Ayasofya’dan Ahmed Yüksel Özemre Dosyası

Ayasofya dergisi her sayı, düşünce dünyamızın bir kıymetini sayfalarına taşımaya devam ediyor. Hazırlanan dosyaların bana göre en özel yanı, hakkında çok fazla dosya hazırlanmamış isimlerin seçiliyor olması. İsmine vâkıf olunan ama derinliğine inilmemiş isimlerle okurları buluşturuyor Ayasofya. Böylelikle, hazırlanan dosya da amacına ulaşmış oluyor.

38. sayının dosya konusu; Ahmed Yüksel Özemre. Dosya, Ali Sürmelioğlu’nun editörlüğünde hazırlanmış.

Recep Terler’in Giriş Yazısından

“Otuz sekizinci sayımızda bir ilmin, bir hayat duruşunun ve derin bir irfanın izdüşümüne yöneliyoruz: Ahmed Yüksel Özemre.

Onu yalnızca Türkiye’nin ilk nükleer fizikçisi olarak değil; aynı zamanda edebiyatla, tasavvufla, şehirle ve insanla kurduğu derin bağlarla tanıyoruz. Hayatına sığdırdığı disiplinler arası birikimle hem düşünsel hem de manevî izler bırakan önemli bir isim.”

Ahmed Yüksel Özemre Dosyasından

Ali Sürmelioğlu – Kendin Olarak Varlık Bulmak

“Velûd bir ömür geçiren Ahmed Yüksel Özemre Hocamız hem yaşarken hem sırlandıktan sonra da kendisine yolu tesadüf eden her yaştan, her meşrepten insana tesir etmiştir. Kendisine vahyedildiği ayetle sabit olan arılardan misal getirmekte fayda var. Arılar balını mahsul ederek mahlukatıgıdalandırmanın yanında bu süreci sırasında bir tozlaşmaya da vesile olarak kâinatın kaidelerinin yerine gelmesine de vesile olur.”

Yağız Gönüler – Üsküdar’da Zaman

Belki de en başta söylemem gerekeni sona sakladım. Bu satırları zevkle yazmaya çalışırken, öğrendiğim ve sevdiğim Üsküdar’ı kim bu kadar gönlüme nakşetti, açtı diye hiç düşünmedim. Birçok isim gelip geçer çünkü zihnimden. Ama kalbimde oturanların yeri bambaşkadır. Tıpkı, merhum kâmil insan Ahmed Yüksel Özemre gibi. Evet yetiştik, nazarlarına değdik, sesini duyduk, kokusunu çektik. Bahtiyarız ve o bahtiyarlık bizi hiç terk etmedi. Merhametleriyle, kuşatıcı taraflarıyla, yol açıcı yanlarıyla daima Hakk’ın erleri olarak içimizde öylece kaldılar, her an yaşıyorlar. Bu vesileyle, ruh-ı revanı şâd ü handan olsun Ahmed Yüksel Özemre sultanın. Talebeleriyle, kitaplarıyla, pek latif video kayıtlarıyla dolaşıp duruyor iz bıraktığı her gönülde.”

Necmettin Şahinler ile Ahmed Yüksel Özemre Söyleşisi

Necmettin Şahinler ile Ahmed Yüksel Özemre Söyleşisi’nin soruları Yusuf Emre Şen’den.

“Merhum Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre ile tanışmam 1986 yılının Nisan ayında Ukrayna’da meydana gelen Çernobil kazası vesilesi ile oldu. Bu kazanın Karadeniz Bölgesi’nde nasıl bir etki yaptığı konusunda bölge halkı tedirgin olduğundan birçok olumsuz haberler ve yapılan algı operasyonları yüzünden oluşan huzursuzluğu gidermek için kendisini Trabzon’a davet etmiştik.”

“Hayatını okuyanlar bilir; Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre hocamız, ömrünü çok verimli geçirmiş ve yazdığı akademik ve irfanî kitaplarla ülkemizin insanına sayısız değerler kazandırmıştır. Teorik fizik ve atom mühendisliği dallarında lisans ve yüksek lisans seviyesinde okutulan 12 cilt ders kitabının yanında hatırat, deneme, inceleme, olarak kaleme aldığı 22 eseri vardır. Sadece yetiştirdiği ve profesör olan öğrencilerinin sayısı ise 71’dir.”

Mehmet Hakan Alşan-Üsküdar’ın Gizlice Ahmed’i

“Vakıa, bu manevi ve muhtefi yönünü setreden muhterem hocamız Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre Beğ, muhteşem bir mürebbi idi. Her an didaktikti. Sorularıma nadirattan betimsel cevaplar veriyor, daha çok sorunun cevaplarının olduğu kitapları işaret ediyor hem onları okuma ödevi olarak tayin ediyor hem de bir sonraki sohbetimize katık ediyordu.”

Duygu Yüksel-Bir İrfan Mektebi: Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı

“Ahmet Yüksel Hoca, Mustafa Düzgünman Hoca’yla yaptığı tasavvufî sohbetlerden sonra bir arayışa girer. Bu sırada devamlı oruç tutmaya başlamıştır. Ergenlik dönemine denk gelen bu süreçte kendini spora vermiştir. Hatta farklı alanlarda rekor da kırmıştır. Kendi ifadesiyle “…bunların hiçbiri huzur ve itminan” vermez. Bir gün küçük amcası, bendesi olduğu sırlı bir Uşşâkî şeyhine kendisinden bahsettiğini söyler. Şeyh, Ahmet Yüksel Hoca’yı huzuruna davet eder. Hoca bunu duyunca çok heyecanlanır ve daveti kabul eder. Dört ay sonra gitmeye cesaret edebilir.”

Sevde Yaşar Çimen – Aklın ve Kalbin Mühendisi: Ahmed Yüksel Özemre

“Ahmed Yüksel Özemre, gerek sahip olduğu entelektüel donanım ve incelikli düşünce dünyasıyla gerekse ülkemize ettiği hizmetlerle büyük bir değerdi. Bugün genç kuşaklar tarafından pek de tanınmayan bu kıymetli ismin, fizik profesörü bir ârif kimliğiyle bize bıraktığı eserleri dikkatle okuyup anlamak gerekiyor. Zira Üsküdar’da Bir Attar Dükkanı, Üsküdar’ın Üç Sırlısı ve Gel de Çık İşin İçinden gibi birçok eseri derin bir irfanın izlerini taşıyor.”

Aşkın Bir Adı da Yorulmamaktır

Aşkın tarifi de izahı da zordur. Özellikle önümüzde Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin gibi örnekler varken aşkın çok da keyifli bir yanının olduğunu söylemek zor. Harun Yakarer, aşkın yorgunlukla sınanan yanlarını anlatıyor yazısında.

“Aşkı biten, var oluş kuvvetini yitirir. Aşksa kusurları görmekle örselenir. Kusurlar açığa çıktıkça hayaller kırılır ve kırılan hayal hareketi dumura uğratır. Divan şairi anlatacak hikâyeyi bu yüzden hep hareket halindeki aşklardan bulur. Hikâye, harekettedir. İçte de dışta da. Bu yüzden kavuşmanın hikâyesi yoktur.”

Hastalığın Sosyolojisi

Hayatımızda hastalık diye bir hâl var. İnsanın yaşamını etkileyen ve hayat çizgisinin rotasını değiştiren bir hâl bu.  Hastalık sadece bedeni değil insanın sosyal yaşantısını da etkilemekte. Yaşam standardı denen rutinler sekteye uğrar. Yusuf Bilal Aydeniz, hastalığın sosyolojisi, insan üzerinde yaptığı etkili anlatan bir yazı kaleme almış.

“Hastalık elbette insanın yeme içmesini sınırlandıran bir etki yapacaktır. İkinci kişi için bu husus, bir anlam ifade etmeyebilir. Ancak hasta bir insan için bu sınırlandırıcı etki, son derece önemlidir. İnsanlar kendilerine yaptırımı olmayan herhangi bir olay/durum karşısında rahatlıkla hüküm vermekte, tavsiye yapabilmektedir. Bu da işin kolayına kaçmak demektir. Dolayısıyla -empati (ya da diğerkâmlık diyeyim) yapmadan- hasta insanlara tavsiyede bulunmayı hadsizlik olarak görüyorum.”

Şairin Kanatları: Kuşlar

Şiire en çok yakışan imgelerdendir kuşlar. Onların kanat vuruşları hayatı daha da anlamlı hale getirir. Şairin kalbinden havalanan kuşlar umudun da habercisidir. Meral Guguk, şiirlere konuk olan kuşları anlatıyor.

“Her şeyin zıttıyla kaim olduğunu kuşlardan öğrenir şairler. Zayıf, güçlüyü ezdiğini sanadursun; galibin kibriyle boğulduğu yerde, mağlubun omzuna konar bir kuş. Tahammül olur, derman olur. Kimin neye ihtiyacı varsa o olmuştur. Kafesin kaderi değişiverir aniden. Cesurca “Ah beni vursalar bir kuş yerine” dedirtmiştir. Kimi kudretin, peygamberlerin izini taşır. Kimsenin yıkılmaz sandığını minik bir gagayla viran eyler. Ebabiller şahittir.”

Küreselleşen Dünyada Medya Endüstrisi

Medyanın bir endüstriye dönüştüğü zamanları yaşıyoruz. Ayşe Altıntaş zamanın şartlarına göre şekillenen medyanın boyutlarını ve sınırlarını anlatıyor.

“Kitle iletişim araçları asıl gücünü toplumu bilgilendirme, bu bilgiler çevresinde bireylerin düşüncelerinin şekillendirilmesi ve kanaatlerin oluşturulmasından almaktadır. Buradaki kritik husus, topluma sunulan enformasyonun içeriği, doğruluğu ve güvenilir olup olmadığıdır. Doğru ve sağlıklı bilgi ile beslenen bireylerin oluşturacağı kanaatlerin de sağlıklı olacağı açıktır.”

Cezayir’den Stade de France’a

Mehmet Akif Bıyıklı, Zinedine Yazid Zidane hakkında yazmış. Cezayir’den Fransa’ya uzanan derin hikâyelerden sadece biri bu. Sömürünün futbola yansıyan yüzü de diyebiliriz. Bugün Fransa milli takımının bel kemiğini sömürge ülkelerinden gelen futbolcular oluşturuyor. Buna sevinmek gerekir mi, bunu da düşünmek gerek. Ya da yıllarca kendilerini sömüren bir ülkede kendi vatandaşları bir varlık gösteremezken özellikle Cezayirliler büyük başarılara imza atarak şimdi onlardan öclerini bu şekilde alıyorlar diyerek de bakabiliriz mevzuya.

“Bu şöhret ve ilgi, beraberinde bazı zorlukları getirse de Zidane, kimliğinden ve değerlerinden asla taviz vermedi. Çoğunlukla her başarılı futbolcunun karşılaştığı üzere politikanın içine çekilmeye çalışılan Zidane, her fırsatta ve her platformda göçmen olmaktan utanmadığını aksine bununla gurur duyduğunun altını çizdi.”

Mehmed Şevket Eygi’nin Israrlı Gündemi: Ayasofya

Mehmed Şevket Eygi’nin adını Ayasofya ile birlikte anabiliriz. Düşünce dünyamıza büyük etkileri olan bir ismin Ayasofya sevdası ve davası örnek alınacak bir hassasiyetteydi. Yusuf Emre Şen, Eygi’nin dünyasındaki Ayasofya’yı yazmış.

“Pek bilinmez ama Mehmed Şevket Eygi kelimenin tam manasıyla bir Ayasofya sevdalısıdır. Öyle ki onun için “Ayasofya” denilince akan sular durur. Belki yazılarında birçok konuyu işlemiştir. Çünkü o, tek alana yoğunlaşmak yerine ilgi alanlarını farklılaştıran bir isimdir. Söz gelimi her konu hakkında az veya çok bir düşüncesi vardır. Ancak fethin sembolik camisi, daima gönlünün özel bir köşesinde yer edinir. Bu sevgi karşılıksızdır.”

Ayasofya’dan Öyküler

Gamze Çakıroğlu- Sandukalı Sandık

“Gece serin. Her yer gecenin sükûnetine bürünmüş. Bense sanki dışarıda yatıyormuşçasına bütün soğuk havayı içine alan ahşap, iki katlı ve dört tarafı üzüm asmalarıyla çevrili eski bir evdeyim. Asmaların rüzgarla el ele tutuşup oynadıkları oyunların seslerini dinliyordum. Bu sesler gece olması sebebiyle bazen beni ürkütse de çoğu zaman yalnızlığın esiri olmuş vicdanımın sesine yarenlik ediyor.”

“Kapalı olan her kutu gizemlidir. Kendine çeker insanı. Çocukluğumdan beri merak uyandıran sandık, şimdilerde hüzün sandığı hâlini almıştı. Sandık hâlâ odadaydı. Hatta anahtarı da elimde. Ama ben bir türlü cesaret edemiyordum, zamanında tavaf ettiğim sandığı açmaya. İçimde öyle bir mücadeledir ki sürdü gitti.”

Nazife Turan – Eşik

“Delikanlı geldiğinde Derviş’i yerinde bulamadı. Yahutta tekâmül yolculuğunun sonunda asıl yurduna vardı. Tam eşiğin önünde durdu. Ardından elleri önünde edeple kavuşturdu. “Derviş bu eşiği her geçtiğinde sandım ki yürüyordu. Oysa her adımında bir parçası kalıyordu ardında; bir kibir, bir zan, bir ah… Bu eşik, basit bir mermer değilmiş meğer.”

Sündüz Gölbaşı – Yumaktan Düğüm

“Merak edilmesin hayat kaldığı yerden devam ediyor. Ölümle ölünmüyor biliyorum. Bu yüzden ölümü gören evlere misafir olmaya karar verdim. Tam karar vermek denilemez ama balığın içinde sağ-sola savrulmalarım, perdelerin her rüzgârda başka bir ölmüş sese bürünmesi beni misafirliğe mecbur bıraktı. Ben Nergis. El işlerinde beceriksiz o kız, artık annesinden öğrendikleriyle -çam sakızı çoban armağanı diyerek- ev sahiplerine hediye götürmeye başladı.”

Tahsin Ersin – Son Mohikan

“Akşam karanlığı henüz köyü selamlamadan melâle aşina bir neslin mirasının bekçisi Son Mohikan, yanından usul usul ilerlememe içerliyor gibi geliyor bana. Vakur duruşuyla, “Gel sana hikâyemi anlatayım ey şuursuz yolcu.” dediğini duyumsuyorum. Biraz çekingen biraz ürkek bir duygu seli, akşamın hüznüyle kavuşup yüzüme evin kara tahtalarına sinen insan hikâyelerini fısıldıyor.”

Cins, Haziran 2025

Birlikte ama yalnız. Bir milleti anlatan en seçkin ifadelerden biri. Cins dergisi “Bir Millet Tarifi Arayışı: Birlikte Ama Yalnız” diyerek başlıyor Haziran 2025 sayısına.

Yusuf Genç’in Giriş Yazısından

“Şunu kabul ediyoruz, neredeyse tamamında senede tek defa ürün veren Anadolu’nun çorak topraklarında, bir sene kırılan ürünün sonraki üç seneyi felç etmesinin yol açtığı kesif yoksulluğun tam ortasında öznesi olduğumuz büyük savaşın ardından ‘dedelerin okuduğu’ kitapları aramak bir parça estetik bir arayış. Hatta zorlayış. Üstelik bütün bunların üstüne ahmakça bir inatla dayatılmış radikal batılılaşma zorbalığı da cabası. Ama yine de 200 yıl önceki Erzurum’un köy odasında duran Fuzuli Divanı kimin kitabıdır diye sormak hakkımız.”

Sözünde Olmak ve Durmak

Hüseyin Atlansoy, Sezai Karakoç yazılarına devam ediyor. Karakoç’u çok iyi tanımlayan bir ifade olan sözünde olmak ve durmak üzerinden anlatmış Atlansoy.

“Sezai Karakoç, şiir üzerine düşüncelerini kendi şiirine uygulamış ve bu uygulama; Pergünt Üçgeni, Pergünt Prizması ve Pergünt Heykeli biçiminde şekillenmiştir. Bu şema önce 1953-1967 yılları arasında yayımlanmış kitaplarında kademe kademe ilk çevrimini tamamlamıştır. Pergünt Üçgeni, “Monna Rosa” ve “Şahdamar”a; Pergünt Prizması, “Körfez”e, -özellikle- “Balkon”, “Çocukluğumuz” ve “Samanyolunda Veba”ya; Pergünt Heykeli ise Sesler kitabına uzanır. İlk döneminin başyapıtı Sesler kitabıdır. “Sesler”, “Köpük”, “Mevsim Anıtları”, “Fırtına” ve “Ova” şiirleri tam bir Pergünt Heykeli’dir. “Mevsim Anıtları”ndaki anıt sözcüğü heykel sözcüğü yerine tercih edilmiş gibidir sanki.”

Girilecek Kaliteli Bir Abluka Aramak Üzerine

 Hepimizin sığınağa ihtiyacı var. Dünyanın karmaşasından bir an olsun kurtulup nefes almak ya da kendi kendine kalmak için bir sığınak bulmalı insanlık. Samed Karataş, bu sığınağı kaliteli bir abluka olarak adlandırıyor. Ashab-ı Kehf’in mağarası, Peygamber Efendimizin Hira’sı ya da bir ağacın gölgesi… Günümüzde kendine sığınak arayanlar ne yazık ki buldukları ablukada daha çok boğuluyorlar.

“Türkçe yazıyoruz madem, yogadan bahsedecek değiliz. Müslüman bir insanın bile bugün Allah’a, bir kuyuya düşmüş hissiyle sığınması yahut bir mağarada kalıyormuş hissiyle kendini güvende hissetmesinden rahatlıkla bahsedemiyoruz. Çaresiz olmak çok zor modern dünyada (hissetmek değil). Herkese sesimizi ulaştırabiliriz.”

“Edebiyat eskisi gibi sarmıyor sanki artık. Hepimiz büyük bir mucizesizliğin içine tıkılmış gibiyiz. Edebiyat kesmiyor bizi. Eskiden küçük mucizesizlikler vardı. Çok istediğin ayakkabıyı alamamak, sınavdan kalmak vesaire gibi.”

Şairler Ve Keçiler

Şairler ve keçiler nasıl yan yana gelebilir? Osman Turhan bu birlikteliği ya da buluşmayı anlatıyor yazısında.

“Yörüklerin en belirgin besin kaynağının keçi eti ve sütü olduğunu biliyoruz. Tasavvuf literatüründe, yiyip içtiklerimizin karakterimize doğrudan tesir ettiğini hesaba katarak, etini yediğimiz, sütünü içtiğimiz hayvanın da ne yediğine bir bakmak gerekir diye düşündüm. Keçilerin otlanma alışkanlıklarına bir göz attığımda, sıra dışı bir özellikleri olduğu göze çarpıyor. Keçiler, sıradan bir otobur hayvandan farklı olarak, her otu yemeyip sadece şifalı otları seçerek yiyorlar. Bu, son derece dikkat çekici bir özellik kanaatimce. Keçi sütünün besleyici ve iyileştirici özelliği hepimizin malumu. Bu da yalnızca şifalı otları yemesinden kaynaklanıyor. Ben de keçinin Yörüklerin karakterine hatırı sayılır katkısını fark ettikten sonra “keçiler ve şairler” temelinde düşünmeye başladım.”

Tarık Tufan ile Söyleşi

Tarık Tufan, yeni romanı Gece Açan Çiçekler üzerine Eray Sarıçam’ın sorularını cevaplamış. Benim de severek okuduğum bir romandı bu. İçerik ve mekânların kullanımı anlamında Gece Açan Çiçekler’in günümüz romanında önemli bir yer tutacağı muhakkak.

“Kimlik olarak nereye ve duygu olarak kime ait olduğumuzu çözebildiğimizde kendimizi daha güçlü ve huzurlu hissedeceğimize dair bir inanç içindeyiz. İkisinin de cevabı kolay değil. Türk romanında bahse konu meseleler yüz yılı aşkın bir zamandır tartışılıyor. Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu romanında iç içe geçmiş aşk ve ihanet meselelerinin arkasında bir Batılılaşma hikâyesinin de akıp gittiğini görürüz. Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye’si de bir yandan aşkın karmaşık labirentlerinde dolanırken bir yandan da Doğu-Batı karşıtlığının, çatışmasının düğümlerini çözmekle meşguldür.”

“Türk ve dünya okurunun, izleyicisinin, dinleyicisinin (aslında insanın!) on, on beş yıl öncekine nazaran bütün beklentilerinin, önceliklerinin, amaçlarının değiştiği muhakkak. Pandemiler, savaşlar, ekonomik krizler, dijitalleşme bildiğimiz dünyanın sonuna (bildiğimiz insanın da) geldiğimizi gösteriyor. Sorunuza ben kendi dünyasından insanı ve hayatı anlamlandırmaya çalışan bir romancı olarak romanlarımla cevap arıyorum.”

Sanatlı Türkiye Tarihi’nde Barış Manço Var

Ömer Erdem bu sayı Barış Manço’yu konuk etmiş sayfalarına. Manço, sanatıyla ve kişiliğiyle bizim dünyaya açılan yüzümüzde.  Varlığı, eserleri, her hâli bu toprakların özünü oluşturmuştu. Dün de öyleydi bugün de öyle.

“Barış Manço her zaman popüler oldu. Birebir iletişim kurma yeteneği yanında yabancı dil öğrenme kabiliyeti onu dışarıya daha açık hale getirdi. Japonya’ya ilgi duymasının gelenekselci kişiliğiyle hep ilgisi oldu. Çocuklarına verdiği isimler tesadüf sayılmaz. Manço soyadı ile bile gizemli bir çekim edindi. 1980’li yıllar boyunca ortada duran kimliği, çevre duyarlığı, eşek, domates, biber, patlıcan gibi satirik öngörülerle müziğe taşıması yetmedi. 1990’larda televizyonun kentleşmenin agorasına dönüşmesi onu daha da merkezi kişilik yaptı.”

Nesilleri Belirleyen Kitaplar

Cins’in bu ayki soruşturma konusu; “Hem Dedenizin Hem de Sizin Okuduğunuz Kitaplar Var mı?” soruşturmayı, Eray Sarıçam düzenlemiş.

Hamdi AkyolBaşkalarının ne okuduğunu bilemem ama ben kendi neslim ve çevrem adına bu soruya cevap verebilirim. Çocukluk dönemimde okuduğum isimler, benden önceki nesil tarafından da okunmuştu ve benden sonraki nesiller tarafından da okundu. Bu isimler arasında Niyazi Birinci, Muzaffer İzgü, Kemalettin Tuğcu isimlerini sayabilirim. Daha ileriki dönemler için zikredebileceğim isimler Necip Fazıl, Kemal Tahir, Tarık Buğra, Rasim Özdenören, Yavuz Bahadıroğlu, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk ve bu isimlere artık İskender Pala’yı da ekleyebiliriz.

Cemal Şakar- Sorunuza şu isimleri anarak cevap verebilirim, elbette bu isimlerin etkileri birbirinden farklı nesiller üzerinden. Bu da detaylı bir yazının konusu elbette. Ömer Seyfettin, M. Şevket Esendal, R. Halit Karay, Sabahattin Ali, Sait Faik tüm öyküleri. Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Orhan Veli, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, İsmet Özel tüm şiirleri… R. Nuri Güntekin, Çalıkuşu. Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul. Abdülhak Şinasi Hisar, Fahim Bey ve Biz. Yakup Kadri, Yaban. Orhan Kemal, Bereketli Toprak Üzerinde. Kemal Tahir, Yol Ayrımı…

Turan Karataş- Piyale, Mukaddimesiyle beraber hem yayımlandığı dönemde hem de sonraki nesillerce okundu ve karşılık buldu. Kitabın etkisinin en önemli sebebi de Yeni Türk şiirine açtığı kanaldır. Etki derken birbiriyle bağlantılı iki hâlden söz etmek lazım. Bunlar ilk bakışta bir zıtlık gibi görünse de aslında birbirini tamamlar. Piyale çıktığında Türk eleştiri ve matbuatında birkaç isim hariç eleştiriyle hatta alayla karşılanmıştır.

Necati Tonga – Bu soru bir anlamda edebiyatımızın klasikleşmiş metinlerini içeriyor. Fakat en kısaltılmış şekilde şu edipleri ve eserleri sayabilirim: Modern Türk edebiyatında birkaç nesli eserleriyle etkileyen şair ve yazarlar denilince aklıma önce Namık Kemal, Tevfik Fikret ve Halid Ziya geliyor. Ardından Mehmet Akif Safahat’ıyla nesilleri etkileyen bir isim olarak mutlaka anılmalı. Hikayecilerimizden Ömer Seyfettin, Refik Halid Karay ve Sait Faik nesillerin okuduğu ve edipleri derinden etkileyen isimler.

Atakan Yavuz ile Söyleşi

Atakan Yavuz ile dergilere, şiire, dijital kuşatmanın şiir üzerindeki etkisine dair bir söyleşi yapılmış. Sorular; Ali Oturaklı’dan.

“Daha geniş, heterojen ve dijital odaklı günümüzün akışkan kimlikli okuru, şiirde daha kısa, vurucu ve duygusal olarak bağ kurabileceği ama hemen de tüketebileceği ifadeler arıyor. Okur, şiirde “samimiyet” ve “kişisel bağ” kurma peşinde, birlikte irtifa kazanmaktansa hemdert olmak yetiyor ona. Sosyal medyanın hızı, okurun dikkat süresini de kısalttı; bu nedenle “mikro şiirler” veya aforizma tadında dizeler daha popüler artık.”

“İkinci Yeni’de imgenin soyut, çok katmanlı ve yoğun çağrışımlı bir araç olarak kullanılması ile ortaya çıkan zekâ sıçramaları beni şiire çeken unsur olmuştu. İlk şiirlerim de bu parasız-yatılı şairlerin etkisinde ve bilinen anlamda imgeci idi diyebilirim. Bugün artık sanatın akışa teslim olduğu bir çağda bildiğimiz anlamda imgeci şiir geçerliliğini yitirdi, çünkü hem Hegel’in “telos” dediği bir doygunluk oluştu hem de gösteri çağında imgeler farklı biçim ve tekniklerle üretilmeye başlanıldı. Yeni medyalar sadece imgeci şiiri değil, romantik devrimciliği, klasik lirizmi ve mitopoetik epiği de büyük oranda dışladı.”

Uykusuz Bir Peygamber

Güven Adıgüzel. İvan Nikolaevich Kramskoy’un, Çölde İsa resmi üzerine yazmış.

“Tam kırk gündür oruç tutuyor. Her gün yeniden hatırlayacaktır; evet vaftiz sonrasında sınanmaya gelmişti buraya. Dünyevî cazibeler ayaklarına serilecektir öyleyse. Şeytan büyük ayartıcı namıyla üç kez gelir yanına. Emret taşa ekmeğe dönüşsün, dediğinde, bilir ki; insanı yaşatan ekmek değil Tanrı’nın sözüdür.”

“Belki de şöyle söylemeli: İnancın sabırla sınandığının resmidir Çölde İsa. Yakarışlarının sonunda, yürüdüğü yol’a benzemeye doğru bir tarif. Nihayetinde Tanrı’yı duymak için kendine sığınmış bir adamı görüyoruz aslında, mucize yok, şifa dağıtmak yok, yol göstermek yok, kurtarmak yok diriltmek yok.”

Arslan Karadayı’nın Libya İzlenimleri

Arslan Karadayı, Libya izlenimlerini anlatıyor yazısında. Silahların gölgesinde geçen vakitlere şahitlik ediyoruz. Hayatta kalmak en büyük şükür sebebi.

“11 Mayıs Pazar günü Trablusgarp’ta her şey normal görünüyordu. Otelimize yerleşmek üzere Ömer Muhtar Caddesi’ne geldiğimizde, burada da rutin akış devam ediyor; Şehitler Meydanı’nda (eski adıyla Yeşil Meydan) aileler yürüyor, çocuklar oyun oynuyor, gençler eğleniyor, ihtiyarlar sohbet ediyordu. Meydanın etrafını saran Osmanlı ve İtalya dönemlerine ait binalar, kale ile uzun Akdeniz kıyıları romantik bir şölen sunuyordu. Otelimize vardık, odama yerleştim. Pencereye yaklaştım. Perdeyi sıyırdım. Karşımda pek çok binanın iç içe geçtiği tipik bir Akdeniz şehri duruyordu. Hasılı ilk gün her şey böyle güzel başlamıştı.”

“Raşit ile konuştuk ve Omar’dan yardım isteyerek Misurata’ya geçmeye karar verdik ve Tripoli’nin dışına çıktık. Misurata bölgesine girdik. Omar’ın çiftliğine vardık. Zeytin ağaçları, havuz, açık ve enfes bir gökyüzü, özenle hazırlanmış bir sofra… Allah’ım sana şükürler olsun! Galiba hayata dönüyoruz!”

Göğümüzü Kaybetmeden

Gökyüzü maviliğinin umut ile bir bağı var. Masmavi gökyüzü, iyi şeyler düşünmemiz için güzel bir sebeptir. Başını göğe kaldırmasını bilmek gerek. Musa Yaşaroğlu, gökyüzü güzellemesi ile Cins’te yer alıyor. 

“O vakit belki bizler, o çocuğun gözlerinden, o gencin yüreğinden en baştan başlayarak bir kez daha öğreniriz göğe bakmayı. O hâlâ orada, aynı ihtişamla, aynı sükûnetle bizi bekliyor. Belki bir gün yeniden bakarız birlikte yıldızlara, maviliklere. Ve belki o zaman kaybettiklerimizi bulamasak da geride kalanlara miras olacak bir bakış armağan ederiz: Göğe çevrilen, umutla dolu bir bakış…”

Cins’ten Öyküler

Güray Süngü – Uçan Kadın

“Zeliha Kırpıkanat, adını kimin koyduğunu annesine sorma gereği duymamıştı hiç. Zira o tuhaf gün, on sekiz yaşına bastığı o tuhaf demenin kafi gelmediği çok acayip gün olanlardan sonra merak ettiği; adını kimin koyduğu değil, yıllar önce büyük büyük dedesine kendisinin de taşıdığı soyadının tesadüfen verilip verilmediğiydi.”

“Yine bir gün, tam ümidini kesmişken, kendisini uçuyor zannedip kendisini kandırıp, kendisini kandırdığını düşününce bir kez daha uçtuğunu zannederek kendisini kandırmış olduğunu anladığına ikna olmuşken, odasında, durduğu yerde bu olan bitene korkunç derecede üzüldüğü bir an birdenbire yerden seksen santim kadar yükselip sonra yükseldiğini fark edip şaşırınca küt diye yere iniverdi.”

Kerem Uysal – Baba

“Evin ortasındaki direğe çarptı. Öfkeyle bir tekme salladı direğe. Avluya çıkıp duvarın dibine oturdu. Bir sigara yaktı. Kuş sesleri geliyordu. Kafasını kaldırıp baktı. Çatıdaydılar. Yuva yapmışlar. Küçük küçük bir sürü yavru. Sesleri geliyor acı acı. Anasını bekliyordu. Konuşmak istediği şeyler vardı. Öfkesi de bir türlü geçmiyordu. Bitmek üzere olan sigarasına yenisini uladı.”

Duvar göçmeye başlamıştı. Halil’in yaşları birikiyordu yerde. Babasının emekleri bitince bir sigara yakıp duvarın eski yerine oturdu. Anası koşa koşa gelip bir çığlık kopardı. Halil, sigaranın dumanını savuruyor, bir yandan da gülüyordu. Anasına bakıp, “Daha direği de yıkacam.” dedi.

Düşeyaz dergisinde Şehir ve Kültür Dosyası

Düşeyaz dergisi titiz bir işçilikle çıkıyor. Kendini yenileyen bir yayın politikasını derginin tümüne yansıtıyorlar. Yeni bir ses ve duruş ile Anadolu’nun sesi olmak isteyen bir samimiyet var Düşeyaz’da. Dergide yer alan yazı ve şiirlere baktığımızda bu içtenliği görebiliyoruz. Olması gereken de bu aslında. Dergi demek yenilenen ses demektir. Her yeni sayı yeni bir umut gibi yeşermedikçe çok da sözü yormanın lüzumu yok diye düşünüyorum.

Vedat Ali Kızıltepe’nin Giriş Yazısından

“Devrin çehresini makyajsız olarak onlarda bulursunuz.” Edebiyat yolculuğuna devam eden yüzlerce edebiyat dergisine saygıyı, muhabbeti ve iş birliğini muhafaza etmekle birlikte, Düşeyaz Dergisi, Cemil MERİÇ’in dergiler hakkındaki söylemini yakasında rozet misali taşıma azim ve kararlığını muhafaza edecek, hür tefekkürün kalesi olmaya gayret edecektir.”

Düşeyaz 34. sayısında şehir ve kültür dosyası ile çıktı okurlarının karşısına. Yetkin bir dosya hazırlanmış. Konuyu birçok yönden detaylı olarak ele alan yazılar yer alıyor dergide.

Şehir ve Kültür Dosyasından

Mehmet Ali Abakay – Sibirya’da Dondurma İkrâmı ve Kültür Meselesi!

“Bir milletin ne zaman geçmişle bağı kopartılırsa sahip olduğu değerler zaman içinde diliyle, inancıyla, toprağıyla, yer altı ve yer üstü değerleriyle kaynaklarıyla yok olur; maziye karışır. Bugün bahsi edilen ” şehir kültürü” bunun yansımasıdır. Sibirya’da dondurma ikramından memnuniyet duyma böyle bir hazzı veriyorsa, köklerine yabancılaşanlara ne demeli?”

Mustafa Işık – Kültür, Şehir ve Şiir

“Özellikle şehir kavramına ayrı bir önem vermek gerekmektedir. Şehir, Medine’dir; medeniyetlerin membaıdır ve şiir/şair için birer hazinedir. Şehirler; toplumun yaşam tarzıyla, maneviyatıyla, sanatıyla, edebiyatıyla paralel gelişen oluşumlardır ve şehirlerin ruhunda doğallık vardır. Kentler gibi bilinçli oluşumun tezahürü değillerdir. Bundandır şiire bu kadar yakışması, bu kadar doğal durması ve iç dünyamıza hitap etmesi.”

Mesut Bilal Buğday – Sokak ve Ev Medeniyeti

“Sokağına sebil kültürü (sokak çeşmeleri, dut bahçeleri) hâkim olan bir milletin sokaklarına ruhsuzluk, heykel ve ne olduğu belirsiz tasarımlar hâkim oldu. Bugün insanlar bireyselleşince mahalle ve sokak da bireysel mekânlara döndü. Bugün kafeler ve alışveriş merkezleri iki kişilik buluşma mekânları olarak karşımıza çıkmakta.”

Casim Babaoğlu- Dünyanın Cenneti Telafer Şehri

“Telafer’da (su başı) kalenin altında olduğu için ve su kaynadığı için bütün Telafer’ın mahallerine (sokaklarına) bulmuşlar ve Telafer’ın bağları ve bostanları bu pınardan su içer, dedelerimiz derler bu bölgelerin suyun o eski zamanda o yere Zeynebiyet zamanında Hazreti İmam Ali (selam olsun ona) amcası oğlun Veli ettiğinden sonra adı (Saad ibin Abdurrahman ibin Akil) o Telafer’ın suyunu bölmüş bağlara su indirmiş .”

Adem Turan – Bir Şiirdir Bursa Daima

“Diyelim ki ilk kez geliyorsunuz Bursa’ya… Ve yine diyelim ki İstanbul istikâmetinden giriyorsunuz şehre. İşte o vakit, evet tam o vakit görür ve anlarsınız Uludağ’ın heybetini; Bursa’ya verdiği, belleklerden silinemeyecek olan havayı. Destansı bir havadır bu, sadece bir “an” dır. Sanki Osman Gazi hazretlerinin, Mollaarap sırtlarından Gümüşlü’ye bakıp da büyülendiği andır. Ve işte siz, o hâli orada yaşıyorsunuzdur o an; bir yanınızla Osman Gazi, diğer yanınızla kendiniz olarak. Sizi şaşırtan da budur, bu iki hâli önlenemez gelgitlerle yaşıyor olmanızdır.”

Merve Gözükara- Şehir ve Kültürün İnsan Psikolojisine Etkisi

“Ben, insanı bir tasarıma benzetirim; kullanılan malzeme, estetik, sevgi, saygı, havadaki atmosfer, şehir ve kültür o sanata yansır. İnsanın zihinsel süreçleri, bulundukları kültüre göre değişiklik göstermektedir. Şehir ve kültürden etkilenme ve etkileme duygusal tercihlerimizi etkilemektedir. Bildiğimiz dünyada yaşamda kalmayı tercih etmek, konfor alanının dışına çıkamamak varoluşun temelini oluşturmaktadır.”

Duran Doğan ile Söyleşi

Dosyayı tamamlayan bir parça olarak Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi Kültür Spor ve Turizm Dairesi Başkanı Duran Doğan ile yapılan bir söyleşi yer alıyor dergide. Kültüre, şehrin sesine, deprem sonrası Maraş’a, şehrin yerel sesine dair uzun soluklu bir söyleşi olmuş.

“Katılımcı kültür anlayışı, bizim temel prensibimiz. Bu doğrultuda her yaştan insanı kültürle buluşturacak projeler geliştiriyoruz. Her ay düzenlediğimiz kültür sanat sezonu etkinliklerinde hemşerilerimizi çocuk tiyatrosu, yetişkin tiyatrosu, söyleşiler, konserlerle buluşturuyoruz.”

“Özellikle deprem sonrası dönemde kültür-sanat etkinliklerinin insanları bir araya getirme, moral ve umut verme açısından çok kıymetli olduğunu gözlemledik. Ortak estetik duygular üzerinden insanlar birbirine yaklaştı.”

Düşeyaz’dan Öyküler

Necdet Ekici – Kurban

“Ben ne bilirim kurbanlık mal almasını yahu! Benim aklım kalem ile kâğıda yeter. Tek işim sınıfta çocuklara ABC’yi öğretmek. Her yıl kurban pazarından iyi diye aldığım kurbanlık mutlaka kötü çıkar, bu yüzden hanımla bayram sabahı kavga ederiz. Bu kurban tüccarlarına hiç güvenim kalmadı. Hepsi de hinoğlu hin! Ne yapıp edip aklımı çeliyor, beni kandırıyorlar.”

“Çok şükür, ilk defa bu sene Aladağların kar suyunu içmiş, mis kokulu kekikleriyle beslenmiş, ak kayalarda doğal tuz yalamış, navrız ve sümbül yemiş, eti ağzımızda kurabiye gibi dağılacak bir koç almıştık. Kurbanımız iyiydi ya, paranın ne önemi vardı.”

Vedat Ali Kızıltepe- Eylül

“Eylülün her sözü emir telakki edilirdi. Heybetinden esas duruşa geçerdi doğa. Her mevsim darbe sayılırdı aslında. Meydan okurdu kendinden öncekine. Açar isyan bayrağını, kurulurdu âlem sofrasına. Krallığını ilan ederdi bir müddet.”

“Bir de sonbahar vardı. Yazın tüm ihtişamı ile yeryüzüne yayıldığı zamanın sonunda. Ağustos böceğinin pabucunu dama atan, şımarık yaz mevsimine haddini bildiren, yeryüzünde istila başlatan Eylül. Esen, yıkan, yağan, gürleyen…”

Hayriye Göztaş – Balkon

“Gecenin bir vaktiydi. Yeni taşındığım bu şehri, oturduğum dairenin küçük balkonundan seyrederek özümsemeye çalışıyordum. Sadece ahşap bir masa ve iki sandalyenin geçim kurabileceği bir mekân…”

“Zaman zaman getirdiği ev yemekleriyle bu apartmanda sessiz iletişim kurduğum yüzlerden biri haline geldi. Bu akşam da yemeği dışarıda yiyip geldiğim için kızın getirdiği sarmayı buzdolabına kaldırmıştım.”

“Adını bilmediğim ama merdivenlerde bir iki kere karşılaştığım zayıf yüzlü bu adamın yakarışına içten içe üzüldüm. Karşısındaki kimse, hiç gitsin istemedim. Bu küçük balkonda ne çok dünyaya şahit oluyordum. Ben de yıldızlara bakarak Asuman’ı düşünmeden edemedim.”

Düşeyaz’dan Şiirler
Sen beni öpersen
Yuvasında kuşun gölgesi ölür
Yüzüme bakmaz içindeki ırmak
Mahallede bir kız evde kalır

Ben seni görürsem
Yağmura tutunan çöl kurur
Bakışlarında birikir mezardaki toprak
Yaşamak kalbindeki yaradan belli olur
Mehmet Mortaş

Artık biliyorum bin hasret kovulduğum yerden
Soğuk kavgalarım bir masalmış!
Uzak hatıralarda sesine benzetmişim
Acıları evimizden sonraki
Ellerinin büyüklüğünde.

Ve karşımda bütün dünya…
Zamanın memesinden emmişim,
Gülümsemişim, içeri aldığım sabah ışığı
Çok kaldı geride yaşamak
İçimde gizli rüşvet.
Ahmet Tepe

Kirli papatyalar tertemiz gülüyor

Yeryüzü defterine
Mikail’e yazdırılıyor bu şiir
Her güzellik bir dize!

Siz bu şiiri okudunuz mu?
Yoksa sadece mevsim mi değiştirdiniz…
Kazım Gök

Senin gözlerinden temaşa etmek
Bağdadi kubbelerini Mevlevihane’nin
Bir semazen eteğinde
Huzurun ta kendisidir
Yağmur bereketidir gözlerin.
Ve gül rayihası yayılır iklimlere
İhtiram makamından Ulu Cami’nin
Bir güvercin nazarında
Su şakırtısı
Şadırvan ninnisi
Züleyha Özbay Bilgiç

Yıkılmış bir viranenin önünden geçen adımlar,
Gezindiğin dağlar, hepsi ayaklarında
Kaçtığın ve bulduğun ne varsa ardında…
Deşele deşele zamanı,
Senden bir kızıl toprak kalacak!
Nimet Tekerek

Güfte Edebiyat’tan Hıdırellez Dosyası

Baharın edebiyata yakışan bir yanı var. Nasıl ki açan bir çiçek hayata renk katar, insanın içine dokunur, şiirler ve öyküler de bahardan nasibini alır; işte bu yüzden Hıdırellez kâinat için bir müjdedir.

Güfte Edebiyat dergisi 24. sayısında Hıdırellez teması ile çıktı.

Hıdırellez Dosyasından

Berrin Yüksel – Bütün Kapıların Ardı Bahar

“Sabah, anneannesinin yatağında uyanıyor İpek. Babasını başucunda buluyor. Babasının kucağında minicik kardeşi. Rüyasını hatırlıyor İpek. Sevinçle kalkıyor yatağından, babasına sarılıyor önce. Kardeşini koklayıp annesine koşuyor. Kahvaltıdan sonra saçları taranıyor küçük hanımın. Behiye kadın, bildiği tüm hikâyeleri unuttuğunu fark ediyor. Tam o anda İpek, ananne, diyor. Bundan sonra hikâyeleri ben anlatacağım sana.”

Songül Uslu – Gül Ağacının Dibine Kendimi Gömeceğim

“Bahçeye iniyorum. Gül ağacındaki serçe bana göz kırpıyor. Yarım akıllı dedikleri annem Nergis geçiyor gözlerimin önünden. Omuz silkiyorum. Dertler silkelenince havaya kalkar ama yok olup gitmez. Uçuşan dertlerden koca bir dert bulutu yoğuşur, tepemize daha büyük dert damlaları şeklinde dört mevsim iner.

Bugün Hıdırellez. Artık dileyecek dileğim kalmadı annem Nergis.”

Ey güzel kız, uyan! Tarih Mayıs’ın altısı. Hızır ve İlyas Peygamber buluştu.”

Kıymet Nokay Öztürk – Umudun İpi

“Üzerindeki mavi yeleğiyle herkesin yatmasını bekledi gece boyu. Ne vakit ışıklar söndü kendini dışarı attı. Akan çeşme suyuyla daha da gürleşen, avlu duvarına ve yaşlı dut ağacına tırmanarak sımsıkı sarılan bahçedeki yediveren gülünün yolunu tuttu parmak uçlarında. Bu sabah yavrucakla birlikte katlayıp yeleğinin iç cebine sakladıkları kâğıdı çıkardı, yüreğine bastı. Gözlerini yumdu. Yüzünü, yere sarkan ayın ışığına dönüp dualarını bir süre ağzında dolaştırdı. Ruhuna saplı o sancıyla her birini öperek yolladı görmediği âlemlere.”

Ayşe Ay – Züleyha Yılmaz – Bağlaç Olan De

“Allah de bağlacının belasını versin, bir kere değil, bin kere hemde, boşandık, sonunda, hakim sordu, niye, de bağlacından dedim, üstüne yirmi dört saat nöbeti, tadından yenmez, gece gelir sorumlu hemşire, suratı beş karış, şikayet etmişler beni, herkes şikayetçi benden, de bağlacı bile, yani öyleymiş, yeni öğrendim, her işi stajyerlere yaptırıyormuşum, o nankörleride nasıl kolladım, bir ay kadar önce, mehmet bunları azarlarken arka çıktım, gerek yokmuş, kimseye emek harcamaya, sekiz yıllık evlilik bitti, dahada kötüsü de bağlacı yüzünden, kızım kızım diye iki günde bir evime gelen kaynanam, oğlumdan öndesin diyen, mahkemede geçimsizlikleri var dedi,”

Emine Kaya Tutu – Briket Ev

“Aynur Hanım, benim güzel anneciğim rahatlamış, eşinin kendisi için söylediği güzel sözlere çok mutlu olmuş, hem utanmış hem de ne cevap vereceğini bilememişti. Mutlu olduğu şeyler ufak değildi ki çocukları az şey miydi? Selim Bey az bir mutluluk muydu? Her şey maddiyat mıydı? Bazı mutlulukların pahası var mıydı? Tabii ki çocuklarını daha rahat büyütebilmeyi istiyordu. Gidip kocasına sıkıca sarıldı, hiçbir şey söyleyemedi. Ben seninle çok mutluyum, diyebildi sadece.”

Büşra Künteci Günay – Gül Dallarına Sarılı Dilekler Günü

“Hıdırellez sabahıydı. Gül ağacının altı yine sessizdi. Ama toprağın içinde, yıllar önce çizilmiş bir dileğin izi hâlâ duruyor gibiydi. Sabah güneşi perdeyi aralayarak odaya süzülürken, eski bir sandığın dibinden çıkan sararmış bir zarf, geçmişin tozunu kaldırdı.”

Serkan Türk ile Söyleşi

Serkan Türk ile“Önümüzdeki Yeni Mevsimler” kitabı üzerine yapılan bir söyleşi yer alıyor dergide. Sorular; Bayram S. Taşkın’ndan.

“Öyküleri yazmaya başladığımda genel olarak kafamda bir taslak oluşturmuş oluyorum. Ne anlatıyorum, mekân neresi, ne yaşanacak ya da neyi geride bıraktı anlatıcı. İmge ve metaforlar kullanmayı da tercih ediyorum.”

“Doğal olarak geçmiş yılların aksine bir merkezimiz yok. Birden çok merkez mevcut. Taşra mevzusu da derin bir mesele. Taşra kavramını dünya görgüsüne, bilgisine yeterince açık olmamakla ilişkilendiriyorum.”

Maviye Mektup

Mavinin ruha dokunan, gönlü okşayan, insanı şiire çağıran bir yanı var. Esenlik bildirisidir, ferahlıktır mavi. Haydar Ergülen, maviye bir mektupla sesleniyor.

“Mavi de aşk, fakat birine, bir yere, bir şeye değil, aşkın geniş göğüne tutunma, sonsuz denizine dalma hüneriyle, insanı, hayvanı, tabiatı, yaşamı sevme ve saygı duyma rengiyle aşk mavi. En güzeli de maviyle gelen yakınlık, sarılma ve kavuşma arzusu. İnsan insana hiç kavuşamayabilir, hatta sarılamayabilir de fakat yakınlık var ya, o bir huy gibi maviye içkin yakınlık, o olunca kocaman sarılmışsın, yürekten kavuşmuşsun sayılır! Sayılmaz diyenleri de sayıyoruz!”

Sabahattin Ali’nin 1980 Sonrası Türk Edebiyatı Belleğine Etkisi

Bugün bile çok okunanlar listesinin başlarında yer alan bir isim Sabahattin Ali. Yazdıklarıyla Türk hikâyeciliğine yön veren ender isimlerden olan Ali’nin, içerik ve üslup olarak bir yol açtığı muhakkak. Cenk Tanova, Sabahattin Ali’nin 1980 Sonrası Türk Edebiyatı Belleğine Etkisini yazmış.

“Sabahattin Ali’nin eserlerine 1980 sonrası dönemde artan ilgi, edebi ve toplumsal bağlamda değerlendirildiğinde anlam kazanır. “Kürk Mantolu Madonna” ve “İçimizdeki Şeytan” gibi eserler, bu dönemde yalnızca edebiyatseverlerin değil, daha geniş kitlelerin de dikkatini çekmiştir. Bu eserler, birey-toplum çatışmasını, aşk ve özgürlük arayışını ele alırken insanın içsel dünyasını ve toplumsal yapının birey üzerindeki baskısını sorgulayan bir içerik sunmaktadır.”

Güfte Edebiyat’tan Öyküler

Yasin Gültekin – Dünya Hiç Bu Kadar Uzak Olmamıştı Bana

“İnsan kolaycı bir varlıktır çoğu zaman. Kendisinin mimarı olmayı öğrenmeyi çalışmak yerine, sorunlarına başkasının hayatında cevap arıyordu. İnsanın kendi hayatında yaşaması ne zordu.”

“Hafifçe gülümsemeye çalıştı ama mutsuzluk, yüzündeki kaşları eritmişti, başaramadı. Dudaklarının kenarında bir tebessümün uç vermesini beklemek çölde çiçek açmasını ummak kadar aptalcaydı.”

Huriye Emre – Göğe Uzanan Servi

“Ayağa kalkıp pencereden bakıyorum. Neden olmasın, diyorum. Hemen düş kurmaya başlıyorum. Heyecanlanıyorum. Kızımın uyanmasını beklemek yerine, kardeşimi arıyorum. Bodrumdaki tablolarımı, resim malzemelerimi ve ona attığım listedekileri alıp gelmesini istiyorum. O yola düşmeden, ben düşümde renklere bulanıyorum.”

“Döküleceğim bir deniz varken, akmayı unutmuştum. Yatağım yitikti. Önce yatağımı buldum. Sonra akmaya başladım. Menderes durur mu hiç? Akışıma engel olmak için ne setler ördü önüme. Başaramadı.”

İbrahim Gürel – Panik Aşk

“Seni ilk gördüğüm günü hatırladım yine. İkimiz de dalgınız, kampüse girerken çarpışmıştık. Finaller yaklaşmış tabii. Sonra kitaplar, not defterleri bohça misali saçıldı iki kanatlı kapı önüne. Yaşadığımız ilk şok sonrası dağılan kitapları toplamaya çalışırken kafa kafaya tokuştuk sonra. Feci kızmıştın.”

“Soluklanmak üzere elimin tekini pervaza dayayınca fark ettim, kapıya şirin bir ayıcık asılmış. Senin işindir, kesin. Çocuk ruhlusun, bilirim.”

Fatma Düzenli GürIşığın ve Umudun Bekçisi

“Yirmi yıl önce üniversiteyi en uzak şehirlerden birinde okumayı seçtiğinde, o zamanlar kurtulmak için can attığı bu yere üstelik de çalışmak için döneceği hiç aklına gelir miydi? Bir gidip üç dönüyordu. Dört dönmeyi ne çok isterdi. Ama o zaman dönmesi gerekmezdi.”

“Ailesi, bu deniz fenerinin yüzlerce yıllık bekçisiydi. Şu an Aylin’in buradaki tek yakını ise yaşlı annesiydi. Atalarının başladığı işi sonraki kuşaklar sürdürmüştü. Koruyuculuk yapmaya hiçbir zaman gönüllü olmasa da fener onu göreve çağırmıştı işte!”

Saliha Demiral- Son Söz

Dil işçisi bu kez onu incitmeden götürüyor, hayret! Söz, bilmiyor başına gelecekleri. Sahip bulmadan ölüvermiş mi yoksa? Bir zaman karanlıkta yol alıyorlar; insan katına inmişler, belli. Dil işçisi bırakıyor birden bizimkini bir çift dudağa. Şöyle bir silkeleniyor içerde bizimki kendine geliyor ve dökülüyor dudaklardan, işitiliyor kulaklarda “SUS.”

Veli Ay – Karpuz

Bu yıl da leylekleri gördün mü, dedi adam.
Gördüm, dedi kadın.
Demek ki senin dilek marteniçkaları işe yaramadı.
Zira iki yıldır vuslatımız yalan oluyor.
İki yıldır marteniçka gömmüyorum toprağa.
İki yıldır karpuz çekirdekleri gömüyorum gül ağacının dibine.
Anlayamadım, neden?
İki yıldır dünya öyle bir dünya ki Gazze için elimizden gelen karpuz kabuğundan gemiler yapmak.

Güfte Edebiyat’tan Şiirler
Yolcuların vedasına gizlenmiş dualarda beni düşün
Bir çocuğun düş oyununda yarınlarını kuran
Susuz nehirlerin kıyısında selama hasret dervişin
Bozkırın rüzgârlı nisan şafağında,
Bir an geleyim aklına hasretle beni düşün
Mehmet Özcan Yasdıbaş

sen geleceksin diye yeniden
yüreğime tohum ektiklerimi
ak kefenlere sarmaladım
selamı okudu rüzgarlar
telkinler yedi kısalan günlerden
Veysel Koşar

gitmiyor hiçbir yere
yüzünde gömülü hüzün
gözleri; kayboluyor gülünce
giden gelmez şu dağların ardında

kurtulmak değil öyleyse
Şiir; aşkın kaçış rampasıdır

ah işte yaşamak böyle olmalı
sırtımızda dağlarla uyuyacağız
Hasan Nalçacı

Senin adını söylemiş,
Son şarkısında,
Küçük bir rüzgâr,
Taşımış kırlangıç yuvasına.

Haberin var mı?
Gökyüzü biraz eksik şimdi,
Bulutlar birbirine küsmüş,
Güneş biraz erken batıyor.
Murat Gözelov

asıldığı yerde unutulmuş
örümcek gibiyim
boyna muska olanından,
dünyanın paslı kapısında
gelincik renginde sarkan
Mustafa Işık

Yolcu, Sayı:112

“Kaybolma Sakın!” diyerek 112. sayısının sayfalarını açtı Yolcu dergisi. Ömer İdris Akdin, Meseleye Notlar XV’te dünyada olup bitenlere karşı ince dokunuşlar yapıyor. Zulüm devam ediyor dünyada. Sessizliğimiz belki de hepimizi boğacak. Olmamız gereken yerde durmamız lazım. Tam da kaybolma sakın denilen yerde…

“Müslümanlar kendilerine ait olmayan bir dünyada, kendilerine ait olmayan inanma biçimlerini ve kendilerine ait olmayan enstrümanları kullanarak mücadele etmeye çalışıyorlar. Doğal olarak kendilerinin istemediği bir sonla karşılaşıyorlar. Sonra birbirlerine dönüp, nasıl oldu bu gibi saçma sorular soruyorlar.”

“İki milyara yakın insan, ellerini hava kaldırarak en içten samimiyetleriyle Fetih Süresi’ni okudu. Önce sağ taraflarına, sonra sol taraflarına ve dahi gökyüzünün derinliklerine huşu içinde üflediler.

Ajanslara kulak kesildiklerinde topraklarının bir kısmının daha İsrail’in eline geçtiğini öğrendiler.”

“Dönüş yolunda leylekler Darusselam’ın üzerinden geçerken her zaman ki gibi Mescid-i Aksa’ya selam verip, bir müddet burada dinlenmek istediler. Yavruları ile birlikte inişe geçtikleri sırada tir tir titreyen üstelik gergin bir hava engeli ile karşılaştılar. Sokak aralarına çarparak büyüyen ve havada yankılanan anonslarda güvenlik nedeniyle ikinci bir emre kadar 40 yaşının altında hiç kimsenin bölgeye giremeyeceği ifade edildi.”

Aile Üzerine Müzakere

İlyas Sucu ve Mesut Hayati Avan’ın aile üzerine gerçekleştirdiği bir müzakare yer alıyor dergide. Sorular Ahmet Gökçen’den.

Mesut Hayati Avan: Elbette çocukluk, yalnızca büyümenin doğal bir evresi değil, toplumun dokusuna işlenen kültürel, siyasal ve duygusal izlerle örülü girift bir serüvendir. Çocukluk, toplumun kendini inşa etme biçimini yansıtan karmaşık bir durumdur. Tarihin akışı içinde çocukluğun nasıl anlamlandırıldığını görmek, toplumun kendini nasıl şekillendirdiğine dair yapısal ipuçları sunması muhtemeldir. Çocukluğun her çağda farklı toplumsal, ekonomik ve siyasal koşullar içinde yeniden tanımlandığı düşünüldüğünde, tarihsel dönemler arasındaki dönüşümü anlamak daha da önemli hale gelir.

İlyas Sucu: Bugün yaşadığımız (ya da icbar edildiğimiz mi demeliyim) dünyada çocuğun kime aitliği sorusunun ifade ettiğim bu bağlamsal farklılaşmayla birlikte anlaşılabileceği kanaatindeyim. Düşünsenize, bugün aileyi oluşturan anne-baba-çocuk üçlüsü bizzat özerkliklerinin ötesinde birbirlerinin yaşamlarını, kararlarını, geleceklerini sürekli engelleyen, amaçları sürekli çatışan karşıt varlıklarmış gibi tanımlanabiliyor. Hatta daha da vahimi aile bir sorunlar yumağı olarak kodlanıyor. Çocuğun varlığı anne-babanın kendi kişisel yaşamsal arzularını engelleyen, annenin vücut bütünlüğünü bozan ve kariyerini engelleyen ya da geciktiren; babanın sosyal ilişkilerini ya da kişisel arzularını sabote eden bir varlık gibi algılanabiliyor.

Ey Kalbim Unutma

Unutmak, tüm acıların tekrar yaşanması için bir sebeptir. Sık sık kalbimize telkinde bulunmamız lazım ey kalbim unutma diyerek.

Ahmet Usta da kalbine sesleniyor tüm acıları şahit tutarak.

“Yenilmiş değiliz.

Ey Amerika, iflas eden bir adamın düşlerini görmeye devam et. Şeytani şövalyelerin, yani uşakların; duygusuzlukta, umursamazlıkta ve katillikte mahir ve korkak. İşleri öldürmektir kalleşçe. Korkaksınız, uzaklardan bomba yağdırıp ölmemizi beklediniz maharetli uçaklarınızda. Öfkemiz büyük. Şimdi sen nereye gitsen ayakları çıplak gözleri çığlık çığlığa Koşan Gazzeli küçük bir kız çocuğu çıkacak karşına. Ama nafile, anlamaz gayya kuyusuna dönen vicdanın. Ajandanızda günah tarifleri, ekininiz yılan. Hasatınız akrep.”

Yol Nereye Gider?

Yolun rotasını insanın kalbi çizer. İnancı, direnci, yüreğinin sesi nereye sürüklerse oraya çıkar yollar. Aslında insanın en iyi yoldaşı kendidir. Mustafa Everdi, yüreğinin sesine kulak vererek düşüyor yola. Everdi’nin iyi bir seyyah olduğunu düşünürsek, menzilinin de hayra çıkacağını tahmin etmek çok da güç değil.

“Yol varsa yürünür. Taş varsa atılır. Eylem damarda durduğu gibi pineklemez. Bedenler ayakta, yolcu niyetlense hiçbir kelepçe onu durduramaz. Dünün öfkesini, bugünün kederine ekleyip yol yorumcusu payesine sarıldı gençlik. Z harfinden uçuruma atlarken, derinlere yol oldular, başka bir mevsime geçtiler. Her sendeleyişte aşka tutundular, etekleri uçuştu, uçurumdan inerken. Yere bir kuş kanadıyla indiler, sağ ve salim. Rüzgârla arkadaş oldular, kar yağmur fırtına ile dost. Zorlu bir kıştan uyandılar. Yolu tıkayan ne varsa onunla hızlandılar.”

Ayna Tarak Tespih

Elde tespih, arka cepte tarak, iç cepte ayna. Bu üçlü bir zamanların erkekler için değişmez aksesuarlarıydı. Hepsinin de kendine göre havası ve şekli vardı. Şimdi ne elde tespih, ne de ceplerde ayna, tarak kaldı. Öylesine bir yaşam sürükleyip duruyor hepimizi. Gençler nostaljik unsur olarak bile bakmıyorlar böyle şeylere.

Hikmet Kızıl, geçmiş zamanların ruha dokunan hoş yanlarını hatırlatıyor hepimize. Kaybettiklerimizi de anmayı ihmal etmiyor.

“Mercan, sedef, ay taşı, inci ve firuze… Taneler, sadece maddesel birer unsur değildi, sahiplerinin dünyaya bakışını ve hayat felsefesini de temsil ederdi. Kimi koleksiyon yapardı, kimi bir tesbihin yıllarca avuçta nasıl yumuşadığını görmekten keyif alırdı. Avlularımız vardı eskiden, çocukluğumuzun, gençliğimizin cami avluları.”

“Bir zamanlar ellerimizdeydiler. Şimdi ise yalnızca yüreğimizde… Zamanın bir köşesinde unutulmaya yüz tutan tespihler, aslında bir neslin ruhunu içinde saklamaya devam ediyor. Belki bir gün, yeniden ceplerimizde bir tespih tanesi gezdirir, avuçlarımızda geçmişin sıcaklığını hissederiz.”

Cem Sancar ile Söyleşi

Abdullah Aktaş ve Aydın Hız, yeni kitabı Nasreddin üzerine Cem Sancar ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Bu tarz kitaplara çok ihtiyacımız var. Kulaktan dolma bilgilerle, üstünkörü tanımlamalarla bizim olan değerlerimizi anlamamız ve anlatmamız imkânsız. Roman, öykü, masal hiç fark etmez tüm türleri seferber edip bu toprakların sesine kulak vermek gerekiyor.

Bu roman benim ömrümü yedi desem biraz abartmış olurum ama gerçekten uzun zamandır kafamda kurduğum bir kitaptı. 15 yıllık notlarım var içinde. Araya hayat gaileleri, ödenecek faturalar, kendi hâlinde insanların daima boğuştuğu bir sürü şey girdiği için biraz gecikti. Zaten biliyorsunuz ben “seri üretim” yapan bir yazar değilim. Yazdıklarımın demlenmesini isterim. Fırsat bulunca da girişip üstünüze afiyet, anca 2 yılda bitirebildim.”

“İslam irfanı 13. Yüzyılda zirveye ulaştı ve bir aydınlanma yaşattı. Öyle yüzyıllardı ki bu merkezden yayılan, Anadolu’da elinizi sallasanız bir büyük düşünüre çarpıyordu. Düşünsenize robot yaptık robot. Hem de o teknolojiyle.”

“Ahmet Haşim, Refik Halit, Tanpınar gibi devlerden feyz almaya çalıştığımı (biraz da çekinerek) söyleyebilirim.”

Şiir, Şair, Şuara Suresi Hakkında

Şiir, şair, birlikteliğini sadece sıradan bir kafiye olarak görmemek gerek. Birbirini tam olarak tamamlayan bir ikilidir bunlar. Şiir varsa şair de vardır ama kime göre, neye göre şair? Müştehir Karakaya Şuara Suresi rehberliğinde işlemiş konuyu.

“Şiir evrenseldir. Coğrafya, renk, din, dil, kariyer, statü kabul etmez görüşündeyim. Dünya şairlerine baktığımızda buna ne kadar uyduğuna bakarım. Bir de şiirin mahfilleri var, kategorileri var, çeşitleri var, kendine göre imge, simge, metafor, alegorik betimlemeleri var. Din içi din dışı diye tanımlama yapamayacağım, buna pek inanmıyorum. Her şair, yazdıklarından sorumludur, inançlarından sorumludur, yaptıklarından ve söylediklerinden sorumludur. İçinden herhangi bir dini terim veya siyasi bir slogan veya güdümlü ideolojik bir yönlendirme dahi bulunsun bulunmasın, her şair takip ettiği değerlere sadık kalmasını öngörür.”

Dünün Günleri’nde 2000’li Yılların Başındayız

Selçuk Küpçük dünün günlerinde 2000’li yılların başındaki notlarını paylaşıyor. Bugünlerde önemli bir rahatsızlık geçiren ve hastanede yatan Nihat Genç’in kitapları ve kendisiyle tanışmasına dair notlar da yer alıyor.

14 Eylül 2000 / Ordu Sevgili Cengiz Coşkun mektup göndermiş. Evlenme meseleleriyle ilgili ideal tarihin 29 Şubat olduğunu yazıyor. Bu yıl Şubat 28 gün. Mesaj müthiş.

16 Kasım 2000 /Ordu Ahmet Kaya öldü. “Acılara tutunmak” kaldı bize. Dünya ağrısına dayanmama yardımcı olanların hepsi birer birer terk ediyorlar sanki beni.

Nihat Genç. Üniversitede deli gibi kitap okuduğum yıllarda artık verili roman dili yeterli gelmemeye başladı bana. Bir gün Kocatepe Cami’nde Ramazan aylarında açılan kitap fuarını gezerken stantların birisinde ilgimi gören görevli Nihat Genç’in kitabını önerdi. İlk kitabı. “One Man Show”. Vadi Yayınları. Daha yolda otobüsle eve dönerken metin beni allak bullak etti. Buldum dedi. Aradığım anlatıyı buldum. Sonrasına sıkı bir Nihat Genç okuruydum artık. Yıllarca. Hakkında yazı da yazdım, söyleşi de yaptım 2000’lerin başında. Bugün edebi bir üslup sahibi olabildiysem O’nun, yazdıklarıyla üzerimde emeği büyük.

Yolcu’dan Öyküler

Arif Arcan – Vasiyetinde Yazacak Hiçbir Şey Bulamamak

“Kasabanın merkezi Cumhuriyet Bulvarı’nın hemen girişinde, adliye binasına bitişik, karşısında şehir lokali bulunan bir avukatlık bürosu vardır. Bu büro Avukat Memduh Bey’e aittir ve Memduh Bey kasabanın tek avukatıdır.”

“Kasabanın zıt iki ucunda mukim bu iki figür, farklı ikikutbu temsil ediyor görünseler de zihniyet olarak aynıdırlar. Mekânın ve zamanın imkânlarına el koyan, nimetve külfet dağılımına müdahale ederek dengeyi bozan aynı zihin yapısıdır bu.”

Mustafa Alagöz – Yuva Oteli

“Otobüs anayoldan saparak tıslaya tıslaya ilçenin içine girdi. Bu hali ile ilçeye ayda yılda bir otobüs uğruyormuş gibi dikkat çekiyordu. Esnaf ve yolda geçenler kim gelecek diye bakıyordu. Çok geçmeden cadde üzerindeki yazıhanenin önüne yanaştı. Çok uzun sürmüş otobüs yolculuğu nihayet bitmişti.”

“Kalacak bir otel arıyordum, cadde üzerinde biraz ilerledim. Gözüm Yuva Oteli’nin paslı levhasına takıldı. Beyaz sac üzerine kırmızı harflerle Yuva Oteli yazılmıştı. Cadde boyunca insanların meraklı bakışları eşliğinde tabelaya doğru yürüdüm. Tabelanın çakılı olduğu boyasız duvarın önünde durdum.”

“Kaldığım odanın içinde lavabo yoktu. Koridorun dibinde ortak bir banyo tuvalet vardı. Loş koridorda yürüdüm, tuvaleti kokusundan arayarak buldum. Bakarsan lavabo çok temizdir. Fakat bu kasvetli otelde her eşyanın ben buradayım diyecek kadar da hususi bir kokusu vardı.”

Davut Güner – Yanık

“Bir zamanlar; bir bucakta bir çocuk annesi tandırda ekmek yaparken, tandıra düştü. Bu talihsiz kazadan sonra adı yanık kaldı. Bir bucak, bizim bucağımız… Yanık’ın yüzünde, boğazında, karnında yanık izleri kaldı. Hayat Yanık Veysel’i de böyle bir deneyden geçirdi. Çok acı bir deney oldu bu Yanık Veysel için. Dedesi, amcası, yengesi, kuzenleri, babası, annesi, ablası, kardeşi ile çok geniş avlusu olan bir evde yaşıyorlardı. Bir zamanlar… Bir zamanlar, bir bucakta Yanık Veysel diye bir çocuk yaşadı mı?”

Yolcu’dan Şiirler
serebral kortekse ulaşıldı
değerler alınıyor
yapışan saçların arasından
açılan etlerin altından
parmakla girilen yarıktan
fışkıran kan buharlarına
nefesler karışırken
firavunlar çağında
ve ontik kış kapatırken
Ömer Vural

dava ölmedi kalbiniz öldü
zaman akıp gitti
çer ve çöp toz ve duman
ne sayıp yığdıklarınız kaldı
ne günahla yükselen tahtlarınız
boynunuzda amel defteri
huzurda çıplaksınız
huvel evvelü vel ahıru
Bülent Sönmez

istasyondaki saat çoktan durmuştu
aklı neredeydi, kime el sallıyordu son gelen?
kitaplarını çaresizliği buza kesen gözyaşlarını
çocukluğuna bırakmıştı giderken
Yaşar Bedri Özdemir

Vitrinden aç gözlü dişler bakıyor;
Beyinli adamlarda bir dizi çelişki…
Hiç kabına sığmıyor bilmem ne kuşağı!
Hayat, kimine mülevves, kimine arı;
Akıla sorarım: “Bilimler yukarı!”
Nakile sorarım: “Mehdiler aşağı!”
Olgun Albayrak

çekildik, üstümüzden ağlayan bulutlar geçti
güneş geçti, ay geçti
kavaklar yapraklarını döktü
biz döküldük ağrısı içimizde çıyanlar
içimizde nice ifritler duman oldu, nice nice
ben koşmadan yoruldum sen koşarken
nasıl kovulmuşken mağarasından
altmışlık o ihtiyar dokuz köyden kovulup
gene mağarasına sığınanı
Müştehir Karakaya

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir