Edebiyat Ortamı, 92. Sayı
92. sayısı ile buluştuk Edebiyat Ortamı’nın. Derginin son sayılarında söyleşiler oldukça geniş yer tutuyor. Özellikle yeni kitabı çıkan isimleri sayfalarına taşıyor dergi. Yüreklendirmek, omuz vermek anlamında oldukça kıymetli bir destek bu.
92. sayıda da birçok isimle yapılan söyleşi var. Bu isimler; Mücahit Ocakden, Kaan Murat Yanık, Vildan Külahlı Tanış ve Ahmet Turgut. Ocakden ve Tanış’ın söyleşilerinden paylaşımlar yapacağım. Devamı; Edebiyat Ortamı 92. sayıda.
Mücahid Ocakden ile Yatağı Küften Bir Çocuk Üzerine
Yavuz Balı’nın sorularını cevaplamış Ocakden. Benim de severek okuduğum bir kitaptı Yatağı Küften Bir Çocuk. Şiire, şaire ve kitaba dair konuşmuş Ocakden.
“Şiirin ilham ile geldiğini ve üzerinde çalışılarak bir hüviyete sahip olduğunu düşünüyorum. Şiirin, şairin iç aleminden dökülen bir çağrışım olduğunu düşünüyorum ve okurken de yazarken de metafizik ve derin anlamı yakalamaya çalışıyorum. Şiir okumak beni rahatlatıyor.”
“Şiir kitabımda lirik olanla toplumsala dönük olan şiirlerin dengeli olduğu konusunda planlı bir çalışmam olmadı. Bundan sonra lirik şiirler mi yazarım toplumsala dönük şiirler mi yazarım bilmiyorum. Ben şiirin nasip işi olduğuna inanıyorum.”
“Yaşadığım şehirlerin şiir serüvenimi etkilediğini söyleyebilirim. Yazdığım şiirlerde şehir kavramının ve şehir medeniyetinin etkisini görüyorum. Ankara’yı anlattığım bir şiir var mesela. Hakeza Bursa için yazdığım bir şiir var. Şehirlerin tarihi, maneviyatı, nefes alıp verişi şiirimi besliyor.”
“Bazı şiirlerimde insanlığa sunulan çağın eleştirisini yapıyorum. Merhametin, dostluğun, komşuluğun, yardımlaşmanın kıymetinin bilindiği, farkındalığın arttığı bir dünyayı yaşamak adına şiirimi oluşturmaya çalışıyorum. Şiir okudukça güzelliklerin artacağını ümit ediyorum.”
Vildan Külahlı Tanış ile Söyleşi
Çizgide Bir Kukla, Vildan Külahlı Tanış’ın ilk kitabı. Ödülleriyle ve öyküleriyle günümüz öykü dünyasında adından söz ettiren bir isim Külahlı. Kendine has bir ses ve anlatımı kazanmış bir yazarın öykü dünyası da kendine özgü bir duruş sergiliyor. Oğuzhan Öztürk’ün sorularını cevaplamış Külahlı.
“Öyküyle yaklaşık beş altı senedir iç içeyim. Hem okuma hem yazma anlamında yoğun mesai harcadığım bir beş yıldı diyebilirim. Sizi daha evveline götürüp uzun bir yolculuk yaptırmak istemem. Öncesinde de yazı hayatımdaydı fakat ben bu yolculuğu beş yıl öncesinden başlatıyorum.”
“Muhakkak kitabım olmalı diye düşünmekten ziyade geriye dönüp baktığımda pişman olmayacağım bir ilk kitap ortaya koyabilme düşüncesi çok aceleci davranmamamı sağladı. Bu yüzden hazırlık süreci biraz uzundu benim için. Güvendiğim dört yayınevine dosyamı gönderdim. Olumsuz olması durumunda revize ederek yeni bir yol haritası oluştururum diye düşünmüştüm ki gönlümde yeri apayrı olan ve sanırım kitabımı en çok orada görmekten mutluluk duyacağım Everest Yayınları’ndan olumlu dönüş geldi.”
“Ve elbette okumak. Yazmak daha sonraki iş. Okumak ve taşmak. O taşkınlıkla artık parmak uçlarınızın kaşındığını hissetmek. Kaleme o vakit sarılmak. Özellikle tür dışı okumanın da kurgu dünyamızı ne kadar beslediğini es geçmemeli diye düşünüyorum. Şiirler, denemeler, romanlar, araştırma yazıları, makaleler vs. Diğer türleri o dar alanda bize başka pencereler açabilecek metinler olarak görüyor ve önemsiyorum.”
Sezai Karakoç’un “Şehrazat” Başlıklı Şiiri Üzerinde Bazı Dikkatler
Ersin Özarslan, Sezai Karakoç’un “Şehrazat” Başlıklı Şiiri Üzerinde Bazı Dikkatler isimli yazısıyla Edebiyat Ortamı’nda.
“Şehrazat”, şekil bakımından ilk bendi dört, müteakip bentler, biri öncekinden birer mısra fazla olmak üzere, beş ve altı mısralık üç bent hâlinde genişleyen kendine özgü bir yapı endişesi gözetilerek teşkil edilmiştir. Bentlerde mısra sayıları tedricen artış göstermekle beraber mısralar müstakil değil birbirine bağlıdır. Şiirin ilk iki bendi birer cümleden ibarettir. Bu bentlerde, ifade, tek mısrada tamamlanmayıp müteakip mısralarda devam eder ve ancak son mısrada tamamlanır. Bu yapı, klasik Türk şiirinde pek yaygın olmasa da mesnevî tarzındaki manzum tahkiyelerde görülür.
“Bu şiir, taşıdığı Şehrazat adı ve işlediği konu dolayısıyla Bin Bir Gece Masalları’nı hatırlatmakta ve ilham kaynağının Bin Bir Gece Masalları olduğunu düşündürmektedir. «Şehrazat», muhteva itibariyle Bin Bir Gece Masalları’na bağlı olmakla birlikte Bin Bir Gece’nin masal çağını ve havasını terennüm edip orada karar eden bir şiir olduğu söylenemez. Çünkü Sezai Karakoç’un şiiri ve şiirin dili başlangıç devresinde yer yer müphemiyete oturmakla kalmaz daha sonra da bu müphemiyeti bir tavır olarak şuurla devam ettirir. Şiir, adını Bin Bir Gece Masalları’nın kahramanı Şehrazâd’dan almakta ve bu kahramanı da evvelemirde bir mecaz, bir istiare unsuru olarak işlemektedir. Şiir ve şiirin kahramanı Şehrazâd vasıtasıyla şark geleneğindeki masal dünyasının zemininde kadim dünya kadar “Diriliş çağları” başka bir ifadeyle yarınların yani Şehrazâd’ın ihata edebileceği cepheleriyle istikbalin terennüm edildiğini söylemek mümkündür. Bu bakımdan Şehrazâd’ı bir ideal medeniyet unsuru, bir ideal medeniyet remzi olarak değerlendirmek yanlış olmaz.”
Deprem Günlerinde Antakya
Mehmet Taştan, görevli olarak gittiği Antakya’daki deprem izlenimlerini aktarmış yazısında. Olayı yerinde görerek anlatmak elbette farklı bakış açılarını da görmemiz açısından da çok önemli. Bu kez deprem bölgesine bir savcının gözünden bakıyoruz.
“Büyük depremin ardından o bölgeye gönüllü savcılar gönderileceğini öğrenince listeye adımı yazdırdım. Görevlendirmenin yapıldığı günün gece yarısında Antakya’ya vardık. Reyhanlı’da sekiz katlı bir öğrenci yurduna yerleştik. Odada muhtemel bir deprem anında ne yapacağımı düşündüm. Battaniye ile yatağın yanına uzanmaya karar verdim. Böylece kendime hayat üçgeni oluşturacaktım.”
“Telefon trafiği başlamıştı. Depremi duyup bizi arayan yakınlarımızı rahatlatmaya çalışıyorduk. Ama telaş henüz dinmemişti. Az ötede tanımadığım gruptan birinin, “bizim burada ne işimiz var, hadi gidelim” dediğini duydum. Canım sıkıldı. Gayriihtiyari, ‘Çanakkale’ye gidenler dönmeyi hiç düşünmediler.’ dedim. Cevap vermedi. Sustu.”
“Gezerken karşılaştığımız birkaç Antakyalı depremzedeyle konuştuk. Onları, 84 yıl önce diplomasiyle kazanılan şehrin, Suriyeli göçmenlerin ardından gelen depremin tetiklediği iç göç yüzünden kaybedilmesi endişesi sarmıştı. ‘Ağzımdan yel alsın.’ dediğim ağır bir korkuydu bu.”
Bilgeliğin Toplumdaki Rolü
Sadık Türker, bilgelik kavramını ele aldığı yazısında bilgeliğin toplum nezdindeki karşılığı üzerinde duruyor. Bilmek, anlamak, anlamlandırmak toplumun hangi katmanında yer alıyor, toplum nezdinde nedir bilgelik gibi soruların cevabını alıyoruz yazıda.
“Ne hayvanların ne de insanların dünyayla olan iletişimi dolaysızdır. Hayvanlar içgüdüleriyle tanımlanmış bir doğanın içinde yaşarken insan, aklıyla kavramlaştırdığı bir kültür dünyası içinde yaşar. Hatta insanın dünyayla olan etkileşimine aracılık yapan ilkel veya hayvanlardan milyonlarca yıl içerisinde tevarüs edilmiş tasavvurlar bulunduğu düşünebilir.1 Böylece hayvan ile doğa arasında içgüdü aracılığı bulunuyorken, insan ile doğa arasında akıl ve onun yarattığı kültür ve gelenek aracılığı bulunur.”
“Bilgelik görevini üstlenmeyen bireylerin ‘aklını kullanması’ndan söz ederken, onun varolmayan yeni kavramlar ve yargılar üretmesinden ziyade, karşılaştığı bireysel bir sorunun çözümünde gelenekten kazandığı hangi düşünce/tercih/davranış kalıbını kullanmasının doğru olduğuna karar vermesi kastedilir.”
“Her insan, doğası gereği bilmek zorundadır. Özellikle karmaşık bir örgütlenme biçimi olan kültürün bilgilenme ihtiyacı bireyinkinden daha süreklidir. Bundan dolayı her kültür, beslenme, üreme, korunma gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere nasıl kurumlar geliştiriyorsa kendisini devamlı olarak bilgilendirecek insanları yetiştiren bir kurum meydana getirir. Özgün göreviyle bilgelik tıpkı hekimlik, demircilik ve askerlik gibi bir kültürün ihtiyaç ve sorunlarıyla doğrudan orantılı şekilde, yapay değil doğal olarak onda gelişen bir kurumdur. Şaman, kahin, filozof, alim, hakim, bilim adamı, aydın belirli kültürlere, hatta belirli zamanlara özgü olan bilgelik tipleridir.”
Afrika’nın Kara Çağları
Afrika’nın adı ne yazık ki kara bir yazı gibi sömürü ile anılıyor. Yıllarca medeni Avrupa (!) tarafından sömürülen ve köklerinden koparılan Afrika toprakları, öz benliğini yitirerek Avrupalılaştırıldı. Tüm kaynakları ile birlikte benlikler de tarumar edildi. Erdal Noyan Afrika’nın kara çağlarını yazmış.
“Afrikalılar, Batılıların çıkar kavgasının doğurduğu Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda da acılar çektiler. İngiliz, Fransız, İtalyan ordularına asker edilen Mısırlı, Tunuslu, Cezayirli, Faslı, Madagaskarlı, Libyalı, Somalili gençler Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da savaştırıldılar.”
“Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yaşayan insanların yüzde sekseni siyahken, yakın zamana dek beyazların keskin üstünlüğüne dayalı ırkçılık uygulanıyordu. Siyahların ırkçılık karşıtı direnişleri 1994 yılında gerçekleşen genel seçimlerle başarıya ulaştı. Bu uğraşının en ünlü adı uzun yaşamının üçte birini cezaevinde geçiren Nelson Mandela’ydı.”
“Batı uygarlığı bütünün, başlarında akbaba bekleyen Afrikalı çocuklara acımasını beklemek zayıf bir olasılık. Batılı bağımsız sivil toplum örgütleri ve bireylerse kayıtsız kalmamalılar.”
Ev Şehir ve İnsan
Ne yazık ki her depremden sonra; şehir, imar, şehircilik gibi kavramlar bir süreliğine de olsa gündemimizi meşgul ediyor. Aslında asıl meselelerimizden biri bunlar olmalı. İnsanlık tarihinden bu yana hep konuşulagelen şehir, insan, ev gibi kavramlar hayatımızın merkezinde yer alıyor. Kıstas çok net; yaşanabilir ve güvenli şehirlerimiz olmalı. Şaban Kumcu, geniş bir perspektiften bakıyor konuya.
“Tabiat ve inşa edilmiş mimari çevremiz insanlık tarihi boyunca hiçbir zaman bugünkü seviyede kirlenme problemiyle karşılaşmamıştır… Mimari; insanların yaşamasını kolaylaştırmak ve barınma, eğlenme, dinlenme, çalışma gibi eylemlerini sürdürebilmelerini sağlamak için mekanlar düzenleme sanatı, yapı sanatıdır. Ne yaparsak yapalım kendisinden kaçamadığımız bir sanattır. Şehri oluşturan yapılar fiziki aleme ait kanunların icaplarına göre oluşur. Bu icaplara göre düzenlenmemiş herhangi bir yapının var olma şansı yoktur. Varlığın bütün alanlarını kapsayan ve hayatın getirdiği problemlerle sürekli girift ilişkiler içinde olan mimari; maddi, biyo-sosyal, psikolojik ve ruhi-akli varlık düzeylerinde geliştirilir.”
“Japonya’da genç insan, üniversitede fizik, kimya, geometri, matematik, sanat tarihi, sanat felsefesi gibi derslerin hepsini okuyup sertifikalarını almış olarak “Mimarlık Araştırma Enstitüsü” dedikleri yere müracaat eder. Burası genellikle seçkin bir mimarın atölyesidir. Zaten tüm mimarlık proje atölyelerinin adı, “Mimarlık Araştırma Enstitüsü” dür. Bunlar içinde talebe yetiştirecek olanlar ayrıca uzmanlaşmıştır. Genç mimar, orada hocanın yanında iş üzerinde çalışmaya başlar. Üç veya beş sene sonra belli bir noktaya geldiğinde hoca; “artık kendi başına iş yapabilirsin” dediğinde, dışarıda tek başına iş yapma imkanına sahip olur.”
Ekonomik, sosyal ve kültürel faaliyetlerin mekâna yansıması ve mekânı biçimlendirme süreci olarak tanımlanan “kentleşme” ile yalnızlaşan insanların en özel alanları evleri olmuş ve evleriyle olan ilişkileri artmıştır. Dolayısıyla ev ile evde yaşayanların etkileşimi ve birbirlerini dönüştürmeleri söz konusu olmuştur. İnsan ile bu derece ilişkili bir yapı olması sebebiyle evin, üretildiği çağın kültürünü taşımada ve bu kültürü gelecek nesillere aktarmada ana unsur olduğunu söyleyebiliriz. Miller; “evi toplumun kalbi olarak görür.”
Edebiyat Ortamı’ndan Öyküler
Esra Öztürk – Fikret Beni Neden Sevmedi?
Hava kurşun gibi ağır. Gök kurşuni kül rengi, hava soğuk değil ama bunaltıyor insanın içini, karartıyor belki de kim bilir, küllerimizi deşeliyor. Deşelenen küller yeniden tutuşuyor. Yine yürümeye çıktım akşamüstü, yine bu lisenin önünden geçiyorum. Bitmesi için dualar ettiğim, sızlanarak geldiğim, her gün çıkış saatini sabırsızlıkla beklediğim bu okulun önünde. Önce durdum biraz, kokusunu duydum anılarımın. Bir daha bu okula asla öğrenci olarak giremeyeceğimi fark ettim, gidip bir sıraya otursam orada iğreti duracağımı, kimsenin bana öğrenciymişim gibi bakmayacağını da. Sonra yürüdüm, uzaktan baktım öğrencilere, öğrenciler hâlâ biz gibi öğrenci. Hiç değişmeyen tek şey belki de formalardı bu okulda, hoş onun da rengi değişmiş ya.
“Seni baban sevmemiş elin oğlu neden sevsin? Senin ellerin bile çirkin. Yüzün kara, çirkinsin çirkin. Şişko, aptal, koca burun. Dalga geçtim içimden kendimle. Oturdum odamdaki aynanın karşısına. Ne kadar kötü yanım varsa hepsini söyledim. Hep babama gitti konuların ucu. Bir kere okşamadığı saçlarımı kestim. Ağlayarak yaptım bunu. Değişim başladı bende. Sahi babasız kızlar balosuna kim katılabilirdi. Babasız kızlar balosu kurmak istedim. Babasız kızlar güzelse de çirkindir. Bu birinci kural. İkincisi sevilmemek. Köpek gibi aç olacaksınız sevgiye ve ilgiye. Üç; kolun kanadın kırık olacak. Tamam oldu, hepsi var. Kısa saçlı, çirkin kızlar katılsın baloya. Açın Baba Zula’dan o şarkıyı da. Balo başladı. Kahkahalarla geçecek bu balo bakın. Öyle kahkahalar ki gözyaşlarıyla bitecek. Son kural buydu.”
Ahmet Ergin – Anahtar
“Kahveye gitmek için kalktı. Akşam sekize biletiniz var baba, diye hatırlattı oğlu. Bir anda neden bahsettiğini anlamadı İrfan. Kızının doğumu için hanımıyla Bursa’ ya gideceklerdi. Bu habere canı sıkılır gibi oldu. Kuru ve memnuniyetsiz bir sesle tamam diyerek çıktı.”
“İrfan dükkâna girince oğlu yemeğe çıktı. Geç kalma, diye seslendi oğlunun arkasından. Her gün namazdan sonra okuduğu Kur’an’ını okuyamadı. Gelen birkaç müşteriyle isteksizce ilgilendi. Dükkân komşusunun çay teklifini geri çevirdi. Dükkâna sığmadı adeta. Abdestini yenileyip dükkânın içinde döndü durdu oğlu gelene kadar. İkindi ezanı okunurken oğlu nefes nefese çıkageldi. Hiçbir şey söylemeden dükkândan çıktı. Dalgın ve düşünceli bir hâlde çarşıyı geçti. Camiye vardığında cemaat namaza başlamıştı.”
“Elindeki anahtarı gösterdi. Uzundere’ de bulduğundan, buraya gelince şansını denediğinden, arabanın açıldığından bahsetti utanarak. Kadının yüzü ışıldadı, minnetle İrfan’ a baktı. Bir eliyle anahtarı alırken diğer elini teşekkür etmek için uzattı. İrfan yüzünü yerden kaldırıp kadına bakınca dün akşam saatlerinde kendisinden alışveriş yapan hanım efendiyi hatırladı.”
Nuray Alper – Sarsıntının Empatisi
“Uykuyla uyanıklık arası bir azap aralığı… Üzerimize yükünü bırakan ağırlığa eşlik eden karanlık ve o karanlıktan sızan ince, buğulu bir ışık… Gözlerimizin nemi ışığın solgunluğuyla besleniyor. Uzaktan mı yakından mı geldiği belli olmayan seslerin cılız haykırışı… Çığlıklar, uğultular, baş zonklaması. Eşyanın ağırlığı altında kalan, inleyen, kâbus-gerçeklik döngüsünde uykuda olmak için dua eden bilinç hâli… Keskin bir koku… Mürekkep? Değil… Asfalt? Değil… Ağza, burun ve kulak deliklerine, gözlere dolan kum yığınları arasında bulunup tanınan bir kan kokusu; şakaklardan, ellerden, his yetisini yitirmeye başlayan ayaklardan, yüzün ince yarıklarından sızan, sızdıkça sıcaklığı duyulan kanın kokusu… Yükseltilme çabasındaki ses perdesi. Sesimiz ulaşıyor mu bilmem; “Neredesiniz?” Duyan yok… Anlara eklenen, eklendikçe asır olan dakikalar, saatler, günler arasında kararan kabir provası. Kelimenin tam anlamıyla “ölmeden ölmek” bunun adı. Korkulu bir ümitle bekleyen, ne olduğu bekledikçe idrake açılabilen acizlik sancısı…”
“Bir Şubat ayazının gönüllere düşürdüğü yangında içimi derin bir dikkatle okuyorum. İçim yorgun, içim solgun ama diri bir umudun tutuşturduğu meşaleyi elinde tutuyor yine de. Neyse ki enkaz altından kurtarılan kelimelerimiz var hâlen. Susmamış, omzumuza yaslanan teselliye adanmış… Kâğıtlarımız var ey canım, kalemlerimiz, kâğıda düşen mürekkep lekelerimiz…”
Fatma Nur Uysal Pınar – Yalpalayan
“Bir iftira sonucu adam yıllarca hapis yattı. İçerde yirmi yıldan sonrasını saymadı. Çıktığında kendiyle yeniden tanıştı. İlk sigarasını yakarken acemice öksürdü, içerisi değil dışarısı dumanlı, diye düşündü.”
Sıddıka Zeynep Bozkuş – Kabristanda Beştaş
“Şairsindir. İş dönüşü her zamanki güzergahından evine gidiyorsundur. Sen, mezarlığı ikiye bölen caddenin sağından, çınar gölgeleri boyunca, dalgın dalgın yürürken, ayak ucunda bir his, bir takırtı peydah olur. Acemi bir karganın cevizidir takırdayan. Hay aksi deyip güler, bir tekme savurursun hiç düşünmeden. Trafik lambaları yayalar için sarıyı göstermektedir o an. Sarışın yüzünü al basar, çillerin belirginleşir. Çünkü bir kuşun rızkını tekmelemişsindir ve kırmızı ışık boyunca tekerlekler altında yuvarlanan cevizin sancısını, onun kara gözlerinden izlersin. Ya sen karga olsaydın da o şair doğsaydı, şair olacağına karga olsaydın ya!”
“Otomobillerin arasına dalıyorsun hiç düşünmeden. Orhan Veli’de nerden esiyor aklına? Eğiliyorsun tekerleklere doğru. İstanbul’u dinliyorsun. Adamın biri camı açıp küfrediyor sana doğru. Minibüsçü, sabırsız kornasına basıp duruyor, küçük bir kızın eli babasının verdiği bozukluğu uzatıyor sana doğru. Asfaltta, tekerleklerin arasından üç otomobil öteyi görüyorsun birden. Elini siper ediyorsun güneşe, eğilip … dinliyorsun. Korna sesleri çoğalıyor o sıra. Küfürler, laf atmalar, bağırıp çağırmalar… Bir şey düşüyor elinden bir ceviz olmalı. Şair olacağına…”
Edebiyat Ortamı’ndan Şiirler
Pırıl pırıl ayetti gökyüzü
“Şehrin bir ucundan bir adam koşarak geldi”
Elçiler bir ayeti ucundan tutarak şehrin üstüne gerdiler
Şehrin bir ucu diğer ucuyla birleşti
Silgisini çıkardı, bütün mahalleleri ve sokakları sildi
Tüm harfleri silinmiş bir alfabeyi okumaya çalışıyorlardı
Hüküm,
Yedi ciltlik harfsiz alfabeydi, yedi cilt yedi celâl
Şehrin ucundaki adam koltuğunda bir Yâsin’le çıkageldi
Açtı ve okudu
“Bana ne oluyor ki…” dedi
Gök giderek kızardı
Dilsiz konuşan ne varsa konuşuyordu Habib’in Kitabında
Sesler şehrin üstüne serpiştiriliyordu
Kafasını damlasından çıkarmaya korkan bir yağmur
Şehrin gözlerinde kurudu
İmanımı taşlıyorlar dedi Habib
Silgisini çıkardı ve dünyayı sildi
Erdal Çakır
İşte
Sonunda yer sarsılır
İşte sonunda perdeler kapanır, kar yağmaya başlar
Nasıl olduysa tahta bir bavul o son istasyonda kibir trende unutulur
İşte
Sonunda toprakta yarılır
İşte ağaçlar sanki ilk günkü gibi bahara hazırlanır, cemrelerle tomurcuklar patlar
Odadaki salondaki mutfaktaki o tozlar o irili ufaklı kırıntılar, ağıtlarla yaslarla güneye öylece savrulur
Davut Güner
uzak duramaz altına sığınılan meşe ağacı
düz tarladaki koru da uzak duramaz
kışlık çalı bastırmak için çıkılan büyük meşe
ne dallarının yumuşaklığıyla maruf ıhlamur ağacı
ne kayın ne de gürgen
yapraklarıyla toprağı örterler hani
yılanları ürküten fındık dalları
ne dişbudak
geçerken yol kenarında görülen köknar
meşe palamutlarıyla dalları eğilmiş
kuş lastiği çatalı yapılan pırnal da dâhil buna
Ali Sali
Öğretseydi babam gökyüzüne
Büyük sorular sormayı
Belki şaşırtmazdı beni matematikte her sayı
Belki uzun sürmezdi uzaklara bakarak
Bir kumru gibi iç çekişlerim
Belki yeniden ölmezdi babam
Her pazartesi sabahı
Belki melekler bu kadar uzun
Ağlamazdı yanımda
Belki babamı andığı her pazartesi
Bulmazdı beni annemin güneşi soğutan çığlığı
Belki bu kadar hüzünlü olmazdı
Gökyüzüne şarkı söyleyerek bakmak
Mustafa Ruhi Şirin
ayna çatlardı, eve ayakkabısız dönerken
veinsan, kendinden aşağı atlamaya meyilliydi
içerisinden duyulmayan bir sestibu, bağırırken bile
meselaböbreği işitemiyordu, gök konuşulunca
pencereye değenyağmuru, düşen yıldırımı, ahı
vekıyamet kopunca dirilecekler
Kadir Tepe
Bir gün bana duvarları gösterdiler korktuğumda dağ filizlerine bakardı çocuklar.
Sahibi olmayan zamandan kaçardı güz böcekleri
Böyle büyüttüler anneler umut sonrası ninniler
Sinemalarda gong sesleri hikâye kırıntıları da yoktu hamalların sırtında
Aşk ekmek ile bölünür bir ay döngüsü değildi iman tahtında
Demsiz çay bardaklarını suyla kandıran dinginlik baştan çıkardı miskinliği
1950 yaz sonu değildi hâlbuki öyle kasketler yoktu akşamın başında
Kuşlar ve rüzgârları aldığımda gözüme
İskarpinleri ses ile cilveleşirdi denize düşerdi sonrasında endamları
Dumanın küstahlığı acıtırken ateşi meşelerin közü kalbimi kuruturdu sadece
İhtiyarların secdesi ölüm ile cebelleşirdi sadece gazete başlıklarında
Ecnebi kumaşından tayyör giyerdi sadece okumuş memur kızlar
Serkan Şafak
Ayasofya, Sayı: 29
“Önce Ayasofya Şimdi Kudüs” diyerek yoluna devam ediyor Ayasofya dergisi. Duruşu ve sözü net bir dergi Ayasofya. Genç ve taze duruşu derginin her köşesinde hissediliyor.
Recep Terler’in Giriş Yazısından
“Yeniden biz olmanın yollarını aramaya koyulduk. Müslüman halklar ve halk önderlerinde bir hareketlilik var. Yeni yüzyıl Müslümanların hareketlenmesi ve gelişmesiyle geçecek görünüyor. Bilim, teknoloji ve güç elbette ki bizi bir yere getirecektir fakat gerçek kurtuluş kültürle kazanılacaktır. Bu Doğu Türkistan’dan Filistin’e, Irak’tan Suriye’ye, Arakan’dan Afganistan’a tüm coğrafyalarımız için geçerlidir. Müslümanların ekonomi, göç, eğitim ve kültür meselelerine daha fazla eğilmesini ve bu alanlarda saha çalışmalarının artmasını arzu ediyoruz.”
Bir İnsanı Tanımanın Kısa Yolu
Melinda Gülsüm Esen, bir insanı tanımanın yollarını astroloji eksenli anlatıyor. Tanımak, anlamak, anlamlandırmak, hayata dahil etmek… Tüm bunların yanında astrolojinin etkisi nereye düşmekte? Cevabı Esen’in yazısında.
“Bir insanı tanımak istediğimizde minimum hata oranı için astrolojiye başvurmamıza gerek yok. Dahası imajımızı betimlerken başvurduğumuz semboller, okumayı tercih ettiğimiz kitaplar, izlediğimiz filmler bizi onu seçmeye razı eden kitlesel kültürün akıntısına kapılarak aldığımız kararlar olabilir. Biz eğer bir insanı tanımak istiyorsak hayallerini sormalıyız, çünkü dünyanın geri kalanından insana çok az yer kalır ve hayaller çoğunlukla daha az erişilebilir olandır. Eğer, bir insanı yakından tanımak istiyorsak, umutlarına destek aldığı o dayanağı sormalıyız çünkü bir insanın kendi yolunda nasıl ve hangi güçle mücadele ettiği, onu tanımanın gerçeğe en yakın ve en kestirme yoludur. Ancak, astroloji değil.”
Ayasofya Kubbesini Görme Tarihimiz
D. Mehmet Doğan, Ayasofya’yı anlatıyor yazısında. Tarihiyle, değeriyle, açılışı, kapanışı, müze oluşu, tekrar cami olarak açılışı gibi süreçleri tarihi gerçeklikler ışığında veriyor Doğan. Biliyoruz ki Ayasofya sadece bir ibadethane değildir. Bu kutsal mekân aynı zamanda İstanbul’un kalbi ve fethin sembolüdür.
“1934’te Ayasofya’nın camilikten çıkarılması, İstanbul’un fethettiğimiz için Hristiyan dünyasından özür dileme olarak yorumlanabilir! Sevr’deki mutabakata uyum geç de olsa sağlanmıştır!”
“O yıllarda Osman Yüksel Serdengeçti, Necip Fazıl ve Nureddin Topçu gibi isimler Ayasofya’nın asli kimliğine dönmesi yönünde fikirlerini ortaya koyarlar. Bu öyle bir konudur ki Osman Yüksel’in Ayasofya yazısı veya şiiri mahkemelik olur, yazar için savcı idam talep eder! Bu Türkiye’de hukukun ideoloji tarafından nasıl körleştirildiğini apaçık ortaya koyar.”
“Fethin kahramanı Genç Fatih, 29 Mayıs Salı günü öğleye doğru Topkapı’dan içeri girdikten sonra doğruca Ayasofya’ya gitmişti. Burada atından inen genç Sultan, binayı gezdikten sonra mihraba çıkıp dua etmiş ve şükran hissiyle secdeye kapanmıştı. Mabedi terk ederken avluda mermerleri sökmeye çalışan bir yeniçeriye şiddetle engel olmuş ve binanın camiye çevrilmesini emretmişti.”
Dış tepkiler Türkiye’nin tam hükümranlığı konusundaki eski kanaatin yansımasıdır. İç tepkiler ise, batı yalakalığının tezahürüdür ve zihnimizin nasıl saldırılar altında kaldığının, teşevvüşe uğradığının göstergesidir.
Dosya: Kültürel Emperyalizm ve İslam Toplumlarının Kültürel Etkileşimi
Dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
Hacer Yeğin- Kuşatıcı Bir Mimarlik Telakkisinde Türk Üslubu
“Bilindiği üzere son iki asırdır kültürel açıdan tamamiyle Batı âleminin tesiri altına giren İslâm ülkelerinde bağımsız düşünce, sanat ve mimarlık arayışları neredeyse durma noktasındadır. İslâm dünyası, siyasi bunalımların yanı sıra belki de insanlık tarihinde benzeri görülmemiş dramatik bir kültürel tahribata uğramıştır. Türkiye de bundan nasibini alarak kendi kültürel tecrübesini sürdürmeye muvaffak olamadı ve tarihi sürekliliğini sekteye uğratarak ecnebi formların taklitlerinden öteye gitmeyen bir yabancılaşmanın içine düştü. Batı kültürleri ise 19. yüzyılın ikinci yarısından beri pragmatizmin, teknoloji fetişizminin ve ampirik felsefenin tahakkümü altındaki sorunlarının yol açtığı tıkanıklıkla mücadele ediyor. Dolayısıyla artık Türk-İslâm mimarisinin üslup sorunlarının, Batı kültür temellerinden hareket edilerek anlaşılması mümkün değildir.”
Fikri Akyüz- “Terbiyesiz” Yazı! – Terbiyesiz Yazı
Maarif diyoruz ama müfredatı belirleyen kurumlardan biri olan Talim ve Terbiye Kurulu’nun isminde niye “terbiye” kelimesi var, anlamakta zorluk çekiyorum. Zira maarif, irfan, arif nasıl ki aynı kökten geliyorsa ilim, alim, muallim sözcükleri de aynı kökün ürünü. Keza ders, dershane, müderris, tedrisat kelimelerinin kökeni de aynı. Fakat “terbiye” deyince akla ders veren anlamında müderris değil, bir nev’i dadı anlamındaki “mürebbiye” sözcüğü geliyor. Dolayısıyla “terbiyesizlik” olarak telakki etmezseniz zannım odur ki Milli Eğitim öğretmenleri muallimdir, müderristir ama mürebbiye değildir.
Gökhan Gökçek – Türkistan’daki İşgal Hareketine Karşı Zafer Kültürle Kazanılır
“Gaspıralı’nın ortaya attığı fikirlerden hareketle Türk halkları arasında Ceditçilik -fikri ve kültürel akımı- ortaya çıkar. Yine Basmacılık fikriyatı da bir bağımsızlık hareketine dönüşür. 30 yılı aşacak olan bu hürriyet ateşi 1950’ye gelindiğinde aralarında şair, yazar, din aliminin de bulunduğu en az 1 milyon insanın ölümüyle sonuçlanır. Pek çok Türk halkı sürgün edilerek nüfus üstünlüğü yok edilirken kültür merkezlerinde uygulanan sert yaptırımlar, kültürel güçlenmedeki ivmeyi de düşürür. Korkut Ata, Manas ve Goroğlu/Köroğlu gibi destanlar yasaklanır. Ömer İpçi, Cafer Gaffar, Abdullah Latifzade İlyas Tarhan, Bekir Sıdkı Çobanzade, Şevki Bektöre, Sabri Ayvazov gibi aydınlar ya kurşuna dizilir ya da sürgüne gönderilir. Muhammed Said Ahrari, Münevver Karı, Gulam Zaferi, Osman Nasır, Gazi Alim, Atacan Haşim, Abdılhekim Gulmuhammedov, Oraz Vepayev, Oraz Taçnazarov, Şemseddin İmameddinoğlu Kerimi gibi pek çok yazar, düşünür ilim insanı da sürgün veya idam gibi sonlardan kaçamazlar. Abdülkadir İnan ve Ahmet Zeki Velidi Togan gibi isimler de Sovyet baskınından kurtulup Türkiye’ye iltica ederek hem hayatlarını kurtarmışlar hem de kültürel-bilimsel çalışmalara ağırlık vererek Türk halkları ile Türkiye arasındaki gönül köprüsünü eserleriyle çok daha sağlam hale getirmişlerdir.”
Selçuk Küpçük – Türkiye’de Müzik ve Emperyalizm Meselesine Dair Verili Algıları Yeniden Gözden Geçirmek
“Cumhuriyet’in Müzik Devrimi de doğal olarak uzun yıllar şimdi tartıştığımız meseleler ekseninde yorumlanmaya değer bir pratik. Geleneğin ses evrenini korumaya çalışan isim ve sivil kurumlar -“sivil” diyorum çünkü artık belli bir tarihten sonra resmi bir kurum kalmadı geleneği koruyan- doğal olarak bir tehdit biçiminde algıladıkları durum karşısında içe kapanarak kendilerini koruma altına almayı yeğlediler. Tabii bu içe kapanma bir tarafı ile güvenli bir alan sağlarken bir yanı ile de bu müzik birikiminin dışarıda akıp gitmekte olan hayata sirayet edememesini, toplumun ve bireyin gelişen, değişen yeni formunu kavrayamamasına sebep oldu. Orhan Gencebay’ın 1960’ların sonundaki tarihsel-teknik müdahalesi bu açıdan önemlidir.”
Taha Kılınç ile Söyleşi
Dosya kapsamında Recep Terler, Taha Kılınç ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Kültürel birliğin toplumları birleştirmedeki rolü, kültürel iletişimin toplumlar üzerindeki etkisi, kültür ve İslam coğrafyası gibi birçok onu işleniyor söyleşide.
“Her alanda olduğu gibi, en yakından ve gücümüzün yettiği sahadan başlamak ilk vazifemiz. Kolaydan zora doğru ilerlemek gibi, problemleri çöze çöze gideceğiz. Üstümüze vazife olmayan, üstelik ortadan kaldırma imkânımız da bulunmayan meselelerle vakit öldürmemek gerekiyor.”
“Ben “İslâm Birliği”nin öncelikle zihinlerde bir kardeşlik ve işbirliği tasavvuru şeklinde somutlaşması gerektiği kanaatindeyim. İşte bahsettiğiniz kültürel etkileşim, bu noktada hayatî bir işleve sahip. Birbirimizden haberdar olmadan, aramızda sevgi ve dayanışmanın oluşması da imkânsız.”
“Ayasofya, bulunduğu şehri ve ait olduğu medeniyeti aşan bir semboldür. Biz yeterince idrak edemiyor olsak da, özellikle gözü İstanbul’da olan bazı çevrelerin zihninde canlanan şey, bize Ayasofya’nın kültürel emperyalizm noktasında nerde durduğunu / durması gerektiğini gösterecektir. Ayasofya’yı elinin altında tutmak, dünyaya “Ben de bir alternatif olarak sahnede varım!” demektir.”
Türk Şiirinin Kendini Koruma Biçimi
Harun Yakarer; Sezai Karakoç, Necip Fazıl, İsmet Özel örneklerinden yola çıkarak Türk şiirini ele almış. Şiirin bir duruş olduğuna dikkat çekiliyor yazıda. Poetik duruşun politik duruşa etkisi de denebilir buna.
“Devrim ve dirilişi birbirinden ayıracak olan şey yıkım ve yapım ameliyeleridir. Devrim, mevcut düzeni yıkmaya yönelik bir tutumdur. Sıfırdan yapım için gereklidir. Fakat merkezine kendisini alan bir kültürel kimlik için binayı asli hüviyetine çevirmek bir diriliş olacaktır. Böyle baktığımızda yalnız Sezai Karakoç sistemli bir şekilde düşünce ortaya koyabilmiştir. Her ne olursa olsun, mücadelelerini nasıl adlandırırlarsa adlandırsınlar, bu üç şairimiz bizi savunmuşlardır. Yunus Emre’nin, Mehmet Akif’in yaptığı gibi en zor zamanda sözün ağır yükünü yüklenerek konuşmuşlar, yazmışlar, aksiyon almışlardır. Türk şiirinin kendini koruma biçimini, direnişini ve dirilişini ortaya koyarak hem kendi alınlarını hem de şiirimizin alnını ak etmişlerdir.”
Kitle İletişimi ve Filistin Gündemi
Sosyal medyanın kirli yüzünü her gün yaşanan karalama ve karartma yayınlarıyla görüyoruz. Dünyanın her yerinde durum aynı. Özellikle zulümle abad olmak isteyenlerin sarıldığı kirli oyunların en sağlam zeminini kitle iletişim araçları oluşturuyor. Ahmet Faruk Asa, Filistin gündemini çarpıtan İsrail’i kitle iletişimde yaptıkları karalama kampanyaları üzerinden ele almış.
“İşgalin kapsamının yıllar içerisinde değişmesi gibi, mukavemet kapsamında da bazı değişiklikler söz konusu olmuştur. Filistinliler geçmiş yıllarda hem İsrail ile hem de bilgi dezenformasyonu ile mücadele ediyorlardı. İsrail, daha önceki saldırıları sırasında ve akabinde medya kanallarını yerel ve küresel düzeyde kullanarak, bir sansür mekanizması oluşturuyordu, ancak artık bu durum aşıldı ve dünya kamuoyu, İsrail’in saldırılarından aracısız şekilde doğrudan haberdar oldu.”
“Batı medyasının İsrail’e verdiği medya gücü etkisini yitiriyor. Filistin bölgesinde yaşananları aktarırken İsrail’in varlığına meşruiyet kazandırmak için seçici ve çıkarcı bakış açısına sahip olan Batı medyası, bugün tam da merkezinde Filistin’le dayanışma içinde kitleler görmektedir. Çünkü küresel ölçekte etkisi artan, değiştirici ve dönüştürücü gücü olan medya kullanımları, buna müsaade etmemektedir.”
Ayasofya’dan Bir Öykü
Elif Ezgi Bektaş – İhtiyar
“Devlet dairesinde mesai bitmeye yakındı. Dairedekiler çoktan kalemlerini, defterlerini çekmecelerine koymuş; çantalarını toplamaya başlamıştı. Hanım arkadaşlar, akşama ne yemek yapacaklarını konuşarak çıktılar kapıdan. İki genç memur ayaklanmış sohbet ediyordu; biri eve dönüş yolundaki trafiği dert yanıyordu, ötekiyse mahallesindeki fırında oluşacak pide kuyruğundan bahsediyordu, beklemekle dertleri vardı. Abdullah Bey etrafındaki hareketliliğin aksine, odadaki bir kolon veyahut da bir masa gibi durağandı ve kimsenin sorgulamayacağı kadar alışılagelmişti bu vaziyeti.”
“Eski dostu radyoyu kırgınlığını belli ederek kapattı. Cızırtı kesilince sessizlik daha da büyüdü, büyüdü odaya doldu, eve doldu, taştı, ışıklar içindeki şehre doldu. Bir radyonun susmasıyla, kırk yaşındaki adamın yüzüne yalnızlığının gölgesi gibi düştü koca sessizlik. Yüzünü, bilhassa gözlerini taştan duvardan utanmış gibi sakınarak yerinden kalktı. Masasını toplayıp odasına geçti, ibadetini etti, yattı, dışarıdan gelen davul sesi ile uyandı, birkaç yudum su içti, namazını kıldı, yine yastığına başını koydu ama bu sefer uyuyamadı. Gün aydı, yüzünü yıkadı, dışarıdan gelen araba sesleri işe gitme saatinin yaklaştığının habercisiydi. Takım elbisesini çekti üstüne, kunduralarını giyinip yola koyuldu.”
“Yıllardır karnı hiç doymamış gibi iştahla yemeye başladı. Daha komik şeyler duymamış gibi güldü iki çocuğun şakalaşmalarına. Kulağı ihtiyar radyosunu aramadı, çatal bıçak sesleri birbirine karıştı ve eli cebindeki saatine hiç gitmedi.”
Ayasofya’dan Şiirler
Dünya korkunç değil, eski bir abaküs patlar beni içinden say
Korkunç değil, göğsünü sıkıştırarak yüzünü mimleyen nefis
Divana kalır diye kanayan dudaklarını ölümlü bezirgânlara sor
Düşündüğün gibi değil, düşündüğün nar-ı ateşte bir ebedi şarkı
Düşündüğün gibi değil, üşüyen eller, paramparça, aşklar ve köpekler
Düşündüklerin üzgünlükten muaf olmanın yolları enter
Güven Adıgüzel
Çocuklar avluda iğde yiyor
yılın bu vakti insan aniden ihtiyarlıyor
tüketerek kana karışmamış hevesleri
karakterlere roller düşlüyorum hayatımda
istiyorum ki, kimse yadırgamasın yerini
yıkamak istiyorum ellerimdeki çamuru
çitilemek, alnımın geçmeyen kirlerini
çeşmeden akan su bana benziyor
aşarak tüm sokaklarını şehrin
varıyorum kendime, ne temizim ne kirli
aziz saymıyor şehirliler beni.
Seyyid Ensar
Bir evin sigortası attığında duyduğumuz şüphe
Kurdeleyi keserken kurdelenin ucundaki makas
Herkesi tedirgin edecek kadar kısadır yaşadığımız hayat
Dudaklarını kesecek kadar keskin bir yüzü var suratınıza değdiğinde
Kaygan fakat tumturaklı bir zemin
Dikkat diye yazılı oysa levhada hepimizin bildiği yasa
Henüz kaldırmadan hepsini ya da önce birini
Sonra diğerini derken evde patlamış bir ampul
Sarı ışık, losyon ve dudaklarımız için yumuşatıcı bir krem
Evin içinde yürüyen herkes için imal ettiğimiz mum ışığı
Tarih gibi yaşıyor içimizde
Aykağan Yüce
Ne zaman ihtiyarlamış bir yüz görsem
Konuşmayı unuturum
Yıkılır duvarlar hiç gürültü etmeden
Anlamsız zincirler çarpar birbirine
Kalbim doğuştan deliktir
Su geçirir naylon muşambalar
Akşamın aralıklı kızıllığında
Nallarını çıkarıp yürür alaca atlar
Ayşe Altıntaş
Çürümüş şenlikten kovulmak en güzelidir hayatın
Uslanmak için yıkılmak gerek
Can tapınaklar yapar yağmur onu meleğe dönüştürür
Gün huzursuzdur sır kalmış dikenler büyür onunla
Her kavim misafirini kendi gibi ağırlar
Savsak zaferler kazanıyorum aklım bir Türkiye
Aynada durmayan tortu sıvazlıyor gözlerimi
Bana susmak yakışıyor
Mehmet Fatih Öz
Butimar, 20. Sayı
Butimar dergisi, 20. sayısında. Kendine özgü duruşuyla çıkışını sürdürüyor dergi. Mevsimler eşliğinde sunuyor içindeki güzellikleri okurlarına. Şiir, hikâye, söyleşi derginin değişmez türleri. Aslında ilk sayılarında daha özgün köşeleri vardı derginin. Ev ödevi mesela. Bu tarz buluşlar dergileri daha kalıcı ve okunur kılıyor. Çok dergi var, bu kesin. Bu kadar derginin arasında farklı bir ses ile kendi yoluna bulmak gerek.
Mehmet Can Doğan ile Söyleşi
Şeyma Subaşı, Mehmet Can Doğan ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Doğan yeni kitabı “Ben Size Çok Geldim” üzerinden bir sohbet gerçekleşmiş. Doğan’ın şiiri kadar şiirsel duruşu da önemlidir. Şiirini poetik bir savunma havasında kuruyor şair. Kendi sesini bulmanın şiire bir yansıması bu.
“Yitmek, kimi zaman bir fark etme biçimi, kimi zaman belirmeye/bulmaya ulaştıran bir fark etme yöntemidir. Yitme durumu veya olgusunu, eksilme duygusu belirginleştirir. Kişinin hayatından fark etmeden çıkanlar, çeşitli ilişkilerle veya ilişkiler içinde hissedildiği an, neyin yitirildiğine ilişkin merak da belirir. İşte, o andan başlayarak bulma çabası devreye girer. Yitik bir nesnenin aranmasındaki çabanın aynısıdır bu da. Ama kişi hayatın içinde oluştukça yitirdikleri, sadece nesneler değildir; ola ki öyle olsun. Nesnelerle kurulan ilişkilerde de onlar, atfedilen değer ve öneme göre başka anlamlar da kazanır.”
“Hayatımın Küçük Işığı”, Edip Cansever’in Mehmet H. Doğan’a yazdığı bir mektubu okurken oluştu. Bu mektubu, ki ben şiir olarak hissettim, kendime yazılmış gibi okuduğumu, yayımlandığı dergideki satır aralarına dizeler yazarken fark ettim. “Sevgili Mehmet,” diye başlıyor mektup; sanki bile diyemeyeceğim, bana sesleniyor işte ve belki, karşılık bekliyor. Bana yönelik her hitaba karşılık veririm. Bu sesi duyduğumda karşılık doğrudan oluştu. Bir armağan, bu şiir; bir sesin, bir duygu durumunun, bir ânın, bir şairin armağanı.
“Ben Size Çok Geldim’deki “Uykulu Limon”u 2006’da yazmıştım; kitaptaki şiirlerin en güngörmüşü. “Uykulu Limon”, bir utanç şiiri. Hemzemin geçitte bir trenin sürükleyip götürdüğü bir kamyonette limon toplamaya giden mevsimlik işçilerden on biri ölmüş, otuzdan fazlası yaralanmıştır. Bu olayı, gazeteden okumuştum. Belli ki çok utanmışım, çalışanlara doğru düzgün koşulların sağlanamamasından. En son deprem felaketi de utanç duygusu uyandırdı bende.”
“Ankara’da bir bilinç edindim. Büyüdüğümüz yerin ve yılların bilinç edinme sürecindeki etkisi yadsınamaz. O yılları özlemiyorum da şimdiki bilincimle o zamanki beni görme isteği duyuyorum böyle sorularla karşılaşınca.”
Oğuz Atay’ın Romanlarında Varoluş ve Bilinç Akışı
Oğuz Atay, popülerliğini yitirmeden edebiyat dünyasındaki varlığını sürdürmeye devam ediyor. Hâlâ çok satanlar listesinde yer alan yazarlardan. Onun bu varlığı, edebiyat dünyamızdaki değişmez yerini de pekiştirmiş oluyor. Farklı bir bakış açıcı, kurguyu postmodern ile gelenek arasında oturmadaki ustalık ve daha fazlası onu okunur ve aranır kılıyor. Özellikle Tutunamayanlar’daki bilinç akışı Atay’ı bugün de büyük yazar olarak saymamız için yeterlidir. Necdet Ömer Özer, Atay’ın romanlarını varoluş ve bilinç akışı çerçevesinde inceleyen yazısı ile Butimar’da.
“Tutanamayanlar romanı Selim Işık’ın zihnindeki gerçekliğin yitirilip artık dünyada tutunmanın manasının kalmadığıyla başlar. Selim Işık’ın intihar etmeden önce her acı çekmektedir.”
“Selim Işık’ın intihar etmesinden sonra çok samimi olmayan arkadaşı Turgut Özben onunla görüşmek isterken intihar ettiğini haber alır. Bu haber onu çok üzer ve derin düşüncelere daldırtır. Üç artı bir evde yaşayan Turgut’a artık ev dar gelir.”
“Bilinç akışı tekniğini Tutunamayanlar’da ve Tehlikeli Oyunlar’da sık sık kullanıldığı görülüyor. Bu teknik daha çok karakterlerin iç dünyasını anlamamızı sağlayan bir tekniktir. Bilinç akışını edebiyatımızda ilk kullanan kişi Recaizade Mahmut Ekrem bu tekniği Araba Sevdası adlı romanında kullanmıştır. O da bu tekniği 1887’de Edouard Dujardin’in Les Lauries sont Coupes’inden almıştır.”
“II. Dünya Savaşı’ndan sonra daha çok etkisini gösteren bu düşünce dünyadaki “ahlaksız”lıktan ve “adaletsiz”likten kaynaklanan, insanların bireyselleşip hayata tutunmaya çalışma veya intihar etmesiyle sonuçlanan bir düşünce akımıdır. Selim Işık, insanların “mış gibi” hallerine dayanamayıp intihar etmesi, Hikmet Benol’un evlilik rutininden sıkılıp boşanınca gecekonduya taşınıp iç dünyasıyla oyunlar kurmaya başlaması sonrası içindekiyle dışarıdaki hayat uyuşamayınca parmaklıklardan düşüp ölmesi ve Turgut Özben’in Tutunamayanlar Ansiklopedisi’ni okuduktan sonra intihar etmeyip her şeyin ona manasız gelmesi bu hususu açan güzel örneklerdendir.”
Gökhan Ergür ile Söyleşi
Derginin diğer bir söyleşisi Gökhan Ergür ile yapılmış. Depreme ve şiire dair düşüncelerini paylaşmış Ergür.
“İnsanın dayanma gücünü aşan çok geniş çaplı bir felaket ile karşı karşıyayız. Bildiğim ve emin olduğum şey şu, bu zor günleri beraber atlatacağız. Belki sonunda mutlu olmayacağız, unutmayacağız ama beraber olacağız, acımızı, üzüntümüzü beraber yaşayacağız. Geride kimseyi bırakmayacağız.”
“Çocukluğumdan başka gidecek yerim kalmadı ve bu uzun zamandır böyle. Güvenli ve güzel günlerin olduğu bir yer benim için çocukluk. Ve ilk şiir kitabımı orada kurmaya çalıştım, iyi hissettiğim yerde. Sanatçıları biraz eşelediğinizde karşılaştığınız ilk şey çocukluk oluyor zaten, bu durum benim için de böyle.”
“Bizler hayatı sosyal medyadan ibaret zannediyoruz ama şu an bu ülkenin asıl sahipleri tarlada, ahırda, fabrikada, bahçede bir memleket büyütüyor, memleket için çalışıyor. O yüce gönüllü insanlar sadece zor zamanlarında öne çıkarlar, canından, malından feda edip üzerlerine düşen ne varsa yapıp geri çekilirler, bu hep böyle olmuştur. Bizde Ömerler, Osmanlar, Ayşeler, Betüller bitmez. Yeri ve zamanı geldiğinde hepimiz onların kim olduğunu bir kez daha göreceğiz. Buna az kaldı.”
“Başarısızlıktan ve mutsuzluktan çıldırasıya korkuyoruz. Hepimiz iyi hissetmek, iyi görünmek, başarılı olmak istiyoruz. Herkes bizden pürüzsüz bir kariyer ve güzellik bekliyor. Fakat bu büyük bir aldatmaca ve boş bir hayaldir. Hayat ancak başarısız oldukça, dibe vurdukça kendini açar bize. Mutsuz oldukça, ağladıkça insan olduğumuzu, kalbimizin başka sokaklarının, şehirlerinin olduğunu keşfederiz.”
Butimar’dan Hikâyeler
Hamza Eren Sarıçam – Yağan Kızıl Kardı
“Aylar sonra ilk kez gökyüzü aman vermişti. Aralanan bulutların arasından sanki ilk kez ışık saçarcasına korkak bir tavırla güneş kendisini gösteriyordu.
Yeri göğü kaplayan bembeyaz karlar güneş ışıkları üzerlerine vurdukça daha da parlıyor. Parladıkça her bir yanı daha da dayanılmaz bir aydınlıkla kaplıyordu. Narin teyze de dışarının parlayan, parlayıp da göz kamaştıran büyüsüne kapılıp önü kardan kapanmış kapısını güç bela araladı.”
“Narin nene ağlayamaya bile mecali kalmamış gözlerinin izin verdiği ölçüde küçük Hakkı için bir heybe hazırladı. Bu sırada vakit kaybetmeden diğerleri gündelik işlerine koyulmuşlardı. Hava hemen karardı burada. Karanlığa kalmamaları gerekiyordu.”
“Dibine oturmuştu ağacın. Belli belirsiz kelimeler dumana karışıp göğe yükseliyordu. Birden kuru ağaç çatırdadı ve yarıldı. Ağacın kurtlanmış gövdesinden de bir sis fışkırdı. Narin nenenin gözlerinden kar beyazı ışıklar çıkıyordu. Dağ titremeye başlamıştı ki kucağına yarılan ağaç gövdesinden kas katı kesilmiş Hakkı düştü.”
Yasemin Bahar -Püskül
“Başımı geriye doğru esnettiğimde, üzerimde salınan çınar ağacının yapraklarının bana gülümsediğini hayal ettim. Nasıl olup da bu maceraya “evet,” dediğimi anlayamıyordum. Görmeyi çok istediğim yerdeydim. İçim içime sığmıyordu. Ne diyeceğimi, neler anlatacağımı, mektubu nasıl olup da vereceğimi bir kez daha tahayyül ettim. Hayalini kursam da, gerçeğini yaşarken düşlerimin yanından bile geçmeyecektim. Hep böyle olurdu. Yaşayabileceğim şeyleri türlü ihtimallerle tekrar tekrar düşünür, her olasılığa vereceğim cevapları hazırlardım. Pat diye başıma geldiğindeyse düşüncelerim uçar gider, öylece kalakalırdım.”
“Gelinim evde kan ter içinde yavrusunu kucağına aldığı sırada, ben de kahvedekilere tatlı dağıtmaya çıktıydım. Evde yalnız kadınlar vardı. İkisini de sağ salim bırakıp, kıvancımı paylaşmaya gittim. Hüseyin, kafası dumanlı şekilde eve gelip, kaşla göz arasında torunumu aldığı gibi daha önce hiç görmediğimiz bir arabaya binip gözden kayboluvermiş. O günden sonra da bir daha haber alamadık. Ne hayırsız oğlandan, ne de torunumdan. Kahvedekilerle lakırdı ederken canhıraş bağırarak çocuklar geliverdiler. Durumu anlatınca nevrim döndü. Eve vardığımda, hanım yakasını bağrını yırtıyor. Gelinim boş gözlerle yerdeki beşiğe bakıyor. Köyde ne kadar adam varsa, toplandık yollara düştük. Kimlere kimlere haberler saldık. Kumara bulaşan körpe delikanlıların ellerine yapıştım. Arabanın plakasını gören olmamış. Elimizdeki tek kanıt arabanın markası ve rengiydi.”
“Hacı Kadir, kenara bıraktığı mektuptaki satırları okudukça yüzündeki çizgiler yer değiştiriyordu. Avuçlarımın arasındaki el yüreğimi yakarken, Hacı Kadir son cümleden sonra başını kaldırdı ve gamzesini belirginleştirerek tebessüm etti. Bakışlarındaki anlam değişime uğramış, zihnimi bulanıklaştırmıştı.”
Mustafa Mete – Yağmur Duası
“Son ders. Nöbetçi öğrenci birazdan gelip sınıf defterini alacak. Defteri doldurmak için masaya oturdum. Cam kenarından bir öğrenci “Hocam bize yağmur duası okur musunuz? dedi. Başımı kaldırıp henüz çiselemeye başlayan yağmuru kısa bir süre seyrettim. Bakışlarımı sınıfa çevirip gözümle hızlıca saydım. İki eksik. Yoklama fişine imzamı atıp defterin arasına koydum.”
“Çaydan bir yudum alırken etrafıma bir baktım epey dergi indirmişim. Masanın üstüne de hatırı sayılır sayı seçmişim. Gelemediğim günlerin acısı dedim. Gülüştük… Çayımı bitirdikten sonra kayıt odasına geçtik. Kütüphane üye kartımı çıkartıp bilgisayar başındaki gence uzattım. Önümdeki dört kitabı bana doğru uzatarak:
– Verdiğiniz listeden bunları bulabildim efendim. Yedi kitapta üyelerimizde gözüküyor. Beş kitap ise burada yok maalesef.”
“Eve geldiğimde sırılsıklam ıslanmıştım. Kapıdan girdiğimi gören oğlum, bana doğru koştu. Aslında adımlarını hızlandırmıştı. Yeni yürümeye başladığı için her adımı farklı bir heyecandı. Eşim “Hoş geldin” diyerek elimdekileri alıp bir kenara koydu. Dizlerim üstüne çökerek oğlumu karşıladım. Ama ıslandığım için sarılmasını da istemiyordum. Fakat o beni dinlemeden boynuma sarıldı. Üzerimi değiştirip kurulandıktan sonra salona geçip seçtiğim kitaplardan birini açtım. Okumaya imkânım olmadı.”
Butimar’dan Şiirler
araladı mavi perdesini
köprünün altında vardar
şekilsiz beyaz bulutları seyre daldı
yüksek yamaçlarında şar dağı
siz açmamış çiçeklerle birlikte
kurutup da içinizdeki umutları
gönderilmemiş mektuplara sakladınız
sığmadı radyolara şarkılar
karıncalandı görüntüsü televizyonların
antenler mutsuz mutluluğu dahi çekemedi
bir türlü
Muhammed Yakupi
mumdan kayıkla açılsan ateş deryasına
yetim ve yalnızlığımı haykıracağım
yarıya indirip kalbimin bayraklarını
sen için bir ömür yas tutacağım
gülmediğindendir karardı göğün yüzü
gömleğin değmeden gözlerimi açmayacağım
bir şiir söyleyeceğim sayısız mısralı
her harfinden yeniden doğacağım.
Mustafa Işık
Senin ellerin hastane koridoru
Çokça üzünç bıraktın kucağıma
Ve için tenha öyle değil mi
Kabristan güzergahı çünkü ellerin
Zeynep Yıldırım
Genzime yapışan hıçkırıklar
Kaybedişin en acı tadı
Enkazdan geçen korkusuz çocuklar
Boğazımı bir bir kesiyor
Büklüm olmuş cansız bedenimde
Konuşmayan dudaklar anlattı ölümü
Göz yaşlarına kenetlenmiş kirpiklerim
Keşke babama kenetlenseydi
Berfin Oğurtan
Şiar, Sayı: 46
46. sayısı ile okurlarının karşısında Şiar dergisi.
Dergiden yapacağım ilk paylaşım Esma Polat’ın yazısından olacak. Divan şairlerinin şiire dair görüşlerini şiir örnekleri eşliğinde anlatmış Polat. Şiirin söz varlığı her dönem edebiyata güç veren bir konumda olmuştur. Hatta bazen edebiyat demek şiire eşdeğer görülmüştür. Özellikle divan edebiyatı, merkezinde şiir olan bir dönemdir. Şairlerin sözlerinden ve şiirlerinden de bunu anlamak mümkün.
“16. asrın büyük şairlerinden Zâtî, “Şiir, gönül ülkesini açan mücevherle süslü bir kılıçtır. İnsanın karakterinin şâhı (yani, karakterin en güçlü tarafı veya şair karakteri) onunla bir belagat ülkesini fetheder. (Hakiki) şiir, çeşitli ve güzel mânâlarla renklenmiş bir gül gibidir.”
“Şiir, güzel bir sevgilidir, (bu güzelin) yüzünün örtüsünü kaldırmam. Şiir, kıymetini bilmeyenlere yüzünü göstermez” diyen Muhibbî ile “Şiir Yusuf gibi yüzüne yazıdan bir peçe tutmuştur, naz ve işvesinin bir sonucu olarak (mânâyı orta yere dökmez) utangaç bir tarzda konuşur” diyen Taşlıcalı Yahya, şiirde mânânın, kıymetli olan her şey gibi, açıkta değil bir örtü altında olması gerektiğini ifade etmişlerdir.
“İnsan Ol Evlat”
Başlığı okuyunca başkasının aklına ne gelir bilmem ama benim aklıma Müslüm Baba geldi.
“Sev bütün insanları say bütün insanları / Kin gütme unut gitsin geçmişte olanları / Dürüst ol insancıl ol düşün öbür dünyayı / Bir karıncayı bile incitme sakın evlat / İnsan ol evlat”
İnsan olarak yaratılanın insan olarak kalma mücadelesidir insan olmak. Yani eşrefi mahlukatın sırrına erme mücadelesi ya da bunun hakkını vermek için girişilen bir savaştır yaşamak.
Yunus Laçin, insan olma sınıfını hakkıyla taşıma üzerine yazmış.
“İnsan ismiyle müsemma: ‘Âdem.’ ‘O manayı bul da bul!’ diyor üstat Necip Fazıl Kısakürek. Hem yaratılan ilk varlık, ilk insan; hem bir hiç, hiçlik, yokluk demek Âdem. İnsan, “Ben kimim, neden geldim bu dünyaya, bu dünyadaki sorumluluklarım ne, yoktan var olmadığıma göre varlığım da baki midir, diğer canlılardan farklı olarak yaratılmamın karşılığı nedir, mal ve mülkün hikmeti nedir, rızıklandırıldığım nimetlerin bedeli nedir?” gibi sorularla yaratılış hikmetini idrak edip anlamını bulmalıdır.”
“İnsan büyüyen, gelişen, değişen, dönüşen, yükselip alçalabilen bir yaratıdır. İnsan su ile toprağın ruh işlenmiş, ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Latif bir yaratıdır, harika bir donatıdır. Akılla şereflendirilen, gönülle ziynetlendirilen, vicdanla ve izanla mihenge vurulan ulvi bir varlıktır. Hayâ ve iffet yüklenen, sevgi ve aşkla demlenen canlıdır.”
“İnsan, ekseriyetle var olmak için çırpınan ve ölmek için yaşayan bir varlık. Bir çiçek veya bir kelebek öleceğini bilmeden kendisine verilen görevi nefesi yettiğince yapıyor. Oysa insanoğlu öleceğini bilir fakat yine de sorumlulukları konusunda nisyandadır. İnsandan başka biriktirme hastalığına yakalanan başka bir canlı yok.”
İlk Eserler Söyleşisinde Zübeyde Andıç Var
Kuddusi Demir, ilk eserler söyleşisinde bu sayı Zübeyde Andıç ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
“Taşra dediğimiz şey nedir? Kime göre taşradır? Evvela buna bakmak lazım. Eğer esas olan insansa ve insana ait türlü hallerse merkez orasıdır. İnsanın gerçeğinden uzaklaşılmışsa o zaman taşrayı yeniden konumlandırma gereği doğar ve kitapta okuduklarımızı farklı değerlendirmek durumunda kalabiliriz diye düşünüyorum.”
“Anlatılan esas hikâye sayısı sınırlıdır. Her yazar, bu hikâyeleri kendi gerçeğiyle yorumlayıp yeniden kurar ve anlatır. Böyle olunca da ortaya yeni öyküler çıkar. Yalnız burada önemli olan o bildik hikâyenin nasıl anlatıldığıdır. Yazar, yazdığı yeni metinle ona yeni bir ses, yeni bir renk katabilmiş midir? Altı çizilmesi gereken nokta burasıdır.”
“Yazmak kimi zaman gerçekten kaçışın adresi kimi zaman da bilinen tüm gerçeklerden sıyrılıp kendince bir dünya yaratma yeri olduğu için gerçeğin kendisi yerine temsilini tercih ediyorum.”
“Muhabbetin en güzeli, insanların en güzel seveni, en güzel kazananı, en güzel kaybedeni, en güzel kavuşanı, en güzel ayrılanı, en çok hasretlik çekeni oradadır.”
Şiar’dan Öyküler
Recep Çelik – Beklemek Mevsimi
“Ben, bildiği her ne varsa beklemekten öğrenenim. Hayatım beklemekten benim, ben beklemenin emzirdiği çocuğum. İlkin anamın ölüsünü bekledim, dokuz yaşında. Bütün bekleyişlerim bu beklemenin bir süreğidir, kayda geçilsin. Ondan gayrı bir duvarın dibinde, bir ağacın gölgesinde, bir ormanın duldasında, bir gecenin ay aydınlığında, bir kapının eşiğinde hep bekledim.”
“Bir ölünün yanında nefes alarak beklemek suçtur, günahtır. Tamam, suç ya da günah olmasa da ayıptır, saygısızlıktır. Her an biraz daha soğuyan bir ölünün başında beklemek teninizden ziyade ruhunuzu üşütür. Ruhunuz üşüdüğünde ise güneş bir el uzatımlık yakınınızda olsa da ısınmaz etiniz.”
“Nice vakit bekledim bilmem, beklemekten emen çocuklar bilir, beklenen vaktin saniyeleri etinizi kanata kanata yemekten büyük keyif alan koca birer bittir ve o koca bitler geçen her saniye daha kocalaşır. Babam açtı kapıyı, Hoca Efendi’ye yol verdi. Hoca Efendi’nin ılık elleri başımı okşadı, öksüzlerin başı okşanır böyle efendim, sevaptır. Beklemek o an bitti, beklemek mevsiminin yüreğimi saran buzlarının çözülmesi ise hiç başlamadı. Anam öleli yüreğim buzdan bir ülkedir benim.”
Ramazan Kayaoğlu- Allah’ım Ne Olur Bugün Ölmeyeyim
“Perdeyi korkarak biraz araladım. Karga sesinin geldiği yeri tam olarak tespit etmeye çalıştım. Bahçemizde çok sayıda ağaç olduğu için bu iş hiç kolay olmadı. Tam vazgeçecekken komşumuzun bahçesiyle bizim bahçeyi birbirinden ayıran duvarın hemen yanında o uğursuz suratı gördüm. Göz göze geldik desem abartmış olmam. Hatta sanki bana bakıp sırıtıyordu. Korkuyla bulunduğum yere çöktüm.”
“Nenemin sözleri kulağımda yankılanırken mucizeyi ilk önce yakınımda aramaya karar verdim. Önce dikkatlice sağ omzuma baktım sonra da sol omzuma. En küçük ayrıntıya bile dikkat ettiğim halde omuzlarımdaki melekleri göremedim. İnat edip tekrar tekrar baktım yine bir şey değişmedi. Melekleri göremeyince çevreme dikkatlice bakıp yeni mucizeler bulmaya çalıştım. Parlayan bir ışık, tuhaf bir ses, güzel bir koku…”
“Perdeler çekik bir şekilde içeride otururken zil çaldı. Dedem gelmiştir diye hızlıca ayağa kalktım. Adeta koşarcasına kapıyı açtım. Açmaz olaydım! Karşımdakini görünce kapıyı açmamla kapatmam bir oldu. Olduğum yere çakıldım. Allah’ım rüyamı görüyorum yoksa delirdim mi? Elindeki pastayla kapıma gelen, utanmadan zile basan, yetmez deyip dişlerini gösterip sırıtan o şey, şu uğursuz karga mı?”
Ahmet Yılmaz – Değişim
“Kar yağıyor atımın yelesine. Üşüyorum onu görünce.
Ceketimi üstüne atıyorum. Az sonra buz kesecek hükümsüz bir çağın heykeli gibi. Devrilmiş, katılaşmış, anısı silinmiş. Uçurumun ağzından içeri bakıyorum. Orada üçümüzü görüyorum. Atım ve ben, silahım ve gitarım gibi değil atım ve ben, nokta kadar ayrım söz konusu değildi aramızda. Ne ben ona sahip olmak istedim ne de o bana. Birbirimize sokulduğumuz en mahrem anlarda bile, görünmeyen düşmanların üstümüze saldığı rüzgârın bakışından korunmak için kayalar arasında bir koyağa sokulduğumuzda, iç organlarımızı yırta yırta soğuk bir nehir aramızdan geçer, kabarır, kirli bir kahkaha uzaklara fırlatırdı bizi. Uzaklaşır birleşirdik, kopar tutunurduk, kaybolur buluşurduk.”
“Henüz tanışmadığım o zifir gözlü düşmana diş bileyerek her darbede şimşekler saçıyordum. Bağıntılar kuruyordum birbiriyle ilişkisi olmayan, birbirine teğet geçmeyen karşıtlar arasında. Ateşle su, düşle gerçek, geceyle gündüz, ölümle dirim, varlıkla yokluk gibi. Biri diğerinin üstünden bir şekilde aşıp tılsımlı bir arayüzde tek başına hüküm sürmeyi başarıyordu.”
“Kazadan sonra, seni kaybettiğim o günün ertesinde uykuyla aramdaki mesafe açılmaya, gecenin çukuru derinleşip beni daha sık, daha kuvvetli bir sesle yanına çağırmaya, çevreme ördüğüm duvar içerden genişleyip beni daraltmaya başlamıştı. Geri adım atsam, kendime çarpıyordum; ileri gitsem, başladığım yere dönüyordum. Ve yıktım evimi, dumanı üstündeyken terk ettim yangın yerini.”
“Üşüyordum sana bakınca. Çene kemiğinden sırtına, karın boşluğuna, kuyruğuna doluşuyordu beyaz taneler. Kulakların silindi, göz çukurun kapandı, bacakların seçilmez oldu. Bir tümsek kaldı ardında. Usta bir yontucunun elinden çıkmış, apaydınlık, ışıl ışıl bir heykel parçası. Sonra sonra o da hükmünü yitirdi, toprağı örten kar tabakasıyla birleşti çizgilerin.”
Şiar’dan Şiirler
Ben kek yaptım sen reflü şimdi nasıl olacak
Hayat öyle hoyrat ki sabret yandaki komşu
Sesimi sana mektup diye gönderiyorum
Niyetimi dil bilmez garipler okuyacak
Cebim çaldı açmadım, ben sevmekten kaçmadım
Bana sorma aşk nedir, arkamda sıra dağlar
Taş plakta zar tuttum, hile yaptım unuttum
Bu kadar da muziplik kime ne fayda sağlar?
Hüseyin Akın
şimdi sen güzellik, sen merhamet
incinmiş dünyalara aldanan sesime
sonsuz bir şarkı lütfet
lütfen allah’ım
nefesime değmeyen bu kalabalık içinde
telaşsız bir çarşı bahşet
Serap Kadıoğlu
Gücün ve kudretin sahibinden çekinerek
Şehrin oluklarına sızan tuzlu sularda
Bozguncu aşkları batırmak için atılan oklar
Tenhada şerh düşülmüş bir intihar
Artık perdeleri çekmek çevrimdışı olmak için yetersiz
Daha ciddi önlemler gerekiyor
Yetmiyor dünyanın fişini çekmek
Yaşamak cazibesi ölüme izin vermiyor
Sevde Yaşar Çimen
kendi yarasında duymamış sızı
hep kıymık acısı ana, dilimde
gözünün yamacında keder
yüreği diyar-ı gül cennete gebe bir bahar
ne çok doğurgan el var ellerinin sayhasında
şiiri bilmez imgeyi hiç mecazı
bilmediği kadar yüksünmeyi
duymuş da değil neşe yankısın
ırmağımda boy verir söğütleyin gölgesi
Vahdettin Oktay Beyazlı
saçının telinden ayak uçlarına kadar ağladılar seni, hiç
aklı başında suçlar işlememiş olmak daha namuslu yapıyor
öyle değil, bir değil iki değil yüzümden geçen turnalar uzuyor
orada kaybolmak benim dağlarımda sislere karışmak gibi
sürse de sesler dolu neredesin, kimse güneşli kapıyı terk etmez
kuşlara kadar cesur vardım allah beni seviyor her gün benim
Neslihan Döne
Kuşlar uçtukça, göğe mavilik taşırlar
Nereye akar gönül rıhtımındaki okyanuslar
Ben ki hâdimiyim kelimelerin
Şiire taşınan heceler gezer damarlarımda
İmgelerin sırtına yüklü, içimde depar atan ataklar
Bulutlar öpmeye doyamazken yağmurları
Suyunu yadırgıyor yataklar kimi zaman
Cihat Barış
geçtim gürültülü çabukluğu
duymuyorum kaldı uzakta
yepyeni bir ses ararken
kelimeler var sadece nehirler geçirecek
artık böyle yürümek için
yalın ayağım toprakta
Taha Tayyip Karaaslan
haydi kapat gözünü görme kusurlarımı
baştan ayağı zaten zaman yarası kalbim
hiç çıkarma sesini içleneyim bırak da
çok geride bıraktım yetişmesi ne mümkün
gençliğim ki bir ömür mesafesi uzakta
hislerim sendeliyor hızlı değilim artık
onarmıyor yamalar hayat yırtıklarımı
aradığım meçhulü öteliyor mevsimler
derinleşme o kadar siyahın ürkütüyor
birbirimize evvel biz böyle mi bakardık
Mehmet Osmanoğlu
Yollar kapalı, televizyon açık
O günden sonra insan
Neye dönüşür tebessüm edince
Hani ertesi güne uyanacaktık
Kuşkusuz geleceği beklemiyor kimse
Bir kıpırtı, bir ses
Bir böcek adımı bile yoktu
Hayat, derin bir sessizlikti artık
Zeynep Yıldırım