Karabatak’ta Pakistan ve Edebiyat Dosyası

Karabatak dergisi, gönül coğrafyamızın edebiyatını sayfalarına taşımaya devam ediyor. 82. sayıda Pakistan edebiyatı dosyası, uzaktan da olsa aşina olduğumuz bir kültüre- edebiyata daha yakından bakmamızı sağlayan çalışmalarla donatılmış halde hazırlanmış.

A.Ali Ural’ın Giriş Yazısından

Karabatak, Pakistan ve Edebiyat dosyasıyla huzurunuza çıkıyor 82. Sayısında. Türkiye ve Pakistan’ın kardeşliği dün olduğu gibi bugün de geçerlidir. Mehmet Akif, Safahat’ını İkbal’e, o da Peyâm-ı Maşrık’ını Akif’e göndermişti. I. Dünya Savaşı günlerinde Lahor’da on binlerce kişinin katıldığı bir mitingde İkbal öyle bir şiir okumuştu ki, Pakistanlılar varlarını yoklarını Türkiye’ye bağışlamışlardı. Şiirde öldükten sonra Hz. Peygamber’in huzuruna çıktığını, efendimizin, “Söyle bana ne armağan getirdin?” diye buyurduğunu, bunun üzerine şöyle dediğini dile getiriyordu: “Efendim dünyada huzur ve rahat kalmadı. Gönlün arzu ettiği hayat ele geçmiyor. Varlık bahçelerinde binlerce gül, binlerce lale var ama vefasızdır onlar; terk eder bizi renkleri ve kokuları. Bunların yerine bir şey getirdim size, cennette bile benzeri olmayan bir şey; bir şişe kan. Bu senin ümmetinin namusudur, şerefidir, vicdanıdır.”

Pakistan Edebiyatı Dosyasından

Prof. Dr. Ahmet Nedim Serinsu Büyük Bir İslâm Moğol İmparatoru Bâbür Şah Merhûm

“Bâbür, Hindistan’da uzun müddet kemâl-i adalet ve ihtişam ile ferman-revâlıkta bulunan birinci Ekber Şah’ın büyük oğlu idi. Daha genç yaşında bulunduğu zaman babasının sarayından çıkarak, kendisine mahsus bir konak inşa ederek içine oturmuş ve tek başına yaşamayı ihtiyar eylemiştir.”

Belir Bilgili – Pakistan

“Pakistan tarihini, bir parçası olduğu Hint alt kıtasının tarihiyle bir düşünmek gerekir. Bu topraklar tarih öncesi çağlardan beri birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, büyük imparatorlukların hayallerini süsleyen zenginliklerin vatanı olmuş. Büyük İskender’in Hindistan’ı ele geçirme hayaliyle çıktığı yolda son durağı, bugün Pakistan’ın önemli şehirlerinden biri olan Multan. İskender, buraya yakın bir yerde Malli adlı bir grupla savaşta ağır yaralanmış ve dönüş yolunda İran’da ölmüş. İndus vadisi boyunca okyanusa uzanan bereketli toprakları görünce Kristof Kolomb’un dünyayı tersinden dolanıp bu coğrafyaya ulaşma emeline hak veriyorsunuz. Kolomb, son nefesini verirken dahi, ulaştığı toprakların Hindistan olduğunu düşünüyordu.”

Syed Foaad Ahmed Gılani – Muhammed İkbal’in Şiirlerinde Türk Algısı 

Muhammed İkbal, Mevlana’yı manevi hocası olarak görmüş ve düşüncelerine büyük bir hayranlık duymuştur. Mevlana’nın insanın iç dünyasına ve ilahi aşka dair öğretileri, İkbal’in felsefesini derinden etkilemiş; onun şiirlerinde sevgi, birlik ve özgürlük gibi temalar, Mevlana’nın tasavvufi anlayışının izlerini taşımaktadır. Muhammed İkbal, Türkiye’ye olan sevgisini her zaman açıkça ifade etmiştir. Türklerin başarıları ve kahramanlıkları, eserlerinde sıkça yer almış ve büyük bir hayranlıkla anlatılmıştır.”

Yusuf Güzel – Küresel Sahnenin Dışında Bir Ruh Arayışı: Pakistan

“Pakistan, tarih boyunca birçok medeniyete beşiklik yapmış, birbirinden farklı inançları, etnisiteyi ve kültürleri bir arada barındırmayı başarmış bir ülkedir. Bundan ötürü çok katmanlı ve güçlü bir yerelliğe sahip olan Pakistan, dünyada küresel yaşam tarzının artmasını rağmen hâlen Sindi, Beluci, Pencabi, Peştun gibi etnik kimliklerin geleneklerinden gelen hayat pratiklerini sürdürmeye devam ediyor. Ülkede her ne kadar küresel sermayenin tüketim alışkanlıkları artırılmaya çalışılsa da Pakistanlılar geleneğe dayalı yaşam tarzını tüm ruhuyla yaşıyor.”

Mehmet Kırtorun – Göğe Yürüyen Doğulu Ruh: Nusrat Fateh Ali Khan

“Nusrat Fateh Ali Khan, farklı kültürlerden müzisyenlerle çalışmaktan çekinmeyen “korkusuz” bir ruha sahipti. Hint film müziklerinden, Amerikan rock yıldızlarıyla düetlere kadar geniş bir yelpazede varlık gösterdi. Pearl Jam grubunun solisti Eddie Vedder ile birlikte Dead Man Walking (İdam Mahkûmu) filminin müziklerine katkıda bulundu; “The Face of Love” adlı parçada Vedder ile Nusrat’ın sesi buluştu. Grammy ödüllü Hint besteci A. R. Rahman ve ünlü söz yazarı Javed Akhtar ile projelerde yer aldı. Bollywood için bestelediği şarkılar milyonlarca insana ulaştı; Güney Asya pop müziği onun ilhamıyla yeni renkler kazandı. Ödüller birbiri ardına gelirken, o hep tevazu ile “Ben sadece müziğimi yapıyorum,” der gibiydi.”

Gülnur Küçükaladağlı – Turuncunun Peşinde

“Bir seferinde pazarda gezerken küçük bir çocuk sanki bana göz kırptı. El boyaması Japon porselen fincanın üzerindeki bu çocuğun yanına yaklaştığımda, “Benimle birlikte bambaşka ülkelere seyahat etmek ister misin?” diye fısıldadı âdeta. Ben de sessiz bir çığlıkla, “Neden olmasın,” diye cevap verdim. Ve yoldaşlığımız o anda başladı. Küçük yoldaşım bana verdiği sözü tuttu ve kahvemi yudumlarken beni bambaşka diyarlara götürür oldu.

Arzu Yıldız Aydın İle Söyleşi

Arzu Yıldız Aydın ile Pakistan ve edebiyatı üzerine yapılan söyleşi yer alıyor dergide. Sorular; Ahmet Nedim Serinsu’dan.

“1947’de Pakistan’ın bağımsızlığıyla birlikte edebiyat, ulusal kimlik inşasının da bir parçası hâline gelmiş; dil, tarih ve kültür meseleleri edebî temaların merkezine yerleşmiştir. Modern döneme gelindiğinde Pakistan edebiyatı hem geleneksel mirasını koruyan hem de çağdaş meseleleri ele alan çok yönlü bir yapıya kavuşmuştur.”

“Antik Hint medeniyetinin büyük bir bölümü bugünkü Pakistan topraklarının -özellikle Pencap, Sindh ve Belucistan bölgeleri- kalbinde yer almaktadır. Milattan önce 3 binli yıllara kadar uzanan İndus Vadisi Uygarlığının özellikle Harappa ve Mohenjo-Daro gibi şehirlerinin/merkezlerinin büyük çoğunluğu Pakistan topraklarındadır. Bu merkezler hem Hint hem Pakistan tarihinin ortak mirasıdır.”

“Pakistan edebiyatı, sadece bir ülkenin değil, bir coğrafyanın, hatta bir medeniyetin sesini taşır. Doğu ile Batı, gelenek ile modernite, inanç ile sorgulama arasındaki dengeyi anlamak için bu edebiyat çok önemli bir pencere açar. Ayrıca edebiyat aracılığıyla savaş, göç, kadınlık, kimlik, inanç gibi evrensel temalara bu bölgenin insanlarının gözünden bakmak mümkün olur. Pakistan edebiyatı, hem tarihî derinliğiyle hem de çağdaş meseleleriyle sadece akademik değil, insani anlamda da çok kıymetli bir okuma alanı sunmaktadır.”

Söz ile İbdâ!

Hasan Akay, sözün gücü üzerine kaleme aldığı yazısı ile Karabatak’ta.

Dolayısıyla, sınırlı bir biçimde uygulanma kapasitesine sahip bu kavramların ‘muğlak bir lisan’ yüzünden belirsizlikler içeren ucu açık bir sonuca (eylem, olay, oluşa) sevk edeceği fark edilmektedir. Kaldı ki, “Bu muğlak dil/ söylem olgusu, şiir benzeri bir kullanımı da ima eder; yani söz/ söylem/ dilin çok yönlü, çok anlamlı oluşa açıklığı -yani dilin günlük yaşamdaki kullanılışı kadar ondan farklı anlamlarda kullanımı- sadece somut/ fiziksel evrenle sınırlı olmadığının da bir göstergesidir.”

Eve Gitmenin Uzun Yolları

Mustafa Könecoğlu, Eve Gitmenin Uzun Yolları isimli yazısında, modern insanın kısa ve kârlı yolları tercih ederek hakiki değerlerden, etik ve estetik zenginlikten uzaklaştığını savunuyor. Uzun yolun, yani bedel ödenerek ulaşılan bir yolculuğun, insanın kendilik bilincini ve manevi derinliğini koruduğunu vurguluyor. Modern dünyanın hız ve kâr odaklı yapısının insanı tek boyutlu bir varlığa indirgediğini, gerçek zenginliğin ise uzun yolda, yani sabırla ve bilinçle kat edilen yolda olduğunu ifade ediyor.

“Yola çıkmayan insanın hikâyesi olmaz derler, uzun yola çıkmayan insanın ise ne hikâyesi ne de varacağı bir menzili vardır. Uzun yola çıkmayan insanın varacağı yer olsa olsa şiirsizliğin çölüdür. Şiir kısa yolun kazancını değil uzun yolun (iç) zenginliğini tercih etmektir. Ne demişti şair: “Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.” Şiirin hükmü tam da budur.

Şiir uzun yola çıkmak, uzun yoldan giderek eve varmaktır.

Sadece uzun yolu tercih ederek eve varmak.

Ya da yola revan olmak.

Kaybolmamak için.”

Projektörün Konuğu Yasemin Zengin

Bu sayıYasemin Zengin’in yazma yolculuğuna ve ortaya koyduğu çalışmalara yakından bakıyoruz. Şiir yolculuğuna dair sorulara şiirleri gibi içten cevaplar vermiş Zengin.

“Hayata baktığımızda çoğu şeyin zıttı ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Bu, hayatı anlamanın bir gereği belki de. Siyah olmasa beyazı fark etmeyecektik ya da beyaz olmasa siyahı fark etmeyecektik. Zıtlıklar edebiyatın çoğu yerinde kendine yer bulmuştur. Yeryüzündeki en eski masallara baktığımızda genellikle zıtlıklar üzerine kurulduğunu görürüz. İyinin ve kötünün mücadelesi anlatıladurmuştur günümüze kadar. Belki de insan beyni en çok zıtlıklardan yola çıkarak bir rota çiziyor. Şiirimi oluştururken zıtlıklardan yola çıktığımı söyleyebilirim. Zıtlıklar daha iyi görmemi sağlıyor ve şiirimi beslediğini düşünüyorum. Sıradan bir mısra zıddıyla kullanıldığında inanılmaz bir etki yaratabiliyor.”

“Sandalyenin aksayan bacağını şiirle mi düzeltmeye çalıştınız? Şiir kırıkların şifası mı? Benim şiirimde yaşadığım coğrafyanın izlerini sık sık görebilirsiniz Harese şiirim onlardan bir tanesi. Evet sandalyenin kırık ayağını şiirle onarmaya çalıştım çünkü hayatımda kırık sandalyeler maalesef çok. Ben çocukluğumu belki de onarmaya çalıştım şiirle. Şiir bazen kırıkların şifası olabilirken bazen felaketidir de.”

Karabatak’tan Öyküler

Resul Bulama – Bulutlu Resim

“Ben olsam kalabalık bir resim çizerdim. Koskoca tuvalde çizecek yer mi yok. Denize girenler, kenarda voleybol oynayanlar olurdu. Üstte gökyüzü ve parça parça bulutlar, en uzakta ufuk çizgisi. Resme derinlik katardı bu belirsizlik. Bir de güzelce boyardım resmi, kumsal için. Yanında mutlaka irili ufaklı taşlar.”

Yunus Emre Altuntaş- Yedi Günün Hikâyesi

“Koza Han’ın üst katından bahçeyi seyrediyorduk. En son ne zaman görüşmüştük hatırlamaya çalışıyordum. Sanırım beş yıldan fazla olmuş. Son bıraktığımda iyiden iyiye içine çekilmiş, insanlarla alakasını azaltmıştı. Fakat şimdi farklı bir şeyler vardı. Sanki değişmiş, daha bir olgunlaşmıştı. Okul sıralarında beraber okurken de çevresini seyretmeyi seven, içindeki dünyaya kelimeler taşıyan bir hâli vardı. Bu sebeple benim gibi az konuşmayı seven birkaç kişi hariç hiç dostu olmadı. Bilirsiniz; bizim gibiler ya gözleriyle konuşur ya da yazdıklarıyla. Orhan’ı birinci gruptakilerden sayabiliriz. Ben ise gördüğünüz üzere yazmayı tercih edenlerdenim.”

Aslıhan Ertaç – Töngelenler

“Yedinci geceydi. Bir kibrit yaktı Server. Dip dibe sokulmuş çalı çırpı toplarının ortasına atıverdi. Kimseler görmeden yapıyordu bu işi. Yanıp kül olduklarında derin bir nefes alıyordu. Sabah genizlerinde is kokusuyla uyanıyordu şehir halkı. Evlerin penceresinden yavaşça ince bir duman süzülüyordu. Yazın son güzel günleriydi oysa. Nemli meltemle uyanmalıydılar. Küller göğe savrulup şehrin üstüne yağıyor, temiz çamaşırlar, balkonlar ve bakımlı yüzler gün sonunda karaya boyanıyordu.”

“Oysa töngelenler beklemeye alışkındı. Ekilip biçilmeyen çoraklaşmış tarlalar, bu dikenli çalıyı usulca büyütmüştü bağrında. Rüzgâr köklerinden koparıp bir araya getirmişti. Sarıp sarmalamıştı dikenler diğer çalıları. Fazlalıkları toprakta dönerken törpülenmiş, yusyuvarlak olmuşlardı. Toprağın yetimleriydi onlar. Nereye gideceklerini biliyorlardı.”

Eda Kartal – Kaza Kırım

“Camı örtüp perdeyi çekerken halkalardan biri koptu, kanepenin altına yuvarlandı. Eğildi, elini uzattı. Erişemeyeceğini anlayınca bıraktı. Bir halkaydı alt tarafı ama perde duvar dibinde yığılı kalakalmış, kaza kırıma uğramış tren gibi yardım bekliyordu. Evi dağınık bırakmak hiç içine sinmese de çıkması gerekiyordu.”

Randevu için değil, yanlışlıkla olsun çalmamıştı telefonu uzun zamandır. Devletin dahi vergiden muaf tuttuğu, kendiliğinden yıkılsın diye baktığı bu köhne iş hanında yıllardır hastalarını tedavi edeceği anı gözlemişti. Şimdi biri gelmiş, randevu istiyordu. Söyleyemezdi ki “Aman efendim, randevuya ne hacet.”

Karabatak’tan Şiirler
bilerek kendini, âlemin kaosuna katıldın
“ben” büyüyor dağdan düşerken yutarak karı
her atom “ben” boşuna değil kaşığı öpmem
hangi saf güneşten koptun ey alın teri
Esrâr-ı Hôdî, hodri meydan nerde şuur bilgisi
her bitki endemik, her hayvan türünün sonu
ene insan, ağaç da ben, hipopotam da
senin göğsünde dolunay var, dedi İkbal
ince bir hilalden kan sızıyor sadrımda oysa
dağ da değilim emaneti yüklenmekten korkan
şahdamarıma saplanır kazması Ferhat’ın
bir parça aşk karışsın pıhtılaşmış kanıma
kimse kimsenin yükünü taşımaz alyuvarlar
sırtlandığınız savaşın ganimeti kimin sırtında
Ali Ural

Yere düşen damlaları topladığım doğrudur
İade etmek için yağmurdan sonra
Doğrudur bakarken ağır gelir
Bir kuşun gözbebeğine çünkü duvarı aşmış
Koklamış bombadan sonra yükselen dumanı
Demiş yorgunum göğün katları ne karışık
Ne de hatırlıyorum gagamın sertliğini
İnce bir toz gibi geçti zaman
Kutsal olan her şeyin üzerine
Bileğin kıvrımıyla sağdan sola yazılan
Sabaha karışmak için güneşin sesini arayan
Toplayan ekmek kırıntısını ıslak parmağıyla
Sofranın üstünde ince toz
Sümeyra Yaman

Var oluşun arşivi, belleğin anlık çağrışımları
Senin gölgende toprağı süren imge çığlıkları
Sevgili Zora ne güzel bir zıtlık kazıdın hafızasına göğün
Ne güzel taşıdın, ne güzel oturdun yeryüzüne gülümseyen
Ah bu anılarda kalan olağanüstü ferahlık!
Bakır saat, fıskiyeli çeşme, kestirme liman yolu
Bir müzeden daha fazlası bir kederden arta kalan boşluk
Âdem Yazıcı

Dama tahtasından geri dönüş yok
Yenmek ve yenilmek oyunun sonu
Yanmış bir ormanı bağıran bir kök
Kaldırıp masanın böğrüne vurdu
Sarı Mehmet sönmemiş yumruğunu
Hüseyin Akın

Değilse ırmakların seslerin arasından
Çimenlerin ıtırların kayın ağaçlarının
Yol bulduğunda elbet akıp içinden
Geçmişin çılgın zembereğinden
Şair çıkarması diyelim zaman ise ağır
Değirmen taşının öğütüp bıraktığı
Derin tarih aralığından
Çıkıp gelmesidir aşkla.
Nurettin Durman

ahat bana batınca birden
ıslık çaldı kalbime mevzilenen itler
havladı karıncalar
tepişen fillerin yanı başında
ince uzun yol yollandı
kaldı yüksek kalın bir duvar
soğuktur kanımız gibi
kahvelerimiz kadar siyah
oturun yumurtlayın yeniden
ufukta kanatlanmayı düşlerken
yavrularını ezen tavuklar
Badrawy Ali

ey kelimeler ülkesinden hep eli boş dönen ben
erken ölmek için şiire yasladığım başıma
neden ağır geliyor artık kulak verdiğim her ses
ham bir meyve dünya dilimde acı baldıran
niye körüm bu kara ekmeğin akça mayasına
uğrun uğrun aşka buladığım alınyazım
köyüm garip dalında ıssız ayvam, mahzun eriğim
güleyazdım baharda bülbüle sitemim var
sustum ve susadım çağlayan oldu âdem gölgesi
şimdi hangi dostu yadıma çağırsam nice yalnızım
öykündüm zeytine ve sırtımı yasladım gövdesine
Vahdettin Oktay Beyazlı

dönüş denilen tenhalık yüklü bir eylem
alıp götürüyorum en masum eşyalarımı
ütülenmiş giysilerimi ayakkabılarımı
beklenmedik dargınlıklar geçmiş yılların tortuları
olabildiğince kanamalı olabildiğince diri
bıraktıklarım götürdüklerimden daha fazla
insan önce kendinden başlamalı tasfiyeye
Ahmet Karpınar

Hece, Sayı:346

Hece dergisi 346. sayısında yine hazırladığı dosyalarla, özel bölümlerle okuyuculara bir edebiyat şöleni sunuyor. Dergi, Hatice Bildiri’nin Avluda Karşılama isimli giriş yazısıyla başlıyor. İbrahim Demirci Eşik bölümünde Gazze’de yaşanan zulme, soykırıma değinen bir yazı kaleme almış.

Mustafa Özel ile Söyleşi

Mustafa Özel dendiğinde aklımıza artık para, ekonomi, iktisat gelmiyor. Roman tahlili, romanları anlama ve anlamlandırma çabası da zihnimizde canlı bir detay olarak yer buluyor kendine.

Özel, Hatice Bildirici’nin paraya, romana, modernizme dair sorularını cevaplamış.

“Roman Diliyle Para, Don DeLillo’nun Kozmopolis romanıyla başlıyor. İkiyüz yetmiş beş metrelik bir gökdelenin 38 odalı bir dairesinde oturan, 28 yaşındaki finansal yatırımcı Eric, Keynes’in “hayvan ruhlar”ından biridir. Hesapsız ölçüde Japon Yen’ine abanmış, “boşluğa oynamıştır.” İçinde yaşadığı heyula gibi banka kuleleri nasıl yükseliyorsa, o da öyle yükselmek ister”

“Edebiyatın hayale dayandığı, başta iktisat olmak üzere toplum bilimlerinin ise gerçeklerle uğraştığı, arkaik bir düşüncedir artık. Aksine, edebiyat başından beri dünya gerçeklerine açıktı; sosyal bilimler ise gün geçtikçe hayal’leşiyor. Çünkü bunların inceledikleri, eskiden görece katı olan realiteler yumuşuyor, esniyor, hatta buharlaşıyor.”

“Kâğıtpara kapitalistleşme sürecinde bir kopuşu temsil ettiğinden, Roman Diliyle İktisat kitabımı Faust’un iktisadî etüdüyle başlatmıştım. Birinci cildi bireysel modernliğin dünya görüşünü kuran bu trajik şiir, ikinci cildiyle ilk modern iktisat felsefesini oluşturuyor. Modernliğin özünün kâğıt para, kâğıt paranın ise Devlet ile Şeytan arasında (yükünü halkın çekeceği) sinsi bir anlaşma olduğunu ifşâ eden Faust II, insanlık tarihinin en incelikli ekonomi-politik kitabıdır. Sanal altın olarak kâğıt para, emeksiz değer yaratmanın en incelikli aracıdır.”

Binbir Gece Masallarına Yeniden Bakmak

Binbir Gece Masalları bizim coğrafyanın bitmek bilmez bir hazinesidir. Adı çok anılan ama ne yazık ki çok ihmal edilen bu masallar fantastik dünyanın gerçek masalları ile tanışmak isteyenler için okuyucularını beklemeye devam ediyor. Hece’de Binbir Gece Masallarına Yeniden Bakmak dosyası bu masallara, masalların etkisine, günümüze yansımalarına değinen yazılarla hazırlanmış bir çalışma.

Dosya Editörü Sema Bayar’ın Sunuş Yazısından

“Başta dile getirdiğimiz şehir efsanesi haklı mı çıktı bilemeyiz ama Kierkegaard’dan ilhamla diyebiliriz ki okuyan da öldü, okumayan da. Şimdi biz okuyanların ölümlerine değil yaşamlarına nazar edelim. Binbir Gece’nin izlerini, dünya edebiyatına katkısını şöyle bir gözden geçirelim. Doğu ve Batı arasında kültür koridoru oluşturan eseri dünya edebiyatına tanıtan isim Antoine Galland oldu. Sözlü kültürde masallar zamana ve mekâna uyum sağlar, yazı ise masalı zapturapt altına alır.”

Dosyadan…

Ercan Demirci – Binbir Gece Masallarının Arapçadan Fransızcaya Uzanan Serüveni

“Binbir Gece Masalları, Arapçadan Fransızcaya çevrildikten sonra yalnızca Fransa’da değil, kısa sürede tüm Avrupa’da büyük yankı uyandırmış ve edebiyat dünyasını derinden etkilemiştir. Bu masalların Batı edebiyatına bıraktığı izler, farklı dönemlerde ve farklı türlerde açıkça görülmektedir. Öncelikle romantik edebiyat üzerinde güçlü etkisinden söz etmek gerekir. 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarında Avrupa’da yükselen romantizm akımı, hayal gücünü, duyguyu ve doğaüstünü merkeze alıyordu. Binbir Gece Masalları’nın sunduğu egzotik atmosfer, büyülü olay örgüleri ve olağanüstü karakterler, romantik yazarların aradığı ilham kaynağını onlara sunuyordu.”

Hatice Bildirici – Doğu’dan Batı’ya Bir Hikâye Atlası

Masalların Avrupa’ya girişi, edebî olay olmanın yanında kültürel bir şoktur. Montesquieu’nün Acem Mektupları’nda Doğulu gözlerin Batı’yı seyretmesi, aslında Galland’ın açtığı kapıdan geçer. Voltaire’in alegorilerinde masal estetiğinin izi vardır. Swift’in Gulliver’in Seyahatleri’nde, olağanüstü ile gündeliği kaynaştırma biçimi, Binbir Gece’nin hikâye mantığına yakındır. Mommsen (1980), bu etkinin gücünü şu sözlerle dile getirir: “Avrupalı yazarlar artık en üstün anlamlarını ifade etmek için eski Yunan mitlerine değil, Binbir Gece’nin kahramanlarına başvuruyorlardı.”

Gönül Yonar – Bıinbir Gece Masalları’nın Mitolojik Boyutuna İlişkin Bir Değerlendirme

“Binbir Gece Masalları’nda olağanüstü varlıklar, kişiler ve nesneler mitolojilerde olduğu gibi bazı fonksiyonlar üstlenerek gerçek dünyanın kaosundan hayalî dünyanın girift yapısına doğru akarken mitos dünyasının bilincini taşırlar. Bunlardan ilk ve en çok yer verilen varlık cinlerdir. Cinler, hikâyenin gidişatını kökünden değiştirme özelliğine sahiptir. Cinler, sınır dışına çıkarak insanlarla ilişki kurarlar, onlara yardım ederler ya da gittikleri yoldan geri çevirmeye çalışırlar.”

Abdullah Kasay – Binbir Gece Masalları, Sinema Ve Postmodernizm

“Binbir Gece Masalları’nın sinema uyarlamaları, bu kültürel aktarım ve yerelleşme süreçlerinin en çarpıcı örneklerinden biridir. Örneğin, Hollywood’un ilk konulu filmlerinden biri olan 1942 yapımı Arabian Nights, masalın konusuyla neredeyse hiç ilgisi olmayan bir dansözün maceralarını anlatarak kaynağın serbestçe yorumlanmasına ve Hollywood’un kendi anlatılarını empoze etmesine bir örnek teşkil eder. Walt Disney’in 1992 yapımı Aladdin çizgi filmi, masalın en başarılı uyarlamalarından biri kabul edilir; 2019’da canlı aksiyon yeniden çevrimi de yapılmıştır.”

Zeynep Sati Yalçın – Kimdir Diğerini Bağışlayan? Şehrazat Mı Şehriyar mı?

“Şehrazat gibi birinin Şehriyar’la evlenmesi Derrida’nın kuramında olduğu gibi saf bağışlamadır. Suç devam ederken, suçlu suçunu kabul etmezken, nedamet getirmez, af dilemezken Şehrazat onu bağışlamıştır, bağışladığı için evlenmiştir. Yoksa bin bir gece boyunca ölüm korkusu içinde titremeden bir katille sabahı etmek; zihni bulanmadan, dili dolaşmadan ona birbirinden güzel ve merak unsurlarıyla dolu hikâyeler anlatmak hiç kolay olmasa gerek. Bu bağışla yeni bir ilişki biçimini deneyimlemiştir Şehrazat. Her gece masallar anlatırken, aynı zamanda onun öfkesini yatıştırmaya, öldürme içgüdüsüne karşı barikat kurmaya, bir engel oluşturmaya çalışmıştır.”

Aslıhan Keleş Kurtoğlu – Edgar Allan Poe’nun Bin İkinci Geceyi Anlattığı Hikâyedir

“Edgar Poe hayal edilen resmi ya da olayları bütün ayrıntılarıyla öyle muazzam bir görsel somutluk içinde sunar ki, o daha önce vuku bulmamış ve hatta belki de hiçbir zaman meydana gelmeyecek olayın olabilirliğine ya da gerçekliğine inanmadan edemezsiniz. Poe, öykülerinden birinde Ay’a yapılan bir yolculuğu anlatır, anlatısı öyle canlı öyle kendine hastır ki, hayali yolculuğu takip ettikçe öyküdeki gerçeklik illüzyonuna gayriihtiyari boyun eğersiniz.”

Alışılmışın Cazibesi

Mehmet Solak, Başka Bakış köşesinde bu sayı alışılmışın cazibesinden bahsediyor. Günümüz sanat/edebiyat dünyasının, yaratıcılık ve öznellik yerine, kolaycılığın ve güncelliğin cazibesine kapılarak bu “alışılmışlığa” teslim olduğunu, gerçek sanatçının, bu edilgenlikten kurtulup “özne” olma sorumluluğunu taşıması ve yeni bir farkındalık yaratması gerektiğini vurguluyor Solak.

“Sanat/edebiyat dünyası da alışkanlıklara teslim olmuş durumda yazık ki!. Gündelik, sıradan, tektip, yavan alışkanlıklara… Tuhaf mı? İlk bakışta, değil. Sanatçılar da insan nihayetinde. Onların da duyguları, düşünceleri, hevesleri, ülküleri, hırsları, heyecanları, arzuları… var. Var da var yani. Anlaşılabilir bir durum. Lakin bir insan, hemhâl olduğu sanat ile sıradanlıktan kurtulmayı becerememiş, güncelin cazibesinden kaçma gereğini öğrenememiş, tektipler güruhunun gönüllü elemanı olmanın yanlışlığını idrak edememişse ne demek, ne yapmak gerekir?”

Işığın Bekçilerinde Çâre Var

Müberra Baydar Anadolu dergilerini sayfalarına taşımaya devam ediyor. Bu sayı Sorgun’dan edebiyat dünyasına seslenen Çâre dergisi var. Dergiye dair bilgiler verdikten sonra derginin genel yayın yönetmeni Mustafa Mete’ye de sorular yöneltmiş Baydar.

“Çâre dergisi, belki sırlara bir ayna belki de düğümü çözmeye bir ince hançer olma gayesiyle var olmuş ve ilk günden beri bu düşün ışığında boy vermiş bir fidan aslında. Toprağını Yozgat’tan, ruhunu edebiyattan devşiren, derde çare yaraya merhem olma gayretinde bir tavır. Yazar kadrosuyla, dosya konularıyla, ruhu, fikri ve havasıyla mottosu ile hemhal olarak adım adım dergicilik âlemindeki güzide yerini pekleştiren ve Yozgat’tan tüten kokusunu her gün daha da uzaklara taşıyan bir uğurlu hareket, bir fedakâr kuvvet.”

Söyleşiden

“Çâre’nin sayfaları belli bir seviye tutturmuş tüm yazarlara açık. Genç yazarların edebiyat camiasına girişi dergi sayfalarından mümkündür. Biz de gençlere bu yolculuklarında alan açma gayretindeyiz. Usta kalemlerimizi ve gençlerimizi aynı sayfalarda buluşturarak dergilerin okul olma görevini yerine getiriyoruz. Yazı hayatına Çâre’de başlayıp böyle bir seviye kat eden genç yazarlarımız var.”

“Ben Çâre’yi kıraç bozkırlarda yeşeren bir gül bahçesi olarak tanımlıyorum. Çâre’miz “her mevsim bir dene” açmaktadır. Çıkan her yeni sayısıyla Türk edebiyatını besleyen bir damar konumundadır. Kendine özgün sayılarla ve içerikle yoluna devam edecektir.”

Hüznün Nağmeleri: Sevdalinka

Mahir Nakip bu sayı Sevdalinka ile sesleniyor okurlara. Bosna’ya gidiyoruz. Kulağımızda hüzünlü melodiler…

“Sevdalinkaları, Rumeli türküleri sınıfına dâhil eden müzikal iki temel unsur vardır. Biri makamlar ikincisi de ritimlerdir. Hemen hemen bütün Balkan müziğinde hicaz ve uşşak ailesi (hüseynî, muhayyer) kullanılır. Nadiren de kürdî makamının öne çıktığını görüyoruz. Mesela kürdî makamından olduğunu kabul ettiğimiz “Kâtibim” türküsünün melodik yapısı aynı kalmakla birlikte farklı Boşnakca dörtlülerle söylendiğini görmek mümkündür. Bu tezahür farklı Türk bölgelerinde de söz konusudur. Bunun en güzel örneği Kerkük’ün bilinen “Selâvun (söyleyin) Seyyid Kızına” türküsünün çok farklı sözlerle farklı türküler hâline getirilmesidir.”

Şiirde Öz ve Biçim

Yunus Emre Altuntaş, Şiirin Alfabesi bölümünde şiirde öz ve biçim üzerine yazmış.

“Her şiirin bir biçimi vardır; bu biçim ister yalnızca o şiire özgü olsun, ister daha yaygın kullanılan bir şiir biçiminin parçası olsun, şairin bu unsurlara yaklaşım tarzı kendine özgüdür. Biçim aynı zamanda ifade edilebilir içeriğin yapılandırılmasını ve sonra da başkalarına aktarılmasını sağlayan bir araçtır. Biçim, şiire yapı ve düzen kazandırma işlevinden ayrı olarak sayfada gördüğümüz sözcüklere yönelik tepkimizi biçimlendirmeye de yarar. Bu açıdan hem öznel hem de nesnel bir yönü vardır.”

Hece’den Şiirler
onmak ister her insan hele ki hüneri sanat
kanatları kaldırsın ister yeteneğindeki göğü
güvercinse konup da uçsun bırakmayıp hiç
toprağa serpilmiş nasibini – serçenin ötüşü
hayret daha büyük bir gökyüzünün sesi
Hüseyin Atlansoy

eğildi dürbününe kement atar gibi göğe
bir bir sağdı yıldızları gecenin memesinden
bakır bir yılan gibi zamanı sardı kollarına
saniye, kıvrılan bir sır onun parmağında.

o yıllarda İstanbul suskundu
türbelere kubbelere sinmişti derin bir uyku
ezan okurken Ay minarede
Takiyüddin göğün nabzını dinlerdi sessizce.
Faruk Uysal

Güzlerini sakın kuşlardan sevdiğim
Tenhalığına karıştırma hiçbir ırmağı
Boş ver bu kalbini çiğneyen bulut kim
Saçların arasında dağıt rüzgârı dağı
Mustafa Muharrem

yaşadığımı kanıtlamak için
kamyonların teri diye not almışım
böğürtlenlerin üzerinde biriken gürültüye
yaşamak yazmakla kanıtlanamazmış halbuki
demirin berraklığı kadar varmışım
ve yazmak yarım kalmakmış
toprağın cevabını atlamışım
Atakan Yavuz

bazı günler iyiyiz, bazen kamburların ortasında, bazen alnımızda yıldızlar
divana kalanların sabrında korkunç bulduğumuz mesailerden dönerken
ne kadar bedbahtız tanrım, sabah içtimalarına ait bütün hınçlarımız
şirin mi olalım, haklı mı derken uyumluyuz artık, bankalar aşksızsa sokaklar
akif ’in sükûtları değil olanlar, defansta derinliğin kaybolduğu anlar
sular çekildiğinde kuzgunları çağırdık, şimdilik galiba bu kadar
Güven Adıgüzel

Bir Nokta, Sayı:285

Bir Nokta dergisinin 285. Sayısının Giriş yazısı. Mürsel Sönmez’in kaleminden.

“Sanat ve edebiyat uğraşı verenler de yaşadıkları bu ortamın etkisinden azâde değiller, başka türlü de olmazdı zaten. Bir ölçüde başlarını bu zehirleyici havanın dışına çıkarma hamleleri yapıyor ve eserler üretiyorlar. Onların da kendilerince varlık alemine getirdikleri ya da onların elleri ile varlık âlemine gelen kokular var. “Gül bahçesinden geçerek gelen rüzgar gül kokusu, zakkum bahçesinden geçen rüzgar ise zakkum kokusu getiriyor.” Ne getirirse getirsin, yine de, verili/ dayatılandan başka bir şey ortaya konuluyor. Yine de her şeye rağmen hamle yapılıyor ve her hamle takdire şâyan. Hakikatin toprağına ayak basma çabası “insan” var olduğu sürece hep var olmuş ve olacaktır.”

Demircili Beldesi’nde Dağların Doruklarında Bir Kütüphane

Selvigül Kandoğmuş Şahin, ilmek ilmek dokuduğu bir eserin ortaya çıkış hikâyesini anlatıyor. Kendi topraklarına değer katmak, çocuklara, gençlere, yöre halkına ölümsüz bir eser bırakmak için büyük bir çabanın içine giren Şahin, zoru başardı ve kendi kasabasına bir kütüphane kazandırdı.

“Duyuruyu yapınca İstanbul’da pek çok yayınevi ve yazar dostlarımız büyük bir özveriyle eserler gönderdiler. Hepsine minnettarım. Tek tek isimleri anmak isterim ama unuttuğum olur diye korkuyorum ve genel bir teşekkür gönderiyorum tüm dostlarımıza. Maraş, Bursa, Konya, İstanbul Fatih Belediyesi, pek çok kitap göndererek büyük bir katkı sundular. Kütüphanemizin açılışı sımsıcak bir ortamda Reşadiye Belediye Başkanımız Ergun Ünal, Tokat Kültür Müdürümüz Abdi Dölek, Profesör Mehmet Özdemir ve birim müdürlerinin, pek çok değerli şahsiyetin katılımıyla, beldemizin insanlarının yoğun teveccühü ile gerçekleşti.”

Aramak Bulmak Üzerine

Yavuz Osmanoğlu, bulmak üzerine yazmış. Elbette bulmak aramaktan geçer.

“Belki de insanın yolculuğu soruların tekamülünden ibarettir. Çocuklukta “Ne”nin küçük kıvılcımlarıyla başlayan yol, gençlikte “Nasıl”ın çetin yollarından geçer; sonunda “Niçin” in derinliğine ulaşır. Sorular birer anahtardır aslında; her yaşta başka bir kapıyı açar her kapının ardında ise bir kimlik inşasına başlatır Kimimiz sadece ilk kapıda oyalanır, kimimiz ikincinin çabasına kapılır, azımız üçüncünün erdemine cesaretle adım atar.”

Beylerbeyi Günlükleri’nden

Nurettin Durman, Beylerbeyi Günlükleri’ne devam ediyor. 2016 yılındayız. Sadece anılar yok bu günlüklerde. Edebiyat dünyasına dair değerlendirmelere de sık sık rastlamak mümkün.

23 Ekim 2016, Pazar… Son şiirleri uzun ve çapraşık İsmet Özel’in… Biraz karışık tarafları var tabii, biraz değil epeyce diyebileceğimiz çapraşıklıkta şiirler. Erbain kitabından apayrı girişik bir tarzda söylenmiş. Belki uzun yıllar sonra anlaşılabilecek şiirler… İstiklal Marşı Derneğinin sitesinde adına “Sesli Gemi” dediği son şiirini yayınlamış ve şiiri bıraktığını açıklamıştı Temmuz 2013 yılında…

27 Ekim 2016, Perşembe… Bugün hava hafif yağmurlu geçti. Öğleden sonra kızımız Gülay geldi. Annesi sevindi tabi. Kızını torununu özlüyor tabii. “Suyu Arayan Adam” kitabını okumaya devam. Bugün işim daha çok okumak oldu… Bu ara şiir, yazı kaldı öylece. Bekliyor yani… Beklesin bakalım…

Bir Nokta’dan Öyküler

Ahmet Yılmaz – Işıklar ve Babalar

“Akşama doğru kasabada elektrikler kesildi ve kısa süreli birkaç göz kırpma dışında sabaha kadar gelmedi. Gözler karanlığa, günün yorgunluğuyla lekelenmiş zihinler nihayet görmemeye ve görülmemenin rahatlığına alıştı. Kanıksanmış, sıradan vakalardandı kış aylarında bunlar: Dağlara düşen ilk karın soğuğunu yiyen iflah olmaz; bundandı çocukların oyunlarını yarıda kesip eve dönmeleri, büyüklerin ihtarına kulak asmadan in cin top oynadığı saatlerde sokakta saklambaç oynayan çocuklar kışın aman vermez sopasından kaçacak delik ararlardı. Taşların emzirdiği, çamurla yoğurulmuş yerebakan çocuklar.”

“Gören gözleri görmez, duyan kulakları duymaz olunca anlamaya başladım annem için vaktin gelip çattığını. Önündeki su dolu bardağa çarpıp döküyor, kucağında açtığı kitabın satırlarında parmaklarını gezdirdiği halde dudaklarından dökülüp ortalığa saçılan kırık dökük kelimeler bir anlama kavuşmadan buharlaşıp heba oluyordu.”

“İkinci sayfa boş. Sonrası. Sonra. Boş. Ne bir şekil ne bir harf. Oyuna mı geldim, aldatıldım mı? Neyi kavramaktan acizdim, hangi nimetten ne sebeple mahrum bırakıldım? Dışı yaldızlı ve süslü kitabın içinde çöl rüzgârları esiyor, kumullar gibi yer değiştiren kararsız boşluklarda evvel âlem okunmuş kelamın külleri uçuşuyordu.”

Köksal Geçer – Yâd-ı Yahya

“Gözlerini henüz açmıştı. Etrafı bir toz bulutu sarmıştı. Bu, ‘yeni doğuş’un kendi gözlerine akseden bulanıklığını katmerleştiriyordu. Kurtulmaları kendi husûle gelişi kadar mucizevî, evrenin yaratılışında ve yeniden şekillenişinde yaşanan büyük patlama kadar devasa bir vak’aydı.”

“Hayalini öyle düşmanlarının sahip olduğu yıkıcı cinayet ve kıyım araçları peşinde koşturmuyordu. Asıl hedefi hiçbir zaman masum çocuk, yaşlı ve kadınların, erkeklerin asla ölmemesiydi. Hatta mümkün olursa suça alet olan düşman askerlerinin bile…”

Bir Nokta’dan Şiirler

her adımında
bir dağ ağırlayan
kanı merhametle çalkalayan
kumlara güneş serinliği öğreten ve yanmayan
ben’ce demeden biz hayranlığına yürüten atlı
yıldızlı harfler eleyen mimar
evet kim bizi böyle sütun sütun yükselten usta
ölmeden önce onun cennetini nasıl görmeli
Yasin Mortaş

her şehit, toprağa düşen sonsuz tohum
her çocuk, geleceğin direniş güneşi
her anne, sevdanın ve dirilişin cennet dili
her yiğit, haykıran direnen dağın kardeşlik hikmeti
her şarkı, özgürlüğün nefesi
ve biz, dünyanın bütün ezgileriyle
ve biz dünyanın bütün nefesiyle
tek bir ağızdan haykırıyoruz:
“ey kudüs!
ey gazze!
ey filistin!
direnişin ilahisi senin kalbinde
yeniden yazılıyor.”
Hayrettin Taylan

kırlarda yalnız
mecalsiz, dilimde tuz yarası
tütün yaprağı bastığım mermer kara zeminde
acısını gömmeğe çalıştığımız
kalp yarası ayrılık acısı
tuz serpilmiş suskunluğumuza
yeniden kelimelere can verme telaşı ile
ne rüyalar gördüm
uzadıkça uzadı gözler, kurudu içim
Şakir Kurtulmuş

Kumrucuğu kafeste güveyin, kırlangıçlar ülkesi kalbine rehin
Fidye, zekât ve buğday bağışlasın Mısır, tozu toprağı altın gelin
Gülümseyen sonbahar, şair sözü doğru düzlemde nokta, fısıltı
Tokat dedim, aklıma geldi, dizimi ısırmıştı yılan uyutan sivrisinek
Basra’ya el sallayan gemi, limanı olmayan güvercin kanadı gönlüm
Gümüş kemerlerden köprüydü aşk, hatırın hatırımda kördüğüm
Ve /E/ lhamdü lillahi Rabbul
Yasemin Kuloğlu

peltek dilinden dağılan içli bir türkünün
heybesinde çoğalınca özlemek
adım adım dökersin eşiklere yüzünü
kör pencerede salınan hasretinle
sönen bir ocağa tutunca gözlerini
derinleşip dağılırsın bir serinlik ateşinde
çağıldayan suların uzaklığı dökülür saçlarından
savrulursun yiten mısraların gizinde
Akif Dut

Ay Vakti, Sayı: 218

Ay Vakti dergisi 218. sayısına manifesto gibi bir girişle başlıyor. Sumud başlıklı yazıda son zamanlarda yaşanan olaylar ve Gazze’de yaşanan soykırım konu edinmiş.

“İnsanlığın vicdanı Gazze’dedir, açlıktan ölenlerin yanındadır. Dünyanın dört bir yanında eylemler sürer; deniz, yalnız dalgalardan ibaret değildir artık. O, tarihin aynasıdır: Sömürenlerin, katliamların, adalet çağrılarının yankılandığı bir ayna. Küresel Sumud Filosu, insanlığın hafızasına kazınır; bu dayanışma, tarihin akışını değiştirir. Gazze’ye umut olur, şekillenecek yenidünyanın ilk adımlarından birine dönüşür. Ve biz biliriz ki; Kudüs ve işgal ettikleri Filistin toprakları bu lanetlilerden kurtarılmadıkça, huzur olmayacaktır.”

İnişler ve Çıkışlar

İnişli çıkışlı bir hayat yaşıyoruz. Karşımıza çıkan her şey bizi biraz daha değiştiriyor. Bu da insanın doğasında olan bir şey. Şeref Akbaba, inişlerden ve çıkışlardan bahsediyor yazısında.

“İnişler ve çıkışlar, hayatın tabiî akışında vardır. Zedelenmeler, tükeniş, imkân ve makam, imtihanın baş aktörleridir. Bazen düşmek, ayağa kalkmanın öğreticisidir. Kimi acı veren kayıplar, daha büyüklerini önlemeye ve mevcut kazanımları muhafaza etmeye vesile olur. İnsanın yaşadıklarıyla edindiği tecrübeler acıtsa bile, hem kendisi hem de çevresi için kılavuz olur.”

Bir Ortadoğu Manzarası

Salih Uçak, gözümüzün önünde yaşanan acıların manzarasını anlatıyor yazısında. Ortadoğu’nun savaş, şiddet ve kaosla şekillenmiş trajik manzarasını betimliyor. Bölgenin masum çocukları, yıkılmış şehirleri ve sürekli baskı altında tutulan halkıyla, hem yerel hem uluslararası güçlerin ideolojik manipülasyonlarına maruz kaldığını vurguluyor. Buna rağmen, günlük yaşamda küçük direniş jestlerinin umut barındırdığını ifade ederek, Ortadoğu’yu hem bir barbarlık hem de sessiz bir direniş alegorisi olarak tanımlıyor.

“Ortadoğu manzarasını doğru okumak, yalnızca şahsi bir betimleme meselesi değil; aynı zamanda bir barbarlık çözümlemesidir. Bu coğrafya, bir yandan kutlu bir halkın sessiz ve şerefli direnişini tablolaştırırken öbür yandan bütün dünyanın utancını da sansürsüz bir biçimde göstermektedir.

Ortadoğu’da hayat, süreklilik arz etmeyen zamanın içinde, korku ve kaygıyla ritmini ararken; güven ve huzur, hatıraların derinliklerinde saklanma mahkumdur. Ortadoğu, artık yalnızca bir coğrafya değil; kırılmış düşlerin, yorgun ve uykusuz gözlerin şiiri, masum çocukların kulakları sağır eden çığlığıdır!”

İdealar Evreninde Sevmek Zamanı

Leyla Yıldız, Sevmek Zamanı filminden hareketle bir yazı kaleme almış. Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı filmi üzerinden sanat, gerçeklik ve Platon’un idealar kuramı arasındaki ilişkiyi ele alıyor. Filmde, boyacı Halil’in bir kadın resmine duyduğu aşk, gerçeklikten ziyade ebedî ve değişmez güzelliğin ideasına yönelimi temsil eder. Yazar, sanatın insanı görünen dünyadan (fenomenler) idealar evrenine, yani saf hakikate ulaştıran bir araç olduğunu vurguluyor. Platon’un mağara alegorisi ve idealar kuramıyla paralel olarak, filmdeki aşkın, somuttan soyuta, sûretten öze bir yolculuk olduğu belirtiliyor.

“Platon duyuların yanıltıcılığını Devlet adlı eserinde mağara alegorisiyle izah eder: İnsanlar zincire vurulmuştur mağarada! Çocukluklarından itibaren hem ayaklarından hem boyunlarından zincire vurulmuş! Kımıldayamaz hâldeler. Tam arkalarında bir ateş parıldar. Ateşin ışığı mağaranın duvarına gölgeler düşürür. Ve o tutuklular, gölgesi düşen kuklaların kendisini değil, duvara yansıyan suretlerini görür. Bulanık kopyalarını varlığın! Mahkûmlar için gerçek, işte bu çarpıtılmış yansımanın ötesine geçmez. Çünkü hiçbir zaman bin bir hevesle giyinen bir ağacı, göğün yücelerine görkemle ve ağır adımlarla süzülen bir kartalı, her gün kızıl velveleyle doğan güneşi tecrübe etmemişlerdir.”

Romanımızda Terör Romantizmi

Necmettin Evci, romanlarda işlenen terör konularına ve yazarların teröre bakışlarına değiniyor yazısında. Yazıda dikkat çekilen nokta, terör romantizmi.

“Işınsu ülkücü sağcı kesime yakın olarak yazmış olsa da son tahlilde görünmez şahsın zavallıları kullanarak ölüm tarlasına sürmekten bahsetmesi bence kitabın ana fikrini oluşturuyor. Peki, bu görünmez şahıs kimdir? Kaç zamandan beri niçin böyle bir pis işin içindedir? İşte bunu daha derinlikli cevabını da Tarık Buğra’nın ‘Gençliğim Eyvah’ adlı muhteşem romanında buluruz. Yeri gelmişken ‘Gençliğim Eyvah’ın yine Buğra’nın ‘Dünyanın En Pis Sokağı’ ile ardışık okunmasında yarar olduğunu söylemeliyim. Roman 12 Eylül darbe şartlarının olgunlaştırılması kanlı, kirli sürecinde, aydınların ihanetini, siyasilerin yabancılığını çarpıcı bir dille yansıtır. Bu haliyle ‘Gençliğim Eyvah’ romanının daha yalın, daha anlaşılır bir sahnesi gibidir.”

Şiirin Tanımı

Şiirin göreceli bir tanımı vardır. Ne kadar şair varsa o kadar şiir tanımı vardır diyebiliriz. Orhan Oğuz, şiirin tanımını yapıyor yazısında.

“Gündelik dilden yola çıkmak ve lirik şiiri referans almak suretiyle şiirin tanımını yapabiliriz: Şiir, dilin tarihî bağlama ve sanat anlayışına bağlı olarak değişen belirli kıstaslara göre kullanılmasıyla oluşturulan müzikal hazza ve anlam yoğunluğuna dayanan bir edebî türdür. Edebî türlerin dilin kullanılmasıyla oluşturulduğu ve kıstasların tarihî bağlama ve sanat anlayışına göre değiştiği bilinen bir husus olduğundan tanımı sadeleştirebiliriz: Şiir, belirli kıstaslara göre oluşturulan müzikal hazza ve anlam yoğunluğuna dayanan bir edebî türdür.”

Ay Vakti’nden Öyküler

Seher Özden Bozkurt – Araf

“Aralık bir pencereden giren davetsiz bir rüzgâr, uçuruyor hepsini. Hızlıca toparlamaya başlıyorum. Kâğıtlar, bitirilmemiş cümlelerin hıncını almak ister gibi ellerimi kesiyor. Parmaklarım kesiklerle dolu, ellerim kanıyor. Konuşmak yoruyor, susmak yoruyor, kalbimin çarpıntısı yoruyor, düşünmek yoruyor. Akşam oluyor. Ortalık zifiri karanlık. Hiçbir şey seçemiyorum. El yordamıyla topluyorum eşyalarımı. Gitmelere kalkıyorum. Ayaklarım ağır geliyor yine. Birbirine dolaşıyor adımlarım. Oysa kararlıydım. “Gitmek lazımsa o zaman gideceğim” diyordum kendi kendime. Valizimi gelişigüzel bırakıyorum yere. Açılıyor. Karanlığın içine dağılıyor tüm toparladıklarım.”

Nurşah Karaca – Nasip

“Vedalaşıp ayrıldık. Daha birkaç adım atmadım ki kubbesi yosun tutmuş, duvarları üzerinden otlar fışkıran bir yatıra denk geldim. Bahçesinde yazıları okunmaz olmuş mezar taşları gelenden geçenden bir Fatiha bekliyor, her yeri saran sarmaşıklar rüzgârda fısıldıyordu. Sanki bir zaman yolcusuydum ve mürekkebi emen bir kalem gibi hatıralar beni yine içine almıştı.”

“Daha önce yatırı burada gördüğümü hiç hatırlamıyordum. Korkuyla karışık bir merakla bahçesine daldım. Yatırın arkasını dolanınca bembeyaz bir anne kedinin kendisinden daha da beyaz üç yavrusunu emzirdiğini gördüm. Kediler beni görünce keyiflerini hiç bozmadı. Biraz daha dikkatli bakınca kedilerin üzeri sarmaşıklarla kaplı bir kuyunun gölgesinde serinlediklerini fark ettim. Gidip kuyunun içine bakmak, olmadı içine bir taş atmak istedimse de onları rahatsız etmemek için vazgeçtim.”

Ay Vakti’nden Şiirler
camlarda kalan gözleri toplasam aynaların içine durgun sulara
çiçeklerin susuzluğunu anlar yağmur kuşların açılan kanatlarını rüzgâr
ağaçların altında serinlenen insanlar değil yalnız yere uzanan gölgeler

uzakta küçücük pencereden ışık el sallar umuda kalkıp gitmeliyim ay ile
yıldızları gökyüzünde otlatan gecenin dağarcığında mumların içi erir
şafağın söküşünü en iyi kuzu çobanları bilir toprak bacalı damlarında
Selami Şimşek

eşyalar dolusu kıtlık her yerde
görgüsüzlük, olanca hışmıyla kol geziyor
bütün ama bütün caddelerde
uykularımı çekip alamıyorum bu uğultudan
ve dünyayı en baştan kuramıyorum, kendi açımdan.

binlerce yıldız var oysa gökte, sayısız belirsizlik
nedense dönemiyorum, gittiğim hiçbir yerden.
mesafeler tanımıyor beni
ben, onlara durduk yerde omuz atarken.
kaç sabahsız gün sayarım size
siz daha uyumamışken.
Ferhat Öksüz

Bir karanlık yanım var dünya
Uslanmıyor seviyorum
Üstü örtülü akşam yıldızları bulutlardan taşıyor
Yağmur gözlerimde
Yağmur rüyalarımda
Yağmur ince ince sızlıyor içerimde
Yağmur bir umut gibi
Islak ıslak yeni bir Kasım ayında
Yağmur bir bal peteği ve bir zehir gibi
Usul usul dolaşıyor damarlarımda

Bir karanlık yanım var Filistin
Elini tutamıyorum
Acz içinde kavrulmuş bir yüreğim kaldı
Ortalıkta
Hastane vurgunu yüreğim yaralı
Yüreğim hicran dolu
Ve hep susarak sessizce içime patlamak
Kaderim oldu
Ferman Karaçam

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir