımız oldu. İyi bir şiir yazdığım vakit günlerce sevindim. Yazamadığım vakit huysuz ve öfkeliydim. Yıllarca dostluğumuz, muhabbetimiz devam etti ama hikâye, deneme, makale yazdığım vakit şiir bana küser gibi oldu. Aramıza bazen mesafeler girdi. Duvarlar örüldü. Şiir diğer edebî türlere pek tahammül etmiyor. Ve şiir insandan hayatını, ömrünü istiyor. Yaşadığımız şu çetin dünya şartlarında zor olan da bu.”

“Yazmak eylemi eskiye oranla azaldı. Yakınlarım bir bir göç etti. Ölüm hiç değişmeyen gündem. Bu hazin durum ve dünyanın türlü halleri son yıllarda beni oldukça etkiledi. Sanki ara bir dönem yaşıyorum. Şükür ki okumalar devam ediyor. Okuma çabası daha önemli, daha kıymetli diye düşünüyorum. Okumalar sonrasında yeni yollar, yeni ufuklar belirir. Büyüklerimiz ne güzel söylemiş: Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler…”

Beylerberi Günlükleri

Nurettin Durman ile 2015 yılına gidiyoruz. Mekânımız yine Beylerbeyi.

“17 Haziran 2015, Çarşamba Yıllar nasıl da gelip geçmiş. Şaşılacak şey mi değil mi tabii ömür de geçiyor bu arada. Çocuklar büyüyor, büyükler yaşlanıyor. Demek ki devran böyle dönüyor. Üsküdar da Uncular Caddesinde karşıma çıkınca vay be zaman böyle bir şey mi diyor insan. Merhum Hamit Can’ın küçük oğlu olsa gerek. Ablasıyla Mardin’e gitmişler üç dört günlüğüne oradan geliyorlarmış. Delikanlı olmuş o küçük sevimli çocuk. Adı aklıma gelmiyor işte. Ben yaşlanıyorum çocuklar büyüyor ve caddede sokakta karşılaşınca böyle bir hal oluyor. İsimler önemli tabii. En büyükleri Cüneyt idi galiba…”

“25 Haziran 2015, Perşembe Emniyet Mahallesindeki Üsküdar Gençlik Merkezinde Anadolu Yazarlar Birliğinin iftarı vardı. Sıddık Ertaş davet etmişti geçende. Onlara kırgındım ama Sıddık’ı kırmak olmaz. Sıddık Ertaş, Adem Turan, Ulaş Konuk, Mürsel Sönmez, Hüseyin Akın, Süleyman Çelik, Ahmet Veske, Kadir Ünal ile aynı masada iftar ettik. Mahmut Bıyıklı “Teravihte gülen çocuklar” adlı çocuk şiirlerinden oluşan kitabını hediye etti. Sıddık Ertaş’ın çıkardığı Aydos dergisi de okunur bir dergi olmuş. Her boydan çeviri dergisi de önemli bir proje…”

Birnokta’dan Hikâyeler

Ezgi Fatma Açıkgöz – Görkemli Bir Zafer

“Arkadaşları onu gülümseyerek onayladılar. Lise yıllarından beri düzenli olarak dağ gezilerine birlikte çıkan, sonraki yıllarda öğrenim gördükleri aynı üniversitenin dağcılık kulübünde eğitim alarak usta birer dağcı olan ekip yine çok neşeliydi. Birbirlerine şaka yaparak, dağın zirvesine kadar ulaşmışlardı. Dört genç de dağları ve doğayı çok seviyordu. Fakat aralarında dağlara en fazla gönül veren Barkın’dı. Bazen arkadaşları ona takılarak: “Mürüvvet Teyze ve Haldun Amca sana gezgin anlamına gelen Barkın adını koydukları için mi bu kadar gezmeyi seviyorsun acaba?” derler, sonra hepsi birden “Evet, evet, kesin öyle!” diyerek gülüşürlerdi.”

