Muhit’ten İyilik ve Kötülük
İyilik varsa kötülük de var ne yazık ki. Bir hayatı yaşıyoruz incinerek ve inciterek. Kalplerde onarılmaz yaralar açan kötülükle birlikte yaşamak gibi bir talihsizlik de var. Sorgulamasını insani değerler üzerinden yapmayanlar için kötülük de el üstünde tutuluyor. 14 Mayıs seçiminden sonra net olarak gördük ki yapılan iyilikten karşılık beklemek, insanlık değerlerinin yerle yeksan olmasından başka bir şey değil. Seçim sonucunu beğenmeyip de depremzedelere yaptıkları yardımlar üzerinden akla ahlaka uymayan sözler sarf edenleri kötülük yaptılar diyerek yaftalamak bile çok hafif kaçar.
Muhit dergisi, 42. sayısında “İyilik sahipsiz değildir, sadece sessizdir.” diyerek son yaşanan olaylar üzerinden bir dosya hazırlamış.
İbrahim Tenekeci’nin Giriş yazısından…
“Türkiye’yi alakadar eden her şey bizi de yakından ilgilendiriyor. 14 Mayıs seçimlerinin sonuçlarını beğenmeyen kimi kimseler, depremzedelere yapılan yardımlar üzerinden kirli bir dil kullanma gafletine düştüler. Muhit dergisi olarak biz de ‘iyiliğin ve kötülüğün psikolojisi’ üzerine bir dosya hazırlamaya karar verdik.
Öncelikle şunu söylememiz gerekiyor: Yaptığımız iyilikleri alacak hanesine yazanlardan değiliz ve olamayız. İyiliği evvela Allah’ın rızasını kazanmak için yapıyoruz, yapmalıyız. Bu duygunun verdiği manevi lezzet, her türlü dünyevî kazancın üstündedir.”
İyilik ve Kötülük dosyasından…
Sibel Eraslan- Nefretin Dili
“Görünmenin var olmak zannedildiği, göstergenin gerçeğin yerini aldığı bir ortamda Müslümanlar için temel sorun hâlâ ne kadar göründükleriyle ilgili. Müslüman kimliğiyle görünmek, seküler hayat tarzını benimsemiş ve hiç de azımsanmayacak bir kesim için hâlâ en büyük kâbus. Erdoğan hükümetinin 20 yıl gibi uzun bir süreçte tüm yıpranma paylarına rağmen halen iktidarda, görünür ve geleneksel olan her şeyin de görünmesini teşvik eden, mütedeyyin dünyanın görünmesiyle ilgili yasakları tek tek kaldırır halde, özgürlükçü bir meydan okuyuşu sürdüregelmesi… Asıl canlarını yakan bu.”
Kâmil Yeşil – İyilik Nedir, İyi Kimdir?
“Özel olarak kimseyi ilzam etmeden söylemek isteriz ki felaket zamanlarında felakete uğramış kişilerin dinine, milliyetine, cinsiyetine bakılmaz. İyilik yapmak, yardımda bulunmak böyle zamanlarda insan olmanın gereğidir. Yardım edilir ve unutulur. Kimse yaptığı iyiliğin çetelesini tutmaz. Fakat görüyoruz ki deprem bölgesine, depremzedelere yardım edenler çetele tutmuş. İnsanın aklına “Kimlere ne kadar verdiğini yazmışlar galiba” düşüncesi geliyor. Üstelik bunun kendine değil de ait olduğu düşünce sistemine ve kuruluşlara destek olarak dönmesini beklemişler.”
Mehmet Tepe – İyiler Fânidir, İyilik Bâki
“Türkiye 14 Mayıs’ta demokratik hakkını kullanmak için seçimlere gitti. Özellikle deprem bölgesi oyları bazı kesimler tarafından merak ediliyordu. Kötülük peşinde olan, insanlıktan nasiplenmemiş kişiler sinsi bir şekilde seçim sonuçlarına odaklanmıştı. Seçim sonuçlarıyla beraber deprem bölgesi halkı sadece yaptıkları siyasi tercihlerinden dolayı, özellikle sosyal medyada hasedi ve kötülüğü kendilerine şiar edinmiş bu kişilerce linç edilmeye çalışıldı. Halk, yaşadıkları iki büyük deprem faciasından sonra şimdi de yaptıkları üç beş lira yardımdan dolayı kasıtlı olarak bu kişiler tarafından manevi depreme maruz kaldı. Bir iki makarna ve kömüre tav olmakla suçladıkları temiz ve masum halkı meğer özellikle bir paket makarnaya ve yaptıkları üç beş lira yardım ile kendi siyasi tarafına çekmeye çalışıyorlarmış da haberimiz yokmuş.”
Aziz Kağan Güneş- Kırgınlığın Bitmeyecek Artçıları
Yaptıkları iyilikleri çirkinleşen üsluplarıyla, hakaretleriyle haram edenlerin geçirdikleri öfke nöbetlerini gördüm. Oysa gerçek iyilik en çok da sahibini iyileştirmez mi? En çok da onun kalbine ferahlık vermez mi? Verenin nasibi, alandan çok değil midir? Bundan değil midir “Veren el alan elden üstündür.” düsturunun inceliği? Alanın mutluluğunda mahcubiyet de vardır. Alanın boynu biraz büküktür. Verenin gönlünün süruru, samimiyeti ölçüsünde artar. Hele bir de gizli vermişse hem nefsinin telkin ettiği kibirden azade olur hem de alanın -vereni bilmediği için- mahcubiyeti azalır. Bunlar çoğumuzun bildiği şeyler belki ancak tekrarda fayda var. Kötülük bu kadar hızlı yayılırken iyiliği de mayalamak lazım. Kötülüğe ve kötülere inat.
Büyük İslam Ailesi
Dünya üzerinde yaşayan tüm Müslümanları bir aile olarak görüyor Süleyman Ceran. Olması gereken de bu. Bir ailenin bireyleri olarak görmek ve bu hassasiyetle yaklaşmak gerek tüm Müslümanlara. Çünkü gücü elinde tutanlar ve Müslümanlara dünyayı dar etmek için çalışanlar birliklerini hiç bozmadan zulümlerine devam ediyor.
Ceran, Müslüman coğrafyalarda yaşanan zulümleri kaleme almış. Bu büyük coğrafyayı çok iyi bilen ve takip eden Ceran’ın yazısının zulümlerin son bulması için dua niyetine geçmesini diliyorum.
“Büyük ailemizin başına son yüz yıl içinde neler gelmedi ki? Ailemizin ağabeyi, Osmanlı İmparatorluğu, kıymetli bir vazo gibi tarih sahnesinden düşüp darmadağın olunca her bir parçanın ayrı ve acı hikâyesi başlamış oldu. Balkanlar’da, Kafkasya’da, Orta Doğu’da ve Kuzey Afrika’da bir başına kalan ailemizin her bir ferdi, her bir ülke; kuşatmalarla, işgallerle, asimilasyon çalışmalarıyla ve sayısız sorunla yüz yüze kaldı. Çatışmalarla, savaşlarla, direnişlerle yahut teslim oluşlarla koca bir yüz yıl geçti.”
“Ailemiz, Ramazan ayını çeşitli imtihanlarla geçirdi. Mübarek Mescidi Aksa’mızın içindeki Kıble Mescidi’mize Siyonist zorbalar postallarıyla girip kardeşlerimize zulmettiler. Suriye’de direniş cephesine yönelik zalim Esed’in saldırıları sürüyor, güney cephesinde kanlarımız akmaya devam ediyor. Cumhurbaşkanımızın çağrısıyla oluşan Kutupalong Kampı’nda insanlık dışı şartlarda yaşayan Arakanlılar’ın hayatta kalma mücadelesi sürüyor.”
“Biz, üyeleri Dünya’nın her yerine yayılmış olan büyük bir aileyiz. Eksikleri ve zaafları, güçlü yönlerinin hep gerisinde kalmış bir aileyiz. Ramazan’da ve sonrasında Kurban’da da birbirimizi gözeten cömert bir aileyiz. Zekât, fitre, sadaka ve infakla birbirinin yarasını sağaltan, yokluğunu ve açlığını gideren güzel bir aileyiz. İslâm ailesiyiz.”
Yenidünyada Çocukluğun ve Gençliğin Hâlleri
Erol Göka, Aile ve Aşk Yazıları’nda bu ay, çocuklardan ve gençlerden bahsediyor. Yaşadığımız çağda değişen birçok algımız oldu. Çocukluk ve gençlik de bunların en önemlilerinden. Evlilikler, boşanmalar, çocukların durumu, söz sahibi olan çocuklar, karar veren ve aileyi yönlendiren hatta yöneten gençler gibi birçok konu işlenmiş yazıda.
“Bilişim teknolojilerinde öyle hızlı gelişmeler oldu ki şimdi bu sözler demode kaldı. Cep telefonları, akıllı cihazlar, başlangıçta gençlerimizin, şimdi hepimizin âdeta birer uzvu hâline geldiler. Görünüşte hepimiz içerik üreticisiyiz sosyal medyada ama genel olarak bakıldığında belli merkezlerden üretilen içeriklerin tüm zihinlerimizi belirlediğini kolayca söyleyebiliriz.”
“Çocuklar ve gençler, eskisinden çok farklı, çok daha dengesiz ve her birinin katkılarının olacağı çok sayıda özdeşleşme figürük kişiliklerin sunulduğu, sağlam bir güven kaynağından yoksun bir çevrede büyüyorlar. Ailede, okulda merkezi bir özdeşleşme imkânı olmayınca gençlerin yaşamında akran grupları çok daha önem kazanıyor. Akran grupları, yeni norm ve değerler yaratan dünya çapında etkin bir toplumsal kategori artık.”
“İnternet pornografisine ve video oyunlarına bağımlı gençlerde alkol ve uyuşturucuya bağımlılık da artıyor. Alkol ve uyuşturucudan farklı olarak porno ve video oyunlarına bağımlılık, sürekli yenilik ve uyarılma ihtiyacı bir tür uyarılma bağımlılığı ortaya çıkarıyor.”
Bu da Gelir Bu da Geçer
Bağlaçlı bir başlıktan başlayıp sözcüklere, eklere, köklere, imla ve hatta noktalamaya, İngilizcenin inceliklerine uzanan bir yazı ile Muhit’te Nadir Aşçı.
“İngilizceyi anaokulu sıralarından başlayıp üniversite son sınıfın sıralarına kadar bir türlü öğretemediğimiz malûm. Öğretememek ve öğrenememek bahsinin öğrenememek kısmında genetik bir eksikliğimizin olduğunu kabul etmekle birlikte, genetiği aşan insanımıza bile öğretebilme teşebbüsünde bulunamayışımızın da bir gerçek olduğunu takdir edersiniz.”
“Dahi ile dâhiyi ayırt edemiyor oluşumuz toplum nazarında bizi rencide etse de ayırt edemiyoruz işte, yapacak bir şey yok. Kitap okumayan insanlara üstten, toptancı bir yaklaşımla bakan azizler karşısında, daima iki büklüm oluyoruz.”
“Yazmaya ilk başladığım yıllarda bendenizde müthiş bir şapka tutkusu vardı doğrusu. Ağzımdan çıkarken uzattığım veya incelttiğim istisnasız her harfin başına bir şapka konduruyordum. Şöyle diyeyim: Mesela kurabiyeyi kurâbiye diye yazıyordum. Çok geçmeden komik duruma düşeceğimi anlayıp bundan vazgeçtim.”
Buhara: Kitap Kokan Şehir
Dursun Çiçek ile Buhara’ya gidiyoruz. Şehri kitap kokuları eşliğinde adımlıyoruz. Çok iyi bir seyyahtır Çiçek. Size şehrin ruhunu da dinletmesini bilir. Buhara’yı da bu hassasiyetle geziyoruz.
“Buhara’da ilk gördüğüm mekân otelimizin de tam karşısında olan Ark Kalesi… Bildiğimiz tuğladan yapılmış bir iç kale… 5. yüzyılda yapılmış kalenin iki kapısı var. Cuma Mescidi Kapısı ve Sehle Kapısı… Ark Kalesi deyince benim yâdıma kütüphanesi düşüyor. Buhara’nın kitapla özdeşleştirilmesi ve kitap kokması biraz da bu kütüphaneyle ilgili. Bilhassa İbn Sînâ okumalarımda çok karşıma çıkardı bu kütüphane.”
“Hemen ardında da Alper Tunga’nın kabrinin muhtemelen bu kalenin bir yerinde olduğundan söz etti. Hemen yâdıma iki yıl önce Alper Tunga’nın kabrini bulduğunu açıklayan Necati Demir Hoca geldi. O da Buhara’da bir yerde olduğunu belirtmişti.”
Muhit’ten Öyküler
Aynur Dilber – Cevaplar Yakın, İmkânsızlıklar Uzak
“Ona unuttuğu şeyleri anımsatmaya çabalamak, bana unutmamam gerekenleri hatırlattı. Evlatlarını dahi tanıyamayışı kendimin kim olduğu sorusuna sapladı beni. Dimdik bakışlarla, geniş omuzlarıyla, parlak alnıyla “Sen kimsin?” diyordu. Sen kimsin? Oğlun Ali, diyordum. Beni hatırlamayan oydu ama eksilen bendim. Hatırladığındaysa parçaları bir bütüne yerleşmiş yapbozun çizikli görüntüsüne rağmen huzur veren tamamlanmışlığına eriyordum.”
“Hangi kapıdan girecektim babamın dünyasına? Zihninde yer etmiş, ruhuna dokunmuş insanların, mekânların, eşyaların, imgelerin izini sürmeye karar verdim.”
“Çınar ağacının gölgesinde epeyce oturduk. İnsanlar serinlemeye geliyor, çocuklar koşturuyor, babam ise kendi sessiz dünyasında onları izlemeye devam ediyordu.”
“Dönüş yolunda bir Bursa türküsü yaktı babam. Ruhumu daraltan, benliğimi sorgulatan sorular çok uzaktaydı artık. Cevaplar daha yakın, imkânsızlıklar daha uzaktı. Babamın türküsüne ben de eşlik ettim.”
Muhsin Macit – Dünya Dalgınlığına Geliyor
“Kendi sesinden irkildi. Oysa yalnızken ara sıra kendi kendine konuştuğunun farkındaydı ama yanında başkaları varken de bu ihtiyatsız hâline rastlayınca biraz tedirgin oldu. Kendisine bile açıklamakta zorlandığı dalgınlığını başkalarına izah edebilecek durumda olduğuna inansa kocasının endişesini gidermek için bir teşebbüste bulunacaktı belki. Konuştukça aradığını bulacak veya dilinin ucuna gelen cümleyi aradığını sanacaktı. Bunu denemek yerine dalgınlığının ortasına iyice yerleşti. Kendini, böyle anlarda hep sığındığı müziğin ritmine bıraktı. Dinlediği müziğin sıklıkla ruhunu sarıp sarmalayan kötümserliği, ümitsizliği ve hayal kırıklıklarını, âdeta iyileşmeye yüz tutmuş yaranın kabuğunu kaldırır gibi üzerinden almasını umuyordu. Güzin için müzik, gündelik hayatın hayhuyundan kaçış, kimi zaman aylaklığa, bazen de sahici esrikliğe geçiş yoluydu.”
Zeki Bulduk – Sesini Kaybeden Adam
“Sesi kendine yetmeyen ya da sesi kendisinin olmayan bir adam göndermişti yukarıda yazılı olanları. Onu tanıdığım güne lanet olsun, desem ne kadar afili olur, değil mi? Hayır, o acayip bi şeydi. İçinden konuşurken kendi olabiliyordu. Bunu mu nereden anladım? Tabii ki yüzünden! Yüzünde muhteşem bir erinç, kendi olmanın verdiği bir öz güven, tartıp düşündüklerini itinayla yerleştiren bir adamın suretini taşıyordu. Ne zaman ki konuşmaya başlıyor, o zaman yüzü gözü dağılıyordu. Mesela siyasi tartışmalara girdiğinde hemen her şeyi kabulleniyor, herkese hak veriyor, daha sonra kendini yavşak gibi hissediyordu. Bir alışverişe gittiğinde sanki yalvarır gibi istiyordu parasını vereceği şeylerin. Aldıkları elinde murdar koyun eti gibi sarkıyordu yürürken. Sanki markette her şeyini bırakmış, kuru elbiseler yürüyordu caddede. Bir devlet dairesine girdiğinde hitap ettiği insanlar bir ses duyuyorlar ama sesin sahibini görmek için epey bir bakmaları gerekiyordu. Toplu fotoğraflarda onun olduğu yer bomboştu. En yakın arkadaşları bile onu fotoğrafta bulana kadar akla karayı seçiyorlardı. Mesela o adam, içinde hemen seçebilen bir yapıya sahipti. Lap diye şunu istiyorum, diyebiliyordu. Fakat istediği önüne geldiğinde “Başka isteyen varsa ben almayayım.” deyip bekliyor da bekliyordu…”
Muhit’ten Şiirler
Ellerin artık temiz, aradığını buldun, yaşasın
Yaşarsan yine yapacaksın bunu bil
İnsan çarpmak istiyor güvenle her duvara
Dünya bir lunapark değil ve sen bir çarpışan araba
Harun Yakarer
yalnız seninle taşınacak yerleri var dünyanın
bunu sadece ben biliyorum
ama unuttum artık yaşlanacak zamanlarını ömrünün
avuç içlerimden akıp gitti kokun
sandım ki ellerinden güller devşirecek zaman
herkese gülümseyen fotoğrafımız olacak
sevmek kurumuş nehirlerin gözleriyle baktı bana
yerinden edilmiş yanlış bir ağaç gibi
kalakaldım yanlış bir bozkırda
Cengizhan Konuş
Ellerinde bir geceyi onarmanın o derin hazzı
Kanayıp duruyor orda bir sabahın sonsuzu
Geçip gidelim bir şiiri mırıldanarak o eşikten
Geçip gidelim yorgun bir dudağın telaşıyla.
O son susuzlukta vurgun yemiş balıklar gibi
Bütün suların yarasına kuru bir dal bırakarak
O sonsuz suların ortasında yanıyor bir ateş beyi
O sonsusuzlukta gözlerim görülmeyi görülmeyi.
Ahmet Edip Başaran
Akıyorlar yağmur dinince yine
Seyyah dervişler gibi nasiplerine
Duraklamadan kendinde hiçbiri
Zabıtalar da gözüm aman verirse…
Tütünler değil bugün kartonlar ıslak.
Emel Özkan
Estiği yerde duran rüzgârın
Sesidir kaybolan evlerimizde
Düştüğü yerde kalır yıldırım
Yağdığında gülümseyen yağmurun
Kar tanelerine ağladığıdır
Beni de ağlatan gün ortasında
Nurullah Genç
Kendi kendime dedim yaş elli üç
Ne büyüyor ayaklarım
Ne parmaklarım kısalıyor
Kırk bir numara
-Kırk bir kere maşallah
Boyum sonra uzasa ne olur
Diyor ki annem devede de var
Özcan Ünlü
seni gördüğümde akşam olmuştu
hayal aynası puslanmış
bütün nakışlar solmuştu
haydi kanatlan şimdi göç vakti
akşamlar akşamlara aktı
Arif Ay
Bir sabah
bıraktığımız gibi bulamadık gözlerimizi
göğe bakmayı unuttuk çünkü
şimdi vuracak mıyız güvercinleri
bir kelime mi olacağız
dövüşecek miyiz
Ay siliniyor yüzümden
ve özlüyorum ben
dağlara melodiler bırakan
beyaz sandalları
Yunus Karadağ
Ben bulutlardan inince her sabah
Bulutlardan mı? Bulvardan diyecektim
Affedersiniz! Tam da evimizin önünden
Geçiyor uçsuz bucaksız bir bulvar
Bulutlara uzanırmış gibi geçiyor
Hepimizin kaderiymiş gibi geçiyor
Ne kadar çocuk sesi varsa etrafta
Alıp hepsini bir güzel
Taşıyor da taşıyor bulutlara
Bulutlar göğe sığmayıp taşıyorlar bu yüzden
Ve taşınıyorlar komşu ülkelerin göğüne, çabucak
Adem Turan
Ah kalbim hadi vuslat demidir şimdi
Dem çeksin içindeki güvercinler
Bitti hasretin her yer masmavi
Her yer ona dair bir söz söyler
Duy artık bu sesi sınırsız sevincinle
Geriye kalan sadece bir nefes
Aklı yağmaya verip
Aşk denizinde can verme vakti şimdi
Mustafa Özçelik
Ey rüzgâr kim bilir nereden gelir kokun
Sümbül ve menekşelerin lale mi güller midir
Siner hafiften erişilmez sanılan kederlerin izi
Çekilir bütün üzüntülerin ve sevinçlerin perdesi
Aşk dersen konuşur başkasıyla susarak kendine
Çünkü o kendine bile büyük bir sırdır
Murat Güzel
Bir Nokta, Sayı 257
Bir Nokta dergisi 257. sayısına Selâhaddin Uşşâkî’nin Kelâm-ı Mısrî risalesinden bir alıntı ile açıyor sayfalarını. İnsanın cennetten dünyaya uzanan yolculuğunu anlatıyor yazı. İnsanların mahzun yüreklerinin yaşadığı sonsuz bir sürgünlükte, yüreklerini rahmet müjdesi ile avuttuğu bir var olma ve ayakta kalma mücadelesi bu. Devam ediyor mücadele. Kıyamete kadar da sürecek.
Mürsel Sönmez de bu minvalde bir giriş yapıyor dergiye.
“Yaratış süreklilik içerisinde ve varlık sürekli kaynıyor ve yeni oluşlarla demleniyor. Mesela, seçimler oluyor. Yaz geliyor. Depremler salgınlar kol geziyor. Ölenlerle doğanlar yer değiştirirken, varlık sahnesi yeni oyuncularıyla kumpanyasını sürdürüyor.
Biz de; “öz”ünü yitirmişliğinden dolayı her türlü konfora ve sözde varlığa rağmen yoksullaşmış, beden zindanında kalmış, haz kıskacına kısılmış, “öte”yi görmekten kaçınan sığlığa karşı bir çığlığı seslendiriyoruz.”
Yunus Emre Bağlamında
Mustafa Özçelik’in uzmanlık alanlarından Yunus Emre. Ondan Yunus’u okumak, dinlemek bir çiçeğe eğilip onun dilinden yollara düşmek kadar içtendir. Şiir, Şair ve Şehir kavramlarını Yunus Emre merkezli ele alıyor Özçelik.
“Yunusun şehre bakışı iki yönlüdür. Asıl şehir olarak insan gönlünü görmüş, buranın imarını sağlamadan beden olarak da yaşadığımız şehrin düzeninin sağlanamayacağını söylemektedir. Sonuç olarak şairin şiiriyle hem gönül şehrinin hem de beden şehrinin mimarı olmak gibi bir sorumluluğu vardır. Yine Yunus diliyle söyleyelim. “Ben gelmedim davi için/ Benim işim sevi için/ Dostun evi gönüllerdir gönüller yapmaya geldim.” Buna göre şairin şiiriyle yapması gereken görev, önce gönül şehrini imar etmektir. Bu imar gerçekleştiğinde bu tür inşayı gerçekleştirenler yaşadıkları şehri de, ülkeyi de imar ve inşa ederler. Hatta bütün dünyaya örnek olurlar.”
İlerici Olmak Adına Gerici Olmak
Berat Bıyıklı, edebiyat ve özellikle şiir dünyasına ince göndermeleri olan bir yazı kaleme almış. Şiirin günümüzdeki halleri diyebileceğimiz ve çoğumuzun da katılabileceği tespitler yer alıyor yazıda.
“Şiir okuyucusuna gelince daima bir övgü vesilesi olarak onun da en az yarı şair olduğu söylenir. Yarı şair yani hem datayı algılayabilen hem de transferine müsait bir varlık. O da bu haliyle aynı çağdaş sanat bakışının bir uzantısı olsa gerek. Bu iki post-hakikatin dışında kalanlar ise şiiri asıl var kılan, işlerliğini zinde tutanlardır.”
“Sanayinin, “sanatı” ardılı kılmak istediğini görmek herhangi bir çağdaş sanat ürününe bakmakla mümkündür. Damien Hirst, Rothko gibilerin Sotheby’s vb. yerlerde ne kadara gittikleri ortada. Dahası için Avelina Lesper’e kulak vermek gerekir. Onun itirazları bir sanat tarihçisi olarak benim söyleyebileceklerimden çok daha yerinde olacak. Şair olarak benim merakım bu halin şiire olan yansımasıyla ilgili daha çok…”
“Eski dünyanın ifadeleriyle söylersek özellikle bugün şair ilerici olmak adına gerici olmayı, vaktiyle yıkmayı şiar edindiği sınırları yeniden anlamlı kılmayı başarmak zorunda. Yoksa ölümün bile öldürülmeye çalışıldığı bir çağda şiirin ölümü ya da dirimi kimsenin umurunda olmayacak!”
Yazının İcadı
Yazının bir edebi eser olarak icadını anlatıyor Hasanali Yıldırım. Yazma eyleminin öğretilip öğretilemeyeceğine dair notlar var yazıda. Özgün olmak gibi hassas bir dengeyi göz ardı etmeden yazmak en büyük kazanımdır. Bunu başaran da aslında kendi yazı dünyasını icat etmiş sayılır.
“Yazının öğrenilebilir ve öğretilebilir bir nevi kabuk tarafı; yani kaidelerinin, nazariyatının ve fikriyatının, hatta bediiyatının dahi külliyen hâlledilmesinin akabinde hissiyatı merhalesine ulaşılınca artık oradan sonrası tamamen şahsi bir maceraya dönüşür ve tamamıyla zati bir hüviyete bürünür. O safhanın sonrasında rehber, bir tek yazarın farkına vardığı veya varmadığı taraflarıyla kendisinin olanca hissi müktesebatı, ehliyeti ve keyfiyeti… Oraya kadarki safha ise zihni…”
“Demek ki yazı alelâde bir tespitten en ulvi fikir ve tahassüse kadar her nevi meramı ifadeye yeltenirken daha önceden hiç kimsenin geçmediği yahut ayak izleri çoktan silinmiş güzergâhları keşif memuriyetinde ve aynı zamanda meramını dökeceği ifade kalıplarını her dem yeniden icat mecburiyetinde. Bu hususiyeti edebiyatın içinde bulunduğu sanatı, ilimden de, fikirden de ayıran tarafı.”
Suavi Kemal Yazgıç ile Söyleşi
Ercan Ata’nın bu ayki konuğu Suavi Kemal Yazgıç. Şiire, edebiyata, hayata dair samimi bir sohbet Bir Nokta okurlarını bekliyor.
“Şiir ve hikâye arasında akrabalık kuranlardan değilim. Hikâye şiirin uzun saçlı kızkardeşidir derler. Bunlar katılabileceğim “mecazlar” değil. İki tür arasında sınır ihlalleri epey riskli sonuçlara gebe. Şiirsel sav rulmaların kötü hikâye, hikâyeleri mısralara bölmenin kötü şiir sayısını artırdığına şahidim. Bu riski göze alanlar arasında anlamlı sonuçlara ulaşan yazar ve şairler de var elbette. Ancak bir sınır saptaması yapmam zor. Sonuçlarına katlanmak şartıyla her yazarın ve şairin bizzat kendisinin çizeceği ve/veya ihlal edeceği sınırlardır bunlar. Netice eserde görünüp değerlendirilebilir.”
“Birçok dergide şiir ve yazım yayınlandı. Ancak yazdıklarımı dergilere göndermeye başladıktan sonra en az beş yılım “platonik” bir iletişimim oldu dergilerle. En az beş yıl yazdıklarım yayınlanmamasına karşılık bir iki istisna haricinde cevap alamadım. Aldığım cevaplar ise menfi idi. Çok sevdiğim, saygı duyduğum bir yazar ağabeyim bana “Sen şiiri bırak. Senin şiirden bir cacık olmaz.” diye mektup yazmıştı bana. Ben şiire devam ettim.”
“Asla bir roman yazamayabilirim. Seneye bir roman yayınlayabilirim. Benim içinde bulunduğum ikilem roman yazmak ve yazmamak arasında değil. O romanı yazmak veya yazmamak arasında. “O roman” yazmaktan ziyade sildiğim, yırtıp attığım bir metin. Şimdiye kadar çöpe atmalarım galip geldi. Bir gün iş tersine döner mi bilmiyorum.”
Kârdan Adam Eridiğinde Arılar Ne Yapacak?
Rıdvan Kadir Yeşil, fabl türünün özelliklerinden yola çıkarak Bernard Mandeville tarafından kaleme alınan Arılar Masalı’nı inceliyor.
“Bakmayın siz Masal diye Türkçe’ye çevrildiğine. Orijinal adı The Fable of The Bees olan bu eser, şekil olarak da düpedüz manzum bir Fabl’dır. 17’nci yüzyılın ikinci yarısında Hollanda’da doğan ve ömrünün çoğunu İngiltere’de geçiren Bernard Mandeville tarafından kaleme alınan Arılar Masalı, zamanın İngiltere koşullarını simgeleyen bir arı kovanını anlatır. Kovanın en belirgin özelliği ise toplumsal ahlaksızlıkların had safhaya ulaşmış olmasıdır.”
“Mandeville’ye göre insanlar doğal hallerinde katışıksız birer bencildirler ve hiç kimse kendiliğinden bir eğilimle sırf başkasının yararına olacak bir davranışta bulunamaz. Böylece Arılar Masalı, “bireylerin tek tek bencil, çıkarcı ve ahlaksızca davrandıkları durumlarda, içinde yaşadıkları toplumun faydasını da en üst düzeye çıkaracakları; kişisel ahlaksızlıklar olmazsa kamu yararının da olamayacağı” bir toplumsal düzen resmeder. Hem de Adam Smith’in klasik iktisadın kutsal kitabı olan Ulusların Zenginliği’ni yayınlamasından yaklaşık 60 yıl önce.”
Bir Nokta’dan Şiirler
Göklerden öğrendiğimiz bir şey var
Hayatın sırrı akarken kırık fay hattından
Gırnavas tepesinin iki dudağı arasında
Saklıdır lekeli bulutların iyilik cinleri
Zaman akıyor Zeynel Abidin’in minaresinden
Gölgesi düşüyor Mor Yakub’un omzuna
Tarih yeniden kıyama kalkıyor
Tebessümlü Nisebin sokaklarından
Alacalı kelebek büyüsüne dönüşüyor aniden
Özcan Ünlü
böyle bir zamanda
neye tutunabilir insan?
sona ererken kısa rüya
altında kaygan dünya
ve solgun kadınlar ordusu
bir masalı harlamak gibi miydi?
ağzımdaki zakkum tadı
ve çölde kumun son macerası
ölümü kim canlandıracak şimdi,
hangimiz kaldırabilir onu düştüğü yerden?
kalbimin sesi vahşi ve yitik
bir vivaldi gecesi gibi kapkaranlık
eksik nefes kesik ses
acının sarmalında gülümseyenler çığlıklara
gürz ve mutantan dünya
sanki naaşını bürünerek canlanacak insan!
Ercan Ata
Bir hünerbaz vardı, ipi bir atışta
İğnenin deliğinden geçiren terziydi
Kırk yılını vermiş de ermişti kifayete
Vardı saraya, gösterdi padişaha hünerini
Kırk kese altın güldürecekti ki yüzünü
Eyvah! Hevâ imiş kırk yılın emeği
Kırk kırbaca hebaymış sırtı
Evlat!
Bu kadîm meslek ki lâtif ve nazenin
Ah! Ustasız kaldı, çıraksız bu sanat.
Abdurrahman Adıyan
İnsanlık beni bekliyor ama Papa kalkmıyor kürsüden
Aslında ben Papa’nın sürgünüyüm göklerde
Gökyüzü krallığı benim yeryüzü krallığı onun
Ortak etmiyor beni saltanatına
Gökten indiğimi söylemiyor kimseye
İğvayla suçlarım seni diyor, Deccal ve şeytanla…
Susuyorum
Papa benim adıma konuşuyor benim adıma kuruyor krallığını
Yalnız Dostoyevski biliyor kim olduğumu, yalnız Tolstoy takdir ediyor beni
Mehmet Kurtoğlu
Yediiklim’de Hilmi Yavuz Söyleşisi
Yediiklim dergisinin 399. sayısında Ömer Hatunoğlu, Hilmi Yavuz ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Edebiyatımızın yaşayan en önemli şairlerindendir Yavuz. Onun şiirimiz adına kuracağı her cümlenin kıymetine paha biçilmez. Hilmi Yavuza’a sağlık ve afiyet dileyerek söyleşiden altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
“Ötekileştirme, öteki’nin ben değil, başkası olmasıdır. Bunun post-truth ya da postmodernlik ile hiçbir ilişkisi yok. Sizin de belirttiğiniz gibi, Tanzimat’la birlikte bir ‘kimlik’ sorunu yaşadığımız çok söylenmiştir:-doğrudur da! Bu, bir medeniyet sorunudur ve ‘aidiyet ile ‘mensubiyet’ arasında, hangisinin ‘biz’, hangisinin ‘başkası’ olduğuna ilişkin mütereddid bir ara-konum üretmiştir. Benim ‘hakikat krizi’ olarak kavramlaştırdığım durum tastamam budur. Kriz, hakikat’i tekeline alan, ‘aidiyet’çi ya da ‘mensubiyet’çi fark etmez, kendi hakikatini başkasına dayatmasıdır. Parçalanmış bir belleğin, yeniden tamamlanmış ve bütün bir kimlik olarak inşası konusunda beyhûde ve ersatz bir çabadır bu!”
‘Aydın’ bugünün Türkiye’sinde itibarsızlaştırılmış bir kavram: Kime ‘aydın’ diyeceğiz? ‘Dışkı yemek sağlıklıdır’, ‘Hegel salaktır!’ diyene mi? Kendilerinde felsefi[?] keramet [?] vehmeden vecizeci laf ebelerine mi? Sürekli bağıran, durmadan bağıran medya gediklilerine mi? Türkiye’nin bugününe nasıl bir teşhis konulması konusunda mantıksal, tutarlı, özgün sosyolojik ve tarihsel analizler yapan ama, kimsenin demeyeyim küçük, çok küçük bir azınlığın ‘kıymetli’ bulduğu insanlara mı?
“Benim İngiltere’de yaşadığım yıllar [1960’lar] Yahya Kemal’in ‘Mektepten memlekete’ formülünün geçerli olduğu yıllardı. Avrupa, mektep’ti; orada ‘tâlim’ [öğrenim] görecek, o donanımla memleket’e, onun ‘terbiye’sine [eğitimine] dönecektik. Kendi hesabıma öyle de oldu, diyebilirim. 50 yıl boyunca, Türkiye’nin en seçkin üniversitelerinde [Boğaziçi, Mimar Sinan, Bilkent] hocalık yaptım; kitaplar yazdım, konferanslar verdim, söyleşiler yaptım. ‘Mektepten memlekete dönüş’ün gereğini, hamd olsun, elimden geldiğince yerine getirdim.”
“Gül Kavgası” Çerçevesinde A. Samet Atılgan’ın Şiir Anlayışı
Mahmut Babacan, A. Samet Atılgan şiiri üzerine yazmış. Şairin Gül Kavgası şiirinin detaylı bir tahlili var yazıda.
“Türk şairlerinden Necip Fazıl, Abdurrahim Karakoç, Sezai Karakoç, Behçet Necatigil, Hilmi Yavuz, Attila İlhan, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Cahit Zarifoğlu, Hüseyin Atlansoy, Ömer Erdem, Ali Ayçil, Cevdet Karal ve Süleyman Çobanoğlu’nu; yabancı şairlerden ise Pablo Neruda, Dylan Thomas, Ezra Pound, Edgar Allan Poe’yu beğenip takdir eden Atılgan, Ahmet Haşim’in “sivil” yanını kendine örnek alır. Şiirin bir ideolojiye bağlı olmasını doğru bulmadığı gibi şiirde zorunlu bir amaç gözetilmesini de doğru bulmaz. Şiirin, şiir olarak var olması gerektiğini savunur. Şiirin saf olmasını hem dil ve anlatım hem de içerik bakımından önemser.”
“Gül Kavgası”, bir düşünceden çok duygu şiiridir. Şair, şiirin ilk üç beytinde sevgiliye dair bakış, gülüş gibi özelliklerin kendinde oluşturduğu hoş duygulardan bahseder. Şair, sevginin tesiriyle sevdiği kişiyi bir başka görür. Ancak sonraki beyitlerde, ilk üç beyitte oluşturulan hoş ve aydınlık havanın dağıldığını, bu atmosfere yavaş yavaş karamsar duyguların ve umutsuzluğun yerleştiğini hissederiz. Şiirde dördüncü beyitle birlikte bir duygu kırılması yaşanır.”
Bir Kelimeyi Düşünmek: Koca
Mete Çamdereli, “koca” kelimesinin çözümlemesini yapıyor. Örnekler eşliğinde etimolojik bir yolculuğa çıkıyoruz.
“Birçok kelime gibi koca da gündelik dilde çokça kullanılan bir kelime; her kelime gibi işlevsel, her kelime kadar araçsal. Kullanım amacına özgü olarak seçilebilir olmakla birlikte, kullanımı sona erince, yine her kelime gibi zihin kayıtlarına bırakılır, yeniden kullanılıncaya dek orada bekler. Koca, diğer kelimelerden farklı değil en az onlar kadar değerli, en az onlar kadar ayırt edicidir; yer yer kullanımı artabilir ya da eksilebilir. Kullanım miktarı konuşulduğu yere/yöreye göre farklılık gösterebilir, ama kuşkusuz, Türkçe konuşanlarca bilinir; en azından, bilinebilir düzeyde bir kullanım sıklığına sahiptir. Türkçe konuşanlar koca kelimesini yeri geldikçe, değişik işlevler yükleyerek kullanır dururlar. Koca’nın lafzı da anlamı da doğal olarak meçhul değildir; kimi zaman abartılı bir büyüklüğe karşılık gelir, kimi zaman sadece vasat bir büyüklüğü telmih eder. Büyüktür koca; büyüklük imgesini içkindir, büyük’ten başlayarak, iri ve cüsseli olanı da içkinleştirir, üstünlüğe gönderme yapar; çok büyük, çok iri, çok cüsseli yapar vasıflandırdığı şeyi”
Matbaaya Eleştirel bir Bakış
Matbaanın icadının dünya tarihindeki yeri aşikârdır. Cengiz Karagöz matbaaya farklı bir bakış açısı ile yaklaşıyor.
“Eserlerinde matbaanın Avrupa’da yaygınlaşmaya başladığı dönemlerdeki etkilerine dikkat çeker. Örneğin, matbaadan önce eğitimde sözlü iletişim ve akustik ön plandadır. Derslerde hocanın sesi, el yazısıyla yazdığı kitaplar ve öğrencilerin aldığı notlar yaygındır. El emeğinin farklı bir anlamı vardır. Matbaanın yaygınlaşmaya başladığı ilk zamanlarda kelimeler arasında noktalama ve boşluk yoktur. Zamanla kelimeler arasında boşluk konulmaya ve noktalama işaretleri kullanılmaya başlanır. Yazarın el yazısının önemi kalmamıştır. Artık el yazılarındaki kişisel farklılıklar yok olmuş, bunların yerini tek tipleştirilmiş harfler almaya başlamıştır. Sadece kelimelerin değil, harflerin arasına da boşluk konmaya başlanmıştır.”
Hayy B. Yakzan, Robinson Crusoe’nin Atası mı?
Batının doğu üzerindeki tahakkümü hayatın her alanında kendini gösteriyor. Edebiyat alanında da birçok eserin çıkış noktası doğu iken batının sesinin daha çok çıkmasından dolayı var olan eserlerin dünya edebiyatına ulaşması ve sesini duyurması hayli zaman alıyor. Hay b. Yakzan da bunlardan biri. Mustafa Bayraktar, Hayy B. Yakzan, Robinson Crusoe’nin Atası mı? isimli yazısında bu konuyu işliyor.
“Tıpkı Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe adlı eserinin Arap felsefe yazarı olan İbn-i Tufeyl’in Hayy b Yakzan eserinden ilham aldığı gibi…”
Aliya İzzet Begovic’in İslâm’ı Yeniden Doğuşun Sorunları adlı kitabındaki bu cümleyi okuyan İslâm’ın bayraktarlığını yapmış bir medeniyetin topraklarında doğmuş bir nesil, çocuk yaştan itibaren Robinson Crusoe’yi bilir de, neden İbn-i Tufeyl’i ve onun şaheseri Hayy b. Yakzan’ı bilmez?
Daniel Defoe, İbn-i Tufeyl’in, diğer adı Esrarü’l- hikmeti’l-meşrikiyye olan Hayy b. Yakzan eserinden ilham almış mıdır?
Hay b. Yakzan; 14. yüzyılda İbranice’ye, 15. yüzyılda Latince’ye, 1711’de İngilizce’ye ve ardından Hollanda diline, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve Rusça’ ya çevrilmiştir. 1700’lerde Oxford’da Arapça olarak yayınlanmıştır. Türkçe çevirisi ancak 1923 yılında Babanzade Reşid tarafından yapılmış ve Mihrap dergisinde yayınlanmıştır.
Robinson Crusoe, Hayy b. Yakzan’ın Arapça aslından İngilizce’ye çevrildiği tarih olan 1711’den tam sekiz yıl sonra, 1719 yılında yayınlanmıştır.
Daniel Defoe’nin, Robinson Crusoe’yi, Hayy b. Yakzan’dan ilham alarak yazıp yazmadığı tartışılabilir, ancak ortada bazı gerçekler vardır:
Hayy b. Yakzan, dünyada felsefi roman ve Robinsonad (Adasal roman) – her ne kadar bu terimi kullanmaktan imtina etsem de- türünün ilk örneğidir.
Hayy b. Yakzan, 14. yüzyıldan itibaren Batı’da büyük ilgi görmüş, en çok okunan kitaplar arasına girmiş ve Avrupa edebiyatının etkilendiği öncü eserlerden biri olmuştur.
Yedi İklim’den Öyküler
Osman Koca- Sarı Hatun
Rehberimiz, evleri gösteriyor tek tek. Sahiplerini, kim, neci olduklarını anlatıyor gereksiz bir yığın ayrıntıya dikkat edip. İlçenin ağasız üç köyünden biri olmakla övünüyor Bakacıklı’lar. Herkes toprak sahibiymiş, her fert kendi arazisinin marabasıymış. On dönümden bin dönüme kadar mal sahibiymiş her biri. Devlet bu yıl, doğrudan gelir desteğini dönüm başı on milyon olarak tespit etmiş. Her bölgede olduğu gibi bu köyde de hayalî yerler gösterenler olmuş. Bak şu Allah’ın işine. Toprak, yağmur, hava, rüzgar bedava. Üç ay işle toprağı; dokuz ay yan gel yat. Ne keyif ama! Tek gözlü virâneyi işaret ederek; “İşte burası bizim cemevimiz.” diyor Veli, “Her Perşembe, türkü tadında semaha dalarız.” Kızları okumaya daha bir hevesli. Giyimleri sıkı, katı derecede muhafazakâr. Mezarlıkları derli toplu. Girdiğimiz her evin salonunda Hz. Ali’nin siyah sakallı, zülfikârlı, çerçevelenmiş dev portresi asılı.
İçli bir aşk öykünmesi gerçekten. Etkilenmemek ne kabil! Şimdi bu acıklı öyküyü yazarken bile ne bileyim, gözlerimin nemlendiğini itiraf etmeliyim. Allah’ın bildiğini kuldan saklamak ne haddime! Aslında örüntülü bir öykü bu: Biraz Kerem ile Aslı, bir nebze Leyla ile Mecnun kokuyor. Kerametler menkıbe havası uyandırıyor. Öyle ya da böyle aşkın Anadolu söylencesi bu işte. Haaa unutmadan ilave etmeliyim! Sonraları Sarıkız’ın ermiş olduğuna inanmış köylüler. İstidrâcini keramete, ortodoksluğunu İslamiyet’e havale edip; mezarının bulunduğu yere bir türbe dikmişler ve bu türbeye Sarı Hatun ismini vermişler. Muhacirler kaçarken türbe talan edilmiş.
Şifanur Şahintepe – İhtiyar Adam
“İçim yanıyor, dedi genç adam yüzünü buruşturarak.
Bir köy kahvehanesinde, sobanın yanındaki masada oturuyorlardı. Sobanın üzerinde fokurdayan güğüm, onları uykunun kollarına çağırıyordu.
Bir karşılık istercesine ihtiyar adamın yüzüne baktı.
İhtiyar adam, çay bardağını parmaklarının arasında bir sağa bir sola döndürüyor, sanki tüm düşünceleri bardakta toplanmış gibi dikkatle bardağa bakıyordu.
İçim yanıyor diye tekrarladı genç adam, sıkıntıyla ve daha yüksek ses tonuyla.”
“İlham öncesinin sancılarını çekiyordu belli ki.. Yazmak sanki kanlı canlı bir varlıkmış gibi hırpalıyordu onu. Bir istek olarak değil bir ihtiyaç olarak yükseliyordu içinden. İçinde bir ses. Durmadan. Yazmalısın diye bağırıyordu. Dökülmeliydi kâğıda, durulmalıydı. Yaşlanmıştı iyice. Çok şey yaşayanların ve çok ders çıkaranların bilgeliğine ulaşmıştı işte. Şu olmazsa olmaz dediği hiçbir şey yoktu. Ama yazmak..tüm bunlardan ayrı bir yerdeydi. Olmazsa olmazdı. Yazmak olmazsa kendisi de olamazdı. Mümkün olmalıydı. Dökülmeliydi. Çayından bir yudum içip kalemi eline tekrar aldı.
Duvardaki o meçhul noktaya kenetlendi. İçine döndü, içini gerçekleştirmek için.”
Havva Müslime Aktaş – Y İçin Yıldız, K İçin Kirke
“Çevresindeki her şeyi bir battaniyenin içine toplayıp zihnine taşımış birini tanıyorum. Orada yaşayıp, oradan izliyor.
Her gün işe gelip hızlıca eve dönüyor. Evde onu bekleyen ne var hiç bilmiyorum. Ama yalnız yaşadığından eminim. Gözleri hep dalıyor. Bilgisayar ekranına takılı kalırken onu izliyorum. Hali hazırda iri olan gözleri dalınca iyice açılıyor. Bu görüntüyü ilginç buluyorum. Kendisi de ilginç bulduğum nadir insanlardan. Bu ilginçlikten haberi olup olmadığını merak ediyorum.”
“Sıralı notlarım günden güne artıyor. Değerli bir hazine gibi saklıyorum. Notlar uzuyor, uzadıkça beni esir aldıklarını hissediyorum. Öylesine büyüyorlar ki koca bir ejderha gibi beni yutacaklarından korkuyorum. Sonra bir telâş sarıyor. Evde yatamaz, işe bakamaz oluyorum. Notları yırtıp atsam kurtulacağım diyorum. Derhal kurtuluyorum da. Evin ortasında bir daha okunamayacak hâle getiriyorum.”
Yediiklim’den Şiirler
kollarını indir
karşıya nasıl geçeriz
bir zarf bir pul
içinde mektup yok
karşıya nasıl geçeriz
Irmak kırmızı akarken
çiğdem toplayan çocuklardık
hiç resmimiz olmadı neden
Irmak kırmızı akar
karşıya nasıl geçeriz
Arif Ay
“errahmanů alel arşisteva” taha/5
insan daim ikrardadır.
neye karar verdiğine şahit olması için kaderinin ortaya çıkmasını bekler.
Karar alıcı değil, ikrar vericidir.
Verdiği ikrar da, göklerden inen kaderine razı olmaktan geçer.
rıza gönül sayfalarını açar
ve insan kader ile vahyolunan ayetleri kendi gönül kitabından okumaya başlar.
Okudukça bilgilenir, bilgilendikçe bu muazzam ilim karşısında küçücük kalır.
Cahilliğini kabullendiği yerde acziyet kayda girer.
Alper Gencer
Kaç yıl bu yolun üstüne serdim gecemi,
Kaç yıl Sana gelsem diye verdim gecemi
Artık rüyalardan da ümit yok, bilirim;
Kalsın diye gönlünde, gönderdim gecemi!
Yaksın diye aşkın sıcacık rengi bizi,
Biz her gece sunduk şu yanık kalbimizi,
Biz kaç dağı sırtlar geliriz bil ki sana,
Senden Sana bin bir koşudur, gör bu izi!
Muhsin İlyas Subaşı
Dökülen yapraklara teşhis koyamıyor doktorlar
Yolunu kaybetmiş karıncalara, uçurtmalara
Düz yolda ters dönen kaplumbağalara
Geç kâğıdı alamayan bahara
Elektrik tellerinde bekler kuşlar
Deli gibi koşarken rüzgâr sokaklarda
Eski bir tanıdığa benzer kapılar
Binlerce anahtarın olduğu fotoğraflarda
Ayşe Altıntaş
güvercin gerdanlarında kabaran renkler
topuklarıma kabuk bağlamış yürüyüşler
ve yitik diyarıma budaklanan mızrak
öğütülen özgürlükler elmas dibekte
Süleymaniye’den yuvalanarak haliç’e
kanat senkronunu bozan kızıl sarhoşluğa dönüşürse
ve ben
bir daha ben dememek için yeniden
aşkı kuşanırsam bileklerimde
özsuyuyla kaynar bakışlarınızın
yürek yelkenlerimi dolduran
tuzlu rüzgâr.
Taha Özdemir
Aydos, Sayı: 32
32. sayısına ulaştı Aydos dergisi. Derginin giriş yazılarını çok önemsiyorum. Sıddık Ertaş’ın kaleme aldığı, sıradan bir selamlama yazısı değil bu yazı. Bir manifesto gibi ince mesajlarla dokunmuş, yol gösteren ve derginin meramını da anlatan hassas konulara değiniliyor derginin girişinde. Olması gereken de bu. İnsanın kalbine dokunan ve aslolanı işaret eden bir çağrı var Aydos’ta.
“32 sayıdır bu ideal için istikrarlı olarak yazıyor, bir araya geliyor, yayımlıyor, mevziimizi korumaya çalışıyor ve zorlukları kolaylaştırmaya çabalıyoruz.
Başta insan olmak üzere her şeyin değersizleştirilmesine, metalaştırılmasına, makineleştirilmesine karşı çıkıyoruz. Çünkü “İnsan Bir Makine” değildir. İnsanın makine olduğu fikri kapitalist modernleşmenin propagandasıdır.”
Şiir Nasıl Okunmaz
Şadi Oğuzhan’ın şiir üzerine yazılarını önemsiyorum. Hayatın içinden, şiirin ortasından, dizelerin kıyısından köşesinden derken şiirin ruhunu sarsıyor Oğuzhan. Bunu yaparken de şair kimliğini tam anlamıyla ortaya koyuyor. Yani dışarıdan değil olayın merkezinden sesleniyor.
“Şiirin diğer yazı türlerinden sayılamayacak kadar farkları olduğunu söylemeye ve bu farkları alt alta sıralamaya gerek var mı? Hadi birkaçını söyleyelim. Örneğin, düzyazı açarak ve yayarak uzun ve geniş cümlelerden kurulur çünkü yazarın içinde biriken öfke ya da sevinç ya da her neyse, ancak böyle yemyeşil ve uçsuz bucaksız bir vadide sere serpe koşarak kendine gelir. Yayıldıkça rahatlar sayfalar ve bittiğinde de derin bir oh çeker hem metin hem metinde adı geçen kahramanlar hem yazar. Böyle olunca, başka bir türü taklit etmiyorsa yazar, bizi karşısına alıp konuşur gibidir. İyi dinlersek anlatılanı zorlanmadan anlarız. Çünkü Türkçe ortak dilimiz. Aynı dilden konuşmak iyidir.”
“Yazar/ şair için bir metin oluşturmak, sanıldığından çok daha fazla şeydir. Çünkü her metin dünyayı yeniden kurmaktır; çünkü her metin, insanlığın hayatı yeniden yorumlaması demektir. Sınırlar yeniden çizilir, sular karaya biraz daha yaklaşıp-çekilir, gökyüzünün bilinmedik sırları fark edilir, renklerin sayısı aklımızdakilerden farklılaşır. Okura gelince, yazarın metinde kurduğu o yeni dünyanın içinde yalınayak mı yürüyordur, meraklı bir kâşif gibi bakınıp duruyor mudur bir yerlere yoksa uyuya mı kalmıştır? Okur, yazarın/şairin metin yoluyla açtığı alanda ne istiyorsa onu yapacaktır ve bunun adı, metni yorumlamaktan başka bir şey değildir. Metin onundur, dilediği gibi kullanır.”
Şairin Ruh Halleri
Aydos’u özel yapan yanlardan biri de dergide yer alan düşünce yazıları. Dergilerin şiire ve öyküye boğulduğu bir zamanda deneme ve makaleler ne yazık ki dergilerde kendine yer bulamıyor. Ya da şöyle söylemek daha doğru olur, dergiler düşünce yazılarını sayfalarına taşıyamıyor. Aydos bu anlamda oldukça zengin içerikler sunuyor okurlarına.
Vahdettin Oktay Beyazlı, Şairin Ruh Halleri hakkında yazmış. Şairin şiiriyle kurduğu ünsiyeti Cahit Sıtkı örneğiyle anlatıyor.
“Şair sadece bir kelime işçisi değildir tabii ki. Aynı zamanda okurun ruhuna hitap ettiği için hem “gönül işçisi/mimarı” hem de uzak çağrışım, imge ve soyutlama tekniklerini kullanarak dilin, bilinç dünyamızı etkilemesi sayesinde “bilinç işçisi”dir. Muhayyilemizin aldığı veya bazen almakta güçlük çektiği her türden anlam veya çağrışım olayını şair, üstün işçilik yeteneğiyle okura taşır. Böylece okurun hem metni/yapıtı yaşamasını ve hissetmesini hem de elde ettiği çıkarımlar ile yeni metinlere ve anlamlara kader çizgisi çekmesini sağlar.”
“Kâinatın kabul etmediği boşluğu ne şiir ne de şair kabul eder. Yolculuk içerisindeki şair; (Çünkü şiir, tıpkı felsefe gibi yolda olmaktır.) sözün, sanatın ve tabii ki anlamın zirvesine ulaşırken aldığı hazzı belki de bir mümin, Rabbine en yakın olduğu anda/yerde duyar. İşte Kaplan’ın işaret ettiği gibi şiirin/şairin mistik bir tarafının olduğu ve farklı ruh hallerini yansıttığı muhakkak.”
Şehir ve Zelzele
Yusuf Tosun, Bir şehir bünyad etmek… isimli yazısında depremden sonra yaşananları şehirler bağlamında anlatıyor. Sadece şehirler değil hayatlar da büyük bir sarsıntı yaşıyor. Bu acı ne zaman diner işte bunu bilmek zor çünkü acı insana yerleştiği andan itibaren ruhu da cendereye almaya başlıyor.
“Acılar sarıldı, hüzünler paylaşıldı. -Ne kadar sarıldı, ne kadar paylaşıldı ise o kadar… Yağmur yağdı sel oldu. Ortalığı toz – duman kapladı. İş makinaları ha bire kemirdi yıkık beton külçelerini… Siyasisi, bürokratı, yerlisi, ecnebisi enkazı fır döndü… Çadırlar kuruldu, konteynırlar devreye girdi. Yeni bir siyasa ve de piyasa doğdu. Adaylar, aday adaylar boy gösterdi. Akabinde ihaleler, ihlaller, pazarlıklar, vaatler, umutlar, umutsuzluklar… Ve hepsinden en önemlisi fırsat ferasetin önünde geçti.”
“Her şeye rağmen yaşam devam ediyor ve buna bağlı köyler, kasabalar, şehirler her geçen gün büyüyor, gelişiyor, modernleşiyor. İnsan nisyan ile malul olduğundandır belki her şey çabuk unutuluyor.”
“Görünen köy kılavuz istemiyor. Bu sersefil ortamda olup bitenlere bakılırsa pek de iyi bir tablo gözlemlendiği söylenemez. Lakin henüz fırsat da kaçabilmiş değil!… Umut da tükenmedi henüz… Avuçlarımızın arasında her şey… Sıkı tutarsak akıp gitmez!… Zaten hayat bize hep imkanlar, fırsatlar sunmuyor mu? En çok da o şehrin idarecilerine…”
Aydos’tan Öyküler
Sevda Deniz Karaömer – Kahverengi Bavul
“İki oğlu da birbirine bakıp gülünce daha fazla duramadı karşılarında. O an için en iyi çözüm daha fazla mahcup olmadan susmak ve yatak odasına girip kapıyı kapatmaktı. Nasılsa peşinden gelemezlerdi. Babalarının uykusuna ne kadar düşkün olduğunu bilirlerdi. Çok iyi bildikleri bir şey daha vardı. Anneleri değil bir hırsızın peşine düşmek en ufacık ani bir seste bile kaçıp kendini banyoya kilitleyen biriydi. Suçüstü yakalanmıştı. Hem de çocuklarına… Canı sıkılarak yatağın ucuna ilişti. Ne demeye sabahın köründe işgüzarlık yaparak çöpü çıkarmıştı ki.”
“Cevap vermeden yerinden kalkıp banyoya girdi. O ân ne kocasıyla konuşmak ne de çocukları için kahvaltı hazırlamak istiyordu. Tek isteği vardı. Başını yastığına gömmek ve içine dolan ağlama isteğine teslim olarak bağıra çağıra gözyaşı dökmek. Bir de gözlerinin önünden gitmeyen bir çift ayakkabı, kahverengi bir bavul ve kilit kısmına bağlanmış o mavi kurdele. Annesinin dikiş kutusundan çıkmış önce babasının bavuluna sonra yabancı birinin eşyasına son olarak da boğazına bağlanmıştı. Tülay anlamıyordu. Neredeyse parçalanmaya yüz tutmuş o saten kurdele nasıl çıkmıştı böyle aniden karşısına. Üstelik bir yabancıya ait olarak.”
Tahsin Çayıroğlu – Yeni Komşum Bir Bahçe Sıçanı
“Epeydir yalnızım! Evde olduğum zamanlarda canım öyle sıkılıyor öyle sıkılıyor ki bir televizyonu açıp kapatıyorum bir radyoyu… Sonra isteksizce masaya oturuyor şiire benzer bir şeyler karalamak istiyorum. Ama olmuyor, olmuyor işte! İçimde belli belirsiz bir duygu var. Canım sıkılıyor. Perdeyi aralayıp dışarı bakıyorum. Olmuyor yine olmuyor. Dışarı çıkmak istiyorum ancak vazgeçiyorum. Belli belirsiz dediğime bakmayın. Biliyorum aslında içimi kemiren duyguyu. Bunalım ve yalnızlık! Ancak yalnızlık şimdilerde daha çok öne çıkıyor.”
“Kutu gibi bir evde yaşıyorum. Tam bana göre aslında. Bekâr işi. Benim iç dünyam gibi evim de küçük. Ama kirası büyük işte. Küçük aylığımın yarısını ona ödüyorum. Ev sahibem sağ olsun ay başını sektirmeden kirasını istemekten hiç mi hiç geri durmaz. “Oğlum ben yaşlı ve dul bir kadınım. Senden aldığım kirayla geçiniyorum.” demeyi de ihmal etmez.”
“Gezmek tozmak para ile oluyor. Onun için evdeyim zaten. Ne otuz yedi ekran televizyon, ne DVD player ne radyo ne yazıp çizmek hiçbiri kesmiyor içimi kemiren yalnızlığımı. Ne bileyim insanın arkadaşı olur, sevgilisi olur, eşi dostu olur. Ama hiçbiri yok! Hepsini geçtim bir insan evladı olaydı bari. O da yok! Yanımda olmasa da ara ara kapıyı çalacak bir yabancı. Yok!”
Aydos’tan Şiirler
Çürük midelerdeki dikensi kazıntılar
Ekşimtrak kokular ve takvim leşlerinden
Dışım içime, içim dışıma çıkmadan henüz
Sözsüz somurulurken hissiz tüm duyularım
Ve süssüz ve ketum ve alabildiğine sade.
Bir daha süt kokmamak pahasına ağzımın
Ve rehincinin gözlerine sokularak yeşilce
Duman gibi, sis gibi; toz gibi, toprak gibi
Bir sözcük arıyorum!
Ulaş Konuk
iki kez çaldılar odamın kapısını
ilkinde yeni soymaya başlamıştım uykumu
rüyalarımı topluyordum geceden diğerinde
iki cinayet ile sınandım -tam iki kez
korktum kendimden bile
Sıddık Ertaş
hasretin kaynama noktasından
masum bir sığınak gibi yağıyor
güzel bir kız sanıyor seni herkes
adını yalnızca ben biliyorum
Ercan İriş
Bilmek ve bilen dün de kıymetliydi zira bugün olduğu gibi
Tarihin bütün demlerinde korkulan, ürkülen, ürküten, tehlikeli
Onun çün satın alınmalı söyleyecek sözü olan envaiçeşit konforla
Olmazsa ateşler, korkular salınmalı evine barkına, geçtiği yollara
Nihayet hunharca kırılmalı kalemi ve ta kökünden koparılmalı hem dili
Erol Yılmaz
bizlik bir meselesi yok yağan yağmurun
açan çiçeğin, boy veren filizlerin
şehrin höyküren sesinde kutsadık fidanları
gölgesinde kem gözler çakırkeyif
uzanıp düşlerinde kemiriyorlar beynimizi
kaç yükselti daha çıkarsak tanrı el sallar
evlerimizi buluta iliştirdiğimizde
kapımızda yalnızlık dehlizleri
Kemalettin Bal
aynı soydan boydan nice bedene uzanır,
çekip alır enkazın toz toprak hamulesinin içine içine,
bulamaz tikesini bile hiçbir uz el, hiçkes,
tevdi edilemez tekmilen bir makbere,
nakıs noksan bırakılır bir nimmezara,
dün silinir,
bugün toz bulutuna sarmalanır,
yarın müphem bir gebeliktir,
rütbe sıfat sıfırlanmıştır,
olan herkes içindir eşitçe,
bilafarkukayd…
Alpaslan Durmuş
yanlışından öperdim oysa göğün kızaran yanağını
geceleri ağlar bulduğum her kadını annem bilirdim
kanatlarını kalbime değdirmeden uçsa da melekler
gönlüme perde diye annemin gülüşünü asardım.
Mustafa Işık
Tanrı gönlümüzü alıyordu bazı, bazı değil esasen her
bir boşluğa açılan kapıda engin tebessümüyle
Kafatasımızda eski, durağan, insanca bir zonklayış
Varoluşu fısıldayan…
Günler geçip gidiyordu bazı, bazı değil nedense hızla
Bu böyledir, deyip savuşturulan guguklu saat
Böyle bir atlıkarınca uyuşukluğu
Kayboluşun sarımtırak izi sonra iki parmak arası
Topraktan, toprağa…
Ve saklambaç ve ebe tura ve satranç ve kumar ve/saire
Kollarını sarıp boşluğa
En umarsız ve en mavi tebessümünle…
Sıddıka Zeynep Bozkuş
Kardan bir petek güzelliğin
Sabahın ilk ışıklarından yapılma
Kırlangıç yuvaları
Kızların konuşsun sen uyu
Gemiler geçsin köprücük kemiklerinden
Saçların değil onlar
İlmek ilmek örülen senelerdir
Yeniden cebimdeydi artık süt dişlerim.
Tohumun toprakta bulduğu neyse
Ona dokundu
Yüzüne değince ellerim.
Zeynep Yıldırım
bırak
dikme üzerime
düşen gölgenin yapraklarını
giydir çocukluğumu
sussun gecenin hıçkırıkları
büyümek yetti baba
oyuncak olmak istiyorum
Esma Sultan Karadağ