Hece  Dergisi, Türk Sineması Özel Sayısı

Yine bir haziran ve yine Hece dergisi adından söz ettirecek ve unutulmazlar arasına girecek bir özel sayı ile karşımızda. İki ciltlik ve 1176 sayfalık bu özel sayı Türk sineması tarihini her yönüyle ele alan arşivlik bir çalışma olmuş. Prof. Dr. Kurtuluş Kayalı ve Hatice Bildiricieditörlüğünde hazırlanan özel sayı; altı bölümden, yönetmen söyleşilerinden ve bibliyografyadan oluşuyor.

Sunuş Yazısından…

“Türk sineması ülkemizdeki siyasi ve sosyal gelişmelere paralel biçimde birtakım darboğazlardan geçti, aydınlık günler gördüğü gibi dönem dönem durma noktasına geldiği de oldu. Uluslararası başarılara imza attığı da oldu, uluslararası başarı kazanan filmlerin boş salonlara oynadığı da. Türk edebiyat, sanat ve düşünce dünyasına hizmeti şiar edinmiş HECE, tabii biçimde Türk sinemasını da odağına almayı görev bildi.”

“Türk sineması ile profesyonel ya da amatör biçimde ilgili olan her sinemasever için kaynak teşkil etmesini istediğimiz bu çalışmanın sinema araştırmacıları ve eleştirmenlerine Türk sineması üzerine yapılacak tartışmalarda bir bakış vermesini diliyoruz.”

Bölümler

Özel sayı altı bölümden oluşuyor.

Tarihî ve Kavramsal Çerçeve
Eleştiri ve Sinema Dergileri
Yönetmen Söyleşileri
Yönetmenler ve Filmler
Yeşilçam’ın Yüzleri
Türk Sinemasında Öne Çıkan Mevzular ve Uyarlamalar

Özel sayıdan örnek yazılar

Kurtuluş Kayalı -Türk Sinemasının Dinamikleri

“Hemen herkes Türk sineması dendiği zaman 1950’li yılların başlarından itibaren NijatÖzön’ün sinemacılar dönemi olarak adlandırılan tarih kesitini ve sonrasını esas alır. Hatta o dönemde gündeme giren Yeşilçam tabirini tanımlamasını yapmadan kullanır. Böyle bir değerlendirme yaparken Muhsin Ertuğrul sineması gündeme girer. Önceleri olumsuz bir şekilde değerlendirilen Muhsin Ertuğrul sineması daha sonraki dönemde kimi olumlu nitelemelerle anılır. Âlim Şerif Onaran’ın kitabı da bu noktada kapsamlı bir çerçeve çizen yorumlara yönelmez. Daha sonraki tarih kesitinde de daha önceki dönemlere, ManakiKardeşler’e kadar giderek başlangıç yılları gündeme gelir. Belki de Türkiye’de Angelopoulos’un bir filmi kadar ciddiyetle bu konu üzerinde tahlil yapılarak durulmaz. Bu noktaları belki de Türkiye’de ilk gündeme getiren ve NijatÖzön’ün değişik dönemdeki genellemelerine ilk defa ve en erken tarihlerde eleştirel bakan sinemacı, sinema bilimci de Metin Erksan olur. Metin Erksan’ın sinema üzerine tahlilleri sinema alanını da aşan düşünsel çerçeveli bir mecrada gelişir. “Türk Sinemasına Düşünceyi Getirmek Gerek” başlıklı makalesi bu konudaki ilk seslendirmelerden biri olur. Metin Erksan’ın bu doğrultudaki düşünceleri kendisi tarafından kırk yıllar sonra da geliştirilerek dillendirilir.”

Zeynep Özlem Havuzlu – Metin Erksan’ın Düşünce Dünyasının İzlerine Dair Bir Deneme…

“Atlas Film Metin Erksan’a senaryo yazma çalışmaları için Mecidiyeköy, ikinci taşocağı sokağındaki stüdyo binasında bir oda verdi. Bu oda 1950-1995 yılları arasını kapsayan 45 yıl içinde, Türk sinemasında Metin Erksan’a verilen ilk ve son odadır. Bu oda dışında Metin Erksan’ın senaryo yazdığı yerler: oturduğu evler, Beyazıt, Süleymaniye ve Koca Ragıp Paşa Kütüphaneleri, Beyazıt ve Süleymaniye camileri pencere içleri, Şişhanede şimdi yok olan iki yahudi kahvesi, Tepebaşında şimdi yok olan Kanuni Esasi kahvesi, Taksimde The Marmara otelinin köşesindeki Osmanlı Bankası’nın yerinde bulunan ve şimdi yok olan Ankara kahvesi, Şişli Bomontide bahçe üstü örtüsü mor salkımlı şimdi yok olan Bomonti bira bahçesi, Salacak gazino bahçesi ve Salıpazarı deniz kıyısındaki şarap depolarının önünde ve içinde bulunan lokantalar.”

Cihan Aktaş – Türk Ve İran Sinemaları: Başlangıçlar, Buluşmalar, Ayrışmalar

“İran’da sinema, bir ayağı Batı’da olan şirketlerin kontrolü altında yayılırken, Türkiye’de sinemanın ilk dönemlerdeki yönelimini, devlet desteğiyle millî bir sinema oluşturma hedefi belirlemiştir. Halit Refiğ, Türk sinemasının tefecilere yaslandığını söylemişti. 3 Bankalar yoktu arkasında. İran sineması ise Batılı şirketlerin temsilcilerine yaslanarak yol aldı. Şirketler filmler kanalıyla ürünlerinin reklamını yapıyorlardı. Türkiye’de daha farklı olan, Cumhuriyet’ten sonra Muhsin Ertuğrul tarafından yürütülen, toplumu modernize etmeye yönelik bir sinema kurma misyonudur. Yeşilçam, Muhsin Ertuğrul’un hazırladığı yirmi yıllık bir dönemi belirlemiş, çözümleri, Halit Refiğ’in ifadesiyle “Batı kültürünün ithalinde arayan” bir sinema dilinin süreğinde, başka bir sinema arayışına düşmenin de mekânıdır.”

Dilar Diken Yücel-Türk Sinemasında Toplumsal Gerçekçilik Ve Seyri Üzerine Bir Değerlendirme

“Türk sinemasında toplumsal gerçekçilik, 1960-1965 yılları arasında birkaç film ve yönetmen aracılığıyla değerlendiriliyor olsa da toplumsal gerçekçi ruhun farklı biçim ve üslup arayışları ile günümüz sinemasına dahi tesir etmiş olduğu açıktır. Fakat toplumsal gerçeklerin, 2000’li yıllar ile birlikte sinemamıza yerleşmiş olan bireysel dilin gölgesinde kalmış olduğu ve söz konusu gerçeklere araçsal yaklaşılmış olduğu söylenebilir. Bu aşamada toplumsal kadercilik kavramı devreye girmektedir. Amerikalı filozof Ralph M. Eaton, kader kavramını dinsel inançlar çerçevesi dışında tanımlamış olan önemli bir isimdir. Kadercilik kavramını toplumsal yaşam içinde değerlendiren Eaton’a göre, toplumsal yaşamın yasaları insanın iradesi dışında önceden belirlenmiş ise kişilere düşen şartların, yasaların gereğini yerine getirmektir. Bu sebeple de sosyal değişim için çabalamak beyhude bir girişimdir (Eaton, 1921, s. 380-384). Eaton’ın kader anlayışı 1965 yılı ve sonrası Türk sinemasına hâkim olan anlayışı da açıklamaktadır. 1965 yılı sonrası toplumsal sorunlar beyaz perdeyi meşgul etmeye devam etmiş olsa da filmlerin âdeta fonunda kalmış ve sorunlara dair eleştirel bir dil, çözüm önerisi veyahut direnişe rastlamak güçleşmiştir. Bu sebeple de 1965 yılı sonrası toplumsal gerçekleri içeren filmleri toplumsal kaderci olarak nitelendirmek yanlış olmayacaktır.”

Abdullah Kasay -Sinema, Sanatın İktidarı ve Bizim Hikâyemiz

“Masallarda karşımıza çıkan; kahramanın hedefi uğrunda önüne çıkan güçlüklerle mücadele edişi, baktığımız zaman modern anlatılarda da yapısal olarak doğrudan benzerlik içermektedir. Bu benzerlik ve gerçek üstü hâl, muhatapları için bugünün dünyasında olup bit(iril)ecek hadiselere, bir anlam kapısı aralama çabasına dönüşmektedir. Fakat hemen vurgulamak gerekir ki, masalların sonunda payımıza düşen hakikat hisseleri, bahsini ettiğimiz modern anlatılarda daha ziyade insana “her şeye kadir bir varlık” olduğu bilincine dönüştürülmektedir. Bu durum insanın ortaya koyduğu tüm verimleri, bir bakıma asıl olandan kopararak “işlevsiz” bırakarak ve insanın kendini yeniden keşfine doğru aralanacak kapıyı sıkıca kilitlemektedir.”

Barış Saydam – Yeşilçam’da Sanat Sineması

“İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de sinema yazarlarının önderliğinde dillendirilen “kalite geleneği” söylemi de Bordwell’in sözünü ettiği “sanat sineması” söyleminin bir ifadesi olarak ortaya çıkar. Sinema yazarları, sanat sineması geleneği içerisinde yer alan auteur yönetmenlerin filmlerine benzer filmlerin yaygınlaştırılması talebinde bulunurlar. 1950’li yıllarda başlayan sanat sinemasının kurumsallaşma süreci ve “kalite geleneği” etrafında yaşanan tartışmalar, 1960’lı yıllarda meyveleri verir. 1961 Anayasası’ndan sonra oluşan özgürlüklerin anayasa ile güvence altına alınması, yeni siyasi görüşlerin tartışmaya açılması ile birlikte hem Yeni Gerçekçi filmlere benzeyen toplumsal gerçekçi bir sinema filizlenir hem de daha avangard bir sanat sineması ortaya çıkar. 1960 yılında Galatasaray Lisesi’nden sonra Fransa’daki IDHEC’te sinema eğitimi alan Atilla Tokatlı Denize İnen Sokak, 1964’te Feyzi Tuna Aşka Susayanlar, 1965’te Cengiz Tuncer Sevmek Seni, aynı yıl Metin Erksan Sevmek Zamanı, Haldun Dormen Bozuk Düzen ve Güzel Bir Gün İçin ve bir yıl sonra Alp Zeki Heper Soluk Gecenin Aşk Hikâyeleri isimli filmleri yönetir. Bu şekilde bir grup sinemacı Türkiye’de sanat sinemasının ilk örneklerini vermiş olur.”

Ahmet Melih Karauğuz- Ekranlar Arası Geçiş: Türk Sinemasının Yeni Medya Çağında Yeniden Şekillenmesi

“Türk sineması, tarih boyunca geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini sıkça tematize etmiştir. Erken dönemlerde kadınlar genellikle ev içi rollerde ve edilgin karakterler olarak betimlenirken, zamanla Türk toplumundaki değişimlere paralel olarak bu karakterler daha aktif ve merkezi roller üstlenmeye başlamıştır. Türk filmleri, kadınların toplumdaki değişen yerini, eğitimden iş hayatına katılımlarına kadar geniş bir yelpazede ele almıştır. Bu değişim, kadın karakterlerin daha çeşitli ve karmaşık hale gelmesiyle sinemada kendini göstermiştir.

Aile yapısı da Türk sinemasının en temel motiflerinden biridir. Filmler, genellikle aile içi dinamikler, evlilik, akrabalık ilişkileri ve nesiller arası çatışmalar üzerine kuruludur. Aile, Türk toplumunun temel taşı olarak kabul edildiğinden, sinema bu temayı işlerken aynı zamanda toplumsal değer yargılarını, gelenekleri ve modernleşme sürecindeki değişimleri de sorgular. Melodram türü, Türk sinemasında aile içi ilişkilerin ve duygusal çatışmaların dramatize edildiği başlıca alanlardan biridir.”

Hacer Koç Yıldız – Türkiye’de Belgesel Sinema

“Dünya sinema tarihinde belgeselin yükselişi türlerine bağlı olarak değişmekle birlikte, genellikle propaganda amaçlı belgesellerin öne çıkarıldığı görülür. II. Dünya Savaşı, belgeselciliğin öne çıkmasında önemli bir rol oynamıştır. Savaş süresince, devletler belgeselleri propaganda aracı olarak kullanarak kendi ideolojilerini yansıtmayı hedeflemişlerdi. Savaştan uzak kalan Türkiye, bu dönemde belgesel yapımından da uzak kalmıştır. 1950’ye gelinceye kadar belgesel sinema alanında ciddi tek bir çalışma dahi yapılmamıştır.

Bu gidişat Türkiye’nin 1950 yılında Kore Savaşı’na katılmasıyla değişmiştir. Seyfi Havaeri’nin Kore’deki Türk askerlerini anlatan Kore Gazileri adlı belgeselini, Kenan Enginsoy’un çektiği Mehmetçik Kore’de ve Kore’de Türk Kahramanları adlı filmler izlemiştir. Aynı yıl, İstanbul’un fethinin 500. yılı için Atlas Film İstanbul’un Fethinin 500. Yılı Töreni adlı filmi piyasaya çıkarılmıştır.”

Özgür Mercan – Türk Sinemasında Görüntü Yönetimi

“Görüntü yönetmeni, yönetmenin senaryoyu görsel bir malzemeye dönüştürmek istediği sürecin önemli bir parçasıdır. İki önemli özelliği bulunmaktadır: İlki, gelişmiş bir sinematografik duygu ve bakış açısına sahip olmasıdır. İkincisi ise derin bir teknik altyapıya sahip olması ve bunu en iyi şekilde uygulayabilmesidir. Görüntü yönetmeni, sadece bir teknisyen değil, aynı zamanda gerçek bir sanatçıdır. O, filmdeki görüntüleri düzenleyerek en etkileyici görseli elde etmek için çalışır. Bu, onun en önemli görevidir ve film yapımındaki kilit rolünden kaynaklanır.”

Haluk Gümüş- Nezih Çoş’un Yedinci Sanat Dergisindeki Yazıları

“Türkiye’de sinema alanında 1960’ların ortalarından itibaren çıkan dergilere bakıldığında, önemli bir kısmının Yeşilçam sinemasıyla bir gerilim yaşadığı rahatlıkla görülebilir. Bu gerilimin belirgin biçimde ortaya çıktığı örneklerden biri de Yedinci Sanat dergisidir.

Birinci sayıdan itibaren derginin sahibi Nezih Çoş görünür. Nezih Çoş, 1949 yılında doğdu, İktisadi Ticari İlimler Akademisi’ni bitirdi. 1968’den başlayarak çeşitli dergilerde çalıştı, 70’li yıllarda Türk Sinematek Derneği ve o zamanki adıyla Türk Film Arşivi’nde çalışarak Aydınlık gazetesinde sinema yazıları yazdı. 1 Ocak 1987 tarihinde bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetti.

Nezih Çoş, derginin hemen hemen her sayısına yazı yazar. Sert bir dili vardır, kendi fikirleri doğrultusunda mevcut sinema ortamını acımasızca eleştirir yazılarında.”

Hacer Koç Yıldız – Türk Sinemasının “Koca Çınar”ı Lütfi Ömer Akad

“Lütfi Ömer Akad’ın filmleri, hem Türkiye’nin toplumsal gelişim ve değişimine tanıklık etmesi hem de kültürümüzün irdelenmesi ve değerlendirilmesi açısından bilgi ve deneyim yüklüdür. Akad, ilk filmlerinden itibaren, yaşadığı döneme tanıklık etmiş, toplumsal olayların tam ortasındaki insanı tanımlamaya büyük önem vermiş, sineması bu konuda sürekli gelişim göstermiştir.”

“Akad, 1948’den 1976’ya dek, hiç durmaksızın 48 film çekmiş, fantastik sinema da dâhil her türde ürün vermiştir. Usta yönetmen, köklerini sadece sinemanın evrensel birikiminden değil, bağlı bulunduğu toprağın kendine özgü kültüründen de beslemiş ve kendinden sonraki kuşaklara önemli deneyimler bırakmıştır. Akad, sinemanın bir gösteri değil, bir anlatı olması gerektiğine inanmış, her filmde büyük laflar etmenin gerekmediğini, özgün bir dille insanı anlatmak gerektiğini dile getirmiştir.”

Çağdaş Ümit Yazgan – Türk Sinemasında Suçun Sınıfsallığı Ve İlişkiselliği: Üç Maymun Ve Bir Zamanlar Anadolu’da Filmleri Örneği

“Nuri Bilge Ceylan’ın iki filminde (Bir Zamanlar Anadolu’da ve Üç Maymun) suçun cinsiyet, meslek, statü gibi tözlerle ilgisinin bir ölçüde kurulduğu ve suçun sosyal sınıfa bakan boyutlarının öne çıkarıldığı ancak suçun bu tözlere indirgenemeyeceği ve suçun ilişkisellikler çerçevesinde şekillenen bir gerçeklik olarak irdelendiği ileri sürülebilir. Suçun belli sosyal sınıflara özellikle yoksulluğa ya da görece alt sınıflara indirgenemeyeceği suçun sınıflar arası etkileşimler ve ilişkisellikler çerçevesinde şekillenen bir davranış olduğu öne çıkarılmaktadır. İncelenen iki filmde de suç davranışının aynı zamanda güç ilişkilerinin gölgesinde cereyan eden sosyal bir olgu olduğu izlenimine de varılmaktadır.”

Can Cengiz – Cem Yılmaz ve Sineması: Geçmiş Şimdi Gelecek

“Cem Yılmaz ve sineması ile ilgili değerlendirmelerin yönünü belirleyen temel çelişkilerden biri, yukarıda da değindiğimiz gibi geleneksel anlatı ile alternatif anlatılar arasındadır. Bu ayrım ile ilgili olacak bir biçimde Yılmaz’ın sinemasının gerçekçilik açısından değerlendirilmesi de bize bir kapı aralayabilir. Bu bağlamda söz konusu edilecek ilk problem alanı mizah ve gerçeklik arasındaki ilişkidir. Toplumsal mesajları ile beraber ‘güldürürken düşündüren’ mizah olgusu bir yana, komedyanın gerçekliği eğip bükmesi kaçınılmazdır. Mizah gerek anlatı ile anlatı-dışı arasında gerekse de tümüyle hikâyenin içinde beklenenle gerçekleşenler arasındaki kontrasta dayanmaktadır. Yılmaz’ın bilim-kurgudan fantastiğe göndermelerle dolu metinler-arası sinemasının gerçekliğin devamı ya da sürekliliğinden çok kesilmesi veya kırılması ile ilintili olduğu açıktır.”

Neşe Ürel – Türk Sinemasının Kadın Yönetmenleri

Türkiye’nin kadın yönetmenlerine gelecek olursak; Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinde dersler veren Prof. Ruken Öztürk Sinemanın “Dişil” Yüzü Türkiye’de Kadın Yönetmenler kitabında Yeşilçam’ın 24 kadın yönetmenini dünyadaki kadın yönetmenlerle paralellik kurarak anlatır. Sinemadaki erkek söyleminin, “İlk kadın yönetmen” tartışmaları dışında, kadınların yönetmen olarak varlıklarını dışladığına işaret eder. Bu konudaki saptaması ise şöyle olur: “İlk kadın yönetmen tartışmasıyla birlikte sözlü gelenekte, Bilge Olgaç dışındaki yönetmenlerin “gerçekten yönetmen olup olmadıkları” tartışmalıdır; çoğunlukla onların yönetmen sayılmadıkları gözlenmiştir. Bunun da nedeni, bu yönetmenlerin sinemada uzun süreli kalmamaları ve kalıcı ürünler verememeleridir.” Ruken Öztürk’ün kitabında kadın yönetmenler üç bölümde incelenir: 1- “Erkek olmayan” İlk Kadın Yönetmenler (1951–1980): Cahide Sonku, Nuran Şener, Feyturiye Esen, Bilge Olgaç, Birsen Kaya, Lale Oraloğlu, Türkan Şoray, Ayten Kuyulu Ürkmez 2- “Kadın Sinemasının” Kadın Yönetmenleri (1980–1990): Nisan Akman, Mahinur Ergun 3- Siyasallaşmaya Doğru Kadın Yönetmenler (1990–2002): Füruzan-Gülsün Karamustafa, Canan Gerede, Tomris Giritlioğlu, Işıl Özgentürk, Biket İlhan, Seçkin Yasar, Handan İpekçi, Canan Evcimen Obay, Fide Motan, Yeşim Ustaoğlu, Sunar Kural Aytuna, Jülide Övür-Necef Uğurlu.

Nihan G. Işıkman – Türk Belgesel Sinemasının Büyük Ustası Suha Arın

“Sanatçı ve eğitimci kişiliğiyle Türk sinemasına katkısı tartışmasız büyük usta, bu katkısını Anadolu’nun zengin kültürel, görsel hazinesini görünür kılmanın farklı yollarında da göstermiştir. Türkiye’de farklı yapımların hayata geçirilerek sinema endüstrisinin başat bir aktörü olabilmesinin önünü açmak adına öncü bir girişim olarak, Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı ve Kültür Bakanlığı için hazırladığı Küçük Asya’nın On Rengi: Türkiye Film Yapım Kılavuzu (2000) kitabını hazırlamıştır. Uluslararası pazarda Türkiye’de film çekmek isteyenler için hazırlanan “Renklerle Anadolu” kılavuzu olan bu kitapta Anadolu, on renkle incelenir: mavi, yeşil, sarı, beyaz ve tematik ara renkler, modern, kayıp, kutsal, eski, yaşayan, karma gibi kavramlarla ilişkilendirilir. Türkiye haritası, çekim önerileri, önemli telefon numaraları ve adreslerin de yer aldığı bütünlüklü bir katalogdur.”

Özcan Ünlü – Türk Sineması Ve HalitRefiğ

“Halit Refiğ’e göre sinema salt bir eğlence veya ‘boş zaman geçirme’ aracı değildir ve olmamalıdır. Siyasi, ekonomik, toplumsal olayları analiz eden, görsel sanatın etkileyici fırça darbeleriyle beyaz perdeye yansıtan ve sonuçta toplum lehine bir çıktı sunan çok önemli bir araçtır. Kemal Tahir’in romanlarında yaptığını o sinema dili ile yansıtmak kaygısındadır. O güne kadar yaklaşık 200 yıl boyunca bağımsız bir sanayi toplumu ortaya çıkaramayan Türkiye’nin sanat ve estetik anlayışının da yetersizliğinin altında yatan neden, toprak ve mülkiyet sorununun çözülememiş olmasıdır.”

Özge Cengiz – Komşunun Penceresinden Zeki Ökten’in Mahallesine Bakmak

“Çöpçüler Kralı sonrasında, Ökten’in Yılmaz Güney ile olan kısa ancak etkili yolculuğu başlar. Hapiste olan Yılmaz Güney’in senaryolarını yazdığı ve neredeyse sahne sahne tüm filmin nasıl çekileceğini tasarladığı Sürü (1978) ve Düşman (1980) filmlerini çekmek için yönetmen gerekmektedir ve Ökten bu iş için biçilmiş kaftandır. Güney’in anlatmak istediklerini kendi görme biçimiyle eşleştirerek ortaya iki önemli eser koyan Ökten Sürü ile 17. Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Yönetmen, 27. Berlin Film Festivali’nde FIPRESCI ve 1978’de Locarno Film Festivali’nde En İyi Film ödüllerini; Düşman ile de 30. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazanır. Güney ile Ökten birlikteliği dönemi kimi yorumlarda Ökten’in kendi üslubunu ortaya koyamadığı gibi sert bir şekilde eleştirilse de dönem itibariyle 1980’li yıllara girişte iki önemli yönetmenin çabasıyla ortaya koyulan bu filmlerin varlığı Türk sinemasında toplumcu gerçekçi anlayışın yerleşmesinde önemli bir birliktelik olarak okunmalıdır.”

İsmail Sert – Türk Sinemasından Bir Ahmet Uluçay Geçti

“Taşrada misafir değildir Uluçay. Kamerasıyla taşrayı keşfe çıkmış, taşrayı görsel imkân olarak gören bir sinemacı değildir. Taşrayı zihninde tanımlamış da onu perdeye yansıtmaya çalışıyor da değildir. Ahmet o taşranın bir parçasıdır. O parça olma halinden hiç çıkmadan, hayallerini dışarıya çıkarmış, taşrayı hiç incitmeden, çok özenle perdeye taşımıştır.

Oraya gımıldayanlar onun düşleridir. Oradaki içine içine bükülen hayatı alabildiğine yalınlığıyla gösterir. Her şey kendiliğinden yerli yerinde, çatışmasız değildir. Kasabada küçümsenir köylü çocuklar. Birini sevdiği kız, diğerini berber ustası aşağılar.

Dolayısıyla taşra hiç de pembe hayaller ülkesi değildir Uluçay’ın sinemasında. Aksine yoksunlukların, bitmek bilmeyen engellerin adıdır. Ancak tüm bu engellere rağmen bir imkânsızlık anlatısı değil, sürekli bir “var kalma”, direnme çabası olarak belirir taşra. Uluçay’ın hayatı da filmleri de Türkiye taşrasının sahici bir hikâyesidir.”

Faruk Nafiz Fazlıoğlu – Uzayıp Giden O Tren Yolları / Açılıp Sarmayan Yârin Kolları: Demirkubuz Filmleri İçin Bir Kılavuz

“Demirkubuz’un hikâyesini bulandıran kritik önemde bir durumla karşı karşıyayız. 1980-84 yılları arasında radikal sol bir örgüt davasından hapis yatan bu yönetmenin yönelimi 1990’lardan itibaren Türk sinemasında bireysel hikâyelerin gittikçe artması ve başat öge durumuna dönüşmesi hususunda önemli bir örnek olarak karşımıza çıkar. Demirkubuz yıllar içinde toplumsal bir hareketten ümidini kesip sadece kişisel bir özgürlüğe sırtını dayayacak ve burada da temel motivasyonu hayal ettiği dünyayı küçük çapta inşa etme yeteneği olacaktır.”

Güven Adıgüzel – Yeni Türk Sinemasının Miladı: Eşkıya Baran Destanı

“Yavuz Turgul’un yazıp-yönettiği Eşkıya, ilmek ilmek işlenmiş büyük bir hikâyenin değil, duygu’nun hâkimiyetinde ilerleyen zaaflı bir toplamın yansıması. Matematiği en başında ona göre kurulmuş. Acı’nın resmedilişi, diyalogların tonu ve çoklu tesadüflerin varlığı aynı istikamete hizmet eden meseleler. Her ne kadar Turgul “yitip giden değerlerin yönetmeni” olarak anılmaktan hoşlanmadığını söylese de, Eşkıya’da ortaya çıkan felsefe/duygu, yine yitip gidenlerin ağıtından uzağa düşmüyor. Bir yönetmenin, bunu kafaya takması, mesele edinmesi ve hamlesini sürekli buralara doğru yapması, eleştirilebilecek/olumsuzlanacak bir şey değil aslında, hatta onu ayrıcalıklı kılabilecek kadar değerli/ısrarlı bir bakıştır bu kanaatimce. Eşkıya’nın derin bir felsefesi olmasa da söylediği şeyler kolaylıkla, Baran’ın kendi değerler dünyası-ahlak anlayışıyla ulaştığı o sonuna kadar haklı intikamına Hizalıyor İzleyiciyi.”

Esra Güngör – Hatırattan Romana Romandan Sinemaya: Halide Edib

“Türkiye’de sinemanın daha yeni emeklemeye başladığı zamanlarda filmcilik herkes için bir muammadır. 1930’lu ve 1940’lı yılların filmciliği Amerikan sinemasından ithal edilen filmler ile sınırlı olmakla birlikte edebî eserleri uyarlama fikri … Her ne kadar sinema setlerinde filmler çekilse de her şey alabildiğine ilkeldir. Yönetmen Lütfü Akad da “Gerçekten bir şey bilmiyorduk ama ilk sinemacılar da bilmiyordu. Birikim damla damla olacaktı.” der. Bu birikimin ilk damlası da Halide Edib Adıvar’ın Vurun Kahpeye adlı romanıdır. Vurun Kahpeye Halide Edib’in Ateşten Gömlek’ten sonra Kurtuluş Savaşı’nı konu edinen ikinci romanıdır. 1923 senesinde Akşam gazetesinde (16 Şubat 1923-29 Ocak 1924) tefrika edilmiştir. 1926’da eski harflerle, 1943’te Latin harfleriyle basımı yapılmıştır. Sinemaya uyarlamaları ise 1949 senesinde Ömer Lütfü Akad, 1964’te Orhan Aksoy, 1973’te Halit Refiğ tarafından yapılmıştır. Roman, Kurtuluş Savaşı sıralarında taşra hizmetinden vebadan ürker gibi kaçan, İstanbul’da bir yer bulabilmek için her zillete katlanan muallimelerin arasında ateşli genç bir muallimenin Anadolu’daki yaşamını konu edinmiştir. Devrinin insanları tarafından moda diye Bahsedilip Duran Fikri, O Hayatının Amacı Bellemiş Ve O Yolda Vefat Etmiştir.”

Ethem Erdoğan – Peyamı Safa Uyarlamalarının Görüntüsü

“Fatih-Harbiye romanı, iki kez dizi olarak televizyona uyarlanmıştır. Doğu-batı çatışması bu eserde mekân üzerinden anlatılır. İki farklı mekân temel alınmıştır. Romanın karakteri Neriman’dır. Fatih ve Harbiye semtleri arasındaki geliş gidişlerinde yaşadığı değişimler sunulur. Kendi yerli kültürü ile yetişen ve Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan aşırı süratli batılılaşma cereyanına maruz kalanların sembolüdür aslında Neriman. O dönemde yerli kültürle batı arasında kalan insanlara yazar, batıyı tamamen doğru kabul ederek yerli kültüre düşman olmanın yanlışlığını ifade ederken yerliliği inkâr etmeden batılılaşma olabileceği tezini okura aktarma azmindedir. Bu roman 1990 ve 2013’te uyarlanmıştır. Bu iki farklı uyarlamada esere farklı yaklaşımlar sergilenmiştir. Esasen tv formatına aktarmada farklılıklar vardır. 1990 uyarlamasında roman neredeyse olduğu gibi alınmış, 2013 uyarlamasında ise eserden yola çıkılarak yeni bir kurgu yapılmıştır.”

Hatice Bildirici – Romandan Sinemaya Zebercet

“Anayurt Oteli, bugünkü Manisa’ya karşılık gelen (Yusuf Atılgan’ın biyografisi ile de örtüşen biçimde) kasaba ya da bir küçük kent otelidir. Babasının ölümünden itibaren yani son 10 yıldır yalnız başına işlettiği bu otel, aslında üvey dayısının oğlu Faruk’a aittir. Faruk sadece ödemeleri alır. Uzun yıllardır otele uğramamaktadır.

Otel, Zebercet için bir sığınak olmuş, onu dış dünyadan korumuştur. Burası onun evi, iş yeri yani ekmek kapısı, bir yönüyle ailesinden kalan miras, sosyal ortamı hâsılı onun her şeyidir. Varlığını meşrulaştıran, onu önemli kılan tek varlıktır. Bu otel ve Zebercet birbiri ile örtüşür. Zebercet sahip çıktığı kadar otel ayaktadır. Otel var olduğu için Zebercet vardır. Hatta Zebercet kendi sonunu getirirken otelin de sonunu getirmiş olur.”

Filiz Göktuna Yaylacı- Sinemada Dış Göç: Otobüs’ün Elli Yıllık Serüveni

“Tunç Okan, Otobüs filminde yapmak istediği şeyin tekniğiyle aşırı gelişmiş bir tüketim toplumun bireyleri ile az gelişmiş bir toplumun bireylerinin karşı karşıya gelmesiyle gün yüzüne çıkan çelişki ve çatışmayı anlatmak olduğunu ifade etmiştir. Bu bağlamda film, temel olarak Batı ve Doğu arasındaki zıtlığa odaklandığı için önem taşımaktadır. Yönetmenin gayesine rağmen birçok yazar, akademisyen ve yorumcu filmde bu kar şılaşma ve çatışmanın ötesinde şeyler görmüş, bu bağlamda eleştirel ya da övücü bir yaklaşım benimsemiştir. Aynı zamanda az sayıda metinde de vurgulandığı üzere yönetmenin Batılı ve Doğulu toplumlar karşısındaki konumu ve onlara bakışı da çeşitli problemler taşımaktadır. Her ne kadar yönetmen az gelişmiş toplum mensupları olarak Türkiye’den göçmen işçilerin seçilmiş olmasını önemsiz bir detay olarak sunsa da bu tercihin arka planında Doğu ve Batı hakkında bazı kalıp yargıların yer aldığı söylenebilir.”

Havva Yılmaz- 1920’lerden 2000’lere Türk Sinemasında İstanbul

“Türk sineması, 1950’lerde tiyatro etkisinden çıkar ve melodram ile romantik komedilere yönelir. Bu filmlerde İstanbul’un güzelliğini yansıtan dekoratif bir unsur olarak özellikle Boğaziçi’nin ön plana çıktığı görülür. Öyle ki Allahaısmarladık (1951) filminde I. Dünya Savaşı sonrası İstanbul’un işgali sırasında Boğaziçi, vatan toprağının bir parçası olarak korunup kollanması gereken düşmanları kıskandıracak eşsiz bir güzellik olarak tasvir edilir. Ayrıca senaryo üzerinde İstanbul dışında görülen köy filmleri dahi İstanbul’da, merkeze uzak köylerde çekilir. Bu dönemde ülkede sinema salonları ve çekilen film sayısı artarken Lütfü Akad’ın Kanun Namına (1952) filmi gibi İstanbul’da yaşanan gerçek bir olaydan esinlenen ilginç hikâyeler de ortaya çıkar. Otomobil tamircisi Nazım (Ayhan Işık)’ın işlediği cinayeti ve şehirden kaçışını anlatan filmde izleyici, 1950’li yılların İstanbul’unda Büyükada’dan Haliç’e, Süleymaniye’den, Beyazıt Meydanı’na, Kapalıçarşı’dan Sirkeci’ye doğru uzun bir yolculuğa çıkar.”

Âtıf Bedir – Türk Sinemasında Batı’ya Göç

“Bu dönemde Türk sinemasında Batı ülkelerine göç üzerine çok sayıda film çekilir. Bir Türk’e Gönül Verdim, Dönüş, Almanyalı Yarim, Otobüs, El Kapısı, Ölmez Ağacı, Almanya Acı Vatan, Sarı Mersedes, 40 m² Almanya, Polizei, Sahte Cennete Veda, Gurbetçi Şaban… bu filmlerden bazılarıdır. Filmlerde işlenen belli başlı konular ise şöyledir: İlk gidenlerin yaşadıkları uyum ve iletişim sorunları, Batılı kadınlarla olan ilişkiler, memlekette kalan eş ve çocukların yaşadıkları sıkıntılar, kaçak yollardan bu ülkelere gitmeye çalışanların başına gelenler, memlekete izne gelen işçilerin halleri, işçilerin beraberinde götürdükleri eş ve çocuklarının uyum sorunları, ikinci ve üçüncü kuşakların sorunları vb. Türk sinemasında konuyla ilgili yapılmış ilk film Halit Refiğ’in yazdığı ve yönettiği Bir Türk’e Gönül Verdim adlı filmdir.”

Necla Dursun -Türk Sinemasında Büyük Şehre Göç

“Türk Sineması’nda İstanbul genellikle mutluluğun vaat edildiği şehir olarak canlandırılır. 1950 ve 1960’ların filmlerinde masalımsı bir anlatımla tasvir edilmiştir. İstanbul’un burjuva kesiminin gösterişli hayatından kesitler sunan filmler, yoksul ortamlarda yaşayan ve büyük şehirlere göç etmek isteyen Anadolu seyircisine batılı İstanbul hayatı üzerine hayaller kurdurmuştur. İstanbul ilk kez 1952’de Ömer Lütfi Akad tarafından çekilen Kanun Namına isimli filmde tam anlamıyla kamera karşısına çıkarak izleyicisine keşke ben de İstanbul’da yaşayabilsem cümlesini söyletmiştir. Filmlerin aşıladığı büyük umutlarla İstanbul’a gelenler gördükleri masalın m’sini dahi tecrübe edemeyerek gecekondularda yaşamak zorunda kalmışlardır. Türkiye’nin kentleşme serüvenini ve göç olgusunu kendisine konu edinen filmler, bu durumu aktarmak için bireyin kente varışıyla birlikte yaşadıklarını araştırarak, adeta o dönem yaşananları belgelemiştir. Göçenlerin İstanbul’a girdiği kapı ise Haydarpaşa Tren Garı olmuştur. 1908 yılında iki Alman mimar tarafından Kadıköy’de inşa edilen tren garı Türkiye’yi dünyanın kalanına bağlarken içgöçün ikonik anlatıcısı olmuştur.”

Gülçin Pamak-  Türk Sinemasında Çocuk Ve Çocuk Filmleri

“Türk Sinemasının, tümüyle çocuk oyunculara dayalı ilk filmi olarak kabul edilen Suavi Tedü’nün 1952 yapımı Göçmen Çocuğu …filminin afişinde “100’den fazla çocuğun yarattıkları ictimai ve terbiyevi ilk yerli çocuk filmi” ibaresi yer almaktadır. Şehir Tiyatrosu oyuncularından Suavi Tedü’nün yönettiği filmin “konusunun da yardımiyle, çok iş yapan ticari değeri yüksek bir film” ve “Türk sinema tarihinde Cannes Film Festivaline yollanan ilk Türk filmi” olduğu söylenir. Agâh Özgüç’e göre Göçmen Çocuğu’nun başrol oyuncusu Küçük Erkan, ilk çocuk yıldızdır.”

Mehmet Kurtoğlu – Yeşilçam’ın Yüzleri

“Yeşilçam sinemasında “Dört Yapraklı Yonca” dedikleri kadın oyunculardan Filiz Akın sarışınlığıyla Batılı, Fatma Girik erkeksi ve sert kadın rolleriyle Doğulu, Hülya Koçyiğit şehirli genç kız, köylü olgun kadın rolleriyle Türkiye’nin Anadolu’sudur. Akın ve Girik Türkiye’nin doğu-batı ayrımıyla iki ucunu, Koçyiğit ise ortasını temsil eder. Her birinin ayrı bir güzelliği vardır. Her birinin yüzü beyazperdede göründüğünde yalnız erkekler değil, kadınlar da hayranlıklarını gizleyemezler. Yeşilçam’ın “Dört Yapraklı Yonca”sı geçen yüzyılın Türkiye’sinde güzelliğin mihenk taşı olmuşlardır. Bütün kadınlar Dört Yapraklı Yonca’ya özenmiş, Dört Yapraklı Yonca’ya benzemek için can atmışlar. Anadolu kadınları oğullarına kız bakarken veya bir kızın güzelliğini tarif ederken “Türkan Şoray gibi gözleri var”, “Fatma Girik gibi mavi gözlü “, “Tıpkı Filiz Akın gibi sarışın” yahut “Hülya Koçyiğit gibi güzel” diye benzetme yaparlar. “Dört Yapraklı Yonca” Türk halkının hafızasına kazınmış güzellik ilaheleridir.”

Yönetmen Söyleşileri

Özel sayıda Yüksel Aksu, Ezel Akay, Mahmut Fazıl Coşkun ve Uğur İçbakile yapılan söyleşiler var. İİki örneği buraya alıyorum.

Yüksel Aksu Söyleşisi- Sorular: Hatice Bildirici

“Kasaba, küçük şehir ya da köy gibi idari sınırlarım yok. Ama meydan ve meydanın estetiğini önemsiyorum. Bu Beyoğlu’nda bir sokak da olabilir, Rio de Janeiro’da bir cadde de. Ucunu yakalamaya çalıştığım şey karnavalesk olan ve her kolektifin kendine özgü mizahı, kendine özgü retoriği ve derinliği. Modernizm, meydanı ve meydanın şenliğini profesyonellik ve prodüktivite adına yok etti. Sanatı da yalnızca sahnelere, salonlara, galerilere, kültür merkezlerine hapsetti. Oysa insanın olduğu her yerde başta oyun olmak üzere sanat var.”

“Elbette festivaller çok önemli ve gerekli. Dünyanın her yerinde ufacık ticari metaların bile fuarları festivalleri varken sinema gibi tarih yazan, tarih yapan, insanı ve toplumu kısacası hayatı derinden etkileyen bir kavramın festivalleri olmak zorunda. Sinema festivalleri dünyada ve ülkede birçok sinemacıyı oyuncusundan, yapımcısına, kameramanından, post prodüksiyon sektörüne insanları birleştiriyor iletişim ve etkileşim habitatı yaratıyor. Çok önemli ve işlevli bence.”

“Edebiyat ve sinema arasında benzerlik hem var hem yok bence. Esasen roman ile akrabalık kurabiliriz. Belki biraz da manzum şiir ile. Yine de ikisinin de imge dünyası farklı ‘gösteren-gösterilen’ ilişkileri farklı… Birinin malzemesi somut görüntü, diğerinin ise işaret veya im veya ima!… Birisi bütünlükçü diğeri partiküler. Biri lineer diğeri ise non-lineer.”

Uğur İçbak Söyleşisi- Sorular: Özgür Mercan

“Bizim Yeşim Ustaoğlu ile çektiğimiz kısa filmler ses getirmeye başlamıştı o yıllarda 1985’li yıllar olması lazım, Mustafa Altıoklar bağımsız bir film çekecekti Denize Hançer Düştü isimli. Ben de kabul ettim görüntü yönetmeni olarak yer almayı. O filmle bana Altın Portakal En İyi Görüntü Yönetmeni ödülü geldi. İlk filmimde ödül alabileceğimi beklemiyordum açıkçası. Ancak şimdiden bakınca o dönemde aydınlatma tarzıyla dikkat çeken bir filmdi.”

“Dijital Platformlar sayesinde seyircimiz de yabancı yapımlarla daha rahat buluşmaya başladı. Artık yapımcı dijital platformlar olmaya başladı özellikle pandemi sonrası sinemaların kapalı kaldığı dönemden itibaren. Dolayısıyla yapımcının dijital platformlar olması da kendi içinde bir dizi kuralları beraberinde getirdi. Dizi formunda ama sinema filmi kalitesinde işler çekilir oldu.”

Hece Öykü, Sayı: 123

Heyecan veren içerik ve köşeleriyle 123. sayısını çıkardı Hece Öykü dergisi. 

Emin Gürdamur, Ön Yazı’da“Okuru İnkâr Mümkün mü?” diye soruyor. Yazar – okur arasındaki hassas dengeyi anlatıyor Gürdamur. Okura göre mi okura rağmen mi diye düşünmek gerek günümüz edebiyatı göz önüne alındığında. Kalıcı olanlar acaba hangileri olacak?

Yazar kimin için yazar ve daha birçok sorunun cevabı var yazıda.

“İçten dışa doğru yönelen bir eylem olarak yazmak, tabiatı gereği konuşmayı andırır ve konuşmak ekseri muhatap gerektirir. İnsan kendi kendine konuşmaz mı? Elbette konuşur. Hatta bunun bir zekâ göstergesi olduğunu söyleyenler de var. Ama o söylenme anlarında bile ya kendimize ya kızdığımız, kırıldığımız birine ya da sevdiklerimize konuşuruz. Orada hayalî bir varlık mutlaka vardır. Herkesin tükendiği, belki iç benliğimizin de yıkıma uğradığı anlarda ise “her şeyi hakkıyla işiten ve bilen” Allah’ın bizi dinleyeceğini biliriz ki en çok da böyle anlarda bunu biliriz.”

Kaldığı Yerden

Farklı öykü tatlarını bir demet olarak sunan “Kaldığı Yerden” bölümünün bu ayki konukları; Tuba Dere, Kuddusi Demir, Fatih Selvi.

Tuba Dere: Tokalaşmak için elimi uzattım, tuttu, uzun süre bırakmadı. Sözcüklerin anlamını kavramadan sesini dinledim. Sesinin ritmini. Küçük bir çocuk gördüm yüzünde, oyun oynuyor gibi geldi. Naber Yasin dedi dükkân komşumuza, hâl hatır sordu o sıra. Uğrarım, bir ayranını içerim deyip Yasin’e siparişini verdi. Laf olsun diye konuştu, bir şeyler söyledi bana da. Tın tın etti sesi. Yine istediği bir şey için hiç çaktırmadan beni ikna edecek. Anladım. Aslında bunu kabul etmezdim ama nasıl olduysa o an tamam, dedim, bir kere söz verdim, diyeceğim. İstemediğim o işi yaparken kendi kendime. Söz verdiğim anı hatırlamaya çalışacağım. Hangi cümleyle kandırdı beni? Yine düşünüp bulamayacağım. Ama ağzımda salatanın içine düşen limon çekirdeğini çiğnemişim gibi acı bir tat.

Kuddusi Demir: İş bitince arıyor beni. Hep böyle yapar. İşe başlamadan bir de işi bitirince arar mutlaka. Yeni bir emir veriyor. Akşama birlikteyiz, Ulus’a gideceğiz. Emrine amadeyim. Biliyor çakal. Geceyi bir otelde geçiriyoruz. Tabii evveli de var. Gece boyu coştukça coşuyor. Acının, kederin zerresi kalmıyor hücrelerimizde. Bu hayatta boktan olan her bir şeyi unutturuyor. Kim bilir, belki bu yüzden ona hayır diyemiyorum. Hafızanın tılsımı onda. Bir emriyle her acı yerle yeksan oluyor. Unutunca uyuyor Emirİsa. Ben unutunca uyuyamayanlardanım. Unuttuğum her bir şeyi hatırlamaya çalışıyorum sabaha kadar.

Fatih Selvi: Dünün yağmuru nisanın kalıbını toprağa çekmiş. Mezarlığı çevreleyen kavakların nemli gövdeleriyle yağmur yorgunu yaprakları alçalan güneşin çekingen ışıklarında cila yiyor. Ölümle dirimin çakışmasıyla etrafa dağılan akışkan koku gittikçe güçleniyor. Yuvalarını terk etmiş böcekleri avlayan serçeler geceye tok varmanın derdinde. Devrilip etrafa dağılmış mezar taşları turuncu yosunlarla kaplı. Hazine avcılarının açtığı çukurların ağzında insan kemikleri var. Emirİsa’nın içinden çamurlu kelimeler geçiyor, yüzünden lekeler. Çömelerek kemikleri elliyor, okşuyor. Bir müddet taze otlar fışkırmış minik kabir tepeciklerinde göz sektiriyor. Hikâyesi içinde topaklanırken vakit ikindiyi devirmek üzere.

Hüsranla Tatmin Arasında Tomris Uyar Öyküleri

Duygu Okumaları’nda Hale Sert, Tomris Uyar öykülerini ele alıyor. “Hüsranla tatmin arasında” diyerek Uyar’ın öykülerinin sınırlarını da belirliyor. Bu minvalde bir değerlendirme var yazıda. Örnekler; Yürekte Bukağı kitabından. Hale Sert’in bu değerlendirmesinden sonra Uyar’ın bu kitabını bir kez daha okuma hissi uyanıyor içimizde.

“Yürekte Bukağı’daki öykülerde anlatıcı ya da anlatılan hikâye tatminle hüsran arası bir araftadır. Adam Phillips’in Kaçırdıklarımız: Yaşanmamış Hayata Övgü isimli eserinde bize farklı veçheleriyle gösterdiği üzere tatmin olmayı istediğimiz kadar hüsran yaşamayı, hüsranı istediğimiz kadar da tatmin olmayı isteriz. Ayrıca, “Tüm aşk hikâyeleri hüsran hikâyeleridir.”1 cümlesi Tomris Uyar’ın öykülerinin de alt metnidir desek yanlış olmaz.”

“Yürekte Bukağı’da hüsrandan ziyade tatmine yakın bir öykü okumak insana iyi gelir. “Düş Satmak” isimli öykünün başında “yüzü bir hikâye kişisine uygun düşmeyecek kadar kırışıksız” genç kız envaiçeşit takılar, ikinci el giysiler satan dükkâna girerek bir düş evrenine de girmiş olur. Beğendiği sallantılı, mor taşlı küpeye deliksiz kulağına göre kıskaç takılması gerekir, işi yapacak kişi dükkânın alt katında çalışır. Merdivenlerden aşağı “oğlan”ın yanına inme riskini alarak hem küpeye hem de bilinmez dünyalara sahip olacaktır.”

Kurguda Gerçeği Yırtmak

Enikonu’da bu sayı Handan Acar Yıldız, kurguda Gerçeği Yırtmak konusunu işliyor. Gerçekle kurgunun arasındaki mesafenin neredeyse ortadan kalktığı zamanları yaşıyoruz. Kurgu, yazarın elindeki en güçlü kozudur. Bunu yerinde kullanıp gerçekle harmanlayarak öyküsünü kurar yazar. Önemli olan dengeyi tutturmakta.

Handan Acar Yıldız, birçok yazarın görüşleri ışığında konuyu detaylandırıyor.

“Saatin tik taklarının her şeyi yiyip yuttuğu, zaman döngüsünün hiç olmadığı kadar hızlandığı, insanın doğadan kopup mekanikle temasını artırdığı süreçte dille ilgili çok önemli bir gelişme yaşandı. İnsan bilincindeki kelimeler iç ve dış sözlük olarak ikiye ayrıldı. Zira insanın gün içinde hiç olmadığı kadar fazla sayıda insana rastlayıp hiç olmadığı kadar kendi kendiyle konuştuğu dönemdi bu dönem. Dışarıyla konuşmak ile içeriyle konuşmak iki farklı sözlük gerektiriyordu. Kişinin güncel hayatta yaşarken oluşturduğu sözlükten bağımsız iç sözlüğünü bu artan monolog inşa etti.”

“Okur, okurken kendi metnini inşa ettiğinden dolayı metinde göremediği şey’in olmadığını iddia edemez. Bunu biraz daha açıklığa kavuşturabiliriz. Her yazar ve okur öncelikle çağının insanıdır ve buna göre davranır. Çünkü buna göre algılar. Fakat bunun farkına varır ya da varamaz. Farkına vardığında sorun yoktur. Farkına varamadığında ise geçmişe tapınma denilen bir sapkınlık ortaya çıkar. Bu durumdaki bir yazar, yirmi birinci yüzyılda yaşadığı hâlde on yedinci yüzyılda yaşamış bir yazar gibi hissedebileceği ve hatta yazabileceği yanılgısına kapılır.”

“Goethe’nin Genç Werther karakteri o kadar gerçeğe dönüşmüştü ki kitaptan etkilenen çok sayıda okur intihar etmişti. Gerçek kişiler kurgu kişiyi taklit ettiğinde kurgu karakterin gerçekliği, yaşayan karakterin gerçekliğinin önüne geçer. Werther, kendisinden daha sonra ölen gerçek şahıstan daha gerçek hâle geldi. Bugün ikincisinin ölümünü birincisi üzerinden hatırlarız. Kurguyu sebep, yaşanılanı sonuç olarak telakki ederiz. İsmen hatırladığımız ise yine Werther’dir.”

Ali Haydar Haksal ile Edebiyat ve Öykü Üzerine Söyleşi

Ali Necip Erdoğan, Ali Haydar Haksal ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Şiirden, öyküden, edebiyat dünyasından bahislerin açıldığı bu söyleşide Haksal’ın yol gösterici cümleleri de okuyucuları bekliyor.

“Yedi İklim dergisinin sorumluluğu bende olduğu için çok yönlü şiir ile iç içeydim. Öykülerime, şiir ile ilişkisi bağlamında bakılırsa söylediğim daha çok anlaşılır. Heves olsun ya da şiir kitaplarım olsun diye şiir yazmadım. Zaten vardı. Birçok öyküm şiir ile kaynaşıktır. Anzelha ile İbrahim romanıma, çok sayıda öyküme bu gözle bakılabilir.”

“Bulunduğumuz ortamda, o dönemin toplumcu gerçekçi sol düşüncenin eserleri kitabevlerinin raflarında yoğundu. İster istemez onları okumak durumunda kaldım. Bu, kimsenin yönlendirmesiyle olmadı, el yordamıyla girdiğim bir yolculuktu. Benim için bir dönüm olan Diriliş ile Edebiyat dergilerine kavuşmuş olmamdı. Büyük Doğu da okuyordum ama o çok yönlü bir dergiydi. Diriliş ile Edebiyat dergilerine kavuştum diyorum çünkü bir arayıştaydım. Her hocam beni bir yöne çekiyordu. Türkçe öğretmenlerimden biri beni sağcıların bir kitabevine götürdü, orada Hisar dergisi vardı, aldırdı, bir başkası Varlık dergisini öneriyordu, oraya şiirlerimi göndermemi öneriyordu.”

“Şiirlerimin olgun zamanımda ortaya çıkmasıyla onlarda bir yaşlılık ruhu belirmez, tıpkı öykülerimde olduğu gibi. Diri bir ruhun yeniden göğermesidir. Bu yaşımda da öykülerimin ve şiirlerimin, anlatılarımın dili çok genç ve diridir. Bedenim gerek yaştan ve gerekse hastalıklardan yıpranıp yorulsa da ruhum ve dilim dipdiridir.”

Doğukan İşler’in Üç Anahtarı

Bu sayı Doğukan İşler öyküsünün üç anahtarı ile tanışıyoruz. Birini buraya alıyorum. Devamı Hece Öykü 123’te.

“Yazmaya hazırlanmak” bana biraz romantik bir tanımlama olarak geliyor. Yazarın her an hazır olması gerekmez mi yazmaya; adı üzerinde ve geniş zaman: Yazar. Ben biraz öyleyim, ritüellerim pek yok. Belki farkında olmadan yaptığım şeyler var, onlardan bahsedebilirim: Mesela, rastgele bir kitap çekip kitaplıktan biraz karıştırmak. Yazmadan önce biraz kelimelere maruz kalmak, onlarla yeniden ve canlı bir şekilde karşılaşmak, onların dünyasına fiziksel olarak da girmeye hazır hissetmek için belki. Yoksa, bu birçok kişi için gülünç gelebilir ya da çok fazla saygı uyandırabilir ama doğrudur: Yazmasam da yazarım ben. Hem özne hem yüklem.

Yazar Kafa’da Hatice Bildirici Var

Rüveyda Durmaz Kılıç’ın sorularını cevaplamış Hatice Bildirici. Öyküsü, öykü dünyası, yazma hikâyesi ele alınıyor Bildirici’nin. Gençlere tavsiyeler de var söyleşide.

“Eşit şartlarda değiliz diğer yarıyla. Bunun avantajları da var dezavantajları da. Yazmadan olmuyorsa avantajlara odaklanıp yürümeye devam eden, sözünü ortaya bırakma şerefine nail oluyor/olacak. Sızlanmaya, bir yer aramaya gerek yok, meydan iyi yazanın; yazmaya devam.”

“Hanım kız pozları kesmiyorum şu an, ciddiyim. Nitekim biz edebiyatçılar; tıpçılara, hukukçulara, siyasetçilere, gazetecilere, ev hanımlarına ve taksicilere göre çok iyi durumdayız ilişkilerimizde, tutkunuz birbirimize.”

“Hem oyuncaklarım hem de benim uzantılarım gibi geliyor kullandığım eşyalar, niye kaba saba olsunlar ki? Onlar ince detaylarla bezendikçe, gözüm güzel gördükçe hayatımdan lezzet alıyorum.”

Esra Kılıç Türedi ile İlk Kitap Söyleşisi

İlk kitaplar önemlidir ama ilk kitaplara verilen destekler de önemlidir. Bu anlamda Hece Öykü dergisini kutlamak gerek. Genç yazarlara destek vererek onları yüreklendiriyor. Esra Kılıç Türedi, ilk kitabı Kırık Kalemler Dükkanı ile öykü dünyamıza “ben  de varım” dedi. Aslıhan Keleş Kurtoğlu’nun sorularını cevaplamış Kılıç.

“Öykü yazarken dinlenmeye, demlenmeye ve üstünde epeyce düşünmeye önem veriyorum. Kelimeleri yerli yerinde kullanmak, metni bir ahenge kavuşturmak ve bunları yaparken de kurguyu, sezgileri, iç sesi ve içtenliği örselememek gibi dengeleri gözetmeye çalışıyorum. Bunun için de hayatın içinde bir süre o öyküyle geziyorum. Her öykü vaktine esirdir bana göre. Bir öykü yazılacağı vakti de biteceği vakti de kendisi belirliyor benim dünyamda. İçimde bir ses bu vakti bana fısıldıyor sadece ve ben de onunla bir yolculuğu başlatmış ve bitirmiş oluyorum.”

“Kitabın ilk öyküsü “Yazgı”, üslup olarak bana ve diğer öykülere güzel bir yol çizdi. Bir kırılma noktası öyküsü oldu benim için. Aldığım güzel dönüşlerle de bana bir ses, bir iç huzuru, daha sağlam ve daha emin adımlar hediye etti. Aynı zamanda akışta birçok duyguyla dalgalandığım ve derinden hissederek yazdığım öykülerden biriydi. Bu açıdan benim için önemlidir, diyebilirim.”

Hatice İbiş ile Söyleşi

Sonsuz Eksi Bir, Hatice İbiş’in ilk kitabı. Benim de severek okuduğum ve hakkında yazdığım bir kitaptı bu. Yine bir öykücü olan Ayşe Hicret Aydoğan’ın sorularını cevaplamış İbiş.

“Neticede insanız. Yazdıklarımızın kusurlu olması ya da bazı okurların beğenisini kazanamaması çok olağan şeyler. Elbette eleştirilebilir. Bu konuda herhangi bir kaygım yok. Sonsuz Eksi Bir, çıkmadan evvel fikrine itimat ettiğim yazarların masasından geçti. Onlardan aldığım dönütler süreci hızlandırmamda çok etkili oldu. Dolayısıyla bir konu hakkında herkes yorum yapabilir fakat benim için bazı kritik isimlerin onayından geçmesi yeterliydi.”

“Yazma eylemini içimizde birikenlerin kıyıya vurması olarak tarif edebilirim. Bu bağlamda uzun yıllardır farklı türlerde yaptığım okumalarımın oluşturduğu birikim çok kıymetli. Daha özel olarak öykü alanında yaptığım okumalarda beni etkileyen kalemime güç veren heyecanımı diri tutan bir çok yerli yabancı öykücüyle kesişti yolum. Spesifik olarak isim vermek yanlısı değilim fakat kafası farklı çalışan yazarlara, post modern metinlere karşı ayrı bir hayranlık duyuyorum. Bunun yanında gelenekle bağını koparmayan, kökleriyle yaşadığımız toprakları saran öykücülerin yeri de çok başka.”

Hece Öykü’den Öyküler

Mihriban İnan – Garip Bir Hafta Sonu

“Çimento fabrikası; geniş boruları, devasa siloları -depoya silo dendiğini İsmail’den öğrenmiştik- içinde nasıl bir düzenek olduğunu bilmediğimiz uğultulu sesiyle sağımızda belirdi. Fabrikadan yayılan ince, beyaz toz, her daim çatıların ve ağaçların üzerini kaplardı. Ağaç yaprakları bir sınıf etkinliğinde, küçük makaslarla el işi kâğıdından kırt kırt kesilmiş ve tek tek dallara asılmış gibi yapay, mevsimsiz görünüyordu.”

“Sınıf başkanı kaldırıma çıktı. Böylelikle hepimizden bir karış yukarıda durarak ve çenesini biraz daha kaldırarak boyunu uzatmış oluyordu. Boğazını temizler gibi yaptı. Bir şey demeye hazırlandığı belliydi. Söze başlamadan önce omzuna astığı hırkasını eline aldı. Hırkasını eline alınca hırkanın ucu kaldırıma hafiften süründü. Bunu pek önemsemiyordu.”

“Yüksek taş duvarların gerisinde iğne yapraklı çam ağaçları var. Duvar sıra kaldırım, boylu boyunca uzuyor. Kaldırımdan yürümeyi deniyoruz önce. Üçerli sıra hâlinde olduğumuz için sığamıyoruz. En soldaki düştü düşecek gibi oluyor yürürken. İki kişi kaldırımda, üçüncüsü hemen kaldırımın dibinde yürüse, bu sefer o üçüncüyü tehlikeye atmış gibi oluyoruz.”

Hasibe Çerko- İlk Özlem

“Dağlar ve bahçeler arasında bir yer var,
güneyde yolun devce bir kavisle yükselip
tarlalara sokulduğu turuncu düzlükten görülür.
İlk özlem filizlendiğinde
uzaklara içimizde,
koyakları aşıp dalga dalga tüten çiçek kokusu
çağırınca bizi engine,
birlik oldular; kırın renkleriyle bezenmiş,
hafif yüklü atlara binmiş
çocuklar, doldurdular vadinin girişini;
hiç duraksamayıp tırmandık geçitten yukarı
ve yumuşak adımlarla çiğnedik
küfle kararmış toprakları.”

Esra Özdemir Demirci – Kırkından Gün

“Herkes evden çıkmanın bir yolunu bulmuş da bir sen dört duvar arasında kalmışsın gibi. Dört duvar dediğin evden fazlasını ifade ediyor üstelik. Masalsı bir boşluktan aşağı sarkıtılmış sepetini doldurduğun onca şey de evin aksesuarları mı? Küçük bir pencere önünden büyük bir bahçeye açılan hayal dünyanın dizginlerini elinden bırakalı kaç yıl oldu? Adına büyümek deyip kandırdılar seni. Çok da matah bir şey değilmiş büyümek, değil mi?”

“Zaman algın korkularınla birlikte büyüyordu sanki. Elinde pasta kutusuyla kapıya dayanan Ebru da olmasa kırkından gün almaya başladığını anımsayamayacaktın. Biri elinden tutmadıkça nefes aldığını, biri gözüne bakmadıkça yaşlandığını bilemedin. Köprünün ortasından kurtulmak, çıkışa ilerlemek için gerek duyduğun cesareti, adını fısıldayan o seste buldun.”

“Teknoloji devlerinin arasındaki rekabeti, çağa imzasını atan büyük teknolojik gelişmeleri konuşacağız ofiste. Vay be, adamlar neler yapmış, diyeceğiz. Senin heyecanın bedeninin kıpırtılarına karışacak, yüzündeki gülümsemeye yansıyacak. Bense bilgisayar ekranından okuduğum o habere hor gözle bakıp, iç sesi dışa aktaran bir icada imza atamadıkları için tüm o teknoloji devlerine sitem edip duracağım.”

Nihan Özebeoğlu–Şamşekerler

“1985 yılının bol ve son güneşli Ağustos pazarında, saat tam da yediyi çeyrek geçe, Şamşekerlerin ilk, tek ve de son kızları olarak dünyaya gelen Hümeyra Şamşeker, daha ilk günden o ay doğan en gürbüz bebek ünvanıylaBibilli Tabipler Birliği tarafından tanzim edilen takdir belgesini almaya hak kazandı. Zaten, ömrünün geri kalanı da takdir, teşekkür, onur belgesi, madalya, madalyon, plaket, etiket, rozet gibi başarı zamazingolarını almakla geçti.”

“Böyle diyorum. Çünkü, Çırpı Nergis istisnasız her yaz başı sağ gözüne nadiren de soldakine mısır koçanı batırıp acillik olur, en az iki hafta yüzü gözü sarılı gezerdi. Ölümüne sebep de yine mısır oldu zaten Çırpı Nergis’in. İki binli yılların başında patlamış mısır yiyip Asmalı Konak’taki Dicle’ye ağlarken tek atımlık kalp krizinden vefat etti. Vefatınaysa en çok yeni nesil Hümeyra’yla, asıl ve asil olanı üzüldü. Hümeyra biricik dadısının köy sütü esanslı yumuşacık kalbiyle Kıbrıs’tan gelme ilk mikserlerini andıran Superman bacaklarını hiç unutmadı.

“Paldır küldür olan tanış olma faslının ardından, ki bugünlerde Hümeyra’nın hayrına olan ne kadar şey varsa hepsi ceffelkalem oluveriyordu, basbayağı arkadaş oldu iki hekim. Hümeyra besicilik konusunda Ahmet Ali’nin tecrübelerinden bolca faydalanadursun, Clementine kuzusu büyüdü, koyun olayazdı. Yusufçuk babasının adasına gelip Hümeyra abla ya da teyze aslında belki ilerde bir gün “cici anne” ile tanıştı. İnsanların zulmünden küçükbaş hayvan diyarına sığınan iki doktor üç mevsim üç ay geçer geçmez yine hastalarından konuşmaya başladılar.”

Esra Adalı –Gün

“Ağacın fısıltısı başlayınca orada olup haberini yakalamak isteyenler erkenden meydanı doldurmuştu. Açılışı en yaşlılar yapacaktı yine. Kırk yaşını doldurmayanın Gün’de meydanda bulunması, fısıltısının ulaşacağı gölgelikte durması yasaktı. Bu karar, gençlerin değiştirmeyi isteyecekleri kadar hataları birikmemiştir diye alınmıştı. Ayrıca geleceği merak edip fısıltının tehlikeli akıntısına doğru kulak kabartmamaları için tecrübeli büyüklerin bir uyarısı gibiydi bu uygulama.”

“O sabah ninemin çıkışını göremedim. Annemin anlattığına göre tıkanmadan çıkamadığı merdivenleri ceylan gibi seke seke inmişti. Allı güllü bir elbiseyle meydana yürüyen arkadaşlarına katılmıştı. Yaşadıkları her yılı renk yapıp elbiselerine eklemeye yeminli gibi görünen kadınlar herkese daha genç ve zinde görünmüştü. Şahitler ağız birliğiyle bayramlıklarını giymiş genç kızlara benzetmişti bu yaşlı kadınlar ordusunu.”

Sümeyra Karabekiroğlu – Sınır Aşımı

“Babam koltuğuna oturmuş, sırtını renk ahenk yastıklara emanet etmiş, bir bacağını diğer bacağının üstünde güvenceye almış, aldığı günden beri bir türlü barışamadığı çerçevesiz gözlüklerini takmış, her nefeste dünyayı ciğerlerine çekiyormuşçasına bir iştahla tüttürdüğü sigarasını yakmış, kim bilir kaç saattir o tabloya bakıyor. Sadece bakıyor olduğunu düşünmek, babamın yerlere göklere sığıştıramadığı muazzam zekâsına hakaret olacağından mıdır bilmem çokça derin düşüncelere daldığı fikrinin bilinçaltımın kıvrımlarından bilincime yükselişine ses çıkarmıyorum.”

“Canım babam… Hayatı üç felsefe üzerine bina ederken temelinin ve dahi kolonlarının depremlere ne kadar dayanıklı olduğunu kontrol ettirmediği tecrübe ile sabit. Hayat felsefesi. Çok havalı bir tamlama bu arada. Zincirleme hava tamlaması gibi bir şey. Bazı zamanlar parmağı ile göstere göstere sayar mesela.”

Lokman Baybars –Miras

“Zeytinyağı tenekesindeki koyu yeşil çayırları sularken elleri titriyordu. Kınalı saçları kırışıklarla dolu yüzüne dökülmüştü. Bir eliyle de kahverengi yeleğinin altındaki, Anadolu kilimi desenli kuşağını tutuyordu. Eflatun, kadife şalvarına fasulye yaprakları ve pıtrak yapışmıştı. Bir yandan da ağıt okur gibi bir türkü yakıyordu.”

“Elinde küçük bir torba ve ceviz kütüğünden yapılmış yek pare havanla geldi. Yeni kurduğumuz teneke sobanın yanına oturdu. Kedi gelip sırtına sürtündü, mırıl mırıl sesler çıkardı. Kuyruğunu dikti bana baktı.”

“Pazar sabahı Ereğli’ye giden köy otobüsüne binerken elime bir pazar çantası tutuşturdu. Koltuğuma oturdum. Camdan baktığımda bir eli kuşağında diğer eli de belinde evine çıkan yokuşu tırmanıyordu. Çantayı açıp baktım, ninemin yetmiş yıldır ilk fidesinden özenle çoğalttığı karanfili gülümsüyordu. Bir babanın kızını kucakladığı gibi kucakladım çantayı.”

Karabatak’ta Anadolu Şehirleri ve Edebiyat – 3 Dosyası

Karabatak dergisi, Anadolu şehirlerini ele almaya devam ediyor. Anadolu her anlamda bereketli. Özellikle kültür, edebiyat, sanat konularında merkezi besleyen, destekleyen bir Anadolu var. Sadece günümüz için geçerli bir kıstas değil bu. Yüzyıllardır Anadolu’nun kalbi Türkiye için atıyor.

74. sayıda; Bursa, Yozgat, Kilis, Adana, Urfa, Akhisar, Mardin, Denizli şehirleri yazarların gözüyle anlatılıyor. Şehirlerin edebiyat dünyamıza katkısı, yaptıkları çalışmalar ele alınıyor.

Yunus Emre Altuntaş – Geçmişten Bugüne Bursa’da Edebiyat

“Bursa pek çok anlamda Osmanlı’nın dibacesidir. Bursa, önce Edirne’yi sonra Balkanlar ile İstanbul’u, hâsılı Osmanlı ruhunu mayalayan kurucu bir şehirdir. Mostar, Üsküp, Saraybosna, Manastır, Köstence, Filibe gibi Balkan şehirlerine baktığımızda Bursa’yı hatırlamamızın arkasında yatan sebep budur. Osmanlı’nın Bursa’da hayata geçirdiği Türk-İslam şehri formu -büyük ya da küçük ölçekli olarak- fethedilen diğer şehirlere de uygulanmıştır. İstanbul ise bu kültür aktarımının kapsamlı gerçekleştirildiği en büyük şehirdir. Bu durum tek başına Bursa’nın ilk payitaht olmasından kaynaklanmaz.”

“1940-1950 arasında pek çok defa Bursa’ya gelen Tanpınar âdeta Bursa’nın gönüllü elçiliğini yaparak hem eserlerinde hem de konuşmalarında sıklıkla Bursa’yı anlatmıştır. Şair duyarlılığının yansıdığı bu metinler, edebiyatımızın en seçkin numuneleri olarak varlığını sürdürmektedir. Tanpınar bu gezilerinde Bursa’nın kendine özgü ayrı bir zaman akışı olduğunu sezinlemiştir. “Bursa’da Zaman” isimli şiiri bu duyguyla kaleme alınmıştır.”

“Bursa söz konusu olduğunda edebiyatçıları üç kısma ayırabiliriz: Bursa’da doğanlar, hayatlarının bir kısmında Bursa’da yaşayanlar ve Bursa üzerine yazanlar. Bu anlamda Süleyman Çelebi birinciye, Niyazı-i Mısri ikinciye, Mehmed Akif ve Tanpınar ise üçüncüye örnek gösterilebilir. Hasan Âli Yücel ise bu konuda bambaşka bir fikre sahiptir. Ona göre, “Her Türk biraz Bursa’da doğar, onun için Bursalı olmayan Türk yoktur.” Biz yine de alanı daraltarak Bursa’da doğan veya hayatlarının bir kısmını Bursa’da geçiren Cumhuriyet dönemi yazar ve şairlerini ele almaya çalışacağız. “Bursa’da Zaman” şiirinin şairi Ahmet Hamdi Tanpınar, manevi atmosferiyle diğer şehirlerden üstün tuttuğu Bursa’yı iliklerine kadar bir Türk şehri olarak niteler. Ona göre Türk ruhuna kendiliğinden sahip olan Bursa’da maziyi devam ettiren ikinci bir zaman vardır.”

Kâmil Büyüker – Yozgat “Yoz’una Yoz Kat”abildi mi?

“Yozgat’ta Abbas Sayar’ın cesaretle ve azimle açtığı çığır bugün sürdürülmektedir. Genç yaşta aramızdan ayrılan Ali Tavşancıoğlu (1971-2015) çıkardığı Şehriyâr, Kün gibi dergilerle yayımladığı Gökten Yıldız Düşürmek (2010) Şuara-yı Bozok- Yozgat’ın Kadim Şairleri(2011), Niğdeli Divan Şairleri(2011) ve Yusuf Ziya Tokadi – Kastamonu, Küre, İnebolu Temaşası (2011), Bir Modern Zaman Tezkiresi: Meşher-i Şuara (2014) isimli eserleri ile adından söz ettirmiştir. Hikâye ve Roman alanında önemli bir şöhrete sahip olan Ethem Baran da yayımladığı on bir kitabı ile Yozgat’ın edebiyat damarını temsil etmektedir. Yozgat’ta doğup tahsilinden sonra Yozgat’ta üretmeye ve yazmaya devam eden Mustafa Çiftçi (d.1977) de bu noktada Abbas Sayar’ın izinden giden önemli kıymetlerimizdendir. Geniş gözlem yeteneği, büyük kısmı hayatın içinde insan tasvirleri ile Yozgat’tan hikâyemize ses verir Mustafa Çiftçi. Edebî tenkit anlamında Yozgat’ın yetiştirdiği bir önemli isim de Mavera geleneğinden gelen Ömer Lekesiz’dir (d.1958). Yeni Türk Edebiyatında Öykü isimli eseri, alanının önemli bir yapıtıdır. Lekesiz, edebiyatımıza çıkışıyla katkı sunduğu Hece, Hece Öykü ile de silinmez bir iz bırakmıştır. Şiir, masal ve roman türünde kırkın üzerinde eser veren Yusuf Dursun (d.1968) da yine edebiyatımıza Yozgat mührünü vurmuştur. Yozgat’la ilgili en fazla eser neşrine sahip olan isimlerden birisi de Ertuğrul Kapusuzoğlu’dur.”

“Yozgat, edebiyat alanında da “yoz’una yoz kat”arak hiçbir dönem insan ve eser üretiminden geri kalmamıştır. Kimisi içeride bu mücadeleyi verirken kimi isimler de dışarıda, geldiği toprağı unutmadan edebiyatın farklı alanlarında ses vermeyi sürdürmüşlerdir. Coğrafyanın doğurduğu sıkıntılar, insan unsurunun yetersiz ve kültürel anlamda geri oluşu edebiyatı bir darboğaza hapsetse de buradan çıkış da yine edebiyatın imkânları ile mümkün olabilmiştir. Abbas Sayar tam da bu noktada Yozgat Var Yozgatlı Yok diyerek Yozgatlıya rağmen yazmaya, üretmeye devam etmiştir.”

Hümeyra Yabar – Kilis: Türkmen Eli Şiir Dili

“Kilis Mevlevîhânesi” ve “Şeyh Efendi Tekkesi”, halkın beslendiği iki manevi ırmak olarak uzun yıllar gürül gürül akmıştır. Bu mekânlarda edebiyat ve muhabbet meclisleri kurulmuştur. Mevlevîlik ve Nakşibendilik kültürüyle yoğrulan Kilis, bu iki tasavvufi hareketten aldığı güçle zor zamanların üstesinden gelebilmiştir. Şehirdeki tasavvufi hayatın gelişmesinde etkin rol oynayan Mevlevîlik ve Nakşibendilik, şairler için de birer sığınak vazifesi görmüştür. 1540’lı yılların başında kurulan Mevlevihane, Kilis halkının Millî Mücadele yıllarında devlete bağlılığını gösteren müesseseler arasındadır. Mevlevihane’nin ilk şeyhi olan ve tasavvufi alanda eserler kaleme alan FakrîAhmed Dede, tezkirelerde Kilisli en eski divan şairi olarak yer almaktadır.

“Kilis edebiyat tarihinde, hem konu çeşitliliği hem de sayı olarak en fazla tarih manzumesi kaleme alan şair Hâmî olarak bilinmektedir. Oğluna yazdığı 78 beyitlik “Oğluma Nasihatname”, “Türk Gencine” ve “Türk Gençliğine” başlığını taşıyan şiirleri bulunmaktadır. Hâmî’nin kardeşi olan LutfullahHâzım ise durgun, az konuşan, kimseyle çok samimi olmayan bir şair olarak bilinmektedir. Zamanının çoğunu Şeyh Sa’di, Hâfız-ı Şirâzî gibi şairlerin ve seçkin ediplerin eserlerini incelemekle geçirmiştir. Bir başka Kilisli divan şairi olan Zihnî Efendi ise, padişahın tahta çıkışına düşürdüğü tarihlerle ün kazanmıştır.”

Varsa Yoksa Büyükleri, Türkmen Beyleri: Akhisar

“İbnÎsâ hazretleri, Hristiyan takvimiyle 1496- 97 yıllarında Akhisar’da; Akhisar, Aydın vilâyetinin Saruhan sancağına bağlı bir kazayken dünyaya gelmiş.2 Asıl adı, az önce anıldığı gibi İlyas. İsa, babasının adı yani. Ancak eserlerinde İbn İsa adını kullanıyor. Hayatı hakkında bildiklerimiz, Bayramî şeyhi olan babasının menâkıbına dair kaleme aldığı Menâkıb-ı Şeyh Mecdüddîn (Şeyh Îsâ için MecdüddînÎsâ da deniyor.) adlı eserine ve bu eserin sonuna eklenen kendisine dair bölüme dayanıyor. Bu menkıbelere göre, İbnÎsâ, medrese tahsilini tamamladıktan sonra seyrüsülûkünü babasının yanında tamamlamış ve hilâfet almış. Babasının ölümünden sonra ise Akhisar’daki tekkede onun postuna geçmiş ve tarikatın önde gelenlerinden biri olmuş.”

“Aslında Karaosmanzâdelerden bahsedip Yakup Kadri faslını kısa tutmak gerek. Yakup Kadri’nin şahsi Akhisar macerasının uzun uzadıya anlatılacak bir tarafı yok (Konu Manisa olsaydı böyle söyleyemezdik.) Ancak bu aileden nice bey, nice savaşa Akhisar’dan askerler, atlar, develer götürmüş. İttihat ve Terakki’nin Manisa’daki örgütlenmesinde de etkin rol oynamış. Yunanlılar Akhisar’ı işgal ettiklerinde ilk baskın düzenledikleri ev, Karaosmanoğulları’nın evi/çiftliği olmuş. Zira Karaosmanoğlu Halit Paşa, çetesindeki mücahitleri kendi çiftliğinden elde ettiği gelirlerle finanse edermiş. Şimdi bunlar, okuyanlar için Yaban’a atılabilir mi?”

Ahmet Can – Gökyüzüne Yakın Yaşamak

“Küçükken bize şu söylenirdi. “Korkmana gerek yok kaybolmazsın nereden inersen in aşağı caddeye inersin, nereden çıkarsan çık çarşıya varırsın diye. Çıkmaz sokaklara rastlamazsınız Mardin’de. Çünkü abbaralar çıkmaz sokakları bağlar. Ayrıca gölgeye geçmenin, ıslanmadan yağmuru dinlemenin bir yolu Abbara’da beklemekti. Dostlarla veya aileyle çekilen bir fotoğrafta gölgeyi önüne, ışığı arkana almak demekti. Abbaraların bir üst yapısı olur. Bu genelde ev veya konut olur. Hatta o abbaraya o ailenin soy ismi verilir. Oda, teras, dini mekân ya da geçit gibi üstyapılarda bulunur. Bu üst yapıların bazıları incelendiğinde akrabalık ilişkilerinin bağlantı noktası da olabiliyor.”

“Eski Mardin’de mezarlar şehrin dışında değildir. Şehrin birçok yerinde bulunur ve şehirle bir bütünlük oluşturur. Yani bütünün bir parçasıdır ölülerimiz. Evlerin yüzü ovaya baktığı gibi iki büyük mezarlığa da bakar. Bunun tersi Yenişehir’de ise mezarlıklar şehrin dışına yapılmıştır. Çünkü ölülerle yaşamak tüketmemize engel olabilecek bir tehlikedir ve sistemin dışında tutulmak zorundadır.”

Kut Nedir?

Günlük hayatta sıkça kullandığımız birçok sözün anlamını çok da düşünmeden kullanıyoruz. Defalarca kutlu olsun diyoruz. Buradaki “kut”un anlamını çok da düşünen yoktur herhalde. Prof. Dr. Ahmet Nedim Karasu“Kut Nedir?” diye soruyor ve örneklerle bu sorunun cevabını veriyor.

“Sevinç ve neşe günleri bayramda dilimizle bayrama ilişkin düşüncelerimizi, duygularımızı, arzularımızı belirtiyor ve ailemize, akrabalarımıza, komşularımıza, dostlarımıza, yakınlarımıza ve hatta her varolana aktaran içten cümleler kullanıyoruz. Mesela bizim için canını feda eden kurbanımızı kınalıyor, bu merasimde ayakta durarak ona saygımızı gösteriyor ve her aşamasında mesnun duaları okuyarak bir kutlu an yaşıyoruz. Bayramlaşmamız ise “bayramınız kutlu olsun.” dileğiyle oluyor.

Bilinçli olarak meydana getirilmiş bu bayramlaşma sözcükleri, yazılı veya sözlü olarak düşüncemizi kuşatan elbise gibi toplu yaşamanın (ümmet-i Muhammed) doğurduğu bayram olayını sevinçle ve neşeyle paylaşarak yaşamanın gerektiğine işaret ediyor. Böylelikle bayramın kutunu, bireysel ve toplumsal mutluluğun ve sevincin anahtarı, uğur ve bereket aktarmanın ve iyilik biriktirmenin biricik sağlayıcısı kılmış oluyoruz.”

Emanet

Bir fotoğraftan geriye kalan emaneti yazmış Süleyman Unutmaz.

“Metin’le bu evde çektirdiğim fotoğraflarda bir neşe var. kendimizi kendimize bırakıvermişiz. içten gülümsemeler. belki ikimiz de objektife değil oradaki yansımamıza bakıyoruzdur. yeğenlerimle olan her fotoğrafta ben dayı bakışını yakalamaya çalışmışımdır ve aslında kendime bakmışımdır. kardeşimle olanlarda bakışlarıma bir ağabeylik oturmuştur da aslında o an onlara bakmışımdır.”

“Şimdi bir fotoğrafım olsa, belki yüzüm yolculuğunu tamamlamıştır da her şeyin üstünden bakıyor olurdu kendine. ama gerideki korkuları ve kaderi ancak ben görebilirim. yüzümü dolduran üzüntüleri okuyabilirim. benim olan bir yorgunluk ya da bin bir zahmetle yüklendiğim başka yorgunluklar. bu bakışlar aslında bakışmalardır. aynaya bakmanın biraz ötesinde berisinde belki de. çünkü objektife bakışımızı başkası da gördüğü için bu bakış başka bir şeye dönüşür kendiliğinden. benim bana bakışımın bir şahidi vardır. onu da inceden bakışımıza alırız. kendime bakarken bu kez yalnız değilimdir ve bakışlarımın içi biraz teşhir telaşıyla dolmuş olabilir.”

Çağdaş Şiir Geldi Boşluğa Dayandı!

Bazen sadece başlık bile yetiyor yazarın meramını anlatmaya. Yunus Emre Altuntaş, “Çağdaş Şiir Geldi Boşluğa Dayandı!” yazısında modern şiirin çıkmazlarını anlatıyor. Sonuç ortada; kocaman bir boşluk. Postmodern akımlar, bireysel çıkmazlar, buhranlar ve boşlukta salınıp duran şiirimiz.

“Yıkarak, reddederek, sorgulayarak ilerleyen bu modernist akımlar yerini yüzyılın sonunda belirginleşen bir başka yıkıcı anlayışa yani postmodenizme bırakmıştır. Kısacası, birbirine yakın zamanlarda ilan edilen tanrının (Nietzsche), insanın (Foucault) ve yazarın ölümü (Barthes); felsefenin (Wittgenstein), tarihin (Fukuyama), gerçeğin (Baudrillard) ve büyük anlatıların (Lyotard) sona ererek tamamlanacağı yönündeki soncu iddialar karşısında modern düşüncenin takınabileceği belirgin iki tavır vardır: Birincisi yetişemediği bir son fikrini kabul edip, bundan böyle sadece geçmişin ve dilin öngörülebilir ve emniyetli bir tekrarı olacak şimdide (dünyada) yaşamakta olduğunu kabul etmektir. İkincisi ise dilin ve şiirin, dolayısıyla dünyanın hâlâ yaratıcı olasılıklara açık vaziyette sürmekte olduğunu gelecekle ilişki içerisinde tecrübe etmektir. Günümüzde bu şıklardan hangisinin rayiç olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım.”

“Türkiye’de Dadaizm ve diğer karşı sanat akımları fazla ilgi görmemiş olsa da bazı sanatçıları etkilemiştir. Mümtaz Zeki Taşkın ve Ercüment Behzat Lav’ın şiirleri ile Bedri Rahmi Eyüboğlu, Cemil Eren, Hüseyin Bilişik gibi sanatçıların resimlerinde bunların izleri görülebilir. Bu akımların asıl etkisi -üstü örtülü şekilde olsa da- 1940’lardan itibaren önce Garipçiler sonra da İkinci Yeniciler üzerinde görülmeye başlanmıştır. Garipçilerin sürrealizme ve Dadaizm’e yakınlıkları ile İkinci Yenicilerin şiirde tüm sınırlamaları reddeden yaklaşımları ve varoluşçu sorgulamaları bunun örneklerindendir. Edip Cansever’in “Mısra işlevini yitirdi”, Cemal Süreya’nın “Şiir geldi kelimeye dayandı.”, Turgut Uyar’ın “Çıkmazın güzelliği”, İlhan Berk’in “İkinci yeni anlatılmayan bir şiirden yanadır,” tarzındaki çıkışları yukarıda anlatmaya çalıştığımız Batı’daki yıkıcı modern şiir akımlarının izlerini taşımaktadır.”

İnsanın Gurbeti Yakınlıktır

Uzakken yakın olmak diye bir şey var. Mesafelerin ortadan kalkması gibi bir durum ya da yaşadığımız. Şiir, tüm göreceli kavramları ters yüz edebilir. Yakın uzaklar ya da yaşanan bir gurbetin şiirle sarmalandığı zamanların içe yansıyan halleri. Ali Ömer Akbulut, şiir hallerinin şiire yansıyan yüzünü anlatmaya devam ediyor.

“Şiir bir göze almadır. Şiirin sembolik dili sonsuz temsiliyetlere açıktır. Sembolik dil, “şey”in kendisini aidiyetinden daha güçlü [olabilen] temsiliyetlere açar. “Şey”e rağmen, çoğunlukla “şey”i de öteleyen sonsuz anlamlar akışa dâhil edilir. Kimi zaman [da] hakikate uzak düşüren yabancı “söz köprülerine tırmana”- bilir8 söyleyiş. Bu çokluk [kesret] bir yandan bir teklik çağrısı ola[bile]ceği gibi, bir yandan da kendi açıklığını hep koruyan bir kendi üzerine kapanma da olabilir. Özellikle burada, şiir, rasyonel ikili karşıtlıklara karşı dikkatlidir. Şiir bir ara[da]lık [berzah] olarak bu ikili karşıtlıkların kıstağında durur. Burada insanı biricikliğine taşımak üzere hazır bulunur. Bu, sürekli sonrasız bir dönüşüm seferidir.”

“İnsanın şiirsel yolla ilerleyen içsel istikametinde, gönülde olanın dışa sirayeti yüze yansır. Hâllerin dönüşümü, eylemdeki çoğulluk yüzdeki birliktir. Yolcunun mesafesini içteki dönüşümler belirler. Ağyar ile komşuluk, el ile yârenlik benzerlerin yakınlık ve uzaklıklarıdır. Benzeyen yakın, benzemeyen ıraktır. Bunlar bütünlenme öncesi duraklar, farklılık hâlleridir. Ötekinin aynasında başkası olarak kendileşme ve bütünlenmeyle birlikte kendiliğin de silinip Bir’leşmesidir. Yüz, başkasına ve kendine ait tüm çizgiler, farkın tecrübesinden gelen dönüşümler olarak bütün kırışıklıklar silindiğinde bütün güzelliğiyle ortaya çıkacaktır. Her yüz biriciktir ve kendi pürüzsüzlüğünü taşır. Yüz yüze geliş [yüzleşme] hatrıalî tutmamız gereken bir sorumluluk yükler bize20 ve varlık açıklığında bir muhabbetin kapılarını açar.”

Prof. Dr. Nihat Öztoprak ile Söyleşi

Ömer Fatih Andı, Prof. Dr. Nihat Öztoprak ile Divan Edebiyatı merkezli bir söyleşi gerçekleştirmiş. Çocukluğu, eğitim hayatı, hocaları, Divan Edebiyatı çalışmaları üzerine yoğunlaşan bir söyleşi Karabatak okurlarını bekliyor.

“Lisansta Selçuk Eraydın, Ömer Çam, Necla Pekolcay gibi hocalardan şiir zevki edindim. Selçuk Eraydın her konuda bir beyit söyleyebilen, adeta beyitlerle konuşan biriydi. Ömer Çam ise Yunus, Fuzûlî ve Mehmet Âkif hafızı denebilecek kadar onlardan şiirler okuyan biriydi. Ders boyunca Yunus Emre’den Mehmet Âkif’ten okuduğu şiirlerin tınısı hâlâ kulaklarımdadır. Daha sonra yüksek lisansta Âmil Çelebioğlu, Mehmet Akalın, Mehmet Kaplan, Orhan Şaik Gökyay, Nejat Sefercioğlu, Birol Emil, Orhan Bilgin, Nihat Çetin gibi hocaları tanıdım. Onların sohbetlerini dinledim. Sohbetlerinin ayrı bir ders olduğunu söylemem lazım.”

“Mehmet Kaplan’dan yüksek lisans derslerinde Eliot’un Edebiyat Üzerine Düşünceler adlı kitabını okuduk hocanın hem Doğu hem Batı edebiyatını iyi bilmesi, bilgilerini muhakeme yoluyla sunması bize metot kazandırıyordu. Orhan Şaik Gökyay Hoca’nın derslerine de katılmış, ondan da tarih içinde edebiyatın nasıl yer aldığını öğrenmiştim.”

“Osmanlı Hanedan Şairleri külliyatını Osmanlı hanedanının Türk edebiyatı ve kültürü içindeki yerini tespit etmek amacıyla hazırladık. Gördük ki 36 Osmanlı sultanından 27’si şiirle az veya çok ilgilenmiştir. Bunlardan 10’unun divanı veya divançesi vardır. Onlar kendileri şiir yazmasalar da ulema, şuara ve zürafa ile ilgilenmişler, ülkenin kültür faaliyetlerine yön vermişlerdir.”

Projektörde Nevzat Sazak Var

Bu sayı Projektör bölümünde kitaplarıyla Nevzat Sazak var. Kitaplarına, öykülerine, yazı yolculuğuna dair soruları cevaplamış Sazak.

“Hayatta üzüntü kadar sevinç de var. Nasıl bazı uzak doğu yemeklerinde ekşi ve tatlı bir arada kullanılıyorsa, ben de öykülerimde bu iki lezzeti buluşturup farklı bir çeşni elde etmek istedim. Aslında bir öyküyü kurgularken zaten o kendi yolunu buluyor, hayatın doğal akışı gibi. Hayat da böyle değil mi? Dram ve mizaha öykülerimde sıkça yer vermem yazarken hareket kabiliyetimi arttırıyor.”

“Her yazar gibi benim de ilham perilerimi zamansız kaçırdığım olmuştur. Oltamı hazırlayıp hayallerime doğru savurduğumda gelen öykünün ne kadar büyük olduğunu misinanın gerginliğinden hissediyorum. Yakalanmaya ilk defa bu kadar yakın olan öykü de bu arada boş durmuyor tabii ki, kaçmak, kurtulmak için o da benimle savaş veriyor, durmadan çırpınıyor. Kalemin ucundaki öykü de, ne kadar büyükse o kadar yorucu oluyor mücadele. Bazen bu çaba mutlu sonla biter. Yakaladığınız öykü büyük veya küçük olabilir ama avcı hikâyelerinde anlatıldığı gibi kaçırdığınız öykü istisnasız hep daha büyüktür. Özellikle gece rahat yatağımda kurduğum düşlerden yola çıktığım öyküleri hemen yazmassam, kaçan balık gibi sabah kalktığımda bunun pişmanlığını yaşıyorum.”

“Seyahate devam etmekteyim, istasyonlar bir bir geride kalmakta, varış noktasına gittikçe yaklaştığımın farkındayım. Fakat bir yandan da bu seyahatin hiç sonlanmasını istemiyorum. Son seferimin amacı ağırlıklı olarak yine balıklar üzerine olacak büyük ihtimalle. 3. kitap bizi oltanın ucunda bekliyor diyebilirim. En kısa sürede kalemime vuran öyküleri sizinle paylaşacağım. Farklı yerlerde farklı balıklarla.”

Karabatak’tan Öyküler

Kamil Yeşil – Bir Kadın Bir Köpek İki İşçi

“Birileri ayakta olunca ve onları öyle ayva hevengi gibi sallanır gördükçe oturmanın zevkini alamıyorum ama belim ağrıyor ve ben kimseye yer vermiyorum. Kadir gecesinde doğmuş, ne şanslı biri, gözüyle bakan da var aralarında; kim bilir kimi itip kakmış da bu yere oturmuş gözüyle bakan da. Her ikisi de değil hâlbuki. Metronun kalkış noktasından biniyorum o kadar.”

“Adını bilmiyorum fakat bu bayanı tanıyorum. Kızlarımız başörtüsüne özgürlük, eğitim hakkımız engellenemez pankartları ile gösteri yapıyordu Gaziosmanpaşa’da. Ben de onlara destek veriyordum. O zaman gördüm. Camdan “Arabistan’a, Arabistan’a” diye bağırıyordu. O zaman şuna bir cevap vereyim diye düşündümse de hakaret ettin diyerek ortalığı velveleye verir diye vazgeçmiştim. Böylelerine cevap vermek, esmayı üzerine sıçratmaktır. Ancak çehresini unutmadım. Kırmızı dudaklarından kan püskürtüyordu sanki. Dişleri ısıracakmış gibi. Pudralanmış yüzü esmerliğini gizleyemiyordu.”

“Köpekli bayan iki ayrı bilet kullanmadığına göre iki koltuğu birden işgal edemezdi. Dik bakışlar üzerinde teksif edildiğinden olsa gerek, bana baktı, beyefendi dedi; ayakta kalmayın lütfen oturun. Hâlbuki münasip olan hareket, yorgun kişinin buyur edilmesi idi. Teşekkür ettim. Yanımdaki arkadaş dedim, benden daha yorgun. Yerimi ona verdim. Bu sözümden hemen sonra, inşaat işçisi lök diye kendini bıraktı koltuğa. Gözüyle teşekkür etti bana.”

Ali Murat BinarkSofra

“Güneşin parlaklığı soframızı aydınlatıyor, yiyeceklerin üzerlerinden bize yansıyordu. Üç oğlum birbiriyle şakalaşıyordu. Yüzlerindeki mutluluktan biz sofradakiler de nasibimizi alıyorduk. Sadece mutluluktan değil, havada uçuşan nesnelerden, birbirlerine şakayla kalkan ellerden de. Kızlarım, her zamanki gibi bu curcunadan babalarının dibine sığınmışlardı. Bense eğlendiğimi gizleyemeden yaptığım uyarılarla sofranın düzenini geri getirmeye çalışıyordum. Fayda etmiyordu tabii. Etmesini isteyen kimdi?”

“Kanlarından delilik, dillerinden şehadet eksik olmayan aslan evlatlarım… Şakalaşmayı başlatan, en büyükleri Hasan’dı. Yerinde duramıyor, kardeşlerine takılıyordu. Yakında düğünü olacaktı. Bunun heyecanını yaşıyor, kardeşleriyle neşesini paylaşıyordu, öncesinde her şeyini paylaştığı gibi. Ammar… Babası gibi mühendis olacaktı. Üniversiteye büyük bir heyecanla başlamıştı. Öğrendikleriyle yapacağı makineleri, silahları söylüyor, işgalin bitmesi için nasıl çalışacağını anlatıyordu. Onun heyecanı hepimize yansıyor, umutlarımızı pekiştiriyordu. Ve Üsame… O kardeşleri gibi değildi, farklıydı. Hareketlerini kontrol edemez, duygularına göre yaşardı. Saf, masumdu. Ailemizin neşesiydi. Üsame, hiçbirimizin bilmediği duyguları yaşardı.”

“Bilmiyordum. Ben sofradan kalkıp çay koymaya mutfağa gittiğim esnada, evimize bomba düşeceğini, o sofrada oturan Abdullah’ın, Hasan’ın, Ammar’ın, Üsame’nin, Esma’nın ve Nur’un şehit olacağını, mutfağa giden benimse hayatta kalacağımı bilmiyordum.”

Tuba Karatop – İğde Ağacı

“Yürüyüş yolunun hemen sağında çimenler ve sıralı ağaçlar… Yolun karşısındaki çınar gibi dimdik bir gövdesi olmasa da vakur bir duruşu var iğdemin. Hafif bir esintiyle dahi kokusunu şu bankta otururken alırsınız. Bazen, coşkuyla dalgalarını vuran denizin kokusu ona eşlik eder. Kimi zaman bastırır. Biraz daha gayret etse dalganın serpintileri iğdeye ulaşıp, yapraklarında katreler bırakacak.”

“O tatsız konuşmayı duyduğum günden bu yana iki ay geçti. Ağustos ayının son günleriydi. Sahile doğru yürüyor bir yandan da ağacımı kesilmiş görmekten korkuyordum. Köşeyi döndüğüm an uzakta bir adam gördüm. Doğru gördüğümden emin değildim. Sanki elindeki hızar makinesiydi ve iğdeye doğru yürüyordu. Koştum. Bana öyle geliyor, yo hayır, hem iğde ağacım daha ilerideydi. Yaklaştıkça sahne netleşiyordu. Evet, ağacımın yanındaydı, dallarına bakıyordu. Durup bağırmak istedim. Öncesinde biraz nefeslenmem gerekti. “Yapma!” dememe ramak kala elindeki -kesme aleti sanmıştım oysa- katlanabilir sandalyeyi açtı, eşyalarını ağacın gövdesine dayadı ve denize nazır oturdu.”

Karabatak’tan Şiirler

bir daha yapmam bir daha çekmem fotoğrafınızı uzaktan
yakınlaştırarak ellerinizi yaktığınız kuş kanat çırparken
kimin tüfeğiydi o her on ikide dipçiğine çentik attığınız
cehennemsi kahkahalar boşanırken zembereğinden tankın
görmüş olamam hayır yarım gözle ancak yarısı her şeyin
belki uyanmadım deve kirpiklerinin altından geçti kahrınız
yarı tanrılar Tanrı geldiğinde çil yavrusu gibi kaçışıyordu
ezanlar dalgalanırken nabzı atıyordu küreksiz bir kayığın
Ali Ural

pencereden ve dışarıdan ümidini kes
balkonları kapat, ümidini kes
sol tarafında o bitimsiz kıpırtı
sol tarafında dünyanın dönüşünden ilhamla bir çalışma
sol tarafın bir kinetik enerji
sol tarafın bir asma

yazıyor…yazıyor…yazıyor…
klasör 2, yeni word dosyası,
ilkbahar mevsimi serin geçecek
yavaş yavaş ısınacak salyangozlar ve diğerleri
Adem Yazıcı

İkimiz de esmerdik, çekemedik akça kızın göçünü
“Ben şiire taşındım Âdem dünyaya”
Almak için gecikmiş rüyaların öcünü
Şimdi gönlüm kime küssün, türküler kime
Kıvrılıp giden yollar tutmayınca sözünü.
Hüseyin Akın

Bebek cesetlerinden haritalar çizersin
Zehirlidir ninniler senin sözlüklerinde

Tek vicdanım kalıyor yine insanlık için
Vicdan kelimesi yok senin sözlüklerinde
Mehmet Aycı

alçalarak gökten yere yükselerek yere gökten
her şeyi süpürüyor şehrin daralan ağzı
artık pencere değil bir göz boşluğu lazım
artık gökte yıldız yok nehre ay da sızmıyor
artık ritim tutmuyor hiçbir sokakta şarkı
artık hiçbir kimsenin cebinde aynası yok
gök kime sunulduysa öpüp koynuna alsın
kalmasa hiçbir resim sürer gökyüzü marşı
Ali Seyyah

Zahmeti mi olurmuş sevgili hayat
Gelmişsin konmuşsun omuzlarıma
Rengini devşirip düşünce meydana
O kadar serin olmayabilir aşağı çarşı
Sen gülünü kokla dikeni kalsın bana
Mehtap senin güzelliğinle donansın
Azgın dalgalar bana kalsın öyle mi
Eşit miyiz diyorsun dağdan ovadan.
Nurettin Durman

Ürkek bir sessizlikle
Doluyordu çocukluğumun elleri
Sıcaklığı kadar küçücük
Şimdi yoklar; ürkünç şeyler
Dönüyor havada
Kuşların gidişine aldırmadı kimse
Kuşlar da yoktular belki; olmayabilir…

Herhangi bir gelecekte olabiliriz
Buralardan geçebilir ve bir daha…,
Vural Kaya

her sabah gülleri uyandırırdı dedem
bereketli sözlerini söylerdi ağaçlara kuşlara göğe
söylerdi kılıçlar kıran yüreğiyle
yıkılmış dünyaya açarım her gün pervazlarımı

kurumuş bir ırmak gibi seslenirim kendime
ölüm saltanatını kurarken şehirlere
cama yazılır yıldızlara verilmiş çocuk isimleri
içeriye sızar kış ve mahpus bir gece
içeride fragmanlar gardiyanlar ayyaşlar
Ayşe Altıntaş

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir