Muhit, Sayı: 70
70. sayısına ulaştı Muhit dergisi. Bu bir dergi için oldukça önemli bir sayı. Hazırladığı dosya konuları, soruşturmalar, dergide yer verdiği yeni isimlerle Muhit, edebiyat gündemindekini yerini sağlamlaştırmaya devam ediyor.
70. sayıda yine derginin duruşuna yakışan bir soruşturma hazırlanmış. “Yolculuk Nereye?” diye sorulmuş yazar ve şairlere.
Soruşturmadan…
Ekrem Kızıltaş – Korku ile Ümit Arasında Bir Yolculuk
“Yolculuk nereye?” sorusunun cevabı; askere, okumak, çalışmak ya da başka amaçlarla gurbete ya da sıla-i rahim için memlekete, tayin sebebiyle bir başka şehre, Hacca, Umre’ye, tatile vb. ise iş kolay. Ama “Yolculuk nereye?” denildiğinde mezara, ahirete, sonsuzluğa, esas vatanımıza ve gerçek dost’a doğru gittiğimiz şeklinde verilebilecek bir cevap işi zorlaştırıyor.
Saadettin Acar – Dünyada Bir Yolcu Gibi
“Yolculukta insan bir yerden başlar ve bir yere varır. En azından tanım gereği böyle olmalıdır. Gayriihtiyari, irademiz dışında ve üstünde, sevk-i tabii dedikleri bir yürüyüşümüz de elbette vardır. Ama bu hâldeki durumumuzu bir yolculuk olarak tanımlamak doğru olmaz. Daha çok sürüklenme, akma söz konusu olabilir burada.”
Hasan Kaçan – Dağdan Bilinmeyene Yolculuk veya Hemşehrim Yolculuk Nereye
Bütün duraklardan sonra senin asli durağına, asli vatanına taşınmana yardımcı olacak dev gönüllerin merkezi… Kıymet bilip adam olursan ne âlâ… Allah muhafaza, son nefese kadar arzu duraklarında dolap beygiri gibi dolanıp durursun da ne olduğunu anlamazsın bile… Anladın mı Hasan’ım?… Bu iş çocukkene Erciyes’i gözden kaybedip ağlamaya da benzemez.
İbrahim Tenekeci – İnsanın Yeryüzü Macerası
“Yolda olmak ile yoldaş bulmak aynı anlamın şubeleridir. Hangi yola girdiysek orada mutlaka birilerine rastlarız. Çünkü her kuş, kendi cinsiyle uçar. Doğru yol, insanı ayağa kaldırandır. Yanlış yol ise “düşmek” kelimesiyle anlatılabilir ancak. İmtihan yurdundayız. Güneşli günlerde bile bir kara bulup gelip seni bulabilir. Işığını kesmeye çalışanlar olabilir.”
Zeynep Merdan – Yolun Bittiği Yere Varmak
“Yolunu kaybettin ya da yol yok mu? Ukdeni keşfet… Ukde, bir orman yolunda, yirmilerinde yürüyememiş gençler gibi, unutulmuş bir dikiş kutusunda bulunan, yıllardır kullanılmamış kartal broşu gibi sızlar ne atılır ne kullanılır ama hep oradadır, kalbin bir köşesinde. Ukdenin sızısı insana hakiki istikametini işaret eder bazen.”
Ahmet Edip Başaran – Yolculuk Öz’e Değilse Nereye?
“İnsanın kaderi toprakla karılmıştır. Yer ve yerin yüzü olan toprak biricik merhamet azığımızdır. Bu sebeple olsa gerek “Bize rahmet yerden yağar” der Hazreti Yunus. Yer, bu rahmeti tecrübe ettiğimiz biricik ara menzilimizdir. Bu rahmet, yerin miracı dediğimiz tecelli anlarının kaynama noktasıdır. İnsan içinde yürüyen imanla göğe doğru yükselebilmek için ilk elde yerde tecelli eden merhameti tanımak zorundadır. İlahi senkronizasyon bunu gerekli kılar.”
Müslim Coşkun – Yanlış Yolda Doğru Adım Atılmaz
“Dünya hayatı genelde yolda şekillenir. Yol, insanın dünyadaki yürüyüş rotası; hayatını şekillendirdiği istikamettir. Dünyadan geçerken varacağı nihai noktadır. Yol ve yolcu birbirini tamamlayan bütünün parçaları, kader ortağıdır.”
Handan Acar Yıldız Dosyası
Muhit’te bu sayı Handan Acar Yıldız dosyası var. Öyküleri ve romanları ile günümüz edebiyatının önemli isimlerindendir Yıldız. Dergide kendisiyle yapılan bir söyleşi ve birçok yazarın kaleme aldığı yazıları ile Yıldız’ın edebiyat yolculuğu geniş bir şekilde ele alınmış.
Söyleşiden…
Handan Acar Yıldız, son romanı İpek ve Pusula’ya, yazma serüvenine dair Soner Aydın’ın sorularını cevaplamış.
“Edebiyat anlatma değil, anlama çabasıdır zira. Anlatım dilinin yanı sıra anlam dili kurar. Cevap arayan metinler, anlam dili kurma çabasındaki metinlerdir. Cevap veren, cevabı çok net olan metinler ise sadece anlatım dili kurarlar. Anlam dilinden uzaklaşırlar.”
“Mesaj içeren metin, okura ulaşmayı hedefler. Maksadı olan metin ise okurun kendine ulaşmasını hedefler. Mesajın üstü açıktır. Maksadın ise üzeri örtülüdür.”
“Günümüzün sadece edebi eserlerinde değil, bütün yazılı ve görsel ürünlerinde steril bir dil söz konusu. “Masabaşı gazetecilik” diye bir tabir vardı eskiden. Şimdi o tabir, “masabaşı yazarlık”a dönüştü. Bunda çağın, özellikle sosyal medya aracılığıyla hepimize görünür/ ünlü olma hevesi yüklemesinin çok büyük payı var.”
Nahide Nagehan Akyol – Zaman Gölgeleri
“Handan Acar Yıldız’ın edebi bir dili, bazen tarihsel ayrıntılarla yoğunlaşırken bazen karakterlerin iç dünyasına dokunan ince betimlemelerle yumuşuyor. Onun bu çok katmanlı anlatısı, okuyucuyu hem düşünmeye hem hissetmeye sevk ediyor. Diğer taraftan bazı bölümlerde tarihsel detayların yoğunluğu ve zamansal sıçramalar, karakterlerle empati kurmayı zaman zaman zorlaştırabiliyor.”
Soner Aydın – İpek ve Pusula: Tez Roman
“Handan Acar Yıldız’ın son kitabı İpek ve Pusula kısa olmasına karşın bu gibi endişeler için arka planında seyahatnamelerden sosyal bilimlere, dinler tarihinden ipek böceği yetiştiriciliğine uzun araştırmaları bünyesinde barındıran doyurucu bir roman. On beş kesite ayrılan İpek ve Pusula; Nasturi Keşiş, İpek ve Doğu karakterleri üzerinden akan üç kollu bir nehir. Doğudan batıya, batıdan doğuya, içsel ve dışsal, rüya ve gerçeğin iç içe geçtiği bir arayış romanı. Yıldız; yolculuktan, yolda olma hâlinden beslenen, hayatta karşılaştıklarından, araştırmalarından kurmaca dünyasını besleyebilen bir yazar.”
Dilara Uysal Yurtsever – Açık Unutulmuş Mikrofon: Zamansız Öyküler
“Açık Unutulmuş Mikrofon’un öyküleri, ilk bakışta birbirinden bağımsız gibi görünse de aynı duygusal damar üzerinden ilerliyor: Kayıp, hafıza, yalnızlık, sessizlik ve içe dönüş. Yazar, çoğunlukla bireyin yaşamında iz bırakmış travmalar, aile içi ilişkiler, ölüm, ayrılık ve belirsizlik gibi yoğun duygusal anları seçerek karakterlerini bu olaylar aracılığıyla sınıyor. Bu temalar arasında özellikle “unutma” ve “sesini duyuramama” motifi ön plana çıkıyor. Yazarın öyküleri, okuyucuyu işte bu kırılma noktalarının eşiğine getiriyor.”
Mustafa Muharrem ile Söyleşi
Ahmet Edip Başaran, şair Mustafa Muharrem ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Şairin yeni şiir kitabı Sade Suflör hakkında ben de bir yazı yazmıştım. Bu söyleşi de Mustafa Muharrem’in yeni kitabını yakından tanımak isteyenler için bu söyleşi bir giriş kapısı olacaktır.
“Soyutluğun ölçeği nedir Sevgili Ahmet Edip? Optik sınırlılıklarımızı gizlemek için bulunmuş ve ortak bir kontrat olarak hepimize dayatılmış bir sınıflandırma salıncağı bu. Tam bir süje ve obje tahterevallisi. Somut ve soyut, görme-algılama kavrama yetisinin erişim alanına göre tanımlanarak bilinmeze kilitleniyor. Düşünce ve hayal, bahçede gömülmüş bir hazine olarak bırakıldığında define avcıları tarafından er geç yağmalanır.”
“Dağıtılmış rollere, ezberletilen repliklere, alınan provalara sadık kalınıyor mu; sıcak takibin modu bu. Kozmosun terbiyesini bozacak üsluptan korunmak hamlesi, suflörün perde gerisinde kalarak kotarabileceği bir savunma biçimi.”
“Şiirin insan, insanın şiir hâlini almadığında kendini suçlu olarak karakola ihbar etmekten başka çare aramadığı bir ortam. Eğri odun sokmayan bir edebiyat ve şiir vadisi, hangi coğrafyadaysa biz oranın çok uzağındayız. Türk şiiri bir yere gidiyor mu; bunun raporunu akademik terminallerin, akademik garların güvenlik ekiplerinden sormalı. Cahit Zarifoğlu’nun gösterdiği menzile nezaketsizlik yapmayalım bence.”
Kraker Seven Kızlar Akıllı Olur
Mustafa Çiftci, hikâye tadında bir yazısı ile Muhit’te.
“Ebru kutlama gününde hediyeleri kabul ediyor. Yüzü yine gülüyor. Ebru’nun güldüğü o saat bak yemin ediyorum canımı alınacak olsaydı gık der miydim? Vallaha demezdim. Ebru’ya bir paket dolusu kraker aldım. İçine de bir not yazdım. “Gurban olurum kraker yemeye başla. Senin kraker çıtırtın bizim nefes alışımız olsun. Sen ye ki nefes alabileyim…” Notu okudu, ağladı. Başıyla, o güzel kınalı başıyla tamam dedi. Delirdim sevinçten…
Ve artık adım gibi biliyorum ki kraker seven kızlar akıllı olur…”
Geleceği İnşa Etmek
Mustafa Özel, geleceğe, gençliğe, kültüre, kültürel mirasa dair kaleme aldığı yazısı yer alıyor dergide.
“İslâm dininin ilme, öğrenmeye, öğretmeye verdiği ehemmiyet ortada. Uzak ve yakın tarihimiz, bunun örnekleriyle doludur. Kurumlar, kişiler, eserler, düşünceler, akımlar hep bilginin birer yansımasıdır. Şehir mimarisi, hayatı kolaylaştıran yapılar ve unsurlar da aynı noktayı imlerler. “Kültür” kavramının 1700’lerin sonunda ortaya çıktığı söylenmektedir. Kavramın, o günlerden bugüne muhteva olarak gelişip değiştiğine kuşku yok.”
İnsanın Büyük Eseri: Abidevi Şahsiyetin İnşasına Dair
Muhammet Enes Kala, abidevi şahsiyetin inşasına dair yazmış. Kala, insanın şahsiyet oluşumundan bahsediyor. Şahsiyetin, ahlâkî değerler, faziletler ve iç-dış dünyadaki mücadelelerle şekillenen, samimi bir varoluş çabası olduğunu vurguluyor. Bu süreçte, bireyin kendisiyle, toplumla ve aşkın olanla kurduğu denge, şahsiyetin temelini oluşturuyor.
“Şahsiyet, ferdin hürriyetini muhafaza edebilme, toplumda mesuliyeti üstlenebilme şuurunda dirilir. Ancak insan sosyal pratiklere katıldıkça, roller üstlendikçe, kendini kişisel hayrı ve toplum maslahatı için var kıldıkça görünür hâle gelir. Burada ilk yolun imkânı mürüvvet, ikinci hâli ise fütüvvetten neşet eder. Her rol, bir fazileti zorunlu kılar. Her fazilet, şahsiyet binasının taşıyıcı kolonuna denk düşer.”
Arif Ay’ın Şehirleri
Abdullah Harmancı, Arif Ay’ın şehirlerini anlatıyor. Şairin biyografisi ile başlayan Harmancı daha sonra Arif Ay’ın eserlerinde geçen şehirleri örnekler eşliğinde veriyor.
“Arif Ay şiirindeki şehir algısı, onun dünya görüşüyle birebir örtüşmektedir. Arif Ay’ın şehirlere bakışı, karşıtlıklar üzerinden kurulmuştur. Hakbatıl, tevhit-şirk, hilal-haç, İslâm-küfür, mazlum-zalim, Doğu-Batı kelimeleriyle kuracağımız karşıtlıklar, şehirlere yönelişteki temel bakış açısını, dünya görüşünü verir. Ancak bu temel çatışmanın daha çok “dün ve bugün”, tarihî olan ve modern olan, yaşanmış olan ve yaşanmakta olan biçiminde genellikle ikincisinin aleyhine olarak tezahür ettiğini belirtmemiz gerekir.”
“Şehirleri konuşturan Arif Ay, şiirlerin başında tarihe göndermeler yaparak söz konusu şehrin parlak geçmişinden örnekler sunar. Dün, İslâm medeniyetinin ilim, sanat, yönetim ve adaletiyle parladığı bir zaman dilimidir; bu “parlak günler”, tarihî olaylara, tarihî kişilere, peygamberlere, ilim adamlarına, kahramanlara, devlet adamlarına, şairlere ve gönül ehli kimselere değinilerek örneklenir.”
Ahmet Haşim Mezarından Kalksa
Recep Demir, Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” yazısından yola çıkarak, alaturka ve alafranga saat sistemlerinin toplum üzerindeki etkilerini ve bu değişimin kültürel yabancılaşma meydana getirdiğini ele alıyor. Haşim’in, alaturka saatin sembolize ettiği geleneksel yaşam tarzının kaybolmasından duyduğu huzursuzluğu ve modern saat sisteminin dayattığı yeni düzenin bireyde uyandırdığı yabancılık hissini irdeliyor.
“Haşim, ülkemizde alafranga saatin kabulünü ilan eden “Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde gün, gece yarısından başlar ve saatler sıfırdan yirmi dörde kadar sayılır” maddesiyle başlayan kanunun yayımından (2 Ocak 1926) yaklaşık beş yıl önce yazdığı meşhur yazısında “İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi” olarak tanımladığı “ecnebi” saatin, toplum hayatında yol açtığı değişimden şikâyet etmektedir. Nasıl etmesin? Dünyaya gözünü açtığı yer olan ve küçük yaşta kaybettiği annesini emanet saklayan Bağdat gibi imparatorluğun birçok kaybına tanıklık ettikten sonra İstanbul’un işgaliyle yaralanmış olan Haşim, yalnızca kaybedilen coğrafyaların değil, “kendimize göre” yaşayışımızın, zevkimizin yok olmasıyla sarsılan hassas bir ruhtur.”
Muhit’ten Öyküler
Ayşegül Genç- Aynı Savaşlar
“Atlar nihayet yoruldu. Üzerlerinde zırhlı süvarilerle birlikte güneşin yakıcılığını da taşıyorlardı. Tembellerin gönülsüzlüğü, yiğitlerin gönül kırıklığı ve cengaverlerin aceleciliği orduya eşit olarak dağılmıştı. Bu yüzden hızlanmak isteyen hızlanamıyor, durmak isteyen duramıyordu. Tembelin biri zırhın içinde uyuklarken borazan sesiyle irkildi, diğeri miğferinin siperini kaldırıp kahvaltısı bölünmüş gibi homurdandı. Canım istemiyor, dedi. Zırhın içindeydi, kılıcı keskin, atı hızlı, geçmişi zaferlerle bezeliydi, buna rağmen canım istemiyor, dedi.”
Kâmil Yeşil – Muavin
“Benim şoförüm kamyonun da sahibi idi. Zevk olsun diye yapıyorum, diyordu. Kamyon muavinliği bana göre iş değil vesselam. Parası iyi. Sigortası da var. Ama işte öyle… Tapulamadı ya kamyoncular beni, dedim. Otobüs firmasına gittim bir gün. Eli yüzü düzgün biriyim hamdolsun. Sarışın ve uzun boylu. Saçlarımı ortadan geri tarayınca Cüneyt Arkın’a benziyorum. Firmanın yazıhanesi daracık fakat kalabalıktı. Konseyin fotoğrafları asılı idi duvarda. Ortada üniformasıyla Kenan Evren, kenarlarında diğer paşalar. Geri kalan yerlerde ise şarkıcılar, artistler… Kenan Evren bu artistlerle yan yana olmaktan mutlu görünüyordu. Yazıhanede şef puro içiyordu. Bacak bacak üstüne atmış, şiş göbeğini titrete titrete gülüyordu.”
Muhit’ten Şiirler
Şimdi beni ancak duyduğu ilk ezanı unutmayanlar anlar
Şimdi beni herkes gittiğinde seninle baş başa kalanlar
Mahalle bakkalları, seyyar satıcılar, demirci ustaları
Bismillahla kazananlar, alın terine ve berekete inananlar
Adınla şeref bulsun diye adını duvarına asanlar
Şimdi üç yudumda içenler suyu
Şimdi adını duyduğunda gözleri dolanlar
Harun Yakarer
Yavaşlıyor zaman, sesinde tozlu bir fotoğraf
Kendini taşa tutuyorsun, sert yastıklara
Bir rüzgâra dönüyor gömleğin yavaşça ölüyorsun
Bir korku, yangında kurtarılan mobilyalarda
Sırtını ayın iyileştiren taraflarına çeviriyorsun
Suya bakıyorsun, bakmıyor sana dünya
Mehmet Tepe
Ölmedimse de azaldı ellerim azaldı denizin tuttuğu yerler
Old Statues diye bir şarkıya döndü sevdiğim şeyler
Sen dağ keçisi kafesteki atmaca sen yıldızlardan başıma çığlık
Hatıraların saçlarını okşar gibi kalbimde beyaz
Müzik başlatıyor düşünmeyi seni gökyüzü cennetten düşmüş sanki
Cennetten düşmüş bir mektup okuyordu her gece bana seni
Alnımda sımsıcak zamanlarla dinliyordum
Günlerin güzellikle geçişini.
Süleyman Unutmaz
kucağımda kırgınlıktan karanfiller
dudaklarına sürdüğün nefese rengini veren bendim
bendim beyazın suretine bürünen
inerdi incinmenin gölgesi üstüme şirk sözleri gibi
sokaklara değin güneşi görüp vurulurdu alnın
elin boş kanın sıcak dönerdin bana
yasaktı eğilip suya değer gibi yanağını öpmek
marifet bildim seni
kırk kapının ardındaki kırk birinci yarım
sevgilim sevgilim
günlerimin hızır yıldızı
Cengizhan Konuş
1.
Bir kez daha tadına varmak için aşkın
Ha Apollon olmuş şahit ha Aspendos.
Yeni bir anlam yüklemedikten sonra
Asar-ı Atika’ya, hiçbir sözüne yeni bir anlam
Yüklemedikten sonra Allah’ın
Her aşk tazelenebilir yeni baştan
2.
Yapacak başka bir şeyin yoksa yürürsün
En büyük hataları kabul edersin yürürsen.
Bucak’ta, bir düğün salonuna varırsın belki
“Çay İçme Alanı” olan bir düğün salonu.
Sağında Anadolu, gölgesi Yunan.
Artık sararmış bir sunaktır Asar-ı Yunan.
Eray Sarıçam
Toprağı sürdük odun kırdık ellerimiz nasır
Ateş yaktık demir döğdük gözlerimiz nar
Gölgemiz ardımızda kararsız ve karanlık
Yokluğumuzdan isim beğendik beğliğimize
Aşka bulanır gibi suya inanır gibi
Mağaralar oyduk uslu sesimize alfabe
Ne yapsak bulamadık göğe ulanan yolu
Gönlümüz ham kalbimiz yom dilimiz koruk
Ve oğullarımız ellerini kana buladı.
Hasan Nalçacı
Anlıyorum ki pervaneleri
Benim etrafımda dönüyor sandın
Oysa izlerini bulsunlar diye
Tanyerinden onları
Salıvermiştim karanlıklara
Gün batımından sonra
Birkaç işaret gönderip bana
Rastladıklarını söylemişlerdi
Mazlum gönüllerin dualarına
Nurullah Genç
Türk Edebiyatı’nda İntihal Dosyası
Türk Edebiyatı dergisi ses getirecek bir dosya ile karşımızda. Edebiyat dünyasının hassas dengede duran bazı konuları vardır. Kimse pek oralara yanaşmak istemez. İntihal de bu konulardan biri. Neresinden tutsak elimizde kalacak bir eğretilik edebiyatın da hücrelerinde kendine yer tutmaya çalışıyor.
Dergide birçok yazar konuyu farklı örneklerle ele alarak böylesine önemli bir meseleyi gündemde tutuyor. Sadece edebiyat değil mimarî, resim, müzik gibi alanlarda yaşanan intihaller de dosyada işleniyor.
İntihal Dosyasından…
M. Fatih Köksal – Minelbâb İlelmihrâb Benimdir
Naîm Şam’da bulunduğu esnada Avusturya veliahtı gelir. Naîm kıyafetini tanzim ettikten sonra veliaht için verilen ziyafete dâhil olur. Karşılama töreninde Naîm’in zarif tavrı veliahtın dikkatini çekince valiye kim olduğunu sorar. Vali gerçeği gizleyerek Suriye’nin asil bir sülalesine mensup olduğunu söyler. Naîm bilahare terfi-i rütbe yazısıyla Beyrut’a gider. Orada İstanbul’a giderek Şam valisinin hususi işlerini takip edeceği yalanıyla epey para sızdırır. İstanbul’a dönünce yine Kemal Paşa’ya iltica eder. Şam ve Beyrut’ta olup bitenleri kendisine anlatınca Paşa çok güler ve irticalen şu beyti söyler:
Gezdi Beyrut’u Şâm ile Haleb’i
Yine geldi bizim Naîm Çelebi
Bâki Ayhan Asiltürk – Postmodern-Gelenekselci Bir Alışkanlık: İntihal
“Postmodernlerin geleneğe bağlılık, eski hikâyelere düşkünlük arzuları onları bir çıkmaza itmiştir. Geleneğe fazlaca yaslanmanın sonucu olan intihal hastalığının temellerine bakıldığında bunun çok eski ve geleneksel bir alışkanlık olduğu görülür: “Klasik Arap edebiyatı tarihinde intihal (aşırma), İslam öncesi ve sonrası dönemde az rastlanan, Emeviler döneminde nakaiz şairlerinin birbirlerini intihal ile suçlamaları ile hızını artıran, Abbasiler döneminde ise muhdes (yeni) şairlerin edebî çevreye girmeleri ile büyük artış gösteren bir olgudur.”
Serpil Mutlu Kırlı – Yâran Lokmasına Tamah Etmek Divan Şiirinde İntihal
“Edebî gelenekte nazire, şairlerin yeteneklerini geliştiren bir mektep olarak kabul edilmiştir. Bu çerçevede tetebbu, söz konusu mektebin ilk basamağı, âdeta bir ilkokulu gibidir. Tetebbu sürecinde şair, kendinden önceki üstatları okuyup anlamaya, onların tarzında şiirler kaleme almaya gayret eder; böylelikle şairlik yolunda bir tür idman yapmış olur. Latîfî, şairleri “gerçek şairler” ve “hırsız şairler” olarak tasnif ettikten sonra, makûle-i düzd adını verdiği hırsız şairleri beş sınıfa ayırır. Bu tasnifte kötüden iyiye doğru yapılan sıralamanın ilk basamağında intihalci şairler yer alırken, son basamakta büyük şairlerin divanlarını tetebbu ederek oradaki güzel manaları mazmun hâline getirenler bulunur.”
Vural Yıldırım – Nağme İntihali
“Müzikte intihal konusunda tartışma alanı müzik türleri kadar geniştir. Çok sesli müzikten, Makamsal müziğe kadar her alanda intihal suçlamalarına tanık oluyoruz. Özellikle son yıllarda sosyal medyanın ve teknolojinin gelişmesiyle birlikte bu konulardaki hassasiyet dikkat çekicidir. Teknoloji, kolaylıkların yanında yeni sorunları da beraberinde getirmiştir. Yapay zekâ ile üretilen melodilerin telif hakları konusunda muğlaklık sürmektedir. Olayın bir başka boyutu ise etik değerlerin ihlal edilmesidir. Müzikoloji alanının kurumsallaşması ile Avrupa bu konuda ciddi yol kat etmiştir.”
Attilâ İlhan’ın Sinematografik Dili
Mehmet Neşet Turgut, Attila İlhan’ın sinema ile olan bağını merkeze aldığı yazısı ile dergide yer alıyor.
“İlhan’ın edebiyat ve sinema arasında kurduğu köprü, gençlik yıllarında sıkça zaman geçirdiği sinema salonlarında şekillenir. Bir izleyici olarak elde ettiği deneyim, şiirlerindeki imgeleri sinemanın görüntü dili ile harmanlayabilmesine zemin hazırlar. İlhan’ın şiirlerindeki metafor zenginliği, sinemanın görsel gücü ile birleşerek beyaz perdedeki karakterin içsel yalnızlığını anlatan birer imgeye dönüşür. Terk edilmiş eski bir iskele ya da sisler içindeki bir sokak, görüntüye dökülmüş birer eğretileme unsuru olarak karşımıza çıkar.”
Roza Aytmatova, Ağabeyi Cengiz Aytmatov’u Anlatıyor
Dergide bu ay tarihi belge olmayı hak edecek bir söyleşi yer alıyor. Roza Aytmatova, ağabeyi Cengiz Aytmatov’u anlatıyor. Aytmatova, babasından, ağabeyinden, yaptıkları çalışmalardan bahsediyor söyleşide. Sorular; Ahmet Beşe’den.
“Babam 34 yaşında tutuklanıp 35 yaşında katledilmiş. Gencecik… Kısa bir hayat yaşamış fakat millet için çok şey yapmış. O dönemde, 1928-1931 yılları arasında birinci 5 yıllık kalkınma planı uygulanırken Sanayi Bakanı, Halk Komiserleri Konseyi Başkanı olarak görev yapmış ve Bişkek’teki (o dönemdeki adı Frunze) ilk merkezî ısıtma sistemini kurmuş.”
“Cengiz Aytmatov, yazın babaannemlerle birlikte yaylaya gidermiş. Orada temiz hava ve güzel tabiatın kucağında diğer çocuklarla beraber oynar, kuzuları otlatır, dağlarda koşturur, derelerde yüzermiş. Böylece mutlu bir çocukluk devri geçirmiş.”
“Bir de bizim bir tane ineğimiz vardı. Bir gün ineğimizi hırsızların çaldığını öğrendik. Cengiz ağabeyim “Hırsızları yakalayıp öldüreceğim!” diye eline tüfek alıp peşlerine düştü. Yolda giderken bir adamla karşılaşmış ve adam, ağabeyime: “Sen hırsızları öldürmekten vazgeç. İleride senin en az 100 ineğin olacak.” demiş. Sonraki yıllarda, bu hatırayı dinleyenlerden bazıları Cengiz’e: “Adamın dediği gibi 100 ineğin oldu mu?” diye sorarlardı. O da: “Hayır, olmadı fakat o adamın kastettiği 100 inek galiba benim yazdığım eserler…” diye cevap verirdi.”
Türk Edebiyatı’ndan Hikâyeler
Salim Nizam – Kuyu
“Issız bozkırın yalnızlığını derin vadilerdeki kavak ağaçları arasında öten ağustos böcekleri giderirken, ay; peribacaları üzerinde yükselmekteydi. Erciyes Dağı’nın heybetine tutunan köylerin birinde gecenin atlas perdeleri eski bir kuyunun kelebesinin inleyen sesiyle aralandı.”
“Kuyu bekledi hep, geceyi gündüze ekledi. Bazen ağustosa varmadan kurudu otlar, umut hiç tükenmedi. Şeytan kelekleri, mor dikenler bitti taşları arasından; ayrık otlarıyla, deve dikenleri bastı, hiçbir kervan geçmedi. Kuyu; Pakize Nine’nin, Davut Dede’nin sabrı oldu, umut gönüldeydi, ışığa koşan pervaneler gibi hiç tükenmedi. Güneşin hiç doğmadığı günler oldu, sabahın geç aydınlandığı geceler oldu, ümit gönüllerde kor bir ateşti sönmedi.”
Dilek Altundağ- Sez Sez
İyi şehir hikâyeleri çıkar bu balkondan. Manzarası eşsiz bir ev arayışım yok aslında. Gürültüsüz, patırtısız bir apartman… Yazarken istediğim tek şey derin bir sessizlik. Kelimelerime elbiseler giydireceğim bir ortam. Kalemimin tıkırtısından başka ses duymak istemiyorum. Şairin istediğinde de zaten bu kadar basit. Yeter ki gün, eksilmesin penceremden.
“Çöpleri almaya gelen kapıcıya sormak geliyor aklıma. Adam, suratsızın teki… Taşınırken, kapının önüne boy boy kutuları bırakırken, gözleriyle, “İş çıkardın başıma.” der gibiydi. Ters ters bakışlarla. Biraz samimi olmak istiyorum. Kolay gelsin, günaydın, buyurun, yeni kek yaptım, limonlu. Elimdeki tabağı uzatıyorum.”
“Hamuru için yumurtayla şekeri çırpıyorum, sütü ilave ettikten sonra diğer malzemeleri karıştırıyorum. İşte bu kadar. Tost makinesinin yüzeyine iki-üç yemek kaşığı döküyorum, taşmamalı. Orta dereceye almalıyım. Waffle pişerken, yukarıda ne oluyor? Rengi dönmeye başladı. Beş dakika daha pişireyim. İyi ki fırınımla tost makinem var. Yemek yapmak en büyük zevkim.”
Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
Urma başın yok yere dîvân dîvân üstüne
Yirmi yıl var koymadın ünvân ünvân üstüne
Okumadın yazmadın öğrenmedin öğretmedin
Hep dolaştın âlemi seyrân seyrân üstüne
Sâde ben mi, uğruladın kimde ne buldun ise
Eyledin ömrünce hep tâlân tâlân üstüne
Fatih Kimsebilmez
bir ihtimal daha var
ve o da bir yalan olmamalıydı
sen bir muhakkaktın benim için
o hakikat bellediğim bir yalandı
kendi kendime söylediğim
o son yalan damlası
okyanusu taşırdı
sen o yalan tsunamisini görmedin
kendimi kandırdığım
hiçbir yalanı görmediğin gibi
ben hariç değil
Suavi Kemal Yazgıç
Nasır tutmuş erguvan elleri vardı.
Kaderi, sis dağının ardından sözler taşırdı
Minik elleri yorgun gözlere bakardı
Çocuk olmadan büyüyen yürekler
Akşamını kaybetmiş bir anneye döndü
Bozkıra emanet maziyi sorarken hayat
Solgun bir aynanın kırık aksinde
Şeytanlar ıslık çalardı.
Ferah Nur Ünal
Buzdokuz, Sayı: 28
Buzdokuz dergisi kendine özgü duruşu, sesi, soluğu ile üç aylık periyotlarla çıkmaya devam ediyor.
Derginin 28. Sayı dosya konusu; İmza.
Dergilerin hazırladığı özgün konuları seviyorum. Artık yapıla yapıla gına gelmiş konulardansa yeni ve özgün konuları dergi sayfalarına taşımak dergileri daha diri tutacaktır. Özellikle sıradanmış gibi görünen konular üzerine hazırlanan dosyalarda zihni açılımları daha net görebiliyoruz. İmza, tam da böyle bir konu.
Dosyadan…
Giriş Yazısından
“Yaratıcılık, oyun ve merak dürtüleri; ye uygun, ödül-ceza sistemli platformlara yakıt olarak kullanılır. Bu sapma evreni (Endüstri 5.0’m potank sapması) zamansal açıdan çok uzakta değildir. Dead internet sonsuz bir nesnelleşmedir.”
Bir “Dijital Öznelik Manifestosu” yazmamız gerekebilir. Yani kaçmgan veya tepkisel değil diyalektik bir duruş l. Özneye daha çok iş yükleyen, estetik ve etik yerini, bir değer olarak koruyan ve savunan bir pozisyon. Bugün makinalaş-mamak istiyor olmak fütüristçedir. Bunun bir yolu öznenin neleri belirleyebileceğini seçmesidir, Özne araçların kölesi değil efendisi olmayı; dijital imzasını bir sözleşme gibi taşımayı; bir yer olarak kendi bedeninden kopmamayı; sırf öyle istiyor diye yavaşlığı; topluluk inşasını seçebilir.”
Furkan Katuç – İmzanın Tarihsel serüveni ve Geçirdiği Değişimler
“ 20. yüzyılda modern bürokrasinin ve endüstriyel toplumun ihtiyaçları, imzayı daha pratik ve standart biçimlere yönlendirdi. Kaşe, bu dönemde bir kurumun ya da kişinin varlığını hızlı, tekrarlanabilir ve standart bir işaretle görünür kıldı. Artık her belgede uzun uzun imza atmaya gerek kalmıyor, kaşe basmak bir nevi imza atmanın hızlandırılmış biçimi olarak işlev görüyordu. Bu noktada mühür ile kaşe arasındaki akrabalık belirginleşiyor, her ikisi de kişisel özgünlüğü ikinci plana iterken, daha çok kurumsal kimliği temsil eden araçlardır. Ancak ıslak imza, bütün bu standartlaştırma süreçlerinin ortasında bireyselliği yeniden ön plana çıkardı. Kalemin ucundan çıkan kıvrımlar, her bireyin benzersiz kimliğinin somut bir işareti olarak kabul edildi. Hukuk düzeni de bu nedenle imzayı bağlayıcı gördü, çünkü iki insanın imzası birbirinin aynısı olamazdı.”
Georg Eckmayr ( Çeviren – Özge Altan) -Sanat ve Medya Kültüründe İmzanın Tarihsel Gelişimi
“NFT teknolojisi esasında sanat eserini içermez ya da somutlaştırmaz, sadece yaratıcısına atfeder. Burada kullanılan “ortam” tanımı, ifade ortamı ve imza sistemi ayrımımızın dereceli olmasını mümkün kılarak sanatsal pratikle alakalı yönünü vurgular. Dijital imzalanmış eserler için tanım, imza sistemi ve veri kümesi arasındaki potansiyel geri bildirim döngülerinden ötürü dereceli olmalıdır. Buna rağmen ortam ve imza sistemi arasında ayrım yapmak NFT imzalı sanat eserlerini teorileştirmek için önemini sürdürmektedir. Bu ikilik, dijital sanat nesnesini, mülkiyet açısından açıkça tanımlanmış; kamusal erişilebilirlik ve öz-gönderim sayesinde bağlamına pragmatik olarak açık kalan modüler bir melez olarak kurar.”
Serdar Odacı – Özne ve İmza
“Edebiyatta özne, metnin kurucusudur; hikâyeyi anlatan, düşünceyi inşa eden ve dili şekillendiren bilinçtir. Ancak özne, metnin içine saklanmış pasif bir varlık değildir; aksine, varlığını imzası aracılığıyla aktif bir şekilde ilan eder. İmza, sadece yazarın adının metnin sonuna konulması değildir. İmza, yazarın kendine özgü üslubu, seçtiği kelimeler, kurduğu cümleler ve dünyaya bakış açısıyla metnin dokusuna işlenmiş bir kimlik beyanıdır.”
Leyla Arsal – İmzanın Ölümü: Metin, Metinsellik ve Okurun Doğumu
“Metnin, okurun ve okuma faaliyetinin bu denli ön planda tutulması 50’li, 60’ı yıllardan itibaren eleştirel ibrenin yönünü yazar/şairden metne ve okura, okuma faaliyetinin farklı okurlarda yarattığı zihinsel süreçlere kaydırmıştır. II. Dünya Savaşı, Auschwitz, Nagazaki ve Hiroşima’ya atom bombası atılması sonrası toplumsal duyarlıkların değişmesi ve zorunlu olarak başka bir “zihinsel ve ruhsal evreye geçişi” koşutlayan postmodernist yaklaşım, Lyotard’ın söylemiyle modernist düşüncenin temel yapıtaşlarım yerinden etmiş, “büyük anlatıların” güvenilirliğini sarsarak öldüğünü ilan etmiştir.”
Aytuğ Kargı – Adını Haykırarak Var Eden Ses: Blues’ta Mahlasın İmzası
“Sanatçı öznenin varlığı bu şekilde tasdik edilir. Bununla birlikte Derrida için imza bir yokluğun da işaretidir.1 Özne, metinde mevcut ol(a) masa da imzası orada, alımlayıcısınm karşısındadır ve tekilliğini sürdürmek için “iterable” (yinelenebilir) olmak zorundadır. Statik bir alan olmasının yanında imza, gelecekteki herhangi bir bağlamda da yeniden üretilebilecek bir izdir. İşte bu noktada sahne isimlerini yeniden düşünmek gerekir. Howliri Wolf, gerçekte Chester Arthur Burnett’tir. Ama biz onu mahlasıyla biliriz. Çünkü onun izi, uluyan bir kurt oluşunda saklıdır -herhangi bir parçasını dinlediğinizde bunu daha iyi anlarsınız. İşte bu bir izdir, her şarkıda yinelenir ve aynı zamanda yenilenir- bağlamı değişir. Mahlas, özneden bağımsız olarak geleceğe bırakılmış bir imzadır, onun varlığı öznenin fiziksel mevcudiyetinden bağımsız bir yerdedir.”
Ertuğrul Rast – Kurgu Şairin Ikıornegı: Ern Malley ve Reşit İmrahor
“Avustralya’da Em Malley olayı (1943-1944) “kurgulanan” bir şairin modernist şiirin kalbine saplanan ironi hançeri olarak anılır. Türkiye’de ise Reşit İmrahor mahlası (1983’ten itibaren) birden çok şairin birlikte kurguladığı ve şair-kimliğini dağıtan uzun soluklu bir performansa dönüşmüştür. İki vaka da Roland Barthes’ın meşhur tezini yani “Yazarın Ölümü” fikrini yorumlayan canlı deneyler olarak şiir tarihinde yerini almıştır. Barthes’ın metni, yazıyı “bütün seslerin ve kökenlerin yıkımı” olarak tanımlar; yazı, “sesin kökenini yitirdiği ve Yazar’ın kendi ölümüne girdiği zaman başlar.” (Barthes) Bu çerçeve, Malley ve İmrahor’un açtığı sahneyi berraklaştırır. Kurgu şair, biyografik sesi bilerek devre dışı bırakır. Şiir, öznenin geri çekildiği bu alanda kendi özerkliğini kurar. Malley’deki aldatmaca ve İmrahor’daki kolektif maske, tam da bu “köken kaybf’na dayanarak şiiri, kimliği sabitleyen bir imzadan değil, dolaşımdaki dilden ve okur karşılaşmalarından güç almaya zorlar.”
Mehmet Aslan – İmzalı Kitaplarım
“İmzalı kitap artık bir sektör hâline geldi. Ben imzalı kitaba merak saldığımda sadece Haluk Oral Bey’i biliyordum. Belki de tekti. Fiyatlar dip noktasındaydı. Fakat zaafım -isterseniz “tutku” diyebilirsiniz- bilinir olunca işler değişti. Mesela Sezai Karakoç imzasını benim alacağımı sahaflar artık biliyordu ve dönemine göre yüksek fiyatlardan bana satıyorlardı. Piyasadaki neredeyse bütün imzalı kitapları aldım. Bir an önce çok iyi malzemeye erişeyim duygusu, biraz bencillik, biraz gençlik hevesi, biraz hırs, bütün insani vasıfları barındırarak alım yapıyordum. Artık almıyorum ve çeşitli site ve müzayedelerde fiyatların düştüğünü ya da satılmadığını gözlemliyorum. Dolayısıyla imzalı kitap piyasasını benim gibi birkaç alıcının iştahı belirliyor diyebilirim.”
Konu: Komşu
Hayriye Ünal, Tiflis’te gerçekleşen Türk- Gürcü Şairler Buluşması programına dair izlenimlerini paylaşmış.
“Şiirlerin iki dilden birbirine çevirisini Makvala Kharebava yaptı. Atölye boyunca satır satır eşdeğerlik tartışmaları yüüttük. Çeviri atölyesinde Türkiye’nin şiir ortamını temsil eden beş şair, iyi bir örneklem oluşturduk. İki dergi yöneticisi Hayriye Ünal ve Mehmet S. Fidancı), iki yayınevi editörü (Mehmet Can Doğan ve Ömer Erdem) ve bir akademisyen (Bâki Ayhan Asiltürk), bu beş şair aynı zamanda yazılar yazan, aktif şiir ortamını izleyen, doğrudan şiir dünyasına müdahale iden isimlerdi. Değerli Gürcü şairlerNinia Sadghobelashvili, Irma Beridze, Giorgi Balakhashvili, Shota Vekua, Vakhtang Zakhtangadze ve Gio Zedvakeli ile tanışmak, söyleşmek güzeldi. Bu şairlerden ikisinin şiirlerine aşağıda yer veriyoruz. Zakhtangadze’nin şiirlerini ben düzenledim, Beridze’nin şiirini ise Ömer Erdem düzenledi.”
Dünyaya Bakmanın İmkânı
Yusuf Araf, dünyaya şiirin özellikle de çeviri şiirin gözünden bakan yazısı ile Buzdokuz’da.
“Türkçeye çevrilen şiirler ve şiir çevirisi yapan çevirmenler deyince hepimizin aklına aşağı yukarı aynı isimler geliyor. Cevat Çapan, Güven Turan, Özdemir İnce, Erdoğan Alkan, Erdal Alova, Cem Yavuz, Aytekin Karaçoban ve daha birçok çevirmen. (Burada özellikle Cemal Süreya, Ülkü Tamer vd. şairleri yazmadım ki mesele çevirmenlik unvanı daha baskın olan isimlerdi.)
Bu isimler arasında en dikkat çeken ve vizyoner olanı bence Cevat Çapan. Çapan’ın bugün hâlâ Sözcükler dergisinde hem şiirleri hem de çeviri şiirleri (Sözcükler Yayınlarında da kitapları) yayımlanıyor. Kendisinin çeviri envanterine baktığımız zaman büyük bir külliyat karşımıza çıkıyor. Hem bireysel çeviri kitapları hem de yaptığı antolojiler büyük önem taşıyor.”
İsmet Özel’in Bir Yusuf Masalı’nda Latin Alfabesi Değmemiş İlave Şiirler: Saniyen Münacat, Naat, Sebeb-i Telif ve Dibace Üzerine
İsmet Özel’in Bir Yusuf Masalı adlı şiir kitabını edebiyat dünyamızda bilmeyen yoktur. Kitabı okumamış olsa bile ismine aşina olunan özel bir mesnevidir bu. Kitap önce Latin alfabesi ile çıkmıştı. Daha sonra Özel bu kitabı Osmanlı Türkçesi ile de yayınladı. Kuran harfleri ile olan kitapta yeni şiirler var.
Kâmil Yeşil, yeni baskıya dair bir çalışmanın olmadığını belirtiyor Buzdokuz’daki yazısında. Hem baskıya hem de yeni şiirlere dair tafsilatlı bilgilerin yer aldığı uzun soluklu bilgileri bulacağınız bir yazı kaleme almış Yeşil. Yazıda yeni şiirlerin ayrıntılı tahlili de yapılıyor.
Kâmil Yeşil, edebiyat dünyamızda öykücü kimliği ile tanınır ama şiire olan yakınlığı da hem poetik metinleri göz önüne alındığında hem de metinlerindeki şiirin derin sesi düşünülünce onun şiir dünyası oldukça sağlam temellere dayanmaktadır. İsmet Özel şiirini tahlil etmek çok da kolay değildir. Özel’in şiir dünyasına girmek birçok anlamda tam bir donanım ister. Yeşil yazısında okuyuculara keyifli bir İsmet Özel şiir yolculuğu sunuyor.
“İsmet Özel, sözünün gereği Kur’an harfleri ile Bir Yusuf Masah’nın ilk baskısını 1442 Ramazan ayında (M. 2019) Tiyo Yayınları arasında neşretti. Bugüne kadar da her baskısı bin (1000) adet olmak üzere kitabın dört baskısı yapıldı.”
“Osmanlıca kavramının pejoratif kullanım bakımından hâlâ yaşadığını söylemek mümkündür. İsmet Özel’in Türk yazısına Osmanlı Türkçesi denmesine itirazı sadece bunlar değildir. Osmanlı yönetim sistemine olan itirazı, Osmanlı’nm Türklere bakışı da İsmet Özel için belirleyicidir diyebiliriz.”
“İsmet Özel’in “Münacat’T doğumuyla başlıyor. Ramazan Bayramı’nın birinci günü dünyaya günaydın diyor bebek. 1 Şevval 1363. (19 Eylül 1944) Şairin kendisinden, Türkiye’den ve dünyadan bahsettiği konuşmalarında bütün olup bitenleri İslam takvimini esas alarak tarihlendirdiğini biliyoruz.”
“Naat, Hz. Peygamber’i (sav) övmek için yazılan şiirdir. İsmet Özel, her iki naatte övmek yerine Hz. Peygamberin bir yönünü öne çıkarmayı tercih etmiştir. Herkes tarafından bilinen fakat derinliği, inceliği, güzelliği fark edilmeyen yönü ile Hz. Peygamber’i yeniden tanırız, severiz. Onun ümmeti olduğumuza seviniriz. Şemail. Siyer ve Hadis kitaplarında geçen fakat üzerinde durulmayan bir Peygamber farkmdalığını gösterir bize İsmet Özel.”
“Akademya, şiir eleştirmenleri, şairler Bir YusufMasalı’nda yer alan dört yeni şiire dair yeni şeyler söy leyeceklerdir. Bu makale, kitaptaki bu yeni şiirlere ilgiyi artırırsa ve İsmet Özel’in Türk Yazısına dair hassasiyetini gündeme getirirse amacına varmış sayılır.”
Ümitsizim ama Neden Olmasın?
Ömer Yalçınova, günümüz şiirindeki heceye yönelimi işliyor yazısında.
“Peki nedir bu hece ölçüsüne düşkünlük? Süleyman Çobanoğlu, İbrahim Tenekeci, Ali Ayçil gibi şairlerin yazdıkları yeni hece şiirleri mi, buna etken? Neden olmasın? Necip Fazıl okumamış ama İbrahim Tenekeci’yi okumuş mesela, genç arkadaşım. Cahit Sıtkı Tarancı veya Karacaoğlan okumadan Süleyman Çobanoğlu okuyanları da gördüm. Bunda bir sıkıntı yok. İyi de bir şey. Eleştirdiğim sanılmasın. Çünkü şiir geriye doğru okunur. Umarım bu şair adayları Karacaoğlan’a kadar giderler. Yazmaktan ziyade okuma iştahıyla hareket ederler. O zaman bu burada dursun. Demek ki I. ve II. Yeni şairlerden sonra 60 Kuşağı, 80 Kuşağı ve 90 Kuşağı’nın şiirleri gibi şiirler yazmak istemeyen yeni bir kuşakla karşı karşıyayız.”
Şiir Emeğinin Karşılığı
Emre Söylemez, şiir yazmak, şiirin bir emek mahsulü olduğu gibi konular üzerinden yaklaşıyor şiire. Şiir ve emek birbirini tamamlayan iki önemli yapı taşı. Bunu has şairler daha iyi bilir.
“Şiir yazma emeğinin karşılığı, patrimonyal devletin takdir edeceği bir ulufe elbette olabilir. Hatta ödenen bu ulufe, belediyelerin katılımlara istinaden ödediği ücreti, şiir emeğinin değeri olarak düşünmekten çok daha adil olacaktır. Ulufe, yazılan şiire verilirken katılım ücreti performansa ödenmektedir. Kıyaslamaya kalksam bile böyle ödemelerin şiirin şairini terk edeceği yönünde batıl bir inancımız olduğundan, şiirin uzun vadeli ve doğru bir yatırım aracı olmadığı gerçeği karşımıza çıkmakta. Şiir emeği, toplumda ev hanımlarının emeği gibi ücretlendirilemeyen bir yerde kendini konumlandırmaktadır.”
Buzdokuz’dan Şiirler
Yüzü gözü çamurlu kara kuru çocuklar
Türkçeleştirilmiş kelimeleri hıfzetmiş
Fotoğraf incelikleri bilen ince çocuklar
Sokak sanat, dağlar sanat, çocuk kuş kanat
Gergin inziva baş gösterir, ebeveyn çoban
Buralar sokakları dolu binbir güzellik veArapça
Kımıl kımıl fotoğrafığıl ığıl çocuklar
Çocuklar iyi fikir fotoğrafiyi fikir buralarda.
Furkan Katuç
ayağımda tonlarca çakılla beni eve çağıran
kendini var etmiş bir kapıda bir kadın
anlık ormanlardaki bir ceylan asaleti
senin nezaketi ancak bilenin tanıdığı bir sevgi
buyur etme cesareti benzersiz
ne istediğini bilen birinin sessizliği içinde
bana bir uyku verdi, kim uyuşa
o kadına altın iplikten ipek kaftanlar diler
Zeynep Arkan
Hayatımın hızlıca aktığını fark ettim
Böcekler öldükçe ruhları güneşe akan bir nehir
Ve ekstra puan için nehre atlayan pijamah dâhilerle birlikte
Ben orada bu farkındalık dopingi zihnimde bir lanet
Ruhlara yalnızlık veren bir yaz gününde
Hayatımın hızlıca aktığını fark ettim
Hayatım geleceğe akan bir nehir.
Muhammet Yusuf Aktekin
Büyük patlamadan bu yana
İnsana öğretilen isimlerin
En güzeli şenindi
Normal şartlar altında olmaması gereken
Doğuştan kaim insanlarla
Bizim için savaşlar kazanmıştın
Gülüşün üzerine yeminler edilen
Kuzeyi simgeleyen değerli kadim belgeydi
Yönümü bulurdum
Ali Berkay
kalbi durdurdular bir polis çevirmesinde
kimlik sordular
biriktirmişti içinde mağaraları ve sirkleri
ve sosyal bilimleri
ama kalp durunca kim olduğunu bilemedi
polis silahını doğrulttu: teslim ol
kalp: kime?
polis: çok uzun bir geceye
kalp “ya uyanamazsam” diye mırıldandı
Ayşe Sevim
şu kitapları gözüme çektirdim
sırat köprüsü ne demek?
sırat diye önemli biri var ve ölünce adını mı vermişler
çocuğumsu anne babalar da var değil mi
seccadenin saçlarını taramalısın gece yatarken
bunu duam kabul olsun diye yapıyorum
M. Tuğrul Çolak
Üstüne bir ağırlık, bir bulantıyla ufalanma hissi.
Dünyanın hayhuyu arasında kalmış adımlar, geniş atılır.
Yatağa yüzüstü düştün diyelim, diyelim merakını kustun.
Her bir parçan ayrı yere savruldu, savrulsun.
Adımların sağlam olmazsa o parçalarını bulman zor.
Gülnur Aşçı
Ayasofya’da Mustafa Kutlu Dosyası
Ayasofya dergisi dosya konuları ile çıkmaya devam ediyor. Bu sayının dosya konusu Mustafa Kutlu. Yaşarken değer vermenin en güzel göstergelerinden biridir bu tür çalışmalar. Kutlu, her türlü dosyayı, özel sayıyı, programı hak eden bir isim. Dosyada edebiyat dünyamızdan birçok isim Kutlu’yu anlatıyor.
Mustafa Kutlu Dosyasından…
İbrahim Tenekeci – Uzun Bir Şahitlik
“Şair ve yazarlara musallat olan kibir meselesini erken halletmiş gibiydi. Onlarca genç edebiyatçının ilk eserleriyle ilgili müstakil yazılar kaleme alması, bunun ispatıydı. Gençlere endişe değil, cesaret veriyordu. Başka dergilerde güzel bir şiir yahut hikâye okumuşsa, eserin sahibine mutlaka telefonla ulaşır, bereketli sözler söylerdi.”
Mustafa Kara – Kutlu Ağabey
“Kutlu ile tanışmamızın üstünden elli yıl geldi ve süratle geçti. O saçı dökülmüş uzun boylu Erzincanlı öğretmen, hafızamda hep tebessümüyle ve daktilosuyla kaldı. Okuduğunu iyi anladı, anladığını güzel anlattı. Bazen yazdı bazen çizdi. Zor meseleleri kolaylaştırdı. Kendi güzergâhında, “Zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız.” tavsiyesinin gereğini yaptı.”
Temel Hazıroğlu – Mustafa Kutlu ve Kalbin Sesi
“Kutlu, iyi bir yazar olmanın ötesinde aynı zamanda iyi bir okuyucudur da. Hangi kitap çıkmış? Kim, ne yazmış? Bütün bunları takip eder, ilgisinin çeken kitabı hemen alır okur ve tartışır. Keza dergilere de ilgisi yüksektir. Birçok kitap alıp okumasına rağmen evinde kütüphanesi yoktur. Üstelik bunu açıklamaktan da hiç gocunmaz. Öyle ki, bu usta yazarımız okuduğu kitapları sürekli dağıtmaktan zevk alır.”
Zeki Bulduk – Mustafa Kutlu Ferahlığı
“İlesam’a giderdik üniversite yıllarında. Birkaç masa ötemizde Mustafa Kutlu’nun oturduğuna çok şahit oldum. Diğer yazar ve sanatçılarla tanışırken çok hoyrat ve cesur davrandığım halde, onun yanına varmam o kadar kolay olmadı. Yine bir gün İbrahim Çelik ağabeyin de bulunduğu bir dost meclisinde sohbet ediyorlardı. Hiç ses çıkarmadan bir kenara ilişip muhabbeti dinledim. Müthiş bir dinginlik vardı sohbette.”
Bilal Can – Mustafa Kutlu’nun Hikâyelerine Dair Dikkatler
“Kutlu, şehri savunurken insana ve insanî olana vurgu yapar. Yokuşa Akan Sular ile başlayan köy-kent, köylü-kentli ayrımını birçok eserinde görmek mümkün. Eserlerini; Türkiye’nin sosyal, siyasal, ekonomik sürecinden bağımsız şekilde okumak meselenin tüm ayrıntılarıyla anlaşılmasını engelleyecektir. Kutlu; yaşadığını, gördüğünü, izlediğini yazan bir yazardır.”
Fatma Salim – Mustafa Kutlu’nun Denemeciliği: Paradigmaya Kafa Tutmak
“Mustafa Kutlu, samimi, dürüst ve dertli bir şekilde memleket(ülke) ve millet meseleleriyle ilgilenir. Vatan toprağının her karışına sevdalıdır. Ona göre vatan toprağının tapusu şehitlerin mezar taşlarıdır. Denemelerine baktığınızda, memleketimizin ve milletimizin her türlü sorunuyla hemhâl olduğunu, mesuliyet duygusu içerisinde meselelere çözüm aramaya çalıştığını rahatlıkla fark edebilirsiniz.”
Yusuf Bilal Aydeniz- Geleneği Yinelemek ve Yenilemek Bağlamında Nurettin Topçu ve Mustafa Kutlu
“Anadolu gibi mümbit bir toprağın tarımdan uzaklaşmasına esef etmektedir. Nurettin Topçu gibi Mustafa Kutlu da çiftçiye ve tarım (toprak) işçisine ciddi bir önem atfetmektedir. Nitekim yukarıdaki cümlelerde ismi geçen Kalbin Sesi ile Toprağa Dönüş isimli kitabın Nurettin Topçu’nun “Vicdan, Allah’ın içimizdeki sesidir.” cümlesinden ilhamla verildiğini düşünüyoruz. Mustafa Kutlu’da direkt sosyalizm ifadesi geçmez. Ancak Kutlu da cemiyet hayatına ehemmiyet verir.”
Harun Yakarer – Mustafa Kutlu’da Atasözleri ve Deyimler
Atasözleri, Kutlu’nun karakterlerinin ruh hallerini, geçmişlerini ve yaşam felsefelerini anlamak için de ipuçları sunar. Uzun Hikâye’de derin bir kederi ve pişmanlığı “Karaya vurmuş balık gibi oldum” deyimiyle betimler. Kader veya geleceğe dair belirsizlik, Zafer Yahut Hiç eserinde “-Bu gece enteresan. Bir Arap atasözü vardır bilir mi sin? -Ne? – Geceler gebedir. – Bizde de var benzeri. -Evet. – Gün doğmadan neler doğar.” atasözüyle aktarılır.
Havva Aşı- Mustafa Kutlu Hikâyelerinde Musikinin Sesi
“Aşkın ve ayrılığın işlendiği üç farklı hikâyenin yer aldığı Menekşeli Mektup’ta sadece şarkı sözleri değil; Nezahat Bayram, Muzaffer Akgün ve Gülşen Kutlu gibi sanatçıların adı, bir hikâye kişisinin sesi ile kıyaslanmak suretiyle anılır. Kutlu’nun hikâyelerinde musikinin namelerine çoğu zaman çiçekler eşlik etmektedir. Menekşeli Mektup’ta Postacı’nın terkedildiği vakit, leylakların açtığı bir mevsimdir. Postacı, kır çiçeklerini vazoya yerleştirir; radyoda Erol Sayan’dan dinlediği “Güle sorma; o bilmez aşkı, sevdayı, neş’eyi… Lâleye sor, sümbüle sor…” şarkısı ile çiçekler gibi nasıl solup gideceğinin düşüncesine dalar.”
Yusuf Emre Şen-Mustafa Kutlu’da Yunus Emre Düşüncesi
“Modernizm eleştirisi yaptığı yazılarında Mustafa Kutlu, zaman zaman Yunus Emre iktibaslarıyla konuyu pekiştirir. Örneğin Aşka Benzer Bir Şey adlı denemesinde, Anadolu şehirlerinin dönüşümünü işlerken, “Benim yüzüm yerde gerek/Bana rahmet yerden yağar” dizelerini kullanır. O, Koca Yunus’un bu güzide mısralarını; adeta gökyüzüne doğru çıkan beton yığınları, reklamlar ve görüntüler üzerine inşa edilen modern hayatın karşısına koymuştur.”
Bülent Özdaman – Mustafa Kutlu ve Sinema
“Mustafa Kutlu için resim yapmak, fotoğraf çekmek sevdiği uğraşların başında gelse de; o uzun yıllar büyük bir hevesle sinemayla da ilgilenir. Mesela Halit Refiğ’in yönettiği “Kurtar Beni” filminin senaryosunu yazar. Yine Osman Sınav’ın “Kapıları Açmak” filmi için de senaryo yazar ve bu iki film de Antalya Film Festivali’nden ödül alır. Kapıları Açmak ilk defa Mustafa Kutlu tarafından senaryo olarak yazılmış ve Osman Sınav tarafından 1992 tarihinde filme çekilmiştir.”
Mesut Uçakan – Mustafa Kutlu’yu Konuşmak
“Mustafa Kutlu şüphesiz, çok usta bir hikâyeci. Kültür ve sanat hayatımızın köşe taşlarından biri. Kişiliğini bulmuş, dilini oturtmuş öncü bir isim. Hikâyeleri, her türlü süslü ifadelerden, ağır tasvirlerden uzak, sade, doğal ve akıcı. Üslubundaki cerrahî titizlik, hassas dokunuşlar hemen kendini hissettirir. Özellikle Anadolu insanından sıcaklığını, köy ve şehir hayatındaki sıkışmışlıklarını yansıtan hikâyeleri, gerçekten hayranlık oluşturacak düzeydedir. Karakter şekillendirmesi oldukça güçlüdür.”
Sinema Soruşturması
Dosyanın son bölümü Bülent Özdaman’ın hazırladığı Mustafa Kutlu ve sinema soruşturmasına ayrılmış.
Cihan Aktaş
“Mustafa Kutlu ve sinema” denilince aklıma ilk gelen, onun Yeşilçam Sineması’na ve TRT ekranına sunduğu katkılardır. Bu katkılar ne tekrarı içerir ne de öykünmecidir. Kutlu’nun sanat anlayışı yalındır zaten, minimalist ve sadedir. Sade veya basit olan ise, ruhun en yalın ve temel ihtiyaçlarına hitap eder. En dar zamanlarında kimi buluyorsun yanında, en dar zamanlarında sevdiklerinin hatta özellikle sevmediklerinin de yanında olmayı başarabiliyor musun?
Abdülhamit Güler
“Mustafa Kutlu’nun sinemaya uyarlanan hikâyelerini ya da uyarlama filmlerini ele almak söz konusu olduğunda ben Uzun Hikâye’den bahsetmek isterim. Çünkü en geniş kitleye ulaşmış OSE6 olarak hakkı verilmiş ve sinemamızın önemli isimlerini bir araya getirmiş proje. Osman Sınav’ın yönetmenliğini yapması kadar Kenan İmirzalıoğlu’nun başrolde yer alması da çok önemliydi. Çünkü bu sayede birçok kişi Mustafa Kutlu hikâyelerinin dilinden ve elbette öneminden haberdar oldu. Sinemanın zaten böyle bir işlevi de vardır. Ama zaten film, duygu olarak Mustafa Kutlu hikâyelerine yakın bir yerde duruyor.”
Güven Adıgüzel
Nihayetinde Kutlu’nun külliyatı sinemacılar için ‘mümbit topraklar’ı temsil ediyor. İşaret etmek şart ise, Osman Sınav’ın da sinemaya uyarlamak için çalıştığı o iki eseri, “Rüzgârlı Pazar” ile “Zafer Yahut Hiç”i sayabiliriz diye düşünüyorum. Mustafa Kutlu’ya sağlıklı, uzun bir ömür dilerim.
Abdullah Kasay
“Mustafa Kutlu; hikâyelerinde Anadolu’nun ruhunu, geleneksel yaşam biçimini, kasabaları ve köyleri derinlemesine işler. Onun eserleri, betonlaşmış şehirlerden ziyade; toprağa bağlı, samimi insan ilişkilerini ve bu coğrafyanın kendine özgü atmosferini yansıtır. Sinemacılar için bu durum; otantik mekanlar, güçlü yerel motifler ve görsel olarak zengin bir fon sunar. Kutlu, büyük olaylar yerine sıradan insanların iç dünyalarına, günlük hayattaki mücadelelerine ve manevî yolculuklarına odaklanır.”
Takvimdeki Sayılar Üzerine
Takvimdeki geçip giden günlerin her biri sayılardan ibaret. O sayıları anlamlı hale getiren, o günlerde yaşanan önemli olaylardır. Yoksa, her gün bir diğerinin aynısı olarak geçip gitmekte. Ömer Toraman takvimlere rast gelen özel günlere dair yazmış.
“İnsanlık tarihinin en önemli günleri geçenlerde idrak etmiş olduğumuz Muharrem ayının ilk 10 günüdür. Hz. Adem’in tövbesinin kabul olması, Hz. Nuh’un gemisinin Cudi dağına oturması, Hz. İbrahim’in doğması, Hz. Yunus’un balığın karnından çıkması, Hz. Musa’nın Firavundan kurtulması takvimler hicri yılın başlangıcını yani muharrem ayını gösterdiğinde ilk 10 gün içinde gerçekleşti, çoğunlukla da 10’uncu gün.”
Sezai Karakoç ile Çoçukluğumuz’a Farklı Bir Bakış
Remziye Şen, Sezai Karakoç şiirinde yer alan çocuklara dair bir yazı kaleme almış. Çocuk ve anne kavramlarının birlikte kullanıldığı şiirlerden örnekler de var yazıda.
“Sezai Karakoç, şiirlerinde sıkça çocuk ve anne metaforlarından bahsetmiştir. Ona göre bu iki kavram ayrılmaz bir bütündür. Bu şiirinde çocuk; sevginin, merhametin, saflığın simgesidir. Yanı sıra geleceğe dair bir umuttur da. Anne ise daima, değeri kelimelerle ifade edilemeyecek kadar kıymetli varlıktır.”
Ayasofya’dan Öyküler
Gamze Çakıroğlu- Gel Dedi Gönlüme
“Mevsimlerden sonbahar. Benimse yüreğime mıhlanmış tek mevsim kış: Hep soğuk, hep ayaz. Dışarıda hava güneşli. Güneş insanın gözünü alıyor ama hafiften acıtan bir poyraz da hissettiriyor kendini. Yalancı güneş yalancı insanlar gibi. Acının tam ortasına bağdaş kurup oturan ruhumun isyanıyla atıyorum kendimi evden dışarıya.”
“Bir deprem oldu kalbimde. Sonra tsunami… Açıldı birbirine yapışmış öfkenin ve gamın araları. Derken bir ezan okunmaya başladı. Hiç görmediğim ve sesini hiç işitmediğim Habeşli Bilal okuyordu sanki ezanı. İrkildim. Kan akışım hızlandı. Etrafıma bakındım. Kimsede ne ses vardı ne seda.”
Sündüz Gölbaşı – Eşikteki Gül
“Dükkândan çıkıp köşe başına vardığında her şey hızlıca gerçekleşirdi. Tüm hız yumağına rağmen başı bir kere bile dönmez; yüzünde eksik etmediği yarım tebessümü ile ikindi ezanına kalmadan -bir demet ayırdığı ve parasını ödediği gül dışında- kalanları satmış olurdu. Ardından en önemli görevi başlardı. Çiçekçinin payını bir çırpıda gönderir, ilerideki marketten poşetleri bazı ihtiyaçlarla doldurur ve dışarı çıkardı.”
“Aynayı alsa eline ve dikkatlice yüzüne baksa belki fark ederdi ama uzun zamandır aynaya bakamıyordu. Gül satmaya niyet ettiği gecenin sabahında hicreti başlamıştı. Doksan üç gün önce…”