İskele’de Aile Dosyası
İskele dergisi 3. sayısına ulaştı. Artık beklenen bir dergi olduğuna şahit oluyorum İskele’nin. Soranlar, okumak isteyenler, yazı, şiir göndermek isteyenler var. Bu da derginin kabul gördüğünün bir göstergesi . Dergi ekibinin titiz ve yürekten dergiye sarılmasının bir sonucu bu. Tekrarlamakta fayda var; İskele dergisi, milli eğitim dergilerinin yüz akı olacak bir çalışma. Örnek alınacak bir eser çıkıyor ortaya.
3. sayının dosya konusu; “aile”. 2025, aile yılı. Toplumumuzun temeli, ruhu, harcı ailedir. Ailenin birliği bozulursa toplumdan çok büyük beklentiler içine girmememiz gerek. Her vesile ile aile yapımızı korumaya ve aile olma ruhunu canlı tutmaya ihtiyacımız var. Bu bağlamda İskele’nin aile dosyası daha bir önem kazanıyor.
Derginin Giriş yazısından
Önceliği, sanatın birleştirici ve onarıcı gücü olan İskele; “Aile Yılı” nda kendi üyelerinin de duygularına değinmek sorumluluğunu üstlendi. Maksat; dosya temasını belirleyen kavramın çağımızdaki yerine dair endişe ve tartışmaların içinde bulunmak değil, verdiği güven duygusu ve sıcaklığın hiç sönmeyeceğine dair ortak inancımızı okurumuza bir nebze de olsa tazeletmektir; “Sevgimizi yarınlara bırakmadan…”
Aile Dosyasından
Ahmet Evis- Modernleşme Bağlamında Türk Romanında Kadın ve Aile
“Sanayileşme ve kente göçün artması ise özellikle 1980’li yıllardan sonra kaleme alınan çoğu modern Türk romanında çekirdek aile yapısındaki çözülmeler etrafında işlenir. 1980 askerî darbesinin yarattığı apolitik ortam, yazarları modern ve postmodern türe kayan romanlara yöneltir.”
Gamze Turgut – Geçmişten Geleceğe Aile: Değişen Çocuk Algısı
“Gelecekte nasıl bir ebeveynlik anlayışı bizi bekliyor, bilmiyorum. Ama şunu biliyorum ki çocukların sağlıklı bir özgüven geliştirmesi ancak başarı ve başarısızlığın dengeli bir şekilde karşılandığı bir ortamda mümkün. Ne geçmişteki gibi çocukların duygularını yok sayan bir yaklaşım ne de günümüzdeki gibi her davranışı aşırı övgüyle karşılayan bir tutum…”
Hülya Koyuncu – Aile Sistemine Genel Bir Bakış
“Aile bir sistemdir. Tıpkı diğer canlı sistemlerde olduğu gibi ailelerin de bir yaşam döngüsü vardır ve bu döngü “ ailenin oluşumu, gelişmesi, olgunlaşması ve yeni aileler doğurarak sonlanması” şeklinde ilerler. Bu sistemde yer alan her bir ferdin sorumlulukları vardır, onlar aile sisteminin içinde bir rol üstlenmiştir. Bu sorumluluk ve roller bireylerin arasındaki etkileşim ve bu etkileşimin neticesinde sağlanması gereken denge durumuyla sağlıklı bir hâl alabilmelidir.”
Neslihan Bozkurt – Mutluluğa Giden Yol: Güçlü Birey, Güçlü Aile
“Aile, bireyin dünyayı tanımaya başladığı ilk yerdir. İlk kelimeler, ilk adımlar, ilk düşüşler… Her biri bir bakışla, bir sesle, bir sarılmayla anlam kazanır. Sevildiğimizi, kabul edildiğimizi, hatalarımıza rağmen vazgeçilmediğimizi öğreniriz burada.”
Nazım Düz – Perdesiz Evin Penceresi
“Aile yapısı kendi içerisinde birçok dinamiğe sahip bir olgudur. Kendi içerisinde mutluluğu, mutsuzluğu, dayanışmayı, birliği ve aynı pencereden bakmayı barındırır. Temel noktada bunların aile içerisinde kalması esastır. Paylaşmak, insanlar için yapısı gereği vazgeçilmeyen durumlardan biri olarak görünse de hangi konulardan ne kadar bahsedildiği oldukça önemlidir.”
Metin Karaahmetli – Dişil Yarada Yankılanan Sessizlik
“Kadına yönelik şiddet, yalnızca bireysel bir öfkenin değil; tarihsel, toplumsal ve bilinç dışı yapıların birleşimidir. Bu şiddeti çözümlemek için yalnızca hukuka değil; dile, ruha ve mitolojiye de bakmak gerekir.”
Doğan Alkaç – En Son Ocak
“Çocuklarımıza nasihat etmekten çok davranışlarımızla ulaşmamız, onları dinleyip onları hissettiğimizi görmeleri, önce sınıflarda sonrasında okulda ve nihayetinde evlerde dolayısıyla toplumda sosyo-kültürel dönüşümü başlatacaktır.”
Prof. Dr. Şerif Ali Bozkaplan ile Söyleşi
Dilimizin Zenginlikleri, Türkiye Yüzyılı Maarif Modelini tam anlamıyla tamamlayan projelerden biri. Türkçenin en güzel örnekleri ile öğrencileri buluşturan etkinlikler, yarışmalar, projeler Dilimizin Zenginlikleri ile ulaşıyor öğrencilere. Buca Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Şerif Ali Bozkaplan ile bu projeye dair yapılan söyleşi yer alıyor. Sorular; Ali Gezmen’den.
“Türkçe, moda tabiriyle söylemek lazım gelirse flaş yani kırmızı çizgimiz. Dil olmadan milletin varlığının olamayacağını tarihî hadiseler bize gösterdi. Dil, din ve tarih üçgeninde önemle durmak gerekiyor.”
“Dilimizin Zenginlikleri” Millî Eğitim Bakanlığının bir sloganıydı ve bir konferanslar dizisiydi. Ben de İzmir İl Millî Eğitim Müdürlüğündeki öğrencilerimin bana ulaşmasıyla, bu konuda benden yardım istemesiyle projeye dâhil oldum. Bir iki yıl boyunca epey konferans verdik. 2024’te altı liseyi dolaştık, epeyi çalışma yaptık.
“Tercüme bakımından da Türkçenin kuvvetli olması lazım. Türkçeyle bilim yapıldığını biz 1000 yıl evvelinden biliyoruz. Uygurlar Döneminde Sanskritçeden, Çinceden, Toharcadan, Soğdakçadan çevrilen eserlerin hem de dinî eserlerin gayet büyük bir hassasiyetle, büyük bir rikkatle, dikkatle çevrildiğini; hatta o yüzden binlerce ikilemenin kullanıldığını bugün çok iyi biliyoruz.”
Benlik Yumağını Çözmeye Hangi Ucundan Başlamalı?
“Benlik” üzerine yazmış Fatih Aydoğan. İnsan önce kendini tanıyacak. Kendini tanımayanın bir başkasını tanıması çok da mümkün görünmüyor. Benlik yumağını çözmek olarak tanımlamış bu süreci Aydoğan.
“Kendine yabancılaşan birey, içinde durmadan depreşen huzursuzluğu gidermek için gece gündüz dışarıda mutluluk nesneleri arayacaktır. Tükettiği her nesne kendisine kısa süreli mutluluk baloncukları sağlasa da asla doyurucu olmayacaktır ve daima daha fazlasına ihtiyaç duyacaktır.”
Çocuk Edebiyatı Nedir?
Çocuk edebiyatı, edebiyat alanlarının en hassas noktası. Çocuklar için yazmak sadece yazma eylemi değil, bunun yanında büyük sorumlulukları da olan bir alandır. Mahmut Dikili, çocuk edebiyatına dair yazmış.
“Çocukların bir birey olarak kabul görmesi; yaşadığı topluma uyum sağlayan, kültürünü gelecek nesillere aktaran, ana diline sahip çıkan, vatanını koruyan, çağa ayak uydurabilen kişiler demektir. Bu özelliklere sahip bireyler, ancak çocukluk döneminde sunulan nitelikli eğitim ve çocuğa görelik ilkesiyle hazırlanan edebiyat ürünleriyle yetiştirilebilir. Çocuk edebiyatı eserleri bu misyonu yerine getirebilecek en güzel ve en güçlü kılavuzdur.”
İskele’den Öyküler
Yusuf İskender Özsarı – Tohum
“Başlangıçta umursamadı. Zaten her şeye sahipti, neden bir sandığın peşine düşsün ki? Ama günler geçtikçe merakı arttı. Babasının neden böyle bir şey yaptığını düşünmeye başladı. Acaba içinde altınlar mı vardı? Yoksa paha biçilmez mücevherler mi? Yoksa tüm bağlarının bahçelerinin ve zenginliklerinin tapusu mu?”
Cem Kayar – Ses
“Mevsimlerden ilkbahardı. Hayatın en debdebeli, en tatlı ve en fazla özlenenen zamanı. Bu mevsim en mutsuz insana dahi yaşama aşkı, yaşama sevinci aşılıyor. Her şey, baharın her an kendini hissettirdiği bir sabah vakti başlamıştı.”
“İhtiyar saat gelişimi fark etmiş olacak ki daha bir gürültüyle tık tıklarını birbiri ardına sıralamaya başladı. Ne var ki ben uyumalıydım. Uyumak, yaşamın en esrarlı yönlerinden biri. Uyumak zamansız ve mekânsız uyumak…”
İskele’den Şiirler
Dikenleri sevmeyi de bilmeli
Gül telakkisiyle
Zira dikene su vermiş gül hatırına Fuzûlî
Gülden terazi tutmuş, gülü gülle tartmış Nesîmî
Bir gülün biraz daha gül oluşuna dize kurmuş Hilmi
Duymasın sakın, kıskanır bülbül
Bülbül hele şakısın uzun uzun
Gül destanıdır,
gül!
Tülün Yangın
I- Güneş çekilirken,
karanlık ince ince sızarken
toprağa börtü böceğin telaşı düşmeden
kızıl bir akşamüstü
bir çiçek tarlasını seyreder gibi
seyretmek istiyorum
şu yetim dünyayı
Saniye Tetik
Bast hâli elbet yıldızları görürüm
Ay ışığı camdan bir kalbe vurur
Al bir gonca uykusundan uyanır
Titiz cümleler heyecanlı
O zaman bir çocuk okşar şefkatle anasını
Ev bark kuran dizelerin ortasında huzur
Kana kana içilmiş bir ömre bedel
Kelimeler cenneti
Mukadder Beyoğlu
Umut koydum adını
Çünkü geleceğisin ülkemin
Okuyup iyi insan olacaksın nihayetinde
Artık nasır tutmasın o minik ellerin
Sen sevilmelere layıksın
Her daim gülsün boncuk gözlerin.
Gülden Savaş
Geçip gidiyor yıllar ardı ardına
Büyüdüm sanırım
Değişiyor bakış açım
Adım atıyorum gerçek hayata
Yetişemiyorum dünyanın dönüş hızına
Küçüğüm sanırım
Acemidir kararlarım
Henüz toyum bu hayatta
Zelal Coşkun
Hece Öykü, sayı:129
Hece Öykü dergisi 129. sayısı ile selamladı okurlarını. Dergiye yeni eklenen bölümlerle Hece Öykü için günümüz öyküsünün süreli el kitabı desek yeridir. Sadece öyküler yok dergide. Öyküye dair temel ögelere dergide ulaşmak mümkün. Özellikle öyküde ilerlemek isteyen gençler için tam anlamıyla bir rehber, Hece Öykü. Cemal Şakar’ın Kuram Yorum bölümünde kaleme aldığı Söylenemeyenin Sadeliği yazısı tam da bu minvalde bir yazı.
“Öyküdeki anlatıcı, biz okurlara bir şeyler anlatabilmek için âdeta çırpınır durur. Buradaki anlaşma zeminin edebî birikim, öykü türüyle ilgili temel eğitim, ortak söz dağarcığı gibi asgari koşulları gerektirdiği açıktır. Bu koşullarda anlatıcı bir şeyi anlatmak için çırpınırken okur da işitir; buna diyalog diyebiliriz.”
“Dilin sınırına gelindiğinde metafizik bir gerginlik doğar. Söylenemeyen yine söylenemeden kalmıştır. Sözünü ettiğim sessizliğin yarattığı boşluklar söylenemeden kalana aittir.”
Öyküde Mimari- Boşluk
Handan Acar Yıldız öyküde mimaride bu sayı; boşluk temasını işliyor. Öyküdeki boşluğa dair detaylı bir inceleme yazısı kaleme almış Yıldız. Mimarideki boşlukla öyküdeki boşluğa dair önemli karşılaştırmalı tespitler var.
“Mimarideki boşluğa denk gelen, öykü akışındaki boşluk, yazarın anlatmadığı kısımdır. Metnin devingenliği açısından en önemli kısım burasıdır. Okur zihninde ihtimalleri artırır, seçenek sunar, kısıtlı hissettirmez. Yazar anlatmadığı kısmın işaretlerini verebilir. İmada bulunur.”
“Yazar, metninin kastettiğinin dışında, farklı şekilde anlaşılabilme riskini alabildiğinde, daha açık ifadeyle yanlış anlaşılabilme cesaretini ortaya koyabildiğinde söz konusu mesafeyi koymuş demektir. Gerekli boşluğu metnine yerleştirmiştir. Yanlış anlaşılma kaygısıyla gereksiz açıklamaların yapıldığı metin, doluluk oranının fazlalığı sebebiyle okurun hızlanıp çarpabileceği boşluğu var etmemiştir.”
Zorlayıcı İkilem
Abdullah Harmancı, Poetik Patika bölümünde öykülerin kitap olma yolculuğunu anlatıyor. Yaşanan süreç de bir öykü aslında. Bu sürece insanı zorlayan tutkular mı yetenek mi? İkilem çok sarsıcı ve zorlayıcı.
“Bir öyküyü veya kurmacayı oluştururken yani tamamlamadan önce, metnin yazdığımız bölümlerini yeniden okumamız nasıl gerekli ve faydalı ise seneler içinde ürettiğimiz metinlerin varlığı da bir o kadar tehditkârdır. Tehdit eder, zira yürüme alanımızı daraltır. Bazen bir öyküye başlayacakken vazgeçeriz. Zira ulaşacağımız yeri görmüş ve daha önce aynı zaferi kazanmış olduğumuzu hatırlamışızdır. Yani kendimizi yinelemekten korkarız.”
“Tutku çok güçlü bir motor gibidir. İkinci grup tehlikelidir. Yeteneksiz ama tutkulu kişiler başaramadıklarında sıra dışı işler yapabilirler. Hırsları onlara zarar verir. Birinci gruptakiler hızla ilerler. Elbette tutkularını çalışkanlıkla birleştirdikleri takdirde…”
Edebî Türlerin Sonu mu?
Her şeyin birbirine karıştığı dünyada edebiyat dünyamız da bu karmaşadan payını aldı. Türler de birbiriyle iç içe geçmiş bir hâl aldı. Tüm bu olan bitene türler arası geçiş demek mümkün mü, o da ayrı mesele. Emin Gürdamur, edebî türler ve türlerin birbiriyle olan ilgisi-etkisi üzerine yazmış.
“Türlerle terbiye edilen, okuma alışkanlığı türlerle çitlenen modern okurun böyle bir kitaplığı kabullenmesi şüphesiz kolay olmayacaktır. Yaygın kanaate göre bizler romanı roman, öyküyü öykü, şiiri şiir, denemeyi deneme olarak okumaya yatkın, daha doğrusu yatkınlaştırılmış zihinlere sahibiz. Peki, gerçekten böyle midir; roman sadece roman, öykü sadece öykü, şiir sadece şiir, deneme sadece deneme midir?”
“Türler arasılık, bir eserin kendinden önceki eserlerle alışverişidir. Tarihin herhangi bir döneminde meydana gelen yapıt, türler arası bir etkileşim zincirinin sonucudur. Edebiyat tarihi, hem eserlerin hem de türlerin birbiriyle kaçınılmaz münasebetinin tarihidir bir bakıma.”
Hece Öykü’den Öyküler
Ali Necip Erdoğan – Homo Nostaljcus – 1
“Treni kaçırabilirdim ve bu yüzden hiç kimseyi suçlayamazdım. Suçlamak da tuhaf bir fiilmiş. Mesela taşlamak, taş atmayı ve seri bir şekilde taş atmayı ifade ederken suçlamak suç atmayı ama seri bir biçimde suç atmayı ifade etmiyor. Etmez mi? Edebilir aslında, hem o suçlu hem bu suçlu diyebilirim. Hayır olmadı, burada suç tek, suçun atfedildiği kişiler çok. Taş da durum nasıldı? Şöyle, birçok taş var ama taşa tutulan tek. İyi de taşlar da birbirinin aynısı ya da benzeri…”
“Dokuzuncu Krallıktan başlayabilirim. La oğlum, madem rahat durmayacaksın o zaman Osmanlı İmparatorluğunu seçmek daha iyi değil mi? Bak bu da iyi fikir, Lale Devri mesela, görkemli. Bin yedi yüzler, Sadabad, hem Nedim’den şiirler de okuyabilirim, yürü serv-i revanım, gidelim Sadabad’a… O zaman ayağa kalkıp üç kere tekrar edelim, derinlik yok, derinlik yok, derinlik yok…”
Rüveyda Durmaz Kılıç – Bana Br Hâller Oldu
“Benim adım Gerşom. Aranızda adımı ilk kez duymuş olanlar vardır. Bu çok normal çünkü kutsal kitaplar, daha çok babamdan söz eder. Tanrı’nın babam için muradı tam olarak neydi, siz bunu kutsal kitaplardan okuyabilirsiniz. Bense bana bu ismi veren babamın, benimle neyi kastettiğini anlamakla geçirdim ömrümü.”
“Hikâyemi kimseye bırakmadım; unutulmaz karakterlerin estetik hilesidir bu. Yazar kahramanına isim seçerken dikkatli olmalıdır. Neye bir isim verirseniz, hüküm de o ismin sahibine geçmiştir artık.”
Mehmet Kahraman -Kendi Hâlinde ve Mutlu
“Bir işi son güne bırakmak kadar kötü bir şey yok. Gel gör ki o hatayı yaptım. Allah’ın geniş günleri dururken dar vakte sığdırmaya çalıştım. O da olmadı tabii ki. Benim fıtratıma ters bir kere. Kendimi biliyorum, her şeyi zamanında yapmam lazım yoksa sinir, stres, öfke, yorgunluk olarak tekrar bana dönüyor.”
“Randevuya gitmeden önce bütün evrakları kontrol ettim. Parayı yatırmıştım. Hanımın biyometrik fotoğrafını çektirdik, kimliklerimizi de alarak saatimizin gelmesini bekledik. Ben yakında pasaport aldığım için fotoğraf çektirmedim. Nasıl olsa biyometriğim vardı. Saatimiz gelince içeri girdik.”
Ayşe Ünüvar – Derin Körlük
“Yalnızlıkla sınandığı günlerden birinde onunla yeniden karşılaştı. Tam da yanında bir inşaat başlıyordu. Toprak derince kazılmış, kenarına taşlar yığılmış, kahve dikenlerinin tohumlarını serçeler sıyırmış, mahallenin dedikodu tayfası aynı subasmanın üzerine toplanmış, çekirdek çitleyip sakız patlatıyordu!”
“Beton kimsenin değildi ama herkesindi. Tatlı atışmaların yanında ağır kavgalar, dönülmez küslükler de çıkardı. Oldu olalı, bildim bileli görmediği kimse, duymadığı ses kalmadı bu beton kütlenin.”
Birgül Yangın Aslanoğlu -Yüreğimde Bağ Bozumu
“Anlamsızlığın düzleminde anlam arama çırpınışları beni aymaz bir çalkantıyla sürüklüyor. Bu öyle bir sürükleniş ki bir uçurumun kenarında avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum.”
“Bir mekâna girdiğimde ayakkabımın tıkırtısı onun daktilosunun sesiyle aynı ritmi tutturur. Buna rağmen gözler benim üzerimde olmaz hiçbir zaman. Birkaç cümlelik repliklerim ağzımda şekerli sakız. Değerimi iyi hatırlatıyor bana şekerli sakızlar. Tadı geçince “Puu!” Fırlat gitsin ağzından.”
Zübeyde Andıç – Kayda Geçirilmiş Yanılgılar Atlası
“Oturduğu masanın altından kendinden önce spor ayakkabıları konuştu müdürün. Kumaş pantolonun altına giydiği beyaz spor ayakkabılarıyla kurumun ağırlığından önce kendi ağırlığını hatırlattı. Jöleli saçlarının, kirli sakallarının ve birkaç aylık sporla yaptığı kaslı kollarının yansımasını karşısında duran televizyona bakarak kontrol etti.”
“Toplantıda alışılmışın dışına bugün de çıkılmadı. Kurumdan il milli eğitime yol olacak gündem maddeleri okundu ve maddelerin tek tek görüşülmesine geçildi. Müdür, aldı sazı eline ve kendisini bu konuda eleştiren, kurumda kendinden daha deneyimli birkaç öğretmenin bam teline dokundu.”
Nursultan Taş – Yedek Batarya
“Haşur huşur poşet sesleriyle uyanınca ilk iş sol yanımı yokladım. H yanımdaydı, gözünü açsa hatırlayamayacağı bilmem kaçıncı rüyasındaydı. Sese tekrar kulak kabarttım, giyinme odasında biri varmış da akşamdan kalan paketleri kurcalıyormuş gibiydi. İkimiz de aynı odadayken bu ihtimale pabuç bırakamazdım. Zaman zaman duralıyor, ritmini değiştirerek tekrar başlıyordu.”
“H’nin kollarında kalbimi dinlendirirken o yine dikildi karşıma, Hafazanallah, yüzünde yalanıma ortak olan bir gülüşle. Kendimi gördüğümü söylesem deli yerine koyarlardı. Gözlerimi kapatıp sarılmaya devam ettim. Delirdim mi diye düşünmedim.”
Ahmet Yılmaz – Zarf
“Göründü. Postacı sokağın başına durdu. Arkasında bulut var. Onun arkasında yüksek binaların hevesi. Balkondan bize soluklanıyorlar. Adam bacak bacak üstüne. Kadın elinde kahve fincanı. Benim beklediğimi nereden biliyorlar bilmiyorum. Bana gelecek olanı. Çok zaman çok çağ ötelerden.”
“Zarfı kapının altından sürmüş. Seviyorum bunu. Gizli şeyler gibi. İçerde olmadığımı düşünmesini sağladım. Komşulara sorsaydı kolaydı. Hayır, tuzağa alışıktı. O da bana acıyor. Uzaklarla ilişkime yakından eğiliyor. Genç daha. Otuz var yok. Saf da biraz. Bana dergiler getiriyordu eskiden.”
Hicret Birik – Değişmeyen Dönüşüm
“Katıldığım son seminerde sözü geçen bir profesör Nobel ödülleriyle ilgili bilgi veriyordu. Adamın hakkını yememek lazım, iyi araştırma yapmıştı. Son birkaç ödülün sahibi yazardan söz etti. Katılımcılardan birisi, profesöre, gelecek ödül sahibiyle ilgili tahmini olup olmadığını sorunca, profesörün verdiği cevap kafamda bir ışık yaktı.”
“Rüya gösterici robotlara, Doğa İnsanları Kabilesi ile ilgili bir rüya görmek istediğimi söyleyince içine uzandığım kapsülün kapağı anında kapandı. Neredeyse kör edecek bir ışığın içindeydim, midem bulanıyordu, öğürüyordum.”
Ayşe Şahin – Aztek
“Büyük savaşlarda hep galip gelen zengin mi zengin bir devletin kölelerinden birinin oğluyum ben. Adım Aztek. İnsana köle olduğunu bile unutturacak kadar güzel bir şehirdir benim yaşadığım.”
“Senede bir kez gördüğümüz güneşin altında saatlerce kurban töreninin bitmesini bekleriz. Nihayetinde oradan elinde koca bir keskin bıçak ile gaddar mı gaddar bir adam çıkagelir, kölelerden on iki tanesini sıraya dizer de tek seferde koparır bedenlerinden başlarını.”
“Kral’ın oğlu böyle değildir. Mahrum olduğu hiçbir şey yok biliriz. Ne güneşten ne aydan ne dolunaydan ne sağlıktan ne mutluluktan. Çopultepek şehrinde yerin altında ve üstünde ne varsa onlarındır. Canlarının istediği gibi verirler ve alırlar, kurban edilmeden yaşarlar. Yaşarlar, hep yaşarlar. Çopultepek şehrinde yerin üstünde ölen hiç yoktur biliriz.”
Emame Akman Harmancı – Seyfi’nin Altın Renkli Kör Yılanı
“Ensesinden göğsüne kadar inen altın renkli kör yılanı hafifçe yerinden oynattı. Cılız bir tıslama duyuldu. Yılanın parlak pullarla kaplı derisi kibirli bir ejderhanınkine benziyordu. Uğursuzluğu anımsatan çatallı dilini sakince Seyfi’nin yanağında gezdirdi.”
“O gece karısı bodrumu düzenliyor, atılacakları atıyordu. Seyfi’nin eski eşyalarını buldu. Köyden getirdiği şeyler, defterler, mektuplar… Kocasına verdi ayrıştırması için. Seyfi eski mektupların arasında hiç yırtılmamış bir zarf buldu. İçini açtı. Yıllar evvel, Seyfi büyük şehre gelip sanayide henüz iş bulmadan önce annesi tarafından yollanmış, sararmış bir mektuptu. Tarihe baktı. Annesi o mektuba atılan tarihten kısa bir süre sonra ölmüştü. Okumaya başladı.”
Sebilürreşad, Haziran 2025
Sebilürreşad dergisi, detaylı ve konuyu birçok yönden ele alan bir hac dosyası hazırlamış. Özellikle İslam coğrafyası, Filistin ve hac konularına dair önemli yazılar var dosyada.
Prof. Dr. Ebubekir Ceylan’in Takdimİ’nden
“Bu dosyada Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi’nden Sezai Karakoç’un Diriliş manifestolarına, Mehmet Akif’in iç yangınından Revânî’nin hicivlerle örülmüş hicranına, Osmanlı’dan bugüne uzanan bir hafıza ve idrak hat çiziliyor. Gazze ateş altındayken, Mekke’de yüz binler toplanıyor ama konuşmuyor. Bu sessizlik, yalnızca coğrafi değil, ahlaki bir suskunluk. Bu dosyada işte bu sessizliği duymaya ve yeniden konuşturmaya çalışıyoruz.”
Fatih Bayhan – Mehmet Akıf Ersoy’un Hac Telakkısı: Kalpten Kâbe’ye Bır Vahdet Yürüyüşü
“Mehmet Akif Ersoy’un hayatında hac ibadetine dair somut bir seyahat yer almasa da, onun düşünce dünyasında hac, en derin iz bırakan manevî çağrılardan biridir. O, bu çağrıya kulak vermiş, kalemiyle o yola düşmüş, şiirleriyle ümmeti yeniden Kâbe’ye çağırmıştır.
Hac, Akif için yalnızca bir ibadet değil, bir iman inşasıdır. Birliktir, adalettir, kardeşliktir. Ve onun “İstiklâl Marşı” da bu ruhun bir yansımasıdır: topyekûn bir yöneliş, bir kıyam, bir kıbleye sadakattir.”
Ahmet Akgül – Kudüs’e Ağlarken Ka’be’yı Terketmek
“Bilinmelidir ki; Hac bir farizadır. Tıpkı namaz gibi, şartlarına haiz her Müslüman’ın yerine getirmesi gereken İslamın beş şartından birisidir. Hac ziyarettir. Hac ticarettir. Hac toplanmadır. Hac buluşmadır. Hac sosyal-kültürel etkileşimdir. Hac nefis ve şeytana karşı Allah’a sığınmak ve Ona tabiiyetini fert fert ilan etmektir. Hac ümmetin bir araya gelerek birbirinden haberdar olmasıdır. Birbirinin duasına dahil olmasıdır. Dünya yıkılsa Beytullah çevresinde tavafın devam edeceği en kutsal mekândır. Haccın bunca manası varken sadece siyasete sabitlemek veya indirgemek, Haccın özüne vakıf olamamaktır.”
Zehra Görler – Osmanlı’da Hac: Devlet’in İrfan Diplomasisi
“Osmanlı ülkesinde her yıl hac farizası bizzat Sultan’ın katıldığı özel bir merasimle başlatılıyordu. Recep ayının 12’sinde törenler ve dualarla İstanbul’dan Mekke ve Medine’ye gitmek üzere tanzim edilen Surre Alayı (Surre-i Hümayun) Yıldırım Bayezid devri ve sonrasından 1915 yılına kadar kutsal topraklara gitmek üzere yola çıktı. Kafilede kutsal topraklara gönderilen devrin Osmanlı Sultanının bir tutam saçı, para, altın, hediye ve yardımlar, gül suyu, tütsüler ve Harameyn’de yaşayanlara gönderilen erzaklar bulunmaktadır.”
Kazan Tatarlarının Karakteri
Roza Kurban, Kazan Tatarlarının karakteri hakkında yazmış.
“Kazan Tatarlarının Rus işgalinden sonraki tarihleri işgalci Ruslar tarafından yazıldığı için kitaplarda Kazan Tatar kahramanlarına yer verilmemiş aksine Tatarlar “medeniyetsiz”, “pis”, “barbar”, “yamyam” olarak nitelendirilmiştir. İşgalciler ise “kahraman”, “kurtarıcı” ve “Tatarlara medeniyet getirenler” olarak lanse edilmiştir. Yüzyıllardır okullarda bu şekilde okutulan bu tarih, tarihi gerçeklerden uzak olan, yalan bir tarihtir. Günümüzde de Kazan Tatarlarının geçmiş tarihi yalanlarla doldurulmaya devam etmektedir.”
Bir Usta Halk Şairi : Abdurrahim Karakoç
13. ölüm yıldönümünde Abdurrahim Karakoç hakkında yazmış M. Atilla Maraş.
“Karakoç’u ilk defa nerde gördüm? Maraş’tan evcek Ankara’ya yeni gelmişlerdi. Sincan-Fatih semtinde ikamet ediyordu. Bir gün Ankara ‘Tren Garı’nın orda eşimle beraber durakta belediye otobüsünü beklerken birden önümüzden hızla gelip geçti. Muhtemelen bizi görmedi. Belli ki acele bir işi vardı. Kara kuru, zayıf bedenli bir adam. Eşime dönerek dedim ki, bak bu geçen şair Abdürrahim Karakoç’tur. Bizi görmedi, yoksa selam verir, hal, hatır sorardı.”
Yitiksöz’de Okuma/Eleştirel Okuma Dosyası
Yitiksöz dergisi 29. sayısında “Okuma/Eleştirel Okuma Dosyası” dosyası hazırladı.
Derginin Giriş yazısından…
“Harfleri ve sesleri tanıma sürecini iletişim dilinin zenginliklerinden yararlanarak kavrayan okur; duyduğu, gördüğü ve okuduğu her şeye bir anlam verme arayışına girer. Bu süreçte insanın bir yol göstericisinin bulunması okuma çabasında olan kimselerin merakını disipline eder. Keyfiliğin çekim alanına düşmekten korur. Derlenip toparlanma isteğinin zuhuruna imkân sağlar. Rast gele serpintilerin tuzağına düşmekten korur okuyanı.”
Okuma/Eleştirel Okuma Dosyasından
Vefa Taşdelen – Felsefi Okuma, Felsefe ile Okuma
“Zamanında okumak, hayatın karanlık yollarına doğru tutulmuş ışık gibidir. Montaigne, felsefenin bize hayatı ve güzel yaşamayı öğrettiğini, bu nedenle çocukların en az büyükler kadar, hatta büyüklerden daha çok felsefeye ihtiyaç duyduklarını söyler; büyükler zaten öğrenmişlerdir öğreneceklerini, şimdi asıl hayatı tanıması gereken çocuklardır.”
Sema Noyan – İnsanın Varlık Sırrını ve Kendi Hakikatini Okuması
“İnsan, dünya hayatında, bir rehber eşliğinde ezelî ve ebedî olan Mutlak Varlığa/ Allah’a kavuşmayı, tevhide ulaşmayı amaç edindiğinde kendi varlığının bilincine ve sırrına ulaşabilir. Bu hakikati İbnü’l Arabi, Yûnus Emre, Feridüddin Attâr, Hz. Mevlânâ, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş-ı Veli, Aziz Mahmud Hüdâyî, Niyazî Mısrî, Eşrefoğlu Rûmî, Erzurumlu İbrâhim Hakkı, İbrahim Halil Efendi, Ken’an Rifâi Hazretleri gibi nice mürşid-i kâmiller gerek vazifeleriyle gerekse tasavvuf yolunu anlatan eserleriyle dile getirmişlerdir.”
Necdet Subaşı – Okuma Sosyolojisi
“Okumanın temel işlevi bilgi aktarımıdır. Ancak, bilginin yalnızca metinden çıkarılması değil onun nasıl yorumlandığı, içselleştirildiği ve yeniden üretilmeye hazır hâle getirildiği de önemlidir. Bir metni okurken sadece sözcükleri algılamıyoruz; aynı zamanda o sözcüklerin ardında yatan anlamları, simgeleri ve bağlamları da keşfediyoruz.”
Beyhan Kanter – Osmanlı Kadınlarının Okuma Kültürüne Dair Notlar
“Osmanlı aydın ya da bürokratlarının eş veya annelerinin de, memur eş ve çocuklarının da belli bir kültür birikimine sahip oldukları görülmektedir. Devrin aydınlarının kızlarına farklı türlerde kitap okuttukları ve doğru imla ile yazmalarına ehemmiyet gösterdiklerine dair örneklerden biri, Namık Kemal’in kızı Feride’ye sık aralıklarla gönderdiği mektuplardır. Namık Kemal’in kızı Feride’nin özellikle babasının eserlerini okuduğu ve bunlar hakkında fikir sahibi olduğu Ali Ekrem’in anılarından anlaşılmaktadır.”
Fatih Köse – Batı’da ve İslam Dünyasında Kitabın Tarihi
“Batı dünyasında tıpkı Doğu’da olduğu gibi kitapların ve kütüphanelerin yok olmasının en büyük sebebi savaşlar ve yangınlar olmuştur. Siyasi ve dinî savaşlar özellikle mezhep savaşları kitap katliamlarının en önemli sebepleri arasında yer almıştır. 1492’de İspanya’nın İslam toprakları koyu Katolik Hıristiyan birliği tarafından ele geçirilince Müslümanlara ait yüzbinlerce kitabın yakılıp yok edildiği bilinmektedir. 1618-1648 yılları arasında Katolikler ve Protestanlar arasında gerçekleşen savaşlarda da birçok kütüphane tahrip ve talan edilmiştir.”
“Mehmet Narlı ile Söyleşi
Mehmet Narlı ile dosya kapsamında bir söyleşi yapılmış. Özellikle eleştirel okumaya dair önemli notlar var söyleşide. Sorular: Sercan Ceylan’dan.
“İnsan üretimi olarak edebiyat neyi kapsıyor? Elbette sözü kapsıyor. Ama unutmayalım ki bilim de felsefe de sözle yapılıyor. Ama ayırıcı noktayı işaret edelim şimdi. Edebiyatın sözü bilimi de felsefeyi de kapsıyor. Söz, her şeyi kapsadığı gibi edebiyatın form olarak biçimlendirdiği duyuşlar, görüşler, sezişler de insana dair her şeyi kapsıyor. Edebiyatla felsefe, sosyoloji, psikoloji arasında kurulan ilişkilendirmeler de aslında bu gerçekliğe işaret ederler.”
“Bir metni okumaya durduğunda, oradaki düşüncelerle, duygularla, yöntemlerle konuşmaya da başlarsın. Bu tam da eleştirinin başladığı andır. Bu durumda okur olarak ortada olduğun gibi eleştirmen olarak da kendini kurmaya başladığın andır. ‘Eleştirel okuma’ dediğimizin esası da budur zaten. Ama temel şartı unutmayalım: kendin olarak okumak. (İnsan kendi olarak okuyamayabilir mi? Evet, hem de hayli mümkündür. Belki ilerde değinirim) Eleştiri öldü mü diyorsun. Ölmez. İnsanlar, olaylar, kitaplar, metinler, yazarlar, üretenler var olduğu sürece eleştiri de vardır. Dahası, her yazılan roman öbürüne bir eleştiridir. Her yazılan şiir öbür şiire bir eleştiridir. İnsan konuştuğu sürece, ötekinin eleştirisidir.”
Sevgili Mevlâna İdris ile 35 Yıl
Selman Gemuhluoğlu, Mevlana İdris hakkında yazmış. 35 yıllık dostluğun sıcaklığını her satırından anlamak mümkün. Mevlana İdris’i tanıyıp da sevmeyen yoktur herhalde. Öylesine derinden bir gönül insanıydı o. Bir dost sıcaklığında anlatmış şairi Gemuhluoğlu. Dua ve özlemle.
“Daha sonra ev yemeklerinin de yapıldığı Eski Kafa adlı kıraathaneyi açmıştı. Mütemadiyen arkadaşlarıyla birlikte olmayı isterdi. Marmara ve Erenler’den sonra bu geleneğin devamından kendini sorumlu tutmuştu âdeta. Başka türlü ifade etmek gerekirse, o yeni bir Ziya Nur Aksun, yeni bir Nusret Özcan’dı. Herkesi kucaklıyor, topluyordu.”
“Seyahat etmeyi çok severdi. Düşünüyorum da yurt içinde hiç gezmedik. Arapgir, Andırın ve Maraş’a beraber gitmeyi düşlemiştik ama bir türlü kısmet olmadı. Yabancı ülkelere gittiğimizde sabahları erkenden mutlaka bit pazarı veya antikacılar çarşısına giderdik. Oralardan uygun fiyatlara aldığı eşyaları koyduğu çantalarının bir kısmı nedense kaybolurdu.”
Hüseyin Çolak’ın İlk Kitap Heyecanı
İlk kitap heyecanının bu sayıdaki misafiri Hüseyin Çolak. Kıyıya vuran ne varsa aslında içimize vuruyor. Bu kesin. Çolak, kitabının hikâyesini paylaşıyor okurlarla.
“İlkler; heyecan vericidir, tatlı telaşları barındırır terli avuçlarında. Mektup yolu gözlemektir, gurbet hüznü, sıla özlemi çekmektir. Bir annenin ilk doğum sancısına tanıklık etmektir. İlklerin, zamanla kayıtlı olmayan tulû vakti, hatırlandıkça kalbimize kesintisiz bir süruru iliştirir. Birinin ilk’ i olmak, ilki’nin ilk’ i olmak ne denli değerli ise bir şairin/yazarın ilk kitabının da müellifi için o denli kıymetli olduğu kanaatindeyim.”
“Kıyıya Vuran, aslında hepimizin bildiği gibi Eylül 2015 tarihinde Bodrum sahillerine cansız bedeni vuran üç yaşındaki Aylan Bebe’nin hikâyesinden esinlenmiş bir şiirin ismi. Kitabın adının Kıyıya Vuran olmasında ana sebeplerden biri bu. Bir diğeri içimizde sakladıklarımızın, özenle biriktirdiklerimizin günü geldiğinde kıyıya vurması, geçici olan menzilini terk etmesi. Bir tür sözün hicreti de diyebiliriz buna.”
Fikrin Yılmaz Savaşçısı: Roger Garaudy
Roger Garaudy hakkında yazmış Erol Çetin. Her yönüyle Garaudy’i tanımak için detaylı bir yazı kaleme almış Çetin.
“Müslüman birey güzel bakıyor, güzel düşünüyor ve güzel niyetleniyordu. Var olan her şey anlam ve değere kavuşuyordu İslâm’da. İşte Garaudy’nin hayran olduğu nokta tam da burasıydı. İslâm samimiyet diniydi. Varoluşa lezzet katıyordu. İslâm, Garaudy’nin hayallerini süsleyen her ne varsa onun gerçekleşmesini sağlıyordu. Onun için güzellik, Allah’ın kâinattaki her varlığı kemale erdiren eyleminin tezahürüydü (Garaudy, 2019:25). Kısacası hiçbir din güzelliğe böylesine bir değer atfedememişti,”
“Garaudy, sorunların farkında olan ancak sorunların içinde boğulmayan bir düşünürdü. Bu bağlamda insanlığın kurtuluşuna olan inancını hiçbir zaman kaybetmedi. Bu umudu besleyen en güçlü unsur ise İslâm’dı.”
Evin Çöküşü / Hafızanın Direnişi
Merve Şener, Mahmut Derviş’i yaşadığı dünya sürgünlükleri ile anlatıyor. Evsizlik, yurtsuzluk ve dünyanın seyyahı olarak yaşanan bir ömürden kesitler sunuyor Şener. Mahmut Derviş’in şiirinde, yazısında yer alan evleri anlatıyor.
“Mahmud Derviş, henüz yedi yaşındayken, doğduğu evi, uçurtmalar uçurduğu göğü, sokaklarında oynadığı köyünü, ailesiyle birlikte terk etmek zorunda kalır. Çocukluğunu yaşayamadan, sürgünün soğuk yüzüyle karşılaşır ve bir mülteci olmanın ne demek olduğunu çok erken yaşta öğrenir. Köklerinden koparılır, yakınlarını ardında bırakır, hayatta kalmak için Lübnan’a sığınır.”
“Mahmud Derviş’in şiirlerinde ev, tamda Bachelard’ın ev dolayımında kurduğu anlamlara yerleşir. Onun bütün şiirlerinin alt katmanında yedi yaşındayken koparıldığı ev imgesi vardır. Gittiği her ülkede, her evde, duvarları taşla kaplı olan anılarındaki o ilk yuvayı yeniden hatırlar. Doğduğu köy evini yaşamı boyunca geride bırakamaz. O ev, kimliğinin, anılarının ve aidiyetinin simgesidir.”
Yitiksöz’den Öyküler
Yıldız Ramazanoğlu – Geçip Giden Şeyler
“Anne tamam sen babanın has kızıydın. Oğullarıyla bir gün ayrı tutmamış, hakkaniyetten hiç ayrılmamıştı. Sana bir fiske vurmuşsa sonradan kendi özünü dövmemek içindi. Yemeği çayı kahveyi senden isterdi ki ataya hizmetin onuru sana kalsın. Kendisi sert söylese de kem söz eden ellere hemen cevabı yapıştırmış, seni göklere çıkarmıştı. İşten gelince cebinden çıkardığı çikolatalardan ağabeylerine ikişer veriyorsa sana da bir vermişti, bu senin kız olmandan değil, zayıf ve çelimsiz bir çocuk olarak bitiremeyip ziyan edeceğin içindi.”
“Öldü demeye utanmıyor musun? Babalar kolayına ölmez, daha mürüvvetimi bile görmedi. Dünyanın en iyi babası, arkadaşımla sinemaya gitmek için izin istedim diye dövmüştü ama alışsa mıydım o karanlık kuytulara. Babalar kızları için en iyisini bilir, beni kime verse, odur.”
Ayşe Bağcivan – Ayak İzi
“Bugün minibüste gidiyorum. Yol nasıl kalabalık ve yağmur nasıl yağıyor. Minibüsün içinde adım atacak yer yok, herkes üst üste. Kokanlar, konuşanlar, kulaklığından gelen sesin ritmine kendini kaptıranlar. Bir de teyzeler. Dik bakışlarını oturanların üzerine bırakan, kalk demeye çekinen ama gözlerini cesurca oturanların üzerine bırakmaktan da kendini alıkoyamayan teyzeler işte. Şoförün arada, arkalarda boş yer var, sesine sinirlenip söven delikanlı ergenler, onlar da var minibüste. Bir de ben.”
“Sofra da zehir oldu akşam da. Hepsi çekildi bir kenara. Hanım, kıza mutfakta bir şeyler yedirdi, odasına götürdü. Sofra hâlâ kurulu salonda. Ben koltukta oturuyorum. Dinmemiştim ama oturuyordum. Duvardaki saatin sesine dikkat kesildim. Başladım yine sıfırdan otuz dörde saymaya. Yirmi bir, yirmi iki derken hanım sesledi yine. Duymamış gibi devam ettim içimden saymaya. Yine sesledi, yanıma geldi, dikildi. Kahve yapmış, onu uzattı.”
Gülçin Yağmur Akbulut – Balkon
“Bazen insan da ikiye bölünür. İkiye bölündüm ben de. Balkondan öncesi ve balkondan sonrası. Ayrılık şafağı nasıl da soğuk, nasıl da karanlıktı. Eylüldü. Bahçemizde bulunan ağaçlar kadar çıplak, kasabamızdaki Mastar Dağı kadar yalnızdım giderken. Aklımda hâlâ balkondan el sallayan gözü yaşlı bir genç kız fotoğrafı.”
“Kızdı, suçladı. Güneşin buluta olan yansımasıydı gidişim anlamadı. Kırık bir kapı aralığından dünyama sızan ışıktı kazandığım fakülte, görmedi. Sancımı azdırdı, yaramı kanattı sözleri. Evlatlıktan reddetti. Anama ablama Şahan’ı hasret bıraktı. Çiftçi olmak yerine ünlü bir cerrah olmaktı tek isteğim. Niçin bana destek olmadı ki babam?”
“Yerimden kaldırarak sorgusuzca kendisini takip etmemi istedi arkadaşım. Issız bir patikanın dar büklümlerinde yürüyor gibiydim. Kasaba hastanesinin merdivenlerinden çıkıp koridorun en sonundaki oda kapısının kolunu çevirdi. Kalbi duran bir adama kalp masajı yapıyordu meslektaşlarım. Ölüm saati 15.00 diye bir ses yükseldi hastane odasından.”
Emame Harmancı -Saman Balyalarının Günahı
“Yol kenarındaki kurumuş tarlaları, o hastalıklı sarı rengi görmemek için gözlerim kapalı. Birkaç saatlik yoldan sonra, yarı uykulu yarı uyanık vardım ilçeye. Taziye evinin kapısında onlarca ayakkabı karşıladı beni. Avluda koşturan çocuklar, içeri girip çıkan delikanlılar, uğurlanan misafirler, yeni gelenler… Hayatta kalanlardan biri olmak bu keşmekeşi yadırgamamayı gerektiriyordu.”
“Rüyalar cehenneminde saçımdan tutup sürüklüyor beni, kimseye anlatmayayım diye de tehditler savuruyor. Saman balyalarının arasına fırlatıyor cılız bedenimi. Esmer, çirkin elleri pantolon kemerine davranıyor. Çiçekli basma eteğimin, mavi örgü yeleğimin renkleri bir bir soluyor utançtan. Sakın kimseye anlatayım deme!”
“Sızlayan yerlerimizi umursamadan eve yürüyorduk. Tenime değen ateşin izleri içimdeki çağlayanı dizginleyecekti belki de. Bilmiyordum. Ama yangının hızla büyüyen hareleri geceyi aydınlatırken bedenimden cerahat akıp gitmiş gibi duruluyordum.”
Yitiksöz’den Şiirler
Fotoğrafa bakıyoruz; Büyük Adam’ın
fotoğraftaki o büyük duruşuna; baktıkça
nasıl da çoğalıyoruz bir bilseniz: ellerimiz,
dillerimiz.. ve dillerimizden akan sözcükler
bir çırpıda gidip geliyor bin yılların ötesine;
kalkıyor kulaklarımızdaki bütün ağırlıklar
çekiliyor gözlerimizden perdeler; bir hoşluk
peyda oluyor dört bir yanımızda
biz durmadan çoğalıyoruz
ve sığmıyoruz İstanbul’a
Adem Turan
yeni bir ritim başladı ülkede
telefon kulübesinde sesini beklediğim kız
özal öldü dedi. sonra, kapattık dedi. izleyici yok dedi. yutkundum
titanik çekilmeden üç yıl önceydi
hayat ne fırsatlarla doludur bilemiyor insan
elimde üç jeton daha vardı
annemi aradım baban öldükten sonra diye bir söze girdi
seni daha çok özler oldum. üç jetonluk yutkundum
annemin ölmesine daha çok vardı oysa
cağaloğlu’ndan çıktım
Bünyanin K.
akşamı fena kesiyor trafik: çatır çutur
kaptır kendini suya ama dur kaptırma
mahalleden tanıyorum yağmuru
kupkuru yağıyor bazı insanlara
bazı insanlara halay çekiyor
bazı türkülerde zurna
zapt edilmez içteki kuyu
zapt edilmez ceylandır uzaklara doğru
Cafer Keklikçi
ve oksijen aldıkça
ve karbondioksit verdikçe
kanım deveran edip kirleniyor
ve seni hatırlayan kalbimden geçip
tekrar temizleniyor o kırmızı sıvı
seni unutmak için çırpınan
vücuduma dönüyor
tekrar ve tekrar kirlenmek için
her nefeste
Suavi Kemal Yazgıç
şehre uzaktık dağlara yakın yankısı bol
tenhaları toplayıp gölge yapardık başımıza
atların en güzelini sayıklardık dereden geçerken
balık tutardık sonra salardık ellerimizle usulca
Yunus Emre Altuntaş
Durun dinlenin biraz dakikalar
Ana tutunmalıdır biraz da
Bir tren istasyonuyum evet
Trenlerin terk ettiği
Vedaların yıllarca kirlettiği
Ve biliyorum ki
Durmuş bir saatin hüznü, üzerimdeki.
Seher Özkök
bil ki
her iltica senin feleğindir
illa ki iyidir sükûtla sükûn
sarıl iç sütununa /yıkılma
Ol’u bulmak mutlaka diriliştir
Yasin Mortaş
Gazze…
Adın ağıt gibi titrer dudaklarda.
Her kurşun bir çocuğun rüyasını deler,
Her patlama bir annenin yüreğini.
Ama yine de umut büyür sende,
Bir zeytin dalının inadıyla.
Her çocuk bir çiçek,
Her çiçek bir dua.
Süleyman Çoban
Biraz yeşeren dalımızı kırıyorlar
Biraz güneş gören penceremizi
Gülü dikeniyle dostu derdiyle seven
Kalbimin eski perdeleri savruluyor
Miğferleri kaybolmuş ateş böcekleri
İçimize sızarak akıp giden zaman
Buradan sen mi geçtin
Dağı yontarak bir heykel yaraladın
İbrahim Gökburun