Kuşluk dergisi, Sayı:2
Bir müjde gibi gelen denir ya; işte tam da öyle geldi Kuşluk dergisi. En çok ihtiyaç duyduğumuz anda, bir bahar müjdesi gibi, çocukların kalbine en temiz duygu ve cümlelerle dokunmak için çaldı kapımızı kuşluk vaktinin bereketiyle. Şimdi ikinci sayısı ile karşımızda dergi. Yine dopdolu bir içerik ve çocukların gönlüne dokunacak selamlar ile geldi. Derginin hedefi çok güzel,
Derginin Giriş yazısından…
“Kuşluk, edebiyat geleneğimizin emanetini çocuklar için sırtlanmayı hedeflemişti. Kendinden önceki dergi ve yayınları önemsedi. Onların birikimi üzerine yola koyuldu. Yeni ve alışılmışın dışında bir şey söylemek gerektiğini de biliyordu. Bu yüzden Kuşluk, çocuklar için edebi dilin tattırılmasını amaçladı. Sevgili çocuklar, Yetişkinlerin her geçen gün daha da kirlettiği bir dünyada yaşamak zorundasınız. Her yerde ve özellikle Müslüman coğrafyalarda yaşananlar sizin için oldukça ağır. Kuşluk olarak içinizdeki o çiçeksi dünyayı kaybetmemenizi temenni ediyoruz.”
Yıldızlara Dokunmak İçin Küçük Bir Mola
Başımızı kaldırıyoruz ve gökyüzünde binlerce yıldız selamlıyor bizi. Her yıldız bir müjde gibi ışıldıyor. Çocuklar için daha farklı anlamları var yıldızların. Işıldayan her yıldız umut demek, Allah’ın bizlere sunduğu bir nimet demek. Biz yeter ki hayatın koşuşturması arasında küçük bir mola verip yıldızlara bakalım. Özkan Öze, çocukları yıldızlara bakmaya çağırıyor. “Siz de yıldızları seçin.” diyor.
“Her akşam gün batımından sonra, üzerimize, rengi, vakit ilerledikçe koyu maviden katran karasına doğru değişen, kadifeden bir örtü çekilir. Bizim için ışıkları tek tek yakılan yıldızlar, o örtüye işlenmiş inci taneleri gibi parıldar Aşağıdakilerin pek çoğunun haberi bile olmaz ama dünyanın yıldızlarla süslenmiş göklerinde bir şehrayin, bir kutlama, denenme geceleri gibi muhteşem bir şenlik başlar…”
“Onları ilk kez görüyormuşum gibi seyrederken başımızın üzerindeki bu gök kubbeyi, dünyamın yakın göklerinin pekâla katran karası olabilecekken böyle şirin, böyle nezih, böyle sessiz, böyle kırk değil kırk bin yıl düşünsem aklıma gelmeyecek şekilde süsleyen Allah’a içim minnet ve sevgi ile dolsun diliyorum.”
Seslerin Hikâyesi
Yunus Meşe, bizi seslerin hikâyesi ile buluşturuyor. Keman yayının rehberliğinde santur ile tanışıyoruz. Çok da bilinen bir müzik aleti değil santur. Özellikle Sedat Anar’ın gayretleri ile ülkemizde daha geniş kitleler tanıdı bu aleti. Şimdi de Kuşluk okuyucuları daha yakından tanıyacak santuru.
“Gördüğünüz üzre yapı olarak da biraz farklıyım. Üzerimde sabit eşikler var. Bu eşiklerden çapraz bir şekilde geçen bronz ve çelik teller notaların oluşmasını sağlıyor. Tellerim üçlü, dörtlü ya da beşli gruplar halinde akortlanabiliyor. Benden ses almak için müzisyenlerin “Mezrab” ya da “Tokmak” denilen iki ahşap çubuğa ihtiyacı var. O çubukların tellerimin üzerinde gezinmesiyle notalar ve makamlar oluşuyor.”
Bilgelik Köyünde Makine Öğrenimi
Ahmet Melih Karauğuz, teknolojinin insana dokunan yanlarını anlatmaya devam ediyor. Bilgelik köyündeyiz. Makinelerin insanlara sağladığı faydaları öğreniyoruz.
“Bilgisayarlar, deneyimlerinden öğrenir.” dedi bilge gizemli bir tonla. “Bunu, veriler arasındaki desenleri ve ilişkileri tanıyarak yaparlar. Ve tıpkı bahçemiz gibi, bilgisayarlar da her yeni veriyle biraz daha akıllı hâle gelir.”
Bilge, bir süre durdu ve etrafına bakındı. “Makine öğreniminin güzelliği, sadece verilerle sınırlı olmamasıdır.” diye ekledi. “Müzik bestelemekten hastalıkları teşhis etmeye, hatta yıldızların hareketlerini tahmin etmeye kadar her şeyde kullanılabilir. Makine öğrenimi, bilgisayarların sadece emirleri takip etmek yerine, kendi başlarına düşünmeye ve öğrenmeye başladıkları sihirli bir süreçtir.”
Küpecik Oyunu ve Bitli Helva
Müzeyyen Çelik Kesmegülü, Kütahya’da çocukların ramazanda oynadığı bir oyunu anlatıyor. Çocuk oyunları çok önemlidir. Dostluğu, kardeşliği, paylaşmayı, hakkı, hukuku öğretir bu oyunlar. Çocukları hayatın içine çağıran bu oyunlar günümüzde ne yazık ki azaldı. Sokaklarda çocuk göremez olduk. Teknolojinin esareti öylesine bağlıyor ki çocukları, küçücük bir ekran dünyanın en güzel oyunlarının bile önüne geçebiliyor. Sokakların oyun alanı ekranlar değil sokaklar olmalı. Bu yazı da çok iyi bir örnek olarak yer alıyor Kuşluk’ta.
“Aslında bu geleneğin kökleri biraz da Osmanlı’daki Surre Alayları’na dayanıyor. Surre Alayları, Hacca giden Müslümanları yolda korumak için kurulmuş askeri birliklerdir. Kütahya’dan geçerken halk onların elindeki küpeciklere para koyarmış. O parayı Mekke ve Medine’deki fakirlere dağıtmalarını isterlermiş. Küpecik geleneği de bundan hareketle doğmuş. Çocuklar da kendilerine oyun hâline getirmişler. Ramazan sevincini çocukların da eğlenerek yaşaması sağlanmıştır bu şekilde.”
“Dünyanın en lezzetli, en çıtır tatlısı. Bitli denmesinin sebebi bol susamlı olması. Belki başka şehirlerde farklı isimlerle bu tatlıdan vardır ama bence en güzeli budur.”
Takvim Hava Yolları
Kuşluk dergisi bizi her yazısıyla kendi değerlerimize çağırıyor. Aslında bizim olan ama unuttuğumuz ve ihmal ettiğimiz değerlerimiz bunlar. Hepsi de saf, temiz ve faydalı olmayı amaçlayan değerler bunlar. Takvimler mesela. Sadece günleri göstermez takvimler. Tarihin önemli olaylarını, doğa olayların başlama bitiş tarihlerini ve daha fazlasını… Artık evlerde takvim de pek kullanılmıyor. “Cepten bakıyorum tarihe” deyip geçiştiriliyor. Ama takvim başka işte. Zehra Yıldırım bir takvim yaprağındaki 7 Haziran gününe düşülen nottan hareketle Cahit Zarifoğlu’nu ve Mevlana İdris’i anlatıyor. Rahmetle ve özlemle…
“Uçak 7 Haziran sabahı ayrılmış Takvimyopyadan. Dedem çok mutlu olmuş çocuktan yana iki şairi taşımaktan.
Yolculardan biri Abdurrahman Cahit Zarîfoğlu diğeri Mevlâna İdris Zengin imiş. İkisi de söz ustası, kibar, latifmiş. İki şair, uçak yükselince şiirlerini savurmuş gökyüzüne.”
“Meğer Maraş’ın verimli topraklarında kelimeler yeşerirmiş. Köşe başlarında, ara sokaklarda, tepelerde dalları şiir açan ağaçlar varmış. Zarifoğlu bir ağacın altına oturmuş: “Seçkin bir kimse değilim İsmimin baş harfleri acz tutuyor. Bağışlamanı dilerim.” diyerek avuçlamış toprağı. Mevlâna İdris de oturmuş yanına “Allah uzak değildir, zaman hızlı geçer yalnızca.” demiş.”
Kuşluk’tan Hikâyeler
Abdullah Harmancı – Leylâklı Bahçe
Gözlerimi kapadığımda annemi görüyorum. Bir baobap ağacının dalları arasındayım. Neredeyse patika kadar geniş ve uzun bu dallarda gönlümce yürüyorum. Yanımda Ebubekir de var Sonra annemin sesini duyuyorum. Dalların arasından yüzünü görüyorum. Bana sesleniyor. “Ebubekir’i de al ve yanıma gel canım kızım, tulumbalı kuyunun yanında kahvaltımızı yapalım.” diyor.
“Gözlerimi kapadığımda annem, Ebubekir ve ben, tulumbalı kuyunun yanı başında kahvaltı yapıyoruz. Bütün bahçe çimenle kaplı. Yüksek baobap ağacı neredeyse gökyüzünü tümüyle kaplamış. “Anne, bu evi bize kim verdi? Biz buraya nasıl geldik? Peki, babam neden gelmiyor?” diyemiyorum. Annem çok yorgun. Çok bitkin. Ama gözlerinin içinde bir serinlik var. Uzun, uzun, uzun bir yolu bitirmiş. Huzura ermiş. Gülümsüyor.”
Sümeyra Turanalp- Çocuklar Vardır
“Memleketin birinde, büyük bir seçim varmış ve neredeyse herkes memlekete başkan olmak istiyormuş. Kadınlar kısır günü ekibiyle, erkekler halı saha ekipleriyle bir araya gelip anlaşıyor; ortalık parti kaynıyormuş. Ülkede gece gündüz sadece seçim konuşuluyor ve insanlar davul gibi geriliyormuş. Bu hengâmede büyükler seçimle kafayı o kadar bozmuş ki, çocuklar unutulmuş gitmiş. Nasıl, diye sormayın. Salıncakta unutulmuş eldiven teki, beslenme çantasındaki çeyrek tost sıra altına yapıştırılmış karpuzlu sakız nasıl unutulduysa işte öyle.”
“Coşkulu alkışlarla Do-Gü-Pa oracıkta ilan edilmiş. Başkan ve mahalle takımından yardımcıları, parti şapkalarıyla seçim kuruluna birkaç mum eşliğinde başvurmuş. Ülkede çocuklar o kadar unutulmuştu ki bu tuhaf başvuru memurların dikkatini bile çekmemiş. Memurlar, başvuruyu kabul edip seçim pusulasının köşesine Do-Gü-Pa logosunu ekleyivermişler. Küçük bir pasta, üzerinde tek mum, birkaç hediye paketi, yanında da parti şapkalı gülen bir surat olan mütevazı logo, seçmenin çok hoşuna gitmiş.”
Fatma Hazal Türkkol – Matbaa Serçesi
“Serçe bir süre dinlendikten sonra kendisinin çırpılardan yaptığı yuvaya yaklaştı. İçine eğilip baktı. “Bak sen, iki tane ‘e’ kalmış burada.” deyip e’leri dikkatlice gagasına aldı. Çapraz daldaki yuvanın yuvarlak kapısından girdi.”
“Sonunda kamyon gitti. Serçe, uçup matbaaya en yakın dala kondu. Dalın bir o başına bir bu başına zıplıyor, volta atıp sabırsızlıkla bekliyordu. İçeriden gelen hışırtılı sesleri dinlerken bir alt dala indi.
Sesler yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı.
Kocaman bir süpürge üzerinde kelimelerin, cümlelerin, yarım kalmış şiirlerin, en heyecanlı yerinde kesilmiş masalların olduğu kâğıtları kapının önüne yığdı.”
Kuşluk’tan Şiirler
En son geçen yağmur görmüştüm
Sizi
Bir çiçeği sevmekten geliyordunuz
Erguvan belki şebboy
Süslemişti bileğinizi.
Ne kadar şanslı dedim
İçimden
Parmaklarınız huyu değişmiş
Bir sözcüğünüzü ilk kez öpünce
Çiğdem.
Gökhan Akçiçek
Erik ağaçları çiçeklensin
Çimenler yeşersin
Çınarların dalları kuşlarla şenlensin
Bir adımız bahar,
Bir adımız çocuk olsun
Tut elimden dostum
Zeytin ağacına su verelim
Kök salsın toprağa
Nehirden denize
Uzanalım birlikte
Ayşe Sözen Dağ
Bu Ahmet Amca da yani, çok farklı bir insan,
Sadece çocuk ayakkabısı tamir eder, enteresan.
Dükkânın içi sıcacıktır, sobası var odunlu,
Ha/ Bir de içerisi çocuk kahkahası dolu.
Düşünür Ahmet Amca biraz ve yapar hesabını,
Ayakkabını alacağın günün, saatini dakikasını.
Naciye Kaya
Türk Edebiyatı’nda Kırım Tatar Sürgünü Dosyası
Türk Edebiyatı dergisi 608. sayısında Türk dünyasına ses olmaya ve ses vermeye devam ediyor. Kırım Tatar sürgününün80. yılını dosya halinde işliyor dergi.
İmdat Avşar’ın giriş Yazısından
“Bu sene Kırım Tatar Sürgünü’nün 80. yıl dönümü. Stalin’in, Kırım’ı Tatarsızlaştırma politikaları neticesinde öz vatanlarından sürülen Kırım Tatarları tam seksen yıldır, büyük bir gayretle direniyor. Sürgün yolculuğunda âdeta var olma savaşı veren Kırım Tatarları, sürgün edildikleri bölgelerde de kendi millî kimliklerini korumak için çetin sınavlardan geçtiler. Şimdi ise vatan Kırım’a dönmek için büyük bir mücadele veriyorlar. Bu ayki sayımızda da Kırım Tatarlarının bu büyük mücadelesini gündeme taşıyoruz.”
Kırım Tatar Sürgünü Dosyasından…
İsmail Tunalı – Tarihin Yüz Karası 18 Mayıs 1944
“Kırım Tatarlarının kaderi 1783 senesinde Kırım Hanlığı’nın yıkılması ve yarımadanın Rusya İmparatorluğu tarafından işgal edilmesinden sonra trajik şekilde değişti. Bu tarih itibariyle Kırım’dan Osmanlı Devleti’nin Anadolu’da ve Rumeli’deki topraklarına kitleler hâlinde göçler başladı. Bu göçlerin yoğunluğu zaman zaman azalsa da hiç kesilmedi ve vatandaki Kırım Tatar nüfusu hızla eridi. Toprakları ellerinden alınan köylüler göç ederken kalanlar ise Çarlık rejiminin uyguladığı baskılar karşısında hayatlarını devam ettirmeye çalıştılar.”
“II. Dünya Savaşı sırasında on binlerce Kırım Tatar’ı Kızıl Ordu saflarında savaşırken 9 Mayıs 1944’te Kırım yeniden Sovyetler Birliği’nin eline geçti ve Alman ordusu yarımadadan çekildi. 11 Mayıs’ta da Stalin, Kırım Tatarlarının yarımadadan topyekûn sürülmesine dair kararnamesini imzaladı. 18 Mayıs 1944’te sabaha karşı Kırım Tatarları evlerinden zorla çıkarılarak silah zoruyla hayvan vagonlarına bindirildi ve vatanlarından sürgün edildi. Bu sürgün, Sovyetler Birliği tarafından bu zamana kadar Kırım Tatarlarına uygulanmış en ağır insanlık suçuydu. Sürgün tamamen halkı yok etmeyi amaçlıyordu.”
Ufuk Aykol ile Söyleşi
Funda Özsoy E. Kırım Tatar sürgününü ve Cengiz Dağcı’nın Onlar da İnsan romanını Ufuk Aykol ile gerçekleştirdiği söyleşide ele almış. Aykol’un cevapları bu konuda kafasında soru işareti olanlar için ufuk açıcı notlar barındırıyor.
“Evet, tam da bunu düşünmüştüm. Çünkü Kırım Tatarlarının acısını en derinden anlatan yazar Cengiz Dağcı’dan başkası değildir. Bildiğiniz gibi o da bir Kırım Tatarı, ailesi vatanından sürgün edilmiş. Bu sürgünü anlattığı Onlar da İnsandı romanı da okurun yüreğine işleyen bir roman. Kitabımız da sürgün kurbanlarının anılarına dayandığı ve bu anıları doğrudan okuyucuya aktararak sürgünü anlattığımız için bir alt başlık olmasının da uygun olacağını düşündük. Bununla birlikte kitabın yayımlandığı 2019 senesi de Cengiz Dağcı’nın doğumunun 100. yılıydı. Onun aziz hatırasını da yâd etmeyi istedik bu vesile ile.”
“Çok dikkat çekici ve önemli bir ayrıntı bu. Çünkü burada Sovyetler Birliği’nin kara propagandasının ne kadar etkili olduğunu görebiliyoruz. Sürgün edilen Kırım Tatarlarının sadece “hain” olduklarına değil, “üç gözlü” yahut “boynuzlu” olduklarına dahi inandırılmış o insanlar. Bunun yapılmasının sebebi de Kırım Tatarlarının, Özbeklerden yardım almalarını engellemek. Çünkü sürgün edilen halk da onların kardeş halkı. Dinleri de aynı, dillerini de anlayabilirler. Burada değinilmesi gereken bir diğer unsur da Özbeklerin, “üç gözlü” ve “boynuzlu” insanların varlığına inanmalarını Sovyetler Birliği’nin kullanması. Dinlere ve inançlara hiçbir saygısı ve müsamahası olmayan bir devlet, kendi çıkarı için yerel bir halkın inançlarını da kara propagandasına alet edebiliyor.”
“Şunu da söylemek gerekir ki 1883 senesinden beri Kırım Tatar Millî Hareketi hiçbir zaman şiddete başvurmadı. Her zaman insan hak ve hukukları çerçevesinde hakkını aradı. Kendi evlerinde başka bir ailenin yaşadığını öğrenen Kırım Tatarları, kendilerine yeni bir ev inşa etmeye çalıştılar. Çoğu da barakalarda yaşadı. Tek istedikleri vatanlarında yaşamaktı.”
Zafer Karatay – Emel: Sürgündeki Halkın Meşalesi
“Yürekleri vatan sevdasıyla, milletine hizmet etme aşkıyla dolu 11 vatansever Kırım Türkü, Müstecib Ülküsal önderliğinde 1 Ocak 1930 tarihinde Emel Mecmuası’nı yayınlamaya başladı. Emel Mecmuası günümüz Bulgaristan sınırları içerisinde kalan Hacıoğlu Pazarcık (Dobriç) kasabasında yayınlanmaya başlamış, 1935 yılında daha merkezî ve Kırım Türklerinin yoğun olarak yaşadığı, İstanbul’dan Avrupa’ya gidip gelenlerin yolu üzerinde bulunan Köstence’ye taşınmıştır. Emel, 1940 yılında 154. sayısı neşredildikten sonra, II. Dünya Savaşı sebebiyle yayınını durdurmak zorunda kaldı.”
“Emel, Kırım Tatar Türkçesinde yazan Mehmet Niyazi, Bekir Çobanzade, Abdullah Latifzade, Hamdi Giraybay, Kerim Camanaklı, Server Turupçu, Çorabatır (Raşit Akşi Özkırım), Ayrantok-İndemez (Ali Osman Ayrantok) gibi dönemin önemli isimlerinin eserlerini yayınlamakla kalmamış, ayrıca gelecekte halk arasında ünlenecek olan birçok isme sayfalarını açmıştır.”
Taha Bayraktar- Sürgündeki Şair: Şevki Bektöre
“Millî eğitim ve millî bilinç üzerine yaptıkları çalışmaların akabinde artan Sovyet baskısı ve takibi sebebiyle Şevki Bektöre Kırım’ı terk etmeye karar vermiştir. Oğlu Atilla Bektöre’ye göre 1924 senesinde bazı kaynaklara göre ise 1925 senesinde kendisine Dağıstan Millî Eğitim Müdürlüğü tarafından teklif edilen tedrisat müdürlüğü ve dil öğretmenliği teklifini kabul ederek Dağıstan’ın Demirşura köyüne gitmiştir. Onun gidişi gerek öğrencileri gerek Kırım Tatar halkı tarafından üzüntü ile karşılanmıştır. Öyle ki Kırım Pedagojik Teknik okulunda kendi öğrencileri onun için veda günü hazırlamışlar ve bugüne öğrenciler dışında Kırım Tatar halkı da iştirak etmiştir. Halk ve öğrenciler bizzat tren garına giderek Şevki Bektöre ve ailesini uğurlamışlardır. Kırım’daki dönemini ve faaliyetlerini şu cümlesi ile âdeta özetlemiştir.”
Dergileri Yaşatmak Derken
Aslında benimle alakalı konuları dergi yazılarımda ele almıyorum. Hatta dergilerdeki yazı ve şiirlerimden bile hiç alıntı yapmam, bunlara değinmem. Konu. beni ilgilendirdiği için bu kez yazacağım.
Yusuf Alparslan Özdemir, eleştiri notlarında dergilerden bahsettiği için bir göz atayım yazıya dedim. Yazının bir yerinde de isim vermekten kaçınsa da bahsettiği diyaloğu biz yaşamıştık. Ben öyle şifreli konuşmaları sevmem. Açıkça yazayım. Bu konuşma yaklaşık 7-8 yıl önce aramızda geçti. Adını yazmadığı site de Dünya Bizim’di. Site kapandıktan sonra dergi yazılarını bıraktı demiş. Demek ki hâlâ geçmişte kalmış onun Özdemir. Ben site kapanmadan önce kendi sitemi ( www.mustafaucurum.com) kurmuştum ve hiç ara vermeden dergiler hakkında artık kendi sitemde yazmaya devam ettim ve ediyorum.
Gelelim diğer konuya. Bana bir dergiden neden bahsetmediğimi sormuş, ben de derginin bana gönderilmediğini söylemişim. O zaman bir şey söylemeyen Özdemir şimdi üslubunu bozup beni akla ziyan bir ifade ile eleştiriyor. Yeni aklına geldi demek ki. Benim dergiler hakkında yazmamı; “kendinden bahsedilsin, çevre edinsin, ikili ilişkileri dergiler üzerinden halletsin vs. minvalinde bir yaklaşımda olduğu akıllardan geçmez mi?” şeklinde seviyeyi iyice dibe çekiyor. Daha Yusuf Alparslan Özdemir adı kimlik kartından başka yerde yazmazken ben dergilerde yazmaya başlamıştım. Hâlâ da her ay onun okuyamadığı kadar dergide şiir, öykü, deneme, makale ve daha fazlasını yazıyorum. Yani ben dergiler hakkında yazarken onun aklından geçen kirli hesapları yapacak kadar küçülmedim hiçbir zaman. Benim tek amacım; her ay okuduğum dergileri tanıtmak ve dergilere olan ilginin artmasını sağlamak. Bir örnek; Her ay Türk Edebiyatı dergisi hakkında yazarım ama İmdat Avşar Hocamın dergi için yazı istemesine rağmen bir türlü fırsat bulup dergiye yazı gönderemiyorum. Nasipse temmuz sayısında bir yazım yer alacak dergide. Onun hesabına göre benim her ay yazmam gerekir Türk Edebiyatı’nda. Benim kafam ne yazık ki onu gibi alengirli çalışmıyor.
Hakkında yazacağım dergileri almam gerekiyormuş. Ben her ay en az 20-25 dergi hakkında yazıyorum. Takip ettiğim dergi sayısı 50’den aşağı hiç düşmüyor. Buna bırakın benim ekonomimin yetişmesini hatırı sayılır bir gelir olmadan bunca dergiye ulaşmak mümkün değil. Dergiler bana büyük bir memnuniyetle dergilerini gönderiyorlar. Onların aklına böyle hinlikler gelmiyor, çünkü yaptığımız iş dergi dostluğundan başka bir şey değil.
Hobileri arasında durup durup bana sataşmak olan bu şahsın derdini tam olarak anlayamadım ama benim üzerimden pirim yapmak yerine dergileri daha sıkı okumasını tavsiye ediyorum ona, belki o zaman daha sağlam metinler yazabilir. Dergileri yaşatmak için bir yerlere sataşmaya gerek yok. Bol bol dergi okumak, dergiler hakkında yazmak, dergileri gündemde tutmak yeterlidir.
Bu güne kadar ne eser koydun ortaya deseler diyeceği belli: “Hiçbir şey. Sadece oraya buraya sataşarak, çamur atarak pirim yapmaya çalıştım.” diyecek. Devam etsin böyle. Dip de bir seviyedir.
Kütahya’dan Türkiye’ye Yayılan Ses: Hisarlı Ahmet
Süleyman Kızıltoprak, bir anma yazısı ile Türk Edebiyatı’nda. Bu tür yazılar çok kıymetli. Unutulmaya yüz tutmuş ama yaptığı çalışmalarla önemli bir yere sahip isimleri daha geniş kitleler tanımış oluyor. Hisarlı Ahmet’in bir bağlama ile başlayan yolculuğuna eşlik ediyoruz türkü tadında.
“Hisarlı Ahmet’in müzik kariyeri, sosyal hayatı ve ailevi ilişkileri arasında denge kurmaya çalışmasıyla şekillendi. Ailesine bağlılığı ve müziğe olan sevgisi, onun hayatının önemli bir parçasıydı. Kütahya’da kahvehane işletirken müzikle olan bağını hiç koparmadı ve müziğe olan tutkusunu, yaşamının her alanında sürdürdü.
“Âşık Veysel, Âşık Davut Sularî gibi âşıklar ile diğer ses ve saz sanatçıları, Kütahya’ya bizzat onunla görüşmeye gelirdi.”
“Hisarlı Ahmet, TRT Türk Halk Müziği Repertuvarı’ndaki Kütahya yöresine ait türkülerin önemli bir bölümünün kaynak kişisidir. Kütahya türkülerini kendine has yorumuyla icra etmesi, Hisarlı Ahmet’in Türk müzik kültürüne olan önemli katkılarındandır. Yaşadığı dönemde ve vefatından sonra da Kütahya kültürünün önemli simgelerinden biri olmuş ve bu yönüyle Kütahya’ya duyulan ilgiyi artırmıştır. Onun yorumuyla derlenen türküler ise bugün Türk halk müziğinin en seçkin eserleri arasında görülmektedir.”
Macar Türkolog Prof. Dr. Géza Dávid ile Söyleşi
Türkiye dışından Türkologlarla sık sık söyleşiler yer alıyor dergide. Ülkemiz dışında da yapılan çalışmalara ulaşmamız anlamında bu söyleşileri takip etmek gerek. Macar Türkolog Prof. Dr. Géza Dávid ile söyleşi yer alıyor bu sayıda. Sorular; Sinan Yaman’dan.
“Avrupa ülkelerinde hiçbir zaman yapılmayan güzel bir jest aklıma geliyor. Filiz Çağman’la eskiden tanışık olduk. Topkapı müdiresi olduğu zaman Pál Fodor’la birlikte bir kez tam dinî bayramlarının birine denk gelen günlerde İstanbul’a vardık. İlk gittiğimiz yer Saray Kütüphanesi’ydi. Tabii olarak kapalıydı. Fakat Filiz Hanım görmek istediğimiz defteri müdürlüğe getirtti ve orada rahat çalışabiliyorduk.”
“Gyula Németh ve Lajos Fekete gibi büyük ustalar zamanında Macar Türkolojisi dünya çapında haklı olarak meşhurdu. Komünizm döneminde uluslararası ilişkiler epeyce gevşedi fakat ünümüzü bu olay da pek fazla gölgelemedi. Daha sonra ise Türkoloji ve Osmanistik alanında uzmanların çoğalması neticesinde bu bilim dalı da çok merkezli oldu, dolayısıyla şanımız belki eskisi kadar parlamıyor.”
Bir Kıyısından Sırbistan
Sırbistan’a gidiyoruz. Rehberimiz Ayşe Göktürk Tunceroğlu. Kendimize ait topraklarda dolaşıyor olmanın rahatlığı var üzerimizde. Taşıyla, toprağıyla, tarihiyle bizim topraklar…
“Vişegrad’da Sokollu’nun yaptırdığı köprünün tam karşısına Andricgrad projesini yaparak, kasabayı Müslüman manzarasından mümkün mertebe kurtarıp Sırp kimliğini öne çıkarmak isteyen Emir Kusturica burada da karşımıza çıktı.”
Mokra Gora bir istasyon kasabası. İstasyonda beldenin tarihiyle ilgili fotoğraflar, bazı eşyalar sergilenen küçük köprü altı müzesini ziyaretten sonra Kenan’ın deyimiyle “yüzyıl öncenin yolculuğuna” çıkmak üzere trene bindik. İngilizcesiyle söylersem, Şargan Eight treni. Buharlı.”
“Şargan Vitasi istasyonundan trenimiz geri döndü. Daracık demir yolundan gerisin geriye…. Bindiğimiz yerde, Mokra Gora’da indik. Arabayla tekrar sınırdan geçip Bosna topraklarına girdik. Vişegrad üzerinden geçerken Sokollu’nun köprüsünü bir daha gördük. Sonra Saraybosna’ya yöneldik. Sokakları ıhlamur kokulu Saraybosna’ya.”
Türk Edebiyatı’ndan Hikâyeler
Fahri Alpyürür – Cabbar
“Şehrin dizinin dibinde, uçsuz bucaksız bir bahçeymiş burası. Taze kokulu portakal ağaçları… Hepsi sahipsiz, hepsi bakımsız, göz hakkı bile alınmazmış hiçbirinden. Meyveleri diplerine düşer, orada birikirmiş ağaçların. Sonra tekrar başa sararmış doğa, yeniden ve yeniden… Bir sabah ansızın biçmişler buraları, dümdüz etmişler iş makineleriyle. Bütün yaş ağaçları fakir fukaraya dağıtmış belediye, yakacak niyetine. Memurlar gelip parsellemiş, senetle satılmış arsalar, şehir genişlemiş, sonra biz kalkıp gelmişiz, nereden nereye… Şehrin dizinin dibinde, uçsuz bucaksız bir bahçeymiş burası. Bir ağaç bile bırakmamışlar vaktiyle, gölgesinde dinlenmeye.”
“Cabbar’ın dört abisi de minibüs şoförü. Her sabah onlarla birlikte çıkar dışarı, bakakalır toz kaldıran minibüslerin ardından. Ne geçiyor içinden bilinmez, bağırır da bağırır. Kimi o bağırırken tutamaz kendini başlar ağlamaya. Ağlayan insan gördü mü gider sarılır Cabbar. Bizim mahallenin çocukları Cabbar’ı delilikle yaftalasalar da öyle taş falan atmazlar, yabani değillerdir.”
Ayşe Tüfekçi – Karşılaşma
“Ayaklarımın içine gömüldüğü şu kum deryası henüz gecenin dondurucu soğuğunu üzerinden atmamış. Adımımı attığım anda tabanlarıma değen ılık zemin sanki yarılıp yırtılıyor ve derindeki soğukluk beni ürpertiyor. Yalın ayak olduğumu o zaman anlıyorum. Ancak korumasız tene bu kumlar böyle acıtırcasına sürter. Kumların arasından bir gizli cam parçası denk gelir de batar diye de korkmuyorum. Bir camı kırıp yere saçalama müddetince kalınacak yer değildir burası.”
“Bir anlığına güneş ışığı kesilir gibi oluyor. Hanidir başım eğik gözlerim sarı kumların üstünde gittiğimden afallıyorum. Başımı kaldırdığımda yüksek bir dağı karşımda dikilmiş buluyorum. Güneş tam dağın genişçe zirvesine oturmuş, bir görünüp bir kayboluyor. Çıksam şu dağa diyorum. Bunca yolu sırf bu vazife için kat etmişim gibi. Ne kadar yol? Çıkacağım şu dağa diyorum ve adımlarım yolu belli, hedefi belli bir insanın kararlı adımlarına dönüşüyor.”
“Gök gürültüsünün esasında, sabahın şu şehrin üstüne de vurduğunu ilan eden gürültülü dükkân kepenkleri olduğunu anlıyorum gözlerimi açıp da beyaz tavanla karşılaştığımda. Salondaki koltuklardan birindeyim. Ötekinde dedem uyukluyor, geceden beri belki üçüncü uykusunda. Ayakucumdaki sehpada içi yarıya kadar su dolu cam şişe var geceden kalma. Uzanıp da içemiyorum. Bir gün kaldı, bir gün daha sabret diyorum.”
Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
Birleşmek için ant etmeye sizde yiğitlik olmazsa.
Evlatlarım, bunu size Kur’an öpüp söylüyorum!
Reddederseniz, şarkılarımı alıp geriye dönerim,
Demek halkım iyileşmeden geldi iyileşmeden
yaşayıp düzelemeyecek,
Demek halkı kurtaracak yeni nesil doğmamış!..
Şakir Selim
Ağlayarak gün olmuyor, vakitler geçmiyor,
Yürümezsek, yolu bitirmiyor göz yaşları,
Tatarlığa bakılsın, kaybolmuş Giray!
Yurt daralsa da sağ olsun yoldaşları…
Şafak sökse, gün doğsa, doğruluk olsa,
Güç gelse gençlere, bir hanlık olsa!
Mehmet Niyazi
Annesi süngülenen gözü yaşlı balamla
Gurbet elde can veren Cengiz Dağcı atamla
Tatar’ın yol başçısı Abdülcemil agamla
Hasretiyle yandığım vatanımdan uzağım
Kırım için üzülür Kırım için ağlarım
Ülkü Olcay
Ak sütün emdiğin suna
Ömür sürdü yana yana
Semerkant’ta yatan ana
Bir ahiret yarası mı?
Niye yasaklandı gülmen
Doğduğun toprağa gelmen…
Yad elde vatansız ölmen
Çınar ömrün kirası mı?
Titresin, toprağın taşın
Ey Kırım sağ olsun başın
Tabutla gelen gardaşın
Şimdi defin merasimi…
İmdat Avşar
ne zaman sussam
bir zehir büyür içimde
bir şehir büyür dışımda
ve ben ikisinin arasında ezilirim
üsküdar’da taksiye binerken
veya fare ve kitap dolu bir depoda beklerken
daha da demlenir şehir ve zehir
güvenpark’ta bir traktör atkısı dalgalanır
anıtın hemen önünde
ne zaman sussam o pencere açılır ve kapanır
Suavi Kemal Yazgıç
Sokağa çıkma yasağından biliyorum geceyi
Gülüşün öksüzlüğüme iyi geliyor
Kimi kalbimde tutmuşsam ilkin o bıraktı ellerimi
Şimdi kim yansa benim küllerim acıyor
Uzatma saçlarını aramıza bu kadar
Bak işte kavuşmuyor ellerimiz
Bundandır kefende düğme tabutta ilik olmaz
Hüseyin Çolak
Bir Nokta, Sayı: 269
269. sayısı ile karşımızda Bir Nokta dergisi. Kendini tekrarlamıyor dergi. Her dem yeniden doğarız dercesine yeni isimlerle yeni çalışmalarla yoluna devam ediyor.
Mürsel Sönmez’in Giriş yazısından…
“Her sayı yeni isimler katılıyor aramıza. Övgü ve ün peşinde olmayan, kalbi o yüce insanca tutkuyla çarpılan ve çarpan bu isimlerin oluşturduğu Birnokta korosu sesini âleme salıyor, dağın taşın, uçan kuşun tanıklık edeceği o büyük sorgu gününe hazırlık yapıyor. O büyük sorgu günü ki zalim ve zorbanın, katil ve işkencecinin, beleşçi emek düşmanının, kendisini hiçlikle boğanın, bastığı toprağa ihanet edenin, inatçı “mülhid”in hesap günüdür. O gün “fe ümmühü hâviye”** günüdür.”
Tutsak İnsanlık, Özgür Filistin
Zulüm bitmiyor Filistin’de. Çünkü karşımızda insanlığından çıkmış sınır tanımaz bir vahşi kitle var. Savaş diyemeyiz buna. Soykırımdan başka bir şey değil yaşananlar. İbrahim Kaya, özgür Filistin’den bahsediyor yazısında.
“İnsanlık esir. Tutsak düşünceler bile. Her şey ölmüş. Bitmiş her şey. Vicdan mı? O da ne ki! Ama yine de. Evet, ama yine de. Buradayız. Bu şehir, bu topraklar bizim. Gidemeyiz buralardan. Kalkmalıyız, yürümeliyiz ve hatta koşmalıyız. Umut olmalıyız, umutla kalmalıyız. Dağlansa da yaralarımız, yansa da dünyamız başımız dik, alnımız aktır bizim. Bedenlerimiz ölse de ruhlarımız hep diridir. Herkes terk etse de bizi, biz terk etmeyiz birbirimizi. Acılarda birleşeceğiz, ses olacağız, nefes olacağız birbirimize.”
“İşte, haykırıyorum! Duysun bütün insanlık, duysun bütün kâinat. Döneceğiz, mutlaka döneceğiz… Hem de çok yakında… “Üzülmeyeceğiz ve gevşemeyeceğiz.” asla. “Zalimler nasıl bir inkılâpla devrileceklerini yakında öğrenecekler.” biz de bunu muhakkak göreceğiz. Bu kutsal topraklar bizim. Bizim bu güzel vatan. Bize emanettir bu mübarek yurt. Şeref ve gurur, kefiyemizle beraber boynumuzdan çıkmayacak madalyamızdır. Esaret asla yakışmaz bize. Ağıtlar kesilecek, gözyaşları dinecek bir gün. Zeytin fidanları daha da gür filizlenecek. Yine bebekler doğacak bu topraklarda. Filistinli çocuklar gülecek, dünya şenlenecek yeniden.”
Edebi Bağımsızlık Neye Bağlı?
Edebi bağımsızlıktan bahsetmiş Hasanali Yıldırım. Alanı çok geniş bir konu bu. Sınırları çizmek oldukça güç.
“Memleketimizde müstakiliyet tabiri, hangi sebebe mebni bilinmez, garip bir sürüklenmeyle bir tek siyaset mevzuatına hasredilmiş bir ıstılâh vaziyetinde. Cemiyet, siyaset ve beynelmilel münasebetlerin sahalarına hapsedilmiş bu tabir, acaba başka sahalara da teşmil edilemez mi? Daha doğrusu tabir, bizdeki mevcut esaretinden kurtarılamaz ve başka milletlerin zihnindeki gibi bir manâ iklimine kavuşturulamaz mı? Üstelik tabirin sıklıkla hürriyet ve serbestiyet tabirleriyle karıştırıldığı ve bu üçünün, rastgele birbirlerinin yerine kullanılmasında hiçbir mahzur görülmediği de memleket intelijansiyasının hâlipürmelâlinin mutad resimlerinden.”
“Günümüzde müstalikiyet, iddia safhasında bile müddeiyi gülünç duruma düşürmekte. Artık devletler müstakil kalarak değil, lâyığınca bir iştirakın parçası hâline gelerek milli menfaatlerini muhafazanın temini peşinde. O yüzden kimselerde de müstakiliyet tarzı bir iddiaya rastlanmıyor artık.”
“Sanat bize merhameti öğretir; en çok da edebiyat ve musiki. Sanatkârın birinci vazifesi sanata bağlanmaktır; ikincisi ise bu bağdan da kopmak. Kendisini bizatihi ihsas ve idrak edebilme melekesine kavuşmak. Nihaisi ise müstakilliğe kavuşmuş, bütün yüklerinden kurtulmuş bir maneviyatla sanata, her ân sıyrılabileceği muhayyel bir bağla yeniden bağlanmak.”
Ali Ayçil ile Söyleşi
Ercan Ata’nın bu ayki konuğu Ali Ayçil. Şiirleri merkeze alınarak yapılan bu söyleşide Ayçil, şiir kitaplarından ve şiir dünyasından bahsediyor. Dergâh günleri ile ilgili önemli notlar paylaşıyor Ayçil.
Ercan Ata da adım adım bir söyleşi külliyatı oluşturuyor edebiyat dünyamıza armağan edeceği. Kolaylıklar diliyorum.
“Yazı bir nevi teselliydi benim için. Tabi büyüdüğüm ortamı da dikkate almak lazım; ben pek çok Karacaoğlan şiirini ezberinden okuyan bir kadının oğluyum. Masallar, hikâyeler, destan parçacıkları çocukluk dünyamızın olağan sözlü kültür düzeniydi.”
“Kırk yaşıma kadar sıkça mahcupluğum tutardı hala da ara ara yoklar. Bilinmeyen özellikler midir bilmiyorum; çabuk ısınır çabuk küserim. Edebiyatla hiç ilgisi olmayan insanlarla mutlaka arkadaşlık kurarım ve bunlar sosyal statüleri çok da yüksek insanlar değildir. Ganyan oynayanlar, komiler, aşçılar vb. 17 yaşımdan beri her gün mutlaka çarşıya inerim. Çantamdan kitap eksik olmaz.”
“Ben bir Türküm. Her ırk/halk gibi benim de kökensel gerçekliklerim ve hatta bilinçaltım var. Bedevilik değil de “göçebelik” kavramını bu bağlamda değerlendiriyorum. Orta Asya’dan Balkanlara dünyanın yarı yolu denecek bir mesafede yüzlerce yıl boyunca kurulup kaldırılmış çadırlar, alınıp terkedilmiş kentler, her bir coğrafyada yatan ölüler ve mezar taşlarından bahsediyoruz. Bunun milliyetçilikle falan hiçbir alakası yok.”
“Naz Bitti benim şiir serüvenimde göreceli olarak ayrıksı bir yerde duruyor. Modern hecenin 1990’lı yıllarda şiirimize getirdiği tazelik ve esintide payı olan bir kitap. Bu şiirler birbirleriyle akraba olarak ardı ardınca çıktılar. Bağlarbaşı’nda yazıldı pek çoğu. Kendi şiirimiz hakkında konuşmanın güçlüğünü siz de bilirsiniz. Ama sonraları benzer şiirler yazıldığını gördüğümde, bu biçim ve içeriğin başka şairleri de harekete geçirdiğini, bu kitapta yansıtılan durumların güçlü kaynaklarının olduğunu gördüm.”
Adem Kandemir’e Dair
Arif Dülger, Adem Kandemir’i Şiirin Yükünü Taşıyan Adam olarak anlatıyor.
Hülâsa; şâirimiz kendine özgü söyleyiş ve biçimiyle ‘hüzün içinde bir temâşa’da bulunuyor şiriiyle ‘aşk bir uçurumken’ yangın gönüllere çağıldıyor. Âdeta duvarları yıkıp güneşe akıyor. Elbette, bu lirik üslûbu hâiz şiirlerle, gizli bir didaktiklik içinde, ‘gökler ötesi o saf iz’i arıyor ve ‘çık kendi dağına/kendi şarkını söyle’ diyor herbirimizin çoraklaşmış yüreklerine ‘delişmen bir tohum’ atıyor. Yaradana karşı ‘beşeri mesuliyeti’mizi hatırlatarak. Yüreğine sağlık Adem Kandemir. ‘Dirimden ölüme, ölümden dirime ilmekler atan’ kaleminize sağlık. Son olarak, şöyle bağlayalım sözü: “Şu âdem dedikleri/El ayakla baş değil/Âdem mânâya derler/Sûret ile kaş değil”.
Bir Nokta’dan Hikâyeler
Abdurrahman Ayan – Olah
“İki adam, ağız ve burunlarını maskeyle kapatmış; kamp taburelerinin üzerinde oturuyor, rüzgarla savrulan kumlara doğru bakıyorlardı. “Bugün çok fazla sıcak ve çok fazla iş var” dedi biri, gözlerini siyah dumanla kaplı göğe dikerek. Öteki, maskesini indirip sigarasından bir nefes çekti başıyla onaylarken. Onun, başını ne yana salladığını göremedi bugün çok iş olduğunu söyleyen. İkisinin de gözü toprağa bakıyordu ama yaşlı değillerdi. “İyi akıl ettik bunu” dedi biri. “Evet” anlamında tekrar başını salladı diğeri. Bir ekskavatör kızgın sahrada çukur açıyordu. “Dönünce üstümüzü yıkamalıyız, iyice is çektik” dedi sürekli onaylayan. Birkaç akbaba üstlerinden geçip gitti o sırada.”
“Kuzey yolundan yükselen toz bulutu görüldüğünde, güneş dik açısını kaybetmişti. Bir askeri kamyon ve bir APC onları almak için geliyordu. Hazırdılar. İleride belli belirsiz bir yığın; bir şehir veya bir toprak parçası vardı.”
Ahmet Yılmaz – Bizim Garip Hikâyemiz
“Beş arkadaş haftada bir toplanıyoruz. Selçuklu ve dahi Osmanlı görmüş heybetli bir çınarın kollarıyla sarılıp sarmaladığı, telaşlı sokağa bakan kırık camları gazete sayfalarıyla perdelenmiş salaş bir kıraathanede. İkindiden yatsıya kadar. Bazı bazı yatsıdan şafak sökümüne. Çaydanlık ocaktan inmiyor, muhabbet fokur fokur. Derin mevzular masaya yatırılıyor.”
Gideli iki dakika bile geçmeden gerisin geri döndüğünü görerek şaşırdık. ‘Ayaz var’ dedi ellerini ovuşturarak, ‘Köpekler ulumaya başlamış!’
“Sobaya yaklaşıp eğilerek kulağını verdi. ‘Dinle’ dedi. Hammer’in Tarihi cilt cilt yanıyordu. Krallar, soytarılar, baronlar, derebeyleri, saraylar, şatolar gürültüyle yanarken tiz çığlıkları yükseliyordu.”
Bir Nokta’dan Şiirler
Ben Mehmet Atilla Maraş
Adı kulağına değmiş şair
Ben bilirim beni olmayanın
Kimliğine dair
O, birilerine bende olabilir…
Giderim bir gün buralardan
Odam bomboş kalabilir
Sonra eşyalarım, kitaplarım
Boynu bükük kalabilir…
Mehmet Atilla Maraş
Çabuk, yaramı dağla!
Sözlerin gül toplasın.
Bir çağlayan gibi ok,
Saplanıp dursun yüreğime.
Arif Dülger
Sessizce geliyor ağaçların altından, durgun
bir ırmaktan çıkar gibi süzülerek; omuzları
nasıl da çökmüş bin yılların ağırlığından.
Görüyoruz işte her şeyi: gözlerindeki korkuyu, kalbinin
kanamasını ve göğün çözülüşünü de! Büyük bir
çarpışmadan geliyor, belli; yarası çok derin!
Adem Turan
oysa ezber etmiştin her akşam
bir taş öfkeyle nasıl fırlatılır düşmanın yüzüne
şimdi
paslı namlular gölgesinde solarken çiçekler
yumuşak bir bakışla çık dünyalıklar sahnesinden
gözyaşı döküp dön ken /d /t /ine
içinde kazanılacak bir büyük savaş var…
Akif Dut
ilk ben kondum
zeytin ağacının ışığına
ruhumun güvercin ruhuyla nasıl buluştuğunu görmediler
Yasin Mortaş
içimde kaldı
çenemi uzatıp
gökyüzünü çiğneme isteği
kıraç topraktan salıncağım ben
Kazım Gök
gerçekle düş karışınca iç içe
öğrendim dokunarak görmeyi
canlanırken hayalleri zihnimde
sanki izlerin kardeşliği
Adnan Berber
has bahçene viran mezarın kazınca
orman artığı ömrün, kavruk alazın
kavsız tutuşur bilemezsin
zamanın durmuş saati çalışınca
mizanın ardına saklı bakiye
ne tartar bilemezsin.
Abdurrahman Adıyan
Gazzeli Ammar
çekmeye çalışıyor doğru yola
yanlış yola sapan adamları
attığı sapan taşlarıyla
Cahid Efgan Akgül
Yediiklim, Sayı:411
Yediiklim dergisi, haziranı 411. sayısı ile karşıladı. Yine dopdolu bir içerik dergi okurlarını bekliyor.
Dergiden yapacağım ilk paylaşım İsmail Kıllıoğlu’nun Sanatın Konumu yazısından olacak. Hayatın içindeki sanattan bahsediyor Kıllıoğlu. Sanata olan tavrımız ve yakınlığımız üzerinde duruluyor yazıda.
“Bir olgu olarak sanat tanımlanmaya çalışıldığında, beklenmedik güçlüklerin yanında, önceden öngörülemeyen sorular, buna bağlı olarak sorunların belirmesi kaçınılmazdır. Güçlüklerin, soruların ve sorunların olması, eş deyişle ortaya çıkması, sanatın olgu olarak anlaşılmasını içerse de, aslında bu olgunun niçin “sanat” edimi ya da eylemi biçiminde nitelendirildiğiyle ilişkili görünmektedir.”
“İnsanın yaşama sürecinde, ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapmak zorunda olduğu ve olağan olan edimleri, yine insanın bir edimiyle gerçekleşen ve sanat ürünü olarak tanımlanan verinin veya sonucun, kendini farklı bir düzleme konumlandırması ve farklı bir değerler düzeni oluşturması, en azından bunu bir gereklilik biçiminde duyumsatması, yerine göre de adeta zorlaması, ayrıca bağlantılı soruları ve sorunları imlemesi çekici ve kışkırtıcı tartışma, irdeleme, yorum ve değerlendirme alanı olarak görülmelidir. Aslında sanatın, edebiyatın varlığını tanınır, görünür kılması, etkisinin ne derecede gerekli, götüreceği yerin ne ölçüde hayati ve görkemli, ulaştıracağı sonucun ne kadar verimli, bitek, tükenmez ve zengin olduğu da belki birazcık algılanabilir.”
Cahit Zarifoğlu Eserlerinde Filistin
Osman Koca, Zarifoğlu eserlerindeki Filistin konusunu işlemeye devam ediyor.
“Cahit Zarifoğlu’nun Filistin’e duyduğu sadakat -tabiatı gereği- yöre halkının acılarını, üzerlerine oynanan oyunları, kurulan kumpasları bir şekilde dünya gündemine getirme mesuliyetine vesile oluyordu. Bu vesileyle“Zengin Hayaller Peşinde (1988)”kitabında konuyla alakalı birçok sorunu mercek altına almıştır. Sanatçımızın vefatından sonra edebî denemelerinin derlenerek bir araya getirilemsi sonucu ortaya çıkmıştır eser. Gerçi “Bir Değirmendir Bu Dünya” isimli eseri hayattayken yayımlanmış kitapları arasında yer almasına rağmen vefatından sonra benzeri yazılarla desteklenerek adeta yeni bir kitap halinde aynı isimle tekrar neşredilmiştir.“Zengin Hayaller Peşinde (1988)” düşüce adamımızın uzun yıllar sürdürdüğü köşe yazarlığı süresince sanata ve edebiyata ilişkin yazılarından oluşturulmuştur.”
“Vefatından sonra kitaplaştırılmış olan “Bir Değirmendir Bu Dünya (1987)” siyasî ve fikrî yönünü açığa çıkartır. Bu kitapta yer alan Filistin temalı yazıları diğer yapıtlarından hacim ve sayıca çok daha fazladır. Cahit Zarifoğlu şairliğinin yanında iyi bir nesir yazarıdır aynı zamanda. Nitekim pek çok gazetede birçoğu müstear isimle olmak kaydıyla köşe yazıları yazmıştır. Bu köşe yazılarında bazen edebiyat ve siyasetten, bazen de yaşadığımız döneme ait sorunlar ile dış dünya merkezli problemlerden bahsetmiştir. Cahit Zarifoğlu tüm bunlara bir şair duyarlılığıyla yaklaşmış, pek çoğu günümüze kadar canlılığını koruyan değerlendirmeler kaleme almıştır. “Bir Değirmendir Bu Dünya (1987)” Cahit Zarifoğlu’nun ağırlıklı olarak yaşam tarzımızın nasıl olması gerektiğine dair dünyaya bakış açımızı belirleyici bir yol haritası çizmiştir. Bu nedenle kitap; Filistin temalı yazılar başta olmak üzere İslam’ın ve insanlığın çözüm bekleyen açık alanlarını, okuyucuların dünya değirmeninde öğütülmeden Müslüman kimlikleriyle varoluşlarının mücadelesini nezih ve şiirsel bir dilleaktarmaktadır.”
Cizre, Evliya Şehri
Mete Çamdereli, Cizre’ye yaptığı gezinin notlarını paylaşıyor. Gezdiği yerlerin manevi dinamiklerine dikkat çekiyor Çamdereli.
“Bir şehrin ibadete ve ziyarete açık Ulu Cami’sine öğle ile ikindi arasında uğruyorum, secde molası için. Tam vakitte gelsem daha iyi olurmuş. İğne atsanız yere düşmüyor. Her yan ziyaretçi kaynıyor. Belki turist demem daha doğru; hem de yerlisinden. Avluda olduğu gibi harim de tıka basa; ibadet imkanı neredeyse yok. Herkes kendine selfi için bir yer bulmuş, çeşitli pozlarla görüntü veriyor. Mihrap, minber ya da revaklar, pozlara dekor oluyor. Salt bir hatıranın ötesine geçen çekimler, elektrik direğine yaslanmakla mihrabın sütunçesine yaslanmak arasında bir ayrım gözetmiyor. Minberin giriş merdivenleri de çekim için uygun, müezzin mahfilinin ya da son cemaat mahallinin revakları da. Kalabalığı harimde coşkulandıran tek şey, muhteşem bir kareye ulaşabilmek. Mekânın zarif tezyinatı, işlemeleri önemini yitiriyor.”
“Cizre Ulu Camii’nde akşam vaktini bekleyen az sayıda cemaate selam veriyor ve avluyu saran revakları, hücreleri, taş işçiliğini anlamaya çalışıyorum. Minaresi ise hiç rastlamadığım cinsten. Biraz eğri. Deneyimimi kurcalıyor, hiçbir yere koyamıyorum. O esnada yanıma bir yaşlı yaklaşıyor ve minarenin çok özel olduğunu söylüyor. İki tanelermiş dünyada. Biri Irak’taymış. Çocukken çok çıkmış, şimdi çıkılmıyormuş… Şuradan daha güzel görünür, bir de şuradan bakın, burada sahabeler namaz kılmış, Ömer bin Abdülaziz’in Cizre’deki değişik din mensuplarına müsamahasını yüceltiyor, Cizre’nin bugünkü olumsuz imajına yüreği yanıyor; benimle daha fazla ilgilenmek, Cizre’yi daha fazla anlatmak istiyor. Bense ezan okunmadan içerisini henüz boşken göreyim istiyorum. Anlıyor ve müsaade ikram ediyor. Harimin sütunlarından biri özgün biçimde korunmuş, avludaki yapıyla bütünleşik bir zarafeti içeriye yansıtıyor… Ezanın ardından cemaate katılıyorum. Avluya birlikte döndüğümüzde, yaşlı bilgeyle birlikte çevrem adeta kuşatılıyor; hoşgeldinlere maruz kalıyorum. Aç mısın, açıkta mısın, gideceğin ya da kalacağın bir yer var mı, misafir edelim!…”
Aykağan Yüce’den Kamil Eşfak Berki Şiirine Dair
Aykağan Yüce, Kâmil Eşfak Berki’nin yayınlanan toplu şiirleri İnsan İnsanın Yurdudur kitabı üzerine yazmış. Şiirlerden hareketle şairin şiir yolculuğu, imge dünyası gibi ayrıntılar da yer alıyor yazıda.
“Kâmil Eşfak Berki’nin şiiri dilinin yer yer ironiye dönüşen hali O Ses şiirinde yankı buluyor. Türk şiir geleneğinin oluşum safhalarındaki evrelerinden biri olan Saf Şiir ya da İkinci Yeni etkisi pek çok şairi etkilediği gibi Kâmil Eşfak Berki de bu şiir anlayışlarından zamanında etkilenmiş bir şair.”
“Berki’nin bazen kayıtsız ve savruk bir dile dönüştüğü dizelerde bir türlü menzile ulaşamaması aslında onun şiir menzilinin bitimsiz bir realiteye dönüştüğünü de gösteriyor. Kompozisyondan uzak anlatısı, hayatın beninden kaçıp kendi benliğine uzanan yolcuğu Berki şiirinin dikkat çeken iç huzuru olarak okunabilir. Olabildiğince serbest dizelerle yer yer uzayan ve kısalan mısralar gelgitli bir denizin kıyısını gösteriyor bize.”
“Onun şiirlerindeki toplumsal eleştiri, nesneler arası geçiş, eşyayı sırlama, somut ve soyut kavramlar arasındaki geçişkenlik, tasavvuf, inanç, zaman ve mekândan bağımsız düşünce, felsefe ve düşünce ideali gibi yapısal kavramlar insan üzerinden büyük bir anlatıya dönüşerek yazarın uhdesinde şiire dönüşüyor.”
Osman Bayraktar’dan Hızırla Kırk Saat’e Dair Bir Tahlil
Ömer Hatunoğlu, Osman Bayraktar’ın Hızırla Kırk Saat’e Dair Bir Tahlil kitabı üzerine yazmış. Bu tür çalışmalar önemli. Usta şairlerin şiirlerinin genç şairlere vereceği birçok mesaj var. Tüm detaylar üzerinde durarak ancak girilebilir şairin şiir dünyasına. Hatunoğlu da bu noktaya dikkat çekiyor.
“Kanaatimizce her ne kadar biri nesir biri şiir olmakla birlikte Filibeli Ahmet Hilmi’nin Âmâk-ı Hayâl kitabındaki hakikati arama yolculuğu ile Hızırla Kırk Saat arasında da benzerlikler vardır. Aslında yolculuk etrafında kurulan metinlere gerek bizde gerek dünya edebiyatında sık sık rastlanır. Yolculuk metaforuyla insan-ı kâmil olma yolculuğu arasında bir paralellik kurmak mümkündür. Osman Bayraktar işte biraz da şiiri besleyen bu müktesebatı dikkate alarak genç nesillerin, araştırmacıların, Karakoç’u ilk defa okuyacak olanların, metnin ve şairin dünyasına girmek isteyenlerin işini kolaylaştırmak adına okura mihmandarlık etmektedir. Bayraktar eserinde aynı zamanda Karakoç üzerine yapılan bazı değerlendirmeleri de eleştirel olarak tahlil etmektedir. Hem eseri hem de eser üzerine yazılanları birlikte ele almak da kitap tahlilinde doğru bir yöntemdir.”
“Osman Bayraktar, kitapta öne çıkan şeyin “bir milletin yapıtaşlarını oluşturan değerlerin yoklandığı; geçmiş-gelecek ve şimdiki zaman boyutlarının iç içe geçtiği bir yolculuk” olduğunu söyler. (s. 17)Ayrıca Bayraktar, Karakoç’un eserini ilhamla yazdığına vurgu yapar. Şair kırk gün boyunca Kumkapı’ya gitmiş, deniz kenarında oturmuş, adeta her gün şiirin bir bölümünü beraberinde alıp dönmüştür. (s. 8) Tabi bu şiiri sadece ilhamla açıklamak mümkün değildir. Zira Karakoç bir ömür okuyarak, araştırarak, düşünerek peşine düştüğü hakikatlerin izini sürmüştür. Bütün bunlar onun ilhamını besleyen durumlardır.”
Boşluğa Asılmış Bir Yaşam
Ayşe Altıntaş, metropol insanının hallerini yazmış. İnsan yutan şehirlerle kuşatılmış haldeyiz. Binalar yükseldikçe insanın ruhu biraz daha sıkışıyor ve bir noktaya dönüşüyor insan. Altıntaş, bu hengamede yaşam mücadelesi veren insanlığı yazıyor.
“Mütemadiyen yaşanan yaratılma halini idrak etmek ve o döngüye tabi olmak… Ancak o vakit, hayatın tortusunda boğulmaktan kurtulabiliriz. Aksi halde, zamanla balçığa dönüşen tortu içinde debelendikçe dibe doğru çökeriz. Başımızı göğe kaldırmak öylesine zorlaşır ki. Kesif bir umursamazlık sarıp sarmalar tüm benliğimizi ve öylece bırakıveririz kendimizi rutin akışa.”
“İnsan, yaratıldı yaratılalı kendi anlamını arayan bir varlıktır. Bulamadığında ise kendine farklı semboller içinde anlam yakıştıran. Fakat günümüz şehirleriyle birlikte insan da bir dönüşüm yaşadı. Şehir ve içinde barındırdıkları, insanın bu arayışını bir nevi gölgelemeye çalışmakta. Öyle ki görünüşte her ihtiyaca cevap veren bu haliyle, insanı manipüle eder durumda. Metropollerin temsilcisi gibi duran gökdelenler her daim insana yukardan bakıyor. Ezilmişlik hissiyle sürekli kendini ispat davasında günümüz insanı. Hiçliğini unutmuş ve varlığını olabildiğince teşhir derdinde. Nietzsche’nin kurguladığı üstün insanı her köşe başında görmekteyiz bu nedenle. Üstünlük takva iledir oysa. Yeryüzünde üstlendiği beşerî mesuliyeti en iyi şekilde yerine getiren mümindir üstün olan.”
Yediiklim’den Öyküler
Ahmet Ergin-Utancın Rengi Kırmızı
“Müdür bey, iş yerinde başka kimse yokmuş gibi o seminere benim gitmem gerektiğini söyleyince tepem attı. Neymiş ben bekârmışım, bir gece kalmam gerekiyormuş, en uygun kişi benmişim.”Ulan bana ne, evlenmeselerdi. Onlar evli diye her zıkkıma ben mi gideceğim? demek istesem de yüzüme yapmacık bir tebessüm kondurup peki müdürüm demekle yetindim. Müdürün odasından la havle çekerek çıktım. Bu şirketin ayak işlerine bakar oldum iyice. Sahi neyim ben? Hangi pozisyondayım şu Allah’ın belâsı yerde?”
“Yanımdakinin horul horul uyuyup boş çuval gibi üstüme yığıldığı, önümdeki adamın koltuğunu arkasında kimse yokmuş gibi yatırdığı o manzara gözümün önüne geldikçe otobüs yolculuğundan nefret ediyorum. Benim de şansımdan mı nedir otobüse her bindiğimde bunun gibi insanlarla karşılaşıyorum. Biri önümde biri yanımda bu yolculuğu bana zehir etmek için sözleşmiş iki adam muhakkak oluyor. Bir gün de şöyle kibar bir bey yahut naif bir hanım otursa önüme şaşarım. İlla kaba saba, nadan biriyle muhatap olacağım.”
“Otogara girmek üzereyken uyandığımda kendimi takım elbiseli beyin omzunda buldum. Alelacele toparlandım. Adam tebessüm etti ” Bayağı yorulmuşsunuz hayli uyudunuz.” dedi samimi bir ses tonuyla. Ne diyeceğimi bilemedim. Önümdeki adam da önce yanındakinden sonra da arkasına dönüp bizden rahatsızlık verdiği için özür diledi. Yüzüm kıpkırmızı oldu. Elim ayağım buz kesti. Kendimden utandım.”
Ayşe Koç – Güzel Bir Kelime
“Kadının yanına gitmeye karar verdi. “Cümlelerimi doğru kurarsam beni anlar, uf oldu demek yok.” diyerek kendini tembihledi. Gömleğini sıyırmasına lüzum yoktu. Yarası büyüdüğü için her kumaşın altından fark edilebilirdi. “Bak, bu benim yaram. Canımı acıtıyor.” dedi.“Yaraların için ne yapabilirim, oldukça büyük görünüyor.” demedi kadın. İyice azarladı. “Sen kendini ne sanıyorsun, bir yaran var diye omzumuzda mı taşıyalım, bak bende de ne çok iz var.” dedi ve kollarındaki birkaç ufak izi gösterdi. Büyümüş çocuk aynanın karşısına geçti. Yarasını açtı ve “Sen kendini ne sanıyorsun!” dedi –üzdü kendini-. Bu davranışı devam ettirdi. Her seferinde aynanın karşısına geçti ve kendini üzdü. Uyudu ve uyandı. Yarası büyüdükçe büyüdü.”
“Sabah kalkınca biraz daha büyüdü. Çocuğun saçı sakalına karışmıştı. Aynaya gitmedi. Yüzünü yıkadı, gözünü boşalttı. “Bugün ayna yok, yarama kendim bakacağım.” dedi. olmadan acısıyla yüzleşecekti. Belki yardım eden olur diye düşündü. Saflık zerrelerindeydi. İnsanların ayırdına varamıyordu.”
“Ayna güldü. Sevgili dedi, ne güzel bir kelime. Çocuk güldü. Sevgili dedi ne güzel bir kelime. Yara ağladı. Sevgili dedi ne güzel bir kelime.”
Emame Akman Harmancı – Kalem İççisi
“Ruhunu serbest bırakmayan ve bir türlü kendi yoluna gitmek bilmeyen o yazma arzusu, ömrünün en bereketli çağına hükmediyordu. Bir kere olsun bir kurmacanın izini sürmüş, bir öykünün kapısından içeri girmiş olan hemen her çılgının başına gelendi bu. Yapılabilecek çok bir şey yoktu. Kâğıda dökülmenin hazzını bir kez tatmış olanlar için yolun sonu buydu.”
“Neden sonra idrak etmeye başladı bir şeyleri. Yazdıklarını acemi bir yazar edasıyla kaleme alıyor ancak onları değerlendirirken bir yazı ustası gibi acımasız davranıyordu. Yapması gereken kendine biraz acımaktı belki de. Müşfik bir okur edasıyla bakabilseydi kendi satırlarına, hem okuduklarını hem de kendini daha çok sevecekti.”
Yediiklim’den Şiirler
eriğin sözü mü olur canım
gel sana baharı gezdireyim
parklarda saklı çocukluğumuzu
geçmişi hatırlatacak ne varsa
üstünde ip atladığımız çimen
bir mendil gibi katladığın gülüşün
sen kuşları bağrında taşı yeter
eriğin sözü mü olur canım
Arif Ay
İsterseniz biraz daha huşu içinde olup
Ol seyrin bakıp ritmine sesine tınısına
Melodisine nağmesine usulüne ya hay
Yolun üzerindeki rüzgâra kapılıp ayrıca
Bu iş buraya kadar haydi bu şarkılar
Bizi nasıl da ediyor kendimize hayran.
Nurettin Durman
Günahım da sevabım da
defterime düştü burnumdaki topla
ellerim ve iki gözüm değilse
gömleğim ele versin beni
ancak ben gidince anlaşılacak
panayırdaki pirifâni hâlim
Ah, ölümü bilir de günahı bilmez palyaçolar!
Hüseyin Alemdar
Güneşi bekledim içime doğsun diye,
Yarasaların üşüştüğü gölgeme bak!
İyi bak gölgeme; gölgemi kurşunladım,
Güneşin ışıkları sızdı kan yerine.
Sanma ki hep ah ederim kızıl goncama,
Ömrümü ettim yoluna can fedâ, heyhat!
Gül cemâli nurlar içinde misk ü amber,
Kırparak umudumu bölüyor sonsuza.
Arif Dülger
Öyle bir yara ki yalnızlıkta ve ağır ağır
Kör bir baykuşun sancısı gibi
Bütün gün gökyüzü apaçıkken birden
Daha iyi ağrıyor, daha iyi yağıyor
Özlemini duyduğun şeyin ne olduğunu bilmediğin gecelerde
Atını dört nala sürerken kemiriyor
Çünkü kemirebileceği her şeyi kemirir
Kısacası örsünde dövüyorsun kendini
İnsan en güzel kendini dövermiş
Abdullah Yalın Karadağ
Şehre fevç fevç yıldızlar düşecek birazdan
şehir insanı medenidir devlet kuşu demektir bir de
aydan köhnemiş bir güney elde edecek medeniyet
ifritlerin sel gibi insi köşelere,
kıstırdığı vakte geldik. Evvelce de söyledim suyu
su bahanedir istila gibi ay paralanır akdeniz şarkında
yecüc ve mecüce gerek, işin temeli
kalmamış bir dünya dişilliğin fevkinde
ins bir öpücüğe bin ölüm hediye etti, dirlik vaktine erdik!
Ethem Erdoğan
Sanma ki sahibi yok ateş kusan ağızların
Sanma ki Firavun name doğurdu kaldı geride yankısı
Haccac’ı yaratan elbet bilir taşın varacağı yeri
Nicesini alıp vuran kader bulur yine asasını
Ve bırakır zalimi yenmiş ekin yaprağı gibi
Yunus Emre Altuntaş
bir acının içine doğranmış gibiyim
kabuk bağlamıyor ritmi bozan günlerim
kana karışan bu sarsıntı
bastırınca da durmuyor
kör bir kanamaya teslim
bilenmiş bıçaklar kadar amade
evveli dünya telaşı
bitti sular çözüldü kanat açıklığımdan
aşikârdı buhurdan eksilişim
görünce çay lekesi zanneden kızılderililer
vemeksikalıları yemeyen çöl tilkileri
dünden razıydı beni karşılamaya
Ahmet Karpınar
Kendine iyilik yapanların en delikanlısı
Durma koş, herkesin aldırmadığı sızlanışla
Kör bir bıçak gibi bilendiğin dünyadan
O yaranın sağaltmasına nereden başlarsan
Kime niyet ettin ki sevdiğin kimi buhar
Hayatın süreğidir yazgısına iliştirilmiş aşklar
Eylül Özlem Öz
Karşı koymak
Hangi taş üstün gelecek ateşe
Zordur nefes almak Filistin’de
Vicdansız gözler dünya saltanatında
Zulüm rüzgârı arsız eser
Şehir ıssızlık uykusunda
Hani bir kurtulsak şu düşen bombalardan
Hani bir kalsak düştüğümüz yerden
Biliyoruz gün doğacak üstümüze yeniden
Gazze’de hayat
Fatih Can
karanlık vurunca kırdığım ayna
boynumda gezindirdiğim ilmeği tanırdı
kekelediğim harflerin üzerinde duruyorsun
şimdi beni al ve götür, insanca ölelim
durmadan dönmekten bulanan dünya!
kamburuna oturmuş ömür
ah ki ölüm diyor konuşunca, birileri susmasın!
sen susma, kader bizi imzalasın.
Asım Şahan
Şehrin en kalabalık sokaklarından dergilerin sesini duyuyoruz.Eline sağlık Mustafa Hocam.Kaleminiz daim olsun…