Edebiyat Ortamı – Sayı: 98
Edebiyat Ortamı dergisi 100. sayısına bir adım daha yaklaştı. Anılar biriktirerek, arşivlik çalışmalar ortaya koyarak ve genç sesini yitirmeden yoluna devam ediyor dergi.
Beyhan Kanter Söyleşisi
Büyük bir dikkatle takip ediyorum Beyhan Kanter Hoca’nın çalışmalarını. II. Yeni’ye getirdiği yorumlar, şiirimiz üzerine yaptığı detaylı incelemeler günümüz şiirinin daha iyi anlaşılmasını sağlayan kıymetli eserler. Arafat Deniz’in sorularını cevaplamış Kanter. Elbette söyleşinin merkezinde II. Yeni şiiri var. Benim de severek okuduğum ve sık sık başvurduğum “Şiirsel Kimlikten Mekânsal Sınırlara / İkinci Yeni Şairlerinin Mekân Algısı” kitabı üzerine de notlar var söyleşide. Birkaç bölümü buraya alıyorum. Arşivlik bu söyleşinin tamamı Edebiyat Ortamı sayı 98’de.
“Kitabı yazarken çok zorlandığım zamanlar oldu ama keyifli bir konuydu. Çünkü gerçekten ufkumu çok açtı, çok farklı yerlere götürdü beni. Hatta hâlâ sempozyumlar veya konferanslar haricinde bu konu üzerinde akademisyen arkadaşlarla veya meraklı öğrencilerle konuşurum ve bundan zevk alırım. Bu bağlamda Doç. Dr. Muhammed Hüküm’in adını da hassaten anmak isterim. Kendisiyle sık sık fikir alışverişinde bulunduğumuzu, uzun uzun konuştuğumuzu eklemek isterim.”
“İkinci Yeni ismi üzerinde topluluk içinde de zaman zaman tartışmalar yaşanmıştır. İkinci Yeni isminin bir ironisi olduğunu ve rahatsızlık vermeyen bir zıtlığı olduğunu düşünüyorum. Sonra Birinci Yeni’ye yani Garip şiirine olan karşıtlığı da hatırlatıyor. İmgesel bir söyleyiş. İsmin esas hikâyesine baktığımızda ise İkinci Yeni şiiri, 1950’den sonra ortaya çıkan ancak belirgin bir programı ve bildirisi olmayan bir hareket, kendi ifadeleriyle ‘rastlantısal bir sıçrama’dır.”
“Öte yandan İkinci Yeni şiirinde de postmodernizmde de arayışların söz konusu olması, alışıldık ve verili gerçekliklerin sorgulanması benzer özellikler içerir. Türk roman ve öyküsündeki postmodern gelişmelerle İkinci Yeni arasında doğrudan olmasa da bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Hatta bildiğiniz gibi İkinci Yeni’nin postmodern olup olmadığı ile ilgili tartışmalar da yapılmakta, bu konuda bazı görüşler ileri sürülmekte.”
Vaktüzre
Günlükleri, anıları önemsiyorum. Özellikle yol gösterici konumda olan, önemli işlere imza satmış isimlerin yaşantıları bizler için de kaynaklık edecek detaylar barındırıyor. İsmail Kıllıoğlu günlüklerini Vaktüzre ismiyle yayınlıyor dergilerde. 1993 yılına gidiyoruz. Birçok tanıdık isme rastlıyoruz. Bu elbette bizi ziyadesiyle mutlu ediyor.
“Prof. Dr. Sabahattin Zaim Hocayı iki yıldır görmemiştim. Ziyaretine vardığımda, odasında iki kişi daha vardı. Bunlardan birisi İzmir’denmiş, kendisini takdim etti: Adı Ali Sai veya Sayi. Prof. Dr. İdris Küçükömer’den doktora yapıyormuş. Yanılmıyorsam tez konusu “Kur’an’da Toprak Mülkiyeti ve Osmanlı Arazi Kanunnamesi” imiş. Başlığı ilginç buluyorum, ama “Kur’anda” ibaresini biraz iddialı görüyorum. Ali Sai/Sayi, hem Yüksek İslam Enstitüsü hem de İktisat Fakültesi mezunu olması dolayısıyla tezin hazırlanmasında güçlük çekmeyeceğini belirtiyor.”
“Dışarı çıktığımızda, Çavuşoğlu, Yönelişler’in bir takım sorular göndererek cevaplandırılmasını istediğini ekliyor. Mustafa Kutlu’nun o soruları düzenlediğini ve bu hususta Kutlu ile konuştuğunu söylüyor. Ekliyor: Böyle soru mu sorulur: Divan Şiiri nedir? Ne bileyim ben. Git öğren kitaplardan. Bu alanı bilen biri böyle yaklaşmaz, yaklaşmamalı. Beyazıt’ta, Üniversite’nin önünde vedalaşıp ayrılıyoruz. Ne olursa olsun, geniş zamanlarda konuşmak gerek Çavuşoğlu’yla. En azından tartışılacak konular, sorunlar var. Sonra Anda’ya uğruyor, O. N. Esen ile uzun süre konuşuyor, Ankara günlerini ve tanıdıkları anıyor, elbette dertleşiyoruz. Bu arada Durali Yılmaz geliyor. Dışarıda bir şeyden etkilendiği anlaşılıyor.”
Kudüs’ün Koruyucu Melekleri
Kudüs’ün Koruyucu Melekleri’ni bir şiir tadında dua niyetleriyle yazmış Zeynep Badem.
“Ey çocuk!
Ağlamak yakışmaz, zira kederi saltanatla devşirecek sensin,
Omzunda külçelerle, sararmış otları yeşertecek sensin,
Mânileri susturanlara inat, annelere yeniden ninniler söyletecek sensin,
Varsın kararsın gün,
Karlardan aydınlık bir sabahı getirecek olan sensin.”
Mehmet Atilla Maraş ile Söyleşi
Mehmet Sarmış’ın sorularını cevaplamış Mehmet Atilla Maraş. Aney şiiri ile başlayan daha sonra TYB Genel Başkanlığı döneminde devam eden tanışıklığımız var Maraş ile. Tokat’ta da birkaç kez ağırlamıştık kendisini. Hayatına dair detaylı bilgilere ulaşabileceğiniz hoş bir sohbet olmuş.
“Babamın babası dedem Sofi Mehmet Kâhtalı. Şimdi Adıyaman’a bağlı olan Kâhta, eskiden Maraş Sancağına bağlı bir kaza imiş. Soyadımız oradan kalmış olmalı.”
“Okuma yazma konusunda beni ilk tetikleyen amcam Ömer Maraş oldu. Kendisi Halide Nusret’in öğrencisidir.”
Cahit Sıtkı Tarancı’nın bir risalesi geçti elime. 16 sayfa, samanlı kağıda basılmış. Hepsi ölüm temalı. Çok etkisinde kalmış olacağım ki, ben de ölüm üzerine bir şiir yazayım dedim ve ilk şiirimi yazdım: “Ölüm Saati”.
“Sayın Erdoğan hapisten çıkınca TYB’yi temsilen bir heyet halinde İstanbul Kısıklı’daki konutuna gittik. Siyasete gireceği belli oluyordu. Aslında siyasetten çok soğumuş olmakla beraber eğer ihtiyaç varsa kuracağı partide kendisiyle çalışabileceğimi söyledim. Bir süre sonra Ak Parti’yi kurunca beni de çalışayım diye Urfa’ya gönderdi.”
Cemil Meriç ve İslam
Zor bir mesele diye başlıyor yazısına Şahin Doğan. Cemil Meriç’i anlamak ve anlatmak zordur. Kafası karışıkların en güzelidir Meriç. Çünkü onun zihni öyle hızlı çalışır ki onu anlamak için o hıza ayak uydurmak gerekir. Cemil Meriç ve İslam konusunda yazmış Doğan.
“Zor bir mesele. Üstada haksızlık yapmadan bunu anlatabilmek mümkün mü? En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim. Cemil Meriç bir agnostiktir, bir mütereddittir. Elbette önce Marksist, sonra sosyalist, sonra milliyetçi, sonra mukaddesatçı ama her zaman rindane ve mütereddit idi. İslam düşünce tarihinde en fazla sevdiği iki ismin Ömer Hayyam ve Ebul Alâ el Maarri olması tesadüfi değil. Vefatından az önce yazdığı bazı ifadelerde bunu rahatlıkla görmek mümkün. Genç denecek yaşta gözlerini kaybetmesi, mutsuz bir evlilik yapması, beklediği ilgiyi görmemesi, çok hassas ve rezil bir mizaca sahip olması, kucağında yaşadığı toplumun çıldırtan vurdumduymazlığı, önündeki malzemenin kifayetsizliği, daima düşünmesi ve de yeterince iman edememesi… Sayılabilecek bazı nedenler arasında. Bazen inanmış, bazen inanmamış, bazen kuşkulanmış. Ama daha çok kuşkulanmış. İslamcıları, muhafazakarları, Osmanlı’yı, medreseyi, Said Nursi’yi kimi zaman göklere çıkarması bir çaresizlikten, bir sığınma ihtiyacından. Onu herhangi bir kalıba koymak onu sınırlamaktır. Cemil Meriç her düşünceye açık hür-endiş bir düşünce adamıdır. Kökü mazide olan atidir. Ama bu mazinin neliği ve niteliği pek umurunda değildir hazretin. Başka bir coğrafyada gözlerini açsaydı mazi dediği şey oranın mazisi olurdu. Son nefesine kadar Marksistti diyor Dücane Cündioğlu. Kanaatimce Marksizm hayatının sadece belli bir safhası için belirleyicidir, hayatının bütünü için değil. Düşünce dünyasının bir yanında Kerim Sadi, bir yanında Said Nursi vardır. Cemil Meriç bir terkiptir, bir hamuledir, umumî bir şemsiyedir.”
Beyaz Güzellik
Yüreklere dokunan bir veda yazısıyla Edebiyat Ortamı’nda Rukiye Saran Aydın. Bir annenin oğluna vedası en içli ayrılıklardandır. Oğul gider, kararır her yer. Ancak bir müjde aydınlatır yürekleri.
“Sevgili oğlum, sen şimdi gittin. Ama gidişlerin dönüşleri de vardır elbet. Hem bazı dönüşler muhteşem olur. Senin dönüşünün de muhteşem olacağını hissediyorum. Anneler hisseder. Güzellikleri, kötülükleri, her şeyi hisseder. Bizden, memleketinden uzakta, sabır ve sebat ilmekleriyle ördüğün giysilerinle bir gün vatanına milletine döneceğinin umudu içindeyim. Bir gün, giderken götürdüğün güneş aydınlıklarının daha gümrahını sırtlanıp döneceksin vatanına. Ben sabırla hep senin yolunu gözleyeceğim…”
Direnişin Vicdanı: Ebu Hanzala
Hanzala’yı bilmeyen yok artık. O artık Filistin direnişinin en sağlam ve ayakta kalan sembollerinden. Naci Hüseyin Selim el-Alî, Hanzala’nın ustası. Kalemiyle Hanzala’ya güç veren Naci Hüseyin Selim el-Alî’nin hayatı da acılarla dolu geçiyor. Muhammed Sefa Rumeli anlatıyor Naci Hüseyin Selim el-Alî’yi.
“Selim el-Alî, 1936 yılında adını Roma İmparatoru TiberiosKonstantinos’dan alan kadim şehir Taberiye (Tiberias) ile Meryem oğlu İsa’nın doğduğu Nâsıra kasabası arasında yer alan Şecere isimli bir köyde doğmuştu.”
“Mülteci kamplarına yerleştirilen Filistinliler arasında Selim el-Alî’nin ailesi ve yakınları da vardı. Günlerce süren çetin bir yolculuktan sonra Lübnan’ın Sayda kenti yakınlarında bulunan Ayn el-Hilve Kampı’na ulaşan Ali ve ailesi yaşamlarını artık bu kampta sürdürecekti.”
“22 Temmuz 1987 yılında işe gitmek için arabasına doğru yönelen Ali, bilinmez bir silahtan çıkan kurşunlar tarafından ağır bir şekilde yaralandı. Kanlar içerisinde yere yığılan karikatürist, hemen hastaneye kaldırıldı. İki aya yakın yoğun bakımda tedavi görse de 29 Ağustos 1987 yılında yaşam savaşını kaybetti.”
Edebiyat Ortamı’ndan Öyküler
Gizem Cevher – Ve Yaralarsa Birini, Biri… Beklerse
“Havanın sıcak mı soğuk mu olduğunun, hisseden tenlerde bir öneminin olmadığı bir yerde hep yaşayıp durdu biri. Gören gözlerde kıymeti olmayan nadir iyiliklerin olduğu bir yerdi orası. Nadir iyilikler o kadar nadirdi ki, bir iyilik vuku bulduğu an, artık pek şaşıran da olmazdı.”
“İlerleyince ormanda, geniş toprağa adımlarını birer birer atınca saksağanlar yükseldi yerden, dalların arasına karıştılar. Dallar sıktı. Sırf bundan gökyüzü kendini daha da gizliyordu. Dalların arsından sızan tanesi ışığın… tanesi çünkü gözü makul olan iyi şeyleri görmeye henüz alışık değildi. Gözleri çeperlerini yeni yeni yok etmiş hangi nimetti ki sızan ışığı, kararan toprağı bu kadar taze görüyordu?”
“Ağlayan bir ses duydu, başını eğdi, baktı ağaçların arasına. Karanlıkta bir şey göremedi. Koyu gölgeleriyle ağaçlar dizilmişti. Görüp görebildiği koyu gölgelerdi. Görüp görebildiğim bu, dedi. Sessizliğe sesini verdi. Sessizlik bir kuyu, yuttu sesini. Duyup duyabildiği budur karanlık gecenin. Görüp görebildiklerine gelince…”
Tufan Erbarıştıran – Kim/Dir O?
“Batan gemiden kurtulup küçücük bir adaya çıkan oydu; soğuktan korunmak için ağaç dallarından ilkel bir kulübe yaptı. Sabah olduğunda dışarı çıktı. Denizden kulübesine doğru gelen ayak izlerini gördü.”
Tarık Özcan – Duvar
“Anladım ki işimiz kelimelere kalmıştı. Uzun bir süredir kendi içerisine kapanmayı sanat haline getirmişti. O güne kadar soruları kendisi sormuş, cevapları da kendisi vermişti. Başkalarına tahammülü yoktu. İşimin zor olduğunu biliyordum. Yıllar içerisinde kalıplaşmış bu şahsiyet duvarının harcı köklerden, kelimelerden ve eklerden oluşmaktaydı. Bunun için kelimelere müracaat etmem gerektiğine inanıyordum. Kapalı bir kutu gibi olan odasından Allaha ısmarladık diyerek ayrıldım.”
Bir hafta yanına uğramadım. Kendimi toparlamaya çalışıyordum. O korkunç duvarın yıkılmasına müsaade etmiyordu. Asıl duvar kendi içerisindeydi. Dışardakinden bir tuğla çekmiştim ama içerisindeki duvardan sökmek imkânsız gibi görünüyordu. Evine gitmeye karar verdim. Kapıyı iki, üç kez çaldıktan sonra solgun bir yüzle karşımda duruyordu. Döndü ve odaya doğru yürüdü. Odaya girdiğimde yüzü duvara dönük bir şekilde oturuyordu. Küsmüştü fakat kararlıydı. “Beni duvarımdan koparamazsınız,” cümlesi odanın sessizliğini bozarak duvarda çınladı.
Canan Coşar – Bahar Sevinci
“Tel vursun dağ seslensin yerime. Oy ooyy yok mudur bir kuşun kanadı yok mudur göklerin kuşağı otursam kuşun kanadına kuşak kuşak gezsem kaybolsam. Serüven bu ya. Hafif bir serinlik baharın uzamasına sevinç katıyor. Öyleyse güneş sen biraz daha oyalan öyleyse yaz sen biraz daha hasrete dön yüzünü. Bahar dediğin üç günlük ömür göz açıp kapayıncaya dek. Yaz yanmak kavrulmak, yaz yanmak yok olmak, yaz beklemek yanık yaralarının iyileşmesi için beklemek.”
Edebiyat Ortamı’ndan Şiirler
Bir çocuk
Okula gidiyor
Sokaklara kırlara tarlalara kar yağıyordu
Kuvvetli bir rüzgâr da, ölü sinekleri dağlara tepelere savuruyordu
Bir adam
Kışa ve ağaçlara şöyle bir bakıyor
Çocuklarda hiçbir şeye aldırmadan kartopu oynuyordu
Bir kardan adam çok üşüyor; siyah deri bir şapka da dolapta unutulup gidiyordu
Davut Güner
Öyle serbestim ki şiirim bile bilmez aslı Leyl olan kim Leyla nedir
Leyla da bir bahanedir aslında asıl Leyladan geçmeyen divanedir
Desem ki desem ki ey lisanım lisan-ı hâl ile neydi bu halim desem ki
Aşk dedikleri de bu muymuş şimdi sana ben ne desem ne söylesem ki
Sen bizi kiminle sanırdın ki ey nefsim ben kiminle sanırdım ki böyle seni
Göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa bakmasaydım bakmayaydım yüzüne
Leyla tipim değildi zaten bunu sen de biliyorsun kim neylesin ki söyle seni
Yaşar Akgül
sırrımı fısıldasam ihtimal kulağına
neyin hazırlığı başlar bilinmez ki
başlayan ve biten üzerine yazıyoruz
konuşuyoruz kendimizden geçerek
hep kabuğuna meftun olduğumuz
yaralarımıza
arzuyu ve coşkuyu
beraberliğin hazzını ya da
dile getirmiyoruz
dile getirilmez biliyoruz
oysa ima yardıma gelebilirdi
coşkuyu dile getirmeye
titreyen elleri kitaba dönüştürebilirdi
avuçlarda gizlenen yüzleri
Ali Sali
seyircisiz çıkıyorum son düzlüğe
buralardan çeker gideriz diyorum
takılır peşimize gene bu kayıp şehir
mor neonlar altında geçeriz tutanağa
çarpışacakmış gibi çıkıyor karşımıza
kırmızı vagonların gömüldüğü kuyu
aklımda bir sürü asal soru: gemiler nasıl
öyle durur ayakta, nasıl esritir meşe suyu?
Yaşar Bedri
kim ki
yeri göğe iliklerse
kalbi güvercin olur
Nuh’la anılır serüveni
Tenine gün giydiren
Ölmez öyle
her ölümlüyle
Yasin Mortaş
Durup dururken söylenen
söylendikçe şarkılarda duaya dönüşen dünyaya;
merhaba, avarelik yaftası yiyen kuşluk vaktinin kuşları
sizleri güzergahın şerrinden emin bir elçi edasıyla selamlıyorum…
Bugünlerde bankadan arayan çok oldu nergis
borçlarım epey birikmiş onu söylüyorlar
ama söylemiştim sultana kırım harbinden beri
halbuki ben yeni doğan çocuklar için mermi biriktiriyordum
o yüzdendir ki belediye camii mühürledi
mühürlemese de zaten kepenkleri indirecektim
ama bu senin suçun unutma
tamam tamam kaşlarını çatma
bu bizim suçumuz
Fatih Çatma
Hararet’imiz Devam Ediyor
Hararetimiz devam ediyor. Kolay kolay da geçeceğe benzemiyor. Su kaynatmamız bile an meselesi. İçimizi bir müjde ferahlatabilir ya da bir dost selamı esenlik bildirisi sunabilir bize.
İşte tam da bu duygularla geldi Hararet dergisinin 3.sayısı. Derginin bana ulaşması biraz zaman alıyor. Hararetim tam yükselecekken dergi geliyor ve ferahlıyor her yer. Öylesine içten ve özenli bir çalışmanın ürünü olduğunu derginin her sayfasında hissedebiliyorsunuz.
3. sayısına ulaştı dergi. Bir derdi ve söyleyecek sözü olduğunu anlıyoruz. Genç bir kadrosu var derginin. Sadece Hararet’te yazan isiler çoğunlukta. Bir mektep olmayı başarabilir dergi. Bu samimiyet ve umut var dergide.
Okur’a sesleniyor dergi, derdine onları da ortak olmaya davet ediyor.
Derginin Takdim yazısından…
Kıymetli okur!
Bu dergiyi aldıysan ve dahası buraya kadar okuma zahmetine katlandıysan belli ki senin de bir derdin var. O halde kudemâya kulak verelim: “Allah derdimizi arttırsın…”
Var ol….
3 ‘ler
Üçler, yediler, kırklar… Türk-İslam geleneğinde sayılar önemlidir. 3, bu sayıların ilkidir. Çocukluğumuzdan bu yana “Allah’ın hakkın üçtür.” diyerek hayatımıza giren üç sayısı ayrıca tek sayı olmasından dolayı da tek olanı işaret eder. Sadegül Karaaslan, üçleri sayıyor. Yeniden dupduru ayağa kalkmak için bir hak daha derken saydığımız üç bu.
“Otuz yıl önce üryan geldimdi, otuzumda yine üryan bıraktı. Üstümden edebi, derimden ahlakı söktü attı. Dört yüz insan arasında çırılçıplak bıraktı. Hikaye değil bu, kabus değil; cennet yaşıma varmadan cehenneme koydu. Yüzümün nuru, gözümün yeşili soldu. Kelkit’in suyu kurudu, Tokat yüzüme indi. Üç dal sigara yaktım, üç dal beni yaktı. Üç dal.”
Yalnızlık Denen O Girdap
Günümüzde yalnızlığın tanımını da yapamaz olduk. Her yer o kadar kalabalık ki yalnız kalamıyor kimse. Ya da görünen bu. Sorsak herkes yalnız. Modern çağın çıkmazlarından biri de bu. Zekeriya Pala, Kalabalığın Yalnızları diyor bu duruma. Kim bu yalnızlar; cevabı yazıda.
“Doğal seçilim, bulundukları ortamda er ya da geç göz önüne gelmelerini sağlar ve bu esnada kendilerinden bu yönde bir gayret görülmezken vaziyet bu noktaya gelir aksi haldekiler değinildiği gibi yine bir histerikten fazlası değildirler. En nihaye emin olmanın yollarına gelince, bu ancak hedefin gerçekleştiğinde genel kabul görür. Yalnız bireysel tatmin için sarsılmaz görev bilinci ve bunun kendi içine boşuna verilmediğine iman kâfidir: Bir şeyin değişmesi için beklemezler aksine bizzat değişimin kendisi olmak için hazırlanırlar. Süreç içerisindeki sabit engellere sızlanmak yerine tanzim edilebilecek alanlara yönelirler. Kafaları bir kumandanın cepheyi yönetmesi gibi çalışır ve hayatı da müttefik ve düşman hattından görürler. İdeolojiktirler, para ya da diğer göz alıcı metalar onların önceliği olamaz ancak birer araç vazifesini görebilir.”
Milliyetçilik Üzerine
Türkiye’de tam olarak anlaşılamamış kavramlardandır milliyetçilik. Ziya Gökalp’ten başlayıp milliyetçilik akımlarının ayyuka çıktığı zamanlara ya da milliyetçileri cadı avına çıkmışçasına fişleyenlere kadar üzerinde tartışmanın eksik olmadığı bu kavram günümüzde de sık sık gündemi meşgul ediyor. Mehtap Yıldız, milliyetçilik üzerine yazmış. Konuyu oldukça sağlam kaynaklarıyla açıklıyor Yıldız. Kuru bir milliyetçiliğin insanlığa verdiği zararları da işliyor yazısında.
“Yaratıcının, nasıl bir süreçle insanı yarattığını bilmiyoruz. Fakat son kitap Kur’an-ı Kerim’den anladığımız kadarıyla, insan neslinin sadece iki insandan değil aynı anda yaratılmış ve insan olma süreci tamamlanmış pek çok insandan türediği pek çok din âlimi tarafından kabul edilen bir gerçektir. Bu da aklımıza başka bir soruyu getirmektedir. Acaba, milletler ezelden beri var mıdır, yoksa modern bir olgu olarak mı karşımıza çıkmışlardır? Bunun ne kadar anlam ifade edebileceği konusunda fikir yürütmenin duygu dünyamıza anlam katacağını düşünmemekle birlikte, bir yere ait olmanın, aynı duygu ve düşünceleri hissettiğin insanlarla yol yürümenin ve onlarla günlük hayatı paylaşmanın insanı gerçek amacına götürme konusunda odaklanmasına olumlu katkı sunacağı kanaatindeyim. Bu bağlamda, ırki anlamda bir milliyetçiliğin toplumsal yapıya hiçbir katkısı olmayacağını düşünmekle beraber, kültür milliyetçiliğinin ise yadsınamaz bir gerçek ve toplumsal bir vakıa olduğunun altını çizmek gerektiğini düşünmekteyim.”
Musahhar
Tuğba Karademir şiirsel bir denemesi ile Hararet’te. İnsan fethedilmeyi bekleyen bir yüreğe sahip. Her an ne olacağını kestirmek güç. Ne zaman biter ya da kim galip gelir. Belki de yolun sonu musahhar…
“seninle yürünen yolun, çıkılan yokuşun, tırmanılan dağın, tutunulan ağacın beni dinlendirmesi hakkında,, bir gün var olmadığın bir dünyaya uyanmanın dehșetengiz korkusu hakkında,, seni uyurken düşlemenin bir çeşit şekerli kokusu olduğuna inanmam hakkında,, beni eve bırakmanın saçlarımı kurutup örmüşsün gibi hissettirmesi hakkında,, evime giden yolun kalbinden geçmesi hakkında,, kalbimin sana surdan sağlam evler örmesi hakkında,, ismini ismimin yanında görmenin neşeli şarkısı hakkında,, sana bir şeyler yazmayı çok özlemiş olmam hakkında,, seni çok özlemenin çocukluğumun saçlarını hoyratça kesmesi hakkında,, şehrinin şehrime uzaklığı ve rağmen yakınlığı hakkında,, pencereden sana el sallamanın kayan bir yıldızı görmekten nasıl daha heyecanlı oluşu hakkında,,”
Hararet’ten Hikâyeler
Sümeyye Baştürk Tatlı- Elbet Bir Gün
“İhsan Bey, radyodan gelen şarkıyı duyar duymaz elindeki kalemi defterin üzerine bıraktı. Neredeyse yetmiş yaşına gelmişti ama aradan geçen zamana rağmen gençlik aşkı Münire’yi bir türlü unutamıyordu. Derin bir soluk aldı. Masanın üzerinde duran askerlik fotoğrafına bakıp iç geçirirken buruşmuş ellerine değdi gözleri. Yıllar sonra hem de bu yaşta, Münire’yi hatırladığı için utandı kendinden. “Unut artık İhsan, unut!” dedi kendine. Dolan gözlerini sildi ve gözlüğünü takıp D. Dergisi’nin son sayısı için hazırlamaya çalıştığı yazısına devam etti.”
“İhsan Bey, yazıya devam etmeyi bırakmış şarkıya eşlik etmeye başlamıştı. Şarkıyı mırıldanırken Münire ile yürüdüğü sokakları anımsadı. “Vefasız İhsan! Zalim İhsan!” diye geçirdi içinden. “Baban, Selma ile evleneceksin, dediğinde ‘Olmaz baba, ben Münire’yi seviyorum.’ deseydin ya! Korkak İhsan, korkak İhsan.’’ diye kendi kendine konuştu.”
Aybüke Sarı- Sandık
“Kimseyi uyandırmamak için parmak uçlarına basarak sessizce odasına girdi. Ahşap kapıyı, gıcırdamasına izin vermeden usulca kapattı. Bu sırada geceliğinin ucu, kapıdaki çiviye takılarak hayata tutunmaya çalışırken birazcık yırtıldı. Buna aldırmadı. Artık odada yalnızdı. Işığı açtı ve sanki kendi istikbalini de aydınlatmak istercesine odayı aydınlattı.”
“Küflenmek için daha kaç mum üflemesi gerektiğine dair bir fikri yoktu ve bu yüzden sırtına yük olan yorgunluğunu… En çok da bunu çıkardı.”
Türk bayrağına sarılı tabutu gördüğünde ilk olarak ne hissetmişti? “Vatan sağ olsun!” demişti, öyle değil mi? Parmağındaki yüzük yetim kalmıştı. Ona mezar olan dağları ateşe vermesi gerekirken, oturup bir sigara yakmış ve “Vatan sağ olsun!” demişti; “Vatan sağ olsun…!”
Resul Onay- Bataklık
“Muztaripti Gazanfer. Şehir hayatının ikiyüzlülüğü, samimiyetsiz ikircikli yapısı ve yanlış kullanılan teknolojinin şuursuzca insanları zapt etmesinden muztaripti. Sık sık bunlardan kaçma arzusuyla yanardı yüreği. El mecbur fırsat yakaladıkça doğaya, ormanlara kaçmaya özen göstermesi de bundandı. Çadırı, çakısı, baltası ve bilumum alet-edevat ile yola koyulurdu. Fikri ekseriyetle, ‘varacağım yer önemli değil, ben yolu seviyorum’ şeklindeyken bu gibi vakitlerde yol da varacağı yer de ayrı ayrı ehemmiyet kazanıyordu Gazanfer için doğrusu.”
“Ateş insanlık tarihi boyunca büyük önem arz ettiğinden midir nedir bilinmemekle birlikte sesi ve dalgalı görüntüsü daima hipnotize etmişti Gazanfer’i. Ne kadar uzağa da gitse ardında bırakamadıklarını her gittiği yere peşi sıra sürüklediği için derin düşüncelere dalmıştı dalgalanan alevler eşliğinde. Her ince detayı sürekli düşündüğünden bu durumu saatlerce sürdürmek pek de şaşırtıcı değildi.”
“Bunu idrak ettiğinde ise usulca süzülen bulutlara gülümsedi ve Nazım Hikmet’in ‘Fevkalade Memnunum Dünyaya Geldiğime’ şiiri dolandı aniden diline. Başkalarından umdukları boşa çıksa da yine kendi gayretiyle bu sinsi bataklıktan kurtulmuştu Gazanfer. Bakın yine tanıdık bir sahne değil mi?”
Hararet’ten Şiirler
Adı sanı bilinmez otlarla tütsülenmeli şimdi
Ve kutsanmalı gidenler sahipsiz hisarlardan
Ölüm listeleri kırmızı başlıkla yazılmalı
Çünkü “leş anlamlıdır” ve yakındır mana
Vebadan vedaya, ucuzdan bedavaya
Toprağa düşen her cana diyeceğim şu ki
Adınız çoktan kazındı bile
Bitki örtüsü beton olan şu plastik ormana!
En iyi ihtimal kirlenmiş bir ummana…
Abdulkadir Laloğlu
Buralar hep vatandır sahipsiz toprak değil
Alsancak dalgalanır nişanesi uludur
Kanla filizlenmiştir ağaçsız yaprak değil
İmanı perçinleyen şol görklünün kuludur
Onca uykusuzluğun son uykusu tabuttur
Temizlediğin leşler binleri geçik senin
Ana kokusundansa kokladığın baruttur
Kimseler bilmese de adın Mehmetçik senin
Faruk Sarıkavak
Zindanlardayım anne, yüreğimde kar benim.
Günahım yok ne garip, mahpusluğum var benim.
Ben bilmem ben anlamam, nerede ne fay kırıldı?
Ben de güneşim anne, bende bir ay kırıldı.
Sinemde saplı durur, kirişler ve kolonlar.
Melekler geldi yine, ellerinde balonlar.
Hani nerede kardeşim, önce onu alsalar.
Kalbimin derununa, muştuları salsalar.
İbrahim Şaşma
bize duvar ördüm senin çekik gözlerinden
tarihin tekerrürü tam buradan başlıyor
kes göbek bağını sokratik gülüşümden
denemesiz yanılgı bizi şerre yoruyor
ırkıma yabancıyım
yabancıyım soykırıma
savaşlar savaşlar
hep barışsız şûralar
bir senin sesinle duruluyor
ters gidişe meyal o bulanık sular
Züleyha Selçuk
ağır ağır açtım gözlerimi
annem eylül koymuş ilk adımı
halbuki ben kazma kürek yaktırmışım o yıl
ve o yıl bahar gelmiş köyüme ardından
uzun bir bahar
annem adımı bahar da koymamış eylül de
kış gelir gibi olduğunda,
ormanda ölü ağaç ararken
adımı annem değil aşk koymuş benim
Güzin Asya
Aydos, Sayı: 35
Mevsimleri selamlayarak çıkmaya devam ediyor Aydos dergisi. Duruşu sağlam derginin. Tavrı net. Mazlumun yanında zalimin karşısında. Sadece edebiyat yapmakla olmuyor dik duruş. Tavrını da net olarak ortaya koyacaksın. Çünkü geriye kalan ve bizi biz yapan, savunduğumuz hakikat gömleği geriye kalacak. Elbette bunda en büyük pay; Sıddık Ertaş’ın yol gösterici tavrı ve duruşu. Bunu giriş yazısında da vurguluyor hoca.
“Onlar bizim kardeşlerimizi şehit ettikçe biz Aydos dergisi olarak eli kalem tutan gençler yetiştiereceğiz. Edebiyat ocağımızda yetişen son kuşağımızdan Sude Işılay Kökez, Emre Gül, Helen Hüsna Işık, Esma Karadağ, Temuralp Çelik, Özlem Tozal, Salih Varlı, Hülya Varol, Emirhan Vardar, Aynur Karakuş ve Berfin Ay bu sayımızda ablaları ve abileri ile birlikte aynı sayfalarda insanlığın kurtuluşu için saf tutuyorlar.”
Şiirin Zekası: Bağdaşıklık Ve Tutarlılık
Poetik bir yazısı ile Aydos’ta Vahdettin Oktay Beyazlı. Şiiri, “tutarlılık” ve “bağdaşıklık” yönlerinden ele alıyor Beyazlı.
“Şiirde “tutarlılık” ve “bağdaşıklık” sağlamak için şairin, bazen ciddi bir işçilik yapması gerekirken bazen de şiirin iç dinamiğinden kaynaklanan bir güç bunu kendiliğinden sağlar. Ahengin çoğu vakit uyak, redif ve ölçü ile sağlandığı malum. Oysa kimi şiirlerde bu ahenk, bazen ses akışından veya kelimelerin müzikalitesinden de gelebilmektedir. Bunun için şiirdeki estetik dengenin sağlanabilmesi tam manasıyla, bir önceki cümlede söylediklerim neticesinde gerçekleşmektedir. İnce bir işçilik gerektirdiği için şiirin form, mana ve ahenk bütünlüğünü kazanması, bilhassa modern şiirde önemsenmesi gereken ciddi bir meseledir.”
Hem Okudum Hem de Yazdım
Okur yazar olmak deriz ya bu iki kavram rast gele yan yana gelmiyor. Sıralama da doğru. Önce okumak sonra yazmak. Okumadan yazmak imkânsız. Bana okumam için yazdıklarını getirenlere öncelikle kimleri okuduğunu sorarım. Kimseyi okumadığını söyleyenlerin tek satırlarını okumadan geri veriyorum karalamalarını.
Şadi Oğuzhan tam da bundan bahsediyor. Önce okumak, sonra yazmak ve nihayetinde okunmak.
“Peki, yazmak için okumak denilince neden yüzümüz asıldı? Çünkü başkalarının değil, bizim okunmamızı istiyoruz. Çünkü, tembeliz. Çünkü birkaç dakikalık renkli ve müzikli videolar hem bizi yormuyor hem de bizi daha çok eğlendiriyor. Ve en kötüsü, aslında yazacağımız bir şey de yok. Sadece okunmak istiyoruz. Bir şeyler yazmayacaksak, insanlar neyi okusunlar? Bir şeyler yazmak derken, daha önce yazılmamış, yepyeni, ilgi çekici, güzel bir Türkçe ile kurulmuş, okuyanların kendilerinden bir şeyler bulacağı metinleri kastediyorum elbette. Birleştiren, tutuşturan, donatan, heyecanlandıran değiştiren, dönüştüren şeyleri…”
“Genişleyen ufkun sağanağı altında rengârenk ve birbirine benzemeyen tablolar, içine sıkışıp kaldığımız odacıklardan açıklara, uzaklara, farklı iklimlere, bambaşka insanlara; onların giysilerine, alışkanlıklarına, törenlerine, savaşlarına, aşklarına, romanlarına, şiirlerine, semtlerine çekip götürecek. Her dönüşte kendimize yeni sözcükler, anılar, manzaralar eklemiş yeni birisi olarak buluruz kendimizi. Bütün bunların kaleme, kâğıda, kitaba dönüşen izlenimlerinden söz ediyorum elbette.”
Çağın Benden İstedikleri
Yaşadığı çağla ister istemez barışık oluyor insan. Ya da çağın gidişine ayak uydurmak da diyebiliriz buna. Bu çağ bizden ne istiyor, biz bunları yerine getiriyor muyuz? Aslında kapitalist sistem ne istiyorsa onu yapma telaşında yaşıyoruz gibi bir durum var. Salih Varlı bu soruların cevaplarını arıyor yazısında.
“Bir evin olsun. Evinin dış kapısı cinsiyetin olacak. Seni tanıyanlar rengine göre bilecek seni. Hayır, erkek ya da kadın olamazsın. Homoseksüel, heteroseksüel, panseksüel, transseksüel, metroseksüel, biseksüel, aseksüel, lezbiyen veya gey… Şanslısın çünkü marjinallik yolunda kapını istediğin cinsiyete göre dizayn edebilirsin. Şekillendirdiğin bedeninin eşiğinden geçenler senle tanışmış olacaktır.”
“Salonuna gelenlerse direkt Netflix’i görmeli gözlerinde. Aklında bulunsun, yeni çıkan dizi/filmlerden salyanı akıta akıta bahsetmek gerçek bir entelektüel hareketidir. Bununla birlikte oturma odanda, dönemin hiçbir sanatkarlık esamesi bulundurmayan, hazır altyapılar ve efektlerle kısa bir süre içinde yapılabilen müziklerine de yer ver. Nasıl olsa zamanı yakalamış birisin.”
Şiir Bize Ne Anlatır?
Bu sorunun sahibi; Müştehir Karakaya. Şiirin ruhuna girmek ve şairle aynı göğe bakmakla ilgili bir durum bu. Şairin derin dilini anlamak gerek. Şairlere düşense yazının içinde…
“Yazmak zor iştir. İnsanda bazı hasletleri, güzellikleri de alıp götürür. İnce bir ruh, rikkat, keder, ıstırap verir. Bunlara tahammülü olmayanlara bu işe girişmemelerini öneririm. Çok okumalarını, geçmiş yazar ve şairleri takip etmelerini, hayatın anlamı peşinde koşmaları gerektiğini, doğayı iyi gözlemlemelerini, inançlarını pekiştirerek gerçekleri görmek gerektiğini acizane söylemek istiyorum. Nerede olurlarsa olsunlar, hangi zamanda yaşıyorlarsa yaşasınlar, zulmü alkışlamasınlar, zalime yandaş olmasınlar. Bu dünyanın hangi coğrafyasında olurlarsa, hangi ırktan ve hangi dinden olurlarsa olsunlar… İnsan olmanın ve sanatçı olmanın göstergesi de budur işte…”
Soy(kırım) Tarihi ve Kırım Türk Edebiyatı
Tahsin Çayıroğlu, Kırım’a uygulanan soykırımı ele alıyor yazısında.Soykırım, Kırım-Türkiye ilişkisi ve Kırım Türk Edebiyatı tarihi olaylar eşliğinde ayrıntıyla ele alınıyor.
“Kırım’ın Türkiye ile olan ilişkisi 1224 yılında Selçuklu hakanı Alaettin Keykubat’ın Karadeniz ticaretini güvene almak için Kırım’a çıkarma yaparak Suğdak’ı almasıyla başlamıştır. 1239’daki Moğol istilasına kadar süren bu egemenlik 1475’te Fatih’in Kırım Seferi’ne de zemin hazırlamıştır.”
“1783’ten sonra sürekli uygulanan Kırım’daki kırıma son darbe 18 Mayıs 1944 tarihinde Josef Stalin’in emriyle indirilmiştir. Almanlarla iş birliği yaptığı gerekçesiyle Kırım’da kalan son Türkler, hazırlanmalarına dahi fırsat verilmeden gayri insanî koşullar altında vagonlara bindirilerek Uralların ötesine sürülmüştür. Nüfusun yarısı sürgünde kırılmıştır. Yüzyıllardır öz yurtlarında türlü baskı ve zulme karşı direnen Kırım Türkleri, ne yazık ki, Rus hizmetkarı Josef Stalin tarafından soykırıma varacak biçimde sürgüne tabi tutulmuştur. Bu sürgünlerle Kırım’da Türk diye bir halk kalmamıştır.”
Şehrin Girdabına Katılmak
Şehir yaşamının insanı içine çeken bir girdabı vardır. İnsanı alır ve insanlıktan çıkarır. Aslında tam anlamıyla şehirle ilgili bir durum da değil bu. Yaşanan çağın insana ettiği fenalıklar diyebiliriz buna.
Mehmet Mazak, şahit olduğu bir olaydan yola çıkarak kaybettiğimiz değerlerimizi şehrin girdabı üzerinden okuyor.
“Bir şeyin girdabına kapılmak deyimi; etkisinde kalmak, o şeyin çekiciliğinden kurtulamamak, içe doğru çekilmek, yutulmaya oldukça yakın anlamına gelir. Deniz, göl ve akarsulardaki girdap nasıl bir nesneyi içine doğru çekerse, şehrin girdabına kapılan bir insanda boğulmaya, kişilik ve kimliğini kaybetmeye doğru hızla sürüklenir.”
“Şehrin girdabına kapılmadan yaşamak gerek. Girdaba kapılmamak için iyi insan olmanın yanında, güzel insanlardan kendimize yol gösterici kutup yıldızları bulmamız gerekiyor. Ne diyor du Ömer Lütfi Mete bir şiirinde; “Bu şehir girdap gülüm, girdapta mehtap gülüm” şehrin girdabına kapılmadan yaşamak benim, senin ve her insanın hakkıdır. Yeter ki yaşadığımız şehirlerde bizlere yol gösteren kutup yıldızlarını takip edelim.”
Aydos’tan Öyküler
Abdulnasır Doğru – Üç Mevsim
“Nehir’in yanakları al al olduğu zaman mevsim başlardı; Nar Mevsimi. Sonra sırasıyla Karpuz ve Portakal Mevsimleri gelirdi. Onun yanında yıllar 3 mevsim olur; bir günde 3 mevsim yaşanabilirdi. Bazı günler diğerlerinden daha uzun; bazı saatler ise aylara denk olurdu.”
“Bunlar sadece Nehir’in mevsimleri. Onun arkadaşlarını sayarsak onlarca, bütün çocukları sayarsak milyonlarca mevsim var. Yaşarken etrafa dağıtılan tohumlar vakti gelince çiçek açacak. Onlar büyüdüğünde kaç mevsim olur, mevsimlerin kaçı kendinin olur bilinmez.”
Ayşe Saygılar Umur– Ayşegül
“Boni öldü, Ayşegül gitti. Kömür, kapıdan ayrılmıyor. Faruk, Kömür ‘ü bu ayrılığa alıştırmak istiyor. Bunun çok zor olacağını bir ben mi biliyorum? Hayır, Faruk da biliyor. Kapıya sinmiş kokusu. Sokağa, parka, mahalleye. Bıraktığı yuvalara, mama kaplarına, oyuncaklara, her yere…”
“Âşık oldu Ayşegül, sevmişti bir adamı bir zaman sonra. Sevinmiştim ilk duyduğumda. Boni’den sonra ilk defa iyiydi çünkü. Dilini, kültürünü, havasını, suyunu hiç bilmediği yabancı bir ülkeye yerleşecekti ve bunun için çok heyecanlıydı. Âşık olduğu adamın sekiz tane köpeği vardı. Köpeklerle ilgili her detayı, büyük bir coşkuyla anlatıyordu. “Bak şu fotoğraftaki şapşala, erkek ve 1 yaşında. Bu ise Hera, dişi. Ona pembe giysiler götüreceğim.”
Sevda Deniz K. – Kırmızı Bisiklet
“Görkem’in okul çantasından cüzdanını çıkarırken keyfi yerindeydi. İçinde para yoktu ama birazdan olacaktı. Babasıyla birlikte buldukları gizli yerdeydi. Apartmanın arka bahçesinde etrafı taşlarla çevrili bir çam ağacı vardı. Arka taraftaki taşı kaldırınca küçük bir oyuğun içine babası bir poşete sardığı parayı her gün bırakıyordu. Ayakaltı bir yer olmadığı için baba oğul için güvenliydi. Neden böyle gizli iş yaptıklarını da yalnızca annesi bilirdi. İki odalı küçük evlerinde kendilerine ait özel bir alanları yoktu.”
“Kapının girişine bırakılan renk renk bisikletlerin, patenlerin yanından geçerken kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Bu hâlini kimse görsün istemediğinden bebek arabaları ve çocukların bisikletleri için ayrılmış olan apartmanın girişindeki odaya girdi. Anahtarı hep cebinde saklıyordu. Alacağı kırmızı bisikleti koyacağı yere oturdu. Arkadaşlarının gelmesinden tedirgin olsa da burnunu çeke çeke ağladı. Sakinleştikten sonra cebinden çıkardığı mektubu okumaya çalıştı. Gözleri ısladığından harfleri seçmekte zorlanıyordu. Okumayı bitirince rahatladı. Cihan, para bırakamadığı için oğlundan özür diliyordu. Babasının başına kötü bir şey gelmemişti.”
Aydos’tan Şiirler
akortsuz kırık bir saz duvarda
üstelik duvar çatlak
duvar çatlak üstelik sıvasız
ve çivi tutmaz
yaslanmış yorgun bir pîr gibi ve
yaralı, üstelik dişsiz
yağmur ıslanmış kar üşümüş ışık kör olmuş
üstelik sesi kısık
tek tel kalsa da kalkmış semaha
erenler dergâhında
nefesi düşük üstelik
“ağlama gözlerim mevla kerimdir”
Müştehir Karakaya
alnını cama yapıştıran o çocuğum
annesinin mesaiden dönmesini bekleyen
dışarıda yağmur, alnımda soğuk
kendimi yanlış anlıyorum doktor
denize inmiyor bu sokak da
oysa üsküdar’dayım
bu darlık nasıl bir üsküdür
kendimi yanlış anlıyorum doktor
kendimi yanlış inşa ediyorum
Suavi Kemal Yazgıç
Ne çirkinliğin sanatsal estetiğini
Ne lal renkli aynaların saldırgan değirmenlerini
Ne küflü kapıkullarınızı ne hayran paspaslarınızı
Ne yapış yapış izleriyle salyangoz gözlerimi
İsterim artık!
Ne yorgun, köle sırtımdaki kocamış mezarlıkları
Ne tamamen bitince ancak kokuşan insanlığınızı
Ne uyurken köpeklere benzeyişlerini herkesin
Ne de uyanıkken insana benzeyen köpekçikleri
İsterim artık!
Ulaş Konuk
Tespihimi tarağımı düşerken kırılan kol saatimi
Ben asadan uzak çölden habersiz
Evinde aynanda yağmuru öğrenmek serüveni
Biliyorsun aynadır bazen kırılmaya sebep
Burhan Tuz
Üç renkli denizin kenarında
Rengini bulamamış ben
İzohipslere kurban gitmişim nicedir
Tüm hislerim indirgenerek yaşanmış
Keşke acılar da kuş uçuşu yaşanabilse
İtibari olan hep muteber mi
Mustafa Kubur
Salih bir kulun devesini boğazlayan
biraz herkes olan el benim
dilim kırk kere bozulmuş tövbelerin
ketum ve sağır çığlığı
gün gelir ben de konuşurum
Oysa sormadı hiçbiri
Kabil, nerededir kardeşlerin?
Mustafa Işık
Gamzemi dokuyan baharı özleyeceğim.
Özleyeceğim incir ağacını ve çocukluğumu…
Çağırın babamın merhametini buraya gelsin
Annemin içinden geçen mutlu günlerin hayaline
ben de tutulacağım.
Akşamın gözlerine bulaştırmadan renklerimi
Tabanlarımı yara yara zirvelerime yaslayacağım
umudu…
Hatice Ermiş Özdemir
Rüzgârlı kumlar çalar son şarkılarını
Itrî’den, Dede’den sesler duyar ihtiyar neyzenler
Güneş içeri uzanınca irice yum gözlerini
İçine giriver masalın bir çekmecede saklıdır
Tozlusu makbuldür anıların ve incesi ve şusu busu
Üzülmek bir eski çağ geleneğidir Leyla
Buna şebiarus der mevtalar nicedir
Gövdeni uzatıver gül ağacı tabuta
Kenan Çayıroğlu
Kudüs’te bir sokak başında
Üç beş arkadaşıyla oynarken
Bir çocuk kanatlanır kuş olur
Uçar gider cennete meleklerle
Zeytin ağacı bilir bunu
Erol Erdoğan
Birlikte ağlayabilirsek gönül yaralarıma
Yerim kurşunu sokak ortasında senin yerine
Çekerim acını sürme diye hüzünbaz gözlerime
Feryat figan çığırırım hasret makamlı türkünü
Söker alırım âh’ını yedi düvel düşmanından
Erol Yılmaz
Ve onlardan biri daha kondu
Servi sütunlar üzerine örülen
Ve örten ölümü bile
İpeksi bir nefesle
Var gibiliğin yokluğuna
Sâyebânın
Ciddi insanların ülkesinde
Vakarın mağrur hazzını
Yaşarken gönlünce
Ve huzur içinde
Arasındaydı artık
Hâmûşânın
Ömer Faruk Yelkenci
Bir bir Kömüre çal saçlarını
Çirkin bir ördek sansınlar
Yıllarca ayırsınlar bizi
Bir adamın burun kemiğinden
El ele kayalım toprak yollara
Yok sansınlar bizi…
Berfin Ay
Teferrüc, Sayı:24
Ülker Gündoğdu’nun “Hayatta Sözün Rolü” giriş yazısı ile başlıyor Teferrüc dergisi 24. sayısına. Söze dair önemli vurgular var yazıda. Sözün gücü etkili olduğu müddetçe iyi şeylerden bahsedebiliriz. Dergiler bu vurgunun yapılacağı mecraların başında geliyor. Gündoğdu da bu etkiye dikkat çekiyor.
“Edebiyatın, insanların duygusal gelişiminde büyük bir rol oynadığı gerçektir. Edebiyat eserleri, insanların duygusal dünyasına derinlemesine nüfuz eder ve onları etkisi altına alır. Tıpkı mevsimler gibi. İlkbaharın etkisini edebiyata benzetebiliriz. Bir öykü veya şiir okurken, karakterlerin duygularını ve iç dünyalarını hissederek, kendi duygusal hazinemizi çoğaltabiliriz.
Bu sayımızda özellikle size ilkbahar etkisiyle tüm duygularınıza nüfuz ederek, harekete geçireceğimiz içeriğimizde barındırdığımız söyleşi, şiir, öykü ve eserlerle okuyuculara farklı dünyalar sunuyoruz.”
Edebiyatçılar Dünyanın Gül Yetiştiren Bahçıvanlarıdır
Edebiyatçıları anlatıyor yazısında Nazif Gürdoğan. Gül yetiştiren bahçıvan olarak tanımlıyor edebiyatçıları. Güzel bir tanımlama. Sözü gül olanlar için oldukça yürek okşayıcı bir iltifat. Mazhar olmak da nasip meselesi.
“Dünyanın her ülkesinde, edebiyat dünyasının zirveleri, gül yetiştiren bahçıvanlardır. Onlar Anadolu bilgelerinin dediği gibi: “Ademoğulları duyun, görün, izleyin bizi, bahçe biziz, gül bizdedir” derler. Edebiyatçılığı bahçıvanlıktan, bahçıvanlığı edebiyatçılıktan ayırmayanların, düşünce ve eylem dünyalarında, gül sevgidir, sevgi güldür. Sevgi gül gibi özenle büyütülür. Bahçıvanın olmadığı yerde bahçe, bahçenin olmadığı yerde gül olmaz.”
“Dünyanın her yanında, savaşın bahçelerinde, kavga ekilir kavga biçilirken, barışın bahçelerinde, sevgi ekilir sevgi biçilir. Anadolu’nun asla batmayan güneşi Yunus’un, önemle vurguladığı gibi: “Sevelim sevilelim.” Sevenler sevilirler. İnsanlar ”Yitik Cennet”ten ölümlü dünyaya, savaşmak için değil, tanışmak için gönderilmişlerdir.”
Hümeyra Yabar ile “Bir Kulübe Üzerine” Söyleşi
Hümeyra Yabar’ın Bir Kulübe romanını severek okumuştum. Hatta anlatılanların etkisi üzerimden uzun süre gitmemişti. Etkisi güçlü bir roman kaleme almıştı Yabar. Kitap hakkında da ilk yazanlardan biriydim. Öykülerinden sonra romanıyla da edebiyat dünyasında varım demişti Yabar. Mutlaka okunacaklar listesini bu romanı alın derim.
Romana dair Ali Bal’ın sorularını cevaplamış Yabar.
“Roman kahramanlarının gerçek hayatla ilişkisi, bir parfümün notalarını getiriyor aklıma. Çiçeklerden elde edilen esansların belli dozlarda karıştırılmasıyla ortaya çıkan kendine has özel kokular… Ruhumuzda iz bırakan her insan, her hikâye bir yönüyle kahramanlarımızın inşasında kendine yer bulabilir. Rüzgar, çiçek tozlarını taşırken izler dönüşür. Yazar, dikkati nereye çekerse kahraman o özelliğiyle varlık bulur. Öte yandan, romanım gerçek hayatın bir parçası benim için.”
“Mimar’la bir mesaj vermek istemedim okura. Sadece onun hikâyesini paylaşmak istedim. Mesajların değil hikâyelerin dönüştürme gücü olduğunu düşünüyorum. Bizim öğrenmeye değil hatırlamaya ihtiyacımız var. Sıcak ve soğuk suyun birlikte aktığı o çeşme, bizden önce de nice insanın susuzluğunu dindirdi. Hayat sofrasına oturduğumuzda acılar tatlılarla ikram edilir. Mimar için ormandaki çeşmede dinginlik, önüne kurulan sofradaysa manevi nimetler vardı. Vesîletü’n-Necât’ın şifası, Anasır-ı Erbaa’nın bilgeliği, Hızır’ın sabırlı yürüyüşü, Safâ ve Merve Tepelerinin hikmeti, Dedem Korkut’un misafirperverliği, Tac Mahal’in ihtişamı…”
“Orman deyince omuz omuza meşeler, nehirde balık sürüsü ve ıslak toprakta ayak izlerini bırakarak yürüyen insan geliyor. Hayat deyince yine aynı nakarat tekrar ediyor. Meyveler, hayvanlar ve ağaçlar sembolizmin farklı enstrümanları. Onlar, insanı daha berrak görmeme yardım ediyor.”
Ethem Erdoğan ile Söyleşi
Şiir yazan ve aynı zamanda şiir üzerine de düşünen bir şair Ethem Erdoğan. Poetik metinler ve şiir kitapları üzerine incelemeleri de yer alıyor dergilerde. Yani şiiri önemseyen bir şair var karşımızda. Ülker Gündoğdu’nun şiire, şaire dair sorularını cevaplamış Erdoğan.
“Modernizm çağındayız. Her şeyin kuralı konmuş durumda. Biliyorsunuz postmodern çağa henüz giremedik.) Bağımsız şiir meselesine gelirsek… Modern şiiri de bütün dünyaya ihraç edilmiş bir ezber şekli olarak görmemiz şart öncelikle. Bilimsellik de öyle sanatsallık da. Estetiğin de kuralı konulmuş bilimin de… Bunu yapan modernizm. Şimdi bu durumun şiiri ne kadar sınırlandırdığını da düşünmeliyiz.”
“Oysa şiir dilini oluşturmak bir öncelik, bu bize yeni söyleyiş imkânlarının kapısını aralamak için lazım. Aksi halde yatay seyir devam eder ki bu durum şiirin devrim ve devinimi için bir tür ölümdür. Bütün şiir gelenekleri esasen sorunuzdaki özü iddia haline getirmiştir. “Yeni” adıyla oluşan şiir topluluklarının sayısı hiç de az değildir.”
“Dönemsel olarak yazılan hangi tür şiirlerin asıl diğerlerinin diğer olduğunu elbette zaman gösteriyor. Ancak zamanın gösterdiklerine baktığımızda kelimenin göstergeden anlamın da gösterilenden başka bir şey olmadığı metinlere ulaşıyoruz. Öz yüklendiği kelimeye bir başkalık katmak zorunda. Esasen mesele kelime ve anlamda değil. Söyleyiş ve imgelem. Büyük metinlerin tamamında imgesel anlatımı görürsünüz.”
“Şiirin şartları hayatın şartları ile karşı karşıya gelmez. Biri yatay diğeri dikeydir çünkü. Ancak şiir orada doğar. Şiirin doğduğu ortam ve şartlardır mesele olmayı başaran. Değişim insan olmanın da kalmanın da gereğine dönüşüyor. Hayat değişiyor, yaşama şekilleri gelişiyor. İnsan nasıl değişmesin? Türkçe herkese yeter.”
Yafta Medeniyeti
Yeniçağın bize armağan ettiği birçok hastalıklı hâl var. Zihni bulandıran ve doğru düşünme yetisini elinden alan bir durum bu. Kolaya kaçmakla ilgili bir durum da diyebiliriz buna. Bilip bilmeden herkesi yaftalamak da böylesi bir durumdur. Talip Koktaş, bunu yafta medeniyeti olarak adlandırıyor. Zihni bir bozukluktur bu. Peşin hüküm vermenin hazırcılığı…
“Evet, yaftalanmak! Olayı, sosyal bir varlık olan insanın, bir başkası tarafından bir kalıba sığdırılmaya çalışılması olarak yorumlayabiliriz. Dahası kabuğunun dışına çıkmış olabileceğine ihtimal vermeme durumu diye de görebiliriz. Diğer bir tabirle insanları etiketlemeye çalışmak. Şu değilsen busundur, bu değilsen ötekisindir, öteki de değilsen hiçbir şeysindir, türünden yaftalamak…”
“Şucu, bucu, ocu diye yaftalanan insan, fikrinden dolayı yaftalandığı yetmezmiş gibi, bir de toplumsal statü, makam ve maddi bütçesine göre yaftalanmaya başlandı. Bu ise işin en acı olanıdır. İnsanı kalbine göre değerlendirmek yerine, kalbinin üzerine iliştirilmiş bir yaka kartıyla değerlendirmek!”
Teferrüc’den Öyküler
Muhammet Sinan Kökçü – İyi Gelen
“Niye hastanedeydiler, bu adam neyin nesiydi? Hatırlayamadı. Başı ensesinden yayılan zonklamayla birlikte tonlarca ağırlığıyla yerinden kalkmayan devasa bir metal küreye dönmüştü.”
“Ne zamandır böyleyim” diye sordu ilk. Olacak şey değil, hâlâ orda, o yatağın başucunda adam. Bir şeyi tartışıyor gibi herkes. Bir annesi başucunda başını okşuyor. Kendisine ne olduğunu değil o adamın söylediği şeyi merak ediyor. Hâlâ yankılanıyor kulaklarında: “Bana da bu iyi geliyor, bana da bu iyi geliyor”. Rastlantı olsun diye deli gibi dua ediyor zerre inanmadan. İkindi ezanı olsa gerek bu okunan.
“Aslında şu an kendi derdine düşmek istiyor, işler iyice çığırından mı çıkıyor, karışıyor mu iç içe her şey. ‘Nasıl da çemkirmişim anneme!’ vahlanmasına bulanıyor. O hatırada söylenmeyeni şimdi iç sesiyle duyuyor.”
Ramazan Kayaoğlu – Kalp Kokusu
“Bugün yine gün doğmadan uyandı. Duvardaki prize takılı küçük gece lambasının etrafa yaydığı cılız ışığın yardımıyla saate baktı. Saate bakmanın bile ağır bir yük gibi üstüne çökmesinin verdiği rahatsızlıkla yataktan doğruldu. Bu sırada üstüne örttüğü battaniyenin, kafasını üstüne koyduğu yastığın, yatak olarak kullandığı kanepeye serdiği nevresimin, birbirleriyle ne kadar uyumsuz olduğunu fark etti.”
“Gününün büyük bir kısmını geçirdiği küçük odasından çıkıp isteksiz bir şekilde mutfağa geçti. İçi iyice kireçlenmiş çaydanlığı, sallanan kulpundan tutup musluğun altında şöyle bir yıkadı. Sonra çaydanlığın içini, ağzına kadar suyla doldurdu. Bunu, çaydanlığın ağzından lavaboya dökülen suyun sesiyle fark etti. Dünden veya ondan önceki günden veya daha daha önceki günlerden kalan demi, çöpe boşaltıp demliği de özensiz bir şekilde suyla çalkaladı.”
“Evlerinin önündeki sokak, bir duvara özensiz bir şekilde çakılmış ve rengi iyice solmuş bir tabela yüzünden sokak diye anılıyordu. Yoksa bu dar yol, sokaktan daha ziyade bir evin koridorunu anımsatıyordu. Sokağa karşılıklı olarak yerleşmiş küçük dükkânlar ise koridorda sıralanmış odalara benziyordu.”
Zehra Gürer – Unutmanın Ayak İzleri
“Elinde eski ayakkabılarıyla, asfaltta ağır aksak yürüyordu. Ayakkabılarına ve kıyafetine çamur bulaşmıştı, rüzgâr kirden keçeleşmiş saçlarına dokunuyor, yüzünün görünmeyen kırışıklıklarını okşuyordu. Bu yola nasıl ve neden çıktığını bilmiyordu, bildiği tek şey durmadan yürümesi gerektiğiydi. Hatta bunu bir gereklilikten değil, karşı koyamadığı isteklerinden dolayı yapıyordu.”
“Uykusu bütün bedenini hapsetmiş, göz kapaklarının üstüne külçeler yüklemiş. Dönüyor yatakta, aklında dün gece çalıştığı dersler, sınavı var bugün, önce zorlukla kalkıyor sonra aklının bulanık suları berraklaşıyor yavaş yavaş, saat arıyor gayriihtiyari, oysa saatin kaç olduğunu ve geç kaldığını biliyor zaten.”
“Kin dolu bir rüzgâr çarptı yüzüne. Yıllarının hesabını sordu ondan, konuşamadı. Rüzgâr, her konuşamadığında daha sert çarptı yüzüne…”
Hülya Varol-Makasın Ucunda Uçuşan Perdeler
“Rüzgâr, pencereler açılınca bu evin perdesini uçuramıyordu. Perde o kadar uzun ve kalındı ki onu elle taşımak bile oldukça güçtü. Yine de rüzgâr denemekten ve “bir gün onu uçuracağım” demekten vazgeçmiyordu. Ne zaman pencereler açılsa rüzgâr oradaydı. Evin içerisi bu havayla dolup taşıyor, derinden gelen serinlik yüzlerde dolaşıyordu.”
“Herkes duysun diye perdeyi tam pencereden sarkıtacakken Sol, ayağa kalktı. Bütün perdeyi toplayarak -oldukça zor olan bu işi bir an bile düşünmeden- makasla kesti. Perdenin boyu artık sadece pencereyi örtüyordu. İnsanın boğazında bıraktığı o düğmeyi yutturmuştu. Hüzün yerini öfkeye bırakmıştı.”
Halil Gökgöz – Sazak
“Yine gece. Gün doğmaya yüz tutmuş, ufuktan göğe doğru kirli bir aydınlık esamesi. Nerdeyim? Yine sokağın birinde kapana kısılmışım. Hepsi birbirine benziyor. Hepsi birbirlerine dost, bana düşman. Bir yüz; simsiyah dalgalı saçlar. Sokağın başından padişah fermanı gibi parmak uçlarıma kadar uzanıyor. Lambadan yere yayılan ışık demeti, kömür telleri es mi geçiyor, daha varamadan karasına mı kapılıyor muamma. Sinsi sinsi bacaklarıma dolanıp dengemi bozuyor. Somurtmak dahi gelmiyor o an içimden. Memnuniyet hissediyorum hatta. Hem usul hem sert tavırlı derken bir anda yere kapaklıyor beni.”
“Çektikçe ucu kızaran sigara sesiyle açıyorum göz kapaklarımı. Yanımda baygın suratlar. Biri esmer, saçı üç numara bir genç. Göz altları mor, bakışları ondan da mor. Yanında kıvırcık, siyah saçlı biri daha var. Sol gözünün hemen altında bir dövme. Ne olduğunu burdan göremiyorum. Onun da görerek yaptırdığından şüpheliyim.”
Teferrüc’den Şiirler
Plastik pozlar veriyor insan hayata karşı
Arkasından geçerken ömür atı eşzamanlı
An’ı yaşamak adlı şuh bir putu var şimdi
Dijital dosyalara kaldırıyor gerçek an/ı/ları
Çağcıl bir yalan oysa kaçarak kurtulacağı
Şahdamarından yakın olan o meşhur sondan
Sürüyor hız kesmeden sallan ve yuvarlan çağı
Hedonist iniltiler altında yıkılıyor kent hazdan
Erol Yılmaz
tekkeden sızarmış nur kalbe
bilinen bütün şubelerine kalbin
kararmış cihetlerine sızarak
ciltlenirmiş kalbimizin defteri
bir karanfil kırığı bir gül yanığı
bu dünyada oluşmayan yaralarımıza
serpermiş eczasını
Ali Sali
Bir iki mezar provasına katıldığım doğrudur
Bitmez tükenmez mısralara katıldığım doğrudur
Zaten hayat dediğin avuta avuta büyürmüş kendini
Bütün dönüşleri kayda geçiliyor vakitlerin
Amel defterine işlenmiş rulo güller gibi
Boy aynaları ve kana çiçekleri gibiyiz
Sinan Davulcu
Kancaya solucan takmayalım dostum ayıp
Deniz mazisi gözlerini doyurur mışıl mışıl
Rüyalar sofrasında leziz mi leziz
Laleler bahçesinde renkler mi renkler
Uyusun yastıklar uzansın geceler
Soğanı kır cücüğünü sun bana
İçim dostluk dolsun kışım sonbahar
İçimde bitmeyen bir şeyler var dostum
Kenan Çayıroğlu
Gönlün istediği sessizliği kalemim yırtıyor
Göğün güneşin yırttığı gibi
Aydınlık resimler çiziyor sonra
Nefes kadar sessiz
Hayat veren kelimeler dökülüyor tarlalara.
Göverdikçe can veren can bulan
Baktığını görmek kadar derin…
Nilüfer Zontul Aktaş
kaç terazide tarttım iyikilerimle keşkeklerimi
sonucu tahmin edersin
ödenen her kefaret yürek soğutur sandım
yanıldım, çok zaman olduğu gibi
olsun, insandım yanılabilirdim
bunu kabullenmek o kadar iyi geldi ki
işte şiir bitti; vazgeçmedim, yenildim
istedim ki berabere bitsin
uzatmaları oynanan bu maç
bir an aklımdan çıkmış
uzatmalara giden maçlar berabere bitmezdi
yenildim
Hayrullah Kaplan
Esbab-ı şuaranın
Zengin hem fukaranın
Dengi olur karanın;
Kim gönül yıkar ise
Mihmandır anasıra
Şifa vakte, asıra
Âmâ kesilir sırra;
Kim gönül yıkar ise
Cihat Barış
erkek olan bir kuşun uçmasını anımsattı
dilinde ağıda meyilli bir türkü çırpınışı
Kız olanın bakışı
Bir tutam çiçeğin açmasını anımsattı
yaprağından belli renklerinin hırsızlanışı
Ümmetliğim med cezir
Kollarım iman dalgası
Koynuma bastım albümü
Seccade hâlâ bekliyor tekbiri
Kazım Gök
Bülbülü bilmeyen gülü ne bilir
Leylası olmayan çölü ne bilir
Keremle yanmayan külü ne bilir
Yoluna su olup akmaya geldim
Savruldu üstümde sevdanın yeli
Küsmüşüm yar ile nideyim eli
Musalla üstünde dönmezse dili
Tabuta bir çivi çakmaya geldim
Mehmet Baş