“Sonra gözleri, gökyüzünde heybetle süzülen iri cüsseli ve kızıl siyah tüylü bir kartala takıldı. İçinde tarif edemediği bir coşku ve mutluluk hissetti. Bir an için kendini o kartalın yerine koyarak, sanki dağları özgürce ve sınırsızca gezip dolaşabildiğini hayâl etti. Bir insan olarak dağları ziyaretinin, sıradan gibi görünen bir kuşa göre ne kadar sınırlı özellikler taşıdığını düşündü. Kartalı kıskanmıştı nedense. Belki de insanın, doğadaki pek çok canlıya göre doğa karşısında hayli zayıf kaldığını düşünüp hayıflanmıştı.”

“Dakikalar geçerken önce her şey normaldi. Ama o da ne; gökyüzü birdenbire kararıverdi. Sanki bir şeylere kızmış gibi ziyaretçilerinin gözlerinin önüne gri renkli bulutları salarak, ağlamak üzere olan bir insan gibi yüzünü astı. Ardından gümbür gümbür bağırmaya, gözyaşlarını yeryüzüne cömertçe akıtmaya başladı. Her şey kaşla göz arasında oluverdi. Ortalık savaş alanına döndü. Güneş soldu, mavi soldu; bir hayat soldu…”

“Çiçek’in tavırlarından iyi bir ailenin yetiştirdiği mutlu bir insan olduğu anlaşılıyordu. Belli ki hayatında her şey istediği gibi gidiyordu. Önemli sorunlarla boğuşmak zorunda kalan yetişkinler gibi değildi ne de olsa. Gençliğinin baharını doyasıya yaşamanın rahatlığı içindeydi. Gülen yüzünün ve neşeli hâlinin başka bir açıklaması olamazdı. Kader, kimilerini daha şanslı kılıyordu şu hayatta. Görünen o ki: Çiçek de böyle insanlardan biriydi.”

Halit Yıldırım – Ehl-i Hukuk

“Okulu bitirmek, mezun olmak güzeldi güzel olmasına ama ah bir de iş bulsa daha güzel olacaktı onun için. Sanki babasının çiftini sürmek için okumuş gibi hissediyordu kendini. Babasının üç beş dönüm kıraç tarlası, birkaç yüz metrekarelik bağı, bahçesi bir hayat kurmak için yeterli değildi.”

“Henüz polis teşkilatının kurulmadığı için asayiş işlerine jandarma bakıyordu. Ceketini giyip dışarı çıktı. İki jandarma arasında adliyeye doğru yürüdü. Adliyenin önüne geldiğinde onları gören insanlar da şaşırmışlar, ister istemez bir toplanma, bir kaynaşma olmuştu.”

“Mühendis Bey, sizden çok özür dilerim. Ben bir dava için sizi zirai bilirkişi olmanız için çağırtmıştım. Jandarmalar yanlış anlamış olmalı, kusura bakmayın… Buyurun lütfen oturun. Çay, kahve ne alırdınız?” Biraz olsun rahatlamıştı. Ama hiç bilirkişilik yapmamıştı. Keşif raporu nasıl yazılır onu bile bilmiyordu. Yüreğindeki korkunun yerini bu sefer bir endişedir almıştı. Hâkim ise deminki hatayı telafi etmek için ha bire konuşuyordu.

“Keşif alanı bir anda karıştı. Alkol muayenesine gönderilen adam gerçekten sarhoş çıkmıştı. Ama hâlâ adamın “bunun sıfatı ne, bu kim” sözleri kulaklarında uğulduyordu.”

Birnokta’dan Şiirler

Bir kuş ürkerse dalda

Hayy diye diye gürlemez mi gökyüzü

Mahrum kalmaz mı yeryüzü şen şarkılarından

Damında kuşlar da olsun ister avcı bir yandan

Ah ne yaman çelişki.

Süleyman Çelik

Ben içimden geçtiğini görüyorum sayıların

Yorgun karanfilleri toplarken genç çingene kızı

Birer birer atlıyor topraksız saksıları

Mutlu fakat ağlamaklı sokakların İstanbul

Beyaz düşler sonrası gibi taptaze bakışların

Bir noktadan tenha sokaklarına açılan

Dönülmeyen sulak çöllerine koşan

Aydınlık adımların işte onlar

Dalga kokusu serpen şehrin çatılarına

Özcan Ünlü

bir geçit olarak

tabut darlığından,

parmağı sıkan yüzükten

dirisi bulunsa sevilir

ölüsü bütün yanılgılardan açılmış,

hem siyah hem artık hiç beyaz olmayacak

gün ortasından gece yarısına sevilmiş

sevilmiş de ne olmuş,

yarına bir ihtişamlı bir yokluk başlamış

Mahmut Avcı

Şapkasının içinde

Gelip geçti günler beklemekle

Umut kış güneşi gibi

Havalandı durdu eteğinde

Yanıma sokuldu içinden geçenleri

Esenlikten söz etti serin kelimelerden

Yaşamayı ihmal edeceği belliydi

dışarıya doğru sevinirken

Hüseyin Burak Us

ip esrir dalga susar ve her gün

fazla mesaiye kalırdı gözlerin

hoş geldiniz yazılı bardaklar gibi zarif

fesleğenden bekçiler olurdu pencerede

atardı nabzımda bir uzak yıldız gibi sesin

çelik yelekler, cibinlikler, gece kuşları uğrulayın

atar durur nabız gibi yalnızlık

Kadir Ünal

Ben yarin rengini görmüşüm kim takar ölümü kara toprakta

Ki günahlarım da var ne yapayım

Ne yapayım zincirlerini geçirmişlerse de boynuma

Karılıyor toprakları mazlumun parlak resepsiyon odalarında

Ki dedemi de görmedim ben

Mezarını bile bulamadım bu kara topraklarda

Nice bayram gelip geçecek biliyorum

Yüzüme kefenden bir örtü takıyorum

Ah silahlar patlasın artık

Olsun olmuş olacak olan dayanamıyorum.

Ali Yasin Güzey

Kurşunlu Dergisi, Kış Sayısı

5. sayısıyla karşımızda Kurşunlu dergisi. Genç bir duruş ve heyecan derginin her sayfasında hissediliyor. Bu duruş ver heyecanının devamını diliyorum.

Ahmet Murat Söyleşisi

Şiire, hayata dair bir söyleşi yapılmış Ahmet Murat ile.

“Fikrin arkasında babamın bir özlemi vardı. Dedelerimden birinin adı Molla Osman’mış. Ondan itibaren ailede bir ilim geleneği başlamış görünüyor. Dedemin dedesi olan adaşım Bağrıaçık Ahmet Efendi de, Mısır’da bir süre okumuş bir alimmiş. Sanırım ailedeki bu ilim geleneği, bu geleneğe mensup olamamış babamın içinde bir ukdeymiş. Beni küçüklüğümden itibaren ilimle iştigal meye yöneltti rahmetli. Derken, gittik, gördük, geldik.”

“Şiir bize yolunda gitmeyen hakkında konuşuyor. Yamukluklar, kırılmalar, çürüyüşler, ölümlü olmaklar, marja çıkanlar hakkında. Buna bir teklif denebilir mi? Bence bir görme eğitimi sunuyor, bir duyma eğitimi. Bu eğitimle birlikte biz de şiir okuru olarak yolunda gitmeyenler hakkında uyanıyoruz.”

“Vakit nedir? İçinde bulunduğun vaktin tazyikini duymayan için vakit yoktur, öldürülen zamanlar, kaybedilen anlar vardır. İnsan, vaktin çağrısını duyarsa, orada hazır bulunur ve vakitle göz göze gelerek onunla konuşursa, ona karşı edepli olur, onun getirdiklerini tefekkür eder ve karşılarsa, vaktin çocuğu olur. Çocuk olmaktan niçin korkalım ki?”

Osmanlı’da Devlet Yönetimi

Derginin dosya konusu; Mülkiye. Bu konuyu işleyen birçok yazı var dergide.

Prof. Dr. Mehmet Topal, Osmanlı’da devlet yönetimi hakkında kaleme aldığı yazısı ile dergide yer alıyor. Yönetim şekli bilgisinden sonra padişahlardan örneklerle konu detaylı olarak işleniyor. Yazının başlığı da Kanuni’nin bir beyitinden oluşuyor ve konuyu bu beyit özetliyor.

“halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi”

“Devlet olgusunun sahibi de yaşama zemini de millettir. Millet bilinci oluşmadan devlet mefhumu anlaşılamaz ve inşa edilemez. Türk tarihinin en eski yazılı metinleri olan Orhun Abideleri’nde dahi bunun tezahürlerini görmek mümkündür. Zira metinlerin devlete müteallik kısımlarına bakıldığında hitap ettiği asıl muhatabın ne kağanlar, ne beyler, ne de Türk aristokrasisi değil doğrudan millet olduğu anlaşılır. Gerek Eski Türk anlayışında gerekse daha sonra kurulan Müslüman Türk devletlerinde hakimiyetin yegâne kaynağı ilâhîdir.”

“Osmanlı Devleti’nde ilk düzenli teşkilat ve kurumsallaşma adımları henüz şehzade iken Eskişehir sancağında başlayan Orhan Bey döneminde (1324- 1362) atılmıştır. Beyliğin büyümesiyle beraber yönetim, yargı, askerî ve malî alanlarda yeni teşkilat ve kurumların oluşturulması lüzumu ortaya çıkmış, ulema sınıfından Vezir Alaaddin Paşa ile Bursa kadısı Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa bu konularda sultana rehberlik etmişlerdir.”

“Devlet çarkını işleten ve ona ruh veren şüphe yok ki insandır. Bu haslet kaybolduğunda milletin bünyesinde en uygun sistemler işlemez olur ve en adil kanun metinleri dahi kâğıt üzerinde kalırlar.”

Mekteb-i Mülkiye

Prof. Dr. Fahri Yetim, mülkiye, devlet yönetimi gibi konuları genel olarak ve ülkemiz bağlamında ele alarak konuyu mekteb-i mülkiyeye getiriyor. Elbette bir gelenekten bahsederek bu mektebin ülkemiz adına önemini vurguluyor.

“Sultan Abdülmecid (1838-1861) döneminde kamu yönetimindeki nitelikli eleman ihtiyacının karşılanması amacıyla 1859 yılında Mekteb-i Mülkiye açılmıştır. Kuruluşundan itibaren hızlı bir gelişme gösteren Mekteb-i Mülkiye yalnızca idari alanda görülen yönetici yetiştirmek misyonuyla kalmayıp, siyasal bilinçlenmeye önderlik edecek aydınların yetişmesine de öncülük etmiştir. Bununla beraber özellikle II. Abdülhamid (1876-1909) döneminde Mekteb-i Mülkiye, nitelikli memur yetiştirme vizyonunun yanı sıra rejimi benimseyen bir kitlenin oluşturulması doğrultusunda da etkili olmuştur.”

“Cumhuriyet dönemi Türk siyasetinde yönetici kadroların yetişmesinde öncülük eden Mülkiye, bu alanda olduğu gibi zamanla Türk siyasal kültürü içinde başat bir konuma gelerek “Mülkiye-Türkiye” söyleminin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Gerçekten de bu söylem Türk siyasal kültürü içinde çok etkili olmuş ve bu kurum kendisini adeta devletle özdeşleştirmiştir.”

“Her şeye rağmen Tanzimat’tan günümüze kadar uzanan merkeziyetçi, üniter devlet anlayışı içinde Mülkiye geleneği bütün ağırlığıyla varlığını sürdürmektedir. Türk düşünce hayatı açısından durum yukarıda belirtildiği gibi olmakla beraber Mülkiye’nin bu alandaki geleneğe olan etkisi sürmektedir.”

Söyleşi: Ruşen Can Acet

Kurşunlu dergisi 4. sayıda neyzen Yavuz Kenarda ile bir söyleşi gerçekleştirmişti. Bu sayıda da kabak kemane sanatçısı Ruşen Can Acet ile bir söyleşi yapılmış. Hem geleneksel enstrümanların gündeme getirilmesi hem de genç yeteneklere derginin sayfalarında yer verilmesi bağlamında bu söyleşileri çok kıymetli buluyorum.

“Kabak kemane oldukça antik bir saz… Asya’dan gelme bir saz olduğuna dair kanıtlar var. Günümüzde bile yaylı çalgılar için temin edilen at kılı en çok Moğol atlarından temin edilmekte. Bizim edebiyatımızda “sevgilinin kaşları keman, kirpikleri ok” söylemi vardır. Kemanenin tarihini anlatırken, bu noktaya vurgu yapmak lazım.”

“Kabak kemane, bir halk çalgısı, özellikle ege-akdeniz yöresinde yörüklerin icra ettiği; günümüzde tüm yörelerde kullanılan bir çalgı. Halk müziği, halka ait tüm duyguları dile getirir; aşk, gurbet, hastalık, ölüm, yoksulluk, zengin-fakir cereyanları, gurbet, toplumsal sitemler gibi aklımıza ne gelirse, halk müziğinde vardır.”

“Bugünkü hayatımın temelinde müzikle alakalı mühendislik faaliyetleri yer alıyor. Mesela, çalgı yapım, makine mühendisliğinde okurken hiç ilgimi çekmeyen, tasarım, mukavemet gibi konuları sevmeme ve kullanmama sebep oldu. Müzik teknolojileri alanında yürüttüğümüz Meşk projesi, multidisiplin bir mühendislik arge çalışması aslında…”

Kurşunlu’dan Hikâyeler

Arslan Karadayı – Yedinci Gün

“Safran sarısı bir gün, dilsiz nakkaşın dikim yerlerine ince gri biyeler çektiği tablo gibi akmamacasına gelip durmuştu katran kıvamında semtin ufkuna. Zira gazeteci Seyit, babasından kalma bahçe evine dadanan zarif gelinciği görmek için çıktığı avluda kalp krizi geçirip ölmüştü.

Adil, Seyit ölmeden evvel kahvede her gün birlikte tavla attıkları masaya oturdu. Gazeteleri karıştırmaya başladı. Televizyon açık değildi. Radyo çalmıyordu. Kahvedeki diğer masada oturan Adil dışındaki iki kişiden hiç ses çıkmıyordu. Duvardaki Kızkulesi tablosu dahil her şey sanki Seyit için yastaydı.”

Sıra son yazıda idi. Adil son gazeteyi eline aldı ve rahmetli Seyit’in yazısını okumaya baş – ladı. Yine birkaç satırı çizmeye başladı: “Ofisin penceresinden gördüğüm ağacın yaprakları çoktan sararıp düştü. Kar, örtüyor üzerini tüm yorgunlukların. Şimdi kim bilir nerede hangi kuş, kış mutfağını kurdu. Uçmak da yetmi – yor demek. Yekûn bir eylem karın doyurmak. Fakat menzilin merkezinde karın doyurmak olursa belki bir kafes, iki yemlik bir suluk da yeter. Kendi güzel, sesi güzel muhtelif kanar – yalara bak! Bir de kargayı gör. Kör değilsen gör ama! Misal ben bir kum saati tahayyül ediyo – rum. Karga yukarıdan kumu salıyor, kanarya bombelerin boğum noktasına kaptırmış gaga – sını, sesi yetmiyor! Vaktin düğüm noktasında sıkışmış üstelik!”

Mesut Doğan – Morgcu

Morgun içinde görevlilerin odasında otururken kuvvetli bir tokat sesi duyduğumuzda ikimiz de şaşkınlıkla birbirimize bakakaldık. Morgun görevli imamı bana bakıp “Bizim morgcu yine kendisini hizaya getiriyor” dediğinde bir şey anlayamamıştım. Morgun imamı gülerek bana döndü ve “Morgcu sık sık kendine kızar ve eski hatalarını düşünüp onlardan pişmanlık duyar, bazen hızını alamaz ve kendisine bir tokat patlatıverir” dedi.

“Günlük yaşamda yanlış yapan ve günaha giren birini duysa müebbet hüküm giymiş bir mahkûm gibi mutlaka o günahı da üzerine alır, sanki kendisi yapmış gibi pişmanlıkla nefsine dünyayı dar ederdi. Genelde kendisinin dışında ikinci bir varlık gibi yaşar, kendi hareketlerine ve sözlerine hep eleştirel bir gözle şaşırarak bakardı. İkinci morgcuyu her gün sık sık karşısına alır, onun saçını sakalını çekiştirir, ona nasihat eder sonra rahatlayıp otururdu.”

“Her gün morga gelen ölülerin, hayatın anlamını ve heyecanını azaltan adeta sıfırlayan görüntüsü, onun tüm beden hareketlerine, ellerine, bakışlarına, oturuşuna ve her şeyine bir küf kokusu gibi yerleşmişti. Onun yanı başında otururken, yaşamın havası kaçmış bir balon gibi sönüp, pörsüyüp kendini morgun duvarlarına çarpa çarpa küçüldüğünü gördüğünüzde ister istemez bir hortuma kapılmış gibi sonsuzluğa doğru sürüklenirdiniz.”

Kurşunlu’dan Şiirler

Bahar gelmişken mavi gözlerine bin bir çiçekle

Doğumlarla çoğalırken az olan

Donanırken türlü rengini dünya mor-yeşil

Sarı saçlarınla sen nereye gidiyorsun

Niçin geriye dönüp dönüp bakarak gidiyorsun

Öğleye ulaşamamış güneşler gibi batıyorsun

Sensin gül tomurcuklarının ardından ağladığı

Baharına kırağı dokunan gül de sensin

Ahmet Urfalı

Kin güdüyorlar alnındaki asalete

İblisle iş tutup meleği oynuyorlar

Sırtını yurt yaptıkları kör hançerleri

Tüm Dünya’ya gülistan diye sunuyorlar

Giyotin uzatıyorlar kurtuluş diye

Asil hikâyene masal atfediyorlar

Ayakları sırlı oturulan masada

Mancınıklar kurup bahre fırlatıyorlar

Cihat Barış

Bir ağacın ölümüne sebep olmak,

İlkbaharda hani o kır gezilerinde

Selvilerin miydi, meşelerin miydi gölgelerindeydik, dinlenirdik…

Neredeydi, o takvim yapraklarının ilkbaharı getirten rüzgârları?

Kır gezilerinin bir sonraki yıllara ertelenmiş olması,

Zeytin ağaçlarının maden aramalarına kurban olmasıyla bir ilintisi mi vardı?

Bir ağacın ölümüne sebep olmayı ertelemek fırsatı nedense hiç verilmemişti bana!

Kır gezilerinin zenginlerin evlerindeki lüks tablolara sığdırılıp dünya haritasından ve çocuk

neşesinden,

Sevgili buluşmalarından koparılması ne kadar da maddi bir yaklaşımdı!

Nusret Kankaya

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir