Deprem Denklemi

Birçok dergimizin mart sayılasının kapağı, 6 Şubat’ta gerçekleşen deprem sebebiyle siyah bir fonda çıktı. Acımızı sözle, renkle, duygularımızla ifade etmenin bir şekli bu. Elbette ne yapılsa, orada yaşananları tarif etmek mümkün değil. Dualarımız daim olacak. Rabbim böyle afetleri bir daha bizlere yaşatmasın. Hece dergisi de Mart sayısında bu acıyı yürekten paylaşan dergilerimizdendi.

Hece dergisinin315. sayısı İbrahim Demirci’nin Deprem Denklemi yazısı ile başlıyor. Zelzele kelimesinin anlamından yola çıkarak yaşadığımız depreme, bakış açılarına, tedbirlere, konuya yaklaşım tarzlarına dair değinilerde bulunuyor Demirci.

“6 Şubat 2023 Pazartesi günü sabaha karşı ve öğle saatlerinde yaşadığımız iki büyük depremi, kapıldığımız akıntıdan kurtulup silkinişimize vesile olsun diye dua etmek için vakit erken midir?

Doğrusu, bu silkiniş için çok geç kaldığımız bile söylenebilir. Çünkü Allah’ın ilk insan ve ilk elçi Âdem’den beri türümüz için önerdiği yol olan İslâm, hakkı (doğruyu, gerçeği, gerçekliği), adli (adaleti ve dengeyi), kadri (değeri), kaderi (ölçüyü), ihsanı (iyiliği ve güzelliği), vahdeti (birliği), yetersizlik ve aşırılıklardan uzak durarak dengeye varmayı ve onu korumayı öğütlemektedir.”

“Kamer suresinin 49. âyetinde “Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” buyuran Allah, yeryüzüne halifesi olarak gönderdiği insandan her durumda ve her işte ölçüyü araştırmasını, anlamasını, gereğince davranmasını; ölçüyü tanımayanları -âdil yargılama ve cezalandırma yoluyla- hizaya sokmasını bekliyor olmalı. Buyruğunu tutanlara ne mutlu!”

Hece’de Çocuk ve Şiir Dosyası

Editörlüğünü Eyyüp Akyüz’ün yaptığı Çocuk ve Şiir Dosyası, Hece’nin bir süredir konu edindiği çocuk edebiyatı dosyalarının bir devamı. Akyüz, birçok türde yazan bir şair ve yazar. Onun çocuk edebiyatına olan aşinalığını yakından bilenlerdenim. Konuya vakıf bir ismin böylesine önemli bir dosyayı hazırlaması ele alınan meselelerin detaylı olarak işlenmesi anlamında da önem arz ediyor. Çocuk ve şiir konusu da edebiyatın içinde kendine has bir değeri ve önemi olan bir alan.

Eyyüp Akyüz’ün Sunuş Yazısından

“Çocukları sevmiş olabiliriz evet, ya saygı? Saygı için muhatabınızı özne kabul etmeniz gerekir evvela. Pedagojinin bir bilim olarak ortaya çıkışı ve savlarının toplumlarda “kutsal” kabul edilmesi, çocuğun özne konumuna yükselmesine yol açmıştır. Ancak kanatlanmak, av olmak demektir aynı zamanda. Klasik tabirle kapitalizm, güncellenmiş haliyle neoliberalizm; tarih boyunca bastırılmış, yok sayılmış, dışlanmış kimlik ve grupları desteklemeyi kendine vazife edinmiştir âdeta Yeni girişimciler, yeni müşteriler yaratmanın en güzel yolu budur.”

“İnsanın en güzel hâli, çocuk; sözün en güzel hâli ise şiirdir. Peki, bu iki güzeli bir araya getirebildik mi? Çocuk ve şiir… Çocuk ve Şiir dosyasıyla huzurlarınızdayız sevgili okur. Dosyaya katkıda bulunan tüm yazarlarımıza teşekkür ediyor, sizlere bereketli okumalar diliyorum!”

Çocuk ve Şiir Dosyasından

Ali Galip Yener – Türk Şiirinde Çocukluk Üzerine Birkaç Not

Türk şiirinde Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Çocuk ve Allah kitabı (ilk baskı: 1940) çocukluk üzerine yazılmış çok önemli bir eser olup, yetişkin şiirinde çocuk teması denince ismi ilk akla gelen kitaplardandır. Elbette başka büyük şairler de çocuk teması üzerine çok güzel şiirler kaleme almıştır. Meselâ Cahit Zarifoğlu’nun çocukluk üzerine olağanüstü dize ve şiirleri vardır. Karataş’ın yukarıda bahsi geçen yazıda işaret ettiği gibi Zarifoğlu’nun şiirlerinde “Gül kokuları çocukların kaburga kırıklarından geliyor.” gibi dizelere rastlamak mümkündür. Ancak Zarifoğlu büyük ölçüde çocuklar için şiir kitapları yazmıştır. Dağlarca’yı bir “Cumhuriyet Şairi” olarak gören şair Yücel Kayıran ise (Şiirimin Çeyrek Yüzyılı, YKY, İstanbul: 2016) Dağlarca’nın şiirinin insanın bir birey olma sürecinin şiiri olmadığını, belli bir bilinçlilik düzleminde yer alan bir öznenin şiiri olduğunu iddia eder.

Gökhan Akçiçek – Çocuklar İçin Şiir Üzerine

“Şiir sanatı hayatın kıvılcım almasını kolaylaştıran özellikler taşıyor. Neşesi sönük toplumlardan şiiri yüceltmelerini onu yeniden üretmelerini bekleyemeyiz. Şiir, doğası gereği masumiyetin ve iyimserlik duygusunun eşliğinde gelişiyor, çoğalıyor, dal budak salıyor. Şiirin sözü renklendirdiğine de gönül rahatlığıyla inanabiliriz.”

“Halk şiirimizin gözelerinden damıttıkları  duyarlılıkla şiirlerini inşa eden, çocuklar için şiir verimimize kendilerine özgü seslenişler ekleyen Ali Akbaş ve Bestami Yazgan’ı da selamlamalıyız diye düşünüyorum. Ali Akbaş ve Hasan Demir, Anadolu’nun değerlerini tekrar hatırlatırken Bestami Yazgan, Ahmet Efe’nin mistik yoğunluğunu gündemimize ısrarla taşıdı ve kendi imzasını da bilinir kılmayı başardı.”

“Şiir dili, bizi, dünyanın kötülüklerinden azade, kadife bir seslenişin eşiğine götürebilir. Duyduklarımız ve onun türevleri peşinizi bırakmıyor. Buna görme duygumuzu da ekleyebiliriz. İlkin kulaktan ve gözden mayalanıyor insan… Türküyü, şiirin, melodiye bürünmüş hâli sayabiliriz.”

Vural Kaya– Şiir İçerisinde Çocuk Şiirinin İmkânı

“Çocuk şiiri söylemek, hem kolay söyleyiş hem de imgesel yapının yerli yerinde olması bakımlarından da kendi has bir üretim sürecine tâbidir. Kolay söyleyiş burada etkilidir ve fakat buna ulaşmanın zahmetiyle ve zorluğuyla birlikte ilerler. İmgesel işçiliği elden bırakmadan, onu yok saymadan çocuk şiirinin eserleşmesi konuşan öznenin de yine çocuk olması vazgeçilmez unsurlar olarak belirginleşir.

Çocuğa söylenmiş, çocuğa seslenilmiş şiir ile çocuk şiirini ayırt edebilmek de elbette şairlerin yahut şiir tartısı pek muteber şiir severin işidir yine de. Bunu ayırt edebilmenin, oylumlu bir şiiriyet algısıyla diriliğini elde etmiş ve derinlemesine şiir cevheri barındıran bir kabiliyet eliyle olması gerekliliği ayrıca ortadadır.”

Ayşegül Sözen Dağ – Şiirin Dünyasında Çocuk Yahut Çocuk Şiirlerinde Metafor

Çocuklar için yazılmış şiirlerde yer alan imge ve metaforların gücü çocuğu sımsıkı sarıp sarmalamalıdır. Ninniler ile büyüyen bir çocuk, zihninde kelimelerin ritmini tutmayı zorlanmadan başarmıştır. Ninni, masal ve tekerlemeler çocuk zihninde şiirsel yolculuğun başlangıç noktalarıdır. Çocuk okurların düş gücü ve metafor algısı azımsanamayacak kadar kıymetlidir. Çocukların bebeklik döneminden itibaren çevreyle etkileşimlerini göz önünde bulundurursak onların metaforik bağlamdaki algısı oldukça yüksektir. Çocuğun dünyasında göğe dayanan bir merdivenle bulutlara dokunmak mümkündür. Yahut bir ejderhanın sırtında kıtaları aşmak. Çocukların imgelem buluşları şairlerin gıpta edeceği kadar güçlü ve sınırları zorlayıcıdır. Hâl böyleyken şiirde çocukların dünyasına girmek, onları metaforlarla bezenmiş bir şiir ırmağında yüzdürmek mümkündür.

Mehmet Özger – Bir Arınma Biçimi Olarak Çocuk Şiiri Yazmak: Zarifoğlu’nun Çocuk Şiirleri

“Çocuk edebiyatına bir vazife gibi bakan şair, bu alanın farklı türlerinde eserler kaleme alır. Nitekim şairin çocuk şiirleri yazmasına bir vazife olarak bakmasına rağmen bir şairin kaleminden çıkan şiirler olduğu için ayrıca dikkate değerdir.”

“Cahit Zarifoğlu, iki çocuk şiiri kitabı yazmıştır: Gülücük  (1989) ve Ağaç Okul (1990). Vefatından önce yayımlanan Gülücük kitabında çocuklarla ilgili genel sorunlara eğilmişken Ağaç Okul kitabı daha ideolojik şiirleri içermektedir. Zaten kitabın alt başlığı “Çocuklar İçin Afganistan Şiirleri”dir. Hâliyle kitaptaki bütün şiirler tematik olarak Afganistan ve özellikle o dönemin savaş yılları olması sebebiyle savaş temalı şiirlerdir.”

“Zarifoğlu her ne kadar çocuğa görelik gibi çocuk edebiyatının temel ilkelerine aykırı dursa da şairin o çarpıcı şiirsel duyarlılığı çocuk şiirlerinde de kendini göstermektedir. Çocuk edebiyatının klasik dil yapısına uygun olarak olabildiğince kısa ve sade yazan Zarifoğlu çok zor konuları ve izlekleri de bu dar alana sığdırabilmiştir.”

Ayşe Altıntaş – Mustafa Ruhi Şirin’in Şiirlerinde Çocuk

“Şirin’e göre çocuk edebiyatının ana membaı, çocuk ve çocukluktur. Çocuğun ilgi, algı, düşünce, his ve düş dünyasını yansıtan, çocuk bakışını yansıtan ve çocuk gerçekliğine uygun, sade bir biçimde ve içtenlikle içerik oluşturabilen, çocuğun okuma alışkanlığını geliştirmekle birlikte, onu duyarlı şekilde yetişkinliğe alıştıran geçiş dönemi edebiyatıdır. “Çocuk edebiyatı, edebiyat ve yayını birlikte ifade eder. Çocuk edebiyatında dil, başlı başına bir konu. Çocukluğu bilen yazarlar bu dili bilinçli olarak kullanma başarısı gösteriyorlar”. Çocuk edebiyatı, çocuğa görelik ilkesine uygun olarak yazılmış edebiyattır.

“Şirin’e göre çocuk edebiyatı, edebiyatın en incelikli türü olduğu gibi çocuk şiiri de çocuk edebiyatının en incelikli türünü oluşturur. Çocuk şiirinin kaynağı, çocuk dünyası, onun ince ruhu ve duyarlıklarıdır. Şiir için geçerli olan bütün estetik ölçütler çocuk şiiri için de geçerlidir. Çocuğa dair her şey çocuk şiirine yansımalıdır. Çocuk şiirinin var olması için şiir çocuksuluğa açılmalı, şiirde çocuksu çizgiler belirmelidir. İçindeki çocuğu koruyan şair, kendi çocukluğundan yola çıkarak onlarla özdeşerek duyarlık dolu şiirler ortaya koyabilir (Şirin, 1998b: 104). Çocuk şiirinde bulunması gereken özellikler iyi şiirde bulunması gereken özelliklerden çok da farklı değildir.”

Üstyapı ve Dil

Necati Mert’ten yeni bir  yazı okumak bizler için büyük bir mutluluk. Zor zamanlar yaşadı Necati Hoca. Yazıyor olması iyi olduğuna işaret. Sağlık ve afiyet diliyorum hocama.

Dilin zamanla yaşadığı evrilmeyi, değişimi ve zaman zaman devrilmeyi anlatıyor Mert. Dil-millet vurgusu önemli bir detay yazıda.

“Görülmekte ki İmparatorluktan ulus-devlete, üretici güçlerle geçilmemiştir. Yani Cumhuriyet bir altyapıyı yansıtmaz. Cumhuriyet’in bir altyapısı yoktur. Bütün değişim, dönüşüm; mevcut günlük hayatın terki; modern, çağdaş, Batılı bir günlük hayatın kabulü içindir. Yansıtsa yansıtsa bu tabansız Batı özentisini yansıtır Cumhuriyet. Ayrıca günlük hayat olsun, din hayatı ve alfabe ve dil olsun, tartışmaları Osmanlı döneminde başlamış meselelerdir –Cumhuriyet’te de devam ederler. Nasıl ki kuruluş tarihi 1922 olan Danıştay, Şûrâ-yı Devlet’in (1837) ve kuruluş tarihi 1924 olan Yargıtay da Divan-ı Ahkâm-ı Adliye’nin (1868) devamıdır. Fakat şurası ilginç: Cumhuriyet’i kuran kadro Osmanlı’yı yok hükmünde saymasına rağmen, kurumlarının tarihini, galiba devamlılığı reddedemeyerek, Osmanlı’daki tarihleriyle başlatır.”

“Ne Osmanlı’da ne de Cumhuriyet’te çalışan, üreten yoktu, demiyorum. Vardı. Ne ki Cumhuriyet, gelişmiş üretici güçlerin, köhneleşmiş üretim ilişkilerine isyanıyla gelmedi; kendisi de içeriği de tepeden indirildi. Yahut şöyle: Altyapı’nın yerini asker ve sivil bürokrasi aldı, o da kendi mantalitesine uyan Batı yaşayışını üstyapı imiş gibi dayattı.”

“Bu yenilikler gerekli miydi? Bilmem. Benim meselem, dil. O hariç diğerleri gerekli olabilir, dayatılabilir de. Ama dil ne üstyapı’ya aittir ne de bir iradeye, sınıfa, zümreye… Dil milletindir. Halkındır.”

“Bir dili söz dizimi, öğeleri, özne ile yüklem uyumu, isim ve fiil çekimleri, anlam ve zaman kaymaları vb. belirler. Bunlar cümlede bulunur. Dil, cümlesinden bilinir. Örneğin, “Ben Gönen’de doğdum.” fiil cümlesi kelimelerinden değil, zaman kipinin –di, tekil kişi ekinin –m, yükleme yer ilgisiyle bağlı tümlecinin –de durum eki almasından dolayı Türkçedir. Bunlar her dilde başka başkadır çünkü.”

Şiire Dair Kaydedilen Notlar

Ömer Aksay, depreme dair değinilerini ince göndermeler eşliğinde yapıyor. İşini doğru yapmamak, gösterişi her şeyin önüne geçirmek, göz boyamak ve sonuç olarak ortaya çıkan devasa enkazlar. Kim işini doğru yapmıyorsa, ortaya çıkan sonuç enkazdan başka bir şey değildir. Müteahhit de aynı şair de…

“Çok şükür ki, kalplerimizi titretti bu deprem! Bir yumuşama oldu kalplerimizde. “Evimizin duvarları yıkıldı fakat, kalplerimizi, gönlümüzü örten duvarlar da yıkıldı. Bu, umutlandırıcı bir durum” diyor savgili Ahmet Kot. Kalplerimizi katılaştıran, hemhâl olamızı engelleyen bu duvarlar yıkılmışken bir şeyler yapmamız lâzım.

Asıl malzemeden çalan şairler. Şair taahhüt ettiği ahdine gerçekten bağlı mı, sözleştiği söze sadık mı, üstlendiği sorumluluğu yerine getiriyor mu, yoksa sorumluluktan kurtulmaya mı çalışıyor şair? Şairin çaldığı malzeme, ruhun malzemeleridir.

Şairin çaldığı malzeme, ülkenin geleceğidir. Şairin çaldığı malzeme, dil evimizi ayakta tutan malzemedir. Dil evimiz, gönül evimizdir aynı zamanda. Enkaza dönüşen evimiz dil evimizdir, gönül evimizdir. Asıl müteahhit şairdir! Şairin çaldığı malzeme, milletin irfanından, şuurundan, basiretinden çalınan malzemedir. Herkesten önce şair, millete şuur ahdini yerine getirmedikçe, çaldığı malzemeyi iade etmedikçe hırsızın müteahhit olduğu bu ülkede Huzur Apartmanlarının, Ebrar Sitelerinin sakinleri olarak, altında kaldığımız enkazdan günler sonra sağ çıksak bile huzura ermemiz mümkün olmayacaktır!”

Prangalardan Kurtulmak

Mehmet Solak, Başka Bakış köşesinde kuramdan, poetikadan bahsediyor ve soruyor; Bunca kurama ve poetikaya rağmen bu tekdüzelik nereye kadar?

“Oysa sanat eseri, tektipliği ve durağanlığı uzun süre taşıyamaz. Zira kendini tekrardır bunun adı. Kendini yinelemek bir sanatçı için en büyük handikaptır. İşte kuram, bu handikapa açılan en çekici ve aynı zamanda en tehlikeli kapıdır. Hemen belirtmekte fayda var: Kuramsızlığı öneriyor veya savunuyor değilim. Elbette her sanat eserinin arkaplanında, adı konulsun veya konulmasın, bir kuram yahut kuramlar bütünü vardır. Deneyimledikçe ortaya çıkan devingen ve üretken bir yaşantı biçimi olarak ama. Tumturaklı sözlerle süslenerek kurallar silsilesi halinde kamuya duyurulan metinler biçiminde değil.”

“Sanırım soruların cevapları burada bekliyor bizi. Değişim-dönüşüm kaosunda. Evet, kaosunda… Öncülleri ve ardıllarıyla bu iki kavramın oluşturduğu, kendilerine özgü yaşantı biçimlerinde yani. Bu yaşantı biçimlerinin sanatsal üretime katkılarında ve kuramsal dinamiklerinde aynı zamanda…

Öyleyse, standartlaşmaya mahkum olmadan ama tılsımlara da kapılmadan bir yol haritası çıkarmalı: Bir şeyleri kaçırma korkusuyla çarçabuk yola koyulmadan evvel ama. Kuramı ayrı eseri ayrı kurgulama bilgiçliğiyle metnin oluşumunu mümkün kılan bütünselliği ıskalamadan elbette.”

Yakın Bakış’ta Sezai Karakoç’un Hatıralar’ı Var

Sezai Karakoç’un iki cilt halinde çıkan Hatıralar’ının edebiyat dünyasında bir heyecan uyandırdığı muhakkak. Elbette onun söylediği her sözün, kurduğu her cümlenin büyük bir coğrafyada karşılığı var. İki yazı yer alıyor Hatıralar ile ilgili. Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

Şeyma Sarı – Hatıralar- Sezai Karakoç Yıkılmışlıklar Arasında Dirilen Bir Gül

“Sezai Karakoç’un 1988-1992 yıllarında çıkan Diriliş dergisinde yazmaya başladığı ve doğumundan 1974 yılına kadarki hatıralarını kaleme aldığı yazılar, Eylül 2022 tarihinde Diriliş Yayınları’ndan Hatıralar I ve Hatıralar II adlarıyla iki cilt hâlinde yayımlandı. Bu hatıraların yazılma nedeni ise ne geçmişe dönüp bir pişmanlık yahut sevinç duymak ne de kendi hayatını anlatmaya duyulan o hissi ihtiyaç. Sezai Karakoç’un esas amacının hem kendi kişisel tarihinin hem de ülke tarihinin gerçeklerini ortaya koymak olduğu görülüyor. Bir sorumluluk hissi ve görev bilinciyle yazdığı bu yazılarda Karakoç istiyor ki; bu hatıralar geçmişe ışık tutarak geleceği aydınlatsın, karanlıkta ya da muallakta kalarak akıllarda soru işaretleri bırakan noktaları örtsün, önümüzdeki günleri tuğla tuğla inşa ederken biz bugünün insanlarına bir rehber olsun.”

“Dönem tahlili noktasında kitapta dikkat çeken bilhassa iki nokta mevcuttur. Bunlar köyden şehre göçün emarelerine dair unsurlar ve gazete, dergi gibi yayın organlarının dönemin üzerindeki ciddi etkisidir. Karakoç’un her iki meseleye dair ayrıntılı gözlem ve yorumları vardır. Göç meselesi üzerinde birçok düşünürün aksine farklı bir bakış açısı geliştiren bir görüşe rastlıyoruz. Elbette, köyden şehre göç hadisesi hem düzensiz ve dağınık olması hem de geleceği planlamadan hızla geliştiği için birçok acı tecrübeyi ve bugüne dek uzanan problemleri beraberinde getirmişti ancak bir yandan da İstanbul’un bizim şehrimiz olmasına katkı sağlamıştı. Öyle ki göç hadisesi evvelinde İstanbul daha çok yabancı nüfusun hâkim olduğu bir bölgeydi, Anadolu insanın bu şehre gelişi ile İstanbul da rengiyle kokusuyla daha Anadolulu olmuştu. Bu bakış açısı şüphesiz ki meseleyi dört bir yanından sararak hakikati ile ortaya koyan bir bakış değil ancak hakikatin bir yüzüne ışık tutması bakımından kayda değer.

Bir diğer mesele ise dönemin yayın organları ile alakalı. İstediğimiz her an istediğimiz düşünceyi, savunmayı, itirazı yapabildiğimiz teknolojik bir çağda gazete ve derginin işlevini anlayabilmek oldukça güç elbette. Ancak hatıralar boyunca görüyoruz ki bir yazar için, bir düşünce adamı için yazmak ve düşünmek kadar düşüncelerini paylaşabileceği bir yayın organı bulabilmek de ciddi bir mesele. Bu dönemde sürekli açılıp kapanan dergi ve gazeteler, yazarların dergilerle düşüncelerini iletmesi, atışmaların ve savunmaların bu mecralar etrafında dönmesi şaşılacak bir durum değil. Bir nevi günümüz sosyal medya araçlarının eski hâli olarak gazete ve dergi bu dönemin baş ucunda duruyor ve olayların akışında etkin söz sahibi.”

Gülzar Mammadova – Sezai Karakoç’un Hatıralar’ında Necip Fazıl Kısakürek

“Sezai Karakoç’un Diriliş dergisinde 25 Temmuz 1988-5 Şubat 1992 tarihleri arasında yayımladığı ve 1933-1974 yılları arasını kapsayan “Hatıralar”ında, siyasi, sosyal ve ekonomik olayların yanı sıra bazı şahsiyetlere; Necip Fazıl, Cemal Süreya, Mehmet Şevket Eygi, Fethi Gemuhluoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti, fakültedeki bazı hocalarına ve dönemin edebiyat ve basın hayatına dair önemli yorum ve gözlemler bulunmaktadır.”

“”Şair, İstanbul’a tayini çıktıktan sonra Necip Fazıl’la daha sık görüşmeye başlar. 1954’ten beri kapalı olan Büyük Doğu bu kez gazete olarak çıkmaktadır. Karakoç da Büyük Doğu için elinden geleni yapar. Çevredekiler Karakoç’un bu karşılıksız gayretlerine anlam veremeyip garipserler. Garipseyenler, onun ideali için çabaladığının farkında değillerdir.”

“1956 yılında Büyük Doğu yayın hayatına devam eder. Ancak Necip Fazıl’ın bu yıllarda maddi sıkıntıları başgösterir. Üstat, yine sıkışık bir durum sebebiyle bankalardan üç aylık bonolarla borç alır ve kefil olarak Karakoç’u gösterir. Karakoç, hiç düşünmeden imzasını atar ve hatta “Eğer ödeyemezse nasıl olsa ben öderim diye düşün[ür].”

İbrahim Yolalan ile Söyleşi

Hakkı Yanık, İbrahim Yolalan ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Yolalan’ın yeni kitabı; “Köroğlu Geçmiyor mu Buradan?” merkezli bu söyleşiden birkaç bölümü buraya alıyorum.

“İlk şiirim ile son şiirim arasında özde bir değişiklik görmüyorum. Olsa olsa bir makas değiştirme vardır. “Yenilenmeyen yenilir” der Osman Özbahçe. Ne kadar doğru. Yenilmek ya da kazanmaktan ziyade yenilenmeyi daha çok önemsiyorum.”

“Yazdıklarımın muhatabımda bir karşılığı varsa, yaşanmışlığına denk geliyorsa aramızda bağ kurulabilir. Okuyucu da seçicidir; şair gibi dertlidir. Derdine derman arar. Bulursa keyif alır, bulamazsa aramaya devam eder. Her ürün, her okuyucuya ulaşmak zorunda değildir. Okuyucunun da görevleri var değil mi? İçine girmek istediği metin ile savaşmayı göze alması gerek.”

“Türk şiiri/Türkçe şiir ayrımını maksatlı ve tehlikeli buluyorum. Bu topraklarda üretilen her edebî metin, Türk şiirinin, Türk hikâyesinin, Türk romanının bir kazanımıdır. Sinsice bu tür ayrıştırmalara yönelenlerin zihinlerinin arka plânında bu topraklar için iyi düşünceler olmadığını düşünüyorum.”

“Şair, muhalif değilse düzen adamıdır. Muhalif değilse, verili düşünceler içinde dönüp duran belirli günler şairidir. Her iktidar, her dönem, şairi kendi tarafına çekmek istemiştir. Buna âlet olan, buralardan beslenen şairler olmuştur. İnanıyorum ki tarih bunları ayıklayacaktır. Şair, çağından sorumludur. Çağında yapıp ettiklerinden de sorumludur.”

Hece’den Şiirler

içime aldığım şeyler,
içime almaya değer
bulduğum şeyler,
orada kalırlar mı,
orada yaşarlar mı?

tohum olur da çatlarlar mı,
filiz sürerler mi,
sürgün verirler mi,
yeri göğü kaplayıp taşarlar mı
ölümün ötesine?
Cahit Koytak

söyleyeceklerim var ayın dildeşi tek bir yıldızın ışığında
söyleyeceklerim var virgülsüz bir nokta vurgusuyla
nice dağlar kurulmuşsa da çatlağı olmayan şu gök altında
eteklerinde otlar biter kuzular meleşir hakir görme alçakları da
bir kış tablosuyla açıldı tablomuz henüz kar düşürmese dahi gök
dildeşini unutacak değildir elbet yağız yerin demir içre beyaz bulut
Hüseyin Atlansoy

söyleyin rüzgârları yağmurları da katsın saksafonuna
belki kokusu gelir çiçeklerin çimenlerin ağaçların
rüzgârlarla yağmurlarla, yayılır bir caz havası toprağa
yayılır da ancak bu sarhoşlukla
ben de dayanma gücü bulurum günahların ağırlığına
bırakırım kendimi büyük bir teslimiyetle
varlığın alımlı sınırsız bütünlüğüne.
Faruk Uysal

Tahammülü bir sanat sanıyor
Tabi söylemedik böyle olmadığını
Öbür gün gelecek dedi ve durdu
Bilmem neyi bekliyordu

Kul göğünü şaşırırsa ne olur
Mavi bakraçların arasında yapıldak
Susar iki kelimeden sonra bakar
Bulur aradığını iki kaş arasında
Yunus Emre Altuntaş

eyvah
ölüm güzü kıskanıyor neden
gölgesine yaslanmış bekliyor sinsice
sen değil miydin ölüme randevulu iö
yorgun bir karanlığa canhıraş
ekleyen kendini özgürlük için
denize açılan ellerinle yıllar önce
hangi çocukların rahat uykularında şimdi
o demir ökçe tiranlara inat
o karaşın konuşma
Mehmet Solak

Sen sıcak akarsın gövdenin uçurumundan
Sen toplarsın kalbinin uzayında billur ses kayıtlarını
Duvarları durduran ince varlığın
İnce, inince bin yıllık toprağıma
Çiçek adları gibi koktukça unutulan
Kaderden sonra hayat – o benim hastalığım.
Süleyman Unutmaz

Esnek hesaplar, kalın hırkalar, incik boncuk
Üç deyince saklamalı kamudan yüzümü
Derlenip toplanan bir şey değil şimdi ömür
Pazen kumaşlarla örtülüyor bazen üstü
Nadir Aşçı

zamanın ruhu denilen
bekleme kapılarında
geldiğin beklediğim
söylediğin sustuğum
bulduğun kaybettiğim olsun diye canımı
pişmanlıkla içinde kurumuşların
düşmüş de kaldıranı olmamışların
dönüş yollarına işaret koyduğumda
Mehmet Narlı

Çiçekleri sevdim sevilmedim çiçeklerce
Sokağı sevdim sokağın rengi siyah
Toprağın rengi ise genç ölmenin sırrıyla dolu
Bir bulutu sevdim sevilmedim bulutlarca
Annemi aramadım bu yüzden mi kötüyüm
İnsan üşüyor böyle günlerde
Karanlık güneş gibi sımsıkı sarılmıyor
Zümrüt Karabudak

senin niyetin kuşlar konmasın, kervan geçmesin
akmasın pınarlar dolusu çeşmeler
kurtlar, kuzular kana kana içmesin
şuraya birkaç reklam panosu
kadrolu -çok yaşa korosu
varsın zaman hiç görmesin
başlar dönüyor bir karış yüksekten
ne de olsa emir büyük yerden
-dünya dönmesin
M. Ali Köseoğlu

Beni, yıllardır süren bir savaşın orta yerine
Silahsız savunmasız bıraktılar
Dilimde varsa yoksa hoyrat cümleler
Titrek, tedirgin bir çocuğu savundum durmadan
Sonra sevda geldi önümde durdu
Ve gövdeme bir kurşun saklayıp çekildi savaşla aramdan
O kurşun şimdi bir ağrıdır,
Şakaklarımda.
Fatıma Şanlı

Hem Yaralı Hem Yakını Bir Yaralının

Yaralı zamanlarımıza hüzünlü ve çokça siyah beyaz bir bakış ile çıktı Cins dergisi. Depremin içimizde yaşattığı sarsıntının artçılarını defalarca hissedeceğimizyazılar ile “Şimdi Üzgünüz Arkadaş” diyoruz hep birlikte.

Giriş yazısından

“Kıyamet gibi bir felaket yaşadık, yaşıyoruz. Kahramanmaraş merkezli, on ili ve 15 milyona yakın insanı doğrudan etkileyen olağanüstü bir afetle karşılaştık. Üzgünüz.”

“Sindikleri kirli kuytularından çıkan türlü şeytanlar da vardı elbette. İyi ve güzel olan her şeyi bozmaya yemin ederek, acımıza, derdimize, sıkıntımıza en ufak bir merhem olmayan tezviratlarıyla hepimizin söylediği güzel şarkıyı kirletmeye çalıştılar. Onlara değil, ilk saatlerden itibaren hiçbir karşılık beklemeden canlarını dişine takanlara bakmayı tercih edelim. Kötüye değil, iyiye ve iyiliğe bakalım ki, kötüyü değil, iyiyi ve iyiliği çoğaltalım.”

Deprem ve Sosyal Medya

Ne kadar çok kirlendiğimizi felaket günlerinde daha çok anlıyoruz. Sosyal medyanın sınırsız imkânı, pervasızlığı da beraberinde getiriyor. Yaraları sarmakla mı uğraşılacak yoksa bu safsataların mı peşine düşülecek?

Erdal Kurgan, Ölüm hakikatinin İnsanla İmtihanı yazısında sosyal medyanın ve demokratik olmanın  oluşturduğu yanlış algıyı anlatıyor.

“İnsanı hayvandan ayıran temel ayrımın sosyal ya da politik olması kabulünü hatırlayacak olursak, sosyal medya olarak tanımlanan mecraların daha insani ilişkiler ağına vesile olması gerekirdi. Oysa sosyal medya aracılığıyla insanın şahit oldukları, kalbini beslemesi bir yana onu kuraklaştırmaktan öteye gitmiyor. Vicdanın, adaletin, esenliğin yaygınlaşması beklenirken, kötülüğün, saf kötülüğün hakikat kisvesinde insanların kalplerinden sızdığına şahit oluyoruz. Kalbin içinde taşınan tabi ki dile gelendir.

Sosyal medya ile kurduğunuz ilişki, ruh sağlığınıza ne kadar dikkat ettiğinizi de ele verir. Artık konvansiyonel medyanın bile taklit ettiği bu sınırsızlık/ sabitsizlik, kendi varoluşunun esnek durumuna uygun olarak varsaydığı hakikati de amorf kılıyor. Bu minvalde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki deprem vesilesiyle oluşan gündemde üzerinde tepinilen hakikat, ölüm oldu. Tabiri caizse ‘ölüm hakikati’ üzerinde tepinmekten başka bir şey olmayan sosyal medya iletileri, kısa vadede sağaltıcı, vicdan rahatlatıcı ya da psikolojik boşalmaya neden olurken, uzun vadede ölümü hiçleştirmektedir.”  

Baba, Bu Binayı Sen mi Öldürdün?

Ömer Faruk Lekesiz, depremin görünen en net yüzü olan yıkılan binaları ele almış yazısında. Elbette bu binaları inşa edenlerin plansızlığına da dikkat çekiyor. Para hırsının insan canının önüne geçtiği zamanlarda yaşıyoruz maalesef.

İnsan bir tohumu dikerken bile düşünür, hesap eder; yağacak yağmuru ve karı, çıkacak fırtınayı, açacak güneşi. Ve ona göre ilgilenir tarlasıyla, meyve ağaçlarıyla. Bir müteahhit bir binanın temeli kazılırken yükselen binayı, bahçesinde neşeyle oynayan çocukları, balkonundan huzurla etrafı seyreden yaşlıları, televizyon başında çocuklarıyla oturan, mutfak masasında kaselere çorba döken annelerin, babaların hayalini kurmalı. En çok da kendi çocuklarını, kendi ailesini gözünün önünden ayırmamalı. Onlar yaşayacak gibi yapmalı evleri, binaları. Nalburla, demirciyle, ustabaşıyla yapılan her pazarlık aslında canların pazarlığı olduğunu bir an için bile aklından çıkarmamalı. Üç lira az olsun kâr edeyim değil, üç lira fazla olsun sağlam olsun, beş ton fazla olsun, canlar sağ olsun demeli. Diyenlerin binaları hâlâ ayakta, hâlâ akşam olunca lambaları yanıyor, ocaklarında yemek kaynıyor. Çünkü her şey yerinde güzel; kuş gökyüzünde, çiçek dalında, ağaç ormanda. Her şey yerinde kalmalı; kum sahil-de, midye denizde. Her şey yerinde yaşamalı; Elifler evinde, okulunda, bahçelerinde… En çok da annelerinin koynunda, babalarının kollarında…

Gönüllü Olmanın İlk Şartı, Karşılık Beklemeden İyilik Yapmaya İnanmaktır

Yusuf Genç, Serkan Nergis ile bir söyleşi gerçekleştirmiş.  Deprem bölgesinin her alanında yardıma koşan İHH ve onun gönüllülerini, iyilik yapmanın huzurunu, gönüllü olmanın inceliklerini deprem bölgesinden izlenimler eşliğinde okuyoruz.

“Büyük bir depremin, hatta büyük iki depremin aynı gün olduğu bir bölgeden bahsediyoruz, yıkım, ne yazık ki gerçekten çok büyük oldu. Bireysel olarak dünya üzerinde 80‘in üzerinde ülkede yardım çalışmalarında bulundum. Bizzat gidemediğim ama ekip gönderdiğimiz durumlarda da koordinasyon ekibi içerisinde yer aldım. Bunların arasında savaş, bombardıman, deprem, tsunami, çığ, sel, kuraklık ve açlık gibi olaylar da vardı. Ancak ben bugüne kadar bu denli büyük bir afet görmedim. Bölgeye ilk gün gittiğimde gördüklerim karşısında yaşadığım şaşkınlığın hala devam ettiğini söyleyebilirim.”

“Öncelikle kimse kendini kişisel olarak yetersiz hissetmemelidir. Tek bir biçimde gönüllülük de yoktur malum. Nitekim bu felaket etki alanı oldukça geniş bir durum oluşturduğundan hiç kimsenin bireysel olarak yeterli gelmesi mümkün değildir.”

“Şu anda bölgede büyük gayretle sürdürdüğümüz çalışmalar sebebiyle halihazırda yapmış olduğumuz yıllık eğitim planımız sekteye uğradı. Ancak inşallah el birliği ile bu durumu düzelterek en kısa sürede eğitimlerimize devam edeceğiz. Katılmak isteyenler vakfımızın çalışmalarını takip edebilir.”

Yıkılma Sakın

İsmail Kılıçarslan, yaraya merhem kıvamında bir yazı kaleme almış. Hem deprem bölgesindeki izlenimlerini aktarıyor hem de bir milletin nasıl sımsıkı kenetlenebildiğini örneklerle veriyor Kılıçarslan. Bizi ayakta tutan da bu umuttur işte.

“Ben her zaman söylüyorum, Türkiye’de iyilik usul usul akan bir ırmağa benziyor. Görevini her zaman yapan, vazifesinin ne olduğunu her zaman bilen ve gidip işini yapıp sessizce alandan çıkan insanlardır iyilik yapanlar. Ben bu yazıyı yazarken depremin 13. günündeyiz. 13 gündür, dışarıda yaktığı ateşin etrafına serdiği battaniyeler ya da kartonlar ya da en iyi ihtimalle yoga matları üzerinde uyuyan yardım gönüllüleri var. Bu Türkiye’yi çok kendine mahsus bir iyilik ülkesi haline getiren eczanın temelidir. Düşünsenize en basitinden 10 gün banyo yapamadınız. Tozun toprağın arasındasınız. 15 gündür depremzedelerin hakkına girmeyeyim diye çorabını değiştiremeyen yardım gönüllüleri olduğunu biliyoruz bölgede.”

“Kötülük çok çarpıcı etkiler bırakan ve yoluna çok sertlikle devam eden, çok vahşetle devam eden bir kavram. Dolayısıyla kötülüğün dili toplulukları çok daha çabuk sarmalıyor. Ama iyiliğin dili o kadar ezici ve büyük bir dil ki, eninde sonunda final olarak her durumda kazanan bir şeye dönüşüyor. Çünkü Allah’ın insanın doğasına nakşettiği şey de bu bence. İyiliğin finalde kazanması. İyiliğin galebe çalması ve tabii şunu da belki bu noktada akıldan çıkarmamak lazım, hani biz neyi çoğaltırsak orası güçlenir ya. Kötülüğün dilini çoğaltmaya çok meyyaliz. Kötülüğe karşı koyarken bile kötülüğün dilini çoğaltıyoruz, kendim de dahil olmak üzere ama iyiliğin dilini çoğaltmak biraz daha zor ve uzun bir süre gerektiriyor.”

Gerçeğin Kırılan Fay Hatları

Gerçeğin nasıl olup da en hassas zamanlarda incitildiğine şahit oluyoruz. Gözünü karartan, küçük hesapların ardına düşen kim varsa dijital bir ağdan irin kustu depremin etkisi devam ederken. Bir yanda gerçek artçılar devam ederken diğer yandan da ahlaksızlık artçıları zihinleri bulandırmaya devam etti. Ahmet Melih Karağuz, gerçeklerin nasıl olup da yalana evrildiğini anlatıyor yazısında.

“Yalanın bu kadar sık yayılmasının sebebi, ileri medeniyet ürünü olarak öne çıkarılan teknoloji ve onun gölgesinde gelişen yeni medyada, bizlerin ilkel güdülerle hareket edip, kabile hayatını bu yeni dünyada kurmaya devam etmemiz. Hemen hiçbir yeni medya kullanıcısı bir takip listesi ya da sosyal ağ çevresi oluştururken farklılıklardan kurulu bir dünya kurmuyor kendisine. Aksine, kendisine ve kendi görüşlerine en yakın gördüğü insanları takip etme davranışı göstererek aslında kendisine, güvenlikli, konforlu ve kendi cümlelerinden başkasını duymadığı bir evren inşa ediyor.”

“Depremle birlikte şahit olduğumuz yıkım sadece binalarda değil, artık zihinlerde de oluşmuş, toplumun güvenilir yapılarına olan inanç azalmış ve sınanmamış yeni güvenli limanlara kaçış başlamıştır. Bu durumsa, orta vadede, depremin yaralarının sarılmasından daha zor bir yara olarak karşımızda duracak ve sürekli enfeksiyon kaparak toplumsal hastalıklara zemin hazırlayacaktır.”

Maraş’tan Bir Haber Geldi

Mustafa Çiftci, bu sayı depremi, Maraş’ı, olup biteni hassas bir gönlün içtenliğiyle yazmış.

“Maraş’tan güzel haberler almaya alışmıştık. Bu sefer haber pek derinden sarstı. O kocaman yarıklar nasıl açılmış? Koskoca binalar süt kutusu gibi devrilmiş. Deprem olduğu günden beridir haber seyredemiyorum. Dayanmak seyrederken bile zor. Yaşamak kim bilir nasıl bir imtihandır?”

“Sosyal medya soysuzluğunu bir kere daha gösteriyor. Asılsız haberlere itibar etmemek için çaba sarf etmek şart. Yoksa asılsız haberin insanın kafasına, kalbine sızmak gibi bir kötü huyu var.”

“Söyleyecek sözümüz olsa da konuşacak takatimiz yok. Onun için elimizden gelenin en doğrusu yardım ve dua etmektir. Dualarımızda deprem bölgesi var. Gücümüz yettiğince yardım yaparken vesveseye kapılmamak lazım. Depreme yakalanan saha büyük bazı aksamalar olacaktır. Ama bu bizim yardım etmek motivasyonumuzu kırmamalı.”

Boşu Boşuna Ölmeyenler

Mustafa Ulusoy, ölüm konusu deprem temasıyla birlikte işliyor. Yaşamak da ölmek de Allah için… Böyle olunca hiçbir şey boşuna değil.

“Boşu boşuna ölmek demek, Yaratıcı’ya göre yaşamamak, hayatı bu dünyadan ibaret görmek, bu dünyayı başı da sonu da burası diye bilmektir. İnsan öte dünyaya bazen bir hastalıkla bazen bir kazayla bazen bir kalp kriziyle bazen beyin felciyle bazen de deprem ile alınır. Ölüm için zâhiri bir sebep gerekir. Boşu boşuna yaşamayanların ölümü de sebebi ne olursa olsun boşu boşuna değildir.”

Şiir Günlük Konuşma Dilimiz

Ömer Erdem, Günler Çözüldükçe’de bu sayı; Sezai Karakoç ve şiir konusunu işliyor. Genel anlamda şiire Karakoç’un zaviyesinden bakıyoruz.

“Şiir hakkında konuşmamak, şiirle beraber onun çeperinden çıkarak dünyaya hiç bakmamak anlamına gelmiyor elbette. Kadıköy’e taşındığında buluşulan mekanlardan birisi de Moda Çay Bahçesi idi. Genellikle kapalı bölümde bir masa etrafında oturulurdu. Bir vesileyle söz ‘Köpük’ şiirine gelmişti. O şiirle ilgili bazı sorular yöneltmiştim. O geceden aklımda birkaç unutulmaz şey kaldı. Dünyanın kutsal kitaplar tarafından (Kur’an- ı Kerim dahil) bir çer çöp, saman parçası olarak görüldüğünden bahsetmiş ve o şiirin dünyanın neliğine dair konuşmalardan izler taşıdığını söylemişti. Birkaç arkadaş daha vardı masada. Birden konuşma başka bir alana kaydı. Zaten onda konuşma anlık sıçrayışlarla ilerlerdi. Gerektiğinde espri yapmaktan ve nazikçe gülmekten geri durmazdı. ‘Hayal Kahvesi’ diye bir ilan görüyorum gazetelerde. Gitsek oturup bir şeyler içsek nasıl olur?’ dedi. Vakit biraz ilerlemişti. ‘Evet ismi çok çağrışımlı ama orası sizin zihninizde kurduğunuz yer olmayabilir. Fakat arzu ederseniz arabayla geldim, gidebiliriz’ dedim. ‘Yok yok, sanki oturup kahve çay içilebilecek bir yermiş gibi duruyor, öyle düşünme’ diye cevap verdi. ‘Ne kaybederiz, hem arabayla biraz turlarız, beğenmezseniz döneriz’. Kalktık. Çubuklu’daki Hayal Kahvesi’ne gittik. Çubuklu’yu geçince hafif bir rampa çıkıyor sonra da dik aşağıya inen yamaçtan ağır ağır ilerliyordunuz. Yol hayal gibiydi. İndikçe lüks arabalar ve kalabalık artıyordu. Bizim araba birden modeliyle geri düştü. Sezai Karakoç biraz daha ilerleyelim dedi. Ben sesimi çıkarmadım. O ne derse onu yapmak istiyordum. Bir noktadan sonra ‘tamam anlaşıldı, geri dönelim’ dedi. Hayalinde tasavvur ettiği yer değildi. Bir popüler kültür ve eğlence mekanıydı Hayal Kahvesi.”

Cins’ten Öyküler

Musa Yaşaroğlu – Evimle De Helalleşeceğim

“Gök, demirden bir yük yüklenmişçesine gri… Kimi zaman koyu bir karanlığa dönen gecede Maraş’ın üstünü bir gök kubbe edasıyla örtüyor. Ocak ayının sonlarında kendini gösteren kış, şubatın başında bile yer yer beyaza büründürdüğü binaları dondurucu rüzgârıyla dövüyor. Gecenin derin sessizliğinde ağızlarda ekşimsi bir tat, yüreklerde belirsiz bir tereddüt dolaşıp duruyor.

Tüm bu büyük fotoğrafın içinde çok kenarlarda bir mahallenin orta caddesindeki iki katlı evin balkonunda Gülce Nine tesbihini çekmekle meşgul. Seksenine ramak kalmış beyaz tülbentli kadının nicedir ağırlaşan kalbi, hiç olmadığı kadar sancılı… İçeride darlandıkça kendini attığı balkonun soğuk zeminine değen ayaklarında derman yok denecek kadar az. Yine de o semaya doğru çevirdiği bakışlarını dilindeki duasıyla destekleme telaşında.”

“Sesimi duyan var mı?”
“Bir ses geliyor burdan.”
“Burdayız, burdayız.”

6 Şubat gecesinin sabahında yatak odasındaki büyük gardırobun altından Gülce Nine ve Sevde çıkarıldığında saatler öğlen 12’yi gösteriyordu. İkisi de neredeyse sekiz saattir kaldıkları küçük karanlıktan burunları bile kanamadan çıktılar. Bulundukları iki katlı binanın yanında bulunan sekiz katlı diğer binanın yarısı da bulundukları evin üzerine yıkılmıştı. Koca bir dağı andıran enkazı gördüklerinde ikisinin de nutku tutuldu. İtfaiye erlerinin ellerindeki sedyelerde elleri birbirine kenetli halde götürülen nine ve torun arkalarında kalan yığınlara baktıkça gözyaşlarına boğuldular. Sevde derin bir sessizliğe kapılırken Gülce Nine’nin dudaklarından cılız bir cümle düşüverdi: “Ben oğlumla helalleştim; evimle de helalleşeceğim!”

Mehmet Şeker- Enes’in Kuşları

“Maksat alışverişle birlikte yürüyüş olsun diyerek evden çıkarken, havanın bu kadar soğuk olduğunu tahmin etmemiştim. Cep telefonundaki adım sayacını aklımdan geçirince, ne güzel bir uygulama yapmış diye içimden kutladım bulan kişiyi.”

“Yürürken karşıdan esen sert rüzgâr adımlarımı ufaltıyor. İleriye atmaya niyetlendiğim ayağımı rüzgâr engelleyip yakına kondurmama sebep oluyor. Direnmesem, geri gideceğim veya “yerinde say” komutu almış asker gibi ayaklarımı aynı yerde kaldırıp indireceğim.”

“Baba anlattı yol boyunca. Çok fena sallanmışlar. Binaları yıkılmamış ama yan yatmış. Zor kaçmışlar. Eve girmelerine izin vermiyorlarmış. Kaçıp gelmişler. Uçak bedavaymış. Burada bir akrabalarına sığınmışlar. “Kaç gün kalabiliriz bilmem” diyor, “Akraba da olsa neticede misafirlik bir zamandır. Bize kalacak bir yer lâzım, geçimi temin edecek iş lâzım.” Enes’e bir kaban almayı geçirdim aklımdan. Çocuk deprem şokunu üstünden atamamış. Üşüdüğünü bile fark etmiyor. Ya da gururundan öyle söylüyor.”

“Fırtına şiddetini artırdı ama ben de üşümeyi bıraktım. Gözlerimi etkiledi fırtına. Mendil çıkarmak için ceplerimi kurcaladım. Önce eldiveni çıkarmak gerekti.”

Arslan Karadayı- Deli Kirpi

“Takribi kırk dakika sonra Ahi gelmişti. Bu arada çay hazırdı. “Müstemleke bir hayat yaşıyoruz! Bu ihtişamlı konfor, üzerini örtmeye yetmiyor şu akla ziyan dürtünün? Kıymetli elmasların üzerinde oturan yoksul Afrika ülkesi gibiyiz. Hem işçisiyiz hem müşterisiyiz, patronu başkası olan bir marketin” diye söz devam etti Rasko.”

“Sağdaki duvarda Mozart, soldaki duvarda Müslüm Gürses vardı. Kitaplığın karşısındaki duvarda, hat yazılı bir tablo asılıydı. Rasko tabloyu, bazen bir çeşme, bazen bir ağaç, bazen bir lale, bazen bir kalem, bazen bir minare, bazen de bir gemi gibi tasvir edebiliyordu. Gergin geçirdiği günlerin hasılatı vehimlerin, zihnine hücum ettiği mutat akşamlarda, tablonun tam karşısındaki berjere oturuyor, üç tane mum yakıyor, sözsüz enstrümantal müzikler dinleyerek saatlerce tabloyu seyrediyordu. Tabloya baktıkça, bilinci üzerine düşen tahayyül ile birlikte şekilden şekle giriyor, hatta bazen sırılsıklam terleyip kendinden geçiyordu. Hadise bitiminde, bir ayin gibi şifalandığını hissediyordu.”

“Kirpi” dedi. Sokaktan ses duyuldu: “Sev sev! Sev sev!” Kirpi nara atıyordu. Muhit sakinleri Kirpi’nin bu hâllerine alışık olduğundan, kimseden bir tepki gelmiyordu. Kirpi’nin sesi azaldı, uzaklaştı. Bitti.

Saçları seyrek ve dik dik ya… Kafa da gidince böyle maskara oldu cancağızım herkese… Adı Deli Kirpi oldu. Bak ben bile öyle diyorum artık. Çıkıştaki mezarlıkta kalıyor, biliyorsun. Oradaki tabut ardiyesinde yatıp kalkmaya başlamıştı. Ahali bir oda yaptı buna. Madem orada yatıyor kalkıyor, üşütmesin hiç olmazsa dediler. Böyle işte Ahi…”

Yenilikleriyle Hece Öykü 115

115. sayısına dergiye eklenen yeni bölümlerle girdi Hece Öykü dergisi. Dergiler için hassas bir nokta vardır. Tekrara düşmeden yoluna devam ediyorsa dergi, işte o zaman edebiyat dünyamız için bir ses ve soluktur bu dergi. Hece Öykü, kendini yenileyen bir dergi. Bu da dergiyi daha dinamik kılıyor. Bu sayı; Kaldığı Yerden, Öykücünün Sözlüğü, Üç Anahtar, Film Öykü dergiye yeni eklenen bölümler. Hepsi heyecan verici içerikleriyle Hece Öykü okurlarını bekliyor.

Tacettin Şimşek ile Âdem’in Cennetleri Üzerine

Tacettin Şimşek, son zamanlarda ardı ardına çıkardığı kitapları ile edebiyat dünyamızı güzelliklerle buluşturmaya devam ediyor. Şiir, hikâye, çocuk edebiyatı, akademik çalışmalar ve daha fazlası onun gönül dünyasından bizlere ulaşıyor. İsmail Karakurt, Şimşek ile Âdem’in Cennetleri kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş. Bu kitap, özgün tavrı ile öykü okurlarına farklı bir pencere olacak öykülerden oluşuyor.

“Bütün cennetler, aslında Âdem babamızın ve Havva annemizin kırık not aldıkları irade sınavında yitirdiğimiz cennetin izdüşümleri. Anne bir cennet, çocuk bir cennet, sığınak olarak gördüğümüz evimiz, aile hayatımız bir tür cennet. Sezai Karakoç’un “gül şarabından içtik sabahları / Namazın ta kendisi gül şarabı” dizelerinde söylediği de aslında bir cennet lezzetinin provası olsa gerek.”

“Ders kitapları, bilimsel yayınlar, akademik çalışmalar yanında çocuklar için şiir, hikâye ve masallar hatta oyunlar da yazıyorum. Söz konusu edebiyatsa hedef kitlenin çocuk ya da yetişkin olması fark etmiyor. Malum, önce metin vardır. Kuram sonra gelir ve kuram metinden çıkar. Ben de alışılmış kalıplar içinde metinler oluşturmaktan ziyade adını sonra koyacağımız bir serüvene atılmak istedim. Kimi dostlarım yazdıklarımı “fantezi” olarak nitelediler. Sakıncası yoktu benim için. Ayrıca türlerin sınırlarını çizen kim? Üstelik postmodernist tavır, türler arasındaki sınırları ortadan kaldırmışken. Klasik, modern, postmodern öykü budur ve bu sınırlar içinde yazılır yargısı ne kadar bağlayıcı olabilir ki? Kurmaca metinlerdeki anlatıcının karşılığı olarak şiirde bir söyleyici icat edebiliyorsunuz ama şiir daha çok bir ifşa metni oluyor. Oysa öykü bir inşa çabası gibi geliyor bana. Dünyayı, hayatı, insanı alıyor, öykü diliyle ve kendi gözlemlerinizin, izlenimlerinizin sunduğu imkânlarla yeniden inşa ediyorsunuz. Bir alternatif dünya kuruyorsunuz.”

“Öykünün aydınlık bir tablo sunabilmesi için öncelikle yaratılış mitinin bilinmesine ihtiyaç var. Âdem’in kaybettiği bir cennete karşılık, yeryüzünü bayındır kılması, çocuklar dünyaya getirmesi, kısaca dünyada cennetler inşa etmesi ve bütün bu cennetlerin onu kaybettiği cennete adım adım yaklaştırması mümkündü. Okurun kendi cennetlerini de öyküye eklemesi metni zenginleştirme işlevi görebilir.”

Öykücünün Sözlüğü

Derginin yeni bölümlerin biri Öykücünün Sözlüğü. Oldukça özgün ve renkli metinler okuyacağız bu bölümde. Öykücülerin dünyalarındaki sözcüklerle tanışacağız. Bölümün ilk konuğu Esra Özdemir Demirci. Bir örneği buraya alıyorum.

“kıyı. [i] 1. Suyun karayla birleştiği yer. İnsanla dünya arasındaki sınır çizgisi. Suya kaçış. Suyun dinginleştiren, yenileyen, temize çeken sesine kulak kesilmek. 2. Kendine duracak bir yer belirlemesi istenen insanın durakları unutmak için kaçtığı nokta. Bu her zaman bir deniz kenarı olmak zorunda değil elbette; bir kitap sayfası, bir odanın en karanlık köşesi, bir şarkının nakaratı, bir söz, bir omuz, bir gülüş. Huzur bulduğumuz yerin adıdır kıyı. Benim için anlamı dile getirdiklerimden çok daha büyük. Bakmayın bir öyküye sığdırdığıma, kitabımın adı olarak belirlediğime. Kendimden kaçışlarımın şahididir kıyı. Yanına vardığımda içtenlikle kucaklayan, kendime dönüşlerimde sevgiyle uğurlayan. Kelimelerimi ona emanet ettiğim günden beri en sadık dostum.”

Film Öykü’de Âşıklar Bayramı Var

Severek okuyup izlemiştim Kemal Varol’un Âşıklar Bayramı’nı. Yine hassas noktalara göndermeler yapıyor Varol. Romanın ana teması baba. Üç günlük bir yolculukta baba ve uzun yıllar görüşemediği oğlunun yaşadıklarının anlatıldığı roman başarılı bir şekilde sinemaya da aktarıldı. Romanla çelişen hiçbir ayrıntı yoktu filmde. Oyuncular da hakkını vermişler romanın. Ayşenur Gülsüm Karabaşoğlu, Âşıklar Bayramı hakkında yazmış. Oldukça detaylı ve kitaba davet eden bir değerlendirme olmuş.

“Elinde sazı ile tüm ömrünü, Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgesindeki köyleri, kasabaları gezerek geçiren âşık Heves Ali ile yirmi beş yıldır görmediği oğlu Yusuf’un üç günlük yolculuk hikâyesidir Âşıklar Bayramı. Romanda Yusuf’un yaşadığı şehir Diyarbakır’dan yola çıkarlar; filmde ise avukat Yusuf ilkin Kırşehir Adliyesi’nin kapısında bir duruşmadan çıkarken görülür, ardından hemşireyle sohbet ettiği sahnede de Kırşehir’de yaşadığını söyleyecektir. Bu ufakmış gibi görünen şehir değişikliği dahi romanın, okuru Türkiye’nin yakın geçmişindeki siyasi meseleleriyle yüzleştiren tavrını silikleştirmeye yetecektir. Diyarbakır, kolektif hafızada Kürt meselesiyle ilgili çağrışımlara kolaylıkla kapı açabilecekken; Kırşehir hiçbir politik gönderme taşımaksızın hafızalarda sadece bozkır ve taşra çağrışımıyla imajlaşır.”

“Kemal Varol bu yolculuk esnasında okuru sadece Kürt meselesiyle yüzleştirmez; Ermeni ve Alevi meselelerine de göndermede bulunur: Elazığ’da Bekir Çavuş’un misafiri olarak katıldıkları meşkte Yusuf’un dikkatini kubbeli duvardaki kesme taşlar çeker; “Daha yakından bakınca taşlardaki bu yazıların Ermenice olduğunu fark ettim. Şimdi şen şakrak türkülerin çaldığı bu eski konak muhtemelen Ermenilerden kalmaydı” (107).”

“Yusuf ile Heves Ali üç gün boyunca seyahat eder, ancak Yusuf, babasının tahta bavulunda neler taşıdığını hiç düşünmez, tıpkı okur gibi. Yoldaki bir “olağan” aramada arabayı kenara çekmesi ve bagajı açması istenir: “bavulun yıpranmış kayışlarını açtığımda bir iki parça kıyafet, çoğu kirli iç çamaşırı ve çoraplarla eski bir poşetin içindeki bembeyaz bir kefen ve sabun gördüm. Kefen bezini bir güzel katlayıp bezin içine koymuştu. (…) Polis memuru poşetin içindekinin ne olduğunu anlar anlamaz daha fazla üstelemeden kimliğimi uzatıp beton blokların arkasındaki kulübeye doğru yürüdü” (178).”

Âlim Kahraman’ın Öyküsü

Bu sayı Âlim Kahraman öykü yolculuğunu anlatıyor. Genç öykücüler için cümle aralarında önemli tavsiyeler var.

“Benim öyküm benim mi bilmiyorum. Evet benden doğdu onlar fakat dile dönüştükten, bir biçim, üslup kazandıktan sonra kendileri oldular. Okundukça okuyanlar bir şeyler ekledi, yorumladı, başka giysiler giydirdi. Okuyucunun da oldular. Aramızdaki ilişki hâlâ özel ve biricik. Fakat ben de bir okuyucusuyum artık onların.”

“Birbiriyle bağlantılı öyküler yazdım kitaplarımda. Her metin kendi başına bir öyküydü fakat birbirini bütünleyen bir tarafları da vardı. Yazılmamış bir roman duruyordu belki de arkalarında. Neyse, bilmiyorum, öyle bir şey.”

“Öykülerim daha çok Yedi İklim ve Kitap-lık dergilerinde çıktı. Hem Ali Haydar Haksal hem de Murat Yalçın sahip çıktılar onlara. İlgiyle izleyenler vardı, tiryakisi olduklarını söyleyen okuyucuları da oldu. Ne ödüller ne de satış sayıları; bu tür paylaşımlar mutlu ediyor insanı. Çok şükür yaşadım o duyguyu. Hakkında şairler, öykücüler, yazarlar tarafından değişik dönemlerde yazılar yayımlandı. Akademik çevre de erken sahip çıktı öykü kitaplarıma. Gerçekten güçlü bazı yazılar yayımlandı haklarında.”

Kaldığı Yerden

Derginin yeni bölümlerinden biri de Kaldığı Yerden. Üç öykücü tamamlıyor öyküyü. Tam da kaldığı yerden. Bu sayı; Safiye Gölbaşı, Emin Gürdamur, Ali Necip Erdoğan’ın ortak öyküsünü okuyoruz. Her öykücüden birer bölümü buraya alıyorum.

  1. Evimi sıkıştırıyorlar. Büzüldükçe büzülüyor odalarım günden güne. Söküp atmak istiyorlar onu üzerine diktiğim topraktan. Buna izin verecek miyim? Evimi nasıl savunsam? Ama burası benim yerim. Bu çocuksu cümleyi en son ne zaman kurdum bilmiyorum ya da yüksek sesle hiç söyledim mi daha önce? Virt gibi dilimde artık. Evimi sıkıştırıyorlar çünkü. Ama bu ısrarlı tekrar garip geliyor yine de. Buranın bana ait olduğuna kendimi inandırmaya mı çalışıyorum, yoksa burası da başka bir yer de aslında bana ait değil de bir yer ama herhangi bir yer, mesela burası bana ait olsun diye mi tekrar ve tekrar ediyorum, bilmiyorum. Aklıma neden başka bir cümle gelmiyor? Burası da benim yerim…
  2. Yabancı bir şehirde uyanmak, dünyanın bütün yabancı şehirlerinde aynı sabaha uyanmaya benziyor. Yani hiçbir şeye benzemiyor. Güneş doğalı çok oldu. Otelin penceresinden karşıdaki boş araziye bakıyorum, otel odalarına sığmayan kanatlarını büzüp toprağa yapışmış evimi selamlıyorum. Pencereden ona el sallamamı görmezden geliyor. Evimin nemli gözlerinde, saatlerce maşukunu bekleyen, o geldiğindeyse sitemkâr bir bakıştan fazlasını esirgeyen âşıkların suskunluğunu görüyorum.
  3. Ne çok ev var diyorum kendi kendime, ne çok insan ve onların gölgeleri… Dünyadaki yerleri işte buralar, cetvelle çizmişler parsel parsel eylemişler… Cetvelin tamamlayıcısı pergeller… Öyleyse ben de bulabilirim dünyadaki yerimi, evimi, gölgemi… Bir kuş süzülüp yaklaşıyor yanıma, bak diyor, kuş olmanın ilk kuralı yemlere aldanmamaktır. Gözlerimi kırparak teşekkür ediyorum ona, o da kırpıyor gözlerini sonra süzülüp kıvrılıyor ve muhtemelen dönüyor kendi şehrine.

Hece Öykü’den Öyküler

Necati Mert- Sevmek Değil

Sümer Türksoy bayramlık ağzını açtı mı bir açar ki kocasından başka kimseler bilmez. Sanırsınız mazbut bilinen bir tarih profesörü değil de mahalleden bir marazdır. Yine heyheylenmiş söyleniyor: “Yanarım, yanarım yirmi beş yılıma yanarım. O kaldırım süpürgelerini gördün mü kendinden geçiyorsun. Yazık sana! Hadi benden utanman yok, bar kızından, gelininden olsun. Bu nasıl hocalık? Ha şimdi bırakacak, ha şimdi bırakacak diye beklerim. Hayır, bırakmaz bizimki! Tutmuş kızın elini ya keyfini çıkaracak!”

Boksa bir süre ara verildi. Rakip köşelere oturuldu. Turgay Akaroğlu sanki sakin, Sümer Türksoy’sa arıza çıkaracak yer arıyor. Bulmuş olacak, kalktı, iki kolunu hilal hilal kaldırarak Akaroğlu’nun önüne geldi. Akaroğlu da kalktı. Akaroğlu boylu adam. Fakat boyunda görünmüyor. Bakalım şimdi eskilerden hangisini çıkaracak bekleyişiyle öyle bekliyor. Sümer Türksoy kolları kalkık heykel haliyle bir süre durdu, ardından çözülüp on parmağıyla gözüne gözüne sordu: “Ya o penceredeki sıkı fıkılık?” Akaroğlu, beklediği halde yine şaşkın. “Ya, işte böyle belinden bükülmüş ünlem gibi kalakalırsın Sayın Akaroğlu!”

Bunlar tarihte, Turgay Akaroğlu sosyolojide asistan. Türksoy’la Akaroğlu’nun evlenmeleri birden oluyor ve bu şaşkınlık yaratıyor fakültede. En çok şaşıran da Tomris. Tomris Lekesiz. Rahat vermez Akaroğlu’na. Seçiminden dolayı Akaroğlu’nu pişman ettirmeye azmetmiştir sanki. Zaten gözleri iri, parlak. Bir de bakar ki! Kime baksa birlikte kuyudan su çekti olurlar. Eh göz bu, bakar. Hele erkek milleti. Turgay Akaroğlu da –doğrudur- ilgisiz kalmamış, bakmıştır. Evliliğin ilk ayları da. Toyluk. Sümer Türksoy’un gözünden kaçmaz bunlar. Kaçmaz ya elinden de pek bir şey gelmez. Bereket Tomris fakülteden ayrılır da..

Hale Sert – Ayna Ayna Söyle Bana

“Henüz altı aylıkken babaannesinin düzenlediği diş hediğinde önüne konanlar arasından beni seçmiş. O an odaya düşen ışık kalemin, makasın, topun, kitabın, paranın, tarağın, kaşığın üzerinden değil benden yansımış. Babaannesinin gelinliğinden kalma gümüş işlemeli yuvarlak el aynası, ışıl ışıl yanmış. Parmakları işlemelerin bombelerini sıkıca, ışığı yakalamak istercesine kavramış, sapını dişlemeye çalışmış. Taze dişlerini kıracağından korkup elinden almışlar ve yüzünü göstermişler ona. Yuvarlağımın içinden gülümsemiş.”

“Ofisin büyüklüğünden, betonarmeliğinden kaynaklanan ıssızlık görülebilirdi fakat daha dipte gezinen başka bir yalnızlık vardı. Beni büyük boy aynasına çerçeveleyip İsa’nın Via Dolorosa’yu, sırtında çarmıhını taşıdığı o uzun çile yolunu, kat etmesi gibi o uzak kampüse taşımasına neden. İsa’nın babasızlığından mülhem hüznünden bulaşan bir şeyler vardı bu taşıyışta. Ona da kimseler inanmıyor muydu? Hocalar, öğrenciler onun bu işi iyi yapabilmek için gecelerce uykusuzluğunu görmüyorlar mıydı? Çıkışı sadece bana bakmakta bulurdu, bana baktığında tam ortamdan açılan koridordaki kalabalıkla var oluyordu. Ben onun dans edebilmesi için hem sahneyi, seyircileri hem de sahnenin arkasındakileri sunuyordum.”

Nagehan Şahin – Akşam Eğlencesi

“Bir zamanlar, İngilizlerin adına Earth dedikleri gezegende bir ülke vardı. Bu ülkede insanlar, zamanın bir yerinde, eğlence anlayışlarını birdenbire değiştirdiler. Sosyal hayatları zaten kemirilmiş olan bu insanlar artık sadece bir eğlenceye düşkün olmuşlardı.

Kadınlar ve erkekler, gençler ve çocuklar, ihtiyarlar ve işsiz güçsüzler, akşam işlerinden, okullarından, kahvehanelerinden çıkıp evlerine gidiyorlar, eve girer girmez ayakkabılarını fırlatıp terliklerine yapışıyor, eğlencenin saatinde içecek ve abur cuburlarını hazırlayıp koltuklarına yayılıyorlardı.”

Zübeyde Andıç-Hatırlayınca Var Olan Hikâyeler

“Annemle birlikte yaşadığım kısa süre içinde katıldığım zorunlu etkinliklerden bu tür ziyaretlere dair birkaç şey biliyorum bilmesine de gitmek istemiyorum. Annem gibi düşünenlerin sızlanışları, kırılganlıkları, pişmanlıkları arasından devşirdiklerimi kafamın içindekilerle bir türlü yan yana getiremiyorum.”

“Evin ihtişamını tamamlayan, açılmış kanatlarına rağmen üzerine sığdırılanları taşımakta zorlanan masa bizi bekliyordu. Mekânın sahibinin nezaketinden memnun olanların gülüşleri gümüşlüklerde parlıyordu.”

“Ayarı tutturulamamış gülüşlerle aramdaki mesafe açıldıkça kafamın içindeki uğultu artmaya başladı. Hayırlı olsuna gelip akabinde özel hayatın sırlarını sürmeye çalışanlar meydandaki yerlerini alınca salonu dolduran yüzler bulanıklaşmaya başladı gözümde. İki kişi arasında yaşanan ve kabullenilmesi zor olan şeyler, yeni evin ışıltılı perdelerine tutundu. En mahrem sözler, saray motifli halıların üzerine serildi. Birileri ince topuklarıyla üzerinden geçti.”

Kuddusi Demir –Yorgun Mermi

“Babam uzman çavuş. Hiçbir şeye geç kalmamakla övünüyor. Sürekli tekrar ettiği cümlesidir. ‘Çatışmada öğrendik geç kalmamayı. Olman gereken yeri saniye kaçırırsan kevgire çevirirler adamı.’ Babamı son günlerde belinden hiç çıkarmadığı, gözü gibi baktığı, haftada bir yağladığı Zigana marka tabanca mermisine benzetiyorum. O mermi gibi gıcır gıcır parlıyor, patlamadığı her gün için dünyaya sövüyor, düşmanla karşılaşmadığı anları yaşanmış saymıyor, bir emirle namluya sürülmekten mutluluk duyuyor, her daim çelik gibi diri, her daim eli tetikte.”

“Böyle anlarda geç kalıyorum hayata. Anca geç kaldığım zamanlarda nefes alabiliyorum. Annemin alamadığı bütün kirli nefesleri ben çekiyorum ciğerlerime. Pazartesileri törene katılmadığımda sigara içiyorum mesela. Dershaneyi astığımız zamanlarda kızlarla yabancı askerlerin kaldığı ordu evindeki tesislere gidiyor, Amerikan futbolu oynayan yabancı subaylara el sallıyoruz. Lojmanlarda kalan asker çocukları Amerikan rüyasıyla yaşıyor. Millet kripto para peşinde. Bu aralar kızlarla Bitcoin’e sardık. Lojmandaki diğer çocuklar gibi sanal para alıp satıyoruz. Gerçek dünyada kaybetme duygusunu yaşayınca sanal âlemde kazanmak iyi geliyor.”

Murat Yurdakul – Serin Yara

“Ne güzel bir bahçe, diye düşündü kadın. Duvarın bir tarafını ağaçlar kapatıyordu. Uzun, sık yapraklı kavaklardı bunlar. Öbür taraf boydan boya ovaya bakıyordu. Öndeki geniş çimenlik, terastan bir gül tarhıyla ayrılıyordu. Güllerin arasındaki yoldan ilerledi. Çiğ kalkmamıştı henüz. Nevin Hanım’ın uzattığı peçeteyle sandalyeyi silip oturdu. Göz alabildiğine uzanan çıplak tepelere baktı.”

“Memnun olmuş gibi gülümsedi Nevin Hanım. Çimleri sulayan fiskiyeden savrulan suyun ritmik sesi duyuldu bir an. Fıskiyeler tam zamanında çalışmaya başlamıştı. Damlalara vuran güneş ışığı havada küçük gökkuşakları oluşturuyordu.”

“İkindiye doğru bahçıvanın gitme vakti geldi. Akşamüstü havanın serinliğiyle kalan işlerini bitirmek üzere dönecekti. Kadın az şekerli kahvesinden bir yudum aldı. Sırtı kavaklara dönük, kulağı ağaçların rüzgârla çıkardığı ıslıkta, ovaya doğru ipince akan yola baktı. Bahçıvanın günde dört kere yürüdüğü yoldu bu. Adamla birlikte yol da uzaklaşıyordu şimdi. Önce dik bir yokuşu tırmandı, bayır aşağı indi, sonra hiçbir yere sapmadan upuzun bir düzlük boyunca devam etti. Ve nihayet bir tepenin ardında kayboldu. Nevin Hanım güneşten kamaşan gözlerini kapadı. Adam gözkapaklarının içinde bir süre daha ilerlemeye devam etti.”

Selma Maşlak – Mahalle Fırını

“Bakkalların ekmek satmadığı zamanlardı. Hayatı taşraya değen ve yaşı kırkı geçenler bilir. Kadınlar iki üç güne bir omuzlarına ekmek teknesini atar, sırtlarına çalı çırpıları bağlar mahalle fırınının yolunu tutardı. Fırın dediysek öyle müstakil bir bina değil elbet. Alt kattaki odaların hamur yoğurmada, ekmek yazmada kullanıldığı üst kattaki odalarda da aile eşrafının yatıp kalktığı evler. Şimdinin home ofisi diyelim.”

“Nadiren öyle biri gelirdi ki fırına başta Satı Kadın herkes dilini yutuverirdi. O vakit ellerini kollarını nereye koyacağını bilemeyen, şaşırıp kalan kadınlar elişlerine davranır, bir iğne iplik, bir naylon masura, bir kemik mekik sustuklarını zincirden zincire geçirirdi. Dedikodunun kamburunu hep kelimeler mi yüklenecekti?”

“Fırının susuverdiği o ikindi vaktinin üzerinden bir ay geçti geçmedi. Sarı Kız’ın ikinci bebeği eksiksiz, tamı tamına doğdu. Bebek vaktinden önce feraha kavuştu. Ancak Sarı Kız bu erken gelen ferahın bedelini canıyla ödedi. Herkese senaryolar yazan, devalar dağıtan Satı Kadın’ın aylarca dili dönmedi, fırını çeviremedi. Sarı Kız’ın gözlerindeki kıyıya vuran cansız balıklar, acıyan elmalar içini ezdikçe ezdi. Lepiska saçlının kaderi keşke kızınınkine bu kadar benzemeseydi!”

Ayşe Altıntaş – İçinde Olmadığımız Günler

“Yağmurdan korunmak için dış cepheye eklenen saçaklar yetersiz olan ışığın önünü daha fazla kesiyor, koridor boyunca ilerleyen ışık tüm çabasının ardından nihayet odalara varıyor, eşyaları aydınlatma gücünü kaybediyordu. Hangi mevsimde olduğun, havanın güneşli veya kapalı olması, günün hangi saatinde bulunduğun fark etmeksizin bu soluk ışık neredeyse hiç değişmiyordu. Böyle bir evde doğmuştum.”

“Soğuk bir şubat akşamıydı. Kapı tıkırdamadı, babam gelmedi. Sabaha kadar uğraşıp yeni bir hikâye yazdı annem. Çok zorlandı, çok ağladı. O sabah uyandığımızda her şey farklı olacaktı. Dikiş makinesini kapının önüne çıkarmıştı. İçeri daha çok ışık girsin diye kalın perdeleri açmıştı. Artık güneş günaydın diyecekti bize. İlk kez kahvaltı yaptık üçümüz. Asla çiğnenmeyecek kuralları çiğnedik. Kapıyı söküp bir anı olarak duvara astık. Yeni hikâyemizi yazarken duvarda duran tablodan evimize ışık vurdu, rüzgar sızdı, yağmur sıçradı. Yıllarca unuttuğumuz her şey bizi koruyan dayanıklı gövdelere, levhalara dönüşmüştü.”

“Yüzümü yıkayıp sofraya oturdum. Kare masada büyük bir gedik gibi duruyordu boş tabak. Yüksek sesli sorular uçuşuyordu odada. Kısa cevaplardan korkuyordum, susuyordum. Daha fazla dayanamayıp biz ne olacağız, dedim. Hiç cevap vermeden kapıya baktı. Kapı üç kez tıkladı. Belli ki hikâyemiz yeniden yazılacaktı.”

Meral Afacan Bayrak – Sessiz Film

“Sımsıkı elleriyle tuttuğu boyası yer yer kalkmış, omuzdan askılı, siyah, pazar işi çantası, gösterişsiz. Metal fermuarına sabitlenmiş gözlerinden, tomur tomur yaşlar aktı akacak. Kirpiğinin ucundan silse…”

“Aslında yeni iş bulan mühendis oğlunu yerleştirmeye geldiği bu şehirden endişeli ve tek ayrılıyor. Artık eli ekmek tutan oğlundan, tamamen kopma aşamasında. Üniversite eğitimini görürken de yurtta kalıyor çünkü, hep kalabalığa alışık. Zor. Onda duygu karmaşası şeklinde her şey. Kalbine derin tesir ediyor. Küt, küt… Yerinden çıkacak gibi kadının kalbi. Bu ayrı kalış temelli gibi. Hadi hayırlısı…”

“Sessiz film izleme eylemini, sonlandırmak zorunda kalıyor isteksizce. Ne sıkıcı bir durum. Anlatmak şevkiyle, büyük bir iştahla… Dinleyici bunun için almıştı zaten bileti. Bir hareketi başlatır gibi, bir sesten yola çıkarak… Kızlarından biri üç harfli bir markette çalışıyor. Üniversite mezunu olduğunu, diğerinin de hala birkaç şehir ötede ikinci sınıfta okuduğunu anlatıyor. Peki, onlara da oğlu kadar üzülüyor ya da seviniyor mu onu bilemedi dinleyici kadın. Belki de sadece oğluna düşkündü. Baba figürü de epey silik anlattıklarında. Gelirken onu arabayla bırakmış bu şehre. İş icabı dönmüşmüş. Ekmek aslanın ağzında ne olsa.”

Buket Uçar- Sonra

“Sonra bu eve taşındın. Usandın taşına taşına. Aşındı sabrın. Sahi, neden taşınmıştın buraya? Tamam, hatırladım. Böcekler… İnsanın yüzü gülmeyince gülmüyor işte. He deyince de ev bulabilsen… Din talkına çekti mübarek ev sahipleri. Harfleri üzerinden dökülen çıplak sözcükler sıraladılar önüne. Suçun, medeni hâlin… Üzülme. Bak, böcekler senden önce gelmiş. Taşınma sebebin olan böcekler…”

“Bak ne diyeceğim, bir de kadın kılığına girip yazsana adamsı adamsı. Bak o zaman anlarlar. Çocuğun… Doğru, bunu düşünemedik. Böcekler, balkon demirlerine dizilmişler. İntihar ederler, seni uğraştırmazlar belki. Sus, deyip deyip tükürüyorsun ya sözcükleri içinden, kafanda eskitmeden yaz bunu, başlığını da “Suss” koyarız. Dikkat çeker. Haklısın yazdın da ne oldu. Yazı yazanın alnındaki yazı bozuk oluyor. İzansız. Öyle olmasa da yazamazsın ki.”

“-Nereye gidiyorsun?
-Bir de diğerlerinden dinlemeye…
-Sonra?
-Sonra…”

Bir Nokta’da Yaşar Kaplan Dosyası

Bir Nokta dergisi de Mart 2023 sayısında deprem vurgusu ile çıktı.

Mürsel Sönmez’in giriş yazısından

“6 Şubat 2023 Pazartesi günü merkez üssü Kahramanmaraş olan büyük bir deprem yaşadık. Sabah ve öğle vakitlerinde gerçekleşen bu iki deprem, on bir ilimizde on binlerce can kaybına neden oldu. “Asrın Felâketi” olarak adlandırılan bu deprem can ve mal kayıpları açısından gerçekten de asrın felâketi vehâmetine ulaştı. Hayatın çok sesli akışı kırılıp koptu ve büyük bir acı gelip göğsümüzün üzerine oturdu. Hayatı, ölümü, varlık ve yokluğu, çoğu yalan olan dünyalarımıza ve gündemimize getirdi. Bu yıkım ve acı bir yandan her şeyi tarümar ederken, bir yandan da birbirimize yaklaşmamıza, vicdan, merhamet ve dayanışma duygularımızın canlanmasına yol açtı. Yaraları sarmak, toparlanmak ve yeniden ayağa kalkmak için herkes ve her kurum büyük gayretler gösteriyor. Yukarıdan aşağıya ihmaller, tedbirsizlikler, beşer arızaları ve sorumlulukları meselesi şimdilik bir yanda dursun.”

Dergi bu sayı Yaşar Kaplan Dosyası hazırladı. 7 Ocak 2023’te aramızdan ayrıldı Kaplan. Onun mücadelesi, fikir dünyamıza kattıkları, edebiyat dünyasındaki yeri unutulacak gibi değil. İz bırakan yaşayan bir dava adamıydı o. Bir Nokta dergisi hazırladığı bu dosya ile onu tanıyanlar için anıları tazelemiş olacak, tanımayanlar da geç de olsa bir mücadele insanının dünyasına girecekler.  

Dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

Süleyman Çelik-Yaşar Kaplan’a Rahmet Dilerken

“Hafızamı zorluyorum. Nasıl bir cesaretse, şiir çalışmalarımı gönderiyorum Yaşar Kaplan’a. Nasıl bir cesaretse diyorum, çünkü bunlar çok acemice yazılmış şiirler. Sonra, yanımda bir arkadaşla Hacı Bayram Camii civarındaki bürosuna gidiyorum. Her halde üniversitenin ilk yılları. Bizi, ağır bir hangi kitapları okuyorsunuzla imtihan ediyor. Ben kıyısından köşesinden yırtıyorum biraz. Çünkü, okumalarıma hız verdiğim yıllar. Arkadaş, kitap okumadığını söylüyor. Yaşar Kaplan, Teksas Tommiks de mi diyor… Bize, okuma üzerine, okumanın önemi üzerine konuşuyor. Bu görüşmeden oldukça etkilendiğimi hatırlıyorum.”

İbrahim Eryiğit – Dünyadan Bir Yaşar Kaplan Geçti İçimizi Burkarak

“Aylık Dergi’nin 1988 yılında kapanmasından sonra, Hüner ve Bu Meydan adlı çıkarmaya devam eden Kaplan’ın İstanbul’a taşınması ve sonrasında Almanya’ya gitmek zorunda kalması nedeniyle sık görüşemez olmuştuk. Ocak 1995 yılında Ercümend Özkan’ın vefatı nedeniyle Ankara’ya geldiğinde görüşmüştük en son yüz yüze. Kaplan’ın, vefatından birkaç ay önce Türkiye’ye kesin dönme kararını aldığını öğrendiğimde çok sevinmiştim. Ama kendisi fiziken gelemeden, cenazesi geldi.”

Arif Dülger –Edebiyat Âleminin Cesur Kalemi Yaşar Kaplan’ın Ardından…

“Sıfırüç Depremleri, Dönemeçler, Canhıraş, İdris’in İdris gibi öykü kitapları yanında Alex Haley’den Malcolm X, Kelim Sıddıkî’den, İslam Ekonomi Düşüncesi, Şeyh Abdülkadir Es-Sûfi’den Yarınki İslâm adlı çevirileri ile maruf bir edebiyatçıdır Yaşar Kaplan. Edebiyat âleminin cesur bir kalemi, Kur’an mesajına dayalı islamı düşüncenin yılmaz savunucusu, edebiyat bahçesinin titiz bir bahçıvanı, mücadele adamı, öykücü, dergi yöneticisi, bir yazar, bir ağabeydi. Gurbeti gurbette yaşan bir adamdı, ‘gurbetin gurbetinde’ vefat etti. Bir çok kişinin üzerinde emeği olan, istikamet sahibi bir müslümandı.”

Recep Seyhan- Dava Delisi Bir Adam: Yaşar Kaplan

“Yaşar Kaplan da davasının delisi olan adamlardan biriydi. Yukarıda andığımız özelliklerin hepsi vardı Kaplan’da. Bir kere uyumlu değildi. Zor bir adamdı. Özgürlüğüne düşkün, verili olanları tartışmaya açan, sürekli soru soran, kafa karıştırmayı seven bir kimse ne ile ve niçin uyumlu olacaktı ki?”

Cemal Kılınç – Uyandıran Ninniler

Yürek paralayan, iç tırmalayan demek anlamına geliyor Canhıraş. Yaşar Kaplan Canhıraş (hikâyelere) başlamadan önce kitabın hemen başında yazdığı takdimde hem hikâyeleri hem de hikâye sanatına bakışı ile ilgili ipuçları veriyor: “Bir sanat eserini okuyup anlamanın o kadar ucuz olmadığını sanata muhatap olup da bilmeyen yoktur, sanıyorum. Fakat nedense hikâye için aynı şeyleri düşünenlerin sayısı aynı çoklukta değildir. Hatta hikâye, öteki türlere oranla, yazılması da okunması da kolay bir tür olarak düşünülmektedir. Belki bazı okuyucuların kaybetmeye başladıkları nokta da burasıdır.”

Metin Demirci-Bursa Cezaevi’nde Yaşar Kaplan’ı Ziyaretimiz

“Hatırladığım kadarıyla aylardan hazirandı. Hava sıcaktı. Orhan Kuyu ile Çorum’dan gidecek ve diğerleriyle cezaevi kapısı önünde buluşacaktık. Öyle de yaptık. Diğer illerden gelen arkadaşlarla ceza evi önünde bir araya geldik.”

“Yaşar Kaplan’ın benim Edebiyat hayatıma katkısı daha çok mektuplarla olmuştur. Mektupları Edebi Mektup türünün mükemmel örnekleridir. Hiç usanmaz ve bizi kırmadan eleştirir, bizim gelişmemiz için bize lazım olanı hiç erinmeden uzun uzadıya anlatırdı mektuplarında. Mektuplarını bazen daktilo ile genellikle de el yazısıyla yazardı. Bazen biz Ankara’da ona misafir olur bazen de biz onu Çorum’da ağırlardık.”

Nurettin Durman – Aylık Dergi

“Aylık Dergi bir açılım sağlamış oldu şiirime. Bir derginin şairi olmak, sürekli o dergide yazmak bir ciddiyeti, dahası bir aidiyeti de getiriyor beraberinde. Kendinize ister istemez bir çeki düzen vermek disipline etmek zorundasınız. Aylık Dergi giderek şiire daha çok önem veriyor ve 1982’de ardı ardına iki sayı, Şiir Özel Sayısı çıkarıyor. Bir canlılık, bir hareket, yeni bir şeyler filiz vermeye başlıyor böylece. Daha sonra ise o meşhur Ehli Sünnet sayısını çıkarıyor. Bizim mahallede değişik, riskli şeylerdir bunlar. Şiir Özel sayıları. Ehli Sünnet sayısı…”

Orhan Kuyu – Yaşar Kaplan’dan Mektup

“Şiirinizi sevdim. Çok ileri düzeyde olmamakla birlikte şimdilik itiraz edeceğim fazla fahiş bir yanı yok. Rabbim başarılı kılsın cümlemizi. Bu çalışmaları hayırlara vesile kılsın.

Metin Bey’in iyi bir tohum olduğunu söylüyorsunuz, beni çok sevindiriyorsunuz bana muştular veriyorsunuz Efendim. İslam nimeti hepimizi ihya edecektir inşallah. İslam ve nimet sözcükleri üzerinde düşünmek gerekiyor uzun süre.

Bir Nokta’dan Öyküler

Engin K. Demir –Yanarım Yanarım da…

“Durak kalabalık, gelen tren kalabalık, indiğimiz yer kalabalık. Yollar kalabalık, trafik yoğun, hava soğuk. Boynumu büktüm, ellerim montumun cebinde diğerleri gibi gidiyorum. Gökyüzünden gelen kuşların sesi bir çığlık gibi yere düşüyor. Durmuyoruz. Her birimizin ayakları altında vıcıklayan sesler.”

“Bazen güzel insanlar görürüm gazetede, televizyonda, hatta çevremde bile. İyi insanlar, seven sevilenler. O zaman bir şey kıpırdanır. Gözlerim açılır gibi olur, yüzümde hafifçe bir gülümseme peyda olur. Sonra bu gerçek mi diye baktığımda maskenin altındaki sırrı görürüm. Cennetmiş gibi görünen gizin sakladığı cehennemi görürüm. Ve pervanelerin sahte ışık etrafında yanıp gitmeleri gibi ben de yanarım.”

Nermin Tenekeci – Ah Kavaklar

“Siz bilmeseniz de bu dünyadan bir Hatime geçti… Deli Hatime…

Kimsenin tavuğuna kışt demez; yolda yanından geçtikleri de dönüp ona bakmazdı. Varken yoktu. Öldüğü duyulunca da –belki peşinde dolanan üç-beş sıska sokak köpeği hariç– yokluğuna hiç kimse aldırış etmedi. Hoş, o da etrafındakileri umursayacak halde değildi.”

“Annesinin –doğdu doğalı onun da kendi atalarından aldığı bir ayakta kalma mücadelesiyle– tunçlaştıkça tunçlaşan yüreği, Hatime’nin içinde kabaran feryadı duymadı bile. Sert mizaçlı, güçlü kuvvetli, gerektiğinde hasımlarına karşı kaplan kesilen bu kadını, içine doğduğu alışkanlıklar mı bu hâle getirmişti, yoksa kötücüllük onun mayasında mı vardı? Bilemezdi Hatime… Yirmi beş yıl süresince kabuk bağladı yarası.”

“Boynundaki kırık hâlâ durmadan kanıyordu sanki. Ardında ıslık çalan bir rüzgâr.”

Elif Neslihan Güney – Bay Stein

“İşi gücü olmayan, göbekli bekçi Bay Stein yüzünü arıyordu. En son nerede görmüştü? Odasındaki aynada yoktu. Dün çektiği selfiede de göremedi. İş arkadaşlarına sordu onlar da bilmiyordu.”

“Bir okulda bekçilik yapan ama aslında işi gücü olmayan Bay Stein arkadaşlarına bir işinin çıktığını söyleyip fırıncıya doğru yola çıktı. Arkadaşları işi çıktığına pek inanmasalar da kafalarını sallayıp elleriyle git işareti yaptılar.”

“Yeni bir yüz mü bulmalıydı? Yoksa eski parçalara yalvarmalı mıydı? Böyle yaşayabilir miydi? Düşünmeye başladı. İlk defa. “Neden” diye sorabilecek miydi? Kendi elinde miydi o soru ve onun cevabı? Aynada kendine baktı. Yüzsüzdü ve bunu ona kimse söylememişti. Kendi fark etmeseydi öyle dolanacaktı.”

Bir Nokta’dan Şiirler

Hatıralar, albümler dağılır dört bir yana
Dünya sanki camdandır, tuz buz olmuş dostluklar
Her kelime yerini bulacak belki sonra
Kader, kısmet, tevekkül, ah şu nisyan olmasa…
Süleyman Çelik

Gözleri gerçekten de iri güzel
İstanbul Maraş arası gibi bir şey
Her mevsim ölsen sevmekten
Gök dağ deniz sahil
Dirilirsin gözlerine
Beklediğin gemiler de dahil

Yazdan kalma
Limanlar var dudaklarında
Limanlar da var Tanrım ne olur
Defterimde boş kalan yeri
Onlarla doldur
Hüseyin Burak Us

Acıyı yontuyor dülgerler
bir anne yarıyor kalbini
gökyüzü kan kırmızı
sevinçlerim tunçtan kaplarda mı saklı
taşlarda ince çizgiler ölümün renk yolları
gelirim demişti o yaz
oysa yanı başımda şimdi
sessizce yatan ayaz
Adnan Berber

böyle anlarız
çamurla görkemin farkını
hasretin ve kavuşmanın değerini

içinde ebedi baharların izi
sevdiklerimiz ve gül saatleri
çeker bizi

uçup gider ruhumuz hafif
bir tüy gibi sıkıştığı anılar defterinden
Tunay Özer

Otelimi bir bavula sığdırdım, kalbimi avuçlarına, dualarımın âmin kuşu.
Ömrüm biter de sen bitmezsin demişse muhakkak bir şair, öyle de güzel.
Küselim iyisi, masallar gitsin evine Şehriyar, kentli de iki artı bir keyfine.
Ne yapayım ışıklara bakmaktan göğü unutan kaftanlarda İsa’nın beşiğini.
Bulmacanın harflerini sallarken tiryaki sandalyeler, koyu bir çay daha.
Hem bizim neyimize dosyaların resmiyetinde yıldızsız uçurtmalar, neylersin.
Çocukluk bizde kalsın Şehriyarım, çocukluksa aşk hünerli ellerde şiir gibi.
Yasemin Kapusuz

Kulunu severim değilim düşman
İyilikten başka ikrahım yoktur!

Nefreti gömmüşüm kör kuyulara
Duadan başka silahım yoktur!

Kaysa da gönlüm her bir güzele
İnan birden başka nikahım yoktur!
Mehmet Kurtoğlu

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir