Türk Edebiyatı- 601. Sayı

600. sayısını geride bıraktı Türk Edebiyatı dergisi. Yeni bir döneme girdi diyebiliriz. Nice sayılara ulaşmasını diliyorum.

601. sayı İskender Pala söyleşisi ile başlıyor. Pala’nın yeni romanı Aşk Hikâyesi merkezli söyleşinin soruları Enver Akyol’dan. Yeni romanına dair notların yanında roman yazma hazırlıkları üzerine notlar da paylaşıyor Pala. Tarih romanı yazmanın incelikleri, hazırlık dönemi gibi ayrıntılar var söyleşide.

“Tarihe dair bir şey yazacaksanız karşınızda birkaç zorluk vardır. Öncelikle yazdığınız dönemin dilini, coğrafyasını, gündemini, sosyal hayatını, gelenek ve töresini araştırmanız gerekir. Mesleki birikimimi divan edebiyatı üzerine yoğunlaştırmış olmam bütün bu hususları bana bir parça kolaylaştırıyor. Yine de romanlarıma mekân edindiğim şehir ve yerleşimlerin hangi zaman diliminde nasıl bir demografik yapıya sahip olduğunu araştırmayı ihmal etmiyorum. Romanın geçtiği zaman diliminde konuşulan Türkçenin özelliklerini kaybetmemesi de önemli. Bilhassa hitap cümlelerinde, kişiler hakkında kullanılan lakaplandırmalarda, meslek isimlerinde, kalıplaşmış hitaplarda, teşrifat ve gündelik hayat deyimlerinde dönemin dilini yakalamak gerekir.”

“Osmanlı coğrafyasında gezinerek bu isimleri tarihimizdeki biçimleriyle kullanmayı tercih ederim. Bu bakımdan tarihi yer isimleri sözlükleri başucu kitaplarım arasında durur. Mamafih okuyucunun zihninde soru işareti oluşturacak isimler olduğunda ya günümüzdeki karşılığını da vererek yahut bir münasebet düşürüp başka milletlerin orayı hangi isimle andıklarını roman kahramanlarından birine söyleterek olayların geçtiği yeri anlamasını sağlarım.”

“Ben insaniyet kavramının izini dolduran erdemleri önemsiyorum. Allah insanı bu erdemlerle yaratmış. Yani hamurumuzda iyilik, çalışkanlık, dürüstlük, gülümsemek, sevmek, dostluk vb. erdemler var. İnsaniyetin içini dolduran bu değerlerden uzaklaştıkça acı çekiyoruz ve çevremize zarar veriyoruz. Aşk, bütün bu erdemlerin hepsini içinde barındıran, hepsinden bir miktar alarak var olan bir duygu. Aşıksanız maşukun huzurunda kötülük yapamazsınız, tembellik edemezsiniz dürüstlükten ayrılamazsınız, gülümsemeyi bir kenara bırakamazsınız, düşmanlık hisleriniz kabarmaz, herkesle geçimli olursunuz vs. vs…”

Bir Devri Şairiyle Anlama Denemesi

Şairler yaşadıkları dönemin aynasıdır. Genel anlamda sanatçılar için de bu ifadeyi kullanabiliriz ama şairlerin hayata bakışındaki şairanelik, yaşanan dönemi de okuma gibi bir durumu da beraberinde getirir. Çağın gereğine uyarak kendini yeniler şairler. Cumhuriyette olduğu gibi. Değişen Türkiye’de şairlerin hem şiiri hem de rolü değişmiştir. A.Yağmur Tunalı, cumhuriyet dönemini ve sonrasını şairler üzerinden değerlendiriyor. Daha sonra, Faruk Nafiz Çamlıbel’i ele alıyor ve onun şiirini ayrıntılı olarak işliyor. Çamlıbel, tam tekmil bir şairdir. Yazdığı şiirlerle hem Anadolu insanının ruh hallerini, yaşantısını ortaya koymuş hem de yazdığı birbirinden değerli aşk şiirleriyle bugün bile dillerden düşmeyen eserler ortaya koymuştur.

“Edebiyatımızın gözde isimleri bu yeniden kuruluşun merkezinde yer aldılar. Hem eserlerini vermeye devam ettiler hem de devlet içinde çeşitli görevler yürüttüler. Yahya Kemal (Beyatlı), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) gibi birçok isim büyükelçilik etti. Ahmet Hikmet (Müftüoğlu) Dışişleri Bakanlığı müsteşarı oldu. Kemâleddin Kâmî (Kamu) Dil Kurumu’nda ve çeşitli kültür işlerinde çalıştı. Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Türk Ocakları reisliği yanında bakanlık ve büyükelçilik etti. Halide Nusret (Zorlutuna), Enis Behiç (Koryürek), Faruk Nafiz (Çamlıbel) gibi isimler öğretmendiler. Dergi çıkaranlar, yeni devletin ruhuna birkaç alanda birden hizmet edenler oldu. Yakup Kadri’nin başında bulunduğu Kadro, Halkevleri’nin dergisi Ülkü yarı resmî yayınlardı. Millî Eğitim lokomotifti, çalışmaları merkezdeydi. Bunların dışında farklı eğilimlerde dergiler, kitaplar, şahıslar ve dernekler eliyle yönlendirilen kültür hareketleri yürütüldü.”

“Faruk Nafiz, böyle bir dönem monografisi için seçilecek en öndeki isimlerden değildir. Fakat edebiyat açısından bakarsak öndekilerdendir. Yine de onu, kendi devri içinde bir yere yerleştirmek istesek kendi bakışından çok çevrenin bakışına ihtiyacımız var. Edebiyatımızın en yüksek bir döneminde çıkmış, çok yazan (velut) bir şairdir. Manzum tiyatro eserlerini de şiir çerçevesinde değerlendirmek lazım gelecek. Ele aldığı konular itibariyle devrini yansıttığı açıktır. Anadolu havasını edebiyata taşıyanlardandır. Millîliğin yerli hayatı ve insanı vermesi gerektiği dillendirilen, Türklük duygusunun yüceltildiği anlayışın içindedir.”

“Faruk Nafiz, bizim edebiyatımızın yüzyıllık döneminde aşk ve tabiat şiirleri söylemekte en önde gelen isim sayılsa yeridir. Kadın sevgisi, çocuk sevgisi, toprak sevgisi taşan şiirleri onlarcadır. Aşkı her türlü duygu hâliyle ve yansımalarıyla söylemek bakımından özel bir şairdir. Kıskançlığı onun kadar keskin anlatan aransa az bulunur. “Kan tükürsün adını bensiz anan dudaklar/Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun!” derken yakıp yıkan bir bomba gibi beddua eder.”

Erkeklik, Cumhuriyet ve Roman

Türk Edebiyatı’nda geçen ay işlenen cumhuriyet ve edebiyat konusu bu ay da devam ediyor. Bülent Sayak, “Erkeklik Yazıya Dönüşünce: Erkeklik, Cumhuriyet ve Roman” başlıklı yazısında cumhuriyet dönemi edebiyatındaki erkek egemenliğini hem eserler hem de yazarlar bağlamında ele almış.

“Savaşçılık, koruyuculuk, milliyetçilik, güçlülük, aydınlanmacılık gibi ulus devlet değerleri erkeklikle bağdaştırılır. Başka bir ifadeyle iktidar; erkek ağzından konuşturulur ve muktedir bir erkek olarak tahayyül edilir. Tahakküm ilişkileri cinsiyet söylemine bağlı biçimde oluşturulur. Erkek kahramanlara ve erkekliğe yapılan bütün bu vurgular, dönem romanına dair soruların erkeklik kurgularından hareketle cevaplanabileceğini düşündürür. Bu bağlamda 1923-1938 arası Türk romanını inkılâpçı erkeklerin ve yeni erkeklik düşüncesinin hikâyesi olarak tartışmak gerekir.”

“Erkekliğin sınır ve yasa tanımlayıcı bir iktidar biçimi oluşu, dönem romanlarında sıklıkla denetim söylemi üzerinden pekiştirilir. Hüküm Gecesi, Sodom ve Gomore, Halas, Cephe Gerisi, Düşkünler gibi örneklerde milletin işgale ve ahlaki çözülmeye uğraması, eril denetimin yokluğu/kaybı ile gerekçelendirilir. Dolayısıyla hegemonik/inkılapçı erkeklerin idare ve kontrol yetkesini ellerinde bulundurmaları, toplumsal düzenin devamlılığını sağlayan bir teminat olarak görülür ve içselleştirilir.”

“1923-1938 yılları arasında yayımlanan romanlarda eril iktidar, erkeklik temsillerinin yanı sıra kadınlık anlatısı üzerinde de belirleyici olmuştur. Erkek otoritesinin kadın kahraman söylemi üzerindeki etkisi ataerki ile pazarlık kavramı etrafında anlam kazanır. Aliye (Vurun Kahpeye), Zeyno (Kalp Ağrısı, Zeyno’nun Oğlu), Narin (Cephe Gerisi) ve Gülseren (Aşkım ve Izdırabım) gibi kahramanlar cinsiyetçi rol ve değer ayrımını içselleştirdikleri ve makbul ‘kadınlık’ beklentilerini karşıladıkları için sosyal statü ya da mutlu bir aile hayatı ile ödüllendirilir.”

Kitle İnsanı

Akşın Yenisey, kitle insanı üzerine yazmış. Toplumun içinde var olan gruplar bir canlılık arz eder. Topluluk halinde yaşamanın kurallarına uymak ya da uymamak kişisel bir tercihtir ama mevzu kitlesel olunca işin boyutu da değişir. Kitle olmak ortak hareket etmektir. Kitle insanı da kendiliğinden meydana gelen bir oluşumdur. Yenisey, kitle insanına eleştirel bir bakış açısı getiriyor. Tarihsel süreç de yazının temelini oluşturuyor.

“Kitle insanı (adından da anlaşılacağı gibi) topluluk hâlinde canlıdır. Yalnızlık onun ölü hâlidir. Bu yüzden her zaman çevresinde kendisini destekleyen ve ona kendini adamış birilerini arar. Bu anlamda onu vücuttaki bir kanser hücresine benzetilebiliriz. Kitle insanı bir tür kötü huylu sosyal tümördür. Tıpkı kanser hücrelerinin vücuttaki sağlıklı hücrelerin yerini alıp onları sıkıştırarak yok ettiği gibi kitle insanı da toplumda güçlendikçe, aklı başında insanlara saldırır ve onları yok etmeye kalkışır.”

“Hiçbir zorluk çekmeden büyük grupların üyesi olabiliyorlar, kendilerine sunulan önceden hazırlanmış kimlikleri kolaylıkla kazanıp kullanabiliyorlar: Şii, Sünni, ateist, feminist, kozmopolit, küreselci vb. kitlelerin üyesi olmaları için telkine uymaları, taklit etmeleri, söylenenlere şüphe duymadan inanmaları yeterlidir. Kervan mı gördün, saldır; aslan mı gördün, koş! Hazır bir kimlik edinmiş kitlelerin, potansiyel suçlu olmalarının yanı sıra potansiyel mazlum olma olasılıkları da mümkün. Kitlelerin duyguları fanatik ve basittir.”

“Hayvandan farklı olarak insan aynı zamanda tarihsel bir varlıktır, bilinçli olarak hem içinde yaşadığı tarih tarafından değer görmek hem de günlük yaşamda olduğu gibi tarihte de kendini kanıtlamak ister. Bu olmadığında, tıpkı bazı insanların bir köşeye çekilip ruhsallaştıkları gibi diğerleri de ortalarda dolaşıp hayvanlaşır. İkincisinde, yani onu seçmeyen tarihten intikam almak için kitle insanı olmaya soyunanlarda tarihe karşı köle hıncı doğar.”

Huzursuz Şair: Ziya Paşa

Tanzimat döneminin önemli şair ve yazarlarındandır Ziya Paşa.  Terkîb-i Bendi, Zafernamesi ve diğer eserleriyle adından söz ettiren Ziya Paşa’nın eserlerindeki huzursuz ruh hallerini yazmış Şaban Kumcu.

“Varlığın yüzüne bile bakmak istemeyen Akif Paşa’ya karşılık Ziya Paşa, kâinatı ve insanı uzun uzun seyreder. Fakat bu temaşa onu memnun etmez; şaşırtır, isyan ve inkârın eşiğine kadar götürür. Sonuçta hissettiği derin hayret duygusu onu ezer, aciz bırakır ve o, bu acz içinde Allah’ın önünde diz çöker. Ziya Paşa’yı varlık aleminde en çok hayrette bırakan şey, yıldızların ve dünyanın yapısından ziyade, hayatın bir bilmece oluşu, insan hayatında şahit olduğu tezatlar ve her tarafta galip gelen kötülüklerdir. Onu karakterize eden en mühim nokta, kâinat ve insan karşısında derin, kuvvetli ve sonsuz bir hayret duygusu hissetmesidir.”

“Ziya Paşa, tam mutasavvıf değildir. Fakat tasavvuf düşüncesini ve bazı davranışlarını benimsemiştir. Terkib-i Bend her şeyden evvel bu adalet fikrinin şiiridir. Bu yoldan, daha derin bir insan duygusuna, insanlık fikrine, hatta merhamete kadar gider. Böylece Ziya Paşa’nın insanla ilgili düşüncesi mesuliyet fikrine varır.”

“Her ne şekilde olursa olsun, Ziya Paşa, Terci-i Bend’in unsurları olan problemlerle senelerce beraber yaşamış, yavaş yavaş onları kendisine şahsi bir azap yapmıştır. Onlarla adalet ve insanın sorumlulukları meselesinin eşiğine kadar gelmiştir. Bu düşünceler, hemen hemen büyük Rus romanının kendi zamanındaki hareket noktasıdır. Bundan dolayı “Terci-i Bend” kendisi için olduğu kadar, devri için de önemli bir belgedir.”

Türk Edebiyatı’ndan Hikâyeler

Zeki Bulduk – Gazzeli Çocuk

“Tüm çocuklar birbirine benziyordu. Masmavi gök gözleri vardı kızların. Zeytin karasıydı oğlanların gözleri. Limon gibi bakıyorlardı. Dudakları ise karpuz gibiydi. En çok da zeytin ağacı gibi dal budak sarıyorlardı sokakları. Kimse onları kapalı kapılar ardında, bahçelerde, duvarların ardında tutamıyordu. Gür bir zeytin ağacının üzerindeki yeşil zeytinler kadar çok ve güzeldiler.”

“Geceleri sadece kâbuslar gören çocukların ülkesinde ilk kez bir çocuk rüya gördü. Gazze şeridi boyunca koşarak bugün bir rüya gördüm, diye bağıra bağıra koşmaya başladı. Diğer çocuklar da onun peşinden koşmaya başladılar. Rüya görmemişlerdi hiç. Ve ilk kez içlerinden bir çocuk rüya görmüştü. Sahil boyunca yüzlerce çocuk bir rüyayı paylaşmak için koşuyorlardı.”

“Az önce kavga ettiği arkadaşına şeker uzatan, “Küsme la!” diyen çocuklardan. Tamam, sekiz yaşında. Okula gitmiyor. Çünkü okul bombalanmış. Yatağı biraz konforsuz. Ev zaten kendilerinin değil. Bombardıman yapılan mahallelerden uzakta harabe bir binanın içine sığınmışlar. Eğer bir yolunu bulurlarsa Refah Kapısı’ndan Mısır’a geçecekler.”

Ayşe Ünüvar – Deli Vişneler

“O gece ay hilaldi. Gündüz gözü ile alacaklarını aldı, koyacaklarını koydu yoluna devam etti. Sanayiye vardığında arabayı boşaltırken patron ile yanındaki küpeli gencin konuşmalarına kulak kesildi: Hanım diyordu, baklavalık yufka istedi. Çoluk çocuğa kraker, çikolata… Hiç çekemem şimdi! Senetler ibraz edilecek. İki tıra çıkış verilecek. Adamların burnu Kafdağı’nda. Deeee. De! Avrat evde naneli şeker ister! Karı kısmı rahat vallahi, herif getirsin onlar cukkalasın! Öğlene kadar fosur fosur uyusun, çarşıyı, marketi dahi herif kısmına havale ediverip işin içinden çıksın! Neyse neyse uzun etmeyeyim şimdi.”

“Çift egzozlu arabanın ön koltuğuna kurulurken, karısının umurunda bile değildi bunlar! Bir kadın ne ister? Kocası mutfağı boş bırakmasın, kadın kısmına karısını mahcup etmesin, istediği berbere gidebilsin, düğün derneğe kol kola girebilsinler, marka moda ne varsa düşünmeden kartına çektirebilsin, çocukların hocası, okulu, bakıcısı, takıcısı kadına yük olmasın, kadın giyinsin, süslensin, gezsin! Başka ne ister ki kadın? Hele hele o heriften dörtte çocuk doğurmuşsa! Evinin kadını olmuş, erkeğinin soyadını güvence altına almış, namusunu namusu saymışsa başka ne ister ki o kadın?”

Salim Nizam – Elma Kuşları

“Hoparlörlerden Kur’an’ı Kerim okuyan müezzinin sesi yükseliyordu. Bugün de cenaze vardı. Cenaze, kadına mı yoksa bir erkeğe mi aitti? Mezarlığın tam karşısındaki iki katlı, balkonunu mor salkım çiçeklerinin sardığı camgöbeği mavisine boyalı evin sokağa açılan dış kapısının önüne çıksa mutlaka bunu anlardı.”

“Babasının gömüldüğü gece çok korkmuştu. Evlerinin penceresinden mezarlığa doğru uzun bir süre hiç bakamamıştı. Korkuyordu Ali Hikmet. Ne zaman pencereden baksa, “Korkma Ali Hikmet’im” diyordu anası. Soğuk kış gecelerinde evlerinin tam ortasındaki demir sobada meşe odunları yanarken, üzerine elma kabukları koyarken ve odanın tavanına yansıyan kızıl ışığı seyrederken düşünürdü ölümü.”

“Anasının cenazesinde dayısı elinden tutuyordu sürekli, amcası başını okşuyordu. Saçlarını rüzgâr savuruyor, aklı rüzgârlarda dağılıyordu. Yeni kazılmış toprağın tümseğinde duran yeşil tabutun üzerine anasının mor çiçekli yazması bağlanmıştı.”

“Koştu Ali Hikmet, nefes nefese, hıçkıra hıçkıra, çamurlu sokakta koştu. İçinde örtbas etmeye çalıştığı son çığlık. Köşeyi dönmeden önce durdu, son defa dönüp baktı geriye. Bahçelerinde çamaşır teli boştu ve evlerinin bacasında elma kuşları yoktu.”

Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
Biz tekrar geldiğimizde Kudüs’e
Gülüşünde Akdeniz çocukların
Biz tekrar geldiğimizde Kudüs’e
Düşü tabir edilecek rüzgârın

Sevincine zeytin ağaçlarının
Atımızı bağlayacak melekler
Birden çözülecek taşların dili
Biz tekrar geldiğimizde Kudüs’e

Mehmet Aycı

Aydil der ki ay dile
Sözlerimi yay dile
Tanrıdan tek diledim
Sen alay alay dile

Aydil der ki hoyrat yaz
Türkmen Oğuz Bayat yaz
Men yazdım gönül coştu
Sen feryat feryat yaz

Suphi Saatçi

Irmağa anlatıyorum kendimi.
Nehir kanıyor.
Ama ben ırmakla söyleşiyorum.
Nehire ne oluyor?
Sen, sağa, sola çevirdin suyunu;
Benimkisi, bir kuyuya akıyor.

Tarık Özcan

Edebiyat Ortamı – Sayı: 95

95. sayısı ile yine dopdolu bir içerik sunuyor bizlere Edebiyat Ortamı. Dergi, Şeyh Ahmet Yasin’in “Allah’ım ümmetin suskunluğunu sana şikâyet ediyorum!” diye başlayan yakarışı ile başlıyor. Suskunluğumuz ne yazık ki devam ediyor. Ne yaparsak yapalım oradaki acılara merhem olmuyor bizlerin buradaki duruşu. Dualarımızdan başka bir şey ulaşmıyor kardeşlerimize.

Edebiyat Ortamı’nda yine söyleşiler ağırlıkta. Yeni kitabı çıkan isimlerle yapılan söyleşilerle dergi de destek oluyor şair ve yazarlara.

Furkan Çalışkan ile bir söyleşi gerçekleştirmiş Oğuzhan Öztürk. Kitapları, çalışmaları hakkında ayrıntılı notlar paylaşıyor Çalışkan.

“Şiiri bir faaliyet ya da meşgale olarak görmediğim için yaptığım işler veya aldığım eğitimle arasında bir gerilim oluşmadı hiç. Şiir, ilk gençliğimde bir tür görme daha sonraları ise düşünme biçimi olarak varlığımın dünya karşısındaki tesisine dair bir hayatiyet içeriyor.”

“Modern hayatın giderek hızlanması klişe bir tespit olarak masada duruyor. Oysa ben hayatın hızlanmadığını deneyimden arındırılmış tekrarların arasındaki süresinin kısaldığını düşünüyorum.”

“Entelektüel birikim ile entelektüel deneyim karıştırılıyor. Birikimin, deneyime dönüşmediği her düşünsel uğraş kısırdır. Hem gelenek hem kendi çağdaşlarımızla kurduğumuz entelektüel ilişki bir deneyime dönüşürse eğer katma değer haline gelir. Önemli verimler, yeni eserler böyle ortaya çıkıp kendi geleneğini inşa edebilir.”

Sedat Anar ile Romana, Öyküye, Müziğe Dair

İyi şeyler yaptığında gün gelir ve hak yerini bulur. Bu sözün vücut bulmuş halidir Sedat Anar. Müzik dünyamıza santuru tanıtmasının dışında mücadele dolu hayatının sonunda artık adından söz ettiren bir müzisyen ve artık o, roman ve öykü kitabı sahibi bir yazar. Gönülden yapmak, yüreğinin sesine kulak vermek ve en önemlisi de samimi olmak gibi kıstaslar buluşunda ortaya bir başarı hikâyesi çıkıyor.

Oğuzhan Öztürk’ün sorularını cevaplamış Anar.

“Hepimiz bu dünyadan geçip gidiyoruz. Geçip gidenin zaman olduğunu düşünüyoruz ama aslında geçip giden biziz, yani insanlar. Böyle bir zamanda müzik benim için sığınacağım bir liman oldu. Santurla Üniversiteyi kazandığım yıl bir arkadaşımın evinde karşılaştım. Büyülü bir sese sahipti benim için santur. Sonra da yollara düştüm. Her şeyi göze olarak üniversiteyi bıraktım İran yollarına düştüm. Türkiye’de santur nedir? Diye sorduğunda müzisyenler bile bilmiyordu. O dönemde bir elin beş parmağını geçmeyecek sayıda santur icra eden vardı. Dünya müziğine meraklıydım. İran’a gitmeden önce de sokak müziği yapıyordum ama santur yerine arkadaşlarımın grubunda darbuka çalıyordum. Dönünce devam ettim yine sokağa. Tam sekiz yıl boyunca sokakta çaldım. Yüzlerce anı biriktirdim. Müthiş dostluklar edindim.”

“Romanım ve öykü kitabım arasında bir tema akrabalığında söz edemeyiz. Hallerin Esiri romanım kurguyla haşır neşir olduğum zamanlara denk geliyor. Yani Sokaknâme kitabımda yaşadıklarımı anlatırken Hallerin Esiri’nde kurgu dünyasına girdim. O dönemde konser turnelerimden ötürü sürekli seyahat ettiğim için havaalanında kafede yazdım Hallerin Esiri’ni.”

“Yalnız roman ve öykü değil, portre, araştırma – inceleme, deneme tarzlarında da kitaplar yazdım. Toplam yedi kitap oldu. Öykü kitabımda gerçek hayat hikâyeleri olduğu gibi tamamen kurguladığım öyküler de var.”

“Mesela ben santuru gidip İran’da öğrendim. Yani baktım Türkiye’de icra eden ve ders veren yok. E yanıbaşımızdaki ülkede bizdeki bağlama gibi kullanılan bir çalgı. Tebriz’e gittim. Hocamdan santurun geleneksel icra şeklini öğretmesini istedim. Çünkü bir enstrümanın önce geleneksel çalım tekniği öğrenilmeli.”

İbrahim Selamet’le Söyleşi

Derginin her sayı dosya boyutunda ele aldığı isimler oluyor. Bu sayı İbrahim Selamet, kitapları ve mücadelesi ile dergide yer alıyor. Selamet, Kosova’dan Adapazarı’na göçen bir ailenin üyesi. Balkanlar ile bir gönül köprüsü kuran Selamet ile Prekaz kitabı merkezli bir söyleşi yapmış Sadık Yalsızuçanlar. Kitabı ve yazarını tanımak isteyenler için çok özel notlar var söyleşide.

“Prekaz, büyük Balkan fotoğrafıdır benim için. Edirne’nin öte yakasından başlayıp, Bosna’da Banja Luka’ya, Bihaç’a kadar uzanan coğrafyanın ortak hikâyesidir. Aslında, Prekaz kitabıyla Federal Sosyalist Yugoslavya’da yaşayan Osmanlı bakiyesi milletlerin, İslam aidiyeti olan Arnavut, Boşnak, Pomak, Torbeşler’in ortak kaderini anlattım. Balkan muhacirleri ve evlad-I fatihan için Türkiye’nin ne kadar değerli olduğu fikrini vermeye çalıştım diyebilirim.”

“Sadık Ağabey, beş asırlık Balkan tarihimizin kültür hazinesinde birikenlere göre Balkanlarda Türk edebiyatı biliniyor sayılmaz. İstiklal Marşı yazarımız Mehmet Akif’in babası Tahir Efendi Arnavut’tur. Kosova’nın İpek Şehrine bağlı Suşitsa Köyü’nde doğmuş, sonrasında İstanbul Fatih’e göç etmiştir. Mehmet Akif’in meşhur Safahât kitabının yetmiş yıl –bekletildikten- sonra Arnavutçaya çevrilmesi ibretlik bir durumdur. Oysaki Aziz Nesin, Kemal Tahir, Tevfik Fikret gibi dünya görüşü farklı yazarların kitapları uzun yıllar önce Balkan dillerinde basılmıştı.”

“Yeri gelmişken Kemal Tahir’in bir sözüne atıfta bulunmak isterim. Yazar, aslında yazmadıklarıyla yazardır. Belki de Svetlana’nın gözünden anlatılanlar, kimselerin bilmediği ya da bilenlerin söylemediği aşk yolculuğunun ve bizzat aşkın kutsallığına bir atıftır. Ariflerin diliyle söylersek, “men lem yezuk, lem ya’rif.” Tatmayan bilmez.”

Prekaz’iye Dair

 Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç Selamet’in Prekaz kitabı hakkında yazmış.  Yazının bir bölümünü buraya alıyorum.

“İşte bu ailelerden birisi olan Selamet ailesinin Kosova’dan başlayıp Sakarya’ya uzanan hikâyesini ailenin bir ferdi olan İbrahim Selamet kaleme almış. Dinlediklerini, gördüklerini, okuduklarını akıcı bir uslûpla yazılı hale getirmiş. Batıda mikro tarihçiliğin bir parçası olan aile tarihleri makro tarihçilik için mühim bir araçtır. Bizde de son zamanlarda bu çalışmaların çoğaldığını görmek ümit veriyor. Kitapta adları geçen aile ferdlerinden vefat edenlere rahmet, kalanlara selamet, yazarın kalemine kuvvet niyaz ederim.”

Recep Seyhan ile Söyleşi

28 Ekim 2023 günü aramızdan ayrıldı Recep Seyhan. Ne güzel abimizdi diyeceğimiz bir içtenlikle yaşadı, herkesi kucakladı. Yaptığı işin hakkını verdi. Sayısız talebe yetiştirdi. Hocamızı rahmet ve dua ile anıyoruz.

Onunla son söyleşiyi Fahri Tuna yapmış. Hayatından, öykülerinden, kitaplarından bahsetmiş Seyhan.  

“Yazmasam “var” olamazdım sanki. Yazmak varoluşumun bir gereği yani. Öte yandan her eser okuyucuya gönderilmiş bir mektuptur. Ayrıca öyküleri yazdığımız her öyküde öykü poetikamızın uygulamada bir karşılığı da oluşuyor. Bu da öykü yazmamızı tetiklemiştir.”

“Bir maddi beklenti olmaksızın ‘açık atölye’ gibi çalıştı o sistem. İçlerinde sokakta görsem tanımadığım gençler vardı. Bu mektuplaşmalar, sosyal medya üzerinden yazışmalar şeklinde gerçekleşti. O mektuplar, Kurmaca’nın Dili isimli kitabımızda yer alacak.”

“Çöp Kovasındaki Resimler, Avrupa’da öğretmen olarak bulunduğum yıllardaki gezi ve gözlemlerimi ihtiva ediyor. Bu kitap sıradan bir gezi kitabı değil, edebi bir metin olarak da değerli bulundu. Fakat alıcısını tam bulduğunu söyleyemem.”

“Bağımsızlık ve bağlantısızlık benim tabiatımda var. Risklerine rağmen memnunum. Çünkü bu tavır beni özgür ve özgün kılıyor.”

Sanat

Sanat, başlı başına bir umman. Ne kadar anlatılsa bir yerden eksik kalır. Çünkü alanı geniş ve yaşayan bir süreci de ifade ettiğinden sanatın sınırlarını çizmek zor. İsmail Kıllıoğlu, sanatı anlatıyor yazısında. Kökeninden, muhteviyatından, sınırlarından bahisler var yazıda.

“Sanatın en basit ve kullanılan tanımı hoşa giden ya da zevk veren biçimler yaratmak çabasıdır, yaklaşımı içinde olanlar da vardır. Buna göre, hayat, bir biçime girdiği nisbette sanattır. Kültürün ya da uygarlığın yerleşmiş düzensizliği, insicam kazandığı oranda bir sanat eseridir. Örf, teknik, kurum adına ne varsa, hepsi insan yeteneğinin (duygu, akıl, zeka ve sezgi) birikimidir. Sanatın alanıyla insanın hakim olmaya çalıştığı alan birdir: İnsanın içinde yaşamak zorunda olduğu madde ve hareket dünyasıyla kendiliğinden davranışlar ve rastgele isteklerle dolu iç dünya.”

“Sözgelimi okunulan şiirle, hikayeyle, romanla; dinlenilen müzikle, seyredilen bir film ya da tiyatro oyunuyla salt eğlenmeyi, hoşça vakit geçirmeyi amaçlamış olamayız. Okuduğumuz şiirle, hikayeyle, romanla; dinlediğimiz müzikle; seyrettiğimiz film veya tiyatro oyunuyla vb bir başka insan varlığının, başka insan bireylerinin hayatına, sorunlarına, kısaca duygu ve düşünme dünyalarına, onlara rağmen girip ortak oluruz. Eş deyişle, kendi varlığımız ve kişiliğimizden/bireyselliğimizden öteye adım atarız, duygu, duyarlık ve düşünme ilgimizin sınırını genişletiriz, yani kendimize rağmen kendimizi aşarız. Açıktır ki, bunun oyalayıcı, eğlendirici, hoşça vakit geçirici bir şey, bir durum olduğu, elbette söylenemez.”

Hegel’in Düşüncesiyle Etkileşim

Edebiyatın metafizikle olan bir bağı vardır. Bu bağ birçok eserde kendini açıkça belli eder. Bu tutum sanatçının tavrıyla da ilgili bir durumdur. Beste Bekir, edebiyatın metafizik arayışını Hegel’in düşüncesiyle etkileşim bağlamında ele almış.

“Edebiyat, insanın varoluşsal sorularını ve metafizik düşüncelerini işleme potansiyeline sahip bir sanat dalıdır. Yazarlar, eserlerinde evrenin kökeni, insanın yer ve amacı, ölüm ve ölümsüzlük gibi derin ve soyut konuları ele alarak metafizik arayışlara ışık tutarlar. Metafizik temalar, edebi eserlerde semboller, mitler, alegoriler ve felsefi düşünceler aracılığıyla ifade edilir.”

“Hegel, insan düşüncesinin bir tez, antitez ve sentez süreci içinde ilerlediğini savunur. Bu süreçte tez bir düşünceyi ortaya koyar, antitez ise onunla çelişir ve sentez ise bu çelişkiyi aşarak yeni bir düşünce ortaya çıkarır.”

“Kısaca edebiyat, insanın varoluşsal sorularını, gerçekliği ve evrenin doğasını anlama çabasını yansıtır. Hegel’in metafizik düşünceleri ise, edebiyatı derinleştirerek ruhsal arayışları daha etkileyici bir şekilde ifade etmeye olanak sağlar. Edebi eserlerdeki karakterlerin ruhsal evrimleri ve çelişkileri, Hegel’in tez-antitez-sentez diyalektiğiyle ilişkilendirilir.”

Edebiyat Ortamı’ndan Öyküler

Mehmet Şeker- İlk Tren

“İçimde, yıllardır hiç gitmeyen, kimi zaman başımı yastığa koyunca dumanının kokusunu duyduğum, tıngır mıngır ilerleyişiyle bir tren yolculuğu özlemi yatar.”

“Ah güney, ah doğu… Ah benim memleketim! Böyle, yönlerle söyleyince pek yavan duruyor. Halbuki ne şehirler var oralarda, ne kasabalar, köyler… Dağ başında, ıssızlık ortasında, gelip geçecek trenlerden ziyade etrafındaki dağları ovaları bekliyormuş gibi duran istasyonlar… Ağaçlar, ormanlar, nehirler, dereler, çayırlar, tarlalar, kıvrılarak uzayan yollar…”

Ömer Vural – Bir Resmin Var Oluşu

“Şehre girdiğimde ayaklarım beni varoluşuna odaklandığım ağaçlı, oyuncaklı, oturaklı bir parka götürüyor. Acaba diyorum son nüvesi mi doğanın. Sonra bu varoluşa birkaç öge ekliyorum. Biraz sanal biraz gerçek. Düşlerim, birkaç resim, tuvalim, paletim ve boyalarım. Bu sanal gerçekliğin dış dünyaya bakan yüzüne güneşli bir hava, hafif bir rüzgâr ekliyorum.”

“Çevrelerinde hiçbir şey kalmıyor. Dünya onlarla birlikte yeniden oluşuyor. Her gülüşle yeniden göveriyor ağaçlar her yükselişte yeniden doğuyor güneş. Ve ben orta boy ağaçlardan üçüncüsünün alttan dördüncü büyük dalında konuşlanmış -16. gününde- çayır tırtılı. Yerimi bozmadan kozamı örüp tuvalime yansıyan renkleri kuşanıyorum.”

Ramazan Kayaoğlu – Kemer Pantolon ve Hayat

“Kapının önünde bir süre bekledi. Belinden aşağı düşen pantolonunu yavaşça yukarı çekti. Kemerini bir delik geriden vurduğunda bile sanki nefesi kesiliyordu. Bu yüzden sürekli düşen pantolonuna yine aldırmadı. Bu işe o kadar alışmıştı ki pantolonunu çıkarıp eşofman veya pijama giydiğinde bile eli sürekli beline gidiyordu. Elini tekrar beline götürüp pantolonunu iyice çektiğinden emin olmak istedi. Bu kaçıncı kontrolüydü bilmiyordu ama nedense kemerine hiç güvenmiyordu. Belki de güvenmediği şey kendisiydi.”

“Arif, gözyaşları içinde ayağa kalktı. Büyük siyah poşeti eline alıp içindekileri odanın içine boşalttı. Sonra yere savrulan kemerleri tek tek toplayıp uçlarını birbirine bağlamaya çalıştı.”

Emame Akman Harmancı- Siyahın En Ortası

“Balkonda bir masa hazırlamıştı.

O sıcak yaz gecesinin buhranlı ve nemli havası yüzünden evin içinde oturmak büsbütün boğucu olacaktı. Kapı eşiğinden içeri adım atınca fark ettim ikisini. Evin içinde koşturan, küçük bir oğlan çocuğu. Ve yüzünü belli belirsiz seçebildiğim, çünkü sadece bir anlığına gördüğüm ve ardından mutfağa saklanan ürkek bir kadın…”

“Ömer, savaşın en çetin olduğu zamanda ve sivillerin vahşice, sebepsizce öldürüldüğü yerlerden birine nasıl binbir zorlukla ulaştığını anlatarak başladı sözlerine. Önce tek göz odalı bir ev bulmuş, sonra da çalışacak bir hastane. Orası direnişçilerin yatırıldığı ve bombalardan, silahlardan etkilenen sivil halkın getirildiği en büyük hastaneymiş.”

“Yüzümü Ömer’e çevirdiğimde onun çehresindeki ifadenin değiştiğini fark ettim. Gözleriyle sessizce Zehra’yı izliyordu. Benimkinden farklı bir biçimdeydi bu izleyiş. Merak, sorgulama veya toyluk barındırmıyordu.”

“Zehra’nın ıssız ve çorak kalbi bir gün ancak Ömer’in, kendi ruhundan damıttığı bir sevdanın suyu ile yeşerebilirdi.”

Fatma Nur Uysal Pınar – His

“His Yok var, dedi meczup. Yineledi, yok var. Etrafındakiler anlamadı. Aralarından biri eğlenircesine ispat et, dedi. Meczup, elini kalbine götürdü, gözlerini kapattı. Yok var, diye mırıldandı tebessümle, yok var…”

Sıddıka Zeynep Bozkuş – Alaca Aydın & Kör Şeytan

“Saat 03.00 olunca telaşla ayaklandı. Eyvah, dedi sabah olacak nerdeyse. Gece gece karanlıkta namaz kılınır mı! Dur ben en iyisi loş bir ışık yakayım, dedi kadın. Şu dizileri bu kadar merak etmeseydi ya. Maazallah çarşamba akşamları misafir filan gelir de bir bölüm kaçırsa meraktan deliye dönerdi, olmaz. Lambayı yaktı ve ellerini bağladı.”

“Yine secdenin aktörleri salınıyor. Baş rol kadın oyuncu her bölümdeki gibi kahkahalarla güldü bizimkine, el sallayarak kayboldu gözden. Nihayet selam veriyor bizimki. “ Esselamu aleyküm ve rahmetullah, esselamu aleyküm ve rahmetullah… Kilitli kapının kolunu indirdi. Kara kedi kapıda, mahcup ve küskün bakıyor. Gitti mis gibi halı. Hay aksi…”

H. Neşe Koçak – Üç Deyince Çık

“Tıp, tıp, tıp…
İşareti almıştı.
Mutfaktaki metal lavabonun içine, contası eskimiş musluktan üç damla su düştü.
 Üç demişlerdi. Üç olunca çık. Ama neyin üçü bilmiyordu.
Saat üçü göstermek üzereydi. Uzun sarı sarkaç üç kez salındı.”

“Olduğu yerde kıpırdamadan durdu bir müddet. Çevresine kulak kabartıp dinledi, çıt yoktu. Gözlerini tavanda gezdirerek düşündü. Ekmek dolabına uzanıp bir parça ekmek kopardı. Ekmeği üçe böldü, önemli bir görevi yerine getirir gibi ağır ağır çiğneyerek üç lokmada yuttu.”

“Ayağa kalktı, üç kez öksürdü, üç kez burnunu kaşıyarak kapıya yöneldi. Tam kapıyı açtığı anda annesiyle karşılaştı. Yaşlı kadın, oğlunun yüzündeki ifadeden bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. “Evi üç kere aradım telefonla, niye bakmadın?” diye sordu, merak ve heyecanla.”

Veysi Bora – Bahçe ve Hüzün

“Gökyüzünü kaplayan gri bulutlar birbirinin ardı sıra ilerliyordu. Aylardan Mayıs olmasına rağmen hala yağmur bulutları gökyüzünü terk etmemişti.

Giydiği ceketine daha sıkı sarıldı. Öğle saati olmasına rağmen hava yumuşamamış, aksine kıştan esintiler taşıyordu.”

“Bahçe yavaş yavaş genişlemeye başladı. Karanlık yerlerine hafif bir aydınlık geldi. Anneannesinin o huzurlu kokusu çarptı burnuna. Derin derin soludu kokuyu.”

Ahsen Dalca Korkutan – Bizim

“Kırmızı değil cımıcı dedi çocuk. Bütün renkler kırmızıydı, mavi de, beyaz da, sarı da kırmızıydı. Yoldan geçen her araba kırmızıy. Gerçekten kırmızı olanları görünce de bicim, diyordu. Bunu anlamak için yalnız aileden biri olmanız gerekirken diğerleri için henüz konuşamayan bir çocuk olarak addediliyordu.”

Edebiyat Ortamı’ndan Şiirler

Sızlayan bir şifa süzülüyor yarasından gecenin
Bir unutuşundan yekdiğerine sürgün vakitler biriktiriyorum
Sen beni unuttukça terliyor haritası ruhumun
Birken iki oluyorum ve geriye doğru sayamıyorum seni
Son unutuşunu hatırlamak için ucumu katlayıp da koyduğun yerde,
Sildiklerinden yazılmış kocaman bir hafıza zonkluyor
Hikayemi ters çevirip de yürüsem yine karşılaşır mıyız
Bir “hoş geldin” kadardır dünya bunu kimselere anlatamıyorum

Erdal Çakır

yüzünden okudum şaşırdım
ancak bu geldi elimden
fazlası değil
sökemedim hafızamın
kıvrımlarına dolanan cümleyi
çelik çomakta kaldı aklım
şaştı ezberim

Ali Sali

Bunlar daha iyi günlerimiz kızlar
Bunlar daha bizim iyi gecelerimiz
Biz de kirletebiliriz dünyayı pekâlâ
Dünyanın namusunu, şusunu busunu
Umuma açık olan gökyüzünü meselâ
Her şeyi de devletten beklemeyelim!

Yaşar Akgül

Ölülerinizi duvarlara mı gömdünüz?
Tahta ayaklı sandalyelere oturttuğunuz,
Yorgunluklarını hesaba katmadan;
Üç harflilerle süslediğiniz tapınakları.
Gece gözlerine kurşun akıttınız diye,
Gündüzleri hiçbir hesaba almadınız.

Tarık Özcan

Cümle sana, kamu derdi deva, ağyar iken yar oldu
Ey aşk-ı mutlak, sırr-ı Hüda, söz söyleyen ol kendi oldu.
Seni seven, Küntü Kenzi Mahfiyyen,
Keremi hazeratı Ebubekr Ömer Osman Ali
Yüzüm tutum senden yana
Gayri artık savrulmam, gider isem, gider ol kendi oldu.

Ali Tacar

Yediiklim dergisi- Medeniyet İflas Ederse

404. sayısına bir medeniyetin iflası diyerek giriş yapıyor Yediiklim dergisi. Yaşadığımız karmaşayı net olarak anlatan bir ifade bu. Sözde medeni ülkelerin elbirliği ile bir soykırım yaşanıyor Gazze’de. Göz yuman da sessiz kalan da aynı oranda suç ortağıdır.

Derginin Giriş yazısından…

“Filistin’deki toplu katliama kurumsal olarak ABD ve AB ülkeleri ortaktır. Bu ortaklık, batı medeniyetinin insanlık medeniyeti olma kapasitesine sahip olmadığını bir kere daha teyit etmektedir. Umarız ki, bu tertemiz şehit kanları Müslümanların uyanışı için bir vesile olsun. İnsanlığın kurtuluşu için bir vesile olsun.”

Dış Basında Sabahattin Ali

Yusuf  Turan Günaydın, Sabahattin Ali’nin eserlerinin dış basında gördüğü ilgiye dair bir araştırma yazısı kaleme almış.

“Sabahattin Ali’nin eserleri -daha hayattayken- Türkiye’de olduğu kadar yurt dışında da ilgi görmüştür. Bu alanda yazılanlar üzerinde şimdiye kadar herhangi bir derleme çalışması yapılmamış gözükmektedir. Fakat dış basında eserlerine ve uyandırdığı tesire ilişkin yazıların sayısı hayli kabarık olmalıdır.”

“Tek Parti Dönemi’nde ve yazar hayatta iken dış basında kaleme alınan yazılardan biri 10 Aralık 1945 tarihli -Lübnan komünistlerinin yayın organı olarak tanınan-et-Tarik dergisinin 18. sayısında (s. 13-15 ve 24; sütun: 3) yayımlanmıştır. Bu tür yazılar genellikle Sabahattin Ali üzerinden Türkiye yönetimini hedef alan bir muhtevaya sahiptir. İşte et-Tarik’te yayımlanan ve burada mütercimini tespit edemediğimiz bir tercümesini vereceğimiz yazı da aynı muhtevadadır. Bu tür yazılar, basın taraması yoluyla ve tercüme ettirilmek suretiyle İçişleri Bakanlığı EGM Arşivine de dâhil edilmiştir. Sabahattin Ali ismi etrafında rahatsız edici bir hale oluşturan göstergeler arasında bu makaleler de bulunmaktadır. Onu sona götüren etmenler arasında bu tür yazıların doğurduğu olumsuz bir atmosferden söz edilebilir.”

Ferhat Öksüz ile Söyleşi

Yunus Berk Üstün, Ferhat Öksüz ile Duvar ve Râ kitabına dair bir söyleşi gerçekleştirmiş.

“Şiir dediğimiz uğraş, hem şairin yaşadıklarından hem yaşayamadıklarından ibarettir. İsmet Özel der ya hani: “Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?” Esasında mesele burada yatmaktadır. Modern zamanlar, zamanın ve mekânın aslî manada ortada olmadığı zamanlardır. Klasik manada bildiğimiz zaman ve mekân darmadağın edilmiştir çünkü. Her şey savruktur, savrulmuştur. Mesafe kavramı neredeyse yok olmuştur. Hasret dediğimiz o insanî duygudan da çoğu vakit eser yoktur. Oysa dünya dediğimiz yer bir hasret yurdudur.”

“Şiirdeki mekân isimleri tamamıyla gerçektir. Kara boyun Durağı, tren yolculukları, vs. Hepsi yaşamımın geçmiş birer parçasıdır. “Asfalt, akşam, üç kesik nefes ve yedi çam ağacı”, bütün bunlar da kardeşim ile beraber ortak paydalarımdır.”

“Derdimi uzun uzun anlatmayı da severim. Ayrıca okuduğum şairlerin de bunda etkisinin olduğunu düşünüyorum. Üstat Sezai Karakoç, Ömer Edip Cansever, Cahit Zarifoğlu, İlhan Berk ve İsmet Özel, vs. gibi büyük kalemleri örnek aldığımdan da olabilir. Hatta Merhum Mehmet Akif üstatta da bu parçalı ve uzun şiir serüveninin mevcut olduğunu görebiliyoruz. Toplumu anlatmaya çalışan şairlerde vardır bu durum çoğunlukla. Zira uzun uzun anlatarak bir yere varmaya çalışırlar. Bu durumun temelinde de bu niyet vardır diye düşünüyorum.”

Hür Tefekkürün Kalesi Olamamak

Dergi çıkarmak isteyen herkesin elindeki en önemli dayanak; Cemil Meriç’in dergilere dair söylediği; “Hür Tefekkürün kalesi” ibaresidir. Acaba çıkan her dergi bu kalenin banisi olabilecek işlere imza atabiliyor mu? Bu çok da mümkün değil. Fatma Zehra Beyaz, Meriç’in bu sözünden hareketle bir yazı kaleme almış.

“Cemil Meriç’in meşhur sözünde ifadesini bulan “hür tefekkürün kalesi olan ” dergiciliğin bu topraklardaki tarihi, ancak 19. yüzyılın ortalarına kadar götürülebilmektedir. “Edebiyat ve sanat’ın ağırlıklı olduğu bu ilk mecralar, devlet adamlarının başını çektiği bir ilmî muhit tarafından şekillendirilmekle kalmamış, okurlarını zihnî ve fikrî açıdan yoğurup şekillendirerek, yeni bir “ilmî muhitin” doğuşuna da zemin hazırlamıştır. Servet-i Fünûn’un Fecr-i Âtî’yi, Fecr-i Âtî’nin Millî Edebiyat topluluğunu -etki-tepki sâiki ile de olsa- tevlîd etmesi, hep bu neviden bir karşılıklı oluşun/yapılanışın eseridir. Ayrıca bu mevkutelerin naşirleri ve muharrirlerinin pek çoğu, her ne kadar “devlet adamı, asker, bürokrat” olsalar da, hâkim paradigmayı, edebiyat ve sanat eliyle tenkide tâbi tutabilen isimlerdir. Namık Kemaller, Ziya Paşalar, Tevfik Fikretler ve daha niceleri…”

“Büyük Doğu’nun akabinde yayın hayatına başlayan ve yine “edebiyatçı” kimliği ile öne çıkan Sezai Karakoç tarafından çıkarılan Diriliş, ilk dönemlerde olmasa bile ilerleyen yıllarda kendisini “Haftalık Düşünce, Edebiyat ve Siyaset Dergisi” olarak refere edecektir. Yani derginin sacayakları arasında tarih yine bulunmayacaktır.”

“Yedi İklim, mensup olduğu kitlenin eğilimlerine uygun olarak her ne kadar tarihe hissî Saiklerle alâka duymuşsa da, yayınladığı tarih yazıları, takipçisi olduğu Diriliş ve Mavera dergilerindeki tarih neşriyatını fikrî bakımdan aşmıştır. Ayrıca tarihî meseleleri kaleme getiren yazar çeşitliliği de yine her iki derginin önüne geçecek seviyededir.”

Rousseau ve Tiyatroya Eleştirel Bakış

Cengiz Karagöz, Rousseau’nun tiyatroya dair düşüncelerini ele almış yazısında. Bakış açısı önemlidir ve çokça özneldir. Burada da Rousseau’nun getirdiği eleştiriler oldukça tartışmaya sebep olacak detayları barındırıyor.

“Tiyatro sanatıyla yaklaşık iki asırdır içli dışlıyız. Batı’da bu sanatın kökenleri antik Yunan ritüellerine ve mitoloji tanrılarına adanan ayinlere Trajedi ve komedi gibi temelde iki tiyatro türü vardır. Daha sonra farklı türlere de ayrılmıştır. Orta Çağ’da Avrupa’da Hıristiyanlık inancının propagandasını yapmak için liturjik drama olarak icra edilmiştir ve Rönesans’tan sonra da özellikle Shakspeare’in oyunlarıyla antik Yunan geleneğine dönüş çabaları başlamıştır. Bizde de Batılı normların etkisiyle tiyatro sanatında antik Yunan ve Shakspeare tiyatrosu bugün sahnelerde yerini almaktadır.”

“Rousseau tiyatronun insanlara ahlâkî eğitim verebileceğine ve onları bilinçli vatandaşlar yapabileceğine inanmaz. Tiyatro sahnede temsil sunduğu için ve seyircilerin bu temsile yönelik temsili veya imitasyon olan bir sempati gösterdikleri için gerçek hayatta karşılaştıkları olaylara karşı asıl sempati duygusunu yitirirler. Seyirci olarak sahnede izledikleri olaylara yönelik ağlama ve öfke gibi yaşadıkları duygular onların vicdanlarını rahatlatır ve gerçek hayattaki sorumluluklarını yerine getirmiş hissini uyandırır.”

Yediiklim’den Hikâyeler

İsmail Demirel – Ahenk

“Yaz mevsimi. Bulutları özlemiş gökyüzü. Ekinler henüz biçilmemiş. Başaklar, çamların dallarını okşayarak gelen rüzgâr karşısında selama duruyor. Gâh rükûda gâh kıyamda. Rüzgârla ekinlerin zikrine, sürü de katılıyor. Koyunların çan sesleri karışıyor uğultuya. Anmalar yumağı.”

“Köyden uzaktasın. Yine de duyuluyor ezan sesi. Tekrar ediyorsun içinden. Sonra sen söylüyorsun aynı cümleleri. Talim ediyorsun. Müezzinin okuduğu gibi olmuyor. Akşam sen okuyacaksın ezanı. Yatsı da. Karabaş uluyor, ezan boyunca. Zikir mi ediyor kendi diliyle? Bilmiyorsun.”

Ahmet Ergin – İşkur

“On yıl bir mağazada mobilya montaj ustası olarak asgari ücrete çalışıyorum. Artık kalifiye eleman olduğuma kanaat getirince bir gün bütün cesaretimle patronun karşısına çıkıyorum. Patron gayet sevecen karşılıyor. Memnunum senden. İşinin ehlisin, eline de çabuksun. Müşteriler de razı, diyor. O öyle deyince gaza geliyorum. Arkama iyice yaslanıp çalışma saatlerinin çokluğundan, aldığım maaştan yakınıyorum. Bu paraya nerede olsa iş bulabileceğimi söylüyorum. Patron durumu anlıyor, yüzü düşüyor. Bütün işverenler aynı mı, diye düşünmeden edemiyorum. Madem sen razısın, müşteri razı; beni de sen razı etsene be mübarek, diyemiyorum. Sessizlik uzayınca bir anda zam istediğimi, aksi takdirde çıkacağımı söylüyorum. Patronun tavrı değişiyor. Muhasebe filan bir şeyler söyleyip kapıyı gösteriyor. Bir kez üste çıkmışım ya ben de alttan almıyorum. Bir hışımla odayı terk ediyorum. Muhasebe çıkışımı verince ayaklarım suya eriyor. Allah’ tan tazminatımı yakmıyor patron. Yine ona borçlu hissediyorum.”

“Eve ağzım kulaklarımda dönüyorum. Anama müjdeyi veriyorum. O da babamı müjdeliyor. Dünyalar anamın oluyor. Babamın omzundan büyük bir yük kalkıyor. Evde şenlik kuruluyor. Babama durumu anlatıyorum. Mağazadan aradılar, gittim. Bir iki denediler. Dolap söktürüp taktırdılar. Yapmadığım iş mi, en iyisini yaptım. Çok beğendi patron. Odasına çıktık, şartları konuştuk. Kurumsal firma sonuçta. Maaş da çalışma saatleri de çok iyi. Anlaştık. Yarın gel başla dedi, diyorum. Anam yazmasının ucuyla gözünün yaşını siliyor. İçeri geçip şükür namazı kılıyor. Osman’ a da uğrayayım, diyerek evden çıkacak oluyorum. Anam ardımdan sesleniyor. İşin oldu artık evliliği de unutma. Gülüyorum. Merdivenleri inerken telefonum çalıyor. Keyifle açıyorum. Figen’ in merhaba, diyen o tatlı sesini tanıyorum. Elim ayağıma dolanıyor.”

Yedi iklim’den Şiirler

Eyvah açığa çıkacak şimdi kaygısız başın
Kafa ölçümü yüzünün aldığı şekil
Sözlerin içinden kendine en yakışanını
Bulup buluşturacak.
Bir zırh yapıp kuşanacak kendince.

Nurettin Durman

Kapanmaz yaralar yılında
Yusuf’un hatmettiği
kuyuların yakınında
bir rüya gördü şeyh
şaban ayının başlarında o hilal zamanı
gökteki sükûneti
hayra yordu
indi usulca mahzenine
damıttı kenar sularını abdest aldı
ve o gece
şeyh bir rüya gördü

Yunus Emre Altuntaş

Çok uzak bir göğün altındaki kuşlar
kadar belirsiz henüz eylül
belli belirsiz gülüşün ve nar
üstünde kırmızı ince bir tül
tutuştu sanma bu gök bu deniz
sanma gelmedi aşk henüz

Metin Kaplan

Güfte Edebiyat, Sayı:15

15. sayısına ulaşmış Güfte Edebiyat dergisi. Yeni tanıdığım dergilerden olan Güfte Edebiyat,coğrafyası geniş bir yayın ağına sahip. Derginin künyesine baktığımızda Türk’ün nefes aldığı her yerde derginin de adı var. Bu elbette güzel bir gayret. Dilimiz, birliğimizdir. Dilin bir kültür birliği olduğunun en somut kanıtıdır edebiyat. Dergi de bunu gösteriyor. Edebiyatın sınırları yoktur. Bir ses gibidir söylenen her şiir, yazılan her yazı. Ne kadar uzağa ulaşırsa o kadar çok gönle dokunur. Tam da bunu yapıyor Güfte Edebiyat. Anadolu’nun sesini, bereketini tüm coğrafyalara ulaştırıyor. Şiir ve öykü ağırlıklı bir yayın yürütülüyor dergide. Yani duyguların bam teline basan iki türü merkeze alıyor dergi. İsminin hakkını veriyor. Bestemiz, şiirimiz, öykümüz eksik olmasın. Nice sayılara ulaşması dileğiyle…

15. sayının teması Cumhuriyetin Yüzüncü Yılı. Dergide bu konuya dair birçok yazı ve şiir var. Dergiden altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

Qəşəm İsabəyli ile Söyleşi

Veli Ay, Azerbaycalı şair-yazar Qəşəm İsabəyli bir söyleşi gerçekleştirmiş. Söyleşinin merkezinde öykü var ama şiirin de kulağını çınlatan cümleler var söyleşide. Qəşəm İsabəyli’nin çalışmaları, kitapları, yazma serüveni hakkında bilgi sahibi olduğumuz faydalı bir söyleşiydi bu.

“Bəli, mən ədəbyyata şair kimi gəlmişəm. Əsasən də böyüklər üçün yazırdım. Qəzetlərdə ara-sıra şeirlərim çap olunurdu. Amma kitab nəşr etdirmək arzusundaydım. Odur ki, tez-tez, indi adından başqa heç nəy qalmayan “Gənclik” nəşriyyatına gedirdim. Burda da gənclik və uşaq ədəbiyyatı üzrə püxtələşən qələm dostlarım çalışırdı. Onlar, xüsusən də rəhmətlik Məmməd Namaz, deyirdi, istəyirsən, ktabın çıxsın, uşaqlar üçün yaz. Mən də işimi-gücümü atıb uşaqlar üçün yazmağa çalışırdım.”

“Bir gün də çox böyük həyəcanlardan və sakit mübarizədən sonra balaca bir şeir kitabım nəşr edildi. Elə adı da “Balaca-bapbalaca” oldu. Məvacibimin 130 manat olduğu o illərdə 2000 manat qonorar aldım. Həm kitab sevinci, həm də maddi həvəsləndirmə məni daha da fəallaşdırdı.”

“Mən hər janrda eyni məhəbbətlə yazıram. Birdən görürəm uşaqlar üçün nəsə söz var sinəmdə, yazıram. Başqa br vaxtı hekayə yazıram. Bütün janrlar mənimçün doğmadı. Amma son dövr istəyrəm bacardıqca hekayə yazım.”

Züleyha Yılmaz İle “Lepiska Ayrılıklar” Üzerine

Züleyha Yılmaz ile öykü kitabı Lepiska Ayrılıklar üzerine bir söyleşi yapılmış. Kitabına dair notları paylaşırken Yılmaz, yazma serüvenini de anlatıyor. Yazmaya dair notları özellikle genç yazarlara ışık olacak ince detaylar barındırıyor. Söyleşinin soruları; Bayram Taşkın’dan.

“Aslında yazı ile ilgili size şunu desem sanırım en net ve kısa açıklamayı yapmış olacağım. Ne zaman yazı yazmakla ilgili umudumu kaybetsem yazmayacağıma dar kendi kendime yeminler edip gözyaşı döksem sonunda kendimi yine yazı masasında bulup yazmaya devam ettim. İşte bu durum bana yazmanın büyülü dünyasından hiçbir zaman çıkamayacağımı gösterdi.”

“Benim belirli bir yazma rutinim yok aslında. Öykülerimi sessiz ortamda hiç yazamadım. Hatta yazdığım ortamlar bana, yen öyküler yazma ilhamı verdi. Hemşirelik gibi zor bir mesleğim ve üç çocuğum var. Öykülerimi de genelde tramvayda işe giderken ya da sabah ezanından sonra yazmışımdır. Genelde telefona kısa kısa notlar alırım ve yaza yaza sonunda bir öykü ortaya çıkartırım.”

“Kadının mücadele ettiği en büyük sorun egosu şişirilmiş, işlevi olmayan erkekler. Ailede kadına sen kadınsın, diye bir şeyler öğretilirken erkeklere sen erkeksin diye bir şey öğretilmiyor. Hatta pek çok ailede erkek çocuklar ailenin paşası; kızlar ise “Sus, sen anlamazsın!” diye azarlanan, hep ezilen ikinci sınıf bir insan. Ben hayatta hep bunu sorguladım neden diye.”

“Aslında benim birkaç tane başucu kitabım var. Biri Çalıkuşu diğer Suç ve Ceza. Bu iki eserin bendeki etkisi yadsınamaz. Defalarca okuyabilirim, hatta yılda bir kez okuduğumu söyleyebilirim. Bunun yanında Cengiz Aytmatov “Gün Olur Asra Bedel” zamanın üstünde bir kitaptır bana göre. Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ı yine benim için çok özeldir. Stefan Zweg kitaplarını da döne döne okuyabilirim.”

Cumhuriyete Dair

Tayfur Urgenç, cumhuriyetin yüz yılını anlattığı denemesi ile dergide yer alıyor. Kurtuluş Savaşı ile başlayıp zaferle sonuçlanan bir savaşın ardından gelen cumhuriyeti önemli dönüm noktaları ile ele almış. Urgenç.

“Cumhuriyet rejimi, 1923’ten beri ülkemize büyük katkılar sağlamış, Türk toplumunu ulus olma bilincine kavuşturmuş, kişiyi yurttaş konumuna yükseltmiştir. Tarihimizin en kapsamlı çağdaşlaşma hamlesi olan Cumhuriyet, getirdiği yenilikler ve atılımlarla Türk insanının ufkunu genişletmiş; ekonomik, sosyal ve siyasal hayatımız görülmemiş bir dinamizm kazanmıştır. Türk kadını, Cumhuriyet ışığı ile Türk toplumsal hayatında hakkı olan öneme ulaşmıştır. Türk gençliği, Cumhuriyet ilkeleriyle, Türk milletinin bugününde ve geleceğinde söz sahibi olmuş ve olmaya devam edecektir.”

“Ülkemize ve milletimize karşı sorumluluklarını bilen dünya milletler ailesinin bir üyesi olarak, dünya ile birlikte yaşamayı becerebilen, istiklalimize ve istikbalimize yönelen tehlikeleri zamanında sezebilen ve bunu başarabilmek için devamlı kendisini yenileyen, geliştiren gençliğe ihtiyacımız bulunmaktadır. Türk gençliğine, Türk milletine inanıyoruz ve umut ediyoruz k ülkemizi bulunduğumuz yerden çok daha ilerilere götürecek gençlik yetişmektedir.”

Güfte Edebiyat’tan Öyküler

Ayşe Ay- Zübeyde

“Yusuf’un hıçkırıkları kesilince giderek yaklaşan, yaklaştıkça ürküten nal seslerini, ara ara onlara eşlik eden kişnemeleri daha yakından duydu. Şüphesi kalmamıştı artık. Gözlerini yumdu.”

“Nal sesleri kulağında, düşündü o günleri. Onu, ölümün yalnız nal sesleriyle gelen, gelebilen bir şey olduğuna inandıran o günleri. İyi bilirdi nal seslerini sabırla ve korkuyla ve umutla beklemeyi.”

“Nal seslerine minareden gelen sesler karıştı? Sabah ezanı mı okunuyordu? Dikkat kesildi. Müftü Ahmet Hulus Efendi’nin fetvasını okuyordu imam. “Muhterem Denizlililer! Bugün sabahın erken saatlerinde İzmir, Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir.”

“Sonrası hep beklemekle geçti. Nal sesi dinlemekle. Babasını ona geri getirecek nal seslerini dinledi ilkin. Kulak kabarttı uzaklara. Beklemek uzadıkça dedesi de duramaz olmuştu. Zübeyde’nin omzuna sağ elini dayayıp, sol elinde bastonu ile çamların arasında saatlerce yürür, ona Aydın’daki kölelik günlerini anlatırdı.”

“Yusuf çenesini annesinin saçlarına hepten gömmüş. Sesini de gömdüler sanki varlığından haberdar olmadığı bir sivri kayanın dibine, hiç görmediği bir küpün içine…”

Songül Uslu – Yakup’un Eve Dönüşü

“Uzun yolları kınalı tabanlarınla aştın. Yağmurda nefes aldın sen, boğazından çıkan dumanlar ormanı sardı. Kimse nereye gittiğini bilmiyordu. Ağzının kenarındaki kanı silmek istedin ya da hatıralarla dolu kabuslarının bir başkasının anısı olmasını istedin. Kaçtın. Belki kendine geldin, kim bilir?”

“Evden kurtarmıştın kendini. Çocukluğundan çekip almıştın gençliğini. Artık heba edecek hiçbir şeyin yoktu. Bir isim verdin yeniden kendine: Yakup, dedin. Konuşmayan, sadece homurtular çıkartan bir hayvandın.”

“Şimdi ateşin yanında, soğuk havanın yaydığı fısıltılarla ormanda tek başınasın. Geçmişin başkalarına at bir silüet. Kanların ve zaferlerin sarhoşluğu, günahlar, boynunda ağır bir yük; bir zincir halkası gibi sallanıp duruyor.”

“Sessizlikle gelen gürültüyle gitmez demişti, sana, senin izlediğini fark ettiğinde.”

Kıymet Nokay Öztürk – Türkçe Olsun Please!

“Akşamdan başucuma koyduğum telefonumun her zamankinden farklı çalan alarmıyla fırlıyorum yataktan. Hey Allah’ım! Yine kim oynadı bunun uyandırma sesiyle, diye söylene söylene hole doğru gelirken yüzünü bile kurulamadan banyodan çıkan evin ergeniyle çarpışıyoruz. Güno anneemm, diyerek yanağımdan öptüğü sırada onun sırnaşıklığından kurtulmak için çabalıyorum.”

“Alelacele giyinip bir an önce evden kendimi atasım var. Zira, tatil boyunca oğlanın odasından evin her yerine yayılan üstelik ne dediklerini de bir türlü anlayamadığım şarkıların gürültülü müziği, kulağıma yapışmış bir durumda.”

“Son zamanlarda niçin böyleyim bilmiyorum. Gördüğüm tabelaların çoğuna, genelde gıcığım; zehirli sarmaşık misali, dilimi saran işgâlci bütün sözcüklere de öfkeli…”

“Benim özümü, benliğimi, karakterimi, güzelliğimi yansıtan o eşsiz dilim; Türkçem, hazinemi arıyorum havada uçuşup yok olan o sözcüklerde. Ve her şey, olaya bir anda dahil olan İngilizce öğretmeninin seslenişiyle son buluyor: Okey gençleeer! Herkes sıraya…”

Zafer Çarboğa – Suyun Ayak Sesinden Aşırılmış Bir Öykü

“Parkın aşağısında siyah bir kedi, parlayan gözleriyle bir kuşu gözlüyordu, yiyecek gibi bakıyordu ona, kıpırtısızdı. Kuşun kalbi hızlı hızlı çarpıyordu, habersizdi de. Kedi sürüne sürüne yaklaştı ona, patileri bir anda keskin pençelere dönüşüp kuşun kanatlarına saplandı. Kuş ağlıyordu. Kedi bembeyaz dişleriyle yaklaştı ona. O da ne, kuşu bırakıp geri geri sürünmeye başladı, kuş çırpınıyordu. Ölmüştü.”

“Bir genç gördüm otobüs durağında, gizli gizli cüzdanına bakıyordu. Açıp bir daha kapatıyordu cüzdanını. Bir otobüs yaklaşıyordu durağa, tıklım tıklım insan etiyle doluydu. Gözümü kediye çevirdim bir daha, kedi yoktu. Kuşa doğru çevirdim gözlerimi, hayır hayır yüzümü, kuş uçup gitmişti.”

“Yürüdüm parkın bitimine doğru, kiraz ağacı hâlâ kanıyordu. Upuzun bir sokağa girdim, eşiğe oturmuş bir kadın kollarını göğsünde birleştirip susuyordu. Bir fırın gördüm, taptaze ekmek kokuyordu.”

“Sırtımı yasladım duvara, üşüyordum. Dünyayı taşımaktan yorulan kalbimi dinledim sonra, hâlâ çarpıyordu. Bir çocuk düşündüm, bir kedi, bir kuş, bir kadın, bir lavanta, fıskiyeler gökkuşağı oluşturan… Bir gök düşündüm, turuncu ve mavi, bir ağaç düşündüm o da mavi. Hepsi de bir şiir gibi geçip gittiler içimden.”

Huriye Emre- Mevsim Geçişleri

“Daldığım uykudan ninemin sesiyle uyanıyorum. ‘Asya, sandığın anahtarını getir.’ diyor ninem. Aynı mevsimi yaşadığımızı bakışlarından anlıyorum. Anahtarı getiriyorum. Emekleyerek sandığın yanına geliyor. Açıyor sandığı. Önce kitapları çıkarıyor. Üst üste özenle dizerken, ben ölünce bu sandık da içindekiler de senin, diyor. En son eline Aytmatov’u alıyor. Dedemin nineme aldığı en değerli hediye. Ninemin en kıymetlisi. Kitaba uzun uzun bakıyor. “Altınay başardı kızım. Ben yapamadım.”diyor derinden bir iç çekişle. Kitabı okşadıktan sonra diğerlerinin yanına bırakıyor. Sıra defterlere geliyor. ‘Bak sana bunları hiç okumadım. Benim yazdığım şiirler bunlar. Ölmemi bekleme. Bugün bunları al yavrum.’ Ninem hakkında her şey bildiğimi sanırken bu da neydi şimdi? Ben şaşkın şaşkın bakarken ninem defterleri de bir kenara istifliyor. En sonunda ince bir halat çıkarıyor. Yüzünü bana dönüyor. Bağdaş kurup ipi bacaklarının arasına bırakıyor. Kirpikleriyle okşuyor ipi.”

Nisan Yaman – Bir Ömür Bir Emek

“Güneşin battığı yönün tersinde ilerliyordu araç. Camdan, bozkırın sır saklayan kamaşık sarartılarına dalmıştı kadın. Kırsal bölgelerin kuraklık ve sıcaklığının, insan üzerinde uyandırdığı gerginliği, yüzünden sızan terin içine doğru akışını hisseder gibi oldu.”

“Adam, kadının dalgınlığından habersiz, şurada bir mola mı versek, diye sessizliği bozdu. Kadın, altın sarısı tarlaların göz alıcı, uçsuz bucaksız noktalarına doğru yönelmiş, düşünmekten alamıyordu kendini. Kızgın güneşin tepede olduğu bir saatte, tarlanın ortasında bir traktör, yaban otlarını sürüyordu.”

“Yolun karşı tarafında kalan açık havada kurulmuş, gözlerinin iliştiği değirmenin de olduğu bu kafe daha iyi görülüyor. Karşıya geçip devam ediyorlar. Boyu bir metreyi geçmeyen minik eski ahşap çitlerle sınırları belirlenmiş küçük yol üstü bir yer. Kapısı yok. İrili ufaklı taş örgülerden yapılmış, uzaktan bir ahır görünümü de veren bir yapı, tam ortasında duruyor çitlerle sınırlanmış alanın.”

“Kadın yaklaştığında adam arabaya kadar susmadan söylendi. Kardeşim bir çay da mı içemeyeceğiz artık? Altı üstü bir köy kafesi. Bu kadar pahalı olacak ne vardı içinde anlamıyorum. Bir pidenin ederi ne ki?.. Homurdana homurdana arabaya doğru ilerledi. Kadın, son kez arkasına bakıp yaşlı adamın güneşte erimiş ömrünü izledi.”

Xatrə Səfərova – İntizar

“Əslndə çoxqorxurdu…

“Ancaq içindəki burulğanına savaş açmaq üçün yeganə çıxış yolu bu idi. Evlərindən körpüyə qədər olan yolu km- lərlə ölçə blməsə də, təxmin etmişdi. Bu təxminlərində saysız hesabsız şəkildə var-gəllərn nəzərə alsaq ora tez çatmağı düşünürdü. Həmçinin nədənsə gizlincə nidyə qədər inandığı , tutunduğu müqəddəslərn hamısının bir- bir adını çəkmiş , dönməsi üçün hərəsinin ətəyindən yapışmağa çalışmışdır. Fəqət tək gedəcəyi gerçək yer Rəbbinin hüzuru olduğunu dərk edə bilməmişdi təəssüf ki.”

“Bir müddət keçdi və İntizar xəstəxanadan evə yerləşdikdən sonra yanına bir neçə özəl saytlardan və qəzetlərdən müxbirlər gəlmişdi hadsə ile maraqlanmağa.. İntizar olduqca heyrətlənmisdi ki, nə üçün onunla tanışlığa bu qədər can atırlar. Müxbirlərin orda olduğu müddətdə karqo vasitəsilə ilə İntizarın ünvanına büyük qızıl gül dəstəsi gönderilmişdi.”

Samrə Behbudqızı – Günlüksüz Qızcığazın Qayğısı

“Balaca birqız anasıyla yol gedir. Əlində şarvar. Başında günlüyü yoxdu. Günortadı. Hava qızmar və günəşlidi. Anasına deyir ki, birdən günəş şarımı partlatdı?… Anası da cavab verir, harda görünüb ki, günəşin istisindən şarpartlasın?…”

Güfte Edebiyat’tan Şiirler

Tunçtan dağları eriten atalarından
Tarihin her çağından,
Kırk kanatlı yağız atlarından
Kırk yiğidin naralarından
Çin Seddi’nin her burcundan
Tuğlar tutup uzanmışız şarktan
Fetihlerle aça aça kurulmuşuz Anadolu’ya

Mehmet Özcan Yasdıbaş

Her yen güne ümit tomurcukları eker
Her mevsim hasadını toplarım emeğimin
Büyütürüm nadide fidanlarımı şevkin en üstünüyle
Geçmişten gelen köklerim ile yürürüm durmaksızın
İlelebet payidar kalacak yıldız’a ve hilâl’e…

İlknur İşcan Kaya

Biz,
Batı Trakya Türk kadınlarıyız,
Her Türk kadını kadar cefakâr,
Her Türk kadını kadar vefakârız,
Tomris Hatun kadar cesur bir yanımız,
Altun Can Hatun kadar yurdumuza bağlıyız,
Nene Hatun kadar kahramandır ruhlarımız
Ve
Cumhuriyet gibi özgür akar kanımız.

Sevkan Tahsinoğlu

Yenə tutqun göy üzü qap qaranlıq,
Sənli xatirələr doğur bir anlıq.
Harda qaldı, hara getdi cavanlıq,
Yenə gündüzümdə zülmət gecədir.
Ayi nsafsız söylə danış de görüm
Sevə-sevə ayrı qalmaq necədir.?

Xalde Abdullayeva

Türk eline bolup bergen küçtüü kanat,
er kırgızdar cıldız bolup köktö canat.
Urpaktarga öçpöy kelgen uluu sanat,
Baatırlarım tübölükkö uktap catat.
Tügönbögön dastan kılıp ırday berçüü
Bir kızıñ bar tolkunu küç oygo batat.

T.Bektemırova İsabaevna

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir