Muhit’ten Deprem Özel Sayısı

Deprem öyle büyük yaralar açtı ki içimizde, ne kadar yazsak çizsek o acıları anlatmak mümkün değil. Oralarda olup da büyük sarsıntıyı yaşayanların hissettiklerini ise anlamak ve anlatmak çok da kolay değil. Artık bizlere düşen; birlik, beraberlik ruhumuzu diri tutarak yaşanan acıları bir nebze olsun dindirmeye çalışmaktır.

Muhit dergisi, 39. sayısını depreme ayırarak farklı bir özel sayı hazırlamış. Deprem üzerine yazılanlar yerine, deprem bölgesinde yaşayanları ya da oraya giderek olup bitenlere şahit olanları sayfalarına taşıyarak yaşanan acılara okurlarını da şahit tutmuş oldu.

İbrahim Tenekeci’nin Giriş yazısından;

“Dergimizi matbaaya gönderirken deprem felaketinin yirmi dördüncü günündeydik. Bu zaman zarfında hem iyiliğin hem kötülüğün bütün çeşitlerini gördük. Öncelikli vazifemiz iyiyi ve iyiliği görmek, göstermek, yaymaktır. Ancak bu şekilde kötülüğü hükümsüz kılabiliriz.

Bu sayımızda sadece depremi ilgilendiren yazılara yer veriyoruz. Depreme maruz kalmış veya afet bölgesine gidip felaketin boyutlarını gözleriyle görmüş isimlerin yazılarını yayınlamayı tercih ettik. Depremin edebiyatını değil, şahitliğini yaptık.”

Dergide yer alan yazılardan paylaşımlar yapacağım.

İbrahim Tenekeci – Zorluklar Karşısında

“Sadece savaşlarda değil, afetlerde ve iktisadi bunalımlarda da edebiyat dergilerimiz sükût etmemiştir. Kıtlık getiren İkinci Dünya Savaşı yılları, 1939 Erzincan ve 1999 Büyük Marmara depremleri buna örnektir.

Bütün bu süreçlerde dergilerimizin asli vazifesi; savaşların, kayıpların, yıkımların ve yokluğun edebiyatını değil, şahitliğini yapmak olmuştur. Yaşananları kayıt altına almak düşüncesiyle. Unutmayalım, daima hatırlayalım diye.”

Mehmet Tepe – Depremden Çok Önce

“Dehşetli bir sesle yatağımdan fırladım. Fırladığım anda yan odadaki çocuklarımın yanına nasıl gittiğimi bilmiyorum. Hem ses hem sarsıntı, şiddetini devam ettirerek ölümün borazanını üzerimizde çalmaya başlamıştı. Çocuklarımın duvarları kaskatı bırakan feryatlarına benim tekbirlerim karışıyordu. Yere kapaklanmış ve sonsuz bir sonu beklemeye başlamıştık. Elektrikler kesilmiş, gözün gözü görmediği bir zamanda sesle birbirimize mukayyet olmaya çalışıyorduk. Durmak bilmeyen deprem, önce avizeleri daha sonra da duvara sabitlenmemiş eşyaları üzerimize düşürmeye başlamıştı.”

Artık bir enkaza dönmüş bu şehrin eski sokaklarını bir daha hiç gelmeyecek arkadaşlarımla dolaşamayacağım.

“İnsanın acısını insan alır”mış. Acımı dindirecek veya alacak birçok insan yok artık. Ulu Camii’nin azameti, Kab Camii’nin tevazuu, Eskisaray’ın munisliği, Yenipınar’ın inşirahı gölgesinde vakit namazları kılamayacak, son kez yazdığım “Sen iyi misin?” mesajına asla cevap alamayacağım.

Zeki Bulduk – Seferberlikten Dönüşün Acısı

Kaç gün sürdü bilmiyorum ama ben bir insana dokunduğumda Allah da bana dokunuyormuş gibi hissettim Adıyaman’da. Bir gün Maraş’ta, bir gün Malatya’da, iki gün de adını her duyduğumda boğazım düğümlenen Antakya’da. Oradan döndüğümde cennetten kovulmuş gibi, Medine’den dönmüş gibi, bir rüyadan zorla uyandırılmış gibi hissettim. En çok da “normal hayata” dönmem gücüme gitti. Trafik, AVM’ler, yürümeler, koşturmalar, bankalar, yazılar, spor, aşk, hırs, para (bu arada deprem gören şehirlerde para geçmiyordu)… her neye hayat diyorsanız işte, deprem görmüş insanların yurdundan unutma ve rutinin olduğu dünyaya gelmekle sanki oradaki insanlara ihanet ediyormuşum gibi… Ve oradaki insanları yalnız bıraktığım hissi boğacak beni.

Recep Terler – Memleketimiz

“Elbistan merkezli 7.6 şiddetindeki saat 13.24 depremini ise öğle arasında telefonda canlı olarak dinledim. Elbistan’da bulunan ağabeyimle telefonda görüşürken bir anda “Elbistan yıkılıyor, deprem oluyor.” diyerek bir yandan şehadet getirip bir yandan şok hâlinde gülerken acaba şaka mı yapıyor dedim fakat hat kesilince sosyal medya ve haber bültenlerinde geçen bilgiyle ben de şoka girdim. Bir süre toparlanmakta zorlandım. Sabah olan depremde Elbistan’da sadece beş bina yıkılmışken öğle olan depremden sonra Elbistan’ın büyük bir kısmı yıkılmıştı. Artık tüm işi gücü bırakıp depreme odaklandık ve şehirlerimizde yaşanan yıkımı, karışıklığı, kaçışı ve acıyı görmeye başladık. Yakıcı vefat haberleri de gelmeye başlamıştı…”

“Akşamüzeri şehre batı tarafından girdik. Şehrin girişinde fazla yıkımla karşılaşmadık fakat yıkılan binalarda yüzlerce insanın hayatını kaybettiğini anlamak zor olmadı. Dükkân alanını artırmak için kolon keserek iş yapan market, banka, pastane, mobilya dükkânı vb. bulunan apartmanların yerle bir olduğunu, enkazda birçok insanımızın kaldığını gördük ve enkaz etrafında dualarla aç susuz ve soğukta bekleyen onlarca insan…”

“Afetin artık yüz yirminci saatinde Andırın ilçesinde spesifik ihtiyaçlar ve nokta atışı ihtiyaçlar için yardım götürmeye gayret ettik. Andırın, diğer ilçelere göre oldukça iyi bir durumdaydı. Organizasyon da genel anlamıyla sağlanmıştı.”

Mustafa Özel – Ben Böyle Bir Maraş’a Mı Gidecektim?

“16 Şubat Perşembe sabahı Müstakim Haksal ve Şakir Kurtulmuş’la birlikte yola koyulduk. Ankara’da Necip Evlice ve yeğeni Ömer Öz, ayrı bir araçla katıldılar. Ömer, depremi Maraş’ta yaşamış, enkaz çalışmalarına katılmış genç bir arkadaşımızdı. Bir gün önce ailesini Ankara’ya dayısının yanına dinlensinler diye getirmişti. Şimdi de bizimle geliyordu. Akşamı Kayseri’de geçirdik. Sabah erkenden ver elini Maraş. Pınarbaşı’ndan sonra Göksun geliyor ilk olarak kahraman şehir Maraş’a giderken. Hava soğuk, yerler karla kaplı. Kapalı yerde durmak bile büyük bir sorunken çadırda yaşamak! Düşünmesi bile insanı alt üst ediyor. Yıkılan binalar, çatlayan duvarlar, çöken çatılar, uygun yerlerde kurulan çadırlar depremin görünen izleri.”

Mehmet Dinç – Büyük Afetin Ardından Yeni Normalimiz

Afeti kolayına unutup gündemimizi kaybetmeyeceğiz. Himmetimizi zamana yayacağız. Artık her birimizin ailesinin ve akrabalarının yeni üyeleri olacak. Bu üyeler ki bizlere bu vatanın kutsal bir emanetidir. Haberdar olmak, hoş tutmak, gönüllerini yapmak, ihtiyaçlarını görmek yükümlülüğümüz vardır. Ekmek kadar sevgiye, su kadar ilgiye, ev kadar yakınlığa, iş kadar paylaşmaya ihtiyaçları vardır. O hâlde aklımızda ve kalbimizde, hayatımızda ve ailemizde yeni bir yer açmak sorumluluğumuz vardır. Sevgimizi ve ilgimizi, sabrımızı ve kuvvetimizi derya kadar engin tutma ödevimiz vardır. Bu topraklara çocuklarını kimsesiz bırakmama görevimiz vardır.

Metin Erol – Enkaz Altında Kalan Ruhlar Ve Zihinler

“Yaşanan deprem felaketinde bebek, çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek birçok kişi göçtü. Tarihi ve kültürel mirasın eşsiz eserleri yerle bir oldu, şehirler yıkıldı. Tüm yaşananlara rağmen devlet-millet birliğiyle büyük bir seferberlik ilan edildi. Derdi insan olanlar; derdmend insanların dermanı olmak için canını dişine taktı. Derdi yalnızca bön benliği olanlar ise dişlerini derdmend insanların canına geçirdi.”

Yaşanan birçok hadisede olduğu gibi 6 Şubat depreminde de gördük insanların anılarını ve acılarını dişleyenleri. İletişim çağının imkânları vurdu bazı gerçekleri yüzümüze. Kelimeler kifayetsiz kaldı şahitlikler karşısında. “Bu kadar da olur mu?” hayreti, Gaziantepli Yuh Baba’nın “Yuh onun ervahına!” nidasıyla katmerlendi; “Pes” dedirtti insanlara. Nitekim “Babam enkaz altında. Ondan geriye kalan (araba anahtarı) tek şey. Eğer yakışıklı, 1.80 uzun boylu çocuklar varsa bana yardıma gelebilirler.” sözlerine de şahit olduk; “Ben ve ayıcığım deprem için çok üzgünüz, size yardım etmek için elimizden geleni yapacağız.” sözleriyle insanların acısını paylaşanlara da.

Alidost Ertuğrul – Konut Ve Kentleşme Meselesi Üzerine

Şehirlerin ve mimarlığın bundan sonra nasıl olması gerektiği konusunda yapılacak tartışmalarda mevcut koşulların iyice anlaşılmış olmasını çok önemli buluyorum. Ne geçmişin romantik söylemleri ne de ütopik hayaller; bunlara kapılmadan kendi durumumuzu doğru bir şekilde değerlendirip doğru seçimler yapmak hepimiz için kritik önem taşıyor. İlk dikkate alınacak husus, mevcut nüfusun sayısı ve bunların şehirlerde yaşayan kısmı olmalıdır. Geldiğimiz noktada 80 milyonu aşkın ve %70-80’ler oranında şehir karakterindeki yerlerde yaşayan bir nüfus yapısına sahibiz. Ve dahası bundan sonraki süreçte nüfusun ulaşacağı rakamlar ne olacak? Yine şehirlerde yaşamasını istediğimiz nüfus oranına doğru karar vermemiz gerekiyor. Bu temel kabullerden sonra şehirleri ve mimarlığı konuşmaya başlamak daha doğru bir yaklaşım olacaktır.

Depremde Ebediyete Yürüyen Edebiyatçılar

Depremin merkezi Maraş’tı. Bu şehir aynı zamanda edebiyatımızın da başkenti idi. Depremde birçok yazar-şair dostumuzu da kaybettik. Yitirdiğimiz tüm canlara Allah’tan rahmet diliyorum. Mahmut Bıyıklı, “Depremde ebediyete yürüyen edebiyatçılar” yazısında; Ahmet Doğan İlbey, Yaşar Alparslan, Oğuz Paköz, Recep Şükrü Güngör, Ferhat Ağca, Fazlı Bayram ve Abdulkadir Özkan’ı ayrıntılı olarak anlatıyor dualar eşliğinde.

“Güzel insanlar yetiştirmekle meşhur olan Kahramanmaraş’ın yetiştirdiği zarif adamlardan biriydi. Eğer Maraş’ın karakteristik özellikleri bir insanda toplansa bu, muhtemelen Ahmet Doğan olurdu. Saf, samimi, milletinin bütün değerlerine bağlı, yaşadığı topraklara sevdalı, yaşadığı toplumun kültürüne, örfüne saygılı bir Anadolu evladıydı… Yazmak ve yaşamak dengesini son nefesine kadar muhafaza edebilmiş ölçülü bir insandı.”

“Ayaklı kütüphane olarak bilinen Alparslan, Maraş’ın bir anlamda kültür mimarlarından biridir. Öğretmenlik yaptığı yıllarda memleket evlatlarının eline kitap sıkıştıran, ceplerine harçlık koyan, gönüllerine sevgiyi nakşeden, vakıf adamdır. Maraş’ta konuştuğunuz iki kişiden birine mutlaka Yaşar Hoca’nın dokunduğunu görürsünüz. Bazen bir yazar bazen bir hoca olarak, bazen bir ağabey bazen de bir komşu olarak insanların hayatlarına girmiş ve onların gönüllerini kazanmıştır.”

“Taşrada dergi çıkaranlar da bu çağın kahramanlarındandır. Kahramanmaraş’tan belediye desteğiyle çıkan dergilerin yanı sıra sivil olarak çıkan dergileri de zevkle takip ederdim. Bunlardan birisi de Alkış Dergisi idi. Yirmi yılı aşkın bir süre çıkmayı başarmış bu derginin delisi Oğuz Paköz’dü. Asıl mesleği doktorluk olan bu Maraş beyefendisi, kurduğu kültür derneği ve çıkardığı Alkış Dergisi ile şehrine olan borcunu fazlasıyla ödedi. Büyük Maraş depreminde son nefesini verene kadar hep üretti. “Semere-i hayat hayırla yâd edilmektir.” sözüne uygun olarak ömür yaşadı. Hayırlı çalışmalara öncülük etti. Maraş’ın tarihi ve kültürü üzerine kaleme aldığı eserlerde şehrine olan vefasını gösterdi.”

“Edebiyat dünyasındaki müstesna Maraşlılardan birisiydi Recep Şükrü Güngör. Çoğu edebiyatsever gibi adını ilk olarak dergilerde gördüm. Kurucuları arasında olduğu Martı ve Yitik Düşler çok güzel dergilerdi. Anadolu’dan çıkan birkaç sayfalık dergilerde yazıları çıkardı. Sıcak bir üslubu vardı. Sakin ve samimi kişiliği olduğunu yazılarından görmek mümkündü. Yıllar sonra kendisiyle karşılaştığımda yanılmadığımı anladım. Mahcup ve onurlu bir Maraşlı. Okuyup yazmaya tutkuyla bağlı, edebiyat tarihine ismini yazdıracak nitelikli eserlere imza atma ideali taşıyan bir edebiyatçı…”

“Maraş’ın bereketli topraklarında yetişen, tasavvuf terbiyesi almış, edep timsali bir gençti Ferhat. Ülkeye dair idealleri, geleceğe dair hayalleri vardı. TYB Maraş Şubesi’ndeki ağabeylerinin dizinin dibinde fikir talimi yapıyordu. Edebiyata olduğu kadar musikiye de ilgisi vardı. Yüksek Ziraat Mühendisiydi ve bu alanda doktorasını tamamlamak üzereydi. Maraş merkezli çıkan Evvelâhir dergisinde enfes bir üslupla Maraş’ın çiçeklerini yazıyordu. Yazılarını heyecanla takip ettiğimi belirtip “Sen de Maraş’ın bir çiçeğisin.” demiştim.”

“Sazıyla yanık türküler söyleyen, sıkı şiirler yazan bir Maraş yiğidiydi Fazlı Bayram. Bir dönem Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şube Başkanlığı görevini yürüttü. Kültüre hizmeti dava olarak gördü. Anadolu’daki varlığımızın binlerce yıl daha devam etmesi noktasında, yaşadığı çağda kendi omuzlarına düşeni hakkıyla yaptı. Uzun yola çıkmaya hüküm giymiş, tır şoförlüğüne başlamıştı. Haftada belki de bir ya da iki kez evine uğrayabiliyordu. Rızkını helalinden kazanmak için gece gündüz direksiyon başındaydı. Kaderin cilvesine bakın ki işi dolayısıyla nadiren uğrayabildiği evinde dünya güzeli üç evladı ve kıymetli eşiyle birlikte can verdi.”

“Büyük Anadolu depreminde rahmet-i Rahmana kavuşan meçhul yazarlardan birisi de Abdulkadir Özkan’dı. Bazı edebiyat dergilerinde yazdıklarını görmüştüm ama Kahramanmaraşlı olduğunu bilmiyordum. Sadece bedenlerimizi değil, aynı zamanda ruhlarımızı da sarsan afet sonrası, Kahramanmaraş’ta vefat edenler arasında ismini gördüm.”

Erol Göka ile Söyleşi

Bir deprem yaşadık, doğru. Bu felaketin bize öğrettikleri de var elbette. Millet olma ruhunun en diri vakitlerini yaşadık hep birlikte. Erol Göka ile zor günlerde bizi harekete geçiren “dayanışma ruhumuz” merkezli bir söyleşi yapılmış. Sorular; Göksan Göktaş’tan.

“Sağlam bir kimlik duygusu için kişinin kendisini yaşadığı topluma, bir kesime, bir yere ait hissetmesi, yani aidiyet hissi şart. Kimlik arayışının doruğa vardığı ergenlik döneminden itibaren aidiyet hissi en güçlü biçimde tezahür ediyor. Kimliğini inşa ederken birey, âdeta toplum organizmasına veya toplumsal dokuya, yeni ve sağlam bir hücre olarak katılıyor, toplum da bu yeni hücreyi kültürü oluşturan değerler, idealler, semboller ve normlarla besleyerek canlı kalmasını sağlıyor.”

“Bakın size bir şey söyleyeyim, çöken sadece onlar değil. Biliyorsunuz benim hiç katılmadığım, gençleri kuşaklara ayıran ve gençlerimizi alfabenin son harfleriyle adlandırmaya kalkan teoriler de ortalıkta cirit atıyor. Genç insanlar kötüleniyor. Küresel salgın sırasında gördük ki bizim gençlerimiz asla bu tanımlara uymuyor; beklenilenin aksine fedakâr, yardımsever, cesur davranışlar gösteriyorlar. İşte aynı gençler, şu bildiğimiz, başını önündeki akıllı aygıttan ayırmıyor diye acımasızca eleştirdiğimiz gençler, yaşadığımız son felakette de yine başrolde sahne aldılar; iyilikte, merhamette, fedakârlıkta yarıştılar. Demek ki kuşak teorileri doğru değil ama anlatmaya çalıştığım tarihsel psikolojinin nesillere aktarıldığı doğru!..”

“İnsanımızın dişiyle tırnağıyla biriktirdiklerinin neredeyse tamamını hiç düşünmeksizin depremzedelere bağışladığını hepimiz gördük. Bu gayret hâlâ her yerde devam ediyor ve birçok gıpta edilecek örneğe birlikte şahit oluyoruz. Haklı olarak âdeta canından verilen bu yardımlara gidiyor dikkatimiz ama varsılımızın da infakta yarıştığının, çoğunun da bunu göstermeden yaptığının birçok örneğini biliyoruz. Allah hepsinden razı olsun. Ama Azerbaycanlı kardeşlerimizin yardımları, cebinde parası olmayan bir emeklinin maaşı kadar kredi çekip “Türkiye’nin ihtiyacı daha acil.” deyip göndermesi ve hele de yokluk yoksulluk içinde olduğu her hâlinden belli Server Beşirli adlı Azerbaycan Türkü’nün evinde ne varsa yüklediği ve bayrağımızı da astığı, parçalanmak üzere olan otomobilinin fotoğrafı zihnime kazındı.”

Türk Edebiyatı; 593. Sayı

Birçok dergimiz gibi Türk Edebiyatı dergisi de Mart 2023 sayısını siyah bir kapakla çıkardı. Acılarımızın dışa vuruşu olarak bu büyük acıyı paylaşmış oldu edebiyat dünyamız da. Dergi ayrıca iki yazı ile de deprem konusunu sayfalarına taşıdı.

Birinci yazı Muharrem Dayanç’ın Kalbin En Acı Ürperişi: “Deprem” isimli yazı. Dayanç, depremin edebiyata yansıyan yüzünü işliyor yazısında. Depreme şahit olan ya da yazdıklarıyla depremin daha geniş kitlelere duyulmasında katkısı olan yazar ve şairler anlatılıyor. Tanpınar, Tevfik Fikret ve daha birçok isim var yazıda.

1999 depremini de yaşayan biri olarak yaşananlara tam anlamıyla hislerini de tercüman ediyor Dayanç.

“Ahmet Hamdi Tanpınar yaşamı boyunca üç kere Erzurum’a gelir. Bunlardan ilki Balkan Harbi yıllarında ailece yapılan seyahattir. 1923 yılında öğretmen olarak atandığı bu şehre bir kere daha gelen Tanpınar’ın, Erzurum’a üçüncü gelişi II. Dünya Savaşı’nın sonlarına denk gelir. Tanpınar bu gelişlerden ikincisinde, bu vilayette hem depremi yaşar hem de depremin yaralarını sarmak için buraya gelen Atatürk’le karşılaşır.”

“Balıkesir’deki deprem devrin sanatçılarını da etkiler. Tevfik Fikret “Verin Zavallılara” şiiriyle bütün dikkatleri bu şehre çekmeyi başarır. Onun bu konuyu ele alması ve kamuoyuna mal etmesi sayesinde Balıkesirli depremzedelerin yaraları kısa sürede sarılır.”

“Barış Bıçakçı, bir telefon konuşması olarak kurguladığı “İyilikseverler” adlı kısa öyküsünde depremin acımasızlığını, afetin vuku bulmasının hemen sonrasında yaşananları (enkazdan gelen sesler, sesleri duyanların yaşadıkları), artçı depremleri, iyi niyetle/fedakârca koşuşturanların yanı sıra yağmacıları, Ankara’dan yardıma gidenlerle bütün bu olanları televizyondan seyredenleri içten bir bakışla kaleme alır.”

“Cumhuriyetin yüzüncü yılına denk gelen “6 Şubat 2023” depreminin bugüne kadar yaptığımız hatalardan ders çıkardığımız yeni bir dönemin miladı olmasını umuyoruz. Tek temennimiz bu. Yıkılan binaların önünde yakınlarının çıkarılmasını bekleyen insanlardan, bilimin ışığında yapılan evlerde huzur ve güven içinde yaşayan insanlara geçmenin zamanı geldi artık.”

Depremin Öyküye Yansıması: Sarıyaz

Meral Demiryürek, Mahir Ünsal Eriş’in Sarıyaz isimli öykü kitabını depremi merkezi çekerek ele almış. Kitapta yer alan sekiz öykünün de konusu deprem.

“Sarıyaz’daki öykülerin hepsinde baskın olan ortak nokta depremdir. Her öyküde o öykünün karakteri dolaylı veya doğrudan depremle yüz yüze gelir. Karakter ait olduğu ortamın problemleriyle uğraşırken sarı bir toz bulutunun ardından deprem olur. Bu afet hâli mekâna dağılmış bütün insanları birbirine bağlar. Depremle eş zamanlı olarak -küçük veya büyük- kişisel dertleriyle boğuşan karakterler, beklenmedik sonlarla karşı karşıya kalırlar. Metnin sürprizleri okuru kâh üzer, kâh şaşırtır, kâh rahatlatır. Ancak yazarın tercih ettiği son itibarıyla depremden ölen hiç kimse olmaz. Bu durumu Mahir Ünsal Eriş “Öykülerimde depremden dolayı kimsenin ölmemesi insanların/okurların depremle eski acılarını, kayıplarını deşmemek” olarak açıklar.”

Recep Kayalı ile Söyleşi

Çağlar Sarıtaş, Recep Kayalı ile öykü üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş. Söyleşide, genel anlamda Kayalı’nın öykü dünyası anlatırken, Bilinen tüm Zamanlar isimli kitabı üzerinde de özellikle duruluyor.

“Bilinen Tüm Zamanlar öykücülüğümdeki en önemli adımlardan biri. Dil, atmosfer, çeşitlilik vb. alanlarda yapmak istediğim her şeyi yapabildiğim bir eser oldu. Kamburuma Üç Sebep, yayımlandıktan sonra iki sene içerisinde üç baskı yapmış ve okurlar tarafından çok sevilmişti. Benim için büyük bir çıtaydı bu. Tek hedefim Bilinen Tüm Zamanlar’ın Kamburuma Üç Sebep’i nitelik ve nicelik anlamında geçmesiydi. Nitelik olarak bunu başardığıma inanıyorum.”

“Bir metni yazarından ayıramazsınız. Ancak bu metinde gördüğünüz her şey bir rahatsızlığı ya da duruşu dile getirmek için yapılıyor demek değildir. Zaten o güdümlü bir öykü olur. Sanat olmaz. Kaldı ki ben sanatın hayattan üstün olduğuna inanıyorum. Edebiyat, kişinin kendisini estetik bir biçimde ifşa etme sanatı olarak da tanımlanabilir. Dışarıdan ruhunuza sızan tüm hisler ve duygular bir şekilde olgunlaşarak engellenemez bir yazma dürtüsüne dönüşüyor.”

“Mesela yazmaya başladığım ilk zamanlarda dil ve üslup meselesini aşmak, samimiyeti okura geçirebilmek için öyküleri başımdan geçen bir olayı bir yakınıma anlatıyormuş gibi yazmaya çalışıyordum. Metin üzerine mesai harcayarak kendi dilinizi ve atmosferinizi oluşturabiliyorsunuz.”

“Bana kalsa kariyerimi sadece öykü kitapları çıkararak geçirebilirim. Ancak başta sevgili dostum, iyi öykücü, edebiyat insanı Turhan Yıldırım olmak üzere tanıdığım herkesin roman yazmam konusunda istekleri var. Ben de bir romanla okurun karşısına çıkmak isterim.”

Nail Abbas Sayar Dosyası

Türk Edebiyatı, Nail Abbas Sayar’ın doğumunun 100. yılı anısına bir dosya hazırlamış. Anadolu’nun en sıcak, en gür seslerindendir Sayar. Tüm yaşamı boyunca doğduğu topraklara olan sadakatini yitirmemiş, kendi toprağının sesi yazarlardan olmuştur.

Dosya, Abbas Sayar’ın oğlu; Ahmet Güner Sayar’ın biyografik metni ile başlıyor. Yazarın eserleri, çalışmaları üzerine yazılar, dergi okurlarını bekliyor.

Ahmed Güner Sayar- Nail Abbas Sayar 100 Yaşında

“Yıl 2023. Bu yılla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti bu topraklardaki beka yürüyüşünün ilk asrını da tamamlamış oluyor. Abbas Sayar gibi Cumhuriyet ile yaşıt olanlar da 100. yaşlarını tamamlamış olacaklar.

Abbas Sayar’ın 1923 yılında Yozgat’ın Aşağı Çatak Mahallesi’nde başlayan hayatı 76 yıl sürdü ve 1999’daki vefatıyla Yozgat’ın “Uyuyor büyük suskunluğunda Çatak Mezarlığı”ndaki1 aile sofasına defnedildi. Ondan geriye kalan, kitaplaşmış şiirleri, hikâye ve romanlarıyla gazete sütunlarında yer bulmuş ancak kitaplaşamamış, düz yazıları, hikâye ve şiirleridir. Abbas Sayar da Türk dilinin bekaya açılan yolculuğunda, şiir, hikâye ve romanlarıyla Cumhuriyet dönemi edebiyatımızda yer tutmuş, şair ve yazarlarımızdan biridir.”

“Bir değerlendirme yapılacak olursa 1946 yılı ve İstanbul, Abbas Sayar’ın hayatında sanki sürekli devrimi yaşadığı, her cihetten bereketli bir zaman dilimi oldu. Genel olarak bakıldığında Abbas Sayar bu yılda, Yozgat’ın içine kapalı hayatın dışında, bir imparatorluk muhassalası olan İstanbul gibi bir büyük şehrin hareketliliğine kavuştu. Önce evlendi ve bir ailesi oldu. Aynı yıl içinde oğlu Ahmed Güner dünyaya geldi.”

“Abbas Sayar, tereddütsüz, mühim bir şairdir ve Türk dilinin de Cumhuriyet Türkiye’sindeki ustalarından biridir. Onu doğumunun 100. yılında rahmet duygularıyla anarken Türk dilinin de varlığını kıyamete değin sürdüreceği inancıyla edebiyat dünyamızda bıraktığı çığlığın da uzun soluklu olacağına inanıyoruz.”

Ramis Karabulut-Bozkırın Pervasız Kalemi Abbas Sayar

“Nail Abbas Sayar; şair, romancı, hikâyeci, gazeteci kimliğiyle, memlekete sevdalı, cesur ve güçlü kalemiyle tanınmıştır. Hakiki bir aydın tavrı sergilemiş sanatçılardandır. Velut bir yazar olarak doğduğu toprağa, Yozgat’a, ülkesine aşk derecesinde bağlı, doğru bildiğini cesurca söylemekten çekinmeyen bir mizaca sahiptir. Kurtuluş Savaşı sonrası ve İkinci Dünya Savaşı öncesi döneminin yoksulluk ve zorlukları arasında yetişmiştir. Eserlerini okuyan herkes onun hakiki bir söz ustası olduğunu hemen fark eder. Sözde hiç bunalmayan, kendine has akıcı ve doğal bir üsluba sahiptir.”

Emrah Meydan – Abbas Sayar’ın Romanlarına Ekoeleştirel Bir Yaklaşım

“Ekoeleştiri açısından Abbas Sayar’ın Yılkı Atı, Çelo, Can Şenliği romanlarında dikkat çeken ilk unsur zamanın akışıdır. Romanlardaki zaman unsuru gece gündüz döngüsü üzerinden takip edilebilmektedir. Yılkı Atı romanında Doru Kısrak’ın yılkı olarak doğada geçirdiği günler gece ve gündüz döngüsüyle ve hava durumu ayrıntısıyla belirtilerek aktarılmıştır. Buradan anlaşılıyor ki romanda zaman ve çevre bir arka plan olarak değil romanın canlı birer unsuru olarak sunulmuştur. Böylece doğanın bir süreç olduğu ve bu sürecin her ne olursa olsun işlemeye devam ettiği okuyucuya sezdirilmeye çalışılmıştır. Bu süreç içerisinde İbrahim’in tutumunun yanlışlığını göstermek için kış mevsimi daha ayrıntılı bir şekilde ele alınmış ve insan olan kahramanlar, sahnenin gerisine çekilirken hayvanlar en ufak hareketlerine kadar detaylandırılmıştır. Baharın gelmesiyle doğadaki uyanış canlı bir şekilde aktarılmış, hayvanlarla birlikte insanlar da hareketlenerek roman sahnesinde yeniden yer almıştır.”

Türk Edebiyatı’ndan Hikâyeler

Volkan Kara – Mihman

“Bahçelerine geceden kalma yağmur ve toprak kokusunun sindiği tek katlı küçük ama sabih evlerin arasında yürürken bir yandan da düşünüyordu Galip Bey. Kaç gündür buralardan yükselen bir ışık seziyor, kaç gündür bu çakır çukur yollar rüyalarına giriyordu. Uyanır uyanmaz henüz kahvaltı etmeden kendini soluk soluğa bu sokaklara atıyor, çok defa belki de aynı kaldırımları aşındırırcasına arşınlıyordu. Uzun gri pardösüsü ve kır saçlarını örten siyah fötr şapkası içinde bir filmden fırlamış gibiydi. Her daim boyalı olan ve ıslak kaldırımlarda tok bir ses çıkaran siyah ayakkabıları onu daha da saygın birisi olarak gösteriyordu. Ve şimdi Galip Bey günlerdir aradığı, sokak sokak kovaladığı o ışığı bulmaya çok yakındı.”

“Galip Bey, mizaç itibariyle güler yüzlü ve sıcakkanlı bir insandı. Ayrıca çok hoşsohbet bir yönü vardı. Ekseriya katıldığı meclislerde, bu yönünü belli eder, behemehâl en az birkaç kişiyi kendine hayran bırakırdı. Bunların üzerine bir de nüktedanlığı ve şairliği eklenince ortaya tam manasıyla bir beyefendi çıkıyordu. Bu yüzden İsmet ile muhabbet etmek onun için hayatın sıradan bir anıydı. Konuşurken önündeki su birikintisine gülümsüyordu.”

“Galip Bey, daha önce İsmet’in yolundan geçmiş nicelerini ona göstermeye devam ederken İsmet, üstündeki kıyafetler düşse her tarafından bir kemik parçası fırlayacakmış gibi duran vücudunun her zerresinde bir kımıldama hissediyordu. Saçları beyazladıkça beyazlıyor, çatık kaşlarının meyvesi olan kırışık alnı, kaşları bir çizgi üzerinde dururken dahi kıvrımlarını yitirmiyordu. Gözlerinin altında yorgunluk çizgileri oluşuyor, keskin bakışlı gözleri fersiz bir kandil gibi anbean kısılıyordu.”

Yıldırım Türk -Erken Büyüyen Çocuklar

“Tezgâh tezgâh dolaşıyoruz. Sesler yükseliyor. Kimi kafiyeli sözlerle, kimi sesine değişik bir ton vererek pazarı canlandırmaya çalışıyor. Bebeğini kucağına almış bir kadın, “Allah rızası için biraz da bana alır mısın?” diye etrafımızda dolanıyor. Günbegün çoğalan dilencilerin birçoğuna aşinayım. Uzak duruyorum onlardan. Kalabalığın arasından güçlükle ilerlerken uğultu sesimizi yutuyor. Çocuk, bir an duraksıyor. Göz ucuyla takip ediyorum. O insan selinin içinde nasıl olduysa yerde bir cüzdan görüyor. Eğilip alıyor, etrafına şöyle bir baktıktan sonra cüzdanı cebine atacağını düşünürken en yakındaki satıcıya “Belki düşüren gelir.” gibi bir şeyler söyleyerek teslim ediyor. Bu durum hiç yaşanmamış gibi tekrar el arabasının kollarına sımsıkı yapışıyor.”

“Sesi çatallaşmaya başlıyor. Alışamamış, belki anlattıkça her defasında kendi kulaklarını da alıştırmaya çalışıyor. Kimselerinin olmadığından, başkalarına muhtaç olmanın acısından bahsediyor. Zor da olsa yaşadıklarını ne kadar erken kabullenirse hayata o kadar çabuk döneceğini düşünüyorum. Yaptığı iş, konuşması, duruşu büyükler gibi. Çocukluğunu yaşamadan gençliğe geçiyorlar birden, erken olgunlaşıyor bu çocuklar. Gözlerinde büyüklere has derin anlamlar gizli.”

“Rıza, el arabasıyla hayatın başka bir yükünü taşımaya giderken ben kafamda türlü düşüncelerle apartmanın merdivenlerini ağır aksak çıkıyorum. Kulaklarımda gıcırdayan tekerleğin sesi… Dilimde içli bir türkü…”

Türk Edebiyatı’ndan Şiirler

Çıkarınca ruhumuzu enkazların altından,
Düştüğümüz ibret dersanesi olur belki teselli,
Nice nesillerin hem gözyaşı hem rehberi,
Olsun asrımızın unutulmaz mahşeri

Kuşanalım alarak fikrimizi karanlıklardan geri,
Yaşatmasın bir daha Rabbim bu cehennemleri,
Hem unutmayalım hem bakalım ileri,
Acılı toprağın yeşersin yeniden ümitleri
Yahya Akengin

Deprem sancısıyla inliyor gece
Huzursuz, ölüme gebe tüm damlar…
Ayağı altında dev binaların,
Ezilip kalıyor masum adamlar…

Açıyor gözünü uykulu gece,
Toz duman içinde kalan evlere.
Bu akşam üç elma düşmüyor gökten,
Masallar teslimdir, korkunç devlere…
Aysel Hanlarkızı

Gönül kapım sarardı; pencereler ihtiyar
Bırakalım demlensin bende har, sende bahar

Hani alsan diyorum bakışlarından beni
Efkârlı bir rüyada buluştursan gölgeni

Neden hâlâ ayrılık, bu sessizlik, bu mesâ
Kıymeti bilinir mi baharın güz olmasa
Nurullah Genç

Çâre dergisinden Abbas Sayar Özel Sayısı

Anadolu’da çıkan dergilerin bazılarının Anadolu’da çıkmıyormuş gibi bir tavır içine girdikleri gibi bir duruma sık sık şahit oluyorum. Tüm yurdu kuşatmak gibi bir hedefin ortaya koyduğu bir irkilme olarak görüyorum bu tavrı.

Bir de kendi toprağının sesi olmak gibi has bir duruş var. Sesini ülkenin dört bir yanına duyururken aynı zamanda kendi toprağınla da harmanlanmanın kimseye zararı olmaz. Hatta bu yerel duruşun önemli faydaları da vardır.

İşte, Yozgat / Sorgun merkezli çıkan Çâre dergisi var olduğu toprakların sesi soluğu olan bir dergi. Aynı zamanda günümüz Türk Edebiyatı’nın önemli dergileri arasında da yer alıyor. Kendi değerlerini sayfalarına taşıyan dergi, Yozgat’ın bereketini de böylelikle daha geniş kitlelere duyurmuş oluyor. Aramızdan ayrılan değerlerine olduğu kadar yaşayan değerlere de aynı duyarlılığı göstermeyi ihmal etmiyor.

Derginin 16. sayısı Abbas Sayar Özel Sayısı olarak çıktı. Yozgat’ın ve edebiyat dünyamızın bir değeri olan Sayar’ın doğumun 100. yılı. Elbette böyle anlamlı bir tarihte Abbas Sayar sayısı hazırlamak da Çâre’ye yakışırdı. Arşivlik bir sayı dergi okurlarını bekliyor. Sayar’ı tüm yönleriyle tanımak için mutlaka Çâre’nin bu sayısını edinmekte fayda var.

Özel sayıyı değerli kılan önemli bir ayrıntı da Abbas Sayar’ın oğlu, Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar ile yapılan söyleşi. Oğlunun cümleleriyle babasını daha yakından tanımış oluyoruz.

“Abbas Sayar’ı tanımlamak, tanıtmak biraz zor. Çünkü bir manada, tanıyan herkesin bir Abbas Sayar’ı var. Bununla kastettiğim, Abbas Sayar’ı tanıyanların bir araya gelmesi ile ortak ve örtüşen noktaların toplamından belki tutarlı bir Abbas Sayar portresi çıkabilir. Benimki kısmî olabilir ayrıca yanlı olabilir ve Abbas Sayar hakikatini bir bütünüyle anlatmaktan uzak kalır. Bu benim açımdan da bir sakınca. Onu mesela kendi meclisinde tanıyan bir insan için Abbas Sayar çok farklıdır, başkadır, şendir, şakraktır, neşelidir. Ağzından bal dökülen, şiirleri peş peşe sıralayan bir insandır. Böyle bir Abbas Sayar var, ama bir de akan hayat çizgisi var. Yani akan hayat içerisinde, nasıl insanın sureti dahi değişime uğruyorsa, hayat tarzı, dünyaya bakış açısı, filozofisi, eşya ve kâinat telakkisi ve hatta Allah kavrayışı dahi değişebilir. Bunların tespiti gerçekten zordur Abbas Sayar’ın tanımlanması açısından.”

“Önce şair, Ama şiirden ne kazanıyor? Bir defa Türkçeye hâkim. Şiir ve düzyazılarında kelimelerde mündemiç müzikaliteyi yakalıyor. Birbirinde bağımsız olan kelimeleri, bir manada, ustalıkla seçiyor, onların nikâhını kıyıyor. Demek istediğim, Abbas Sayar’a özgü bir üslup var. Bu şairliğinden gelmektedir. Tereddütsüz kalemi de işlek olduğu için bunu düz yazılarına, manzumelerine, hikâyelerine, sonra romanlarına taşıyor. Böylelikle, edebiyat adamlığının kapsama alanı genişletiyor. Fazla iddialı olmasın, ama rahatlıkla ifade edebilirim ki, bu hâliyle Abbas Sayar Yozgat’ın edebiyat tarihinde tektir.”

“Ben, Abbas Sayar’ın, sadece Yozgat’a sıkışmış olmasına rağmen, şairliğinin kapsama alanının daha geniş olması kanaatindeyim. Ne var ki şair Abbas Sayar, sadece Yozgat’ta bilindi. O da Yozgat’ta bir avuç adam. Şunu da kabul ediyorum: O, şiirde yakaladığı müzikaliteyi romanlarına yansıttı. Bu işin kabuk tarafı. Mesela Yılkı Atı’ndaki konunun özgünlüğü Abbas Sayar’ı nobele götürmeliydi.”

Kâmil Büyüker danışmanlığında hazırlanan özel sayıdan paylaşımlar yapacağım. Devamı; derginin16. sayısında.

Ramis Karabulut – Bozkırın Edebiyatçısı: Abbas Sayar

“Yozgat’ın ilk yerel gazetesi olma özelliğini taşıyan Bozok, 1970 – 1980’li yılların kötü ekonomik koşulları nedeniyle zar zor ayakta durmayı başarır. İlde yerel gazete sayısı da gün geçtikçe artar. Yazar, bu yılların zor ekonomik koşullarına ancak romanlarından aldığı telif ve ödül paraları sayesine direnebilir. Ardı ardına yayımladığı üç romanı ona üç ödül getirir. Yılkı Atı romanı Ekim 1970’te yayımlanır ve 22 Şubat 1971 tarihinde TRT’nin açtığı roman yarışmasında başarı ödülü kazanır. Yazar 1972’de ikinci romanı Çelo’yu yayımlar ve bu eseriyle de 1973 Yılı TDK Roman Yarışması’nda (50. yıl) birincilik ödülüne lâyık görülür. Arkasından 1974’te Can Şenliği romanı yayımlanır ve 1975 yılı Madaralı Roman Yarışması’nda birincilik ödülü kazanır. Artık yazar bundan sonraki romanlarıyla başka yarışmaya katılmaz; kendi deyimiyle ödüllerden payını alır.”

İsmail Karakurt – İlk baskı, İmzalı Şiir Kitaplarıyla N. Abbas Sayar ve Şiiri Üzerine Notlar

İlk gençliğimin geçtiği şehirdeki belleğimi yokluyorum da N. Abbas Sayar’ı, ortaokul ve lise yıllarımda ya Yozgat’ın en önemli poetik yolu Lise Caddesi’nde ya da Cumhuriyet Meydanı civarında elleri arkasında ağızlığına sürdüğü sigarasını tüttürerek yürüyüşler yaparken görürdüm. En az Saat Kulesi kadar şahidiz bu yürüyüşlerine. Ne de olsa “Yozgat’ın orta yeri saat kulesi”dir. Bazen de meydanın üstündeki çay bahçesinde otururken görürdüm. Kaç kez yanına gitmeyi, selam vermeyi, tanışmayı, konuşmayı o kadar istedim ki ama hep taşra/köylü çekinikliği bu isteğimi engelledi. Bir de abilerin ideolojik kör bakışı ve telkinleri, – sanırım o yılların absürt bir gereğiydi-, tanışmamızın önüne duvar örüyordu. Tanışamadık ama dünya gözüyle gördüğüm yazarın kitaplarını gizli gizli alıp okumama hiçbir şey mâni değildi. Olamazdı da. Kitaplarını aldım ve okudum. Birçok kitabı hala o yıllardan bir Yozgat hatırası. Ortaokul/ lise yıllarında çokça gördüğüm ama üniversite ve sonrasında bir daha hiç görmediklerim arasına katılanlardan N. Abbas Sayar.

Kâmil Büyüker – Bir Yozgat Hatırlaması Yahut Yaşar Kemal ve Abbas Sayar Buluşmasına Dair…

Hülasa Abbas Sayar da benim Yozgatlılığımı pekiştiren isimlerden birisi oldu. Divanyolu’nda Basın Müzesinde düzenlenen toplantıda babasını anlatan Ahmet Güner Sayar, Abbas Sayar’ı farklı hususiyetleri ile tanıma konusunda ne kadar geç kaldığımı gösterdi. Programın akabinde Abbas Sayar kitaplarının büyük kısmını alıp okumakla bu açığımı telafiye çalışmıştım. Günlerden bir gün çalan telefonda, telefonun diğer ucundaki merhum Yusuf Çağlar (öl. 28.11.2020) ağabeyim Yaşar Kemal’in bir kitabından bahsediyordu. Kitabı benim için alacaktı. Bu Diyar Baştan Başa (Cem yay. 1971, 639 s.) isimli kitapta daha önce üzerinde çalıştığım Sahaf Ekrem Karadeniz yer almaktaydı ve senin ilgini çekecektir, dedi telefonda Yusuf Bey dostumuz. Kitabı alıp bana getirmekle, başka bir kapıyı açacağını nerden bilecekti Yusuf Bey? Kitabın içinde “Orta Anadolu’da En Sağlıklı İnsanların Şehri: Yozgat” başlıklı bir bölüm yer almaktaydı ve burada Yozgat ziyaretini ve Abbas Sayar’la kısa ama dikkate değer Yozgat turunu anlatacaktı.

Ercan Köksal- Abbas Sayar Hikâyeciliği ve Yorganımı Sıkı Sar

Yaşadığı bölgede çiftçilik, öğretmenlik, gazete bayiliği gibi birçok iş yapan yazar, bu sayede farklı sosyal statüdeki insanlarla yakın ilişki kurma ve onları yakından tanıma imkânına da kavuşmuştur. Dolayısıyla onun bu gözlem ve tecrübeleri romanlarında olduğu gibi hikâyelerine de yansımıştır. O bakımdan yazarın hikâyelerinde; yoksulluk, çaresizlik, köylü sorunları, gurbet vs. gibi konular geniş yer tutmakla birlikte bunları işleyiş tarzı bakımından dönem yazarlarından büyük ölçüde ayrılır. Öte yandan ele almış olduğu kişi ve konulara yaklaşımı da dönem yazarlarından oldukça farklıdır. Zira Sayar’ın anlattığı kişiler ve olaylar, daha gerçekçi, hayatın içinden capcanlı tiplerdir. Onları idealize etmek, belli kalıplara sokmak, bir düşüncenin dayatılması için malzeme olarak kullanmaya çalışmak yerine, oldukları gibi okura yansıtmayı tercih etmiş, bu da Sayar’ı okur gözünde dönem hikâyecileri karşısında farklı bir yerde konumlandırmıştır. Onun hikâyelerinde ezen, sömüren zengin ağa, ezilen köylü yoktur. Bunun yerine kurnazlığının, cahilliğinin ve zalimliğinin cezasını çeken köylü vardır.

Mustafa Çiftci – Abbas Sayar’ın Dünyası

Abbas Sayar merhumu yazmak için onun yazmayı seçtiği meselelere alaka duymak onun endişelerine hürmet etmek, sevdiği şeyleri anlamak lazım. Edebiyat neredeyse ölü sanattır. Kimse bir şey okumaz. Eserler yazılır ama kapalı devre bir yayın yapılır gibidir. Okuyan yazan sayısı hep mahduttur. Durum böyleyken Abbas Sayar’ı yâdımıza düşüren bu özel sayıya emek verenleri tebrik etmek lazım. Umarım bu yazdıklarımız kendisine rahmet vesilesi olur ve eserlerinden istifade için kutlu bir sebep olur.

Yaşar Şimşek-Abbas Sayar Hikâyeciliği ve “Yorganımı Sıkı Sar” Hikâyesi Üzerine Bir İnceleme

Sayar, şiir ve romana nazaran az sayıda hikâye kaleme almasına karşın Cumhuriyet dönemi hikâyeciliğimizde anılması gereken bir isimdir. Zira onun hikâyeleri romanlarıyla benzer tarzda olup köy edebiyatı kapsamında değerlendirilen eserlerdeki gibi teslimiyetten, kadere boyun eğmekten uzak daha çok mücadele ve direnme arzusunun ön planda olmasıyla öne çıkmaktadır. Ancak yazarın hikâyelerinde bir taraftan bu direnci sürdüremediği bir taraftan da toplumsal problemlere herhangi bir teklif ve çözüm getiremediği de bir gerçektir. Bir iki hikayesinde çocukluk ve gençlik hatıralarına yer veren Sayar, bazı hikayelerinde ise ferdi konuları ve gönül meselelerini anlatmıştır. Sayar’ın hikayelerini önemli kılan ise edebiyat ve hayat arasındaki ilişkiyi belirgin bir şekilde yansıtmasıdır. Zira onun hikayelerinde yaşamın gerçeklerini, insanın sıcaklığını/samimiyetini, tabiatın doğallığını bütün berraklığıyla görmek mümkündür.

Ethem Baran – “Dersini Almış da Ediyor Ezber”

Abbas Sayar Yılkı Atı romanıyla edebiyat dünyasına girdiğinde, edebiyatımızda köy romanı ve köy romancılığı egemenliği vardı. Bugün birçoğunun adını bile hatırlamadığımız köy romanları arasında Yılkı Atı’nın ayrı bir yeri olmuştur. Bu romanda, iş göremez hâle gelmiş yaşlı bir atın köyden sürülmesinin yani yılkıya bırakılmasının hikâyesi anlatılır. Cengiz Aytmatov’un dilimize Kopar Zincirlerini Gülsarı ve Elveda Gülsarı adlarıyla çevrilen eserinde de yılkıya bırakılan ve sonunda ölen Gülsarı adlı bir atın hikâyesi sahibinin hikâyesiyle paralel biçimde anlatılır ama Yılkı Atı, insanla doğanın ve bir atın serüvenini Türk köylüsünün ekonomik durumu ile birlikte bir bütün olarak hiçbir insanı ön plâna çıkarmadan çarpıcı, şiirli bir dille yansıtır. Bu özelliğiyle Yılkı Atı, Türk edebiyatında bir ilktir. Köy romanlarının şabloncu bakış açısıyla yazılmadığı için de edebiyat tarihinde yerini almıştır.

Mustafa Mete – Abbas Sayar’ın İzinde Bir Gün

Dönüş yoluna çıkmadan önce Abbas Sayar’ın rutinlerinden olduğunu öğrendiğimiz Kız Meslek Lisesi önüne indik. Yürürken Sayar’ın hangi yoldan indiğini geri dönüşünü hangi sokaktan yaptığını düşündük. Hangi banka oturup nice vakit Çamlık’ı seyrettiğine kanaat ettik. Bugün o noktadan Çamlık açık bir şekilde temaşa edilemiyor maalesef. Araya yüksek yüksek binalar inşa edilmiş. Sahaf’tan aldığımız yeni kapak tasarımlı Yozgat Var Yozgatlı Yok kitabını biraz karıştırdık. Üzerine konuştuk. Bir müddet Çamlık’ı ve Yozgat’ı dinledik… Bir zamanlar Abbas Sayar ‘ın yaptığı gibi…

Arif Erdem Akbaş- Yozgat Var Yozgatlı Yok

Yazımıza konu olan “Yozgat Var Yozgatlı Yok” eserinde Abbas Sayar, Yozgatlının nasıl olması gerektiği, Yozgatlı olabilmek için nelerin yapılması gerektiği ve Yozgat hakkında bilgiler vermekte. Bunun yanında yazıların yazıldığı dönemki ülkenin siyasi ortamı, dünyanın siyasi iklimi, bu ortamdaki iklimin Yozgat’ı nasıl etkilediği, bu etkiler sonucunda ortaya çıkan sıkıntıların giderilebilmesi için nasıl yollar izlenmesi gerektiği, Yozgat’ın eski ve yakın tarihi, kuruluşu, Yozgat’ın imajını etkileyen olaylar, Yozgat’ın siyasi tarihi, doğa güzellikleri, mimari güzellikleri, ekonomik geçmişi, yapılan ekonomik faaliyetler, sanatsal faaliyetler ve sanatsal geçmiş ve Yozgat’ın nüfus değişimi hakkında bilgiler vermekte.

Ayşegül Çetinkaya Çay- Köy Edebiyatı ve Yılkıya Bırakılan Atların Sesi: Abbas Sayar

Yılkı Atı, iz sürücü okurun alt metin duyarlılığını ziyâdesiyle besleyen bir romandır. Sadakat, merhametsizlik ve vefasızlık duygusunu Üssüğünoğlu İbrahim ve yılkıya bırakılan at; Dorukısrak üzerinden anlatır. Burada Sayar’ın maddi imkânsızlıklar sebebiyle okulunu tamamlayamamasının İbrahim karakterinin doğuşuna da zemin hazırladığını görürüz. Yoksulluk başta olmak üzere artık yaşlandığı, iş göremez olduğu düşüncesiyle yiyeceği otu, samanı zarar olarak gören İbrahim, yıllardan beri yapıldığı gibi yılkıya bırakır Dorukısrak’ı… Kısrağın vaktiyle güçlü, diri bir at olmasını, zamanında kendisine itibar kazandırdığını çabuk unutmuş, onu dağlara salmış, tayından ayırmıştır.

Abdullah Kasay – Bir Eski Zaman Masalı Ya da Can Şenliği

Abbas Sayar “Can Şenliği” adlı romanında, hayırsız çocukları tarafından evinden kovulan, han köşelerinde sefil bir yaşam süren seksen yaşındaki bir dedenin yalnızlığını, kimsesizliğini, kırgınlıklarını, küskünlüklerini, hayata tutunma çabasını anlatır. Bu hikâye bize çok tanıdıktır. Zira Hüseyin Ağa’nın hikâyesi kendi babamızın, dedemizin ya da bir noktada eskilerin hikâyesidir. Anadolu gibi insan ilişkilerinin çok büyük kaderciliğe döndüğü bir coğrafyada Abbas Sayar’ın Can Şenliği’nden mülhem kıldığı bir hayvan dostluğu, bize tüm bu insan ilişkilerinin ne’liğini sorgulatır.

Soruşturmadan…

Şükrü Erbaş

Abbas Sayar, benim için Abbas Amca, şiir yazmaya başladığım yıllarda, 1968 yılında Yozgat Lisesine başladığımda şiir yazmaya da başlamıştım; benim ve bizim o yıllardaki iki efsanemizden birisiydi. Diğeri, şiirimizin en büyük şairlerinden Gülten Akın’dır. Ben her ikisini de hayranlık halesiyle çevrelemiştim. İleri yıllarda bu ikilinin hizasında yer alabilecek şiirler yazmak gibi bir sessiz sevgiyle okuyordum tüm yazdıklarını. O ileri yıllarda, ikisiyle de büyük bir dostluk, abla-kardeş, ağabey-kardeş arkadaşlığı yaptım ki anıların her biri binlerce hazineye değer. İnsan toprağıyla onur duyacaksa, bu ancak o toprağın yarattığı değerlerle onur duyarak mümkün olacaktır. Sadece Çamlık’ı sevince ne Çamlık’ı ne de Yozgat’ı sevmiş olursunuz. Her iki büyüğü de derin saygıyla anarak selam ederim; onlara, size ve okurlarınıza.

Ethem Baran

Abbas Sayar, Türk edebiyatının kapalı bir kapısı olarak kalmıştır. Yılkı Atı ile TRT Roman Ödülü (1970), ikinci romanı Çelo ile 1973 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü, üçüncü romanı Can Şenliği ile de 1975 Madaralı Roman Ödülü’nü kazanmış olmasına rağmen edebiyatımızda hemen her yazarın başına geldiği gibi vefasızlığa uğramış, ömrünün son yıllarında iyiden iyiye unutulmuştur.

Emin Gürdamur

Abbas Sayar, Yozgat’ı yazmıştır ama onun eserlerinde bütün Anadolu’yu görürüz. Kırsalda yaşayan insanın ruh haletine, onun doğayla ilişkisine ışık tutar. Yozgat bu açıdan şanslı bir şehir. Abbas Sayar, yerel deyimleri, yok olmaya yüz tutan ifade kalıplarını, yakın tarihteki olayları, tipleri yalın bir gerçekle ortaya koyarken bir bakıma şehrin kültür tarihini kayda geçmiştir. Yozgat’ın Abbas Sayar’a hepimizden fazla borcu var. Çünkü o bütün kırgınlığına karşın hayatı boyunca Yozgat’a sahip çıkmış, Yozgatlıyı yazmış, Yozgat için çalışmıştı.

Ali Necip Erdoğan

Abbas Sayar benim için her şeyden evvel Yılkı Atı’dır. Zihnimde Euxpery’nin Küçük Prens’iyle, Livingston’un Martı’sıyla, Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ıyla yan yana durur. Dorukısrak’ın yaşadıkları, özlemleri, acıları içinde yaşadığımız toplumun ve geçirdiğimiz tarihsel sürecin en rafine özetidir. Abbas Sayar Anadolu insanının çektiği sıkıntıları yaşadığı zorlukları Dorukısrak üzerinden anlatmıştır. Bir yazarı büyük edebiyatçı yapan şey içinde yaşadığı dönemi süzerek elde ettiklerini, bütün bunları temsil edecek bir karakterde göstermesi ve anlatmasıdır. Abbas Sayar, Yılkı Atı’yla bunu başarmış kişidir ve bu yüzden benim için büyük edebiyatçıdır. Keza Çelo ve Can Şenliği de öyledir.

İsmail Güleç

Yazılan çizilenlere bakarak hak ettiğini söyleyemeyiz. Hakkında yapılmış yedi yüksek lisans ve bir doktora tezi var. Abbas Sayar gibi bir edebiyatçı için bu sayı oldukça az. Sadece edebiyat değil sosyoloji ve kültür tarihi alanlarında da tezler yapılmalıydı. Anlaşıldığı kadarı ile akademinin de dikkatini yeterince çekmemiş görünüyor. Toplumun gündeminde olmadı maalesef. Yaşadığı dönemde edebiyat çevrelerince biliniyordu. Bugün de iyi edebiyat okurları Abbas Sayar’ı bilir. O kadar da bilinmeyen biri değil.

Merve Sevde Selvi

Bir Yozgatlı olarak söylemeliyim ki çocukluğumda Yozgat’ta kitapla hiç ilgisi olmayanlar dahi Yılkı Atı’nı ve Abbas Sayar’ı bilirdi. Abbas Sayar’ın bir Yozgat’ı varsa Yozgat’ın ve Yozgatlıların da bir Abbas Sayar’ı vardı. Abbas Sayar vefat ettiğinde Gülten Akın, “yerel kültürle genel kültürü yazdıklarında birleştirebilmiş” bir sanatçı olarak ondan bahsederken Refik Durbaş da “Sözden sözcüğe bir can şenliği vermişti” diyerek onu anar. Abbas Sayar’ın bildiğim o topraklardan, Yozgat’tan, insana uzanan kelimelerini ve anlatı evrenini seviyorum.

Şehir ve Kültür Sayı; 104

Şehir ve Kültür dergisi de Mart 2023 sayısında yaşadığımız depreme yer veren dergilerden. Tarihe not düşmek anlamında bu tür yazılar önem arz ediyor. Abdulhamit Avşar, depremde ortaya çıkan kardeşlik duygusuna dikkat çekiyor. Özellikle Türk dünyasından yardıma koşan kardeşlerimiz hakkında bilgiler var yazıda.

“Türk Devletleri Teşkilatı üyesi Macaristan da daha ilk günden kardeşçe dayanışma içinde oldular. Türk devletleri, diplomasi tarihinde nadiren görülebilecek bu derece üst seviye dayanışmanın yanı sıra, maddi olarak da ciddi yardımlarda bulundular. Hem de hiç bağırıp çağırmadan, gövde gösterilerine kapılmadan. Bu anlamda en çok arama kurtarma ekibi gönderen ülkeler arasında yer alırlarken, yardımlar konusunda da en ön saflarda yer tuttular. Depremin hemen ilk günlerinden itibaren, her bir Türk cumhuriyeti, olağanüstü bir halk-devlet seferberliği ile toplanan yardımları hızla deprem bölgesine ulaştırılırken, aynı zamanda bölgede tesis ettikleri mutfaklarda sıcak yemek pişirip dağıtmaya başladılar. Yine mesela Kırgızistan, en soğuk iklimlere bile dayanıklı, yüzlerce geleneksel Türk çadırı kurarak depremzedelerin hizmetine sundu.”

“Mesela sadece Türkiye’den yardıma koşan ve arama kurtarma faaliyetlerine katılan Doğu Türkistanlıların sayısı, Çin Halk Cumhuriyeti’nin gönderdiğinden beş kat daha çok olduğunu söylemek sanırım bu sözlerin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.”

Diğer taraftan yalnız Türk devlet ve toplulukları değil, dünyanın bir çok ülkesi acımızı paylaştı, destek olmaya çalıştı. Hiçbir tereddüde kapılmadan, her birine teşekkür etmek gerekir. Elbette bu tablo, “Türkiye’nin dünyadaki itibarı kadar, nasıl sevildiğini de göstermektedir. Bu cümleden mesela Katar, Türkiye’nin yanında en güçlü duran ülkelerden biri oldu. Dünyada belki de depremin yaralarını sarmak için televizyonlarda yardım kampanyası açan ilk ülke Katar’dı. Katar Emiri, bu kampanyaya büyük bir rakamla şahsen katıldı. Katar’dan her gün ardı ardına yardım uçaklarıyla yardımlar gönderildi. Yine Arnavutluk Cumhurbaşkanı, Romanya Cumhurbaşkanı, Sırbistan Cumhurbaşkanı da bizzat büyükelçiliklerimize giderek taziyelerini bildiren liderler oldu.”

Maraş Maraş Bu Nasıl Maraş

Serdar Yakar, Maraş’ta depremi yaşayan yazarlarımızdan. Depremi onun cümleleriyle okuyoruz.

“Saatler 4.17’yi gösterirken yaşandı yaşanılacak olan her şey… Koca binalar yerle bir olmuştu bir anda. Hayatta kalmak mı ne mümkün… Maraş o gün, o saatte yerle bir oldu.

Maraş yoktu artık…Bağırtılar, çığlıklar, feryatlar…Tüm bu yaşanmışlıklar kulaklardan silinir mi hiç?

Henüz dört yaşındaki Asım Asrın’ın üzerine kapatmıştım kendimi, yağmur gibi yağan taşların üzerine düşmemesi için.

Duvarlar inleyerek iniyordu yere.. Ve oğlum sarılmıştı babasına… Ağlayamıyordu bile… O çaresizlik zamanında bir baba ne yapabilir ki.. Yapabildiğim tek şey üzerine vücudumu siper etmekti.

Ve taşlar, tuğlalar, sıvalar, alçılar yere dökülürken biz de gömülüyorduk yavaş yavaş…”

Deprem: Bağıra Çağıra Gelen Felâket

Dr. Kâmil Uğurlu, depremi yerel yönetimler ve tedbirler yönünden ele almış.

“Belediye Başkanı halkın seçtiği bir yöneticidir. O, bölgenin “babası” olarak koltuğa oturtulur ve onun partisi yoktur. Şehirdeki herkes onun ailesidir. Önce ailesini iyi okumalıdır bu baba. Oturduğu evin ve ailesi fertlerinin imkânlarını, şartlarını, zaaflarını ve güçlü taraflarını bilmelidir. Baba, nasıl ki, ailesinin yirmiotuz-kırk yılını, yani geleceğini planlamak zorundaysa, ilkokuldaki çocuğunun üniversite öğrenimini düşünmek mecburiyetindeyse, şartları ona göre hesap etmek durumundadır. Belediye Başkanı bu plânlamayı şehir ölçeğinde yapmak zorundadır.”

Göğün ve Yerin Direği Yerinden Oynadı

Mehmet Kamil Berse, depremi genel değerlendirmelerle ele almış. Depremler, tedbirler, yaşananlar, alınacak dersler ve daha fazlası var Berse’ nin yazısında.

“Sene 2023 Şubat ayının 6 sı, ülkemin önemli bir bölümünde kuvvetli bir sarsıntı ve ürkütücü bir rüzgar sesi ile, binlerce ev yıkıldı, on binler ya enkazda kaldı, ya sokaklara döküldü… Bu sarsıntı silsilesi devam ederken, bölgede hayatta kalan vatandaşlarımızın hayatına da yeni bir kural konuldu: “EVLERE GİRMEYİN HAYATTA KALIN!” Bu yaşananlar ve yaşanmakta olanlar da bizim hayatımızın önemli bir sınavıdır… Bölgede Milyonlarca depremzede ve özellikle çocuklar psikolojik tedaviye muhtaç durumdadır.. Ülkemizin büyük bir kısmı deprem bölgesidir..Bu nedenle binalarımızı ve şehirlerimizi depreme dayanıklı hale getirmek zorundayız.. Bu işleri yapmak için, her şartta bu eylemi gerçekleştirmek zorundayız. Binalar çürükse binaları, şehirler çürükse şehirleri depremden önce biz yıkmak zorundayız, hemen acilen güvenilir bir şekilde yeniden imar edebilmek için…6 Şubat Kahramanmaraş felaketi, depremler tarihimize acı bir tablo olarak kazındı… Belki tecrübe kazandık. İmtihanımız bitmiştir inşallah…Hayatını kaybeden bütün vatandaşlarımıza rahmet diliyoruz..Acılı yakınlarına başsağlığı… Milletimizin başı sağolsun…”

Tanpınar ve Beş Şehir

Mehmet Kurtoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir kitabı üzerine yazmış.

“Beş Şehir’i İtali Calvino’nun Görünmez Kentler gibi doğrudan kurmaca bir eser olarak tanımlamak mümkün değildir. Görünmez kentler parça parça metinlerden oluşan, her bölümün kendi içinde bir bütünlüğü olan, hatta kitabı bölümler atlayarak okuduğunuz zaman bütünlüğünden bir şey kaybetmeyen, ilk bölümüyle son bölümü, orta bölümü ile baş bölümü birlikte okunduğunda dahi metinler arası bağlantıların bir bütünlük oluşturduğunu görürsünüz. Bu yönüyle eser kelimenin tam anlamıyla bir kurmacadır. Ancak Beş Şehir’de böylesine bir kurmaca yok ama yazarın zihin akışı dediğimiz metotla ileriye ve geriye gidiş gelişleri, çağrışımları, duyarlılıkları, Evliya Çelebi’den ilhamla dönüştürdüğü sıfat ve tanımlamaları olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla Beş Şehir’i anlamamak gibi bir problemden daha çok onun benzeri bir eser yaratama problem var. O problemin arkasında ise şehir yazarlarının, Tanpınar gibi bilgi birikime, felsefeye, estetik ve hissiyata sahip olamaması yatıyor.”

Fahri Tuna ile “Kırklanmış Portreler” Kitabı Üzerine

Fahri Tuna ile Kırklanmış Portreler kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş Necla Dursun. Hem içinde yer aldığım bir kitap olması hem de iki Sakaryalının sohbeti olması dolayısıyla ben de büyük bir keyifle okudum bu söyleşiyi. Portre yazıları yazmak isteyen genç arkadaşların da söyleşiyi önemle okumasında fayda var.

“Ben edebiyata deneme ile başlamıştım. Türk Edebiyatı, Yedi İklim, İzlenim dergilerinde denemelerim yayımlanırken, Özdeyiş yazarı merhum Selahaddin Şimşek, ‘sende portre ve biyografi yazarlığı yeteneği var’ diyerek bana Yusuf Ziya Ortaç’ın Portreler’ini ve Mithat Cemal Kuntay’ın Mehmet Âkif’ini okuttu. O gün bugün, yaklaşık otuz beş senedir portreler yazıyorum, biyografi kitapları yayımlıyorum. Dokuzu biyografi, beşi portre, toplamda on dört kitabım yayımlandı bu alanda. Özetle, ben portreyi değil, portre beni seçmiş oldu.”

“Portre yazarının ilgi ve beslenme alanına, hayatın tüm katmanları, her aşaması, bilimin, edebiyatın ve sanatın her türü giriyor. En çok da psikoloji ve sosyoloji. Oradan çıkarımlar ortaya koyunca da denemeye yaklaşıyor, yer yer portre. Deneme soğukluğundan kurtarmak için de imgesel bir dil, samimi bir anlatım, hikâye diliyle hatıralar, yer yer ironi katıyorum ben.”

“Aslında biz portre yazarları, karşımızdaki kendimizi, kendi izdüşümümüzü yazıyoruz. Yazdığımız kendimiziz aslında, karşımızdaki kendimiz. Ondaki beğenilerimiz. Bir portrede yazılan, anlatılan kişiden çok anlatandır. Bunu senelerdir düşünüyor, görüyor, biliyordum. Siz açık ettiniz, ben de ifşa. Kutlarım sizi.”

Hikâyesini Kaybetmeyen Şehir Antakya

Şifanur Özçelik Şirin belki de en içli şehir yazılarından birini yazdı. Bu kez gezip görmenin verdiği mutluluk ve huzurun yerini, kaybetmenin verdiği acı almıştı. Hatay’ı, Antakya’yı yaşanan depremin acıları ile birlikte anlatıyor Şirin.

“Hatay, bana oldum olası mistik bir şehir olarak gelmişti. Dışardan doğup ülkemizde dökülen ve ters akan Asi nehri ile dünyada ilk ışıklandırılan caddeye sahip olması ile farklı bir şehir. Portakalların ve turunç ağaçlarının bulunduğu bahçelerin içinden geçerek yürümek, masalsı bir su kuyusunun başında Yusuf’u beklemek, kuş seslerinin cıvıltıları arasında cennetten bir köşede seyre dalmak ah Hatay güzellikler perisi…”

“Sana söz yine baharlar gelecek ey Hatay. Sana söz yine sende buluşacağız. Sana söz en güzel ustanın mekânında kebaplar yiyeceğiz, Antakya’da döner, İskenderun’da kahve içeceğiz. Sana söz karşılıklı balık ekmek yemeden dönmeyeceğiz. Ey Hatay sana söz hikayeni tekrar hep birlikte ayağa kaldıracağız.”

Buhur-i Meryem

Bilal Arıoğlu, buhur-i meryem çiçeği hakkında yazmış.

“Buhur koku anlamına gelmekte buhur-i meryem de güzel kokulu meryem. Ne acıdır ki biz bu güzel ve zarif ismi artık sıklamen olarak biliyoruz. Ana vatanı Asya olan çiçeği Avrupalı adla anar olduk. Herhalde batılılaşma sevdamızın köksüzlüğünü de en iyi anlatan çiçektir Buhur-i Meryem. Hazin olan sadece bir çiçek adının unutulması veya değiştirilmesi değil, unutulan bu isimle beraber ona yüklediğimiz anlam dünyasının da kaybolmasıdır.”

“Buhur-i Meryem, sardunya ile birlikte pencere önlerinin en sevilen çiçekleri arasındadır. Serin havaları ve nemli iklimleri sever. Sıcağı sevmez. Bol su tüketen bir çiçektir. Kışın en çok görülen çiçekler arasındadır. Ekim ayından itibaren mart ayına kadar uzun bir çiçeklenme süresi vardır. Beyaz, mor, kırmızı ve pembe çiçekler açar. Öyle ki kırmızının her tonuna sahip olduğunu söyleyebiliriz.”

Asrın Rezidanslarıyla Kozyatağı

Ülker Gündoğdu, Kozyatağı’nı anlatıyor yazısında. Yazının ana teması Kozyatağı ama deprem gerçeğini de ayrıntılı olarak işliyor Gündoğdu. Şehirler, yükselen binalar, kaybolan güneşimiz, tedbirler ve depremle yüzleşme var yazıda.

“Kozyatağı, Erenköy ve Suadiye’nin ardında bir kalkan gibidir. Kaotik görünümü ve Kadıköy’ün harmonik ruhundan ayrılan binalarının yüksekliğiyle birlikte, bunlara yeşilliğin eşlik etmesi, onu diğer Kadıköy semtlerinden farklı hale getirmiştir. Tabii, yüksek binaların gölgeleri arasında güneşi görmek imkânsız olsa da, geniş cadde ve kaldırımların insana rahat yürüme imkânı sunması, yine de olumlu bir özellik olarak görülebilir.”

“Kozyatağı ile Bostancı arasında iki semti birbirinden ayıran Kocayol Caddesi üzerinde, bir çok insana yaşam sunan yüksek binalar, lüks görünümleri ve manzaralarına rağmen, artık insanları korkutmakta ve düşündürmektedir. Yaşadığımız deprem felaketi, mimari anlayışımızı ve konut tercihlerimizi derinden etkileyecektir.”

Bâbıâli’nin Güleryüzü Ünal Sakman

Mehmet Nuri Yardım, bu sayı Ünal Sakman’ıanlatıyor. Gazetecilik, Bâbıâli, anılar ve meslekle ilgili notlar var yazıda.

“Gazetecilik zor zanaat. Yüksek tempoda çalışma, sabır, gayret, ilim, irfan, dirayet ve sağlam bir kalp ister. Dürüst olmayan bir insan, gazetecilik mesleğini tehlikeli bir alana dönüştürebilir. Eskilerin matbuat, şimdikilerin medya dediği basın dünyasının ‘mutfak’ kısmında çalışırken pek öne çıkmayan ama yüzlerce genci yetiştiren isimsiz gazeteciler vardır. İşte bu kahramanlardan biri de usta gazeteci yazar Ünal Sakman’dır. Gazeteciliğin en alt kademelerinden en üst mertebesine, yani genel yayın yönetmenliğine kadar hemen hemen her bölümde çalışan ağabeyimiz, bu renkli ama zorlu dünyada yaşadıklarını kitaplaştırmıştı.”

“Ünal Sakman’ı Tercüman’da çalıştığım yıllarda yakından tanıma şansına eriştim. Tam bir İstanbul beyefendisi olarak gözümde ve gönlümde büyüdü. Yüzü her zaman olduğu gibi mütebessimdi. Görebildiğim kadarıyla en çok Ergun Göze, Ahmet Kabaklı, Tarık Buğra gibi yazarlarla samimi idi. Sanırım bu biraz da muhafazakâr kimliğinden kaynaklanıyordu.”

“Ünal Beyle yaptığım ve Bâbıâli’de Hayat kitabımda yer alan geniş bir röportajım var. Orada basın dünyasını anlatıyor, “Gazeteciliğin esası amatör ruhtu.” diyor. ESKADER olarak düzenlediğimiz Bâbıâli Sohbetleri’ne defalarca katıldı ve hatıralarını anlattı…Örnek bir insan, mükemmel bir gazeteci, seçkin bir Müslüman Türk aydını olan Ünal Sakman ağabeyimize buradan selam ediyor, hürmetlerimi arz ediyor, kendisine, ailesine ve bütün sevdiklerine sağlıklı, huzurlu, bereketli ve hayırlı ömürler diliyorum. Yeni eserleriyle buluşmak ümidiyle…”

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir