Muhit’te Yaman Ayrılık Dosyası
“Yaman ayrılık” sözünü duyar duymaz bir ezgi ağır ağır işliyor içimize dokunmaya. Ne çok ayrılık var düşündüğümüzde. İnsan için bu da bir sınav diyeceğimiz bir kopuş belki de yaşananlar. Muhit dergisinin 55. sayısında bir dosya halinde işleniyor ayrılık. İbrahim Tenekeci’nin giriş yazısında; “Nihayetinde hayatımızın neredeyse tamamı ayrılık üzerine kuruludur.” diyerek ifade ettiği ayrılığın her çeşidini yaşayarak geçiyor zaman.
Derginin Giriş yazısından…
“Ayrılık, insanlığın en kadim kaderidir. Başlangıcımız budur. Hikâyemiz cennetten dünya gurbetine gönderilmekle başlıyor. Kullandığımız hicri takvim dahi hicretle, yani ayrılıkla hayat bulmuştur.
Ayrılık, Türk edebiyatının da vazgeçilmez konularından biridir. Karacaoğlan “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar / Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık” demiştir. Günümüz şairlerinden Hüsrev Hatemi ise her tanışmayı bir ayrılık saymıştır.”
Yaman Ayrılık Dosyasından
Mustafa Özel – Kur’an Perspektifinden Hicret
“Hicretin en temel vasfı, kişi veya kişilerin yaşadıkları zorluklar, karşılaştıkları baskılar sebebiyle gerçekleşmesidir. Ana yurtlarında kimlik ve kişilikleriyle, inanç ve değerleriyle yaşama imkânının ortadan kalkması, onları kendilerine yeni bir yer, yeni bir yurt aramaya sevk eder. Gönderildikleri toplumları değiştirme, dönüştürme ve geliştirme vazifesini taşıyan peygamberler için hicret, zorunlu bir hareket ve eylem olmaktadır.”
Erol Göka – İnsanın İki Büyük Ayrılığı
“Tasavvuf da psikoterapi de çok farklı gibi görünen bir söyleme sahip olmakla birlikte, insani varoluşun temel niteliği olarak “ayrılık” olgusunu görürler. Ayrılık acısına katlanabilmek için sağlıklı sevgi yolları önerirler. Bu sağlıklı sevgi yolundan ilerlemek, insanın psikolojisini, kişiliğini, nefsini de olgunlaştırmanın biricik yoludur…”
Kemal Sayar – Her Bir Dertten Özge
“Bir ilişkiden ayrılmanın zorluklarından biri, sonunda kişinin kendisinden ayrılmak değildir -çünkü o zamana kadar gitmeye hazırsınızdır; zor olan birlikte paylaştığınız hayallerden ayrılmaktır. Ama her son, yeni bir başlangıçtır da: Bazı rüyaları bir daha asla, asla o belirli renkte paylaşamayacaksınız. Vazgeçiş sizi yeni bir dünyanın eşiğine bırakır, artık o eski dünyanın hayal ve rüyaları olmayacak ancak yeni rüyalar size eşlik edecektir. Hayat bir ırmak gibi kıvrılarak akar gider.”
Muhsin Macit – Önü Muhabbet, Sonu Ayrılık
“Her ayrılık hikâyesi aslında insanın dünyaya gelirken kaybettiği tamlık/bütünlük duygusuna yeniden erişebilmek için hayat boyu tecrübe etmek zorunda kaldığı arayışının dildeki karşılığıdır. Mevlânâ’nın Mesnevi’nin ilk beytinde “Dinle neyden kim şikâyet etmede / Ayrılıklardan şikâyet etmede” diyerek ney istiaresiyle anlatmak istediği de insanın kaybettiği tamlık/bütünlük duygusunu hatırlatmaktan başka bir şey değildir.”
Zeynep Merdan – Aşkın Sonrası: Kaba Oyalanmalar
“Çok istediği bir şeyden vazgeçmek zorunda kaldığı bir eşik var insanın. İstemenin öyle bir aşkın noktası ki orası, insan o eşikten sonra bir daha hiçbir şey isteyemiyor. İstemeyişi bile istemiyor. Kendine en yaklaştığı eşik… Tam bu eşikte zaman bizi bir zamanlar çok istediğimiz o şeyi karşımıza çıkarır. Ya zaman ya biz ya heveslerimiz yahut hepsi öylesine dönüşmüştür ki yıllar sonra görülen eski bir dost gibi hem çok yakın hem çok uzak göz kırpar bize eski hevesimiz.”
Ahmet Edip Başaran – Bir Dosttan Ayrılmak
“Acı, gözyaşı ve keder. Hüzün bu duygu üçlemesinin tam ortasında bizi sürekli kendimizle ve kendi içimizle yüzleştirir. Kelimelerin, kavramların ötesine geçmek, öteye dair umutlarımızla müşterek bir zeminde orta yolu bulmak isteriz. Telefon defterimizden silemediğimiz o isim ve numara metafizik bir haberciye dönüşür bizim için. Dünya kelamıyla yaptığınız o son konuşma, cümlelerin dizilişi, kelimelerin anlam ve umut süvarileri gibi koşturup durduğu o dert ovası… Her şey capcanlı bir ses tablosu gibi zihin galerinizde anbean sergilenmektedir sanki.”
İbrahim Tenekeci -Ayrılık Ahlâkı
“Kendimizi ve haysiyetimizi elbette koruyalım, savunalım. Bunu, vaktiyle birlikte yürüdüğümüz insanları ve kurumları karalamadan, türlü imalarda bulunmadan da pekâlâ yapabiliriz. Giden gittiği, kalan kaldığı yerde olumsuz konuşmamalıdır. Telafisi mümkün olmayacak cümleler kurmak, ancak ayrılığı düşmanlığa dönüştürmeye yarar.”
Bozkırın Ölmeyen Otu
Zeki Bulduk’tan ölmez otu kokulu bir bozkır yazısı var Muhit’te. Hep dediğimiz gibi; bozkırı hiç kimse Zeki Bulduk gibi anlatamaz. İçinde duyduğu bir sesi ve sıcaklığı dile getirmekten başka bir şey değil onun anlattığı bozkır. Ölmez otu kokuyor bu kez yazı. Ölmeyen bir otun bozkır havasında insana verdiği ferahlığı hissediyoruz cümleler arasında.
“Ölmez otu ile hakikatin ne ilgisi olabilir? Bozkırın bir rutini, tekdüzeliği vardır. O tekdüzeliği bozan mucizelerden biri ölmez otudur. Tüm renklerin bozardığı yerde sapsarı, deli gibi ortaya çıkan bu ot gariptir, bozkıra çiçek pek yakıştırılamadığı için olsa gerek altın çiçek, ot namıyla anılmış, adlandırılmış- rutinin nasıl da bozulabileceğini, aslında hayatın başlı başına şaşkınlık ve hayret olduğunu o kuru bozkırda göstermiştir.”
“Her şey ölüyordu. Her şey bitiyordu. Tüm yolların ve iyi şeylerin sonu vardı. Ama bozkır saklıyordu bir şeyleri. Ölmeyen bir şeyler vardı ve ölmez otu bozkırın hafızasının dışarı sızması olsa gerekti. Belki de ölmez otu o kayıp ülkenin, çocukluk adlı yitik ülkenin hafızasıydı…”
Görgüsüz Modernleşmenin Şeyleri / Şehirleri
Görgüsüz modernleşmek. İçimizden çok gelmese de şu bir gerçek ki günümüzü tam anlamıyla ifade ediyor bu kavram. Şehirler de bu görgüsüzlükten payını alıyor. Önce büyük şehirler ve daha sonra da taşra şehirleri modernleşelim derken bir ucube olarak çıktılar ortaya. Mehmet Narlı, şehirlerin yaşadığı bu görgüsüz modernleşmeyi anlatıyor. Geçmişle günümüz şehirlerine dair notlar paylaşıyor Narlı. Elbette gönlü geçmişten yana.
“Şehir sakinleri, yönetenler sunulan her festivali, her karnavalı, her yıkımı, her restorasyonu ve mekânlar hakkındaki yalan yanlış veya hesaplıca dolaşıma sokulmuş mitleri, âdeta geç kaldıkları modernliğin telafisi için bir imkân gibi gördüler.”
“Hâlbuki bir şehir adım adım yaşanır, göz göz görülür, dil dil buluşur, türkü türkü söylenir, düğün düğün şenlenir, ağıt ağıt hüzünlenir. Şehrin imarına/ refahına/sıhhat ve afiyetine yönelmekten uzak, turizm endüstrisi açlığı ve bilinmek takıntısı içinde mıncıklanan şehirlerde dolaşmanın, işporta kültürel doyumlar için çizilmiş mimari ve peyzaj parçalarına bakmanın doğuracağı umutsuzluk ve hayal kırıklığı henüz hissedilmiyor.
Dünya Gurbetindeyiz Ve Dönüş Yolundayız
Hepimiz bir yolcuyuz. Dünya hayatının içinde dönüp duran faniler olarak gurbet neresi, biz ne yana düşeriz diyerek düşünüp yönünü şaşıran kayıp yolcular da olmamız an meselesi. Müslim Coşkun, gurbetimizi ve hakikate olan yolculuğumuzu anlatıyor.
“Dünyada yaşıyor olmak ile dünyadan geçiyor olmak aynı anlamı taşımaz. Dünyada yaşıyor olmak, bu dünyaya ait olduğumuz için değil, bu dünyadan geçiyor olduğumuz için ete kemiğe bürünür. Dünya bir bakıma süresi belli olanların yurdudur ya da yolculuk hâlinde olanların küçük bir mola verdiği bir handır. Türküde dendiği gibi “Geçtim dünya üzerinden, ömür bir nefes derinden.” Bir nefes alıp verme süresi… Dünya tam da böyle bir yer, çok abartmamak gerekir.”
“Dünyadan geçerken güzel bir rüya görmek, o rüyanın peşinden gitmek insanın hâllerindendir. Bu bir kalp yolculuğudur, insan fıtratının doğal hâlidir. O güzel rüyaya dâhil olmak için biraz dünyanın dışına çıkmak gerekir.”
Abdülbaki Gölpınarlı’nın Âkif’e Vefası
Mustafa Özçelik, Abdülbaki Gölpınarlı’nın Mehmet Akif’e olan yakınlığını, ölümü üzerine yazdığı yazıyı ve Akif için yazdığı iki yazıyı işliyor yazısında. Mektuptan ve şiirlerden de anlıyoruz ki Gölpınarlı Akif’e oldukça büyük bir hayranlık duymaktadır.
“Gölpınarlı’nın bu tarz şiirlerinin bir örneği de Mehmed Âkif için yazdığı şiirlerdir. Fakat bunlara geçmeden önce onun Âkif’e olan alakasına değinelim. Âkif’in vefatına yakın dönemde 35-36 yaşlarında olan Gölpınarlı, devrin büyük isimleriyle dostluk münasebetindedir. Münasebetine konu olan bir isim de Âkif’tir ama bu, şahsi tanışıklıktan öte yazdıklarıyla ilgilidir. Bir önemli sebep daha vardır. Ahmed Güner Sayar, bunu onun Müderris Ömer Ferid, Müderris Ahmed Naim ve Neyzen Tevfik’e olan dostluğuna bağlar. Bu isimler Gölpınarlı’nın da değer verdiği isimlerdir. Bu durum, ona göre o yıllarda Mısır’da küskün bir sürgün hayatı yaşayan Mehmed Âkif’le ruhi yakınlık kurmasına sebep olmuştur. Bunun neticesinde de Âkif’in vefatından sonra bu olaya tarih düşürecek kadar kendisini “İstiklâl Marşı” şairine yakın hissetmiştir. Ayrıca onun hakkında bir de yazı yazmıştır. İşte burada bahsedilecek olan yazı ve iki şiir, aralarındaki yakınlığın sonucu olarak kaleme alınmıştır.”
Muhit’ten Bir Öykü
Meral Afacan Bayrak – Alışma Talimleri
“Öylece oturuyor dakikalarca, AVM’nin açılış saatini bekliyor yakındaki bir kafede. Telefonunu dalgınlıkla unuttuğu dükkâna uğrayıp bilgi almaya çalışacak, bulundu mu bulunmadı mı, kameralardan tespit edilebilir mi kimin aldığı, en son kim girdi çıktı oraya… Bir tür çaresizlik hâli. Belki de çoktaaaan… Neyse, kötü şeyler düşünmeyeyim, diyor. Düşünme derken… O kayanın üstünde oturan yaşlı kadın geldi aklıma. Durduk yere değil ya, çok özlediğinden. Nasıl güzelse o anı, altın yüreği sevgiyle çarpıyor. İtina dolu, asla sıradan olmayan tavırlarının benzerini bulmak ne mümkün! Çırpınıyor, görmüş geçirmişliği bakışlarına yansımış, torununun oğluna bir şey olacak diye. İçi titriyor, dalgalara doğru tereddütle yürüdükçe o küçük adımlar.”
“Çöl sıcakları. Mevsimsiz uğruyor, dengeleri bozuyor. Kaç gün sonra mevzunun üzeri çöl kumlarıyla sapsarı örtülmüşken bir şey oluyor. O kadar kumru sesinden sonra kabullenmeye yüz tutmuşken “Gitmişler” diyor, “yumurtaları da yok.” Işığı doğrultup bakıyor fenerle, iyice emin oluyor. Boş yuvayı koparıyor yerinden, iyi bir yerde değil, saçma sapan hatta…”
Muhit’ten Şiirler
Onardın kiremitlerini kalbimin huzurla
Aklına çağın nice muskalar yazdırdın
Bir incelik bekledin belki öyle şaşkın
Bende hiç bulunmaz ki şuurun PDF’si
Bil ki seninle hep iyiyim her nasılsa
Murat Güzel
Adın adımla derdin derdimle mühürlensin
Bir müddet Eyüp Sultan semtinde ıtırlansın
Medine’ye geçsin hâtif bir seda ile sırlansın
Bir buhurdana konsun buhurlansın
Sonra o Peygamber şehrinde
Közlensin, tütsün ve tükensin
Hüsrev Hatemi
Ben bu fotoğrafa ne zaman baksam hep bi yerlerim tutuluyor
Yüzüme acı bir tebessüm yayılıyor, elimde değil
Kedimiz Cingöz, işte görüyorsunuz, sırtı siyah göğsü beyaz
O da poz vermiş kucağımda, yıl 1964, mevsimse ilkyaz
İsmail amcam tezkeresini henüz yeni almış
Elinde fotoğraf makinesiyle günü akşam ediyor
Biz çocuklar hava durumunu kolluyoruz heyecanla
Biraz sonra çünkü Fenerlilerle maçımız var
Adem Turan
yıkılan evim de haşrolacak mı?
benimle beraber
ne annem ne de babam gördü1999’u
bana kaldı
elli yıllık emeğin
yerle yeksan olmasına şahitlik etmek
kaçırdım bütün son başvuru tarihlerini
yıkılan evim de davacı olacak mı aleyhime
kardeşimle beraber
Suavi Kemal Yazgıç
Seninle beyaza kaçan sonraki ölüler olurduk usulca
Usulca dünyaya dokununca ay bölünür sanırdık
Kokular salar, iğdeler, incirler, ıhlamurlar patlar
Şehirler, kasabalar, köyler ve dağlar patlar
Yeşeren ne varsa bil ki onun adıyla: Bismillah
Âdemi Yazıcı
Ne çok çalışıyor insan sonsuz bir yalnızlık için
Bunları sonra konuşalım
Bu ayarsız mevsim bu gri gökyüzü bu bozuk plak
Bu bitimsiz rüya hiçbirimize uymuyor
Bana bile
Sen bu yüzden ne seher vaktini bekle
Ne de bülbülleri
Yalnız şu kirli havasını dünyanın
Ciğerlerine doldur yaşamak için
Ve becerebiliyorsan hû de
Harun Yakarer
Algıyla anlatıyla bilinmez şu adımız
Zinhar düşülmez öyle kazançtan kesadımız
Ta baştan aldık emri budur iktisadımız
Fermân-ı aşka cân iledir inkıyâdımız
Hükm-i kazâya zerre kadar yok inadımız
Sen öyle göğsümüzde çınar olduğun içün
Biz böyle balkıdıkça pınar olduğun içün
Yansak da darda kışta şu bir damla hûn içün
Baş eğmezüz edânîye dünyâ-yı dûn içün
Allah’adır tevekkülümüz, i’timâdımız.
Turan Koç
Bu son tren diyecekler sana, sakın inanma.
Kılıcın körelecek o trene binersen.
Kendini galipler safına ekleyesin diye
yağmurdan düşmanlar çıkaracaklar karşına.
Yapma güneşlerden gündüzler icat edecekler,
ki hakikatin kıvılcımı çakmasın gözlerine.
Kızgın ateşlerde eritecekler bin demir kapıyı,
melekleri küstüren omuzların çürümesin diye.
Rıdvan Kadir Yeşil
canım takılmadı dişime
ve ismim yankılanmadı dağımdan
yok yazılmadım üstelik, kırılmadı övüncüm
günler yanlış bir altyazıydı sadece
şimdi herkes hayattayken
kim kesecek kurdeleyi
düğmeyi söküp durdum görmek için terziyi
Ayşegül Baytut
Biraz daha ölmeseydik kaç yıl sonra bir trenle
Belki Ankara yapardık daha aşağılara
Şoselerden kıyılardan dağların yarıklarından
Şehir bizi alırdı bakarsın tutar solfasol yapardı
Dış Kapı’dan çıkardık şiir oluncaya kadar iz sürüp
Biraz daha direnseydik nasıl olurdu acaba
Benim yalnızlığım olurdu gelmeyenim olurdu
Gecenin yıldızları altında nöbet beklerken gibi
Öyle yalnız olurdum ah annem der ağlardım.
Nurettin Durman
herkesin içinde gerili olan bir tel var
koptuğunda ölüme en yakın olan kişi
göğüslediğinde ipi
anlarsın yarış bitmiş
yıldızların kuyruğuna binip
ayın yörüngesinde dönen
melekler ölüm törenini hazırlar
Şakir Kurtulmuş
Ahımızdan düşen senden bir parça
ne yapsak girmiyor hüznümüz kitaplara
ne kadar çırpınsa da şiirin saf niyeti
meğer buraya kadarmış dünyanın adaleti
yürüyüşünü değiştirmez bundan sonra da
İnsan yirmisinden sonra büyümüyor ali
insan yirmisinden sonra içine doğru
acı bir çığlık gibi kıvrılıp düşüyor da
her şeyi anlatmaya varmıyor dili
uzun yaşamak ömrü kısaltıyor ali
Mustafa Köneçoğlu
Mehirleri hürriyet, düğün andı şehitlik
Kanlı toprak kınadır, gök masmavi gelinlik
Sevdanın meclisinde kılıç döven mihriban
Turna dilli kızlara çelenkler yontan tufan
Kabil’den sufle almış, barbar hunhar canavar
Diz çökmüyor önünde mushaf cüzü şahbazlar
Arş evine merdiven, gürbüz ağaca yaprak
Sineler kandan çadır, öfke baldan bir kısrak
Ali Emre
Türk Edebiyatı’ndan Sanatta Ahenk Arayışı- Estetik Dosyası
609. sayısında Sanatta Ahenk Arayışı- Estetik konusunu işliyor Türk Edebiyatı dergisi. Estetik dokunuşların edebiyata kattıkları, sanat-edebiyat- estetik arasındaki bağlar, klâsik Türk edebiyatı ve estetik gibi birçok yönden ele alınmış konu.
Dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
Nilüfer Tanç- “Duyumsuyorum O Hâlde Varım” Yaşama Estetiği ve Edebiyat
“Edebî eserler bu değerlerin ortaya çıktığı bir alan olarak yaşama estetiğinin gelişmesine katkıda bulunur. Modern yaşamın insanı içinde öğüttüğü çark, durmaya, düşünmeye, temaşa etmeye fırsat tanımaz. Kitap okumanın bile bir tüketim nesnesi hâline geldiği günümüzde bu çarktan kendini kurtarabilme lüksüne sahip seçkinler için cittaslow/sakin şehir projeleri ortaya atılmaktadır. Bu projeler insanların üretmek için (?) sürekli tüketmek; bitmek bilmeyen bir koşuşturma içinde olmak yerine hayatı duyumsayabilecekleri bir hızda yaşamalarını hedefler. Böylece insan bütün o telaşlı koşuşturmalarıyla uzaklarda aradığı mutluluğun yakınında/kendi benliğinde olduğunu anlayacak; çevresindeki güzelliklerin farkına vararak iç dünyasında doyuma ulaşacaktır.”
Süleyman Yiğit – Çirkini Güzel Görme: Klasik Türk Edebiyatında Çirkinin Estetiği
Klasik Türk edebiyatında âşığın her ne olursa olsun kavuşmayı istediği yegâne kişi sevgilidir. Sevgili vefasızdır, cefa verir, acımasızdır ve kan dökücüdür. Ancak tüm bunlar âşık için birer lütuftur. Gelenekte fiziksel dünyadaki görüntüsünün ötesinde ideal güzellik anlayışıyla tasvir edilen muhayyel bir sevgilinin varlığı söz konusudur. Bu sebeple sevgili, şairin kalemini emanet ettiği âşığın gözünde kusurlardan ve çirkinlikten uzaktır. Gülşehrî tarafından kaleme alınan Gülşennâme isimli eserde aşkla bakan âşığın sevdiğinin ayıbını göremeyeceğini ifade etmektedir:
‘Işk evine ‘akl-ıla girmez kişi
Sevdigünin ‘aybını görmez kişi
Nedîm’in Şiirindeki Mimari Estetiğe Ekfrastik Yaklaşım
“Lale Devri’nin “tâze-zebân” şairi Nedîm’in şiirlerinde de mekânın ve mimari yapıların ele alınışındaki değişimi rahatlıkla gözlemlemek mümkündür. Onun şiirlerinde sarayları, köşkleri, yalıları, kasırları, hanları, hamamları, camileri, çeşmeleri gibi mimari yapıları ve mesire yerleri ile İstanbul, gerçekçi ve estetik bir şekilde resmedilmiş hatta sahnelenmiştir. Âdeta Lale Devri’nin ihtişamı Nedîm’in şiirlerinde ebedîleşir. Her ne kadar o da Klasik Türk şiirinin gelenekselleşmiş kalıpları ile şiir yazsa da yaşadığı hayatı merkeze alarak dış dünyada gözlemlediklerini şiire taşıması onu ayırt eder. Bahsi geçen mekânları detaylandırmasa da bu mekânların öyle özelliklerini şiire taşır ki okur boş alanları hayal gücüyle rahatlıkla doldurabilir. Nedîm yeni inşa edilen ya da onarılan yapılar için yazdığı tarih manzumeleri ile kasidelerinde eserin banisinin övgüsünden sonra yapının kendince üzerinde durulması gerektiğini düşündüğü özelliklerini överek estetik bir tasvire girişir.”
Jülide Erken – Hicvin Estetiği
Zahit ve sofulara yönelik eleştirel beyitler kaleme alan şairlerden biri de Bâkî’dir. Şair söz konusu gazelinin her bir beytinde kaba sofuları ve onların riyakâr davranışlarını eleştirmiştir. Bu davranışlar klasik Türk şiirinde en çok eleştirilen kötü huylardandır. Sadece cennete kavuşabilmek isteğiyle ibadet eden, ilahi aşkın sırrına eremeyen zahitler âşıkların beyitlerinde hedef hâline gelirler. Bâkî, aşağıdaki beytinde zahidin üzerinde muhtemelen sembolik değer de taşıyan süslü ve pahalı kıyafetlere dikkat çeker. “Uçmak” kelimesinin “havada yol almak” ve “cennet” anlamlarının her ikisini de beyte uygun düşecek şekilde tevriyeli kullanan şair, yaptığı kelime oyunuyla zahidi edebî bir üslupla tezyif etmiştir:
Zâhid ol sıklet ile uçmağa hâzırlanma
Çıkar ol cübbe vü destârı biraz hıffet bul
Türk Dünyası Âşığı Bir Sanatkâr Fırat Kızıltuğ
İsa Kocakaplan, Fırat Kızıltuğ’u anlatıyor yazısında. Girişte, öğretmen okullarından bahsediyor çünkü kendisi de Kızıltuğ da öğretmen okulu mezunu. Yeteneklerin daha ilkokul sıralarında keşfedilmesine ve geliştirilmesine dair önemli notlar paylaşıyor Kocakaplan. İnsan üzülmeden edemiyor. Nereden nereye geldik demeden geçemiyoruz. Okulu bitiren her öğrencinin en az bir enstrüman çaldığı, birkaç sanat dalında kendini geliştirdiği yıllardan şimdi geldiğimiz nokta kan ağlıyor.
Kızıltuğ’un sanat çalışmalarından ve Türk Dünyası’na gösterdiği ilgiden bahsediyor Kocakaplan.
“Konser salonunun ön sırasında hemen daima Ahmet Kabaklı, Prof. Dr. Ayhan Songar, Prof. Dr. Necmettin Hacıemioğlu başta olmak üzere memleketin seçkin fikir ve ilim adamları yer alırlardı. Konser arasında onların konuşmalarına kulak verir, anlattıklarını hafızalarımıza işlerdik… Dinlediğimiz şarkıların sözlerini anlamaya çalışır, kelime dağarcığımızı zenginleştirirdik. Özetle bu konserler müdavimleri için ayrı bir mektep olma özelliğini de taşıyordu.
İşte ilk gördüğümde ve ondan sonraki birkaç yıl için Fırat Kızıltuğ, bu muhteşem koronun, bu hiyerarşi ve meslek disiplini yuvasının seçkin bir üyesi idi benim için. Aslında koronun konserlerine beni yaklaştıran etkenlerden birisi, udî Osman Nuri Özpekel’in sınıf arkadaşımız oluşuydu. Her konserin sonunda, bu koronun mensuplarından birinin bizim sınıf arkadaşımız oluşunun gururunu da yaşardım.
1983 yılından itibaren Fırat Bey’in başka bir yönünü tanımak fırsatını buldum. O, benim de çıkmasında emek verdiğim Türk Edebiyatı dergisinin Kul Ozan’ı idi artık. Halk şiiri geleneğini güncelleyerek yazdığı şiirleri, dergi sayfalarında sık sık yer alıyordu. Hele 1990 yılında Rusların Bakü’de yaptığı katliamın ertesinde, Azerbaycanlı şair Mehmet Aslan’la şiir yoluyla dertleşmeleri, “Ağla karanfil ağla” feryadını birlikte seslendirmeleri, Fırat Bey’le aynı duygu atmosferinde buluşmamızı sağlıyor ve o, artık benim Fırat ağabeyim oluyordu.”
Dünyada İki Millet Var Türkler ve Başkaları
Fırat Kızıltuğ hakkındaki ikinci yazı M. Mehdi Ergüzel’e ait. Kızıltuğ’a verilen “Türk Dünyasına Üstün Hizmet Ödülü” vesileyle yapılan bir ziyaretle başlayan yazı, şiirlerden, yapılan çalışmalardan, Kul Ozan mahlaslı şiirlerinden bahislerin açıldığı anı tadında notlarıyla devam ediyor.
“Fırat Bey’i, ilk defa 40 yıl kadar önce vakfımıza Yeşilayca tahsis edilen eski binasındaki salonunda tanımış ve lavtası eşliğinde yaptığı Türk musikisine dair sohbetinde dinlemiştim. Meğerse dergimizde “Kul Ozan” mahlasıyla yazılan şiirler ona aitmiş. Özbek Şairi Cemal Kamal’la şiirleşmeler ve o günlerde meşhur olan “Bir Dane Bir Dane” şiiri onunmuş. Takip eden aylarda kendisini değişik vesilelerle dinledik.”
“Fırat Bey’in Türkçesi, hem yaşayan dilimizin hem de tarihî Türkçelerin musikili güzelliklerini nesirde ve şiirde temsil eder olgunluktadır. Banarlı Hoca’nın dikkat çekici ifadesiyle; “Millî romantizmin idraki” bana göre Kızıltuğ’da tabii sahibini ve akışını bulmuştur. Kelimelere hassasiyetle yaklaşması, belki de ömrünü verdiği musikideki besteyi bozabilecek ses hatalarına düşmemek gibi önemli bir söz dikkatinin yansıması olmalıdır.”
Susunca İnsan Donmuyor ki
Şiir gibi hikâye gibi içli bir türkü gibi bahar çiçekleri sevincinde bir yazısıyla Türk Edebiyatı’nda Şerif Aydemir. Doğanın uyanması, çiçeklerin açması, toprağın canlanması insanın da ruhunu canlandırıyor. Peki tüm bunların karşısında sessiz kalanlar, sesini yitirenler, içine kapananlar, susanlar ne olacak? İnsan, susuyorum deyince susar mı, bitti deyince biter mi her şey hem de dağ bayır çiçeğe durmuşken. Cevabı Aydemir veriyor. Türküler eşliğinde…
“İnanıyorum, mayıs-haziran sadece toprağı değil insanı da diriltiyor. Bedenlerimizi, arzularımızı, hayallerimizi de…
Gürbüz Azak ağabeyden işitirdik; durmak, devrilmenin bir öncesidir derdi. Sanki bu aylar devrilmekten korkuyorlar da var güçleriyle durmadan yekiniyorlar. Hayatın ucunu bırakmak istemiyorlar.”
“Edebiyat dünyasında durup dururken yazmayı bırakanlara sık rastlanır. Küser gibi yaparlar. İnziva denilen bir mevkie çekilirler. Ya da başka uğraşlara kendilerini kaptırırlar. Sözlerinin bittiğini mi sanırlar acaba? Sonra bakmışsınız bir gün içlerindeki huzursuz çocuk mahmur gözlerini aralar ve “Ben buradayım!” der. Kalemler yeniden yontulur, kelimeler bilenir, söze yeni endam giydirilir.”
Bosna’da Piramitler
Şaşırtıcı bit başlık değil mi? Bosna ve piramitler. Aynı şaşkınlığı Ayşe Göktürk Tunceroğlu da yaşıyor. Bosna’da piramitlere gidiyoruz.
“Piramit deyince akla ne gelir? Mısır piramitleri. Kum rengi. Kenan’ın işaret ettiği yere bakınca bir daha şaşırdık. Yeşil Bosna’nın piramitleri de yeşil! Karşıdan bakıldığında herhangi bir tepe gibi görünüyor. Piramit biçiminde bir tepe. Bildiğiniz yemyeşil bitki örtüsüyle kaplı bir tepe.”
“Avrupalı ve Amerikalı bilim adamları söz konusu bölgede inceleme yaptılar ve Osmanagiç’in “insan yapısı eser” olarak takdim ettiği tepelerin, bölgenin diğer dağlarından hiçbir farkı olmadığını, yani olağan jeolojik oluşumlar olduğunu, dünyanın muhtelif yerlerinde böyle pira mit şekilli yüzlerce tepe bulunduğunu ilan ettiler. Hatta bu projenin bölgenin Orta Çağ’a hatta Roma dönemine, hatta neolitik döneme uzanan gerçek tarihî mirasına zarar vermekte olduğunu ilave ettiler. Onu destekleyen açıklamalar yapan bilim adamları da var.”
Türk Edebiyatı’ndan Hikâyeler
Ayşe Ünüvar – Çivi İzi
“Okul yolundaki en dar sokaklı mahallede üç katlı bir evin ikinci katında kiracılardı. Babası fabrikada işçi, annesi ev hanımıydı. Kendinden büyük bir de ablası vardı. Adı İfakat! İfakat; Ayağa kalkma, ayılma anlamlarına gelen güzel bir isimdi ve İfakat abla mahallenin gözbebeğiydi. Eli mahir. Dili tatlı. Uyanık. Cin gibi derlerdi arkasından. Cin gibi ama çarpmaz, tam bir hanımefendi. Oğlumuz olsa da alsak keşke…”
“O sene Gürsel abi ortaokulu bitirdi. Takıl tokmak işte. İkmale kaldı ya oldu bir şekilde, aldı diplomayı dediler annesi ile babası. İfakat Abla bitirme hediyesi olarak kocaman bir yaş pasta yaptı. Bütün mahalle davetli. Gittik tabii. Yemeler içmeler derken kadınlar kaşık çalıp oynadı. Teypte Ankara havası durmadan bağırıyor, kadınlar alkış tutup kaşıkla oynuyor, çocuklar kurabiye, pasta, şeker ne varsa bir elden gizlice ceplerini doldurup, meşrubatlara yükleniyor, erkeklerse kapı önündeki küçük bahçede çay kahve içip çekirdek çitliyorlar. Güzel bir gün.”
“Artık yıllarca şöyle konuşacaktı oğlan anneleri; aman ha gidip duvarlara filan çivi çakma Gürsel gibi. Sap olacaksan doğru bir kesere sap ol!”
Hakan Yıldırım – Göçebe
“Bugün, yola çıkışlarının beşinci günüydü. Sabah ezanıyla çıktıkları yolculukta, bu saate kadar aralıksız yürümüşlerdi. Gittikçe kızıllaşan havada, önden giden sürünün ve develerin yürüyüşüyle havalanan toz zerrecikleri vardı. Yetmişli yaşlara merdiven dayayan Memet emmi, ellerini başına siper edip ufka doğru baktı. Gök gözlerini kısarak daha ileriye baktığında geçen yıl konakladıkları yeri gördü ve:
-Az kaldı evlatlarım, ha gayret, dedi sesini dikleştirerek.”
“Kırk beş dakikalık bir yürüyüşün ardından Göv Memet’in büyük oğlu Veli, devesinin yularını çektikten sonra “Hooop!” diye seslendi. Onun sesini duyan herkes, hedefe varıldığını anlayarak derin bir oh çekti. Nihayet konacakları yere varmışlardı.”
“Ertesi gün çadırlar toplandı, yükler develerin sırtına vuruldu, mezarlık ziyaretinden sonra göç yola dizildi. Yayladan ayrılırken geride hiçbir şey bırakılmadı, Memet emminin yüreği dışında…”
“İki gün süren yolculuk boyunca eski günlerini düşündü Memet emmi; ebesini, ecesini, akasını tüm sevdiklerini… Tabii en çok da eşini… Kara çadırlar arasında bir çomağı at yapıp koşturduğu, akranlarıyla çelik çomak oynadığı günleri… Sonra ilk gençlik yıllarını…”
Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
Ovada atlılar kişnetir yeri,
Oğuz ellerinde yürek erleri,
Tutar tepeleri kara ozanlar
Yazarlar kubbeye nice destanlar
Oğuz ellerinde çalınır sazım,
Altay’dan Tuna’ya varır avazım
Konar Veysel ile Sivas eline
Benzer Anadolu’m nazlı geline
Yahya Akengin
sancıyan bir çiçek, mevsimler bütün
elini tutarken kaybolan gölge
zamanın geçtiği o sonsuz kapı
sokaklar, sınırlar, kitaplar, her şey
ülkesiz bir kuşu gözlüyor olmak
gibi eksik yüzüm, işte, benim de
yarısı rüyamda kalmış olmalı
belki birazı da, dizelerimde
Şadi Oğuzhan
Sür, ey dilim
En gariz lanetini namlunun ağzına sür!
Taş devrinden bu çağa,
Silahı icat edene,
Hatta ekmeği kesen bıçağa
Dil dolusu, gönül dolusu küfür!
Şahin Kabakuş
Evlatlarının sırtlarında çul
Omuzlarında suç
Bir paslı kılıç enselerinde
Başları önde sonsuza kadar…
Dostlarından ne ekmek ne de şarap
Denizin ılık bir irin
Seni karanlıkta yürütecek zincirin.
Gururlandın Ezekiel
Çok gururlandın…
Çabuk unuttun yolunu yitirdiğini
Anlatmadın aslanlara yem olup
Dişlerinin çakıltaşları ile kırıldığını
Böbreklerindeki düşman okunu göstermedin
Sakladın ve yine gururlandın
Oysa Saklamak unutturmaktır çocuklara
Rabbinin öfkesini…
Muhammed Hüküm
Başka bir hüner istiyor gülleri eleştirmek
Yeni bir öykü başlıyor rüzgâr ne zaman çıksa
Düşünmüyorsun bile her güz ayrı bir hüzün
Dökülen her yaprağın senden döküldüğünü:
Ölümüne çıkıyorsun nefesinden inerek!
Mehmet Aycı
Yediiklim, Sayı:412
Dünyanın içine düştüğü kötülük çukuruna değiniliyor Yediiklim dergisinin 412. sayısının giriş yazısında. Dünyada gücü elinde tutanların desteği bir kötülük inşa ediliyor. İnsanı içine çeken ve hayatı yaşanmaz kılan bir kötülük bu. “kötülüğün Peygamberleri” de yapmaları gerekeni durmaksızın yerine getirmeye devam ediyor.
“İnancını yitiren insanın sınırları ortadan kalkar, sonrasında kendini tanrı olarak görmeye başlar, ne var ki bu yükü taşıyamayacaktır insan çünkü aciz bir varlıktır. Bunun sonucu ise çürüme, boşluk, anlamsızlık ve hiçliktir. Şüphesiz bu düşünürlerin zamanla dünyanın ve insanın bir çürümeye doğru gittiği gibi haklı olduğu düşünceleri vardır. Bize bu çürümeden sonra dirilişi; ölümden sonra dirilişi yalnızca İslâm vaat eder. Yaşarken de iyiliği emredip kötülüğü ortadan kaldırmayı emreder. Her inanan insanın görevi, kötülüğü ortadan kaldırmak ve iyiliği tesis etmektir. Düşünceye, kültüre, edebiyata ve şiire düşen görev de iyiliği emretmek kötülüğü ortadan kaldırmaktır.”
İsmail Kıllıoğlu’nun Günlükleri
İsmail Kıllıoğlu, günlüklerine devam ediyor. 1982 yılının İstanbul’una gidiyoruz. Yine tanıdık simalar çıkıyor karşımıza.
“Zaten canıma minnetti bu. Hemen Akabe’ye gittim. Bugün Cuma. Namazı Kocatepe Camii’nde kıldık. Haşan Seyithanoğlu, Aziz Kekeç, Rasim Özdenören ve birkaç kişi daha vardı. Yemek, şu bu derken, ancak beşte depoya-eve uğrayabildim. Mesai bitimine bir saat var. Neyse ki, 17.30’dan önce Karargâh’a dönebildim.”
“Akabe’nin bürosu yoğun sigara dumanıyla kaplı olsa da, dışarısından iyiydi. İçeride Akif İnan var, oturuyor. Oturuyoruz. Hikâyelerimden söz açıyor. Yeni Devirde yayınlananları soruyor, ama tefrika edildiği için okuyamadığını söylüyor. Ancak Maraş’ı, Şeyh Adil’i anlattığım (uzun uzun anlattığımı eleştirel şekilde belirtiyor, oysa hiç de öyle değil ya!) kısma şöyle bir göz attığını söylüyor. O, sadece bir hikâye değil, diyorum, sekiz veya dokuz hikâye var orada, “içten içe” en uzunu. Şimdiye kadar bir hikâye kitabı mı yayınlamışım, yayınlanacak hikâyeler bir kitabı oluşturur muymuş? Tarzında sorular sıraladı ayrıca. Baktım sorularını yoğunlaştırıyor, Aşkın izi’nden başka Hayata Uyanış’ın da ayrı bir kitap olacağını ve Ekin Yayınevi’ne söz verdiğimi daha önce söylemiştim, yineliyorum.”
Âlim Kahraman Günlükleri
Âlim Kahraman da günlüklerini yayınlıyor. 1987 yılındayız. Edebiyat dünyasına dair notlar burada da çıkıyor karşımıza. Elbette tanıdık isimler eşliğinde… Bu günlükler çok önemli. Tarihe tanıklık ediyor. Ülkenin bir dönemine dair yaşanmışlıklara bizi de şahit tutuyor.
21.07.1987-Salı
Cahit Zarifoğlu özel sayısına yazı yetiştirmekten ümidimi kesmiştim neredeyse. Sıhhatim buna elvermiyordu. Bakmak istediğim bazı kitaplar, Zarifoğlu’nun yeniden okumak istediğim daha bazı kitapları vardı. Üretici ve sürekli bir okumayı ise hiç gözüm kesmiyordu. Sonunda C.tesi günü akşam kafamda yazının çerçevesini biraz daraltarak ve kendimi biraz serbest bırakarak yazmaya oturdum. O gece ve ertesi gün devam ettim; kendimi kollamaya çalışarak. Pazar günü E. Eroğlu telefon ettiğinde yazı müsvedde halinde yazılmıştı. (O sırada ben Haydara çıkmayı düşünüyordum.) Bana çocukları Malatya’ya gönderdiğini; biraz sonra Kadıköy’e doğru çıkacağını, orada postahanede buluşmamızı öneriyordu.
Saat 11’de telefon için geldiler. 1977 yılının Eylül- Ekim aylarında bir telefon müracaatım olmuştu. Bugün bağlıyorlar (Evimizdeki ikinci telefon olacak; üst kattaki kayınpederin telefonundan sonra). 21 yaşında bir delikanlıydım; İstanbul’a geleli üç sene olmuştu. Koşuyolu Katip Salih Sokağında bir evde 1.250,- TL. Aylık kira ile oturuyorduk. Simdi 31 yaşındayım. Evlendim üç çocuğumuz oldu ve on yıllık memurum. Bunca yılı sadece bu telefonu beklemekle geçirmiş olsaydık ne kadar anlamsız bir şey olurdu. Numaram şu: 341 28 04.
Kelimeyi Düşünmek
Mete Çamdereli, kelimeyi düşünmeye çağırıyor bizleri. Günlük hayatta artık rutin haline gelen kelimeleri düşünmeden kullanıyoruz. Bu doğru. Nerden gelir, hangi anlamları ifade eder, bunları çok da düşünmüyoruz. Anlamlar genişliyor, soyutluyoruz birçok şeyi. Bizden, hayattan, kelimenin kökünden ve en çok da hayattan…
“Kelimelerle konuşur, kelimelerle var oluruz. Kelimesiz bir düşünce, düşüncesiz bir kelime olmaz. Her düşünce kelimeyle ifadeye muhtaçtır. Kelimelere sığdınlamayan düşünceler ‘yok düşünceler’dir. Kelimeler düşünmez, düşünülmüşü ifade eder, düşünülmüşü ve düşünüleceği düşündürür. Düşünceyle yolları bir biçimde çakışır, her ne kadar biri diğerinden bağımsız gibi görünse de. Biri olmazsa diğerinin olması mümkün değildir.”
“Kelimenin soyutlanarak üretilmesi, kaynak ile hedef arasında zihinsel bir görsellik inşa eder -retinaya düşen ışık huzmesi gibi. Retina ışığı nasıl işlerse, zihinsel deneyim de soyutlanmış kelimeyi öyle işler. Kelimeyle inşa edilmiş anlamlanma, muhatabının zihin deneyiminde yeniden inşa edilerek açımlanır. Kelimenin muhatabın zihninde görselleşerek karşılık bulması, salt muhatabına özgüdür ve kuşkusuz kaynağın meçhulündedir. Kelimelere yüklenmeye çalışılan anlam adaları herkes için aynı değil, bireye özgü olarak şekillenir ve bireysel deneyimlerin tezahürleri olarak karşılık bulur. Kelimenin karşılıkları için zihin maddi, kalp manevi alımlayıcı, üretici ve göndericidir.”
Japon Toplumu ve Disiplin
Dünyada disiplin dendiğinde akla ilk gelen ülkelerdendir Japonya. Bir dünya savaşı geçirmiş, depremlerin en şiddetlisini yaşamış bir ülkenin hâlâ nasıl olup da dünyanın teknoloji devi olmasını bu disiplin açıklıyor. Ahmet Cihan, Japonya’nın disiplinini birçok yönden ele almış yazısında.
“Japonya’yı ziyaret edenler, bu başlığın hangi anlama geldiğini çok rahat kavrar. Yabancılar ülkeye ilk defa giriş yaptıklarında bazı şeyler onların dikkatini hemen çeker. Sıradan insanlar olsun, resmi veya yarı resmi görevliler olsun, bütün Japonlarda bir ciddilik, disiplin ve resmiyet görülür. Aksine kabalık ve mesuliyetsizlik asla söz konusu olmaz.”
“Halka gelince, onlar da böyle İnsanî muamelelerle karşılandıklarından oldukça memnuniyet duymakta ve bu durumu saadet alameti olarak görmektedir, insanlar, umumiyetle, Japonya’da doğup Japonya’da yaşadıklarından mutlu olduklarını söylerler. Onların bu sözlerini destekleyen en somut gerçek ise, Japonya’da diğer ülkelere kıyasla suç oranının oldukça düşük olmasıdır. Suç unsuru sayılan problemler toplum içinde az olup, aksine aile içi problemler nispeten daha çoktur. Bunun da, Japonya için büyük bir kaygı alameti olduğundan şüphe yoktur. Tabii burada da istisnalar vardır ve istisnalar da kaideyi bozmaz.”
Sabahattin Ali Hakkında İki Jurnal Varakası Hayat – Siyaset – Edebiyat İlişkisi Açısından
Yusuf Turan Günaydın, araştırma yazılarına devam ediyor. Sabahattin Ali’nin kısa ve karmaşık hayatında yaşadıkları anlatılmakla ve yazılmakla bitmez. İzlenmeler, yasaklamalar, cezaevi günleri ve elbette yaşadığı birçok jurnal vakası. Günaydın, Ali’nin maruz kaldığı olayları belgeler ışığında işliyor yazısında.
“1947 Eylül’ünde düzenlenmiş iki jurnal varakası Sabahattin Ali’nin uzun yıllar takip edildiğini gösteren belge toplamından sadece iki tanesidir. Bir özel arşivden satın alma yoluyla Türk Tarih Kurumu Arşivi’ne girmiş bulunan bu iki belge, belirtilen tarihlerde Sabahattin Ali’nin “maruf Solculardan” olduğu konusunu teyit ve bağlantı hâlinde bulunduğu kişileri göstermesi bakımından dikkat çekicidir.”
“Burada tıpkıbasımını ve çeviriyazısını vereceğimiz iki belgeden 14.9.1947 tarihli olanının başında özet makamında “Mustafa Uykusuz ve Necdet Altınay Hakkında” bilgisi vardır. Hemen ilk cümlesinde ise bu iki kişinin Sabahattin Ali’nin “yakın arkadaşlarından” olduğu bilhassa vurgulanmıştır. Üstelik Uykusuz, Sabahattin Ali’nin hayatında belirleyici etkileri bulunan Marko Paşa gazetesinin 21. sayısından itibaren sahipliğini ve yazı işleri müdürlüğünü üstlenme fedakârlığını göze alanlardan”dır. Necdet Altınay’ın ilham kaynağı ise Sabiha Zekeriya’dır. Dolayısıyla – imzasını M kısaltmasıyla atan- jurnal sahibine göre maruf Solculardan oldukları su götürmez bir gerçektir.”
Günler Çözüldükçe Gördüklerimiz
Ömer Erdem’in Günler Çözüldükçe kitabı hakkında yazmış Aykağan Yüce. Kitap, Sezai Karakoç’u anlatması açısından önemli. Şahitlikler, özel notlar, ilk defa duyulacak detaylar var kitapta.
Sezai Karakoç bir şair miydi bir düşünce adamı mı sorusu kitabın genel sorusu olarak karşımıza çıkıyor. Sezai Bey’in kendini, düşüncesini, Diriliş Ruhu’nu hep şiirinin önünde gösterme isteği Ömer Erdem’in bu konuyla ilgili şahitlik ve değerlendirmelerinde de öne çıkıyor. Sezai Karakoç’un şiirleriyle ilgili değerlendirmeler ve okumalar ise modern şiirimizin geldiği konumu görmemiz açısından bize tarihi fırsatlar sunuyor. Ömer Erdem’in modern şiirin başlangıcını Haşim ya da Yahya Kemal’den değil de $eyh Galip’ten başlatması üzerinde düşünülmesi gereken bir durum olarak karşımızda duruyor. Sezai Bey’in şiirinin geçirdiği değişim ve dönüşüm ile dünden bugüne Türk şiirinin aşamalarını okuyabileceğiniz bir derinliğe sahip. Sezai Bey’in neden ve niçin daha çok yalnızlığı tercih ettiğini ve içe kapanık bir yaşamı seçtiğini anlayabiliyoruz kitapta. Ömer Erdem, Sezai Karakoç’un Mehmet Akif ve Necip Fazıl’dan farkını ise çok gerçekçi bir biçimde tespit etmiş. Hatta bir değerlendirme olarak bir devamcılık durumu olmadığını da söylemiş. Karakoç şiirinin gelenekten beslendiğini ve modern bir şiire evirilerek gelenekselleştiğini söyleyen yazar, Karakoç’un beşeri yanlarına vurgu yaparken verdiği örnekler Sezai Bey’in karakterini de anlamamızı sağlıyor. Sezai Bey’in in insanlarla kurduğu ilişki her zaman dostluk seviyesine yükselmese de ondaki tutum ve mizaç hiç değişmemiş. Gerek Necip Fazıl gerekse de Cahit Zarifoğlu, Akif İnan ve Rasim Özdöneren ile ilgili düşünceleri ve söz gelimi Sütun yazısından daha sonra Cahit Zarifoğlu ismini çıkarması Sezai Bey’in zaman tartısındaki tutumunu gösteren de bir durum, ikinci Yeni içerisindeki varlığını batıcı değil ama batılı olarak ifade eden Ömer Erdem, “Karakoç şiiri doğuşunda nasıl tam modern ve modernist değilse kapanışında da aynı tutuma dönmüştür der.”
Ali Haydar Haksal’a Dair
Yediiklim’de bir süredir vefa göstergesi olacak dosya boyutunda çalışmalar yer alıyor. Hüseyin Atlansoy, Mehmet Özger bu türdne bir çalışmaydı. Bu sayı, derginin her şeyi diyebileceğimiz Ali Haydar Haksal üzerine yazılar var. Kitapları, çalışmaları üzerinden ele alınmış Haksal.
Yusuf Emir Çulha – Zamanların Öyküsü’nden Ali Haydar Haksal Öyküsüne
“Ali Haydar Haksal’ın öyküsünü anlama/anlamlandırma çabasında ilk olarak karşımıza ‘ben’ kavramı çıkar. ‘Ben/benlik’ öykünün hem ana elementlerinden biriyken hem de alt/yan elementlere de can veren bir yapıda seyreder. Bu ‘ben’, Haksal öyküsünde kahramanı, yazarı, mekânı hatta zamanı da içinde barındırıyor. Yazarı da içinde barındırmasının sebebi Haksal’ın öyküye bakışını ve öykü yazımını imlemek içindir. Öykü Ağacı adlı eserine bakmak yazarın eserindeki konumunu anlamak için elzemdir. Öykü Ağacı’nda Haksal, öykünün imkânını, ilhamını ve kendi ruh dünyasındaki yansımalarını şiirsel bir dille aktarıyor; şiirini, şiir dilini öyküleriyle sentezlediği gibi Öykü Ağacı’ndaki düzyazılarında da bunu samimi bir biçimde kaleme alıyor. Kendisi de sürekli ’ben’in vurgularını yapıyor; öykülerinde kahramanı ararken yazarı buluyor, yazarı ararken kahramanı buluyoruz. Öykümün dudakları arasındaki öyküde ben varım. Ruhumdan acıyla kopardığım ve çimdiklediğim her sözcüğün, her ifadenin, her bütünün bir parçasında ben varım. Çünkü ben, beni yaşarken, ben başkasını yaşarken de beni yaşıyorum.”‘ ifadeleri Öykü Ağacı’nın şiirselliğini ve mevzu bahis ettiğimiz ‘ben’ vurgularını göz önüne sermek için yeterli olabilir.”
Yunus Berk Üstün – Okuduğum Sıcak Bir Ceset
“Ali Haydar Haksal, Cahit Zarifoğlu’nun kendisine yakındığı bir mektuptan sıklıkla bahseder. “Senin bu hastalıklı tiplerinden bıktık!” “Sarıldığım Soğuk Bir Ceset” öyküsünü bu bağlamda değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Ali Haydar Haksal, şiirlerine cevap verilmediği için yazmamaya karar vermiş, şiirsel tarzını öykülerine yansıtmıştır. Yıllar sonra çıkan Dolunay Bestesi şiir kitabı yeni ve farklı dışavurumudur. Öykülerinde aynı zamanda hastalıklı tiplerini şiirsel bir dille, farklı tarzdaki retorik anlayışıyla şekillendirmiş bir öykücü niteliği taşımaktadır. Onun öyküsü şiirinden, şiiri de öyküsünden ayrılamaz.”
Mustafa Harun Şahin – Ruh Denizi, Aynadaki Ben Öyküsü Üzerine
“Ruh Denizi, Ali Haydar Haksal’ın Okur Kitaplığından 2012 yılında çıkan 13. öykü kitabıdır. Yazar kitabın başlığından itibaren bizi metafiziksel bir yolculuğa çağırmakta. Belki yazar, kitaptaki öyküleri ile ruhları, denizden damlalar gibi anlattığı için bu başlığı seçmiştir. Yazarın kastı ne olursa olsun, bu başlık yoğun bir metafiziksel çağrışıma sahip. Kitap “sahra”, “anlıklar” ve “aynadaki ben” olarak üç ana başlığa ayrılmış, toplam 23 öykü içermektedir. Bu yazı sadece kitabın ilk öyküsü üzerinedir.
Sahra Arapça çöl demek. Çöl uçsuz bucaksız oluşuyla denize benzer. Sahra ruh olgunluğunu ve benlik arayışını çağrıştırmaktadır, ki “Aynadaki ben” adlı öykü (öykünün başlığı kitabın son alt başlığı ile aynı) bir benlik arayışını andırır. Bu başlığı inceleyecek olursak, “ayna” insanın zahiren kendini gördüğü yegâne objedir. Aynı zamanda ayna, o bildiğimiz cam olmak zorunda da değildir, insan da ayna olabilir, deniz de, gök de. İnsan, basiretinin kuvveti oranında aynaya baktığında öz benliğine bir bakış atar. Başlıktaki “Ben” ise insanın bir ömür aradığı ve bilmeye çalıştığı kendinde saklı olan özüne işaret ediyor olabilir.”
A.Samet Atılgan ile Şiir Üzerine Söyleşi
A.Samet Atılgan ile bir söyleşi gerçekleştirmiş Tuana Karaoğlan. Şiir üzerine bu söyleşide Atılgan’ın şiir yolculuğu, şiirine ve şiirimize bakışı gibi birçok konu ele alınmış.
“Sanat için ya da toplum için diye aslında çok öyle keskin bir ayrım bence yok. Yani sonuçta şiir yazan bir insan. Bu insanda bir toplumda yaşıyor. Dolayısıyla şair, ne kadar buradan soyutlanabilir? E, yaptığı iş tabii ki sanat, şiir sanatı. Ve bu toplumdan ne kadar kendini dışarıda bıraksa bile soyutlanabileceği bir şey değil. Ben o yüzden toplum için ya da sanat için şiir değil, insan için şiir yazıyorum. Amaç olarak sorarsanız, dünyanın ya da dünyada olup bitenlerin bize söylediği bir şeyler var. Bu söylenenler karşısında benim de bir şey söylemem gerekiyor bir karşı refleks olarak. Temel çıkış noktam bu. Burada bir isyanvari bir şey değil ama bu söylenenlere bir şair olarak, bu dünyada yaşayan biri olarak bir şeyler söylemeliyim. İlk amacım bu. İkinci amacım da biraz daha kendilikle alakalı bir şey. İnsanın inşasıyla alakalı bir şey. Kendilik sürecini de kendimden yola çıkarak kendimi daha yakından tanıma ve bunu şiir üzerinden kurma ve daha ileriye götürme amacı da var diğer taraftan.”
“Şair doğulur mu? Yani şair doğulabilir. Sonradan şair de olunabilir ama şairliğin kendiliğinden oluşan bir doğası var. Yani bu doğuştan olan bir özellik olarak görülebilir. Bunun belki yaşla bir ilgisi olabilir. Hani belli yaştan sonra belki şiiri kotarmak, yazabilmek zordur. Şiirin gençlikle, gençlik dönemiyle ya da çocuklukla bence çok yakın bir ilişkisi var. Mesela 30‘lu yaşlardan sonra şiire başlamak, mutlaka başlanabilir ama kendi şiirini oluşturma anlamında o evreyi kolay geçemeyebilir şair.”
“Gerçekten de ben edebiyatı bütün olarak okuyup hepsinden bir harman çıkarmaya çalıştım. Buna İsmet Özel de dâhil, Turgut Uyar da dâhil, Edip Cansever de dahil, Sezai Karakoç dahil, Cemal Süreya dahil, Ahmet Haşim, Şeyh Galip. Yani birçok alan var. Ben hepsinden kendi şiirime dair neler çıkartabilirim onu yakalamaya çalıştım. 0 yüzden o soru benim için bir bütündür. Tek veya birkaç ismi öne çıkaramam burada.”
Yediiklim’den Öyküler
Osman Koca – Sürgün
“Odasındaydı. Yer yer sağanak halinde yağan yağmur şimdi yerini derin bir sessizliğe bırakmış, sokak lambasından sızan neon odaya ayrı bir hava katmış, müsveddeleriyle kahvesi uzak bir dostu hazır kıta bekler gibi masanın üzerine yığılmıştı. Uzanıverdi yatağına. Üstünü değiştirecekti ki telefon çaldı, ilk kez. Şaşkındı. Biri tarafından beklendiğini duyunca apar topar giyindi ve seri adımlarla adına lobi denen ve fakat hakikatte yalın, basit, geniş bir salona benzer bölmeye indi. Giriş kapısının hemen solunda bulunan masadaki bayanın dikkatli gözlerle kendisini süzdüğünü gördü.”
“Metazori yutkundu Nihal. Palyaçoya dönüverdi ansız. Kusursuz sanatkârın fırçasından çıkan muhteşem tablo gitmiş yerine acemi bir çocuğun gelişigüzel dokunuşlarıyla beliren garip bir varlık gelmiş gibiydi. Zeus’un hışmına uğrayan Afrodit’e benzetti kendini. Eros’tan umudunu kesmiş, Enis’ten tiksinir hâle gelmişti. Masada duran mini paketten titreyen parmaklarıyla kürdan çıkarmaya çalıştı. Ne ki başaramadı. Bir daha denedi. Beyhude! Bunun üzerine kararsız ve aynı zamanda kaygılı adımlarla çıktı otelden. Yürüyordu bilinçsiz. Programlanmış bir robot gibi aşıyordu çoğu beton, azı metalik sokakları.”
“Kana karışan alkolün sıcaklığını hissetmeye başlamıştı. Tüy hafifliğindeki başı, tonlarca ağırlığına rağmen kelebek gibi etrafında dönen geniş salon, hayal meyal gördüğü şeyler, bu gizemli trio, yüreğinde korkular saçıyor, düşüncelerini zayıflatıyor, hareket edemiyor, vücudu sıtmadan kınlıyormuşçasına dişleri çarpıyor, tepeden tırnağa titriyor, kasıklarından topuklarına inen ince ve ancak keskin bir sızıyla inliyordu.”
Melek Ninovaoğlu- Elma Düş’erse
“Hiçbir nesne, yiyecek hiç bu kadar cezbetmedi yüreğine, hitap etmedi aklına. Neredeyse her sabah kalkınca onu görür karşısında, hikâyesi bu olabilir mi? Uyurken son gördüğün, uyanırken de ilk gördüğüne benzer inancında. O, bütün kışı benzeyebilme ihtimaline salındı. Hem yememek üzerine sabrı öğrenmeye çalıştı hem de bir yanda kuytu köşeye çekilme sebebini orta yere bıraktı. Herkesin malı yalnızlık değildir, onun payına yalnızlık düştü. Çürüyüşüne ve zamana hükmedemeyişine hayran ile hayret kaldı.”
“Padişah gelişi üzerine şaşkınlıkla ayağa kalkar ve sorar. Bu gelişinizin sebebi hayır mı? Kadın, ayağımın üzerinde duruyorum, çok malım oldu. Pazarlık eden kalem sahibi insanlarla tanıştım sayenizde. Müteşekkir babında sizlere tabaktaki meyveleri hediye etmek, hediye ettiğiniz dönümleri artık teslim etme vaktinin geldiğini söylemek istedim. Padişah biliyorsun ki senin merhametle işlediğin, çocukların bakıp büyüttüğün topraklardan kimse böyle güzel meyveler yetiştiremez.”
Yediiklim’den Şiirler
evlerin boyaları eskir ihtimal
eskiyince hatıralar yaralar eskiyince biz
görmeyiz ihbar eder oysa alnımızdaki secde izleri
güllerin kırmızısına hatıralar biriktiren herkes
darılır babalardan gayrı
itibarına gölge düşürür şeytan minaresi nasıl
çekildiyse aramızdan alevler yitirdikçe yalnızlığım
dolaşıyordu damarlarımda
Ali Sali
dur/ayıklan
ışıkla bulut ol
kalp çeşmesine aksın billur sayıkla aşk meddücezrini Hay vadisini geç ve aklan
kini soy üzerinden /dirim kalsın kızgınlığı azalt gelir kuytu biraz dur ve kör ol öfkeye eteklerinden tut bilge rüzgarın
Yasin Mortaş
Ben bir eşikten bin acıyla geçtim
Bir gecede 33 kere öldüm
Bir sabaha doğdum 33 kere
Birdenbire büyüdüm
Sonunda büyüdüm otuz üçümde.
Allah’ım sen kurtar yanarken
Sen kurtar
Herkes kendi cehenneminde.
Fatih Memiş
Yaşamak çok uzak,çıplaktı dünya ateşle, rüzgârla
Öfkenizi bileyin öyle, kanlı ekimi hatırlayın yetim bir akşamda
Kapılara bir dünya markası kaç haram kaç bozgun
Bana kaş göz bana yazılmış ölüm
Dünde kalan sözümün
Uzakta gece ve bir umutla
Uyanınca sevilmemiş çok dünya buldum kızgın
Yüzümün en sıcak yerinde sularım tasalı
Oğlum öldü onu gömdüm sanmayın
Bunu düşünün sonsuzca
Dönsün dünya dönsün dönen her şey
Düşsün her şey biraz önüme
Her gördüğüm kaybolduğum bir gürültüydü, utandım
Yüzünüz başıma savaşlar salan birer korkuydu
Ne Allah’a anlatabilirim bir duayla kendimi
Ne seni bulmak istediğim yerde makyajlı yüzüm.
Ahmet Tepe
bir geceyi bir denizden geçirebilmek için
vuruyorlar binlerce martı
üşüyoruz
güneşi yokluyoruz âmâ ellerimizle
haykırıyoruz hep bir ağızdan:
Bu güneş buraya az
Ayşe Altıntaş
“Kalabalık dağılınca, maskeler düşünce cesetler
uyuyunca hışır hışır o utangaç ruh kaçakçılar kalabalığa
karışarak görevlerini icra ettiler. İşte bir fırsat!
Gençlik damarlarımı kocaltacak beni, dağların buruk
melcelerine bağışlayacak sese itimat ederek gerindim
hemen yanıbaşımdaki paltolu ruh kaçakçısına ve
sordum:
Bana da düşmez mi paltondan bir bıçak bıçak ki put kıran bir baltayı aratmayacak?”
Hediyetullah Tuz
Birnokta, Sayı: 270
270. sayısına uyuyan hücrelerimizi ayağa kaldıracak, bize yakışan bir duruşa çok ihtiyacımız olduğu vurgusuyla girdi Birnokta dergisi. 15 Temmuz ruhunu diri tutmak gerek. Dört bir yanımızın ateş çemberinde olduğu böyle bir zamanda doğru bildiğimiz yolda ve en çok da emrolunduğumuz gibi doğdoğru yürüyerek yarabiliriz ateş çemberini. Kim ne derse desin tüm İslam coğrafyasının, mazlum halkların umudu biziz.
Mürsel Sönmez’in Giriş yazısından…
“Bu umuda biz de katılıyoruz bir yeni temmuz ayında, küresel zorbalara direndiğimiz 15 Temmuz 2016’ya dair hâlâ dipdiri olan anılarımızdan yola çıkarak. Bunun için de; alıklaştırma aracına dönüşen sosyal medya, müptezel müstehcenlik kıskacındaki kişiliksizlik, sığlık ve cıvıklığa karşı “tâlim”imizi bozmadan ve “kimseyi iplemeden” yolumuzda yürümeye çalışıyoruz. Bilgi/ bilim ve sanat gönlün süzgecinden geçmiş akıl ve mutlak hakikatin aydınlığıyla kaynaşırsa “inatçı kişiler bile bilginle aydınlanır. Ne söylersen o söz, aydın olur, ışık verir; çünkü gök, ancak tertemiz yağmur yağdırır.” Yüksek bir bilinç, apaydın bir nur, yaşanan olumsuzluklara karşı içli bir feryâdın yoldaşlık ettiği söz “mazhar*”ını, yerini yurdunu bulur.”
Seni Görmeleri Gerekmiyor
Görmek, görünür olmak, fark edilmek gibi kavramların ne yazık ki günümüzde çok da geçerliliği yok. Herkes kendi derdine düşmüş, kendi gemisini yürütme derdinde. Bireyselliğin zirve yaptığı zamanlardayız. Bazı küçük topluluk da yok değil. Onlar da kendi aralarda halleşerek günü kurtarma telaşındalar. Sadece edebiyat dünyası için geçerli bir söz değil bu. Toplumun her yerinde rastlayabilirsiniz bu görünmez çemberlere. Kendilerinden olmayanı içlerine almayan, yok gören bir gizli teşkilat gibi çalışan yapılar bunlar.
Tüm bunların karşısında Nuray Alper, “Seni görmeleri gerekmiyor” diyor yazısında bu yapılardan bahsederek. İnsan nefsi işte, kıyısından köşesinden olsa da görünmeyi arzuluyor.
“Başarıya giden yolların başarmak kadar güzel olduğunu idrak ettiğim bir vaktin kapısındayım. Bu eşik galiba, kendini zamana göre şekillendirmeye çalışan yığınla insanın zamanın ruhuyla uyuşamadığını söyleyerek attığı çığlıklardan çekildiğim yer. Çünkü artık biliyorum; zaman keyfiyeti insanın, mekânsa iradesi. Böyle olunca kişinin aynadaki suretinden şaşırması ne kadar tuhafsa, o kadar tuhaf geliyor bana süreci inşa edenin sonucu kötülemesi.”
“Anlatmak ve anlaşılmak ihtiyacı kişiyi öteden bu yana meşgul etmişse ve onun hareket noktası olarak kabul görmüşse de o daima anlaşılmama şikâyetiyle durur sözün merkezinde. Mehmet Akif Ersoy’un “Ağlarım ağlatamam hissederim söyleyemem/Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım” mısraları bir noktada anlaşılamamış olmanın tezahürüdür.”
“Yalnızlık kalabalıkların zıttı bir makam. Bedel isteyen, buna mukabil kalabalıkların insandan götüreceğini ona iade eden bir yer orası. Çünkü yalnızlık besler, kollar, dinler, dinlendirir; münakaşası yoktur yalnızlığın, bu sebeple yormaz.”
Merhamet Edinme Sanatı: Edebiyat
Edebiyatın merhamete açılan yüzünü anlatıyor Hasanali Yıldırım. Dünya merhamet üzerine kurulmuş iken Rahmani olanın tüm tecellileri gibi merhameti de sanatla buluşturmak edebiyatın işi olarak çıkıyor karşımıza.
“Rahman, rahim, rahmet ve merhamet… Merhamet mahrumlarının dilinde pelesenk hâline geleli beri hem kıymet kaybına maruz bırakılan, hem de bir yandan akılalmaz miktarda suiistimâl edilirken öbür yandan da cılkı çıkarıla çıkarıla zıddına dönüştürülen tabirler… Garabet şurada: Herbiriyle her ân içiçeyiz ve beherini büsbütün dışlamış vaziyette. Dışlamış ve dışlanmış.”
“Maksat gündelik yaşantı içerisinde bıkan ve hissizleşen ruha, gene gündelik hayatın içerisinden çekip alınan sahneler üzerinden merhameti hatırlatmak ve o ruhun sahibini gafletten uyandırmak. Edebiyat değil bu söylediğim: Sahiden de sanata, ekmek gibi, su gibi muhtacız. Bir Katolik gibi, içimize yuva kurmuş gaflet şeytanını oradan kovmak ve onu hakkettiği hürriyete kavuşturmak için. Yoksa günbegün o mel’un şeytan, gönlümüze taht kurar da biz sefaletimizi başkır zanneder, ruhumuzu işgâl eden o simsiyah katranı da nusret belleriz.”
Beylerbeyi Günlükleri
Nurettin Durman ile 2017 yılındayız. Ramazan, iftar, kitap fuarı, şairler, dostlar, muhabbet…
1 Haziran 2017,Perşembe…
Oruç ayındayız. Oruç harika bir seyir halinde yoluna devam ediyor. Hani kendileri kalıcı değiller ya bir gelip bir gidiyorlar senede bir. Mevsim de müsait maşallah. İlk iki günden sonra alışıyor insan. Sanki hep oruçlu gibi geliyor insana. Sahi kuşlar oruç tutmuyorlar değil mi? Oruç değil de balkona gelen kumrularımız her şeyi yemiyorlar.
3 Haziran 2017, Cumartesi…
Bayazıt kitap fuarına uğradım. Bugün Özcan Ünlü ile Şakir Kurtulmuşun Çıra Yayınlarında imza günleri olacaktı. Özcan dün geceden rahatsız olduğunu katılamayacağını söylemişti bana… Vapurla karşıya geçmeyi daha çok seviyorum. Denizi görüyorsunuz, martılara bakıyorsunuz, uzaktan seyreden kayıkları, gemileri görüyorsunuz ve denizin üzerindesiniz.
10 Haziran 2017, Cumartesi…
İzdiham dergisinin iftarı uzunca bir sıra olarak yıkılan eski belediye binasının karşısındaki Orta Kahvenin kaldırmından aşağı doğru uzadı maşallah. Gelenler eli boş gelmiyor bu iftara. Ben bilmediğim için eli boş gittim ama gitmeden önce de Bülent Parlak’a yeni yazdığım taze bir şiirimi gönderdim, iftara geleceğim inşallah, notu ile beraber. Sizi İşaretledim Bayım adlı bir şiir yazılmış oldu bu gün…
Ey Yürek
Hümeyra Şahin, 15 Temmuz’un ruhunu selamlayan bir yazı kaleme almış. Unutmamak, unutturmamak gerek. Çünkü bu hainler inlerinde hep bir fırsatı gözeterek yaşamaya devam ediyorlar. Her şey geçer, hainlik geçmez çünkü dermansız bir derttir bu.
“Takvimler 15 Temmuz’u gösterirken… Güneşin doğmasından bir saniye önceye, yağmurun toprağa değmesinden bir saniye önceye, bülbülün gülü görmesinden bir saniye önceye, vücudun titreyip, göğsün parçalanmasından bir saniye önceye…”
“Ey şehit yürek, eğer ki bir gün unutursa kalbim seni, toprağı kazıp göstereceğim ona, binlerce atan senin gibi yürekleri. Unutulmayan, unutulmaması gerekenleri… Ta Çanakkale Harbinden beri, ta senin sonsuzluğa erdiğin günden beri beslediğin toprağı, toprak diyerek geçmeyeceğim. Dinleteceğim ona, her birinin çarpıntısını, gülü kana susatan bülbül gibi kanla dolup taşıran, damarlı, koca, toprağın içinde gömülü binlerce fedakâr yürekleri. Unutturmayacağım asla minik bir yüreğin senin gibi koca yüreklerle hala attığını.”
Birnokta’dan Bir Öykü
Halit Yıldırım – Bekleyen ve Beklenen
“Nikâh memuru, daha önce başına gelmeyen bir durum yaşıyordu. Gelin adayına iki kez malum soruyu sormuş ama bir cevap alamamıştı. Damat adayı da elleriyle yüzünü kapatmış hâlde âdeta oturduğu iskemleye gömülmüştü. Salondaki davetliler de şaşkınlık içindeydiler ve çıtları bile çıkmıyordu. Nikâh memuru, şansını bir kez daha denemeye karar verdi ve endişeli bir ses tonuyla tekrar sordu.”
“Alev her şeye rağmen dirayetini kaybetmemişti. Bir anda sohbete son verip ondan yatış evraklarını yaptırmasını ve tahlil sonuçları çıkınca servisteki odasına gelmesini istedi.”
“Sevgili Alev,
Yıllar sonra seninle bu şekilde karşılaşmak istemezdim. Keşke daha farklı bir ortamda karşılaşsaydık ve o güzel günleri yeniden yâd etseydik daha güzel olurdu. Ama kader böyleymiş. Fakat tek tesellim, seni son bir kez daha görmektir. Konumun, kariyerin beni gururlandırdı. Pençesine düştüğüm bu çaresiz derdin iliklerime kadar hissettirdiği ıstırabın arasında bunlar bana âdeta ilaç oldu. Bir kaç gün de olsa bu acıları hissetmedim inan. Ancak seni ilk gördüğümde tanıyamamış olmamı da umarım bu hastalığın verdiği ruh hâlime bağlar ve beni mazur görürsün.
Sana bu mektubun yanında bir de Necip Fazıl’ın Çile’sini bırakıyorum. Gerçi dünya görüşlerimiz ayrı demiştin ama ben yine de beni en güzel şekilde anlatacak mısraları içerdiğinden bu kitabı sana hediye ediyorum. Bütün önyargılarından sıyrıldığında ne kadar haklı olduğumu anlayacaksın.
Hoşça kal…”
Birnokta’dan Şiirler
Gözlerin ne ışıltı saçardı, ne parıldayışlar
Ellerin diriltirdi ölü bir kalbi
Hep bir işte değil miydi, hep bir oluşta
Kovalayıp dururken günler günleri.
Gözlerin bir âlemdi, göz göz dokunan ilmek
Ellerin rahmet pınarı, dalları şahittir ağacın
Rıza balıydı akan, taşıp parmaklarından
Fem-i gülgûnden gönlüme düşen ateş.
Süleyman Çelik
Biz böyle böcekleniriz bazen
Günü camlarda geçiririz yarı saydam
Ve sesimizin en ağlamaklı tonuyla
Paylaşırız böceklerimizi dostlarımızla
Akşam olunca döneriz kendimize
Döneriz kendimizle uzun uzun
Döndükçe yaşlanırız, döndükçe biraz daha!
Sonra da şu ölü taklidi yapan böceklerimizi alıp
-Bir veda mektubu, bir son bakışla!-
Taşınırız arka yüzüne sokağın
Adem Turan
Ve birleşmiş vururken şu israil o itler
tekerrür etti târîh zulüm zâlim kesitler
sokak kurşun roketler fotoğraflar haberler
ne la’net bir belâdır musîbetten vakitler
yıkılmış tüm binâlar ne vahşî katliâmdır
günâhsızlar cesetler ve çiğnenmiş akitler
yahûdîler yüzünden nedir gördük kıyâmet
ölüm soyadlarından: netanyahu ve hitler
Mehmet Şamil
Seninle konuşuyor zehirli kadeh,
Nuh, İbrahim, Salih, Lut birlikte haber getirmişler gibi
İsa’yı bekliyor çaresizler
Bir körün,
Gözlerinin karası akmış, bir körün
Gören gözler için afiş astığını gördüm,
Aydınlıkta yürüyüp gitti sonra
Mahmut Avcı
Şakir Kurtulmuş gönül hırkası şiir dolu
dervişane müjdeler bahşeder eli kolu.
Şefik Memiş sinema ve iktisat uzmanı
hüznün iklimlerinde kayda alır zamanı.
Şeref Akbaba kalbi ay vaktinde atıyor
kültür dünyamıza nice değerler katıyor.
İbrahim Eryiğit
Temmuz ortasında zemheri yaşanan
Kışın erkenden çöktüğü hanelere
Gülerek gelsin diye bahar allı yeşilli
Sol eli görmeden sağ eliyle veren
İman eden paylaşmanın bereketine
Katıksız şükür âbideleri ey!
Hürmetle ellerinizden öpüyorum
Erol Yılmaz
gaibden sesler duymuyorum
gaibe duyuramıyorum sessiz çığlıklarımı
sessiz biri diyorlar benim için
çok yönlü kişilik envanterimi çıkardım
teknik yazılardan hoşlanmıyorum mesela
sabahları dinç ve dinlenmiş olarak uyanıyorum
kütüphaneci olarak çalışmayı seveceğimi sanıyorum
böyle böyle 566 soru soruldu bana
doğru-yanlış cevapladım
566 soru dediysem korkmayın
aynı sorular sık sık tekrar etti
ve ben de cevapladım
tekrar ve tekrar
Suavi Kemal Yazgıç
şimdi billur bir sesle çoğalır dağın kalbinde pınar
kurnasında biriken aydınlık zamanı demler
her sabah asmaları emzirir ağustos böcekleri
gölge kovalayan damların üstünden
her akşam yuva telaşına düşen kuşlar geçer
Akif Dut
Eğer burda değil de
Gazze’de yaşıyor olsaydık
Önünde Royal Canin değil
Etim olurdu benim.
Parça parça çürümüş
Onu kemiriyor olurdun Lili.
Açardın göbeğini
Dökerdin kuyruğunu
Ne tank bilirdin
Ne fosfor ne Kubbe.
Eray Sarıçam
Yüzündeki dövme kutsal bir efsane
Develerin raksı şiirin, yılanın ıslığı türkün
Dirileri öldürür, ölülere ağıt yakarsın
Saçını yalnız yas tutarken kesersin
Yusuf kuyudaki kardeşin, İsa çarmıhtaki nebin!
Çölün gözyaşı, talan ve kan!
Ekmek ve şarap bitmez ayinin!
Sen Kanunsuz şehir!
Sen en çok ölülerini seversin!
Mehmet Kurtoğlu
Çatlamış dudaklarda dünyanın nakaratı
Saatler emeklerken yıllar sanki koşuyor
Karınca mı geçecek kıldan ince sıratı
Bir katrenin göğsünden fırtınalar kopuyor
Neyi arar dünyanın rahmine düşen ruhlar
Gölgesiyle dans eder bırakarak aslını
Gün gelir kendisini kusar bütün doruklar
Bir buseye sığdırır ayrılığın faslını
Mehmet Baş
Uhuvvet medeniyetidir medeniyet-i İslam zat u hakikatte
Menfaat değil, tersine fazilettir hedef-i kastı istikamette
Ejder Okumuş
dev irisi bi’ dağ mıydı taş
madeni gevheri bellisiz
kel kafası karlı boranlı
sisli puslu bulutlu
söz dinlemez gönlüne tâbi
söz dinlemez gözü kapalı
söz dinlemez k’öz bağlı
ve delibaş
HalisTamkoç
gövermeye devam ediyor
her sarsılışta ve kayıp duygusunda
sarıldığım emektar elma ağacı
ölüm aklına geldiğinde şairin yaptığı gibi
adın aşk olmuş, bazen keder
veya huzur denen sevgili
ne fark eder
tarih, bir anlatı aramızda
değiştikçe aynı kalan
ki büyük bir boşluğu doldurur
sen varken ben hiç ölmem
birbirine bakan iki dağ gibi
sana bakacağım ameliyata girdiğimde
yol ayrımlarında, sevinçlerde, hüzünlerde
Tunay Özer
su sesinden anne hüsnünden vurulduğum yerden
ağulandım ve kanadım hükümsüz sözler teyellemekten
kör bir makastan çıkma bana düşen kumaş
katlasam kıvırsam ve mahvolsam ebedî örtümle
kime tutturmak için yorgun libasım
çolak bir terzinin nerede görülmüş
babadan kalma yorgun gömlek diktiği
yalansız bir kıyamet şiirin eczaya verdiği çırak
hatıralar dipdiri göğümde eleğimsağma bir yazgı
özrünü bağışladım kederime tortu kattığı için
Vahdettin Oktay Beyazlı
çatısız kalmış ağaçların baharda
gücenmiş göğüne hüzünlü gurbet kuşları
dönüşüne inanmışsın son yaprakların
yüreğinden sökmüşsün göç bulutlarını
yine de küsmemişsin kara yazgına
yeni evler dikmişsin derin çukurlara
özür dileyerek annenin kaderinden
adını yazdırmışsın bir çiçeğin yaprağına
Ayşe Altıntaş
nefes nefese tespihlerle
dünyayı kaybetmeye geldim
kabil’in habil’i sevmediği kadar
bir avuç özür getirdim
ya Gaffar ya Rauf ya Latif
ya Allah ya Rahman ya Rahim
Salih Varlı
Akşam yine akşam Şam’da
ama Şam erimekte
bir mum gibi şamdanda
Filistin
sen bir filizdin
kederli topraklarda
kırdılar kolunu senin
kanadını da
Cahit Egan Akgül
renklerle biçimlenmiş gökyüzünde
görklüce uçan kuşları
serbest vezinle sıçrayan balıkları
kalemle yazıyı öğretenden
mürekkeple
denize misaller yazmayı
kenar keskinliğinde gülden kalem
upuzun sonsuzluk ince çizgiler
tarihi sonsuza ekleyerek
bir uzun gökkuşağı çizer
Adnan Berber