Hece, 323. Sayı

323. sayısıyla yine dosya konusu, gündeme dair yazılar, değerlendirmeler, şiirler, kitap yazıları, söyleşi gibi bir birinden değerli çalışmayı sunuyor okurlarına Hece dergisi. İbrahim Demirci’nin derginin açılış yazıları da sözcüklere nefes aldırır cinsten. Sözcükler arasındaki seyahatimiz onun cümleleriyle daha renkli bir hal alıyor.

İbrahim Demirci’nin giriş yazısından…

“Hayatın her evresinde tutan, tutulan, tutunan, tutuşan, tutturulan, tutuşturulan bir şeyler var. Dişinin yumurtasına doğru koşan erkek tohumu, onu tutmak mı istemektedir ona tutunmak mı? Tutmayı öne çıkarıp erkek egemen bir söylemi tutabilir, tutunmayı öne alıp feminist bir eğilime tutunabilir, sonra da kavgaya tutuşabiliriz. Oysa atom çekirdeklerinde protonlar ve nötronlar birbirlerini alt etmek üzere değil, birbirlerini dengelemek üzere davranıyorlar; böylece oluşuyor varlık, böylece gelişiyor yaşamak.”

Yeryüzüne Ağıt

Yeryüzü bir acılar evi haline geldi. Her bölge, kıta farklı acılarla can çekişiyor. İnsanlar biraz nefes almak için yer değiştiriyor, göçüyor, mülteci oluyor. Bir şekilde evini arkasında bırakıyor. Bu döngü değişmeyecek gibi. Acılar bırakmıyor insanlığın yakasını.

Âtıf Bedir, diyardan diyara uzayan acılara bir ağıt yakıyor. İnsanı ferahlatacak bir nefesin ardındayız. Şiir gibi mesela. İyi ki diyeceğimiz güzelliklerin çoğalmasını dilemek tek muradımız.

“Evinden ayrı düşmüş insanın artık döneceği bir yuvasının olmaması kadar hüzünlü bir şey yoktur herhalde şu sonsuz kâinatta. Ev, bazen küçücük bir yuva, bazen koca bir yeryüzü olabilir. Evrenin sonsuzluğu ve büyüklüğü karşısında dünya da küçücük bir yuvadır insanoğluna.

Şimdilerde yeryüzü insanoğluna yuva olma vasfını çoktan yitirmiştir. İnsanların çoğu evlerini terk ederek, kendilerine yaşanacak yeni yerler aramaya başlamışlardır. Artık ben de milyonlarca insan gibi evden çok uzakta, uzayın boşluğunda kurşunî bir şehirde yaşıyorum. Hoş, yakın olsam ne fark edecek. Artık orada dönülecek bir evim var mı ben de bilmiyorum.”

“Uzayın derinliklerinden yeryüzüne bakınca hep acıları, savaşları, insanın insana ettiklerini düşünmek ne garip. Buradan bakınca gözle bile görülmeyen canlı varlıklar olan insanoğlunun bu hırsı, kini, açgözlülüğü, kasıntısı kime acaba? Bu aklımıza gelenler, dünyanın sadece son birkaç yüz yılında yaşananlar.”

“Üzerindeki bulutlar biraz dağılsa Anadolu çok güzel gözükecek. Bin yıldır bu topraklarda yaşamış yazarları, şairleri düşüneceğim. Şiirleriyle Türk dilinin kurucu şairi Yunus Emre gelecek önce, arkasından Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Dadaloğlu, Karacaoğlan, Baki, Nedim, Eşrefoğlu Rûmi, Niyazi-i Mısrî, Şeyh Galip, Yahya Kemal, Ömer Seyfettin, Mehmet Âkif, Ahmet Haşim, Necip Fazıl, Nâzım Hikmet, Kemal Tahir, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Saik Faik, Sabahattin Âli, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar, İsmet Özel gelecek sonra. Daha sayacak çok isim olacak, birini ansam diğerinin hatırı kalacak.”

Filistin’e Dair

Filistin yine ateş altında. Gazze’nin canı sızlıyor. Karşımızda çocukları ve hastaneleri hedef alan kural tanımaz bir caniler topluluğu var. Elimizden ne gelirse bizler yapmakla mükellefiz. Sözümüzle, duruşumuzla biz buradayız demenin vaktidir.

Hece’de de Filistin’e, Gazze’de dair yazılar var. Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

Safiye Gölbaşı – Filistin’e Dair Şahitliğimdir

“Evet, İsrail Ekim 2023’te Filistin’de yeni bir soykırım başlattı, ben şahidim. Hastaneleri, fırınları, okulları bombaladı, şahidim. İsrail, Gazze’nin suyunu elektriğini keserek Filistinlileri temel ihtiyaçlardan mahrum bıraktı, şahidim. İsrail, sınır kapılarını kapatarak insani yardım malzemelerinin Filistin’e ulaşmasına engel oldu, şahidim. İsrail, yalan haberler çıkararak vahşetini meşrulaştırmaya çalıştı, şahidim. İsrail, Filistin’e kullanılması uluslararası hukukta yasak olan fosfor bombası attı, şahidim. Yüzlerce çocuğu bazıları daha ana karnında olan yüzlerce bebeği vahşice öldürdü, İsrail evet, sene 2023 aylardan Ekim, şahidim!”

Sema Bayar – Göğün Çocuklarına

“Gazze’de çocuk olmak, hâlâ nefes alabiliyorken, yaşadığın şehrin enkazından umut devşirmek, tebessümünde bile bir ağlamak özlemi gizlemektir. Sadece gülüşlerini değil gözyaşlarını da yitirmektir.

Gazze’de çocuk olmak, gecenin suhuletinden vazgeçmek, gökte yıldız yerine fosfor bombalarından yayılan kıvılcımları seyretmektir. Gazze’de çocuk olmak, annenin kokusunu bir daha duyamayacakmış gibi içine çekmek, babana her bakışının son bakış olduğunu bilmektir.”

Şule Kala – “Öldür!” Diyenlere İnat “Oldur!” Allahım

“Gazze! Savaşın, bedduanın başkenti. Bombaların yaktığı ateşle ışıyan şehir. Kötülüğün olmadığı bir an yok mu orada sahi? Hiç kimse gülmez mi orada? Toprak hiç mi yeşermez, çiçekler açmaz mı? Mevsim hep mi hazan? Rüzgâr da mı esmiyor, yapraklar kendiliğinden dökülmüyor mu orda? Bu sebeple mi büyük gürültüler çıkararak gelen bombaların fırtınaları?

Oysa düğmelere basanların hepsi, peygamberinin ayak izlerinden gittiğini söyler o topraklarda.”

Hatice Bildirici – Sarılma Timi

“Ekran aramızda, kollarımın iç yüzleri karıncalanıyor, hep olur, en çok kollarımın iç yüzleri özler çocukları. Kollarım; ekranları, dağları, denizleri aşıp sarılmak istiyor. Sokakta bir başına kameraya bakan çocuğa şimdi biri gelip sarılacak, sedyede şaşkın oturana şu doktor muayene bittikten sonra mesela ya da şu sedyeyi taşıyan durunca hemen, belki kameraman diyorum. Yok, gelen geçiyor, kimse sarılamıyor. Çocuk dehşetle bize bakıyor. Biz dehşetle ona.”

Edebiyat Gündemi

Zeynep Arslan’ın hazırladığı Edebiyat Gündemi bölümünde edebiyata dair gündem olan olaylar sıralanmış. Türkiye’nin yanı sıra Saraybosna ve Sırbistan gündemlerine de yer verilmiş yazıda.

“Spirit of Bosnia (Bosna’nın Ruhu) 2006’dan bu yana iki dilli olarak (Boşnakça ve İngilizce) üç ayda bir yayımlanan bir dergi. Bu dergide yazarlar -Bosna’nın inkârına bir tepki olarak- Bosna’nın tarihsel, politik ve kültürel varlığını tarih, politika ve edebiyat alanlarında bilimsel araştırma ve yazılarıyla yer alıyor.”

“Bosnalı düşünür ve yazar Dzevad Karahasan 19 Mayıs 2023’te vefat etti. Romanın yanı sıra kaleme aldığı oyunları pek çok ülkede sahnelenen, Avrupa’daki çeşitli dergilerde makaleleriyle yer alan ve arkasında nice eserler bırakan yazar, Herder Ödülü, Charles Veillon Avrupa Deneme Ödülü ve Goethe Madalyası gibi ödüllere layık görülmüştü.”

“Balkanlarda Yağmurun Kokusu romanı ile tanınan ödüllü yazar Gordana Kuić, 13 Ocak 2023’te dünyaya veda etti.”

Doğu Türkistan’ın yapısı, tarihi serüveni, Uygur Türklerinin folkloru ve kültürü ile ilgili başarılı çalışmaları ile akademide önemli bir yer edinen Uygur Türkü Profesör Rahile Davut, PEN 2023 Cesaret Ödülü’nce “Yılın Uluslararası Cesur Yazarı” seçildi.

“Hece Söyleşileri kaldığı yerden devam ediyor! Hece Yayınları, Ekim ayında “Yapay Zekâ Gölgesinde Edebiyat ve Hakikat” temasıyla Rüveyda Durmaz Kılıç moderatörlüğünde Ahmet Melih Karauğuz ve konu ilgililerini bir araya getirdi.”

Oryantalizmin Halleri Doyası

Ali K. Metin’in editörlülüğünde hazırlan Oryantalizmin Halleri dosyası, ölümünün 20. yılında Edward Said’e adanmış Metin, giriş yazısında; “Nihayet Edward Said tarafından tabir caizse ipliği pazara çıkarılan oryantalist çalışmalar, Batı-Doğu hiyerarşisinin bilimsel, kültürel, edebî üretimlerle beslenen söylemsel, yer yer yer ideolojik bir aygıtı haline gelmiştir.” diyerek Said’in bu konudaki önemini vurguluyor.  Batının kucağına bırakılmış bir gizli hazine gibi yağmalanan bir süreci ifade ediyor oryantalizm. Popülerliğini kaybetse de batı için her zaman gizli hazineler vardır.

Dosyadan paylaşımlar yapacağım.

Kamil Ergenç – Oryantalist Söylemin Karakteristik Özelliği

“Sömürgeciliğe asistanlık yapan oryantalizm “tanıma”yı değil “tanımlama”yı tercih eder. Bu tercih son derece stratejiktir. Avrupalı beyaz adama muhatabını istediği gibi kurgulama imkânını bu tercih sağlar. Çünkü “tanıma” irfani perspektifi havi bir eylemdir. Muhatabını özne (kendine mahsus bir kimliğe, fıtrata sahip) olarak kabul eder ve bu kabul çerçevesinde onunla ilişki kurar. Tanıma, tanışmaya vesile olur.”

Muhammet Enes Kala – Oryantalizm: İdeoloji Ve Tahakküm Mektebi

“Oryantalizm ya da tâbir-i diğerle şarkiyatçılık bir alana işâret etmenin yanında Batı düşüncesinde bir ideoloji, aksiyon ve nihâyetinde tahakküm mektebini karşılamaktadır. Birinci mânâsıyla oryantalizm, Doğu kültür ve medeniyetine âit olan unsurları inceleme alanına dâhil eden çerçevenin adı olarak anlaşılabilirken, ikinci ve belirleyici mânâda kategorik bir dışlayıcılığın, mutlak belirleyen özne karşısında belirlenen nesnenin ve ötekileştirilen Doğu’nun (ve hâssaten İslam toplumlarının) uzanımını veren anlamları muhtevîdir. İkinci mânâ, Doğu’nun rûhunu yansıtmaktan daha ziyâde Batı’nın kendisini kuran emperyal zihniyetini yansıtır.”

Ali K. Metin – Oryantalizm Nerede, Nasıl?

“Klasik sömürgeciliğin süreç içerisinde miadını doldurması gibi, oryantalizm teriminin kullanılmasına da muhtemelen uyandırdığı negatif çağrışımları sebebiyle 1973’te yapılan 29. Uluslararası Oryantalistler Kongresi’nde resmen son veriliyor. Buna mukabil, gecikmiş oryantalizmin “dağıtıcı taktiklerini, söylemsel heterojenliklerini, stratejik düzensizliklerini ve tarihsel süreksizliklerini” dikkate alarak kapıdan dönen oryantalist aklın bacadan girmesine fırsat vermemek icap eder. Bunu da Batı’nın vicdanından ve entelektüel samimiyetinden beklemek gibi bir safdillik içinde olamayız.”

Ali Galip Yener – Yeni Oryantalizm Ve Mavi Anadoluculuk

“Solcuların halen elinde tutmaya çalıştığı Batıcı, Müslüman Türk toplumunun tarihî ve kültürel varlığını yadsımaya dayalı kültürel sermaye hegemonyasının inşasında Mavi Anadoluculuk akımındaki aydınların bir vakitler bir rolü olmuştur. Pakdil’in Türk edebiyatındaki solcuların kültür emperyalizmi ve Batı öykünmeciliğinden bahsederken hatalı olduklarını, zira Batıcıların gerçekte bu emperyal ve öykünmeci zeminde eser verdiklerini söylemesi oryantalizm kavramı bağlamında dikkate alınması gerekli bir tespittir. Sonuç olarak Mavi Anadoluculuk, İslâm medeniyetinin toptan reddi şeklinde tezahür eden ve Müslüman bir toplumda geliştirilme girişimi olduğundan kaderinde yok olup gitmek olan tuhaf bir oryantalist tutum ve özünde bir çeşit “Batının delisi” olma halidir.”

Semih Diri – Tarihe Oryantalist Bir Bakış: Nedim Gürsel’in Boğazkesen Örneği

“Türk imajı ile Doğulu imajı birbiriyle aynıdır. Bir Batılının gözüyle gerek romanda gerek resimde gerekse sinemada yaratılan Doğu imajının yanında “Türk” aydını da zaman zaman oryantalist gözlüklerle eserler kaleme almıştır. Nedim Gürsel, resmî tarih anlayışına karşı Yeni Tarihselci bir yaklaşımla Osmanlı toplumunu Boğazkesen romanında “oryantalist” bir bakış açısıyla tasvir eder. Özellikle bu yazıda örnek olarak ele aldığımız Boğazkesen’de bu yaklaşım açıkça görülmektedir.”

Eşyanın Fısıldadığı Kapılar

Tuba Dere, Eşyanın Fısıldadığı bölümünde bu sayı kapıları aralıyor. Yine anılar eşliğinde yol alıyoruz. Kapılardan geçiyoruz. Önce sokağa daha sonra dünyaya açılan kapılar…

“Yaşlı bir akrabamız çocukken evlerine yakın bir tepenin ardından geçen deve kervanlarının çan seslerini işittiklerini anlatmıştı bize. Çünkü doğup büyüdüğümüz kasaba, Beypazarı, tarihî İpek ve Baharat Yolları üzerindeydi ve kervanların konaklama yeriydi. Adındaki “pazar” sözcüğünden de anlaşılacağı üzere bu özellik şehrin sadece ticari hayatını şekillendirmekle kalmamış, ailelerin özel hayatını ve Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde bile konu ettiği Beypazarı evlerinin yapısını da etkilemişti.”

“Kapıların en ilginç yanı ve çocuk zihnimde yer etmesinin asıl nedeni, kapı tokmak ve zilleriydi kuşkusuz. Bu yüzden küçükken dedelerimizin evine gittiğimizde kardeşimle “Kapıyı sen mi çalacaksın, ben mi çalacağım?” kavgası ederdik. Kulakları ağır işiten dedemizin evinde çekme zil vardı, kapının üstündeki zincirli kol basit bir mekanizmayla içerideki zile bağlanmıştı. Diğer dedemizin evindeki sokak kapısının üstündeyse iki farklı büyüklük ve biçimde tokmak bulunuyordu, bunlardan yalnız küçük olanla çalmamıza izin verirdi annem.”

Eleştiri Dili

Eleştirinin de bir dili var mı? Dil bahsi artık işin modası haline geldi. Aslında sadece edebiyatta değil hayatın her alanında bir dil var. Sevginin dili, umudun dili gibi. Aslında bu dil meselesi üslubu işaret eden bir anlam genişlemesini de beraberinde getiriyor.

Eleştirinin Dili üzerine yazmış Mehmet Solak. Böyle bir dil var mı ya da kurulmak istenen nedir gibi konuların ele alındığı yazıda eleştiri üslubu üzerine değiniler de var.

“Aslında süreci takip ettiğimizde eleştirilen durumun dilin türe ilişkin işlevselliği olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Ancak bağlam çarçabuk değişerek eleştirel eylemselliğe dönüşüveriyor. Yukarıda zikrettiğim söz, tam da bu amacı işaret ediyor.”

“Karalama yaygın âdet edebiyat dünyamızda. Kötü. Ama cazip. Genci yaşlısı her yazar için görünme vesilesi: Reklam… Özne mi nesne mi olduğu kimsenin umurunda değil ama. Görünsün ve hatırlansın yeter. Daha kötü. Üstelik başkası üzerinden görüntü vermek tam bir âcizlik göstergesi, kişilik sorunu…”

“Karalamacı bir tavır, eleştirel tavır değildir. Eleştirel tavır, başkası üzerinden görünmeyi değil kendi olmayı ve kendi varoluşuyla görünmeyi esas alır ve bu esası ilke edinir. Öyleyse, ilkeli ve hakkaniyetli bir tavırla dilin eşiğine ulaşılabilirse, ancak oradan eleştirel bir dil inşa edilebilir.”

İbrahim Demirci ile Söyleşi

Tam tekmil bir edebiyat adamıdır İbrahim Demirci. Bir dil ustasıdır aynı zamanda. Türkçeye gösterdiği hassasiyeti çeviri yaparken de gösterir ve şiirin sesi olarak bizleri farklı coğrafyaların şiiriyle buluşturur. Şiir ve çeviri konusunda Zeynep Arslan’ın sorularını cevaplamış Demirci.

“Çocukluğumdan beri okumayı ve yazmayı seviyorum. Ortaokul ve lise yıllarımda sınıfın veya okulun duvar gazetelerinde görünürdüm. Erzurum’a Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne girmek niyetiyle gitmiştim. Birtakım aksiliklerden ötürü İşletme Fakültesine kaydoldum. Orada bir yıl öğrenim gördükten sonra yeniden sınava girip Edebiyat Fakültesine geçtim. O bir yılın kayıp olduğunu düşünmedim hiç. Hem çok şey öğrendim orada hem güzel arkadaşlar edindim.”

“Arapçadan çeviri yapmaya doksanlı yılların ikinci yarısında başladım. Konya’da ancak üç yıl çıkarabildiğimiz Çerağ dergisi için bazı çeviriler yaptım. Londra’da yayımlanan El-Hayat gazetesi, El-Vasat, El-Mecelle gibi dergiler Konya’da gazete bayiinde bulunuyordu. El-Hayat’ın Kültür-Sanat sayfasını ilgiyle okuyordum. Nizar Kabbânî ile ilk orada karşılaştım. Şairin Ben Beyrut adıyla çevirdiğim eserini Konya’da çalışan Suriyeli bir arkadaştan almıştım.”

“Bilmediğiniz veya anlamlandıramadığınız bir şeyle karşılaştığınızda bilenlere soracaksınız. Takıldığım veya tereddüt ettiğim durumlarda bilenlere başvurmaktan çekinmedim, çekinmem.”

Poe’nun Kuzgun’u Neyi Temsil Ediyor?

Poe dendiğinde akla ilk gelen eserlerdendir Kuzgun. Selma Aksoy Türköz, kuzgunun ifade ettiği anlamlar üzerine yazmış.

“Peki şair, neden şiirde sembol olarak kuzgunu tercih etmiştir? Öncelikle belirtmeliyiz ki kuzgunların birçok kültürde farklı sembolik anlamlara geldiği bilinmektedir. Örneğin bu kuşlar Şamanizm’de ölüm sonrasıyla yaşam arasında sembol olarak görülür. Hayatta olanlar için ölüm, ölüler içinse sonsuzluğun simgesi olarak kabul edilir. Avrupa’da kuzgunların kılık değiştirmiş şeytani varlıklar olduğuna ve kimi ruhların kuzgun şeklinde geri döndüklerine dair bir inanış vardır. Dolayısıyla kuzgunların kara renkleri ve leş yiyici oluşları sebebiyle meşum ve lanetli olarak edebiyatın tekinsiz alanlarına konu olduklarını görüyoruz.”

Ağaç Günlüğünde Söğütler Var

İsmail Karakurt, ağaç günlüklerine devam ediyor.Bu sayı bizleri söğüt gölgesine davet ediyor.

“Her söğüdün sesinde annelerin ninnilere sakladığı saflığı duyuyorum. Hele şu kambur söğüt yok mu, işte o benim çok eski dostumdur. Aynı yerde ama aynı bağlamda gözükmüyor. Gerçekliğin sınırında sanki bir rüya fantastiği görüntüsüyle duruyor. Sadece sırtı değil uzun, az budaksız ve tutmaya elverişli dalları birçok oyunumun atıydı. Her bahar taze dalları düdüğümdü çocukluk havalarımın. Kim bilir, başka kimler düdük yaptı dallarından? Yine kaçımız, evden gizlice aldığı çakının düdük yaparken kestiği yer için sızlanmadı? Oyunlarımızın elbette taş, çamur, tahta ve dallar imdadına yetişirdi. Şimdi çoğu kaybolmuş bir saadet.”

Mehmet Aycı’dan Yunus Emre Altuntaş Portresi

Mehmet Aycının yazdığı bir portre yazısından sonra sevdiğiniz kişileri daha çok sevmeye başlıyorsunuz. Öyle özel ayrıntılar, göndermeler yapıyor ki Aycı, sevgimiz kat kat artıyor. Bu sayı, Yunus Emre Altuntaş’ı anlatmış en özel cümleleri ile.

“Allah ona mahsus bir yüz ışıltısı vermiş; kendi yüzünün ışıltısının farkına varsa karanlıkta bile lambaya, fenere filan ihtiyaç duymayacak…”

“Nokta demişken, yeryüzünün her noktasıyla ilgilenen bir dışa dönüklüğü var; İslam coğrafyasının her noktasıyla daha fazla ilgileniyor. En fazla ise Kafkas coğrafyasının her noktasıyla.”

“Bursa dışında nereye gitse daha yirmi dört saat dolmadan Bursa rüyası görüyor. Bursa’yı inşa eden aklın ve ruhun Selçuklu aklı ve ruhunun devamı olduğunu aklından çıkarmıyor: Oğlunun adı Melikşah…”

“Şair…
Fıkra muharriri…
Derviş…
Yunus Emre Altuntaş bu, kardeşimiz.
Böyle biliriz.”

Hece’den Şiirler

biz ne yarışta
ne yarış bittikten sonra koşarız
ölü atlarız biz
canımız yok biz koşmayız

koşumlarımız allı yeşil
cennet ve cehennem trajedisi
benbeyazıyla bir kız
duruyor öylece üstümüzde
yontula yontula bir incinmişlik heykeli
gibi ve sanki değil bizzat kendinde kendisi
Hüseyin Atlansoy

kırmızıdan sıcaktır mavi, bunu biliyoruz artık
imanın yoktur nedeni niçini, kalbimiz serin
fazla gelince ışık gözleri görmez olur insanın
benim de gözlerim görmez oldu bir zaman
sevdiğim kız zaten hep benim gözlerime baktı
gözlerime, yeşil yeşil bir yaban gülü
açmadı saçlarını, bıraktı fakülteyi, bıraktı okumayı.
Faruk Uysal

Biz bir sesle ölünce durmadan sabah olanlar
Sesleri bastıran sisin hükmüne inanmıyoruz
Bizi görüp kaçıyor aklımızın troykaları
Kötüler ve çirkinler için bir parça teodise.

Geldik ve dinledik bütün nağmelerini arzın
Bizde acıyı tınlayacak bir ses kalmadı.
Ahmet Edip Başaran

ofsayta, direğe, hakeme takılıyor bir gol
hakemler, rakipler, kaleler ölse de kurtulsak
bahçesinde keşkeler, balkonunda yalnızlıklarıyla bir kadın
mirasçılar çadır kurmuş bahçeye: ölse de kurtulsak
kötü adamlar güzel kadınları güzel sözlerle
kötü adamlar, güzel sözler bir güzel ölse de kurtulsak
Eyyüp Akyüz

Sensiz daha güzel olacak her şey inan
Altın tüylü köpek demiri dövecek
Suların dibindeki dağlarda
Henüz denizi okşamamış taptaze bir rüzgâr
Durup izleyecek ateşin artık yakmayan rengini
Köpeğin demire verdiği şekil
Yükselip öpecek göğün mavisini
Ahmet Menteş

zincirini kopardım bakır tasların
toprağım kıraç ve yorgun
yaslandığım ağaçlar
kökleriyle kaçar adım

ritmi bozulmasın diye
benlik egzersizleri
kalbimi atıp duruyor hayat
gözüme çıkan suda yükseklik korkusu
paraşüt takar sandım merhamet
Aziz Kağan Güneş

Şimdi soğur ruhumuz bile şarkı bitti
bana bir büyük susmak armağan ettin
acı bir erginlik işareti bunu öğrenmiştim
yeni bir şey daha öğrendim eksilerek
bir enginlik hissi gecenin üçü açık denizde
Taner Sarıtaş

Bana kuyular sunduran Rabbime
Rabbim diyorum ben, içime sundur.
Rabbim
Bana kuyuları ve Yusuf ’u sularının
Biliyorum belki yükseleceğiz sularımız bir
Kuyu ruhumuz, öleceğiz olmalara, var’da giz
Burada çünkü hem ruhumuz hem biz
Rabbime de ismini sunduran yüzümdeki kuytu iz
Buse Türkoğlu

Çâre’de Tarık Tufan Söyleşisi

18. sayısı ile bir mevsimi daha selamladı Çâre dergisi. Varlığını hissettiren, samimiyetini sayfalarına içtenlikle yansıtan dergi, çizgisini koyultarak yoluna devam ediyor.

18. sayının dosya konusu “Sinema ve Edebiyat.” Bu bağlamda Tarık Tufan ile yapılan bir söyleşi var. Bir dergide Tarık Tufan ile karşılaşmak insana mutluluk veren bir tesadüftür. Yazarlığı, samimiyeti ve dostluğuyla o hep bildiğimiz gibi. Bunun için de kabul görüyor ve artan bir ilgiyle kabul görmeye devam ediyor.

Romana ve sinemaya dair keyifli bir söyleşi Çâre okurlarını bekliyor. Sorular; Mehmet Önder Karakaş’tan.

“Kuşkusuz sinemanın en temel meselelerinden biri iyi bir hikâyedir. Uzun yıllar boyunca birikerek büyüyen edebiyat, sinemanın aradığı iyi hikâyenin en güçlü kaynaklarından biridir. İyi sinemacılar, aynı zamanda iyi bir okur olarak, hayatlarını dönüştüren edebi metinleri senaryolaştırarak büyük filmler yaptılar. Anlatı zaman içinde masal, mitoloji, halk hikâyeleri, kutsal kitapların meselleri gibi formlarda hayatın içinde yer aldı.”

“Her sanat yapıtı tek ve biriciktir. Bir film, bir romandan uyarlanmış da olsa, kendi özgün koşullarıyla ortaya çıkar. Bu çabayı “çatışma” yahut “sadakat” gibi kavramlarla ifade etmeyi tercih etmiyorum. Yönetmen bir film yapar ve anlattığı hikâyenin esini, kaynağı ne olursa olsun, yönetmenin özgün anlatısına dönüşmüştür.”

“Sanat dalları birbirini etkilerken dilin dönüşmesi kaçınılmaz. Bu sadece formel bir dönüşüm değil, en dipte yer alan öze dokunan bir dönüşüm olabilir. Sanatçı – yönetmen- bir başka eserden (bir müzik eseri, bir tablo, bir roman vb), kendisini etkileyen “öz”ü alır ve ruhundan, kalbinden, aklından, hayatından süzerek ona yeni bir görünüm katar. Ortaya çıkan eser hem aynı hem de biriciktir.”

Edebiyat ve Sinema Dosyası’ndan

İlhan Kayhan – Sayısız Bir Renkten Beyaz Perdeye

“Şu da bir gerçek ki günümüzde kitap okuma alışkanlığı olmayan insanlara bu alışkanlığı kazandırmak zor ötesi bir eylem gibi görünüyor. Bu yüzden bir senaryo ile yoğrulup özünü yitiren roman ve hikâyeleri kimi vasat kimi de üst bir teknoloji ile beyaz perdeye aktarmak mantıklı gibi görülebilir. Bana göre ise bu durum bin bir çeşit lezzetle donanmış bir sofradaki yemekleri yemek ile sofradaki o yemekleri yemeden üst bir teknoloji ile bir kapsüle aktarıp bir besin maddesi olarak tüketmek kadar farklı. Bu farkı ise ancak ve ancak mürekkep ve kâğıttan bir kitabın gerçek lezzetine ulaşan insanlar anlıyor.”

Fuat SakaSözün Büyüsünden Beyaz Cama

“Uyarlama; var olan bir edebî eserin bulunduğu biçimden/türden bir başka biçime/türe, bu yeni türün gerektirdiği teknik ve sanatsal özelliklere uygun olarak taşınması ve bu yolla yeni bir eser ortaya çıkarılmasıdır.”

“Televizyon yayınlarına 31 Ocak 1968’de başlayan TRT, emekleme dönemini atlatır atlatmaz Türk edebiyatından seçilen eserlerden yaptığı uyarlamalarla içeriklerini zenginleştirmeye ve çeşitlendirmeye çalıştı.”

“Televizyon tarihimizin ilk draması bir uyarlamadır. TRT’nin ilk yönetmenlerinden Tunca Yönder, Türk televizyon tarihinin ilk uyarlaması olacak bu yayın için, Şinasi’nin “Şair Evlenmesi” adlı eserini seçmiştir. “Şair Evlenmesi”, 6 Şubat 1968’de canlı oynanıp yayımlanmıştır; çünkü TRT henüz bir yapımı banda kaydedip yayımlayacak teknik araç gerece sahip değildi.”

“Abbas Sayar’ın 1973 yılında Türk Dil Kurumu Ödülü’nü alan romanı “Çelo” ise 2016 yılında TRT için aynı adla televizyon filmi olarak uyarlanmıştır. Filmin yönetmeni ve senaristi Biket İlhan’dır.”

Mustafa Çiftci – Heves Ölür Siz Merakınıza Sahip Çıkın

“Sinemaya olan hevesim film seyretmekle kalmasın sektörün bir yerlerinde olayım hevesim hep vardı. Mesela senaryo yazayım istedim. Okuduğum fakültede sinema eğitimi de almıştım. Ama ben fakülte okurken Yeşilçam ölmüş idi. Eşkıya filmi çekilecek diye haber çıkınca hem şaşırmış hem de “…acaba olur mu ki?” deyü merak içinde kalmıştık. Eşkıyadan sonra bir canlanma oldu ama taşralı bir gencin senarist olmasına yetecek sayıda film çekilmedi.”

Kübra Karakaş – Yorgun Savaşçı

“Benim nazarımda Ayşe Şasa’nın hayatı bir kaktüsün çiçeğe durmuş hali gibi. Öylesine güzel, ama bu diyara da işte öylesine mesafeli. Satırları toparlarken beni en çok etkileyen şeylerden birini daha belirtmek isterim.Bir çok insan Ayşe Hanım’ın hastalığına rağmen ömrünün son zamanlarında dahi üretken olmayı hiç bırakmadığını dile getiriyor. Demek ki ses vermek, bir nida bırakmak kainatta ne kadar mühim. Öyle ya yaşamaya ve yaşatmaya niyeti olan derviş ses verir. Dilerim sona gelmeden o sesleri duyabilecek kabiliyete daha erken varalım ve bizde başka gönüllerde bir yankı olalım.”

Nuh KılıçaslanBir Başkasının Gözünden

“Sinemayı edebiyatın kollarında büyüyen bir çocuk olarak tanımlasam yanlış olmaz diye umuyorum. Bu küçük çocuğun ceplerinde romanlar, hikâyeler, masallar çizgi romanlar sıkı sıkıya duruyor. Yüzünde her birinin yansımasını görmemek elde değil. Sağa sola koşturup çizgilerinin dışına çıkmak istese de annesinin sözünü dinleyen uslu bir çocuk gibi. İlk yüzyılının ardından ne zaman büyür, kendi yolunu çizer, bizler görür müyüz bilemiyorum. Şu an edebiyatın başka çocuğu o. Sanatın binbir tatdaki şekeri ağzında duruyor. Ne zaman bir şeyler ters gitse ya da eksik kalsa hem kendinin hem de bizlerin dilinde acı bir tat bırakıyor eserleri. Yeni konulara olan merakını kimi zaman teknoloji ile harmanlamaktan geri durmuyor.”

Abdullah Kasay – Çiçek Dürbününden Bakmak

“Çocuk filmleri, teknik anlamda 2 boyutlu, 3 boyutlu, stop motion, anime, TV çizgi filmi, kategorik olarak doğrudan çocuk filmi veya dizisi, kısa film şeklinde yapılmış; fantastik, macera, dram, komedi, müzikal, aile gibi türler içeren genel anlamda her yaştan izleyiciyi, özel anlamdaysa çocuk izleyicileri hedefleyen yapımlardır diyebiliriz. Bu sınıflandırmalar çocuk izleyici için nihâî ve kesin sınırlar içermez; mesela bugün ülkemizde de çok kullanılan aile filmleri sınıflandırmasının, Amerikan sinemasının daha çok ticari amaçlarla ve sansüre takılmadan film üretme kaygısından doğduğunu söyleyebiliriz.”

Mehmet Önder Karakaş – Barbie ve Bağımsız Sinema Üzerine Bir Deneme

“Film, Barbie ve Ken’in ontolojik sorgulamaları etrafında kimlik arayışını esas alsa da tüketim kavramının kendi kimliğini film sayesinde kolaylıkla bulabiliyor olması şaşırtıcı değil. Barbie’nin kurmaca boyunca aradığı kimliği, izleyicinin onu hem gişede hem de oyuncak olarak almasıyla son bulmaktan öteye gitmiyor. Bu çerçevede Barbie mi, yoksa izleyicinin mi bir arayışta olduğu sorusu zihinlerde yer buluyor. Barbie kapitalizmin bir temsili konumundayken müşterilerini, müşterileri ise film vesilesiyle satın alabilecekleri Barbie’leri buldu demek yanlış olmayacaktır. Bu noktada filmin hızlı bir başlayan hikâyesinin ilerleyen dakikalarda tekrara düşmesiyle tüketimin tekrarlılığı arasında bir bağ kurmak da elbette mümkün.”

Edebiyat Umuttur

Hayatın karmaşıklaştığı bir anda insana bir umut ışığı yeter. Hayata tutunmakla ilgili bir durum bu. Ne olacağı, nerden geleceğe belli değil. Yeter ki gelsin. Ali Ayçil, dünyanın savaşlarla, buhranlarla boğuştuğu zamanlarda bir müjde gibi gelen haberleri paylaşmış. Kitaplar, dergiler, şairler…

“O da dışarıda nelerin olduğunu biliyor, o da öteki aydınlar gibi büyük yıkımın kapıya dayandığının farkında. Ama yine de, tuhaf bir işle uğraşıyor; notlar alıyor, notları karşılaştırıyor, eserinin bir bölümünü daha temize çekiyor. Kederli ama hüsran içinde değil; ülke yok olacakken oturmuş bir halkın gen haritasını çıkarıyor. Yesevi’nin kanını, taptaze bir damarla Anadolu’ya, Yunus’a uzatma derdinde. Adı: Fuat Köprülü. Eseri: Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar…”

“İkbal Kahvehanesi’nin dumanlı atmosferine bir aydınlık yayılıyor. Milli mücadeleye destek verecek dergi için pek çok isim telaffuz ediliyor; Haşim, ‘Haşhaşi’ olsun diyor mesela, vaziyete uygun düşmediği için pek kabul görmüyor. Nihayet kalemle girişilecek harbe bir cephe adı bulunuyor: Dergâh…”

“Son notları karısına söyledikten yirmi gün sonra, 10 Mart 1940’ta Mihail Bulgakov’un ruhu Moskova’yı terk ediyor. Yazılmaya başlandıktan 75 yıl sonra basıldığında, başlarını yukarı kaldıranlar, kentin göklerinde neşeyle uçan iki hür âşık görüyor: Üstat ve Margarita…”

Son Devir Ulemasından Yozgatlı İsimler

Kâmil Büyüker, araştırma-inceleme yazılarıyla Çâre’de. Bu sayı “Son Devir Ulemasından Yozgatlı İsimler” yazısıyla yer alıyor dergide. Şehre manevi kimlikleriyle değer katan birçok ismi konuk etmiş yazısına. Yazının devam gelecek sayıda. Birkaç ismi buraya alıyorum.

“AHMED RIFAT EFENDİ Mazhar Mustafa Efendi’nin yeğeninin oğludur. 1862’de Maraş ve 1867’de Bosna Mollası olur.”

“FÂZIL MEHMED EFENDİ Yozgat’ta doğan Fâzıl Mehmed Efendi’nin doğum tarihi bilinmemektedir. Dersiam ve müderris olup saraya yakınlığıyla tanınır. Şubat 1865’te Girid Mollası olur. Bilâhare Bilâd-ı Hamse Mollası olarak Mekke Pâyesi’ni alır. 1879’da vefat eder.”

“MEHMED EFENDİ Bozokludur. Selatin camileri vaizlerine dâhil olup Ayasofya şeyhi oldu. Şaban 1212’de (Ocak-Şubat 1798) vefat etti. Yerine geçen Mardinî Halil Efendi 1213’de (1798/99) sürülünce Hızırzâde Mehmet Emin Efendi olup birkaç sene sonra vefat etti. (IV. 270)”

“MUSA EFENDİZÂDE ŞÜKRÜ EFENDİ Yozgatlı Musa Efendizâde Şükrü Efendi Yozgat Medresesi Müderrisliği’ne 1 Kânunievvel 1332’de tayin edilmiştir.”

Çâre’den Öyküler

Neva Selçuk- Kavak Ağacında Unutulan Kalp

“Mutfak penceresinin önündeyim. Bostanı çepeçevre dolaşan ark, ayaklarımın dibinde ince ince sızlanıyor. Belli ki bekçi tam kapatmamış sokaktaki sürgüyü.

Güneş batmakta. Gökyüzü tepemde sallanıp duruyor. Bulutların kızıl yaprakları benimkilere karıştı. Gün akşama, kuşlar yuvalarına dönüyor. Bir çift kumru dalımda, hu hu sesleriyle akşamı büyülüyor. Dalga dalga göğe yükseliyor sesler. Onların da eve dönme vakitleri gelmiş olmalı ki çok geçmeden havalanıyorlar. Hava serin, yapraklarım titriyor.”

“Ayla’nın parmaklarını her hücrem tanır. Semih, çizdiği kalbi göstermek için elinden tutup çekiştirerek yanıma getirmişti Ayla’yı. O zamanlar küçüktük hepimiz. Ben, Semih, Ayla küçüktük. Göğe bu kadar uzamamıştım ben. Semih, Ayla’ya böyle uzak değildi, Ayla yalnız değildi bu kadar. Bu parmaklarla dokunmuştu bana Ayla. Çakının oyduğu yerleri okşamış, acımı dindirmişti. Ayla’nın çocuk elleri, gencecik kavak ağacına merhameti öğretmişti o gün, sevgiyi öğretmişti.”

Muhsin Aygün – Karagözlüm, Fiyakalım

“Üniversiteden yeni mezun olmuş, çiçeği burnunda bir işsizdim. Deyim yerindeyse sudan çıkmış balık gibiydim. Konu-komşu, akrabalar “eee atama yok mu atama? Ne zaman atanıyorsun?” bu kadar sual yetmezmiş gibi bir de üstüne “peh okuyanları da gördük, hepsi aç” diyerek hâlime acıyorlar ve onlar okumamakla en iyisini yaptıklarını savunarak böbürleniyorlardı. Ben, bu boş lakırdılara kulak tıkar ve cevap vermeden oradan ayrılırdım. Çünkü; onlar okumanın ve bilginin tadına varmanın nasıl bir haz olduğunu bilmiyorlardı.”

“Gün daha aydınlanmadan seher vakti nenemin takırtılarıyla uyanmıştım. Mübarekler sabah ezanıyla kalkmıştı. Bir müddet sonra hafif kafamı kaldırıp etrafa bakındım. Horozlar hâlen ötmeye devam ediyordu. Sanki benim için ek mesai yapıyorlardı. Hele içlerinden biri vardı ki bu kadar kötü bir ses ve ötüş olamazdı. Kalkıp elime geçirdiğim ilk şeyle kafasına kafasına vurmak istiyordum ama uyku yakamı bırakmıyordu.”

“Uzun bir tren yolculuğundan sonra nihayet memlekete varmıştık. Şehir merkezinden bir taksi tuttuğumuz gibi köy yoluna düşmüştük. Babam, evin önündeki bahçede elinde bir çapayla asmanın dibini eşiyordu. Annem de elinde iğne iplikle semerin üstüne oturmuş, elindeki kumaşı onarmayla meşguldü.”

Mehmet Toygar Özdemir – Kara Sevda

“Genç adam sessizce dinledi. Konuşacak hâli yoktu. Yastığını yükseltip biraz doğruldu. Tüm gücünü toplayıp, “Ey erenler, ben bir kadına âşık olduğum için yemeden içmeden kesildim, gördüğünüz gibi bir deri bir kemik kaldım. Allah’a âşık olduğunu söyleyen sizler, söyleyin, o ense, o göbek nedir?” dedi. Aşk, kendi anlamına döndü.”

Ercan Köksal –  Figüran

“Yönetmen, çekim işaretini verir vermez esas oğlan sırayla on beş kişiyle birlikte beni de birkaç dakikada yere serdi. Sonra yönetmen “stop” işaretini verdi. Esas oğlanın yere serdiği gençler birer birer kalkıp üstlerini başlarını silkelediler. Ben de onlara uydum. Üzerimizi silkeleme işlemimiz biter bitmez bir görevli geldi ve hepimize birer onluk uzattı.”

“Meşhur olmuştum. Şimdi huzur içinde ölebilirdim. Noyan kılıcını kaldırdı ve beni gögüs kafesimden yukarıya doğru çapraz bir şekilde kesti. Dizlerimin üzerine düştüm, sonra da yüzüstü yere uzandım. Kılıç darbesiyle vücudumdan kanlar fışkırınca yönetmen, koltuğundan fırladı. Fakat o ara ben çoktan yüzüstü düşmüş olduğumdan onun sonraki halini göremedim. Dudağımın bir kenarına tebessüm oturdu. Bu tebessüm bu kez dirilmeyen meşhur bir ölünün tebessümüydü.

Bir dakika ! Madem figüran öldü. Bu yazıyı kim yazdı?”

Çâre’den Şiirler

Mavi değildir gök eskisi kadar
Bir ağacın bile yok kanatacak elini
Dalı yeşil kahverengi gri
Değişir nerde görsen bir çocuk
Peşine takılır aklı döndürmek için

Bekler sarı bir ıslık
Nuh Kılıçaslan

Çağrılmış mevsimler çorak
Vebalar, salgınlar, illetler
Çeperlere virüs saldırıları
Zamanı değildi biliyorum

Yenilmek çâre olmaz
Damarlarımda isyan birlikleri
Kavi bir şahlanış
Bekliyor beni yaşamak
Mustafa Mete

İşte kaçıyoruz yine
Yaşamın korkak askerleri
Sığmayacağız yollara
Evler loş ve hüzün yumağı
Evler boş mezarlardır artık
Ölü!
Nerede ölü!
Ölüler! Öldülerdi dün, bir doğum kargaşasında
Kalıp kalabalığın ayakları altında
Ahmet Menteş

Zayıf ayaklar yere vurunca başlayacak fırtına
Cetvelle çizilen sınırları yok etme aşkına
Kirlenmemiş rüyanın bütün tonlarında Afrika
Memelerinden kan damlayan coğrafya
Ahmet Şevki Şakalar

ayaklarımın kan toplamasına karşıyım bugün, topuklarımın yerden kesilmesine
dönen devran içerisinde yanan meşale kadar bahtsız bedevi
ve lunapark görevlisi kadar çocukluğunu yaşayamamış
saldırgan yarınlarla kelepçeli kollar ve arasında sigara yanıkları kıl olduğum şeylerdendir
çünkü nevruz bahar aylarından bir baharda bahar üzre gelmesiyle baharda karşılanır
dibek kahvesi ve çakma altın varanklı perili köşklerde
Allahın 99 adıyla başlayan sözlüğe yemin edilmek şartıyla
kinlerini poşetlendirip kırmızı halılara seren serdengeçtiler ayak direr
gün dökülür gerdanlardan katre katre
çünkü bir yudum siyanür ve türevleri şerbet görevi görebilir ölümün üzerine
Cüneyd Ensari

Kurşunlu Dergisinde Maarif Dosyası

Mevsimleri takip eden Kurşunlu dergisi, 8. sayısında Maarif Dosyası ile çıkıyor. Elbette Gazze vurgusu da var kapakta.

Dergi editörü Arslan Karadayı’nın Giriş Yazısından…

“Maarif dedik dosyamıza. Maarif ile ikmal olan bir milletin, hislerini cebren ve hile ile işgal eden işgalcilere tek mevzide siper olacağına inandık. Maarifin tüm teknolojilerden ve tüm kapital havzalardan daha mühim bir etken olunca, tüm edilgenlikleri hürriyete inkılap ettirdiği tahlilinde düş kurduk.

Maarif dedik dosyamıza; şehirlerin de birer düş, düşlerin ülke olduğunu ikrar ettik.”

Maarif Dosyasından…

Mehmet Topal-Bir Rapor Ve İki Fotoğrafın Maarife Dair Söyledikleri

“1916-1917 yıllarında Eskişehir Sancağı’ndaki ilköğretim kurumları, Eskişehir Tedrîsât-ı İbtidaiye Müfettişi Mehmed Zeki Bey tarafından denetlenmiş, ilginç tespit ve değerlendirmeleri ihtiva eden bir rapor hazırlanmıştır. Mehmed Zeki Bey iki fotoğraf ve kırk sayfadan oluşan raporunda Dursun Fakıh, Sungur Bey, Dündar Bey, Nilüfer Hatun, Mal Hatun, Hayma Ana mekteplerini ve Çocuk Yuvalarını gezmiştir. Özel okul statüsünde olan İstasyon Alman Şimendifer Mektebi, Rum Aşikey Mektebi, Ermeni Protestan Mektebi ve İstasyon Rum Mektebi de Mehmet Zeki Bey’in teftiş raporunda yer almıştır.”

“Talebelerin kıyafetleri için değerlendirmeler yapan Mehmed Zeki Bey, çocukların daha muntazam kıyafetlerle okula gelmeleri için yaptığı ikazlardan sonra muallim ve velilerin işbirliği ile bu konunun düzeldiğini, kısa pantolon ve ceketten ibaret daha şık kıyafetlerin kullanılmaya başladığını, resmi günlerde ve izcilik merasimlerinde öğrencilerin giydiği turuncu boyun bağları ve güzel elbiselerin halkın takdirini kazandığını raporunda yazmıştır.”

“Savaş yıllarının imkânsızlıkları içinde Eskişehir maarif teşkilatının ayakta kalma mücadelesi, okul binalarının, ders araç gereçlerinin eksikliği, müfredatı uygulayacak yeterli donanıma sahip öğretmenlerin olmayışı gibi konular rapora konu olmuştur. İsabetli çözüm önerileri yanında millî ve dinî çizgimizde başlayan kültürel manada batı eksenli zihniyet değişimi tavsiyeleriyle de bilerek veya bilmeyerek köksüzlüğe kapı aralanmıştır.”

Fahri Yetim – Mi’rarü’l-Maarif

“19. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkmış ve 20. yüzyıl başlarında aşırılıkları törpülenmiş olan pozitivizm, bizde ideolojiye dönüşerek paradoksal bir biçimde felsefenin adeta ölümüne neden olmuştur. Halen de durum bu vaziyettedir. O kadar ki bu durum, Türkiye’de pozitivizmin ilk ve köklü eleştirmenlerinden biri olan Topçu’yu dahi bazan bu tutumun içine çekmiştir. O’nun Osmanlı eğitim sistemine ve özellikle son dönem Osmanlı ulemasına getirdiği eleştiriler bunu yansıtmaktadır.”

“Maarif konusu, Türkiye’nin büyüklüğüyle orantılı düzeyde milli birlik, beraberlik ve ülkenin geleceği açısından hayati bir meseledir. Bugünden bakıldığında, 1930’larda belli ölçüde geçerliliği söz konusu olan Grigory Petrov’un, Beyaz Zambaklar Ülkesinde’ki idealizmle açıklanamayacak kadar geniş ve çetrefil yanları bulunmaktadır.”

Ahmet Urfalı – Maarif Davamız

“Maarif ve eğitim – öğretim kavramları anlamı, muhtevası, metodu, hedef kitlesi, sonuç alma gibi unsurları bakımından birbiriyle örtüşmektedir. Ancak, eğitim-öğretimin ‘’irfan’’ yönü gerek kavram gerekse uygulamada bir zafiyet olarak görülmektedir.”

“Eğitimin asla vazgeçilmez karakteri “milli” olmasıdır. Her millet, çocuğunu, “millî bir eğitimden” geçirmektedir. Yine her millet, eğitimin temelinde millî kültürünü bulundurmaktadır. Genç nesiller, atalarından birikmiş tecrübeleri devralarak geliştirip olgunlaşmaktadırlar. Hiç şüphesiz bu tecrübe, başka cemiyetlerle kurulan temaslarla daha da gelişip zenginleşmektedir.”

“Altın Nesil” projesiyle din üzerinden sinsi bir yapılanmayla ortaya çıkan FETÖ hareketi, bertaraf edilinceye kadar devletimizi büyük sıkıntılara sokmuştur.15 Temmuz ihanet girişimi bu sömürge eğitimin en bariz örneği olup ülkemiz çok büyük bir badireyi atlatma başarısını göstermiştir. Ancak, hiç kimse tehlikenin geçtiğini söyleyemez. Çünkü ihanet örgütü, eğitim kurumları dışında da çok gizli ve disiplinli bir yapılanmayla beraber devletin kılcal damarlarına kadar sızmıştır.

Gültekin Güllü- Belediyeler Maarifin Neresinde

“Belediyelerde çokça yaygınlaşmış olan meslek edindirme merkezleri projesi ile pek çok insan eğitim alarak meslek sahibi olmakta, sanatsal ve kültürel yönden kendini geliştirmektedir. Buralarda verilen dil eğitimlerinden sanata, kişisel gelişim eğitimlerinden meslek edindirme eğitimlerine kadar yüzlerce farklı eğitim ile belediyelerin hizmet sunduğu mesleki eğitim merkezleri adeta herkesin kayıt yaptırıp eğitim aldığı halk üniversiteleri haline dönüşmüştür.”

“Bilgi evleri projeleri ile belediyeler, ilk ve orta öğrenimdeki çocuklar için okul saatleri dışında farklı ikinci bir eğitim ve öğretim merkezi olarak hizmet sunmaktadır. İzcilikten tarihi ve kültürel gezilere, sınavlara, hazırlık kurslarından sanat; kültür ve kişisel gelişimle ilgili derslere, dil kurslarından pek çok farklı alanda yapılan kurslara kadar okuma salonları, kütüphaneleri, özel donanımlı sınıfları, konferans salonları gibi donatılarıyla çocukları geleceğe hazırlayan eğitim ve öğretim merkezleri halindedir.”

Serdar Bilir – Özde Ben Bir İnsan Olmaya Geldim

“Eğitim bahsine insanın eğitime muhtaç bir birey olduğu gerçeğini kabul ederek başlamak en doğrusu olacaktır. Eğitimi ise talimden, terbiyeden, hayatı anlamlandırma serüveninden ve tekâmülden ayrı tutmak büyük bir hata olur. Dilimizde unuttuğumuz bir kelime ve aynı zamanda da bir meslek vardır: Mürebbiye. Bir çocuğun eğitimiyle ilgilenen kişiye terbiye kelimesinden türetilen mürebbiye kelimesini kullanırız. O vakit eğitimi terbiyeden ayrı tutamayız. Eğitim, terbiyeyi de kapsayan bir anlamı ihtiva eder.”

Burkay Marangoz – HABABAM SINIFI Filmiyle Eğitimde Yaratıcı Bakış

“Hababam Sınıfı” filmi, sinemanın eğitim ve toplum üzerindeki etkisini gösteren önemli bir örnek olarak karşımıza çıkar. Bu film, eğitimi sadece bir sıralama ve not alma süreci olarak değil, aynı zamanda insanların birbirleriyle etkileşimde bulunduğu ve hayatı öğrendiği bir deneyim olarak ele alır. Sinema, eğitim ve toplumun aynası olmaya devam ederken, “Hababam Sınıfı” da bu aynanın parlak bir yüzüdür.

Arslan Karadayı – Hatırtlıyorum

“İnsan okulun bittiğini okul biterken fark etmiyor. İnsan okulun bittiğini, otuz beşli yaşlarından sonra anlamaya başlıyor. Nerelerden geçtiğini, kimle neyle hukuk teşkil olduğunu taş duvarlardan ya da geçilen yollardan ziyade, havsalasında imar olan şuur eşiğinden duyuyor.

Eğitim cehaleti almıyor, irfan olmadan. İrfan ile hakikat, marifeti hâsıl edip ortaya döküyor. İradenin terbiyesi, hem geniş ufuklara menzil koyuyor, hem insan yetiştirip milletleri ufuk kılıyor.”

İnsan Bekler

Beklenti içinde olmak insanın en doğal özelliklerinden. Dünyevî beklentilerin dışında uhrevî beklentilere de girer insan. Buna kulluğun bir gereğidir diyebiliriz. Tahir Ceyhun Yıldız, “İnsan, Beklentileriyle İnsan” isimli yazısıyla dergide yer alıyor.

“İnsan yaptığı kırık dökük bir ibadetin, yaptığı bir tesbihatın hemen ardından bir şeyler bekliyor. Buna engel olabilenin ellerinden öpmeli! Yahut bir şey başardığını sandı diyelim, hemen bir sonuç bekliyor. Dediğim gibi beklenti bir ateş… Bir anlık hayâlin sonucunu günlerce, aylarca bekliyor. Engel olabilenin ellerinden öpmeli! İnsan tam olarak bu değil mi, beklentileriyle insan değil mi? Beklemek, umut, recâ çok insânî hâller…”

Atlıhan’da Bir Ozan

Tayyip Atmaca, anılarla bezediği bir yazısı ile Kurşunlu’da. Aşıklar, türküler, gelenekler ve daha fazlası var yazıda.

“Kırşehirli bir ozan geldi geçti hem de ne ozandı. Mızrap tutan parmaklarıyla aynı zamanda fırça tutan bir hattattı Âşık Boyacı. Âşık Veysel’den bahsetti. “Yanında bir çocuk, omzunda sazla Kırşehir’e gelir kahve kahve dolaşarak türkü söyler, yanındaki çocuk da para toplardı. Ben de ona heveslenirdim ama bu şekilde geçim etmeyi kendime yediremediğimden camilerde hat yaparak ekmeğimi çıkarıyorum” demişti.”

“Dokundu sazın tellerine. Bir türkü, bir türkü derken arkasında isteklerde bulunmaya başladık. Ozan dükkânların kapılarında kendisini dinleyenlere şapkasını uzattı en son bizim yanımıza geldi. Hüzünlendik, efkârlandık Ozan ile hatıra fotoğrafları çektirdik. Misafirlerimle vedalaştım. Ozan’a kartımı verdim, bir daha Eskişehir’e yolu düştüğünde beklediğimi söyledim. Adı neydi unuttum. Yolu bir daha buralara düşer mi bilmiyorum. Atlıhan’da ozan geçti peh peh…”

Gazze’nin Siyah Balonları

Gözümüzün önünde yaşanan bir vahşet ve soykırım var. Hiçbir savaşta görülmemiş bir şekilde hastaneleri ve çocukları hedef alan bir vahşi zihniyetle baş edemiyor dünya. Dünyanın bir kısmı zaten yanlarında. Bir kesim kınıyor, birileri görmezden geliyor ve Gazze’de çocuklar ölüyor.

Mehmet Temren, Gazze’de yaşanan soykırıma çocukların gözünden bakıyor.

“Gazze’yi düşündükçe hem insan olarak, hem de bir Müslüman olarak kendimi sorguluyor ve sonunda da her ikisinden de utanıyor, kendi mahcubiyetimde boğuluyorum. Ama beni boğan bir şey daha var. Çaresizliğin zindanında sıkışıp kalan yüreğimi daraltan, bana nefes aldırmayan bir şey daha var karşımda: İnsanların vurdumduymazlığı. Sessizlikleri de diyeceğim lakin kahkahaları bunu söylememe izin vermiyor.”

“Bir çocuğun yaşama hakkını elinden almayı kimse bana izah edemez. Hiçbir görüş, ideoloji ya da din hastanede tedavi edilmeyi beklerken bombalarla uzuvları parça parça edilen bu yavruların masumiyetini gölgeleyemez.”

“En kısa zamanda zulümlerin son bulması, bütün insanların insanca ve eşit olarak yaşayacağı yeni bir Dünya kurulması ve çocukların bombaların değil rengârenk balonların süslediği gökyüzünde özgürce oynaması umuduyla…”

1923’ten Günümüze Cumhuriyet Donemi Türk Tiyatrosu

Cumhuriyetin yüzüncü yılı olmasından dolayı hayatın birçok alanında değerlendirmeler yapılıyor. Uğur Demirezen de Türk tiyatrosunun yüz yıllık yolculuğunu anlatmış.

Kurşunlu’dan Bir Öykü

Mesut Doğan- Çanta

“Üniversiteye yeni başladığında birçok öğrenci gibi kitaplarını koltuğunun altında veya naylon bir poşette taşıyordu. Bölüm başkanı olan hoca derste çantanın öneminden bahsetmişti. Çantanın insana kattığı değerlerden, kişilikten, güven ve daha birçok şeylerden. Çantanın ne kadar önemli bir şey olduğunu ilk kez şimdi anlıyordu. Kendisi gibi birçok öğrenci de kitapları ya naylon bir poşette veya koltuğunun altında getirip götürüyordu.”

“Sokakta birçok insanın çanta taşıdığını o günden sonra fark etmişti. Buna algıda seçicilik diyorlardı. Nasıl da rahatça taşıyorlardı çantalarını. Genelde insanlar çantalarına benziyordu. Uzun yıllar birbirlerinin huylarını etkilemiş olmalıydılar. Belki de insanın eşinin bile bilmediği ve bilemeyeceği sırlarını bilen, onu saklayan, muhafaza eden çantaları diğer şahsi eşyalardan ayıran önemli vasıflar vardı. İnsanın sır kâtibi gibi diğer özel eşyalarına göre daha yüksek bir pozisyonda bulunan çantalar bu önemli görevlerinin bilincindeydi.”

“Uzun sapıyla omuza düz asılan ve genelde kare ve dikdörtgen gibi geometrik şekilde, aslında içinde asla önemli bir şey olmayan ama sahibine önemli bir nesne taşıyormuş havası veren tuhaf çantaları da unutmamak gerekir. Bu çantaları taşıyanlar genelde kısa yürüyüş mesafelerinde çantayla görünürler, çantanın sırrını bilmelerinden gelen hafif bir sıkılganlıkla, kendilerine selam veren insanlarla konuşurken her zaman bir acemilik ve heyecan içinde olurlardı.”

“Sıkılgan bir kişiliği vardı. Bu yüzden birisini yanında çanta gibi taşımaya cesaret edemezdi. Sonunda bir arkadaşının yanından hiç ayrılmamaya ve tüm gününü onunla geçirmeye başladı. Zamanla kendisini gönüllü olarak taşınan, sahibine fazla yük olmayan bir çanta gibi hissetmeye başladı. Bu yeni hali eskisi kadar sıkıcı değildi. Kimse “içinde ne var?” diye de sormuyordu. Hayatındaki tüm boşlukları artık kendi içine doldurmaya başladı.”

Kurşunlu’dan Şiirler

Aşk denince sular küsüyor bize
Hülyasına daldığım huzme
Renkler içinden eline ulaşmış.
Adresinde karanlık büyüyor,
Kıyamet türküleri eşliğinde:
En garip hüznün yeri, geldi
Oturdu dilimin ucuna; uzaktan
Deniz deniz olup dalgalandı resmin
Yaşlı tablomun yağlı kâğıdına.
Oğuzhan Güneş

Bakmıyorum artık semaya
birkaç saniyeden fazla
yıldızların direksiz durması bile
çekmiyor hayretimi.

İşte, şimdi.
Oturduğu banktan
kaçırdığı trene soluklanan
adam.
Tanımayanlar için beni
hayatımdan bir fotoğraflık an.
Ömer Selim Yazgı

Söz hakkı istiyorum dünya
Eylül’ün ortasında kalbime bir cemre
Vaha ısmarlamam lâzım bozkıra
Anneme kadife kırmızı çiçekli elbise
Serçelere yuva olamıyor apartmanlar
Şimdi çok uzak, taşların ruhunu onaran mimar

Söz hakkı istiyorum dünya
Uçurtmaların kanadına rüzgâr
Kelimelerime bereket düşsün
Mektup kâğıtlarının kokusundan bir demet
Malazgirt Ovası’nda kaldırsın bir el beni düştüğüm yerden
Avuçlarıma su içmeye insin yeniden kuşlar
Cihat Barış

Yetersiz bakiyeydi yolda kalışım.
Acınası gözler çok defalar süzmüştü ceperlerimi.
Mavzerimde mermiden çok tenkit…
Bu hesap bana ait değil.
Bu fatura benim değil.
Bu yaşam, bu beden bana giydirilmiş, üstüme okunmuş bir dua.
Selâmı veren yoksa eğer ben buysam kaldıysa yaşamaklık içimde onu da üzerime ekin
Nusret Kankaya

Şehir ve Kültür’den Kudüs’e Selam Var

112. sayısını Kudüs kapağı ile çıkardı Şehir ve Kültür dergisi. İçten selamlar yollayacak yazılar da var dergide. Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak, Kudüs Ve Mescid-i Aksâ Sevdamız yazısında tarihi süreçte Kudüs’ü anlatıyor.

“Kudüs Yavuz Selim’in Mercidabık Seferi’nden sonra Osmanlı idaresine geçince, Hz Ömer devrinde tesis edilen statü aynen korunmuştur. 1917 yılında İngilizler Kudüs’ü ele işgal ettiklerinde Osmanlı Devleti’nden devraldıkları Hz. Ömer devrinden gelen statüyü değiştirme ihtiyacı duymamışlardır.”

“1929 yılında İngiliz Subayı Lionel George Archer Cust tarafından hazırlanan Kutsal yerlerdeki statüko raporu durum tespiti yaparak Osmanlı Devleti zamanında 1852 yılında kurulan statüyü korumanın Britanya için en akılcı çözüm olduğunu beyan etmiştir. Esasen İngilizlerin kutsal mekanlara ilişkin bulduğu en akılcı ve adil çözüm Hz. Ömer, Selahaddin Eyyubi, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, Abdülmecid ve II. Abdülhamid tarafından özenle korunan statüdür.”

“Türkiye’nin Kudüs’teki kutsal mekanların idaresi başta olmak üzere kadim şehrin idaresini uluslararası bir statü ile yönetilmesi teklifi esasında 1937’den beri ileri sürülen barış planlarının özüdür. Hatta, Yaklaşık 12 asır önce Hz. Ömer’in tesis ettiği ve son olarak İngiliz manda rejiminin de sürdürdüğü statünün çağdaş şeklidir.”

Bitmeyen Savaş, Zalimler Ve Mazlumlar

Mehmet Kamil Berse; savaştan, zalimlerden ve mazlumlardan bahsediyor. Berse, yapmış olduğu Kudüs gezisindeki izlenimlerini da aktarıyor yazısında.

“Ortadoğunun en aktif toprakları, Filistin ve önemli bölgeler Kudüs ve Gazze’nin tarihi ve hatıraları ile bölgeye hırsız gibi sızan Yahudi işgalciler ve zulümlerini artıran İsrail’in bugünkü durumunu keşfetmek için tarihin tekerrüründen bahsetmek gerekir.. Bugünler elbette bitecektir, bu topraklar sahiplerinin olacaktır…Yiten canlar şehit olarak makamlarına kavuşmuşlardır…Yıllardır olduğu gibi.. Zulümle âbâd olunmayacaktır… Bugünden tam 12 yıl önce her dönemde karışıklığın yaşandığı kutsal topraklarımıza gitme arzusu benim yolumu Mescid-i Aksa’ya çıkarmıştı…”

“Bu alan içinde bulunan her yapı, taş, ağaç, bitki, çiçek, kediler, kuşlar gözünüzde tarihten bir emanet gibi gözüküyor size. Bunların korumalı, kollamalıyım diye düşünüyorum… Bugüne kadar niye buraya gelmedim? Niye muhakeme yapmadım? Niye bir adım atmadım? diye kendime hesap soruyorum. Zeytindağı’ndan ayrılan son Osmanlı ordusunun hazin hikâyesini Falih Rıfkı Atayın aynı adlı kitabından defalarca okudum. Her ne kadar farklı görüşler ileri sürse de benim atalarımın dört yüz yıl burada yaptığı hizmeti dört asır süren kardeşliği nasıl tesis ettiğini araştırmamız lazım….”

Mihraptaki Kadınlar

Prof. Dr. Ümit Meriç, tarih boyunca insanlara öncülük etmiş, yol göstermiş kadınları yazmış.

“Hazreti Meryem… Onun mihrabı Kudüs’te, şimdi temelleri üzerinde Mescid-i Aksa’nın yükseldiği Süleyman mabedinde. Küçücük mütevazı bir mihrap. Ama gelip geçen bin yıllar boyunca, onun adına, gök kubbenin altında ne çok mabet inşa edildi. Katedrallerde, kiliselerde, manastırlarda, şapellerde, saraylardan köy kulübelerine kadar her yerde ve sonunda dünya müzelerinde onu tasvir eden nice tablolar, freskler, ikonalar sergilendi.”

“Mekke ve Kudüs’ten sonra Anadolu’dayız nihayet. 640’ta Hazreti Ömer zamanında İslâm’la şereflenen Doğu Anadolu’da Malazgirt’ten sonra önümüzde açılan zümrüt vadilerden ağır ağır süzülüyoruz. Türk İslam medeni – yetine kimi yaptırdığı köprüler han ve kervansaraylar ile kimi cami ve medreselerle hizmet eden ve bin yıldır hizmete devam eden ne çok mübarek hatun kişi varmış Anadolu’da! Hafızamızın tüllerini aralıyor ve tarih penceresinden geçmişimize, geçmişimizin o her manada güzel insanlarına bu kadar yabancılaşmış olmanın mahcubiyeti içinde hürmet ve hayranlıkla yaklaşıyoruz.”

“Yolumuz yine Selçuklu mimarisinin zirvelerinden birini sinesinde saklayan Kayseri’ye düşecek. Yıl 1238. “Zahide, Saliha, hayırların öncüsü, büyük valide, Mahperi Hatun” ya da Selçuklu Hanedanı mensubu hatunlarına verilen lakapla Hunad Hatun tarafından yaptırılan cami, medrese ve hamamdan oluşan külliye. Anadolu Selçuklu eserlerinin en güzel örneklerinden biri olarak asırları aşıp günümüze kadar geliyor.”

Her İmparatorluk Gibi “Yeni Roma” Amerika’da Yıkılacaktır

Nazif Gürdoğan, medeniyetlerin kurulma ve yıkılma süreçlerini anlatıyor yazısında.

“Her medeniyet, kendisinden önceki dünya kültürünü özümsediği ve içselleştirdiği ölçüde, kalıcı ve uzun ömürlü olur. İslam medeniyeti, kendisinden önce gelen Mısır, Yunan ve Roma kültürlerini içselleştirerek, büyük bir zenginlik kazanmıştır. Aynı yolu Batı medeniyeti izledi. Batılılar İslam medeniyetinin eşsiz kültür hazinelerini içselleştirerek, bugünkü Avrupa medeniyetini, benzeri görülmedik bir ekonomik güce ulaştırdılar.”

“Dünyanın kültürel birikimi, bütün medeniyetlerin ortak hazinesidir. Medeniyetlerin ortak hazineden yararlanma savaşı sürekli ve küreseldir. Yirmibirinci yüzyılda medeniyetlerin savaşı, üniversitelerde, hastanelerde, parlementolarda ve pazarlarda, bütün hızıyla devam etmektedir. Dünyada medeniyetler savaşı, değerler savaşıdır.”

Mimarın Şarkısı

Kâmil Uğurlu, mimarlığın sadece yeni binalar dikmek olmadığını anlatıyor yazısında. Sanat, estetik, öngörü gibi birçok alanın da ustalıkla kullanılması gerektiğini örnekler ve anılar eşliğinde anlatıyor.

“Sanayi-i Nefise Mektebinde (Güzel Sanatlar Akademisi) talebe iken heykel hocamız Oshan Efendi’nin talebesi olduğum için, heykel ve modlaj işlerini biliyordum. Bu sebeple tezyinat ve üç boyutlu dekorları kendim yaptım. Maketini yapıp uygulamasını yaptırdım. Bronz aksamının parlaklığını daima muhafaza etmesi için dökümde %61 nisbetinde gümüş kullanmıştı döküm ustamız Hakkı Efendi. Yazık ki, bu değerli bronz aksamı, sanat nedir, estetik nedir bilmeyen bâzı sözde yöneticiler yağlı boya ile siyaha boyattılar. Gördüğüm zaman açıkça ağladım.”

“Emir Timur, şu anda içinde yattığı türbeyi ve çevresindeki binaları bir mimara çizdirdi. Isfahan’dan getirtti mimarı. Projeye müdahaleler etti ve inşaat başlayınca sefere çıktı. İnşaat ve emirin seferi uzun sürdü. Yapım sırasında Emirin hasekisi Bibi Hatun, kendi adını taşıyacak bu inşaata sık sık uğradı, gidişatı izledi. Olağanüstü bir güzellikteydi Hatun. İnşaatın genç mimarı tarihi bir hatâ işledi ve hatuna gönül yakınlığı duymaya başladı. Elbette ne gözgöze geldiler, ne de elleri birbirine değdi. Fakat halkın dilinde hemen bir söylenti dolaşmaya başladı. Bire bin eklenerek bir aşk hikâyesi şekillendirildi.

Bir gün “Emir geliyor, Semerkand’ın sınırına ayaklaştı” diye bir haber geldi. Mimar ne yapacağını şaşırdı ve dehşet- li bir korkunun içine girdi. Yeryüzünde kaçabileceği bir yer yoktu. Çünkü Emir yeryüzünün padişahıydı.

Yaptığı minarenin şerefesine çıktı ve… Allah’u âlem, oradan uçtu vardı git- ti. Kuş misali. Çünkü onun ne cesedi bulundu, ne ondan bir iz. Sanki buharlaştı.”

Savaşların Kurbanı Şehirlerdir!

Muhsin İlyas Subaşı, savaş ve şehir konusuna değinmiş yazısında. Canlar gidiyor, hayatlar yarım kalıyor ve şehirler yerle bir oluyor. Savaş hayatın her alanını alt üst ediyor.

“İsrail’in Gazze’ye saldırılarının görüntülerini izlemişsinizdir. Binalar deprem darbesiyle çöker gibi yerle bir oluyor. Aynı sahneleri Ukrayna topraklarında da g örmek mümkündür. Bunların içerisinde canını kurtarmak için saklanan insanlar vardır ve bunlar hayatlarını kaybediyor. Savaş demek günahsız insanların katledilmesi mi demektir? Yetmiş yıldır kendi topraklarında hapis hayatı yaşayan Filistinlinin, geleceğe taşıyacağı miras, düşmanına duyduğu nefret olacaktır. İsrail, er ya da geç, bir gün bu nefretin bedelini ödeyecektir. Zalim dünya; kendinden olmayana acımayan dünyadır. Bugün bunların iç sızlatan acısıyla yüz yüzeyiz. Amerikan eski Başkanlarından Nikxon: “İsrail bizim batmayan gemimizdir. Biz, İsrail’i değil, çıkarlarımızı koruyoruz” demişti. Çıkar nedir? Bunu anlamak mümkün mü? Ülkesinden on binlerce kilometre ötedeki alanlarda varlık kavgasına giren bu güçler ve maşaları, onların kurbanlarının kanıyla mı beslenmelidir? Zalimlere hayranlık duyan insanlar, içerisinde yaşadıkları toplumların kahredici virüsleridir. Bu noktada; “Bana değmeyen yılan bin yaşasın” diyemezsiniz. Çünkü o yılanın doyumsuzluğu, bir gün saldırganlığını sana da gösterecektir.”

Ah Şu Kapalı Çarşı

Belki birçok şehirde kapalı çarşı vardır ama bunların içinde en meşhuru İstanbul’daki Kapalı Çarşı’dır. Tarihi, estetiği, kültürü ve konumu ile bugün de İstanbul’un sembol mekânlarından olan Kapalı Çarşı hakkında yazmış Mehmet Sermet Molu.

“Bizim eski kültürümüzün çarşılarını bilirsiniz, her sabah erkenden dualarla açılan işyerleri mesleklere göre sokaklara dağılmış, bereketli olması ümid edilen alışverişler için o günün müşterilerini beklerler… Alıcıyı da satıcıyı da memnûn edecek satışlar, helâl kazançlar… Çarşımızda sokaklar, yapılan işlerin isimlerini taşırlar; ve biliniz ki hiçbir meslek unutulmamıştır, işte birkaç örnek; Kalpakçılar, Fesçiler, Ferâceciler, Akikçiler, Kuyumcular, Hakkâklar, Mühürcüler, Mahfazacılar, Varakçılar… Herşeyin büyük bir hızla değiştiği ülkemizde, bugün bile, -üstelik bazı meslekler çoktan tarihe karışmış , unutulmuş olduğu halde- çarşımızda bu isimler aynen muhafaza edilmektedir…”

“Eski terbiye ile yetişmiş, çok iyi eğitim – li, donanımlı bir İstanbul’lunun soh – beti, hele bir de üzerinde o zamanların Kapalıçarşı’sının, mensuplarına ka – zandırdığı bilgelik ve ağırbaşlılık olunca doyumsuz oluyor… İnsanlar kendileriyle tanışıp görüştüğünüz, sohbet ettiğiniz zaman, sohbetleriyle kendi kişilikler – ini, yetişme tarzlarını, görgülerini de anlatırlar vücut dilleriyle…”

Şehir İnsanı Çağırır

Artık çok iyi biliyoruz Mehmet Mazak’ın İstanbul aşkını. Bir şehir nasıl sevilir bunu her cümlesiyle gösteriyor Mazak. Yine İstanbul sevdasını yazmış. Bu öyle bir aşk ki yazdıkça çoğalıyor.

“1982 yılında henüz 12 yaşımda okumak için geldiğim şehirdir İstanbul. Çocuk aklımla gördüğüm ve hissettiğim bu me- deniyet şehrimiz İstanbul’a 1983 Haziran ayında veda edişimin üzerinden yedi sene geçmesi gerekiyormuş tekrar kavuşmak için. İşte bu çocuk yüreğimle gezdiğim ve gördüğüm İstanbul’un beni çağırdığına lise yıllarımda şahitlik etmiştim. Medeni- yetler şehri İstanbul bir sevda, hem de kara bir sevda olarak gençlik yıllarımda benim gönlümü esir almıştı.”

“Şehir insanı çağırır, İstanbul sevdiğini çağırır dostlar… Ne gariptir ki; Haziran ayları şehrim İstanbul ile aramdaki ayrılıkların ve vuslatın zamanı olmuştur daima. Yine aylardan Haziran 2023, bu kadim şehir şefkatli bir ana gibi Suriçi’nde Bab-ı Ali Kapısı önünde kucağını açarak karşıladı beni…”

İstikameti çizen sanatkâr: Hasan Aycın

Mehmet Nuri Yardım, büyük usta Hasan Aycın hakkında yazmış bu sayı. Çizgilerle şiir yazan bir ustadır Aycın. Birçok dergimiz onun çizimleriyle açar sayfalarını. Derdini, davasını çizgilerin dünyasından duyuruyor tüm aleme.

“Yıllar önce Ayasofya Camii’nin önündeki meydanda açılan kitap fuarına Mihrabad Yayınları olarak katılmıştık. Meslektaşı ve kadim dostu ressam yazar Gürbüz Azak ağabeyimiz, standımızda kitaplarını imzalıyordu. Hasan Bey geldi ve selam verdi. Ayaküstü kısa bir sohbet oldu. Bir başka gün Çatalçeşme Sokağı’nda karşılaştık, “Bâbıâli Sohbetleri”nde kendisini dinlemek ve görüşlerinden istifade etmek istediğimizi söyledim, “İnşallah” dedi. Yüzü bir mümin siması… Duruşu, bakışı ve varlığıyla karşısındakine emniyet ve huzur telkin eden bir münevver. Edep timsali, gönül aynası, sade insanımız.”

“Son zamanlarda İsrail’in Gazze’de uygu – ladığı soykırımı ve yaptığı katliamı, eserlerinde en mükemmel şekilde anlatan sanatkârların başında Hasan Aycın geliyor. Çizgilerinden bizim bu kanlı savaşta nasıl bir tavır içinde bulunmamız gerektiğini anlatıyor. Bu semereli ve bereketli hayatın sağlıkla, afiyetle devam etmesi niyazımdır.”

Sinop ve Sabahattin Ali

Şifanur Özçelik Şirin, Sinop’u, Sinop cezaevini ve Sabahattin Ali’yi anlatıyor. Bu yazıyı Aldırma Gönül eşliğinde okuyabilirsiniz.

“Tarihi Sinop Cezaevi Müzesi’ni ziyaretimiz bizleri büyük bir hüzne daldırdı. 1932 yılında Sabahattin Ali’ye “Dışarda deli dalgalar, gelir duvarları yalar. Beni bu sesler oyalar, aldırma gönül aldırma…”şiirini yazdıran bu hapishanede, onun şarkılarıyla avluda dolaştık demir parmaklıklar arkasından bir tarihi okuyup anlamaya çalıştık.”

“Şehir merkezinde yer alan, tarihi 1200’lü yıllara ait olan Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat tarafından yaptırılan Alaaddin Camisi’i , mihrabı mermerden yapılan ve 3 tarafından Ayet-el Kürsi ile çevrelenen caminin avlusunda ise Candaroğullarına ait bir türbe bulunmaktadır. Dualarımızı ederek ayrıldık.”

“Sinop dönüşünde, “Kuyucaklı Yusuf”u tekrar okumak isteyeceksiniz. Ve kendinize bir daha Sinop’a gelirsem şelalelerden başlayıp mağaralara varana dek pek çok yeri adım adım keşfedebilirim hedefi koyacaksınız. Ve eğer sabah gözünüzü Sinop’ta açtıysanız limanda gemilerin arasında dolaşıp, martıların şarkılarına eşlik etmelisiniz.”

Aforizmaların (B)Eşiğinde Uyuyan Mavi Gözlü Ganita

M. Nihat Malkoç, şair bakışıyla Ganita’yı anlatıyor. Bir nefeslik şiir kıvamında durup denizi izleyerek şiirler okunacak bir mekânı şair yüreğinin inceliğiyle tanıyoruz.

“Gerçeklerin düş ırmağında yıkanıp arındığı, ete kemiğe büründüğü, şiir diye göründüğü yerdir Ganita… Küllerinden doğan anka kuşunun ebedî sığınağıdır.

Ercan Yılmaz’ın deyimiyle Trabzon’un balkonudur Ganita… Her şey sonsuzdur bu balkonda. O balkondan sonsuzluğu seyre dalarsınız. Ufkun ardındakiler ayan beyan olur ilhamın sivrilttiği basiret nazarlarınıza. Karamsar tarafınızı törpüler yarınlara dair umutlar…”

Bazen kendinden bile firar etmeyi düşünenlerin sığınağıdır Ganita… O her zaman güler yüzle karşılar sizi… Doyumsuz aşkların meskeni olan Ganita’ya sevdiğinizle gittiğinizde daha bir anlamlı gelir size her zaman gördükleriniz… O demlerde Baba Salim’in şu dörtlüğü, hissi- yatınıza tercüman olur: “Solumda bir ay var karşımda güneş/ Aşkımın mumunu yaktım bu akşam/Feveran eyledi ruhumda ateş/Eridim su gibi aktım bu akşam…”

Bakü’nün Manevî Mimarı

Erbay Kücet, Bakü’nün Manevi Mimarı yazısı ile Şehir ve Kültür’de. Seyyid Yahya Şirvanî’nin Bakü’de oluşturduğu manevi iklimi anlatıyor Kücet.

Bakü’nün manevî mimarının tıpkı Anadolu’daki özelliği üzerinde bulunduran şahsiyetlerde aramak gerekir. Halveti Tarikatı’nın ikinci Pir’i olarak bilinen Seyyid Yahya eşŞirvanî’nin tarikatın bağlılarınca da pir-i sani olduğunda ittifak vardır. Seyyid Yahya, gençliğinde Akkoyunlu Türkmen Devleti Sultanı Uzun Hasan Bey’in Nakibü’l-Eşraf”lığını ve vezirliğini yaptığı kaynaklarda belirtilmektedir. Rivayete göre, çok küçük yaşlardan itibaren güzel bir çehre, üstün bir zekâ ve edebe sahip bulunan Yahya efendiyi ilk defa zahiri ilimler tahsil ettiği hocası Şirvanlı Pirzade fark etmiş. Tarikata meyli ile hocasının kayınpederi ve şeyhi olan Halveti’ye Pirlerinden Şeyh Sadreddin el-Halveti” ye intisab etmiştir. Seyyid Yahya, şeyhi Sadreddin’in vefatına kadar yanından ayrılmamış. Şeyhinin vefat edeceğini anlayınca, dervişlerini toplayarak, kendisinden sonra Seyyid Yahya’ya bi’at etmelerini vasiyetini damadı Pirzade kabul etmeyip posta oturmak isteyince, dervişler arasında anlaşmazlık çıkmış. Pirzade lehinde karar vermeleri üzerine gücenmiş ve postu Pirzade’ye terk ederek, Şirvan’ın Şemmahi kasabasına giderek irşad görevinde bulunduktan sonra, Şirvanşahlar Sultanı’nın daveti ile Bakü’ye yerleşmiş.”

“Kaynaklarda Seyyid Yahya’nın Bakü’de kırk yılı aşkın süre şeyhlik yaptığı bilgileri mevcuttur. Bâtınîlik hareketine karşı ehl-i sünnet inancını savunan Seyyid Yahya Şirvanî Bakü’de başlattığı irfan derslerinin şöhreti kısa zamanda Azerbaycan’ın hudutlarını aşarak dünyanın en uzak noktalarına kadar yetişmiştir. Onun halifelerinden Dede Ömer Tebriz’de, Muhammed Behaaddin Erzincan’da, Habib Karamanî Konya’da, Alaaddin Edirne ve Bursa’da, Ahmet Sünnetî Kastamonu’da, kendi oğlu Nasrullah Kırım’da, Yusuf Ziyaeddin Şamahı’da, Şükrüllah Bakü’de Halvetiyye tarikatını tebliğ etmeye devam etmişler.”

Belgrad Ormanında Sonbahar

Sonbahar en güzel yüzünü ormanlarda gösterir. Güzün başında sararmaya başlayan yapraklarla birlikte yeşil ve turuncu renklerle tam bir renk cümbüşü yaşanır. Hülya Günay, tam da bu eşsiz tabloyu anlatmış. Belgrad Ormanı’ndayız.

“Belgrad Ormanında sonbahar geçit töreni gibidir. Her adımda tabiat selam ver- ir. Ağaçlar, çiçekler, patikanın rengi, rüzgârın iniltisi, böceklerin vızıltısı sizinle konuşur, ilgi bekler. Belgrad Ormanı, her mevsimi kendi güzellikleri ile yaşatan özgün bir alandır. Her adımda tanıdık kılan bir yavaşlıkta adımlamak, dostluğu derinleştiren düzenli görüşmeler gibidir. Böylece her mevsim farklı zamanlarda karşınızda duran bir manzara tümüyle kendini size teslim eder. Çepeçevre renkler, kokular, sesler ile be- deniniz, ruhunuz ormanda demlenir.”

“Orman sınırları içinde farklı noktalara dağılmış toplam 6 adet tarihî bent bulunmaktadır..Sarı, bronz, kahverenginin tonlarını görmek, ağaçların dibinde mantarların, bitkilerin sanatsal duruşlarına şahitlik etmek, bol oksijen depolayıp, sağlıklı bir yürüyüş yapma tecrübesi için eşsiz bir tercihtir orman. Belgrad Ormanı bir klasiktir, müptelası için kendine özgü felsefesi vardır.”

Mustafa Celaleddin Paşa Ve Oğlu Hasan Enver Paşa

Necla Dursun’dan yine el emeği göz nuru bir araştırma yazısı okuyoruz.  Kökler, ilişkiler, bağlantılar derken bir solukta Polonya, İstanbul, Küba arasında büyük bir coğrafyayı ilginç notlar eşliğinde turluyoruz. Nazım Hikmet ve Oktay Rıfat’ın dedesi ile tanışıyoruz. Daha ilginç bilgiler yazının satır aralarında sizi bekliyor.

“Yüzbaşı rütbesiyle Osmanlı ordusunda görev alarak İstanbul Harp Okulunda uzun süre harita hocalığı yapar. Mustafa Celaleddin, katıldığı savaşlarda gösterdiği yararlıklar sebebiyle ve hayranlık uyandıran cesaretiyle genç yaşında paşalığa yükselir. Yeni vatanına ölesiye bağlanırken anavatanı Polonya’yı işgale kalkışan Prusya’ya kinle doludur.”

“Hasan Enver Paşa 1857’de İstanbul’da doğdu. O da tıpkı babası gibiydi, ülkesine ve insanlarına çok önem veriyordu. Avrupa’da Türklerle ilgili ortaya atılan ırkçı yaklaşımları eleştiren tutumuyla öne çıkan Hasan Enver Paşa’nın görüşleri, Erken Cumhuriyet Dönemindeki Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi’nin öncülü olarak değerlendirilmektedir.”

“Nazım Hikmet ve Oktay Rifat’ın dedesi olan Hasan Enver Paşa, 1898’de (bazı kaynaklarda tarih 1897 olarak yer almaktadır) Küba’da görevlendirildi. Hassas ve tehlikeli olan bu görevde yapması gereken ülkedeki savaş hakkında bilgi toplamaktır.”

Yitiksöz, 19. Sayı

Artık Yitiksöz dergisi için bir dergiden çok ötesi diyebiliriz. İki aylık derginin içeriği o kadar dolu ki her bir dosya konusu ayrı bir sayı olabilecek içeriğe sahip. Yahya Kemal Beyatlı, Fethi Gemuhluoğlu, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Bahaeddin Karakoç, Hüseyin Su üzerine yazılar var dergide. Elbette şiir, deneme, öykü, kitap yazıları da Yitiksöz okuyucularını bekliyor. Ben bu konu başlıklarından birer örneği buraya alıyorum. Devamı Yitiksöz dergisinin 19. sayısında.

Felsefi Antropoloji Bağlamında Yahya Kemal

Vefa Taşdelen, Yahya Kemal üzerine yazmış.

“Felsefi açıdan Yahya Kemal’in şiirlerine temel teşkil edebilecek, onun şiir, yazı ve entelektüel mirasını en iyi karşılayabilecek felsefi anlayış hangisi olabilir? Kuşkusuz, bu konuda farklı yollar izlenebilir, farklı denemeler yapılabilir. Kanaatimizce onun şiir ve yazılarının felsefi dile tercümesinde, felsefi antropoloji bir imkân sunacak, iyi bir çeviri dili, kavramsal ve kategorik yapı oluşturacaktır; zira onun şiirlerine ve diğer yazılarına baktığımızda, zaman, mekân, devlet, tarih, kültür, sanat gibi insanın yeryüzündeki varlık modaliteleri ile örülmüş olduğunu görebiliriz.”

“Yahya Kemal’in sanatsal ve kültürel mirasında öne çıkan hususlardan birisi, kuşkusuz en önemlisi insanın tarihsel-kültürel bir varlık olduğu hususudur. Tarih, insanın doğal ortamıdır. Balıkların suda yaşaması gibi insan tarih içinde ve tarihle birlikte yaşar, yaşarken de tarih üretir. Yahya Kemal’in tarih konusunu öne çıkarması sadece insanı, toplumu, devleti ve milleti anlama isteğinden değil, aynı zamanda şimdiki zamanı, varoluşsal durumu açıklama ve geleceği görme isteğinden kaynaklanır. Bir millet, zaman içinde kendi ruhunu ve karakterini oluşturur; coğrafya ve diğer milletlerle olan ilişkisi, bu bağlamda oluşturduğu tecrübe, onun tarihidir.”

Çağdaş Bir Alperen: Fethi Gemuhluoğlu

Âtıf Bedir’in Fethi Gemuhluoğlu yazısının başlığı Çağdaş Bir Alperen. Çok güzel ve yerinde bir tanımlama.  Dostluk sıcaklığında gönüller fetheden bir söz erbabını tam anlamıyla karşılar çağdaş bir Alperen olmak. Bedir, başta Nuri Pakdil’in Bağlanma kitabı olmak üzere birçok çalışma üzerinden anlatıyor Gemuhluoğlu’nu.

“1922-1977 yılları arasında yaşadığı Türkiye’nin en sancılı döneminde birkaç nesle ağabeylik, yol arkadaşlığı, yol göstericiliği yapmış olan Fethi Gemuhluoğlu hakkında çalışma yapan, yazı yazan, söz söyleyen ve yakından tanıyan insanlar onu farklı sıfatlarla tanımlamışlardır. Kimi modern bir derviş, vakıf insan, dostluk abidesi, sohbet adamı, belagat ustası, günümüzde yaşayan bir alp-eren, çağdaş bir Horasan Ereni vb. adlandırmalarda bulunur. Gerçekten de onun hayat hikâyesine, hakkında yazılan ve söylenenlere bakılırsa bunların tümünün birden aynı insanda toplandığını görebiliriz.”

Hakikat Sağanağı Altında Gül Muştusu: Sezai Karakoç’un “Hâtıralar”ı

Yunus Emre Altuntaş, Sezai Karakoç’un ölümünden sonra yayınlanan Hatıralar’ı üzerine yazmış. Bu Hatıralar Karakoç’un daha doğru bir kaynaktan tanınmasını sağlayacak önemli eserler. Kafalardaki birçok soru işareti bu kitaplar sayesinde gidecek ve hakikat ortaya çıkacaktır. Altuntaş bu noktaya vurgu yapıyor.

“Sezai Karakoç’u hatıralarını yazmaya ikna eden etkenlerden biri de kendisi hakkında ortaya atılan kimi dedikodulara, iddialara açıklık getirme arzusudur. Üstat, 1950 ve sonrasında kendisi hakkındaki iddialardan oldukça rahatsızdır. “Yanlışlıklar Komedyası” olarak nitelediği bu iddialar arasında Nuruosmaniye Camii’nde cemaate namaz kıldırdığı, “Monna Rosa” şiirini âşık olduğu bir kız için yazdığı, maliyedeki görevinden istifa ettikten sonra serbest mali müşavirlik yaparak geçimini sağladığı, liseyi bitirdikten sonra İstanbul’a yerleşip on üç yıl boyunca Büyük Doğu dergisinde maaş karşılığı çalıştığı gibi “yanlışlıklar, kasıtlı kasıtsız saptırmalar” mevcuttur.”

“Karakoç’un iş vesilesiyle gittiği yerler arasında Balıkesir, Bursa, Malatya, Diyarbakır, Mardin, Kilis, Urfa, Aydın, Van, Kırşehir gibi pek çok şehir yer almaktadır. Karakoç’un hatıralarında gittiği bu şehir ve kasabalara dair izlenimleri de önemli yer tutmaktadır. Gittiği bu şehirlerde öncelikle tarihî dokuya, camilere ve halkın yaşantısına-geleneklerine yoğunlaşmaktadır.”

Fırtınayı Taşımak Yahut Direnmenin Estetiği

Bedia Koçakoğlu, Nuri Pakdil’i anlatıyor yazısında. Pakdil’in direnişçi yönüne dikkat çekiyor Koçakoğlu.

“Sanatın ve edebiyatın bilinç aşısıyla güçlenen toplum, edilgenlik coğrafyasından çıkacak yol kesen işbirlikçilerden kendini kurtarıp yaza yaza bağlanacaktır hakiki olana. Zira bağsızlık sorumsuzluğu, sorumsuzluk da tiranların kapıkulu kalmayı buyurur. Oysa bağlı kalınabilecek yegâne kapı, bizim için bir özgürlük çağrısı gibidir.

Nuri Pakdil’in bu yürüyüşü ve bağlı olma hâli onu edebiyatımızın burçlarına çıkarır. Zira o, zor zamanda konuşan, yazan ve bilinç çığlıkları hiç susmayan bir fikir işçisidir. Yazmak onda bir direniş aracıdır. Kalemin, sırtındaki yükü ancak inandıklarını yazarsa atabileceğini düşünen sanatçı, direnmenin estetiğini kâğıda döker. Her cümlesi yıkıntılardan doğrulmak, ayağa kalkmak ve savaşmak için yeni bir soluk gibidir.”

Hüseyin Su; Edebiyatımızın Eylemcisi

Fahri Tuna, Hüseyin Su portresi ile Yitiksöz’de. Her zamanki gibi en özgün cümleleri ile sanatını icra ediyor Tuna.

“Bay terazi. Bay mizan. Yok yok, en hassas kuyumcu terazisiyle, dünyayı / olayları / insanları tartan sarraf. Bay vezin. Bay ölçü. Ve adalet. Edebiyatımızın aydınlık yüzü.”

“Çatal bir yüreğin, gözü kara bir duruşun adamıdır o. Edebiyat filmine sessiz ve vakur karelerle katıldı daima! Yüzünün tunçtan bir heykelmiş’çesine yanık rengi, Kırşehir’den, yüreğinin aydınlığı, bin yıllık Anadolu medeniyetinin ruhundan gelmektedir. Bilesiniz.”

“Evet, o bir edebiyat eylemcisi. Bilinç eylemcisi. Türk edebiyatının eylemcisi. Türk düşüncesinin de.”

Sözcüklerin Cesur Mimarı: Rasim Özdenören

Erol Çetin, Rasim Özdenören’i anlatıyor yazısında. Eserlerinden hareketle Özdenören’in sözcük evrenine giriyoruz.

“Özdenören için yazı bir keşiftir. İnsan yazı ile bilinmeyen diyarlara yolculuk yapar. Yazar ise yazıyla ifade etmediği zaman kendini görevini ifada ihmale düşmüş sayan kişidir. Ona göre yazar; yazmaya, uğruna ter dökmeye, acı çekmeye değer tek şey olan ruhun meselelerini dile getirdiği ölçüde değerli eserler ortaya koyar.”

“Edebiyat, Rasim Özdenören için bir kültür ve uygarlık olayıdır. Ona göre edebiyat, ait olduğu uygarlığın inceliklerini, nüanslarını yakalamanızı sağlar. Zira edebiyat ait olduğu uygarlığın eşyayı, olayları, insanı, kısacası tüm varlık âlemini, o uygarlığın değer yargıları ve duyarlıklarıyla “ifade” etme sanatıdır.”

Beyaz Dilekçe’ye Kayıt

Muhammed Hüküm, Bahaeddin Karakoç’un Beyaz Dilekçe’si üzerine yazmış. Maraş’ın şairlik geleneği ile başlayan yazıda münacat yazma geleneği ve Beyaz Dilekçe’nin çözümlemesini yapmış Hüküm. Anlatım o kadar içten ki Beyaz Dilekçe şiirini bir kez daha okuma isteği uyanıyor insanda.

“Bahaeddin Karakoç’un 1991’de bir münacaat olarak hece ile yazdığı “Beyaz Dilekçe”sinin bu manada ritim, ahenk ve söyleyiş açısından geleneğin özgün bir devamını ifade ettiğini belirtmek gerekir. Münacaat yazmanın bir gelenek olarak Türk şiirinin içerisinde yer bulması, Türk-İslam kültürü kavramının özgün bir nitelik olarak ortaya çıkışına, Türkçenin evrensel bir keşfi kendileştirmesine delalet eder. Modern çağda bu geleneğin devamını sağlayacak şairlerin varlığı ise dilin yokladığı sonsuzluk imasına güven yaratır.”

“Oldukça vurucu bir girişle başlayan şiirdeki “Açtım iki elimi, kor gibi iki yaprak” dizesi, geleneksel münacaat söyleyişine benzer biçimde insanın acizliğini ve eksikliğini vurgular. Fakat şiirin başlangıcından itibaren bu güçlü kabullenişin okuru götürdüğü tek kurtuluş kuvvetli bir inançtır.”

Hüseyin Su Söyleşisi

Dergi Hüseyin Su’yu dosya boyutunda ele almış. Kitapları üzerine yazılar, öykü incelemeleri ve söyleşi yer alıyor dosyada. Emine Batar’ın sorularını cevaplamış Su.

“Yaşayarak ve yazarak… Başka yolu yok, varsa da ben bilmiyorum. Hangi sözcüklerle ve nasıl ifade edersek edelim, yazan her insan en temelde aynı yoldan öğrenir. Hiçbir sanatçı yoktan var etmiyor çünkü; eninde sonunda yaptığımız, beşerî plânda bir yaratma öykünmesinden ibaret değil mi? Bir sanat eseri, bir yazı, önce hayattan çıkar, sonra da yine hayata dâhil olur.”

“Okumak ve yazmak, hayatta yaptığımız diğer işlerimizin hepsinden daha çok yer tutar özel hayatımızda. Giderek hayatımızı kapsar bile. Sadece zaman itibariyle değil, düşüncelerimiz, duygularımız, her anlamda önceliklerimiz itibariyle de kapsar, yetmez, değiştirir de.”

“Yazı üzerinden, sanat üzerinden başka bir şeye ulaşmak istiyor ve umuyorsak, olmaz ama ulaşsak, umduğumuzu elde etsek bile o, bir sanat ve edebiyat eseri değil, bambaşka bir şeydir. Edebiyat ve sanat tarihinde bu tür çabaların ve sonuçlarının sayısız örneklerini görmemiz mümkün. Elbette at izinin it izine karıştığını söyleyebilirsiniz, ki doğrudur ama bu da yeni bir şey değildir.”

İçten Bir Dokunuştur Merhamet

Merhamet üzerine yazmış Şenay Şeker. Yüreğin titreyişi, kalbin en içli sesi olan merhameti canlı tutmak gerek. Özellikle dünyanın acılarla sınandığı bu zamanda dünyanın en çok da merhamete ihtiyacı var. Şeker’in yazısı bu içtenlikle kaleme alınmış.

“Merhamet, muhabbet ve şefkat, ne kadar da birbirini tamamlayan duygu ve eylemler. İnsanı insan yapan ve iki dünya hayatında da huzura kavuşturan hasletler. Sadece insanların değil hayvanların da yavrularına o bitmez tükenmez koruyuculuk duygularına baktığımızda yaratanın merhametinden tüm canlılara dağıtılmış bu güzel hisseye şahit oluyoruz.”

“İnsanların inançlarını, özgürlüklerini, yaşama haklarını ellerinden alarak kendilerini efendi, diğerlerini köle ilan edenler, sevgiden ve merhametten yoksun kişilerdir.”

“Sürgün edildiğimiz dünya hayatında merhametli insanlara yaslanırız korkusuzca. Bir çınar ağacının gölgesini arar gibi ararız merhametli insanların varlığını. Onlar, bakışımızdan, duruşumuzdan bizi âdeta okur, gözümüze hissettirmeden gözyaşımızı silerler.”

Yitiksöz’den Öyküler

Gülçin Yağmur Akbulut- Postacı

“Uzak trenleri, belirsiz limanları getirirdim kapalı zarfların içinde. Kayıp özneleri, şeker pembesi düşleri ulaştırırdım beyaz bir kâğıt üzerinde. Bir mühür ile ses olur, pul ile umut olurdum sisle kaplı gönüllere. Kuyulara merdiven kurar; uçurum kenarlarına duvar örerdim kalemden dökülenlerle.”

“Küfe küfe mektup dağıttım. Dağıttığım zarfların içindeki bir zarfın kendi ismimle mühürlenmiş olma ihtimaline bel bağladım hep. Sana yorumladım adressiz olanlarını. Gözleri görmüyordu Veli dayının. Onun mektubunu okurken satır aralarında kendi haykırışlarımı aradım.”

“Dağıtım yaparken çalıntı kalabalıklarda dolaştım. Dur diyen iç sesime, tıka basa koşarak cevap verdim. Duramazdım. Bir babanın umudu, gelinlik kızın evliliğe göç tutkusuydu benim taşıdıklarım.”

Kâmil Yeşil – Toilet Management

“Tuvaletten çıkmış elimi yıkıyordum.
O da hemen yanıbaşımda aynaya bakıyor, üstünü başını düzeltiyordu.
Kulağında kulaklık olsaydı, cep telefonu ile konuşuyor diyecektim.
Bana söylüyormuş meğer.
Daha doğrusu, kendi kendine konuşuyor havası veriyor ve fakat sözünü bana duyurmak istiyormuş.”

“Evet, insan, tanıdıkla dostla çarşıda, pazarda, camide, markette karşılaştığında tanıdıkla hemen hoşbeş edebiliyor. Ayak üstü biraz beklenebiliyor. Fakat mekan tuvalet oldu mu sohbet tuhaflaşıyor.”

“Yücel’e okulların tatil olduğunu, bir haftalığına sılairahme geldiğimi söyledim.
Karşılaştık ya sen ona bak, dedim.
Sonra kimden bahsediyordun, ne kinmiş be, derken aklındaki kimdi, der gibi baktım.
Vaktin varsa bir çay içelim, dedi.
Olur, dedim. Otobüsün hareket etmesine -saatime baktım- daha yirmi beş dakika var.”

“Benzinci Süleyman -o zamanki lakabını ikimiz de hatırlayamadık gene- bu Dıkdık Hüseyin amcanın kızına talip olduğunda, halivakti ondan daha kötü imiş. Adamın nerden baksan yüz, yüz elli koyunu var. Beş altı tane de inek. Süleyman ise şurda burda çalışıyor.”

Hasan Keklikci- Görevlinin Babası

“Keşke adamın adını da sorsaydım. Fakat adam, yani Görevlinin Babası bana adını söylemedi, ben de kendisine kendi adımı söyleyemedim. Şimdi ne kendi benim adımı bilir, ne de ben kendisinin. Olsun, insan insanı illa ismiyle mi tanır, hep adıyla mı hitap edilir ki insana? Üstü başı düzgün adama efendi dersin, köylü kılıklıya emmi ya da dayı.”

“Her sabah bizden erken geliyor Görevlinin Babası. Hiçbir yere gitmemesi de ihtimal dâhilinde. Bugün dördüncü gün.”

“Ot kâğıdı bitmiş olmalı ki, otu naylonundan direkt avucuna döküyor ve bir avuç otu dişlerinin arasına sıvıyordu. Sonra ağzını elleriyle siliyor, ellerini peşrev çeker gibi birbirine çarpıyor, sonra da şalvarının ceplerinin aşağısına sürerek temizliyordu!”

Hatice Kübra Ermeydan – Yara Bandı

“Adamlar ve kadınlar ruhunu sömürmüş. Her gün bir parçasını koparıp götürüyorlar karanlıklar diyarına. Koparılan bedenlerden yeni bir beden inşa edilebilirdi bu zamana kadar. Adamlar ve kadınlar… Gözlerini dikmiş ruhunun derinliklerini araştırıyorlar. Ne keşfettin de ne gizledin? Oysaki hiçbir şey öğrenmedi insanlıktan karmaşadan başka.”

“Anılara takılı kalan masun yürekli çocuğum, diye haykırdı iç sesi. Yüzünü yine donuk bir ifade kaplamıştı. Dıştan gören hiç etkilenmemiş zannededursun. Beyninin çığlıkları arşa yükseliyordu. Ruhunun filizi Ahmet ile solmuştu. Yüreğinde kapanmayan yaralara bir yenisi daha eklenmişti.”

“Hızını almayı başaramamış aslında ne kadar çabalasa da başaramayacak olan araç kıza çarptı. Aslında Azrail kızı alıp yaşamak kuşunun uçtuğu gibi onu dünya hayatında ilk ve son kez uçurdu. Çarpmanın şiddeti ile kız arabanın üstünden uçarak yolun ortasına düştü. İnsan kuşa özenir.”

Özay Erdem – Boş Koltuk

“Şoför, öfkeyle sallanan bastonu görünce aniden frene bastı. Otobüs, durağın biraz ilerisinde, güçlükle durabildi. Günün ilk seferiydi ve o vakitlerde bu duraktan kimse binmezdi oysa. Her defasında gaza yüklenerek geçen şoför gafil avlanmıştı. Bahri Bey otobüse doğru ağır adımlarla yürüyüp açılan kapıdan söylenerek bindi. Şoför, yaşlı adamı görünce, iyileşmiş demek diye düşündü. Fakat bir şey söylemeye cesaret edemedi. Yaşlı adamın uzvu gibi kullandığı bastona kaymıştı gözleri.”

“Otobüs şehir merkezine giden ana yola girince bütün koltuklar dolmuş, sadece yaşlı adamın yanı boş kalmıştı. Nihayet bir genç kız beceriksizce geçip oturdu. Bunun üzerine Bahri Bey içinden söylenip bastonunu daha sıkıca kavrayarak başını iki yana salladı.”

“Yaşlı adam, sabahları bile, insanların birbirlerini ite kaka zor yürüdüğü kalabalık pazar yerine korkmadan girdi. Kalp krizi geçirmeden önce mutlaka her hafta gelirdi buraya. Hangi yol kıvrımı nereye çıkar, istediği şey ne tarafta satılır iyi bilirdi.”

“Ertesi gün Bahri Bey bastonu ve eski kıyafetleriyle yüzünde yılların kırışıklıklarını taşıyarak otobüse binerken, Gülizar başka bir otobüs hattında başka bir yaşlı adamın yanındaki boş koltuğa oturuyordu.”

Tuba Yavuz – Site Yönetimi

“Ağlama seslerini duymamak için balkona çıktım. Ev çok kalabalıktı. Tüm akrabalar cenaze için bize toplanmıştı. Biliyorum, el ayak çekilince içime sakladıklarım akacak, eriyecek, eridikçe beni de tüketecek. Biliyorum ama yine de susuyorum. Balkonun köşesindeki sandalyeye oturdum. Hangi sokaktan geldiği belli olmayan köpek sesleri rüzgâra karışınca eski günleri düşündüm.”

“Bazen anılarımı yaşamamışım da izlemişim gibi geliyor. Özellikle zor vakitlerde kendimi anılarımla avutuyorum. Şimdi balkondan sokağa bakarken, evden gelen ağıt seslerini duymamak için belki de yine anılarıma sığınıyorum. Düşünüyorum da büyüdükçe, hayatı ve insanları daha çok öğrendikçe huzurum kaçtı sanki.”

“Babaannemin evinin önünde kocaman boş bir arsa vardı. Yazları kuru olur toz kaldırır diye söylenirdi mahalleli, güzünse hep çamur. Metin de top oynardı arsada. Bir sabah tel örgü çektirdi sahibi. Mahallede uzunca konuşuldu. Bina mı yapılacak, yok canım apartman dikilecek, konak yapılacak…”

Hem gözlerimi hem de ayakkabının tozunu aynı peçeteyle sildim. Apartman kapısını açtım. Ayakkabıyı dışarıya bırakırken elinde poşetle asansör bekleyen komşumla göz göze geldik. “Meryem Hanım site yönetimi kararı biliyorsunuz ayakkabılar görüntü kirliliği yaptığından dışarıya koyulmuyor. İyi günler.”

Yitiksöz’den Şiirler

bulutlar geçti buradan
kuşlarıyla birlikte gökyüzü
dağlar taşlar kınalı keklikler
ovalar ırgatlar alın teri yazlar
kartallar eşkıyalar düzlükler
kavgalar kara koyunlar kınalı eller
çocuklar uçurtmalar baharlar
nineler dedeler kışlar
bayramlar yaslar ağıtlar geçti
ırmaklar ağaçlar yangınlar seller
evler çarşılar pazarlar depremler
çığlık çığlığa geceler gündüzler
yalanlar gerçekler ihanetler geçti
Arif Ay

Özlemeyi
yorgunluk saymaz kimse
uzaklık iç içe geçse de
kimse bilmez sızlayan ateşi
kalbiyle içeni
Yasin Mortaş

Telaşlanıp duruyor eskittiğiniz şehir
Eylemeyin beni alıştırmayın rahatınıza
Namazım ağrıyor tabutum deniz tuzu
Bak ölümüm de tıkandı derenizin boğazına
Hüseyin Burak Us

büyük resmi çöpe attım
küçük resimlerle görüyorum artık;
beyaz bir gömlekti
bana el uzatan kolları sıvalı
ağaçta incirin ak sütü vardı,
alnından akan terle karışan
Mustafa Gök

Aynalardaki derinliği hiç düşündün mü Hâce, aşkın engin sularındayken dönüp bakman
oldu mu?
Elimizdeki kandili aşk ile yakalım öyleyse, alevini de üstümüze sepeleyip öyle çıkalım
meydana,

Ve yüzlerimizi kendimize dönerek seyredelim Allah’ın sanatını, günler geceler boyunca
İçimizde çoğalan kalabalığa aldırmadan sürdürelim yürüyüşümüzü ateş denizinde âh ile
Adem Turan

Bir ustanın kurumuş elleriyle
Yonttuğu şiirlerden mülhem
Sus payı geçmişinle yüzleşme vakti
Usul usul bir unutkanlık başlar
Güneşin altında kavrulan yüzün olur kimsesiz başaklar
Bir gün, bir çiçeğin adını unutmanla başlar her şey
Çoğalan sessizliğin pusu kurmuş kırık bir camda puslanır
Ayşegül Sözen Dağ

Çocukların sesini kim bulduysa aşk olsun
Uykusunu almamış çocukların sessizliğinde
Kuş uçması kıvamında biraz da ninni olsun
Korkmasın saka kuşu yağmuru da sorarsanız
Burası böyle desin çağırıyor kendine
Geçmiş güzel günlerin seyrinde birçok
Çarşı gezmesidir şiir çıkartmasıdır rüzgâra karşı.
Nurettin Durman

Bu zulum bizi azaltmaz begim
Hesabın sahabı bilir mazlumun halını
Üç nefeslik dünyada kırılan hatır
Soyunu huzura vardırmaz bilesin

Biz ki vadileri taşıran selin soyundan gelmişik
Yılkı atlarını salmışık uzaklara yel niyetine
Hak nedir hakıkat nedir bilirik bunu şanımızdan say
Üzerine dert çökmüş şu canlar kimindir dön bir bak
Yunus Emre Altuntaş

Parmaklarımın arasına taktım dört şehri
Yüzlercesi akıncaya kadar rızkıma
Teskin ettiğim erzaklara sıkıştırmıştım oysa
Görsün diye tabutların üstüne kocaman, kocaman
Mektup yazacak sayfalarım bitti
İşte yenilgim
Şehrin caddeleri selamdan öksüz
Biri mezarımı kazsın diye
Dördü sırtladı beni yüzlerce oluncaya
Bir dehlize döküldük nehrin ucundan süveyda.
Oğuzhan Güneş

yorgun düşen böceklerin suskunluğuyla
sızlıyor gece
çeşmenin altında sayıklayan
uzun uzadıya sıralanan ağaçların gölgesinde
ilerliyor mevsim
kavuşma anının içine dökülen ve
anıların aydınlattığı geceye yakışıyor esinti
uğurlar ola sessizliğe gömülen canlı sürüsü
geçmişe gömülen yaşanmışlıklar
erken kapanan sokaklar, kıvrılıp uzanan kediler
yüz görümlülüğü yerine gecen gerçekler
uğurlar ola
Mücahid Ocakden

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir