Muhit Sayı-54: Dosya: Filistin, Endülüs olmasın

Gazze’de zulüm, soykırım devam ederken insanın içinden başka bir şeyden bahsetmek gelmiyor. Söz dönüp dolaşıp Filistin’e, Gazze’ye orada yaşanan insanlık dışı zulümlere geliyor. Gelmeli de.

Muhit dergisi her sayısında mutlaka bu hassasiyete dikkat ediyor. Unutmamak, unutturmamak lazım.

Filistin, Endülüs olmasın dosyası yer alıyor bu sayı dergide. Dosyadan paylaşımlar yapacağım.

Mustafa Özel – Filistin, Endülüs Olur mu?

“Filistin, Endülüs olur mu derken Hristiyanların Endülüs’te Müslümanları ve Müslüman varlığını tümüyle yok etmesini kastediyoruz. Yukarıda kısmen temas ettiğimiz acı yaşanmışlıklar ve kötü tecrübeler, zorunlu olarak böyle bir soruyu sordurtuyor. Önce cevabımızı verelim: “Filistin, Endülüs olmaz.” Şimdi de nedenine bakalım.”

“Filistin’de, Filistinlilerde olağanüstü bir tecrübe birikimi vardır. İngiliz manda idaresinden işgalci devlete, komşu ülkeler Mısır’dan Suriye’ye, Tunus’tan İran’a kadar muhtelif ülke ve rejimlerle temasları olmuştur. Bu temaslar onlara ne yapacakları konusunda derin bir tecrübe kazandırmıştır. Gazze’de son yaşananlar ve şahit olduklarımız, bence bu tecrübeden oldukça istifade edildiğini göstermektedir.”

Kemal Sayar – En Koyu Zalimler

“Bizim meselemizde aslolan, kalıp zulme uğrayanların neden zalime dönüştükleri sorunsalı. Burada Hz. Ali’nin bir sözü de aklıma geliyor: “Haksızlık karşısında eğilmeyiniz; çünkü hakkınızla beraber haysiyetinizi de kaybedersiniz.” Haysiyet yalnızca onur, vakar demek değil sanılanın aksine. Hays’tan geliyor, yani nitelik veren şey. İnsanda insanlığı tanımlayan şeylerdir haysiyet; irade, özgürlük, sorumluluk, yüksek empati, ahlâkî değerler, kavram oluşturma vb. Zulme pasif şekilde rıza gösterenler, insan olmanın onlara bilkuvve tanımladığı tüm bu niteliklerden yüz çevirir, feragat eder. Bu insandışılaşma, sadece zalim tarafından onlara dayatılan bir şey olmaktan çıkar, kendi gönüllü katılımlarıyla gerçekleşir. Zulüm, karşısında eğilen mazlumun özgür iradesini, sorumluluk duygusunu, insan kardeşliği duygusunu ve en nihayet zalimin sahip olduğundan başka bir düşünce üretme yetisini çürütür. Öyle kapalı devre bir sistemdir ki zulüm, içinde tuttuğu mazlumlarda yankılanır ve onları kendine senkronize hâle getirir.”

Mehmet Dinç – Feyza Topçu -Filistin’in Çocukları Psikolojik Olarak Nasıl Güçlü Kalıyor?

“Çocukların yaşadıklarını düşünmek, duymak, görmek bile çok zor gelirken bütün bunların içinde yaşayan çocuklar her şeye rağmen yaşama sevinçlerini korumaya çalışıyor. Yağmur altında oyunlar oynuyor, güneşli havalarda uçurtma uçuruyor, hayallerindeki özgür Filistin’in resimlerini çiziyorlar. Bazı Filistinli çocukların aileleri, yıkılan evlerinde bombaların açtığı deliklere halat geçirerek çocukları için salıncaklar yapıyorlar. Çocuklar her şeye rağmen gülüyor.”

“Filistinli çocuklar, çektikleri acılardan yeni bir hayat inşa etmek istiyor. Komşularına, ailelerine ve kendi vatanında acı çeken herkese yardım etmek için daha çok öğrenmek istiyorlar. 10 yaşlarındaki bir çocuk, tüm okulları bombalayan İsrail’e eğitim hakkımızı ve öğrenme hakkımızı elimizden alamazsın diyerek haykırıyor. Kendi imkânlarıyla okulunu çadırların arasına kurarak yeniden inşa ediyor. Kendisi ve diğer çocuklarla birlikte burada öğrenmeye devam ediyorlar.”

Süleyman Ceran – “Şifa” Olmuş Yaranın Adı

“Şifa, “hastalıktan kurtulma, iyileşme, ilaç” anlamına gelen bir kelime; Şifa Hastanesi de ismine uygun bir şekilde direne direne hastalara “Şifa” verme adına mücadele eden bir kurum olarak tarihe geçti. Hastaneyi teslim etmediği için infaz edilen başhekimin, hastalarını terk etmeyip birlikte can veren doktorların yurdu olan bu hastane, hem tıp hem de insanlık tarihinin sayfaları arasında onurla yerini alacaktır. Hastane bahçesinde scrubs denen ameliyat elbisesi üzerindeyken elleri bağlanarak infaz edilmiş sağlıkçıların, yaralı yattığı sedyeden alınıp kollarında kateterler, vücutlarında sargılarla çukurlara canlıyken atılıp iş makineleriyle üzerleri örtülenlerin vebali, bugün olmasa da yarın muhakkak birilerinin uykusunu kaçıracaktır.”

Kâmil Yeşil – Filistin, Şairlerimizin Nesi Olur

Faruk Nafiz ise gerçek ile hayali bir arada vermekle Yahya Kemal’den ayrılmaktadır. Erken Cumhuriyet dönemi şairleri içinde Filistin duyarlığı sadece bu iki metinden başka yerde yoktur. Bu şiirler de görüldüğü gibi “bizim” Filistin, Kudüs şiirimiz değildir; laylaylom şiirlerdir. Dolayısıyla başta söylediğimizi tekrar edebiliriz. Filistin, Cumhuriyet dönemi şairlerinin hiçbir şeyi değildir. Edip Cansever, “Çağrılmayan Yakup” şiirinde Yusuf ’u da zikrederek Yahudi kültürüyle kurduğu bağı ima ve ihsas eder fakat Filistin yine yoktur. Kudüs/Filistin bilinci, duyarlığı Türk şiirine Sezai Karakoç’la gelmiştir: “Alınyazısı Saati”, “Sepet”, “Ey Yahudi” vd. Akif İnan bu duyarlıkla “Mescid-i Aksâ’yı gördüm düşümde” diyecek, Nuri Pakdil şair olmasa da yazdığı manzumeler sebebiyle “Kudüs şairi” olarak ünlenecektir. Bütün bunlar Sezai Karakoç’un getirdiği duyarlığın sonucudur. Karakoç, Müslüman şair olarak Kudüs duyarlığını yeşerttiği için bugün Türk edebiyatında ve düşüncesinde bir Filistin/Kudüs sevgisi, saygısı yaşamaktadır.

Bekir Salih Yaman – Nekbe’nin Yetmiş Altıncı Yılında Filistin Davası

20. yüzyılda “insanlığın son adası” olarak adlandırabileceğimiz Osmanlı’nın yıkılmasının ardından, dış güçlerin etkisiyle Siyonist nüfusun Filistin bölgesinde artması, peşinde acı, kan ve gözyaşını getirdi. 1948’de uluslararası hukuka aykırı olarak ilan edilen İsrail; gerçekleştirdiği katliamlar, hukuksuz yargılamalar, hak ihlalleri, arazi ve mülk gasplarıyla bölgeyi büyük bir kaosa sürükledi. 7 Ekim’de başlayan ve hâlâ süren olaylarda milyondan fazla insanı Refah’a sıkıştıran Siyonistler, insanlıktan uzak eylemleriyle tüm dünyanın gözü önünde açık bir soykırım işlemeyi sürdürüyor. 1948’den beri bazen bahaneler bazen de bahaneler olmadan Müslümanları katleden Siyonist zihniyet, çıkardığı hukuksuz kanunlarla insanları yüzlerce yıldır yaşadıkları topraklardan bir gecede sürebiliyor, eğitim ve barınma haklarını ellerinden alabiliyor, ufacık bir şehre milyondan fazla insanı sıkıştırabiliyor. Filistinli kardeşlerimiz metanetleri, tevekkülleriyle en güçlü silahların dahi ümidi yenemeyeceğini kanıtlıyor.

Lütfi Şeyban ile Söyleşi

Nahide Nagehan Akyol, Lütfi Şeyban ile Endülüs/Direniş ve Soykırım kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş. Altını çizdiğim satırları paylaşıyorum.

“Aslında Endülüs’te olduğu gibi her bir İslâm devleti, kendi Müslüman tebaası yanında gayrimüslim tebaasına da şu beş alanda temel haklarını tanımıştır. Uygulama zeminini de hazırlayıp bu hakları anayasal bir hukuki düzenle teminat altına alarak sürdürmüştür. Bu haklar can, mal, akıl (fikir ve kültür), din (ahlâk ve hukuk) ve nesep (nesebini sürdürme) emniyeti ile hürriyetidir. Ne İslâm’dan evvel ne onunla çağdaş ne de sonrasında (bugün) bu temel insani hakları tanıyıp uygun bir nizam sayesinde yaşatan başka herhangi bir devlet ya da toplum olmamıştır. Günümüz modern Hristiyan ülkelerin bu konuda iyi sayılabilecek örnekleri mevcutsa da aralarında kıyas kabul etmeyecek derecede farklılıklar vardır.”

“Yahudiler tıpkı benzer diğer marjinal topluluklar gibi nevi şahsına münhasır bir topluluktur. Benzerlerinden ve hatta tüm başka milletlerden en belirgin farkları ise öncelikle kendi inançlarına her ne şartta olursa olsun kesin bir inançla bağlılıklarıdır. Sonra da dört bin yıldan fazla süren tarihî süreçte her türden tırpanlanmaya rağmen hayatta kalmayı başarmış olmalarıdır.”

Halil İbrahim İzgi ile Söyleşi

Hasan Mert Kaya’nın sorularını cevaplamış Halil İbrahim İzgi.  Kudüs’e, Filistin’e, 7 Ekim’den bu yana yaşananlara dair notlar var söyleşide.

“Yaşananları sadece Filistin-İsrail veya Yahudi-Arap Savaşı olarak görmek, tüm olayları tarihî bağlamdan ve sebeplerinden koparmak anlamına gelir. Öncelikli olarak İsrail-Filistin arasındaki problemlerin, İsrail anlatısıyla mikro parçalara ayrılarak yeniden tanımlandığını görüyoruz. Filistinli kimliğine sahip kişiler Gazzeli veya Batı Şerialı olarak ifade edilerek yeni tanımların insan zihnini kompartımanlara ayırdığını görüyoruz. HAMAS’a veya teröre karşı savaş gibi kafa karıştırıcı ifadelerle sürekli olarak İsrail’e yönelik tehditlerin olduğu ve bunların üstesinden gelmek için bazı önlemler alındığı gibi bir üst anlatı tercih ediliyor.”

1968 olayları dünyaya yeni bir nesil armağan etmişti ve bu nesil şu anda internet dâhil birçok gelişmenin itici gücü oldu. Ancak temelinde bir reaksiyon vardı. Filistin temelinde gerçekleşen olaylar, reaksiyondan ziyade yeni bir vicdan koalisyonu talebi içeriyor. Dünya beşten büyük ve insanlar dünyanın gidişatında daha etkin olmak istiyor. Ancak bunu mevcut şablonlarla izah etmek pek mümkün değil. Yıkılan sadece Gazze’deki binalar, ölenler de Gazzeliler değil. Tüm dünya sistemi yıkım yaşıyor ve vicdanlarda değer yargıları ölüyor.”

Fakr ve İstiğna

Muhammet Enes Kala, insanın ihtişamını tamamlayan fakr ve istiğnadan bahsediyor yazısında. İhtişamlı bir hale gelmek de bir nasip meselesi. Bu yolda insanı neler bekliyor, hangi yol tutulursa bu ihtişam kuşatır insanı, cevapları Kala’nın yazısında. Özellikle fakr ve istiğna kavramlarının açılımı ufuk açıcı bir nitelikte ele alınmış.

“Öyle üst erdemler vardır ki erdemlerin el ele tutuşmasından doğar. Adalet, şahsiyeti ve toplumu inşa eden erdemlerin birlikteliğinden neşet eder mesela. İhtişam da öyledir. İnsanın içini ve işini tamir eden erdemlerin birliğinden çıkar ortaya. Birbirini tamamlayan erdemler görkemli bir şahsiyete giden yolu örer ve yol ihtişamı seslendirir. Her bir erdem, hem öğrenme hem de yaşama iştiyakının ürünüdür. Bir tarafı talime, diğer tarafı terbiyeye dokunur.”

“İhtişam, insanın iç dünyasını görkemli yapan ve onu bir insan olarak müşerref kılan bir erdemdir. Böylesi bir erdem iki kelime yardımıyla da konuşur bizimle: fakr ve istiğna. Bu iki kelimeyi insana mahsus irade cevherinden hareketle konumlandırabiliriz.”

Aşk Hakkında Bazı Sorular

Erol Göka, aşk ve evlilikyazılarının 17. bölümünde aşkın can damarından sorular yöneltiyor.  Her sorudan sonra insan durup düşünüyor cevabı kendi hayatını da göz önüne alarak. Sonra kendi cevabı ile Göka’nın cevabını karşılaştırıyor. Sorular çok keskin. Aşkın yenisi mi eskisi mi, aşkın yaşı var mı, evlilik için aşk şart mı ve daha fazlası…

Erol Göka, bu yazılarını Aile ve Aşk Üzerine ( Kapı Yayınları) kitabında bir araya getirdi. Okumakta fayda var. Hem de aşk ile.

“Asgari sevme becerisi gösteren herkes aşka adaydır ve aşkın yaşı da yoktur. Ama elbette aşktan bahsederken akıl baliğ olduktan -buluğdan sonrasını kastediyoruz- ve tabii ki gençlik ve erişkinlik dönemleri aşk yaşantılarının en çok görülme zamanları. 65 yaş sonrası yaşlılık döneminde aşk yaşantılarının görülme sıklığı azalıyor. Bu nedenle asıl olarak gençlik ve erişkinlik döneminde görülen aşklar arasındaki farklılıkları konuşmamız gerekiyor.”

“Aşk, eş seçiminde tarih boyunca hep önemli olmuş, daha doğrusu âşıkların hayallerini hep sevdiğine kavuşabilmek, onunla evlenerek dünya hayatını aynı çatı altında sürdürmek süslemiş. Ama modernöncesi geleneksel toplumlarda âşıkların bu hayalleri çok az gerçekleşmiş. Bunu hem tarihsel incelemelerden hem o günlerden bize gelen muhteşem aşk hikâyelerinden biliyoruz.”

“Evlilik ile aşkı birlikte barındıran, sıkça duyduğumuz cümlelerden birisi de evliliğin aşkı öldürdüğüne ilişkindir. Bu kitap boyunca aşkın ne olduğu ve hangi aşamaları ilerleyerek yol aldığı ve bittiği konusundaki ifadelerimiz, bu konudaki sorulara cevap niteliği de taşımaktadır. Ama bir kez daha tekrar edelim: Aşk, eninde sonunda nihayet bulacak, onunla birlikte hayatı olağan biçimiyle sürdürmenin çok zor olduğu bir insanlık hâlidir.”

“İnsandan İnsana Şükür ki Fark Var”

  Zeynep Merdan’ın yazısını okuyunca aklıma hemen bu dize geldi. Merdan soruyor; “Senin keşif insanın kimdi?” insan tiplerinden bahisler var yazıda. İnsanın karşısına çıkan, onu etkileyen, eviren, çeviren insanlardan… Çok detaylı bir analiz yazısı olmuş bu. Satır aralarında kendi insanımızı arıyoruz.

“Her insanı bir dönem bir ruh hâlinden, bilinçten, perspektiften, yazgıdan bambaşka bir hâle, bilince, bakışa, yazgıya taşıyan insanlar var: Hicret insanımız. Sürgün, göç, hicret… Kalbin sürgünü, zihnin göçü, ruhun hicreti var. Çünkü her insanın bir muhaciri var bu dünya sürgününde. Her insana bir de ders olsun, ibret olsun, acıyla derinlik ve bilgelik getirsin diye gönderilen bir hüsran insanı var. Belki de sadece acıyla tekâmül ettirsin diye yaşamımıza gönderilen o musibet insanını idrak edince ruhunun acısı diniyor insanın.”

“Ruhsal, zihinsel, kalbî çekicilik de var. Şahsiyeti, benliği çekici olanlar… Çekiciliğin bedene, beden diline indirgenmesi fahiş bir yanılgı bu yüzden. Bazı düşünür, yazar ve kitaplara duyduğumuz dikkat, bu soyut çekiciliğin varlığının en büyük işareti. Ve tetikleyici insanlar var.”

Dağdan İnen Şehir: Mardin

Dursun Çiçek’in bu sayıdaki rotası Mardin’i gösteriyor. Dağdan inen şehir olarak tanımlıyor Mardin’i Çiçek. Mardin türküleri eşlik ediyor bize.

“Türkülerin, şiirlerin bitişi gibi yol da bitti. Yeni Mardin diyebileceğimiz bölgeden bir silüet gibi Mardin’i dünya gözüyle görüyorum. Şehir biraz da ilk izlenimdir; ilk iz, ilk işarettir. Bu anlamda yâre benzer.”

“Yollar burada bitiyor ama yollar burada da başlıyor. Mardin’de tarih geçmiş değil. Tarih konuşuyor çünkü. Tarih hayatın dili. Kimi yerde Akkoyunluların, kimi yerde Karakoyunluların, kimi yerde Safevilerin izi var ama Mardin bir Artuklu şehri. Nitekim Yavuz Selim dönemine kadar Osmanlı’nın kontrolünde değil.”

“Tellallar Çarşısı’nda bir çay ocağında oturuyoruz. Çarşının sokaklarında sadece insanlar değil, yük taşıyan merkepler, hatta atlar geçiyor. Eski şehirde şehrin çöplerini bu merkeplerle topluyorlar.”

Yazgı’dan Yazıya

Yazmak da yazgıdan alıyor payını. Yazmak öncelikle kişinin yazgısında olacak. İbrahim Tenekeci, yazgıdan yazıya uzanan çizgiyi anlatıyor yazısında. Şiire dair de önemli notlar var yazıda.

“Zamana karşı dayanıklı şiirler yazabilmek için masaya oturmamız şarttır. Masa, hem odayı hem kütüphaneyi beraberinde getirir. Böylece kendimize mahsus bir dünya meydana gelir. Bir kütüphane sadece kitaplardan oluşmaz. Orada sevinçler, üzüntüler, dostluklar, hatıralar, pişmanlıklar da yer alır.”

“Şiirde ortam da belirleyici unsurlardan biridir. Hayatımızda yazdıklarımızın neye karşılık geldiğini bilen, bizi teşvik eden kimse bulunmuyorsa bir müddet sonra şevkimiz kırılabilir.”

“Yazı, yazgıdan gelir. Yazıyı kader olarak görmeyenlerin, iyi ve kötü günde onunla birlikte olmayanların yazdıkları fazla uzağa gidemez. Yazı serüveni ancak bir gençlik hevesi olarak kalır. Çünkü edebiyat uzun soluklu bir yürüyüştür. Hem dert hem dirayet ister. Şiir için esaslı bir yazma gerekçesine ihtiyacımız vardır. Gerekçemiz ne kadar sahici ve kuvvetli ise tesiri de o kadar derin olur.”

Korku Endüstrisi

Korku da bir endüstriye dönüşmüş durumda. Sistemli bir çalışmanın ürünü olarak tüm dünyaya korku pompalayan bir üst akıl var. Zulüm, acı, haksızlık gibi kavramlar üzerinden oluşturulan bir endüstri bu. Ahmet Edip Başaran, dünyayı saran bu endüstriden bahsediyor.

“Yeryüzünde dünyayı ateşe verenlerin dokunulmazlığını tescilleyen devasa bir endüstri daha var: Korku Endüstrisi. Büyük şirketler, konsorsiyumlar, komprador burjuva artıkları, zulüm distribütörleri, acenteler, patronlar, irili ufaklı iktidar odakları, ekonomi dininin anlı şanlı vaizleri… Liste uzayıp gider. İşte bunların hepsi toplanır ve bir açlık, güvenlik, sağlık histerisi içinde toplumun kılcal damarlarına değin girerek ellerinde bir korku şırıngasıyla endüstriyel bir üretime geçerler.”

“İnsanın kendi eliyle ürettiği şeylere öteden beri zaafı var. Bu doğru. İnsanın sanatla imtihanı da burada başlar. Sanat bize o kadim hakikati ve akıbeti hatırlatır: Doğduk ve bir gün öleceğiz.”

“Nazlı bir Üsküdar akşamıdır, sanılanın aksine oldukça tatlı bir poyraz son bestelediği şarkıyı mırıldanır sahilde. Siz şarkılara, nağmelere meftun bir yüreğin izinde poyrazla konuşmaya çalışırsınız. Sana söylediğin bu güzel şarkının bir hediyesi olarak bir şiir okuyabilir miyim? Rüzgâr konuşur. İsimleri değişse de (kıble, keşişleme, lodos, poyraz, gün doğusu, gün batısı) dünyanın bütün rüzgârları konuşur. Her rüzgâr geldiği yerin/yönün havasıyla, tadıyla kimlik/değer kazanır. Bu yönüyle insana benzer.”

Muhit’ten Öyküler

Aynur Dilber – Ateş Söndü

“Davut, pırıl pırıl parlayan, dibi en ufak ayrıntıya kadar görünen duru denize dalıp bulduğu kıymetli taşı, o taş kadar, hatta çok daha kıymetli olan arkadaşına göstermek için fırladı. Kumda güneşleniyordu. Üstündeki damlalar arkadaşının göğsüne, belki kalbine düşerken “Bak şuna!” dedi. Davut’un hayatında hiçbir an yoktu ki Süleyman’la paylaşınca asıl yerini bulmasın, az iken çok olmasın, bir iken bin olmasın.”

“Bir ateş yakılmıştı. Çevresinde artık her evde olan aç kapat kamp sandalyeleri vardı. Üç sandalyeden biri boştu. Süleyman annesini kaybedeli otuz yedi gün olmuştu. Otuz yedi gündür karanlıktı dünya, otuz yedi gündür tadı yoktu hiçbir şeyin, otuz yedi gündür kalbi buz kütlelerin altında donmuş bir yumruk gibiydi.”

“Açık havada, denize bakan bankta oturdular. Davut’un yüzünü okumaya çalışıyordu Cemre. Bir şey yayılıyordu havaya sanki… Davut’ un düşüncelerinin kokusu olabilir miydi? Hoş olmayan konuşmalar yapacaklarının emaresiydi bu koku. Elini tutmak istedi Davut’un ama izin verilmedi buna. O an birbirlerinin gözbebeklerine baktılar. Zehirli bir sessizlik ikisini de ele geçirdi. O an o kadar keskin bir kararlılık içine girmişti ki kimse geri bir adım atmayacaktı.”

Muhsin Macit – Defne Yaprağı

“Bayramlık çikolata, arifelik öteberi almak için girdiğim kuruyemişçiden hiç hesapta yokken bir paket de kuru incir alıp çıktım. Sırf ambalajı dikkatimi çektiği için… Çocukluğumda mahalle bakkalından aldığım incir paketlerinin kopyası. Belki de değil. Eve varana kadar zor sabrettim. Mutfağa adım atar atmaz paketi açtım, evet yanılmamışım. İncirlerin arasına dizili defneyapraklarını avucuma aldım, kokusunu içime çektim. Bir anda kendimi çocukluğumda mahallemizin bir nevi ıtriyat deposu sayılan biricik bakkal dükkânında buldum.”

“Gidiş o gidiş. Onun birdenbire ortadan kayboluşuna sırf ablamın en iyi arkadaşı olduğu için üzüldüğümü söylesem de tek nedeni bu değildi elbette. Varlığıyla çevresini şenlendiren bir edası, hiç eksilmeyen işvesi vardı. Muzipti. Ablamla birbirlerine açık saçık fıkralar anlatır, şen kahkahalar atar, radyoda çıkan türkülere eşlik ederlerdi.”

“Gönlümde yükselen dalgaların gözlerimden taşmasına mâni olamadım. Nermin Hanım gözlerimin niçin yaşardığına bir anlam veremese de çok tasarruflu harcadığı aferinlerinden birini benden esirgemedi. Ben de Ayfer abla sayesinde hayatımda aldığım en güzel aferini, kuru defne yaprağının incir kokusu sinmiş rayihasıyla tütsüleyip hafızamın kuytularında sakladım.”

Mustafa Çifci – Kızıl Ütü, Kara Ütü

“Benim ütüyle tanışmam babamın bir sürprizi vesilesiyle oldu. Gerçi babam sürpriz yapan bir adam değildi. Zaten o zamanın babalarından sürpriz yapmasını bekleyen de yoktu. Ama demek ki iyi bir anına denk gelmiş ve babam anneme buharlı ütü almıştı. O zamanlar buharlı ütü teknolojisi pek yaygın değildi. Eski ütüler kullanılıyordu. Annem ütüyü görünce pek sevindi. Ütü pek meşhur bir markanın ütüsüydü. “Kara ütü” dedik adına. İsim koyunca daha bir sevimli olmuştu gözümüzde. Ayrıca hem buharlı hem bilindik marka olunca annem sevinmişti.”

“Ertesi gün ütü masası geldi. İşlemler tekrar başladı. Bu arada hepimiz seyirciyiz. Annem ütüyle uğraşırken ben neredeyse ağlayarak seyrediyorum. Çünkü anneme kıyamıyorum. Ben annemi marazlı ve hastalıklı derecede çok sevdiğimden, hatta anne bağımlısı olduğumdan “Şu salak ütü çalışsa da annem üzülmese” diyorum.”

“Kızıl ütü çok uzun zaman bize hizmet etti. Ve kutusunun üzerinde “Bağdat bombalanıyor” yazıyordu. O yazıyı hiç silmedik. Kızıl ütüyü hiç atmadık. Sonra zaman değişti, annemin vadesi yetti ve bu dünyadan ayrıldı. Ve ondan kalan ne varsa yerine gelen babamın ikinci eşi çöpe attı. Ve bizim kızıl ve kara ütü hikâyesi geride “Bağdat bombalanıyor” notuyla hafızamızda kaldı…”

Muhit’ten Şiirler

Yürürsün peşine takıp sabahı, henüz açmış gülsün
dönüp bakarsın bana, saat dokuz buçuktur
dinmeyen sızı incecik duman ince sigaradan
üstüm başım yağmur, bir bekçi kendini vurur
insan bir mayıs sabahı kendini en umutsuz masalda bulur
saatim durur, limon ağacı budanmış, mesailer ve dans
bilsem ki bu sis gözlerine ağlamaktan inmiştir
yüreğim durur, ölüm hep aklımın köşesindedir
sende kanayan yara bende kangren olur.
Seyyid Ensar

Av da değilsin, avcı da
Yalnızca bölünmüş bir dolu yaprak
İnsan dışına güler mi içine kuş ağlayarak
Hesapsız bir yıkım, dünyaya tekrar tekrar fırlatılmak
Tam otuz bir yıl dokuz aydır seninleyim
Senin senden başka kimsesi olmayan şahidinim
Ve bir bilsen seni nasıl özledim.
Dilara Ayşe Akdeniz

Rabbim şükür sana nasıl üzülürdüm
Yaşayıp gitseydim onları hiç işitmeden
İşte kuş konuştu ben burdayım ya sen
Belki de böyle demedi, kim bilir
Bir özrüm var tanrım işte sana bu yüzden
Ne anlatırlar hep aynı vakit gelip pencereme

Ah anlasaydım ne söylerler dertleri nedir
Yaşasaydım ben de konduğum dalı incitmeden
Said Yavuz

Göğü taşlayan kaç gökdelen gördüler
Gelen kutusunda vaktin
Kararsız duraklar, ambulans sesleri
Modaya teyelli mevsim
Akıl veren reklamlar panolarda bir de
Gelip geçene…
Bir anlam uzatırdı bir nazar dediler
Yanından geçerken kabristan bize.
Emel Özkan

Kaç örümcek ağı dağıttığım yüzümde
fırtınaya çıkardı tüm denizciler
bana yaklaştıkça korkan bir fırtına

Tetikte beklemenin kristal yorgunluğu bu
çatlayan bir ayın yorgunluğu
kimsenin geçmediği bir yolun
Yunus Karadağ

Buğday atasım var durup dururken
Güvercinlerine Sultan Ahmet’in
İncitmeden in diyordun, birinde
Merdivenlerini, çıktığın yerin

Bir yılkı son sürat sessizliğinden
Şarkılar taşırdı çocuklar için
Şarkılar taşardı, bakışlarından
Üşüyünce sıcak, yanınca serin
Mehmet Aycı

Yaşlı bir kadının evinde gece
Umuda açılan bir tünel şimdi
Aliya’nın parmakları üşümüş
Kirpikleri ıslanmış Aliya’nın
Kaybolan hilali arıyor, yüzü
Parlıyor akşamın ufuklarında
Bosna’nın ruhunda her seher göğe
Yükseliyor yine mezar taşları
Nurullah Genç

Bu fotoğraf da siyah beyaz; yüzyıl öncesinden
Dikkatle bakarsanız her şeyi göreceksiniz, ayan beyan
Apollinair mesela, afyon içiyor çekilmiş de köşesine
Paris’i yakmayı geçiriyor kafasından, nasıl yakacaksa!

Fotoğrafa bakmaya devam ediyoruz; ayrıntılar önemli!
Sağ baştaki Yahudi şair; gözlüklü ve ufak tefek olanı
Katolikliği seçiyor birtakım hesaplarla, İstanbul’da
Baktığı her yerde Meryem Anayı görüyor,
Uzandığı her nesnede İsa Mesihi!
Adem Turan

Özünü haktan bilmeyen çekip selfie resmini;
Hak benden sorulur deyip yazar altına ismini;
Takdîsmiş nefsini meğer onca secdesi iblisin,
Şirk yontarmış kibrinden cennette gizin gizin…
Kalbinde ne taşır insan ona meyleder kulluğu,
Boşluk bir tabirsiz rüya hiç kupkuru dil oyunu;
Nicesi koşu bandında yürüdü yol aldım sandı,
Evet dememeye bir kez nice bin ömür tükendi.
Ketm et çoğunu ey dil söz tekâsürü de afettir;
Devr ayrı âdet aynı ya esrik derler yahut şair.

Senden gayrisiyle seni tanımak bilmek yalan;
Bir bakış bahşet ki bize seçelim akı karadan.
Berat Demirci

Dünyanın savurduğu ben
Yokluyorum bazı geceler
Nefesini annemin
Yaşıyor muyuz diye hâlâ
Gidebilsek beraber öğle vakti
Üzülmesen artık bana
Üzülme sen artık bana
Bak büyüdüm, büyüdük birlikte
Başlangıç ve son, gizli ellerimde
Gökhan Ergür

Hadi diyelim bu taze evliliğe gözyaşı da gerekli
Kopuşma gerekli kahkaha gerekli
Hadi elin değdi diyelim sofralara
Doğum günlerine değdi diyelim hadi
Sanıyor musun özenle seçtiğimiz çiçekler
Konteyner çiçekleriymiş,
Komodin çiçekleriymiş, porsuk çiçekleriymiş
Bir gün elbet -bu mumlar daha mum bile değilken
Çerçöp olmayacak Gökçe’anım.
Eray Sarıçam

Şiirleriniz aşksızlığınız
Kanınız kadife bir kadını taşımaktadır
Mezardan fırlayan el şiirleriniz
Bunca babasız oğul sarkaç ve kum
Dullar ve çocuklarla dolu avuçlarınız
Süleyman Unutmaz

Dünyadan geliyorsun ismin yoklama defterinde
Kaçak bir yolcu gibi binmişsin su alan tekneye
Bir rüyaya gider gibi rüyalarından döner gibi
Bir sönüp yanıyorsun karanlık suların akşamında
Birbirimize bakıp güldüğümüz o bahçe yerinde mi

Dünyadan geliyorsun kısa bir serinlik hissi
Sakladığın yatak örtüleri, çırptığın nevresimler
Hepsi çürümüş, hatırladığın dostlarınla birlikte
Annene ilk bakışının bıraktığı iz silindi mi
Mehmet Tepe

Cins dergisi; Sayı: 105

“Çokça Üzgün ve Ömer Öfkesinde Değil Asla” diyerek giriş yapıyor 105. Sayısına Cins dergisi. Üzgünüz doğru, öfkeli miyiz? İşte bu soru işareti büyüyor, büyüyor ve yutuyor hepimizi. Ve zulüm çarkı dönmeye devam ediyor.

Cins’in Giriş yazısından

“Üzgünlüğümüz konusunu ayrıca açıklamaya ihtiyaç yok. Üzgünüz gerçekten. Fakat öfkemiz, olması gereken yerde değil hâlâ. Çok önemli olduğunu tekrar ederek söylemeliyiz ki gelip gelip dayandığımız yer boykot etmek ve çağrıda bulunmak sadece. Yapalım, daha sert ve net olmak şartıyla devam edelim boykota. Ancak, çevremizi saran bu cehennemi kırmak için, kanaat önderlerinin, köşe başlarını tutmuş iri adamların, entelektüellerin, düşünürlerin, siyasetçilerin önereceği bir çözüm ya da yeni çözüm yolları yok mu gerçekten? Evet, biz bir şeyi biliyor ve bir şeyi yapabiliyoruz; sapkın Siyonist İsrail aklının sadece ve sadece güçten anlayacağını biliyoruz ve bu sapkınlığın çarkına çomak sokacak tek yerimiz de boykot ve yapıyoruz. Fakat denenmesi gereken her şeyin denendiğinden emin miyiz? Yapılması gereken ve yapılabilecek her şey yapıldı mı gerçekten?”

Nerelisin? Taşralıyım.

“Nerelisin? Taşralıyım” gibi minik bir diyalogdan neyi ima ettiğimi mevzuya yabancı olmayanlar anlayacaktır. Ben ima ettim ama Hakan Arslanbenzer konuya “Entelektüel Babandır” bölümünde direk giriş yapıyor.  Besim Dellaloğlu gündemde kalmayı seven ve başaran biri. Bu da sosyolojinin bir konusudur, kim bilir? Taşralı olmak diye bir şey var.  Kalıpları yok ama bu taşralı duruşudur diyerek kategorilere ayıran sosyologlar var. Arslanbenzer; Harward’dan, taşradan, Besim hocadan hareketle tavrını ortaya koyuyor, hem Türkçe hem de İngilizce.

Pardon. O kadar taşralıyım ki olayın bir avuç seçkin ilerlemiş gelişkin kültürlü bildung sahibi uygarlaşmış Harvard mezunu tefeci arasında geçtiğini bir an unutuverdim. Ama herif Amerikan diyor. “Bu fikir özgürlüğü değil anarşidir.” diyor Filistin eylemleri için. Hızını alamayıp Black Lives Matter’a da çatmış. “Bu eylemlerle elinize ne geçti?” demiş, “Bir çocuğa okuma yazma veya matematik mi öğrettiniz?”

“Besim hoca da yok sosyolojisi yapanlardan. Bizde şu yok, bizde bu yok sosyolojisi. Bu zanaatı adam eden Durkheim ve Weber’in kendi toplumlarına düşkünlüğü aklıma geldikçe yok satan sosyologlarımız beni daha fazla şaşırtıyor. Bizde sivil toplum yok diyordu aristokrat bir sosyoloğumuz mesela. Olsa dükkan senin de; o yoksa sosyologun işi olanı bulgulamak değil mi? Sonra da sivil toplum diye bula bula Fetullahçıları bulmuştu ahir ömründe. 15 Temmuz askeri darbesinden bir sene sonra da öldü gitti zaten. Allah rahmet etsin yokçu sosyologlarımıza, biz işimize bakalım.”

İlyada ve Ağrı Dağı Efsanesi

İnsanlık hallerinden bahsediyor Hüseyin Atlansoy. Şehirde, köyde, uzakta ya da yakında fark etmez. Oluyor her şey. Savaş ve İlyada kitabı ile başlayıp Ağrı Dağı Efsanesi’ne uzanan bir uzun hikâye bu.

“Savaş ve İlyada kitabını bitirdim. Üç makaleden oluşuyor kitap. İkinci makale Rachel Bespaloff’a ait ve esaslı. Ne diyor Bespaloff temel olarak derseniz Homeros, Tolstoy ve Shakespeare’in sonlu olan insanı öncelediklerini galip ve mağlup -ya da mağdur- arasında taraf tutmadıklarını kendilerine ait bir dünya kurmayıp -Balzac ya da Dostoyevski dünyasından bahsedilebilir ve bu dünya insaniyet kavramıyla ilintili ve sonsuza açıktır- var olan dünyayı, şiiri mite yaklaştıran bir üslupla kurduklarını söylüyor. Olumluyor yani. Bespaloff’un yazdıklarından hareketle Broch’da bu kitaplardaki üslubun ‘yaşlılık üslubu’ olarak tanımlanabileceğini Homeros, Tolstoy, Milton ve Goethe’nin bu kategoride değerlendirilebileceğini söylüyor.”

Son olarak Dostoyevski’nin Stepançikovo Köyü isminde bir köy romanını anayım ve o romanda Foma Fomiç isimli bir karakter olduğunu, kitabı okuyanların ne çok Foma Fomiç var cümlesini kurabileceklerini söyleyeyim. İnsan köyde de kentte de değişmez. İnsan insandır.”

Devlet Ana Romanına Dair

Ömer Erdem, Devlet Ana romanını ele almış yazısında. Bu roman için “Roman sanatının babası mıdır?” diye soruyor Erdem.

“Bugün, Devlet Ana, modern edebiyatın kıstaslarına vurulduğunda zaaflarla çevrili bir eser olmaktan kurtulamaz. Fakat hangi kahraman girdiği büyük savaştan derin yara almadan kurtulabilir ki? Devlet Ana, ileride açtığı veya açabileceği çığır ile değil, ilk adımı atma cesaretiyle öncü kitaplardan biridir. Türkiye’de sanatın tek tek insanlar eliyle yükseliş hamleleri yazık ki toplumdan saklanıp, meyveleri esirgenmiştir. Türkiye’nin eski-yeni karşıtlığı, çatışması kolaycılığına kolaylıkla düştüğü ve popüler olanın çürük sularıyla beslenmekten geri durmadığı zamanlarda, aslında ‘ne olduğu’nun değil ‘ne olabilir’in tartışılmasına el verdiği için Kemal Tahir ve eserini akılda tutmak gerekiyor. Binlerce sayfa tutan, roman, edebiyat notları ve daha nicesi, bir insan ömrü kadar emeğinde bir toplumun yoğunlaşma kapasitesini gösterir. ‘Tahirilerin’ Türkiye entelektüel hayatına kattıkları renk, kabul ve ret yaklaşımın ötesinde ortak tecrübenin mührü olarak görülmelidir.”

Zenginlik, İsraf, Lüks, Müslümanların Sınavı

Cins’te  Müslümanların iktisadi durumu konusu dosya boyutunda ele alınmış. Önemli bir konu. Büyük bir sınav bu.

Zenginlik, Lüks ve Tüketim Üzerine

Zenginlik de bir sınavdır. Hem de son zamanlarda çokça kaybedilen bir sınav. Sosyal medya her şeyin gözler önüne serildiği bir mecra oldu. Servetiyle var olan ve daha da çok bunu sergilemeyi marifet sayan bir güruh türedi. Muhammed Yazıcı, zenginlikten başlayan ve lükse, tüketim çılgınlığına uzanan bir pervasızlığı anlatıyor yazısında.

“Zenginlik fazlalık demektir, çokluk-azlık ise servetle sınırlandırılacak bir dikotomi değildir. Eşyanın tamamında cari olan dikotomik yapının başında çokluk-azlık gelir. Güzel-çirkin, iyi-kötü, temiz-pis gibi karşıtlar niteliksel durumun; az-çok, dar-geniş, büyük-küçük ise niceliksel durumun ifadesidir. Bu durumlar birçok yerde birbirlerinin yerine kullanılmıştır. “Gönlü geniş” deriz mesela, “alçak gönüllü” deriz; bu tabirler aynı anlamı ifade etmek için söylenir. İnsan karakterini ifade etmede ise en doğru dikotomi azlık-çokluk karşıtlığıdır. Az-çok ifadesi izafidir, bir mukayese iktiza eder. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, sosyal hayvan olan insan bir şeyin doğrusunu ancak mukayese ile belirler. Karakterindeki azlığı fark ettiğinde sahip olmaya koyulur, gönlündeki darlığı maddi imkân genişliğiyle bastırır…”

“Servetin kendisi değil, sergilenmesi ve bundan doğan mukayese bir milletin sonu olur. İmkânlar ile mümkünler arasındaki fark açıldığında ve toplumun bir kesimi imkânları, diğer bir kesimi mümkünleri ile anıldığında sosyal felaket doğal afetten daha büyük bir yıkım getirir. Haddizatında doğal afetlerin birleşmeye, sosyal afetlerin ise çatışmaya sebep olduğu sosyolojinin en bilinen kaidesidir.”

Ahmet Tabakoğlu ile Söyleşi

Ahmet Tabakooğlu ile yeni çıkan kitabı “İstanbul’un İktisâdî ve İçtimâî Tarihi 1” kitabından hareketle Müslümanların yaşadığı imtihanlar üzerine bir söyleşi var Cins’te. Sorular Sueda Nur Çokadar’dan.

“Topkapı Sarayı, Avrupa saraylarını ile kıyaslandığında esamesi bile okunmaz. Büyük bir tekke gibidir Topkapı Sarayı. Fakat mesela Dolmabahçe’ye, Beylerbeyi’ne gittiğiniz zaman yani son dönemlere doğru işler değişmeye başlıyor. İşte o zaman itibarda tasarruf olmaz anlayışı ortaya çıkmaya başlıyor. Oysa İslâm devletinde; devlet halk içindir, halkın refahı içindir. İbadullahın terfihi ahvalleri diye bir kavram vardır ki Osmanlılarda temel bir anlayıştır.”

“Zenginlik toplumsal bir olaydır. Bireysel bir olay değildir. Toplumda zenginliği oluşturan faktör de fakirlerin talebidir. Talep olmadan zenginlik olmaz. Onlar malları talep ediyorlar, ondan sonra mal üretiliyor ve malı üretenler zenginleşiyor. O talep olmasa o mallar da üretilmez. Dolayısıyla zenginlik toplumsal bir olaydır. Diyebiliriz ki zenginler toplum ile paylaşmalıdır. Onun için nisâb-ı gınâ yani zekat mükellefiyetliği var. Hazreti Peygamber’in uygulanmaları bizim için örnektir.”

“Olanlar farklı olsa da olması gereken temel oldu bu sistemdir. En azından Müslüman olanlar için söylüyorum; ihtiyaç ne kadar ise o kadarı tüketmeli, ihtiyacın fazlası Kur’an-ı Kerim’de buyurulduğu üzere infak edilmelidir. İnfak aslında ihtiyaç fazlasıdır. Müslüman ihtiyaç fazlasını infak eder.”

Filmlerde Zenginlik ve Göstergeler

Abdulhamit Güler, geçmişten günümüze filmlerde kullanılan zenginlik göstergeleri üzerine yazmış. Filmlerden örnekler, zenginlik göstergesi olarak kullanılan objeler yazıda yer alıyor.

“Yeşilçam’da zenginlik göstergesi olarak apartmanlar, köşkler ve arabalar vardır. Bugünkü filmlerde ise arabanın markası ve modeli önemlidir. Zira toplumun yarısından fazlasının arabası vardır zaten. Köşk meselesi ise değişti elbet. Artık rezidans zenginlik göstergesi. Apartmanın bir hükmü kalmadı.”

“Bir filmde yer alan hiçbir şey sebepsiz olamayacağı gibi sonuçsuz da olamaz. Kullanılan her şeyin bir anlamı vardır. Yönetmen bunun için yapmamışsa bile bir mana doğar. Bugün siyasiler bu zenginlik göstergesi konusunda içinde bulunduğu duruma benziyor. Belki çok varlıklı birisiniz. Aileden böylesiniz. Ama zenginlik göstergesi olacak herhangi bir şey temsil ettiğiniz politik adres açısından mana doğurur. Bir politikacı ile yönetmenin bu bağlamda aynı hassasiyeti gözetmesi çok ilginç değil mi?”

Numan Noyan Küçük ile Söyleşi

Sueda Nur Çokadar, “Kubbe, Filistin Zaman Tüneli” sergisine dair sorular yöneltiyor Numan Noyan Küçük’e. Filistin’i gündemde tutan her şey kıymetlidir. Bu anlamda yapılan her çalışmayı desteklemek, tanıtmak gerek.

“Asırlardır hizmet veren Mimar Sinan’ın şaheserlerinden olan yadigar bir binada dokuyu ve mimari imkânları, eserler ile birbirlerine destek olacak biçimde değerlendirdik. Sonucunda altı kubbe, altı sanatçı, altı dönemden oluşan bir dünya kurgusuna ulaştık.

Bu altı kubbe alanında her bir kubbe altındaki tarihsel serüvene gönderme yapıyor. Burada hedefimiz eserlerin tarihi olaylara yönelttiği vurgu ile farkındalığın görsel öğelerle desteklenerek, bir nevi hak ihlallerini karakterize ederek mücadele bilincini diriltmek. Serginin sol akışında yer alan tarihi okuma, yine serginin ona eşlik eden koridorunda hayat buluyor.”

“Sergiyi umutla başlatıp yine umutla sonlandırdık. Vahyin ve temizliğin rengi olan beyaz renk ile umut temalı başlayan 1. Kubbe, 6. Kubbe’de bitmeyen umut ile sonlanıyor. Güçlüye karşı sabrın ve müjdelenmenin temsil edildiği Ebabiller ve her şeye rağmen yeşeren dallarıyla “Zeytin Ağacı” son kubbenin hemen altında bekliyor.”

Yahudiler Nerede?

Servet Sena Sorkun, “Yahudiler Nerede?” diye soruyor. İsrail dışında yaşayan Yahudilerin Filistin’de yaşanan zulme, soykırıma bakışlarını yaşadıklarından ve şahit olduklarından  hareketle anlatıyor.

“Ardından bir haftalığına İtalya’ya gittim. Orada bir kafede İspanyol bir çift ile karşılaştım, bizi başka bir arkadaşıyla tanıştırırken şöyle bir cümle kurdu; “Masamız çok multikültür oldu siz Müslümansınız, ben Hristiyanım, arkadaşım da Yahudi ama neyse ki soykırım destekçisi değil.” dedi. Hepimiz kahkaha attık. Bu küçük espri, o ortamda saatlerce kendimi rahat hissetmeme yetti de arttı diyebilirim.”

“Saat 13.00’de, katılımcılar Heidi-Kabel-Platz’dan (Hauptbahnhof, St. Georg) Mönckebergstraße ve Stephansplatz üzerinden Dammtor-Bahnhof (Rotherbaum)’daki Theodor-Heuss-Platz’a kadar yürüdüler ve gösteri burada sona erdi. Polis, gösterinin büyük ölçüde barışçıl bir şekilde ilerlediğini belirtti. Katılımcılar, barış ve sona ermeyen çatışmaların kurbanlarına destek vermek için bir araya geldiler. Kalabalık arasında bazı göstericilerin ellerinde dalgalanan Filistin bayrakları herkesin dikkatini çekti. Bazı katılımcılar “Free Palästina” veya “Free Gaza” diye sloganlar attı. Bu sloganlar da öncesinde yasaklanmıştı.

Sabah Gibi Geri Döneceğiz

İçimizde bitmek bilmez bir umut var. Ümitvar olmak müminin şiarıdır. İnandıkça ve ümit ettikçe İsmail Kılıçarslan’ın deyimiyle “Sabah gibi geri döneceğiz.”

“Gazze özgürleştirecek hepimizi. Filistin’in anahtarını geri verecek dünya. Kabbani’nin sızısını giderecek. Çünkü Gazze özgür olacak ve özgürleşecek bütün dünya.

Gazze özgürleştirecek hepimizi. Hanzala yüzünü dünyaya dönecek belki bu sefer. Son Ali’nin tanka çaktığı taşlar müzelerde sergilenecek. Çünkü Gazze özgür olacak ve özgürleşecek bütün dünya.

Gazze özgürleştirecek hepimizi. Rachel’in elindeki megafonla söyleyeceğiz şarkılarımızı. Ebu Ubeyde indirecek yüzündeki örtüyü. Reem’in dedesi “bir torun verdim ama aldım bütün dünyayı” diyecek. Çünkü Gazze özgür olacak ve özgürleşecek bütün dünya.”

  İzzeddin El Kassam Filistin’in Ruhudur

Derginin üçüncü söyleşisi Peren Birsaygılı Mut ile yapılmış. Servet Sena Sorkun’un özellikle İzzeddin El Kassam üzerine sorularını cevaplamış Mut. Filistin’e dair konuların tümüne vakıf bir isimden orada yaşananları okumak gerek. Söyleşide altı çizilecek birçok ayrıntı var. ‘İzzeddin El Kassam: Suriye’den Filistin’e Bir Direniş Hikâyesi” kitabına dair notlara da değiniliyor söyleşide.

“İzzeddin el Kassam’ı tanımadan Filistin direnişinin mahiyetini de tam olarak anlayamayız çünkü. Onun hikâyesini bilmeden, Filistin üzerine söyleyeceğimiz herşey eksik kalır. Zira Filistin’de bugün gördüğümüz narkoz dahi olmadan ameliyat yapan doktorlar, işgalcilere korkusuzca kafa tutan küçük çocuklar ve mücahitler üzerinde, Şehid İzzeddin el Kassam’ın çok büyük bir manevi gücü vardır. O, Filistin’in ruhudur. Zaten hepimizin bildiği gibi, bu nedenle Hamas birliklerinin ismi de Şehid İzzeddin el Kassam Tugayları’dır.”

“İzzeddin el Kassam’ın en dikkat çekici liderlik özelliklerinden birisi, Müslümanlara karşı sevgisi ve merhameti, Müslümanların canına, malına, ırzına göz diken düşmanlarına karşı ise olan uzlaşmaz ve sert tavrı. Yani en zor anlarında dahi Fransızlarla, İngilizlerle ya da Siyonistlerle masaya oturarak konuşmayı aklından geçirmiyor.”

Boycott X

Kafalar iyice karışıyor boykot konusunda. Neyi boykot edeceğimizi tam olarak kestiremiyoruz. Bilgi kirliliği denen küresel oyun burada da kendini gösteriyor. Sueda Nur Çokadar, bu anlamda herkese rehberlik edecek olan Boycott X uygulamasını adım adım anlatıyor. Not almakta fayda var. Birkaç özelliği buraya alıyorum. Devamı dergide.

Barkod Tarama: Boycott X kullanıcıları, ürünlerin boykot ürünü olup olmadıklarını öğrenmek için barkod ile tarayabilir. Bu özellik, alışveriş sırasında hızlı bilgi sağlamayı amaçlıyor.

Arayüz Kolaylığı: Kullanıcılar, arayüzü kullanıcı dostu ve gezinmesi kolay buluyor. Uygulamanın hızlı tarama özelliği, alışveriş sırasında verimlilik sağlaması nedeniyle özellikle beğeniliyor.

Alışveriş Sırasında Etiket Okuma: Evet, uygulama, alışveriş sırasında ürünler hakkında anında bilgi sağlamak için hızlı etiket tarama özelliği sunar, bu da bilinçli tüketiciler için kullanışlı bir araçtır.

Cins’ten Öyküler

Güray Süngü – Her Şeyi Bilen Adamlar

“Medya diye bir mecra vardı ve çok harikaydı. Orada pek çok şey zuhur ediyor, dünya insanlarına sunuluyordu. Misal eğlenceli şeyler vardı, misal güldürücü şeyler vardı, misal üzücü şeyler de vardı, misal küstürücü şeyler de vardı ama misal bilgilendirici şeyler de vardı. Bu bilgilendirici şeylerden biri, haber verme ve yorum yapma üzerine bina edilmişti. Önce dünya üzerinde olan herhangi bir şey veriliyor, üstüne ise dünya üzerinde olan herhangi bir şeyin en iyi anlayanı o olanı anladığına göre yorumluyordu. Böylelikle insanlar da anlıyordu, ne neymiş, neyi nasıl algılamak yorumlamak gerekliymiş.”

“Harika bir şeye dönüştü iş sonunda; misal bir futbol maçı için yapılan yorumlar ile bir iç savaş hakkında söylenen sözler ve enerji krizinin etkileri hakkında üretilen cümleler aynı hâle geldi. Hatta bir süre sonra bu aynılık o kadar hoşa gitti ki, ufak nüanslar kafa karıştırıcı olmasın diye kullanılan yorumlar da sadeleştirildi. Sonra kusursuza dönüştü iş, sadeleşme azalmaya evrilince ve en sonunda şu oldu; haber; bir ülkede darbe oldu; her şeyi bilen adamın yorumu; evet olur öyle, bakalım zaman ne gösterecek. Bir ülke fırtına sebebiyle uzaya uçtu, aynı adam; evet olur öyle, bakalım zaman ne gösterecek.”

Mustafa Çiftci – Annem İçin Ağıt

“Erkekler anneleri ölünceye kadar çocuktur, anneleri ölünce bir anda ihtiyar olurlar. Bu cümle ne kadar doğru. Ben zamanla düzelirim zannediyordum. Ama üzerimdeki ağırlık geçmedi. Annemsiz bir hayata alıştım dersem yalan olur. Kabir ziyareti yapmak bence normalleşme alametidir. Ama aradan yedi sene geçmesine rağmen ancak bir kere gidebildim. Kabre gidince ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilmiyorum. Daha doğrusu dayanamıyorum. Bunu izah etmem zor.”

“Bazen rüyamda kavuşuyoruz. Ben kaç kere dedim “…bu bir rüya değil mi aney?” diye. Yine de kucaklaştık. Rüyada bari rüya olduğunu bilmesek. Gerçekmiş gibi sarılsak. Uyanınca hayal kırıklığı yaşamaya razıyım. Ama artık aramızda olmadığı bilgisi o kadar zalım ki rüyalarımı bile zehirliyor.”

“Beklemek şifa olacak belki de deyip bekliyorum. Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi “…gökten bir elin yaşlı gözlerimi silmesini…” bekliyorum.”

Savaş Ş. Barkçin – Hulusi Dinden Nasıl Çıktı?

“Hulusi Ankara’nın fakir bir semtinde doğmuştu. Beş kardeşin en ufağıydı. Babası Abdullah, belediyede hademeydi. Anası Fatma bildiğiniz çilekeş anaydı işte… Babası bazı günler eve sadece ekmek getirirdi, katık olmazdı. Ekmeği açık çaya bana bana yerlerdi. Ana-baba, çocuklar hepsi namazında niyazındaydı.”

“Hulusi zarfı iç cebine koydu, şaşkın şaşkın makamdan çıktı odasına geldi. Parayı kasaya koydu, bir ayıbı örtercesine üzerine dosyaları yığdı, kasayı kilitledi. O gece eve gitti, yattı. İçindeki ses “Oğlum, bu bal gibi rüşvet, hemen sabah onu geri gönder.” diyordu. Ardından hemen ikinci bir ses ise şöyle diyordu: “Yav saçmalama! Adam bu parayı sana vermese başkasına verecek. Sen al, hiç olmazsa hayır işlerinde kullanırsın. O zaman rüşvet olmaz ki!” Hulusi içindeki bu iki sesin karşılıklı bağrışmalarından sabaha kadar uyuyamadı.”

“Bir akşam, Hulusi bürokrat arkadaşlarıyla lüks bir yerde yemek yerken onlara şöyle söyledi: “Arkadaşlar, laikliği çok yanlış anlıyoruz. İslâm zaten laik bir dindir. Geçmişteki İslâm devletlerine bakın. Hepsinde devlet ayrı, din ayrı. Halifelik zaten siyasi bir makam. Dini takan mı olmuş? Gelenek, örf, adet, zaman ne gerektiriyorsa onlar yani… Laikliği yabana atmayın. Biz çok yanlış anlamışız dini!” Hulusi artık sıfır kilometre laik olmuştu.”

Şehir ve Kültür; Sayı: 119

Şehir ve Kültür dergisi 119. sayısına Ümit Meriç’in Kudüs Ey Kudüs yazısı ile giriş yapıyor. İlk sözümüz, son sözümüz hep Kudüs olsun. Biz andıkça ve anlattıkça gündemden düşmeyecek Kudüs.

“Kudüs, dünyanın berzah âlemi ile arasında bağ olan belde. Adı Tevrat’ta, İncil’de, Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen peygamberlerin, azamet dolu bakışlarıyla, seccadenizi her toplayışınızda göz göze gelebileceğiniz şehir. Mescid-i Aksa’dan yükselen ezana, Kıyamet Kilisesi’nden gelen çan seslerinin karıştığı, Ağlama Duvarı önünde kürk kalpaklı Yahudilerin Tevrat zikrine, Kubbetü’s-Sahra’dan dönen Filistinli kadınların, anaların salavatlarının refakat ettiği bir dünya iman zirvesi.”

“Müstağni Kudüs! Kendisine bulutlarla gözyaşları yollanan şehir. Her kavim kendi dilinden sesleniyor ona. Hittîlerden kalma Yebusî’ler “Saleme” diyor Kudüs’e, İsrailoğulları “Yeru Şalayim”, Romalılar “Aelia Kapitolina”, Haçlılar “Jerusalem”, Müslümanlar “el-Kudsü’ş-şerîf ”. O yine taştan tahtında hep mağrûr, hep donuk bir tebessümle Roma’dan, İstanbul’dan, Mekke’den, San Fransisco’dan gelen, kalpleri delik delik olmuş âşıklarına bakıyor ama görmüyor, görüyor ama gülmüyor. Susma Kudüs, niye susuyorsun? Niye dudakların, sur kapıların gibi sımsıkı? Kudüs sırlarını söylemeyen şehir…Konuş Kudüs, konuş!”

Kütahya Zeytinoğlu Kütüphanesi

Tarihi kütüphanelerin insana huzur veren bir havası var. Sadece yapı olarak değil muhtevasıyla da insanı kuşatan bu yapı geçmişi günümüze taşıma görevinden gelmekte. Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak, Kütahya Zeytinoğlu Kütüphanesini içindeki nadide eserler eşliğinde anlatıyor.

“Tavşanlı’nın kültürel ve ilmî zenginliklerinden olan Zeytinoğlu Halk Kütüphanesi Tavşanlı’da yaşayan Tavşanlı’nın zengin ailelerinden Sağırahmedoğlu Zeytûnzâde Hacı İbrahim Ağa (1821-1904) girişimleriyle 1890 yılında Câmi-i Kebîr’in (Ulu Cami) bahçesinde, tek kubbeli kâgir bir binanın çatısı altında kurulmaya başlanmıştır. Bu girişimi ve eğitime katkıları nedeniyle Hacı İbrahim Ağa’ya dördüncü rütbeden bir mecîdî nişanı takdim edilmiştir. İbrahim Ağa’nın kütüphane açma fikrinin asıl amacı, kasabada öğrenim gören öğrencilerin orta ve yüksek eğitim yolunda ilerlemelerine katkı vermektir. Şehri kültür ve eğitim bakımından bir cazibe merkezi yapmak için öncelikle değerli bir kütüphane kurmak ve yeni bir eğitim kurumunun temellerini atmaktır.”

“Kütüphanenin külliyenin temel taşı ve medresedeki eğitimin ana unsuru olarak kurulmuş olmasından dolayı ayrıca bir önemi vardır. Bu bakımdan kitapların seçimi ve koleksiyonun teşkilinde Arap dili ve belâgatı yönünden kütüphanenin zengin bir ilmi hazineye sahip olduğu görülmektedir.”

Kuruluşlar, Müşterileri ile Ayakta Kalırlar

Kuruluşlar bağlamında müşterileri ele almış Nazif Gürdoğan. Müşteri velinimettir sözünden hareketle kuruluş-müşteri ilişkileri üzerinde durmuş.

“Kuruluşları her zaman müşterileri ayakta tutarlar. Bunun için Anadolu kültüründe, “Müşteri velinimettir” denilir. Kuruluşlar müşterileriyle birlikte, kültürleriyle dünya pazarlarına açılırlar. Onlar doğdukları ülkelerin kültürel ve ekonomik zenginlikleriyle, gittikleri ülkelerin kültürel ve ekonomik zenginliklerine katkıda bulunurlar. Kültürler kuruluşları, kuruluşlar ekonomileri dönüştürürler. Hayatın bütün alanlarında, ekonomiler kültürlerin özneleri değil nesneleridir.”

“Mükemmeli arayanlar, gelecekte önde olmak için, geçmişten ileride olmak gerektiğini bilirler.

Sürekli yenilenen kuruluşlar, kendilerini düşündükleri kadar müşterilerini de düşünürler.”

Fetihlerle Adaletle Başlayan Şehirleşme

Fetihlerin şehirlere kattığı değerleri Mehmet Akif’in şiirleri eşliğinde anlatıyor Mehmet Kamil Berse vefethin getirdiği sükûneti örneklerle detaylandırıyor. Özellikle adaletli şehirler kurmak da fetihten geçiyor. Elbette ehil ellerde yapılan fetihlerden bahsediyoruz.

“Fetihlerle başlayan Anadolu’nun şehirleşmesi, kültür değişimi, zaman ile yarışan medeniyet değişimi olgunlaşması, dünya devleti Osmanlı’nın kurulmasına giden yolda yerleşim yerlerinin halkın kalıcı yerleşim gayretleriyle her alanda şehirlerin ortaya çıkması, bu kültürün halkın demografik yapısındaki çeşitliliğe rağmen birlik olarak kurulan şehirlerde son asrın milliyetçilik akımlarının getirdiği olumsuzluğa kadar… Cihan devleti Osmanlının tarihi yazılmıştır.”

 “Şehirler arasındaki insan dönüşümü gelişimi şehirlerdeki hayalleri arttırmıştır…Sultanlar, büyük heyecanlar yaşayarak dedeleri Fatih Sultan’ın hayallerine kendi hayallerini katarak, gelişimin büyümenin temellerini oluşturmuşlardır…”

“İstanbul Fethi de, Bizansın parçalanmış halinden Müslümanların birlik haline teslimiyetinin nişanesidir…”

Tunus

Ne kadar bize benziyor Tunus. Sadece bayrak kardeşliği değil bu. Tarihten gelen bir kader kardeşliği de diyebiliriz buna. Dr. İsrafil Kurulay, Tunus’a yaptığı gezinin izlenimlerini paylaşıyor bizimle.

“İstanbul’dan yaklaşık 3 saat yolculukla Tunus Kartaca Havalimanına vardık. Tunus’a gitmeden önce yaptığım bir kısa araştırmada kırmızı zeminli ay yıldızlı bayarak bizim bayrağa benzerliği nedeniyle muhabbete vesile oldu. Aklıma nereden icap etti de Tunuslular böyle bir bayrağı kendilerine egemenlik sembolü olarak seçtiler. Tunus’a gidince ortak tarihimizin ne kadar uzun süreli olduğunu anladım. Aslında hiç kopmamışız. Geçen yüzyılın başında biz kendi derdimize düşünce gönül coğrafyamızda birçok yeri unutur gibi olmuşuz.”

“Tunus’ta Türkiye sevgisi sadece öğrencilerle sınırlı değil; sokakta Türk olduğunuzu anlayan herkes sizinle dizilerden öğrendiği birkaç cümle ile irtibat kurmaya çalışıyor. Konakladığımız otelin bekleme yerinde otururken yanımızda internet üzerinden arkadaşıyla konuşan genç kız arkadaşının Türk olduğunu belirterek bizi onunla tanıştırdı. Yine sabah kahvaltı için otelin lokantasında çalışan garsona İngilizce sipariş vermeye çalışırken bize Türkçe olarak “Türkiye’den mi geliyorsunuz? Hoş geldiniz nasıl yardımcı olabilirim?” diye hitap edince biz de çok sevindik. Türkçeyi nereden öğrendiğini sorduğumuzda “Televizyon dizilerinden öğrendim” diyerek bizi şaşırttı.”

Gül ve Ateş Mihmandarlığında Göynük

Mehmet Mazak, gezip görmeye ve gördüklerini anlatmaya devam ediyor. Bu kez yolumuz Göynük’ten geçiyor. Gülüyle, manevi dinamikleri ve doğallığıyla karşımızda Göynük…

Göynük, huzur veren iklimi ve doğası ile gidenleri, görenleri sıcacık karşılayan, gönlüne dokunan bir yerleşim yeridir. Bugüne kadar Göynük için söylenmemiş söz, yazılmadık metin yoktur belki de. Hani derler ya “Yeryüzünde söylenmemiş söz yoktur ” diye, ben bu söze katılamıyorum. Hâlâ söylenecek söz, yazılacak metin vardır Göynük için.

“Göynük demek gül kokulu Akşemseddin Hazretleri demektir. Göynük demek, kelebeğin yanan muma, kandile, lambaya veya herhangi bir ateşe karşı, aşk derecesinde bir temayülü pervane kelebeği misali Ömer Sikkînî Hazretleri demektir. Bu iki gönül insanının bu şehirde birlikte var olmasıdır, insanları Göynük’e çeken.”

Niğde Mavisi

Alper Göncü, Niğde mavisi adı ile anılan peynirden bahsediyor yazısında. Şehirlerin adıyla anılan yöresel ürünlerini tanımak gerek. Şehir hakkında en nadide izlenimi bunlar veriyor çünkü.

“Niğde’de en kaliteli beyaz peynir Bakkalbaşı Hayrettin’de bulunurdu. Kaşar peynirini de ilk defa onun dükkânında görmüş, kocaman tekerlere bakakalmıştık. O vakitler taze kaşar henüz hayatımıza girmemişti. Ceket düğmesi kadar bir parça eski kaşar, bir dilim ekmeğe katık olurdu. Ekmeğin ekmek, peynirin peynir, Niğde’nin Niğde olduğu yıllardı.”

“2019 yılında, Recai Bey’in bir hayalin peşine takılmasıyla başlayan peynir macerası; ekonomik kriz, artan girdi maliyetleri, yem, süt, çoban, personel vs giderlerinin tavan yapması, bürokratik engeller, sürekli güncellenen mağara kiralarına rağmen bugünlere geldi. Recai Bey’in ürettiği gurme peynirler tez zamanda Gastronomi dünyasında tanındı ve başarısı peş peşe aldığı ödüllerle tescillendi.”

Türkmenistan’ın Kültürel Değerleri ve Sanata Bakışı

M. Nihat Malkoç, Türkmenistan’ı anlatıyor yazısında. Kültürel değerleri, sanata bakışı, şiire ve edebiyata olan yakınlıkları, etkinlikler ve daha fazlası var Malkoç’un yazısında.

“Türkmenistan’da sanata ve edebiyata çok değer veriliyor. Özellikle şairler el üstünde tutuluyor. Onların en meşhur şairi Mahdumkulu’dur. Orada Mahdumkulu’nu herkes sever ve tanır. Her yıl üç gün boyunca ‘Mahdumkulu Şiir Günleri’ düzenlenir. Rusya zamanında bu büyük şairin şiirleri kültür piyasasından kaldırılmıştı. Bağımsızlıktan sonra Mahdumkulu’nu yeniden keşfettiler, tanıdılar ve sevdiler. Şair Mahdumkulu onları birbirine bağladı adeta…”

“Türkmenler Kur’an’dan sonra bu ülkenin Devlet Başkanı merhum Saparmurat Türkmenbaşı tarafından kaleme alınan ‘Ruhname’ adlı esere çok değer veriyorlar. Kadim Türkmen kültüründen izler taşıyan bu eseri baş tacı ediyorlar. Her yerde ‘Ruhname’ karşılarına çıkıyor. Bu kitabı okumayanlar ve bilmeyenler bir yerlere gelemiyorlar. Ülkede bu kitabı büyük bir aşkla ve şevkle ezberleyenler bile var. Bu kitap onların anayasası gibi…”

Musiki ve Su Sesiyle Deva Bulmak

Su ve su sesi insana huzur verir, sağlık verir, gönül ferahlığı verir. Su sesinin kenarında oturmak bile insanın içini dinlendirir, günün yorgunluğunu atmasını sağlar. Su gibi geçip gider insanın üstündeki geçici ağırlıklar. Su gibi aziz olmak bu olsa gerek. Necla Dursun, bizi suyun şifalı sesine davet ediyor. Bir darüşşifadan içeri giriyoruz su sesinin eşliğinde; rehberimiz Necla Dursun.

“Edirne’ye her gidişimde ‘burada kendimi İstanbul’da hissediyorum’ derim. Sanıyorum ki bu his geçmişte başkentlik yapmış olmasından kaynaklanıyor. Yine aynı duyguyla arşınladığım Edirne gezimizin duraklarından biri benim uzun zamandır görmek istediğim fakat bir türlü nasip olmayan II. Bayezid Darüşşifası’ydı. Fatih Sultan Mehmet’in oğlu ve sekizinci Osmanlı Padişahı II. Beyazıd tarafından temeli 1484 yılında atılarak dört yılda tamamlanan T.C. Trakya Üniversitesi Sultan II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi, Edirne’yi bir kat daha fazla sevmeme vesile oldu.”

“Darüşşifanın poliklinikler bölümünde; göz mütehassısı, cerrah, nöbetçi odaları, kiler, özel diyet mutfağı, bekçi odaları, akıl hastaları tecrit odası, ilaç olarak kullanılan şurupların pişirildiği mutfak ve personel odaları bulunuyor. Bölümdeki beş açık sofadan dördü yazlık yatak odası birisiyse musiki sahnesi olarak düzenlenmiş. Odalar ve sahne büyük ve yüksek bir kubbeyle örtülmüş. Şadırvanlı bir salonun etrafını çevreleyen odaların hem dış bahçeye hem de iç salona açılan pencereleri var. Tüm bunların odağındaki kubbe yapının kalbi niteliğinde ve tepesindeki fenerden gelen ışık iç mekânı aydınlatıyor.”

“Yatak kapasitesinin otuz iki olduğu tahmin edilen merkezde vaktiyle kullanılmış tıbbi malzemeler de sergileniyor. Çeşitli ilaçlar, misk, beyaz amber, katur, gül suyu, farklı boyutlarda şırınga ve şişeler, hekim ve hastaların kullandığı önlüklerle gecelik entariler bunlardan sadece birkaçı. Güzel Edirne’nin uğradığı talihsizliklerle bir müddet bakımsız kalan, bazı yerleri yıkılıp yok olan ve gelir kaynakları tükenen külliyedeki tedavi yöntemleri müze metal levhalarında okunabileceği üzere Evliya Çelebi’nin de kaleminden damlayanlarda kendisine yer bulmuş.”

Mısır Seyahati

Şifanur Özçelik Şirin, sınır tanımaz bir hızla dünyayı turlamaya devam ediyor. Elinin, gözünün değdiği her yere cümleleriyle renk katıyor. Bakmakla görmek arasındaki farkı net bir şekilde ortaya koyuyor. Nereye bakıyorsa gönül gözüyle bakıyor o.

Şimdi de Mısır’dayız. Bu gizemli seyahati adım adım yaşıyoruz. Çöl sıcağı, piramitler, şehirlerin insana dokunan yüzü ve işte Mısır.

“Ve kadim medeniyet Mısır’daydık. Havalimanından otele gidebilmek için ücret konusunda, taksicilerle ilk başta bir türlü anlaşamadık. Pazarlık, bu topraklarda bir gelenek haline gelmiş olmalıydı; 10 dolarlık bir yolculuğu 5 dolara indirmek, pazarlık sanatında ne kadar ustalaşmış olduğumun bir göstergesiydi.”

“Denizin masmavi sularına dalmışken gözlerimiz, karşımıza kim çıksa beğenirsiniz? Bir Türk! Üstelik sonradan tanışınca otelin müdürü olduğunu öğrenmemiz bizi hayli şaşırtmıştı. Düşünsenize Mısır’dasınız bir adam size bakıp “Merhaba Hanımlar” diyor. Kulaklarımıza inanamıyoruz. Doğru mu duyduk diye dikkatlice bakıp “Türk müsünüz?” diye soruyoruz. Ve sohbet başlıyor. O andan itibaren oteldeki her konuda bize yardımcı oluyor.”

Secdeye Özlem

Hülya Günay’ın Secdeye Özlem yazısı benim de kanayan bir yaramdır. Diz ağrısı diye bir dert varsa sizde, doktorun kuracağı ilk cümle; namazlarını oturarak kıl. Yıllardır bu dertle ben de muztaribim. Secdeyle buluşmak için ben de bol bol dua ediyorum. Günay yazısını her zamanki gibi İstanbul’un güzellikleriyle bezemiş. Manevi iklim içimizi kuşatıyor. Aklımızda,  buluşacağımız secdenin içimize katacağı huzur…

“Yürüyemenin felsefesinin başında secdeye varamamak var. Oturarak namaz kılmak iki ay bana dehşet derecede acı verdi. Her namaz sonrası Allah’ım beni diz ağrısı ile imtihan etme, secde ederek namaz kılayım yaşlılıkta diye dua ederken, bir yerde hata yaptım ki gencecik yaşta geçici olması ümidiyle secdeden mahrum kaldım. Televizyonda bir trafik kazası haberi olunca kanal değişen insan gibi secdeye varamadığım gün anladım çevremde oturarak namaz kılan insanların ızdırabını. Birçok şeyi özledim de öyle başımı alıp bir başıma kaybolduğum Yahya Efendi Dergâhı’nın yokuşunu bir daha çıkabilecek miydim, herkesten kaçıp sığındığım huzur bulduğum köşelerde tek başıma saatlerce secdeye kapanabilecek miydim?”

Yerelde Kültürel Çalışmalar

Erbay Kücet, yerel yönetimlerin kültürel faaliyetlere bakışını işleyen bir yazı kaleme almış. Yapılan çalışmalara bakınca ne yazık ki yerel yönetimlerde kültürel faaliyet denince akla ziyan konserlerden başka bir şey göremiyoruz ne yazık ki. Gerçek anlamda kültüre hizmet edecek işlere imza atacak yöneticilere ihtiyacımız var. Kücet’in  tavsiyelerini keşke dikkate alsa yerel yöneticiler.

“Yerel yönetimler, sanatsal ortamların oluşmasını teşvik etmeli ve desteklemelidirler. Bu, öncelikle, sanatçıların ve sanatseverlerin ihtiyaçlarını karşılayacak uygun mekanların sağlanmasıyla mümkündür. Yerel yönetimler, sanat galerilerinin, atölyelerin, sanat okullarının açılması ve işletilmesi için gerekli altyapıyı sağlamalı ve bu tür mekanların açılmasını teşvik etmelidirler.”

“Son olarak, sanatsal etkinliklerin ve kültürel mekanların herkes tarafından kolaylıkla erişilebilir olması da önemlidir. Bu, engellilerin ve dezavantajlı grupların da sanatsal etkinliklere ve kültürel mekanlara erişebilmelerini sağlar. Yerel yönetimler, bu tür mekanların engellilere uygun hale getirilmesini ve herkesin bu mekanlara kolaylıkla erişebilmesini sağlamalıdırlar.”

Bir Ankara Şehrengizi: D. Mehmet Doğan

Memiş Okuyucu, D. Mehmet Doğan’ın Bir Ankara Şehrengizi kitabı hakkında yazmış. Doğan’ı da Ankara eşliğinde anlatıyor Okumuş.

D. Mehmet Doğan uzun süredir rahatsız. Dualarımız onunla. Acil şifa dileklerimizi iletiyoruz.

Bilinen ve görünen tarafının ötesine geçerek Ankara’nın ötesinden, ötelerinden bilgi, irfan ve hikmet yüklü pencerelerin açıldığı bir kitap. Kendi ifadesiyle ‘’bildik Ankara’nın ötesine geçerek şehrin binlerce yıllık özünü ruhunu kavramak ve anlatmak’’ iştiyakıyla sizi Ankara’nın tarih ve kültürüne hakikatli bir yolculuğa çıkarıyor. Klasik sistemimizin künhüne vakıf olmak dediği türden ince hakikatlerle buluşturan türden. Tarihin tozlu yollarından çekip kaldırdığı esrarlı perdelerin ardından gün yüzü ile buluşan bir kalpgâhın efsunlayan kalem işçiliği yüklü serüveni. Hafızasının, hakimiyetinin ve hatıralarının yol göstericiliğinde vukuf ile hazırlanmış bir kitap: Ömrüm Ankara. Bir Ankara Şehrengizi alt başlığı ile okuyucuya sunulmuş.”

“Şimdilerde gezi rehberi deniyor. Bir başka jargonla Ankara’yı keşfetme kılavuzu diyelim. Daha gerilerden bir kavrayışla ifadesiyle Ankara’nın merkez kutbu Hacı Bayram’dan destur alarak başlanır Ankara seyahatine. Sonra Taceddin Sultan’ı ziyaret ederek taçlandırılır bu keşif yolculuğu. Ankara gezisi bir selatin/sultan camisi Alaaddin Camisi ile maziden bir kavrayışla kemal bulur.”

Taş Döşeli Yollarımız, Sokaklarımız

Ne yazık ki taş döşeli yollarımız kalmadı. Hepsinin üstündeki kapkara bir asfalt, taş yollarla birlikte geçmiş günlerimizi de kapladı. Bilal Ceylan taş döşeli yollarımızı ve sokaklarımızı anlatıyor yazısında.

“Asfaltın altında kalan irili ufaklı taşların feryadları; nefes alamayan toprağın boğulması; intihârını profesyonelce plânlayamayan birinin kendi öldürmesini yüzüne gözüne bulaştırıp becerememesine benzeyen bir netice vermiş gibiydi. Yeni bir hayâta daha güzel başlarız diye öldürmeye kalkıştığımız yollarımız, sokaklarımız huzurlu bir ölüme kavuşamamış, yaşamları komada veya yoğun bakımda devam ediyordu. En azından mânevî, psikolojik olarak böyleydi.”

“Taş döşeli yollarımızın asfaltlanmasiyle âdeta yaşantımız, ara yerdeki esas cümlelerin silindiği, bu yüzden ma’nâsı bir türlü çıkmayan, çıkarılamayan bir metne dönüşmüştü. Bu bizi şaşırtıyor, büsbütün kaybederiz korkusu ile kopuk ve kesik ma’nâlara yâni hayâta dört elle sarılıyorduk.”

Duassıla – Erzurum

Yunus Laçin’le Erzurum’a gidiyoruz. Tarihiyle, doğal güzellikleriyle Palandöken’i ve içimizi titreten soğuğu ile Erzurum’dayız.

“Bu şehrin bir kaderi var. Kurtuluş savaşının dibacesi, milli mücadelenin temeli, Cumhuriyetin kurucusu öncü şehirdir Erzurum. Anadolu’nun özeti ve vitrini olma sorumluluğunu omuzlarında taşıyan yorgun ama mağrur bir şehirdir Erzurum. Savaşlar, depremler, kıtlıklar ile ağır imtihanlar veren, kan kaybı durmayan yaralı şehirdir Erzurum.”

“Erzurum evliyalar, asfiyalar mabedi. Abdurrahman Gazi’nin manevi elini başında hisseden, beş vakit uhrevi iklimi teneffüs edilen aziz şehirdir. İbrahim Hakkı Hazretleri ile “Belâ gelmez kula kul azmayınca, Kaza gelmez başa Hak yazmayınca.” düsturunu ilke edinen dengini ve değerini bulan bir şehirdir.”

“Erzurum yaşanmışlığı şükürle anılan, yaşanmamışlığı ise özlemle, hayalle beklenen şehirdir. Birçok şehrin maddi ve manevi güzellikleri teneffüs edilse de özlenen aranan bir şehirdir. Erzurum doğduğum ama doyamadığım ana kucağıdır. Anamım tandır ocağı, babamın yayla otağı, at binip kılıç kalkan kuşandığım asil şehirdir.”

Mimar Necip Dinç

Mimar Necip Dinç’i anlatıyor Mehmet Nuri Yardım İslam mimarisinin inceliklerini de dikkate alarak. Yaptığı eserler, hassasiyet gösterdiği noktalar ve örnek yapılar var yazıda.

“Necip Dinç o gün Konuşmasında “Osmanlı döneminin muhteşem mimarisi, sabır, sebat ve kanaatle vücuda geldi.” demişti. Toplantıyı gazeteci Ünal Bolat yönetmişti. Bolat, konuşmasında Necip Dinç’in ‘Günümüzün Mimar Sinan’ı olarak bilindiğini dile getirmiş, mimarımızın klasik dönemi eserlerinde yaşattığına dikkat çekmişti. Sohbet toplantısında Necip Dinç, engin bilgisini dinleyicileriyle cömertçe paylaşmıştı. Mimar Sinan’ı ve Tarihî Yarımada’yı merkeze alan bir konuşmaydı bu. Dinç, klasik dönemin mükemmelliğinin, Sünnetullah prensipli mimarî düzenlerin ve Osmanlı’daki şehirleşme anlayışının önemini titizlikle vurgulayan bilgiler aktarmıştı.”

“Sabancı Merkez Camii, Kırıkkale Nur Camii, Libya Zileytin Camii, Rusya Kosturma Bediüzzaman Camii ve Libya Abdüsselam El Esmeri Camii, sanatkârımızın bugüne kadar imza attığı mabetlerden sadece bir kaçı. Necip Dinç, uzun yıllardan beri İstanbul’da, üzerinde çalıştığı ve mimarimizin inceliklerini ele aldığı bir kitabı hazırlıyor. Bu eserin bir an önce yayımlanmasını bekliyoruz. Bu vesile ile büyüğümüze sağlıklı, bereketli, huzurlu ve hayırlı bir ömür diliyorum.”

Ay Vakti Sayı: 220

Bu kasırga, bu fırtına diyerek giriş yapıyor 220. sayısına Ay Vakti dergisi. Sosyal medyanın insanlığa yaptığı fenalıklar var bu yazının içinde. Sınırsızca ve acımasızca yapılan yorumlar, boşa harcanan vakitler, her şeyi sergileme yarışı ve daha fazlası var yaşanan.

“Bizi eser ilgilendirir, özel hayata dair gel-gitler bizi ilgilendirmez diye, inkar ve ilhad menşeli kaynaklara yönelmek ve yöneltmekte beis görülmezken, İslami kaynakların kimi müelliflerinin hayatına dair kusurlardan hareketle alanın uzmanları tarafından yazılanlar, paylaşılanlar, ilimde objektiflik adına yapılıyor. Oysa dahil oldukları platformun dümenine uyuyorlar. Bu kaynaklarda yer alan kimi metinlerden bir satır alıp bu gün ki algıya sunarak kahramanlık yaptıklarını sanıyorlar.”

“Bilgi kirliliğine alet olmamak lazım, el-hak doğru. Milyonların takip etmesi için kadim kültürden cımbızla ayıklamalar yapıp, günah galerisi oluşturma, iyi ve doğru olanların önüne set çekme kime ne fayda sağlar. Halk nezihtir, bilgi sahibi olanları dinler ve inanır. İlim meclislerinde konuşulacak, tartışılacak, gün yüzüne çıkarılacak hususları bir araya gelerek karşılıklı müzakere etmek yerine, sergilemekten neden hoşnut olunuyor?”

Akıl İçin Yol Çoktur

Aklın yolu var mıdır, varsa kaç tanedir? Zihnimizde canlanan cevap “bir” olmalı. Necmettin Evci, aklın yolunu ya da yollarını araştırıyor yazısında. İnsan için ne kadar yol varsa o kadar akıl vardır demek doğru mudur, cevabı Evci’nin yazısında.

“Meseleyi Çekmegil’e açtım, bu sözle ne murat ettiklerini sordum. Ona göre fıtratını bozmamış akıl doğruyu bulma istidadıyla yaratılmıştır. İnsan aklederek doğruyu bulabilir. Doğru olan yol yani İslâm, insanın gerçekliğine ve fıtratına en uygun bir nizamdır. Aklın yolu iman yoludur. Bu yola koyulan akıl, doğruyu bulmuştur. Doğruyu bulamayan akıl yaradılış hikmetinden gafil akıldır. Plotinus’un birlikten çokluğa, çokluktan birliğe ve aşkın olana yönelişi ifade eden bir çeşit sudur felsefesini çağrıştıran bütün bu açıklamaların, evvela konuyla tutarlı ilgisini kuramıyorum. Kimileyin, belki çoğu kez meseleyi bağlamından uzak zeminde ele aldığımız için yanılır, yanlışa düşeriz.”

“Özetle çoğu zaman insan ‘uydum kalabalığa’ mantığıyla genel kabullerin mantığına teslim olarak konuşur. Bu konuşmaların kelime ve kavram olarak kullanımlarının çoğu hakikati ters yüz eden yanlışlıktadır. Akıl kavramı da bunlardan biridir. Genel geçer kabul gören akıl sadece evimizin yolunu bulmaya yarıyor. Hakikat ve hikmete yöneldiğinde bu aklın başı döner. İyiye, güzele, doğruya giden yollar? Yol bir midir? Akıl için yol kaçtır? Akıl için yol çoktur.”

Aile Sevgisi

Aile yapısının her gün biraz daha zedelendiği zamanları yaşıyoruz. Aile olmak denen o kutsal birliktelik özellikle sosyal medya eliyle incitiliyor. Aile demek dayanışma, birliktelik, aynı ufka bakmak demektir. Özellikle geniş aileler demek kocaman yürekli insanların bir araya gelmesidir. H. Ömer Özden, ailesi sevgisi ve aile olmanın insana kattığı değer üzerine yazmış.

“Aile, bir yuvadır ve bu yuva, aşk, sevgi, fedakârlık, vefakârlık üzerine inşa edilir. Bu önemli erdemler, dört duvarı aile yuvasına çevirir. Oysaki günümüzde evliliklerin büyük bir bölümü, çıkarlar üzerine kuruluyor ve çıkarlar zedelendiği andan itibaren de evlilik yolunun son durağı mahkemeler oluyor. Elbette ki bu durum da bizleri sağlıksız, mutsuz ve erdemsiz bir topluma doğru götürüyor. Böyle bir kötü durumu önlemek için ailelerimizde çocuklarımıza, torunlarımıza sevgi, saygı, özveri, paylaşma ve vefa gibi önemli erdemleri küçüklükten itibaren öğretmeli ve içselleştirilmesini sağlamalıyız.”

Aşk Odur ki!

Aşk üzerine yazmış İsmail Bingöl. Ne kadar anlatılırsa anlatılsın bitmiyor aşkın halleri. Aşkın insana kattığı değeri anlatıyor Bingöl şair duyarlılığı ile.

“Haysiyet, şeref, namus, onur, vakar ve gurur gibi, insanı insanlaştıran ve insanlığı kıyamete kadar ayakta tutacak olan, savunulması kolay, u y g u l a n m a s ı zor davranışların, aşkla beraber hayat bulacağı ve sonsuzluğa kadar aşkla birlikte olacağı unutulmamalıdır. Aşkın adı ancak bunlarla yan yana anıldığında; temizliği, saflığı, muhteşem bir güzelliği çağrıştırır, insana has görkemli bir dünyadan haber verir, yaşamak ve yaşatmak adına, terin yanında gözyaşı da dökenlerin büyüklüğünü yansıtır.”

“Aşk gibi; her ocakta yanmayan ve her kuşun konamadığı, kendisine gönül gibi bir ocağı mekân tutan, büyük emek, büyük çile ve büyük bir fedakârlık isteyen bu özge ateşi yaşatmak kolay olmasa da insan olmanın ve insan kalmanın derin ayrıntısını içeren bu duygunun, bu bağlanışın, bu kavramın yaşatılması adına birileri bunu yapmalı, bu yükü taşıyıp, bu hüzne sabretmelidir.”

Porsuk Ağacı Vesilesiyle

Enver Çakmak, porsuk ağacının ardına düşüyor. Bir seyahat bir ağacın cazibesiyle daha gizemli hale geliyor.

“Modern insan ilerleme illetine tutulduğundan bu yana dünya enkaza döndü. Tamahkârlığından arzın üstü de altı da talan edildi. Merhameti defterinden silen bu nevzuhur varlık, insanı da ormanı da yok etmekten çekinmedi. Ağaçlar kesildi, yakıldı katledildi. Şimdi iklim krizleri, heyelanlar, susuzluk gibi devasa meselelerle karşı karşıya.

Hâlbuki ağaç farklı inanç ve dinlerde kutsal bir varlık olarak görülmüştür. Kur’ân-ı Kerim’de; ağaçların Allah’a secde ettiğinden, güzel sözün dalları göklere uzanmış bir ağaca, kötü sözün ise çürük bir ağaca benzetilmesinden, bütün ağaçlar kalem olsa Allah’ın kelimelerinin yazmakla bitirilemeyeceğinden ve salkım salkım hurma ağaçlarından çeşitli vesilelerle bahsedilmiştir.”

Ay Vakti’nden Öyküler

Osman Koca – Hayta ile Çıfıt

“Aba altından değnek gösteriyor aklı sıra.

Kapıdan çıkarkenki o bakışı unutmak ne mümkün derken bile tedirgin sesi. Ritüellerini ezberinden çıkarmış bir mürit gibi başını sağa sola sallıyor habire. Az birazdan geçecek. Bekliyor hazır kıta.

Kim kime, dum duma demeye varmıyor dili.”

“Koyu gri bulutların tentesi altında burkasını çeken peştunlu kadınlara nazire ediyor güneş. O kerte mahcup o menem mefluç. Yağmanın menfi müspet yanlarını düşünmekten gına gelen hülagu tipli heriflerin istilasına ramak kala ağır, yavaş dönüyor tecimsel küre. Salaş yanlarını boşaltmanın eşiğindeki uçsuz bucaksız göksel boşlukta hercâî menevşeler galebe çalıyor ayrık otlarına.”

“Tezahürata, alkışlara, ses, ahenk, ritim ve tempoya ayak uydurmanın sevinciyle gönenci içerisinde akıl yetisini pazara çıkaran kalabalığın uğultularıyla kakafoniye dönüyor meydan. Az biraz ileride, ahan da şu beton sarkıtların vitirinlerinde boy pos gösteren konu mankenleri şahit! O sinsi, madrabaz, işbilir matadorların al kanlarla boyadığı dev cüsseli boğaların şimdi cansız bedenleri önünde havaya atılan ve ama kütlesel çekim sonucu hızla yere düşen kırmızı, bordo, beyaz, sarı, pembe -hasılı envai çeşit- güllerle süsleniyor arena.”

İbrahim Kaya – Müjde

“Taş değirmenin gölgesinde hoş sohbetlerle vakit geçiren çocuklar, şoseden gelecek aracı meraklı gözlerle bekliyorlardı. Masmavi, pırıl pırıldı gökyüzü. Kızgın güneşin etkisiyle yerden ateş fışkırıyordu adeta. Çocuklar ikide birde açığa çıkıp heyecanla uzaklara bakıyor sonra -sıcaktan olacak- tekrar yerlerine dönüyorlardı. Birkaç turna geçti üzerlerinden bu arada. Beyaz bir güvercin taklalar atarak yanlarına kondu. Bir horoz uzun uzun öttü kenardaki bahçeden. Ne idigi, nereden geldiği belirsiz bir köpek havlamaya başladı ardından. Güvercin korkmuş olacak ki apar topar kanat çırptı ve gözden kayboldu.”

“Eve ilk önce ulaşıp müjdeyi verenin hatırı sayılır bir parayla ödüllendirildiği güzel bir gelenekleri vardı. Parayı kapan bakkalın yolunu tutardı. Lokum, bisküvi, şeker ve gazoz en çok tercih edilenler arasındaydı. Her ne kadar başlangıçta bir rekabet gibi görünse de alınan yiyecek ve içecekler arkadaşlar arasında paylaşılırdı. Hayvanlar otlaya dursun onlar çayırlarda, dere kenarlarında veya çeşme başlarında toplanırlardı. Bir yandan aldıkları öteberileri atıştırırlarken bir yandan da neşeli sesleri yayılırdı etrafa.”

“Arkadaşlarını geride bırakan sarı çocuk, kalabalığın arasına daldı ve doğruca anneye yöneldi. “Müjde, müjde! Oğlunuz askerden geldi.” diyerek beklenen haberi verdi. Hazırlıklı olan anne elindeki parayı çocuğa uzattı. Miktarın fazlalığını gören çocuk buna çok sevindi. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Büyük bir işi başarmış olmanın gururuyla geldiği yoldan geri döndü. Geride kalan çocuklar ise büyük bir hayal kırıklığı içinde dağıldılar.”

Ay Vakti’nden Şiirler

bak gökyüzünün göğsünde ne çok umut var bulut var bir bak
sapsarı güneş bembeyaz dolunay yanıp sönen yıldızlar
geceye gelinlik giydiren sabahlar âşığın kalbinden yükselen âhlar

aslında dünya bir kuyu iner insan suyunu içip de gider
kimi çölden geçer kimi gölden kimi gövdeden ve gölgeden
sonra değer alnı toprağa şahdamarından yakın olanı bilmeden
Selami Şimşek

Dilek ağaçlarına kaderini soyunmuş kızların
Derisi yüzgün bulaklarına ağzını dayamış
Kana kana içerken yüreğimden eski bir şeytan
Gençliğimdi unutuşun isâbetinde durmadan akan

İlmeği eskimiş yaşamın çağlayışında sırlanan ölüm
Bir bezginlikti yalnızca dudakları kurutan…
Ali Yaşar Bolat

hiç benim olmadın. olmadın. olamadın!
çünkü; hiç = benim.
bırak beni, dolaşayım caddelerinde
şehrin ki muhkem kaleler gibi karşı koyulmaz;
amansız bir düşman gibi bakıyorsun bana
korkuyorum, senin silahınla ölmemekten!
dinle beni, uzun bir yol türküsü olayım dilinde
hasretin ki hiç görülmemiş bir annenin özlemi gibi;
merhemi yok, ilâcı yok, yok öncesi ve sonrası
kalbimi çalmışsın ama hırsız benim.
Ferhat Öksüz

Rûhî, Vehbî, Sāmi’yi, Keçecizāde’yi an
Âşık Oğuz’dan önce bir Molla İzzet vardır

Âkif’le Necip Fāzıl, Sezāî bilge şâir
Onların şiirinde, düşünen ümmet vardır

Hikemî Tarz, bugün de tālibini bekliyor
Şuarânın dilinde, Kitap ve Sünnet vardır
Bekir Oğuzbaşaran

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

One thought on “Haziran 2024 Dergilerine Genel Bir Bakış-2”
  1. Dergiler ve emekçileri için yaptıklarınız ödenmez Mustafa Bey.

    Çok teşekkür ederim kendi adıma. Ve eminim ki dergilere emek veren herkes aynı duygulardadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir