Muhit, 41. Sayı
Geçen sayı kırkı çıkan Muhit’e bu sayı da kırk bir kere maşallah diyoruz. Nice kırk bir sayılara inşallah.
Yine yüreklere ferahlık veren bir kapak ile çıktı Muhit. Bayrağımız en şanlı haliyle dalgalanıyor ve “Türkiye en güzel nasibimizdir” diyor Muhit.
Derginin kapak kompozisyonunu tamamlayan birçok yazı var. Bu yazılardan birkaç örneği buraya alacağım.
Gökhan Gökçek – Çift Başlı Kartalın Bir Yüzü Hâlâ Türk Dünyasına Dönüktür
“Hâr-ı bülbül yeniden Karabağ’da açarken Türkiye, taşıdığı misyonla bir adımı daha ileriye doğru atmıştır. Bu anlamda Azerbaycan Ordusu’nun güçlü bir şekilde yeniden yapılandırılması ve İkinci Karabağ Savaşı’nda görülen eksikliklerin giderilmesi adına Bahtiyar Ersay Paşa büyük bir fedakârlık örneği gösterip Azerbaycan Milli Savunma Bakan Danışmanı olarak Azerbaycan üniformasını giymiştir. Türk kurmay zekâsı artık Azerbaycan Ordusu’nda merkez noktadadır. Diplomatik zemin izin verdikçe şüphesiz bu ve benzeri adımlar diğer dört devlet özelinde de atılacaktır. İlaveten Macaristan’da topraklarındaki Hun-Atilla bakiyelerinden ve kültürel mirasından kaynaklı olarak Türk şemsiyesi altında kendisini bu ailenin bir ferdi addederek Türk Devletleri Teşkilatı’na gözlemci üye olarak katılmıştır.”
Ali Emre- Türkiye’den Yeryüzüne Yayılan
“Türkiye Yüzyılı” deniyor şimdi. Benmerkezci, seküler ve katı milliyetçi bakışları aşarak, iyi niyetimi ve ümidimi koruyarak bakmaya çalışıyorum bu mevzuya da. Manevi şahsiyet ve haysiyetine, tarihi ve kültürel mirasına, yeryüzünde ve insanlık âleminde kendisine farklı ve aşkın bir hatta rehberlik edecek değerler dizgesine; ticaret ve ekonomi kadar önem veren bir Müslümanlık ve kardeşlik yüzyılı hayal ediyorum açıkçası. Hem kimliğinin ve temel karakterinin üzerine titreyen hem de bütün bir insanlık denizine öz güvenle, merakla, iştiyakla, şefkatle bakan enerjik ve adanmış gençlerin omuz verdiği bir yüzyıl. Hayatın bütün alanlarını aynı anda ayağa kaldıran bütüncül bir cehd ve izzet yüzyılı.
Zeki Bulduk – Memleketimin Gölgesi
“Ben memleketimi en çok Tahran sokaklarında yürürken bir arabaya atlasam, üç saat sonra bir uçağa binsem bir saat sonra varacak kadar yakınındayken sevdim. Ben memleketimde darbeler olduğunda hep uzaktaydım. Televizyonun karşısına geçip ağlarken yumruğumu ısırdığımda daha bir sevdim, kayalar gibi dik duran memleketimi.”
“Zanzibar’da bir bayram akşamı, deniz kenarında bir seyyar satıcıyla Türkçe konuşurken birden “Zeytinburnu çocuğuyuz abey!” diyen o güleç yüzlü delikanlıyla beraber sevdim memleketimi. Dört sene kalmış İstanbul’da. Çok sevmiş… Anası babası yaşlı diye dönmüş yurduna. Gözünde tütüyordu Zeytinburnu sahil… Gözümde tüttü Kırşehir’in o bakir bozkırı…”
Erol Göka – Modern Hayatta Ailede Değişen Roller
Aile ve Aşk Yazıları’nın 7. sini yayınladı Erol Göka. Bu ayki konu;Modern hayatta ailede değişen roller. Çalışan anne babalar, çalışma hayatının eve yansılamaları, evden iş hayatına atılan kadınlardan sonra evdeki yaşanan rol çatışmaları gibi birçok konu işleniyor yazıda. Elbette tüm bunların yanında; çocukların durumu da göz önünde tutulması gereken en hassas denge. Göka’nın bu yazılarını, evlilik cüzdanının yanında her çifte mutlaka vermek gerek.
“Çalışma ve kamu hayatına etkin katılımın kadınlara, özellikle annelere mutluluk getirmediğini; çalışan annelerin suçluluk duygusu, aşırı sorumluluk yüklenme, zihinsel ve bedensel yorgunluk, çocuk bakıcısı arayışı uğraşlarıyla heder olduklarını dile getiriyorlar. Yapılan araştırmaların yoğun bir tempo içinde olan babaların on ile on beş saniye arasında değişen üç ayrı zaman dilimine bölerek günde kırk saniyenin altında bir süre çocuklarıyla ilgilendiklerini, çoğu anneleri de çalışan çocukların günde en az üç saatlerini televizyon ve internet karşısında geçirdiklerini gösterdiğinden bahsediliyordu. Şimdi artık çocukların akıllı aygıtları uzuvları hâline getirdikleri şeklinde analizler yapılıyor…”
“Önemli olan, annenin evde bulunduğu süreyi iyi değerlendirmesi, bu zaman içinde çocuğuyla bütünleşmesi, ilgilenmesi, oyun oynayabilmesidir. Annenin çocuk ile birlikte geçirdiği süre arttıkça kalitesi azalıyor. Ev hanımları çocukları ile birlikte aynı mekânda olsalar da onlarla pek birlikte vakit geçirmeye katlanamıyorlar. Çalışan anneler genellikle çocukları ile “yeterince vakit geçiremedikleri”nden yakınıyorlar ama araştırmalar, anne babası çalışan çocukların %85-90’ının böyle bir durumdan şikâyetçi olmadıklarını gösteriyor.”
“Kadın haklarında evrensellik mi, kültüre özgü haklar mı tartışması sürüp giderken ben hep kadınların -birbirlerinden ne kadar farklı olurlarsa olsunlarkendi gündemlerini kavramaya çalışıyordum. Beni en çok ilgilendirenler de ABD’de kürtaja karşı mücadele eden kadınlar, Çin’de eşitlikçi aile yasasına karşı başkaldıranlar ve İran’da Humeyni yanlısı, örtünmeyi talep eden kadınlardı. Bu ilgi beni kadınların toplumsal uyum, savunma ve direniş stratejileri üzerinde çalışmaya itti…”
Taş Yerinde Ağırdır
Selim Cerrah, ruha şifa bir yazısı ile Muhit’te. Yaşamak, anlamak, anlamlandırılmış bir hayatı yaymak da müminin bir görevi. Kulluk bilinci ile kuşanan insan, hakkı ve adaleti de her zaman canlı tutar.
“Emaneti olmayan, emanete riayet etmeyen kişiye itimat edilmez. Hâlbuki Allah bizlere güvenmiş, emanetler vermiştir. Görmemiz ve işitmemiz emanet olduğu gibi diğer organlarımızı harekete geçiren kalbimiz de mesul olduğumuz emanetler arasındadır.”
“Dostlarla gönülden hemhâl olmalıyız. Yanlış anlayışa sapan ve güce teslim olanlar, başlarına değişik bela ve musibetlerin geleceğini düşünür, endişe içinde olurlar, onlar vehimlerinin kurbanı olurlar.”
“Bizler de âdil olalım. İnsanlar arasında neden adalet dağıtamıyoruz? Adalet, her şeyi yerli yerine koymakla tecelli eder. Düzen kurmak ve adalet dağıtmak için kardeşlik hukukuna uygun davranmayı ilke edinmek gerekir. Ormanda fidan olmak mı istiyorsun yoksa niyetin ormanı kalbinde büyüten bir tohum olmak mı? Buna karar vermelisin.”
Yıldızlar
Harun Yakarer, Oktay Rıfat’ın “Yıldızlar” şiirinden hareketle insanın hayatındaki yıldızlarından bahsediyor. İnsanın yakınında olan her şey kıymetlidir ama insanın gönlünde yatansa uzaktakilerdir. Yıldızlar gibi. Umut etmekle ilgili bir durum bu. Uzak hayaller kurmak ya da.
Herkesin en az bir yarası vardır kalbinde. Keşke dediği bir imkânsız. Bile bile kanatır kabuk bağlayınca yarasını ki şifa bulmasın. Şifa bulsa unutulur çünkü tüm yaralar. Yıldızlar gibi parlak ama onlar kadar uzak. Onun karşısında her şeyin sıradanlaştığı kıymette. Özlenen bir şey. Özlemek, o şeyi kendimizden ayrı görmemek demektir. Bu yüzden belki de der ki İsmet Özel; “Bize ait olan ne kadar uzakta.” İnsan eğer özlüyorsa kendinden ayrı görmek istemediği için özlüyordur bir şeyi, bir kişiyi. Şimdi hasretini çektiğimiz imkânsızı düşünüp sayıklayabiliriz: Ve uzakta yıldızlar yıldızlar…
Düşüncenin Mekânı ve Toprağı
Murat Erol, düşüncenin mekânı ve toprağı isimli yazısında bir düşüncenin ortaya çıktığı mekânı ve düşüncenin oluşum- gelişim aşamasındaki etkilenmelerini ele almış. Toprak kavramının; devlet-millet, siyasal duruş üzerindeki etkilerini de önemli değiniler var.
“Devletlerin sınırlarını belirlemesi veya kendilerini tanımlamasında, Roma’da da modern devlette de var olan temel unsurlardan birisi coğrafi sınırlar olarak ülkedir. Devletten insana doğru giden bir düşünce söz konusudur. Diğer yandan ulus-devlet ve milliyetçilik meseleleri eleştiri konusu yapıldığında federatif yapı arz eden devletlerin durumu göz ardı edilmektedir. Bu devletlerin ulus-devlet yapılanması içerisinde olmamasına rağmen bir millet kimliği sundukları, imparatorluklardan farklı bir yapılanmaya gittikleri ifade edilebilir.”
“Modern devletler belli formüller geliştirmiştir. Halkla kurulacak ilişkide önce halka bir statü olarak vatandaşlığı/yurttaşlığı vermiştir. Bu statü de klasik anlamıyla kalmamış, bir tür halkın katılım aracına dönüşme yoluna girmiştir. Halkın yaşadığı sınırlarda (kara, deniz, hava) uygulanacak hukuk, ortaya net olarak konulurken hukukun belirlilik ve istikrar ilkesi vatandaşına sunulur ve böylelikle egemenlik alanı oluşturulur.”
“Mekânın siyasallaşması hem ülkeselliği hem de vatan kavramını hukuki bir tanımlamaya mecbur kılmaktadır. Diğer yandan anlam ve manevi değerler bakımından mekânla kurulan bağın niteliği başka bir düzlemde tezahür eder. Bizatihi bir şehir veya mekânın kendinden menkul öneminden ziyade tarihi süreçte üstlendiği rol, inancın veya düşüncenin somutlaşmasındaki misyonu önemi ve anlamı ortaya çıkarır.”
Mescid-İ Aksâ’nın Yeni Nesil Muhafızları: Murabıtalar
Süleyman Ceran, murabıtalar hakkında yazmış. Tanımak ve tanıtmak gerek bu gönüllü muhafızları.
“Her yaştan katılımın olduğu grupları avlularda, ağaç altlarında, Kadim Mescit’te yahut Kıble Mescidi içinde halkalar hâlinde oturmalarından tanırsınız. Gün boyu oralarda durdukları için birbirinden güzel yiyecekler; tencereler, kaplar, tepsiler içinde hemen yanlarında durur. Sayıları altı yüzü geçen bu hanımefendiler, “Murabıta” olarak anılır.”
“Murabıtaların Mescid-i Aksâ külliyesi içindeki varlıklarının kıymeti, Harem-i Şerif ’e baskına gelen Siyonistlere cesurca, dik ve vakarlı duruşlarıyla karşı çıkmalarıyla belirgin hâle geldi diyebiliriz. Şiddete başvurmayan, vakarla meydan okuyan hâlleri işgalcileri çıldırtıyordu. İşgalci İsrail’in güvenlik güçleri, onları caydırmak için her türlü yolu denedi. Dövüldüler, yerlerde sürüklendiler, tutuklandılar. Yedikleri dayaktan dişleri kırılanlar oldu. Sağlık güvenceleri iptal edildiği için aralarında ilaç dahi alamayanlar vardı.”
“Tamamen sivil eylemlilik içerisinde olan hanımefendilerin kameralar önünde, karakolların karanlık odalarında, hapishanelerin tek kişilik hücrelerinde gördüğü vahşete ilişkin dünya kamuoyundan çıt çıkmıyor.”
Arif Nihat Asya’nın “Naat”ı Bize Ne Söyler?
Bayrak şairi olarak tanınsa da Arif Nihat Asya, onun bir de dillere destan naatı vardır. Mustafa Özçelik, bu naat üzerine yazmış.
“İşte Arif Nihat Asya’nın “Naat” şiiri de böyle bir şiirdir, bir sevgi ve övgü metnidir. Ne var ki bu şiiri öne çıkarmamın tek sebebi bu değildir. Şair, bu naatıyla Hz. Peygamberi övgü ve sevgi boyutunun yanı sıra Onu, kendi zamanında olduğu gibi, bir kurtarıcı olarak bugüne taşımakta ve hem Onun yaşadığı çağı hem de bizim yaşadığımız çağı değerlendirmeye, tenkide tabi tutmaktadır. Bu tavrı önemli görmekteyim. Zira Hz. Peygamberin örnekliği, önderliği kendi zamanıyla sınırlı olmayıp kıyamete kadar devam edecek bir duruma tekabül etmektedir.”
Muhit’ten Bir Öykü
Muhsin Macit – Yensiz Kol
“Yaşlandıkça babama benziyorum ve bu benzerlikten her geçen gün biraz daha tedirgin oluyorum. Oysa çocukken babama benzetilmekten nasıl da mutlu olurdum! Gerçi bu haz uzun sürmezdi. Aynaya bakınca babamla benzer özelliklerimi bulmakta zorlanır, doğrusu bulamazdım. Babam yakışıklı adamdı. Aslında annemin bir dediğini iki etmemek dışında babamla tıpatıp benzeşen bir yanımız da yoktu. Annemden ikimiz de çok korkardık. Ben it gibi korkardım. Korku düzeyimiz aşağı yukarı eşit olsa da babam için aynı benzetmeyi kullanmak istemem. Çekimserliğim sırf terbiyeli bir evlat izlenimi vermek isteyişimden değil. Babam da annemden nasıl korktuğunu itiraf edecek olsaydı benim gibi yapmasa da aynı durumda bir Alman’ın kullanabileceği aşağılayıcı benzetmelerden birini tercih ederdi.”
“Doğrusu babamın korku duygusunun olup olmadığından pek emin değilim. Anlattıklarına bakılırsa herhangi bir tanık bulma ihtimali olmamasına rağmen delikanlı adamdı. Belki de imrendiği, olmak istediği o gözü pek, delikanlı adam yüreğinin bir köşesinde tıpkı resmî kurumların ilk yardım takımı gibi öylece durup durmaktaydı. Yangın söndürme tüpünün nasıl çalıştırılacağını kimse bilmediği gibi dolu mu, boş mu olduğunu sınayan da maalesef yoktu.”
“İsmail Usta güngörmüş adamlara mahsus feraseti ve yaşına rağmen eksilmeyen sevecenliğiyle hiçbir şeyi fark etmemiş gibi davrandı, babamın saçını sakalını düzeltiyormuş gibi yaptı. Her zamanki gibi kahve ısmarladı. Bir ara göz göze geldik. Hâl hatır sordu. “Çok şükür.” dedim ama şükür kelimesinin harfleri sese dönüşüp ağzımdan çıkarken yuvasından atılan leylek yavruları gibi her bir harf bir tarafa düştü.”
Muhit’ten Şiirler
İçimde sana bakmadan bile gelen bu ağlamak gömüsü
Kaybetmek için oturduğum bu masa dokunamadığım eşyalar
Dış kapının eşiğinde sesini duyma endişesi, açmadığın telefonlar
Sesimi duyuyorsan lütfen zile bas ya da vur duvara bak kuşlar bile sessiz
Kanadım, kaybettim, bozuk makaslarla kestiler saçlarımı nedensiz
Şu içimde dönüp duran taşlar ve çakıllarla nereye döneceğim
Suyuna taş atmadım yine de dönmüyor sesinin güzelliği bana
Seni görememenin tarihiyle başlıyor bir şehrin yıkılışı bunu bileceğim
Tüm yaşadıklarımı unuttum sana geç dönebilirim lütfen bağışla
Mehmet Tepe
Dünya artık hiç iyi değil, ben de iyi değilim
Yağmurlar eskisi gibi temizlemiyor sokakları
Her şeyin aslını alıp da çoktan gitmiş eskiler
Bırakmışlar bizi yapmacık olanla baş başa
Bu fotoğraf o günlerden kalmadır, siyah beyaz
Komşu kızı Gülbeyaz da girmiş kadraja; biraz utangaç
Bakınca görülüyor bu zaten: ağzı var dili yok!
Ben kitaplarımın arasında saklardım onu ve türkülerini
Hiçbir zaman söyleyemedim, bundan hâlâ haberi yok!
Adem Turan
Omzunu seviyorum, görünmez kuşlar
Görünmez karıncalar dolaşıyor omzunda
Görünmez ırmakların bereketi taşıyor
Başağa duran ovalar, işte orada
Orada uslanıyor göğe yükselen dağlar
Güneşte Afrikalı, kar yağınca Asyalı
Baharda Akdeniz’in her kıyısının tuzu
Güzün yeni keşfedilen adalar gibi güzel
Tabun’da keşfedilen bir figür kadar taze
Göze serinlik yeren yasemin kadar yeni
Mehmet Aycı
Kendi evinin küllerine bak, ateşi söndü
Ölüm ne kadar yakınsa o kadar inanıyorsun ona
Kapalı balkonların hüznüyle yağıyor hayallerin
Yavaş yavaş avuç içine sığmaya çalışıyor
Yeryüzüne benzeyen tenin
Bütün derin çiziklere,
Çiziklerdeki zehirli mantara
Yaklaştığında kaybolan yüzünün gölgesine
Bir kara parçasına
Bir kenti ikiye bölen vadiye
Oysa biz hep bir ağız
-arkamızda kimseyi bırakmayacağız!
Âdem Yazıcı
Bu gidip gelmeler can sıkıntıları hercai zaman
Kimsenin umrunda olsa yaşamak denilen hasat
Çeki düzen verse kendine güller karanfiller
Sevinçler, sevgiler, kinden, öfkeden uzaklar
Kelimelerin rengine göre bakışmalar işaretler
Olur ya dönünce kendi dünyalarına yıldızlar.
Nurettin Durman
anaların göğsünden kopup
sıra sıra dizilen çocukların üstünde
beyaz kuşlar, kelebekler
annenin dizine yaslamış başını
ağıt yakar
lavanta kokusu birikmiş odalardan
ıslak ayaklarıyla yürüyen ölümü
zifiri karanlık
ay ışığı gölgesinde
geceye bağlamış çekiyor atlar
Şakir Kurtulmuş
göbeğini şişirip gözlerini yuman bütün kanaryalar
dedemin kanepedeki uykusu,
kışın kadife istanbul gecesi
her şeyden bir tane,
kuvvetle şeddelenmiş,
dayım yok, annem hasan, teyzem hüseyin
evin kapısı açılır,
kedinin eli, pençesi, divan, süt dökülse kokar
Zülal Sema
Çeşme ha suyumdan vazgeçmiş
Ha incirli bir duman
Sararır fısıltının maskı saat
Parantez, göl, şeyler ve gece
Orta karar bir haziran bu
Çay gibi gölgeli biraz biraz buruk
Ter basar kelimeleri
Beni suskunluk serinletir
Kar altında
Seni vişne gülümsemeleri
Hem elimin kabahati ne
Uçurtma kaçmak istediyse?
Mayhoş doğmak için sesime kim
Sebep gösterdi doktor olan seheri?
Mustafa Muharrem
Siz bir kalem alın, kûfi harflerle
Ortasına hayat yazın ölümün
Düşlerimi yazın
Umutlarımı
Bir depremden arta kalan
İniltilerimi doldurun ortasına
Siz bir rüzgârgülü bulun ve sorun
İkiden uzakta kimdi ağlayan
Nurullah Genç
Hece, Sayı: 317
317. sayısına bülbül nağmeleri ile giriş yapıyor Hece dergisi. İbrahim Demirci, Eşik köşesinde Yunus Emre’nin, Mehmet Âkif’in ve Ahmet Hâşim’i Bülbül şiirlerini paylaşmış.
Dogma mı Dijital mi?
Mustafa Everdi, Osman Özbahçe şiiri üzerine bir yazı kaleme almış. Özbahçe’nin ilk şiir kitabı Uzun Yürekli Nehir ve son şiir kitabı Dogma’yı ele alan Everdi, şairin bu süre zarfındaki şiirsel duruşuna ve özellikle poetik yaklaşımlarına dikkat çekiyor. Şairin yaşadığı değişimi de iki kitap üzerinden görmüş oluyoruz.
“Bir şairin şiir serüvenini ilki ile son kitabını mukayese ederek takip edebiliriz. Söyleyişte olgunluğa, şiirde niteliğe ve zamanın ruhunu hissedişindeki yeteneğe bakarak kıyaslarız bunu. Osman Özbahçe’nin ilk şiir kitabı Uzun Yürekli Nehir. Son kitabı Dogma. Arada üç şiir kitabı daha var ama onları söz konusu etmedim bu yazıda. İlkinde geleneğin içinden konuşan şair, Dogma’da parçalanmış zihnin şiirini yazması ile sıçramış. Kızgın yağın sıçrayan damlaları gibi. Tam nereye düşeceğini, kimin tenini yakıp kabarcıklar oluşturacağını bilemese de.”
“Uzun Yürekli Nehir kitabında günümüz şiirinin patolojilerini görürüz. Hayat kötü, şehir karabasan, her yer karanlık. Şair dinî projektörle çevreyi aydınlatır. Daha doğrusu sistemdeki, hayattaki bütün kötülükleri gösterir bize. Ucuz ve bayağı olanı. Her köşeden üç-beş kirlenmiş kelime akar, şairin üstüne. Sürünen kelimeleri zayıf omuzlarında taşımak için çabalar şair.”
“Dogma, dijital kültürün etkisindeki şiirlerden oluşuyor. Dijital sayısal demek. Kelimelerden 0 ve 1 koda geçildi. Sayısal (dijital) bir dünya var artık. Emoji, piktogram, vb. ile soyutlama gündemde. Çok daha önceleri Kızılderililer dumanla haberleşirken ulaşmışlardı bu anlatıma. Mors alfabesi ile telgraf kısa-uzun-nokta ile edebiyata da yön vermişti.”
“Dogma’daki şiirlerde hikâye dili var. Dijital çağda ben’in (birinci tekil şahıs) hayatından mazlumların uğradığı “tecavüze” klostrofobik bir korkudur bu: Kapalı bütünlükten, hayatı inkâr eden dogmadan ve inancı kontrol eden düşünceden korkmak.”
“Teknoloji ve dijital kültürün etkisinden saklanabilirsiniz ama kaçamazsınız. Özbahçe bunu idrak etmenin sezgisiyle kendine ve Türk şiirine bir yol arıyor. Rap müziğinin başarısına ulaşması belki genç nesle seslenmesi ile mümkündür. Gelenekçiler geçmişteki ihtişamlı tarih ve şiirle teselli bulabilirler. Yeni nesillere eski usullerle seslenmek, muhteşem Divan ve Hece şiirini bile mazi kıldı. Âti’nin şiiri belki de Özbahçe’nin Dogma’da başladığı yerden yürüyecektir.”
Şiirin Şiiri / Yiğitliğe Övgü
Şiiri şerh eden şiiri yazmış Kudret Ayşe Yılmaz. Hayatı anlamlandırmak için bazen bir dize bile yeterlidir. Ya da sözün özünü şiirde bulmak için hayata şiirin gözünden bakmak da insana şiir nefesi sunar.
“Şiirin kalbi, zihni, eli, dili, gözleri hep kızıl kıvılcımlıdır ki okuyanın gönlünde çıkan mesafeli yangınlar hudutsuzca dağılır. Bir yanıştır aslında bütün hikâye. Mumun sardığı fitil mi, fitilin bir arada tuttuğu mum mu suçlu? Birlikte yanarlar hâlbuki. Eserleri olan ateş; ikisini de yok ederken birini efil efil havaya uğurlar, diğerini damla damla suya çevirir. Şiir adalet için kurulan terazinin abrası da olur; dili de, kefesi de, ölçeni de, ölçüleni de…”
“Er meydanına karışmaktır yaşam, sırılsıklam ıslanmaktır tek damla yağmamışken. Savaşmaktır. İstisnasız bütün silahlarını kuşanmak… Kıran kırana bir savaştır enikonu olup biten. Kan saçılır, yaş saçılır en çok da can saçılır. Toz duman seyreldiğinde, karanlık uysallaştığında, vakit ahengine kavuştuğunda galip zaferiyle ayakta kalır. Zafer sarhoşluğu hissederek kılıcına boynunu dayamış düşmandan intikam da alabilir. Akrep ve yelkovan onun yakasına asılmıştır artık. Dağların ardına dek öz türküsü çalınacaktır.”
Deprem Dosyası
Geçen ay ilki yayınlanan deprem dosyasına bu sayı da devam ediyor Hece. Her ne olursa olsun; “Edebiyat Şahitlik Eder.”
Dosya Editörü Hatice Bildirici’nin Sunuş yazısı…
“6 Şubat Depremlerinin maddi ve manevi yıkımı uzun yıllar kayıt altına alınmaya devam edecek. Biz de Mart (315) sayısında ele almaya başladığımız deprem konusunu Nisan (316) sayısında özellikle afet bölgesindeki şahitliklere yer vermek suretiyle derinleştirdik. Bu sayıda ise “Deprem: Edebiyat Şahitlik Eder” başlıklı dosyamızın ikinci kısmını siz değerli okurlarımıza sunuyoruz. Özellikle depremi konu alan edebî metinlere odaklandığımız bu dosyamızda yine birbirinden değerli yazar ve şairlerimiz sizlere seslendi.
İnsan insanı anlasın, büyük bağlantısallıkta kendinin ve diğerinin yerini görsün diye yazmaya ve dosyalamaya devam edeceğiz.”
Mustafa Duran- 04.17: Küçük Kıyamet
“Betondan duvarların, kocaman salonların, Fransız balkonların, gardıropların, lüks binaların hayatımıza kast eden bir katile nasıl dönüştüğünü, konforumuzu temsil eden geniş evlerin, zenginliği ve gücü simgeleyen çok katlı binaların, materyalizmin oyuncağı olarak eşya ile doldurduğumuz odaların çaresizliğimizi suratımıza bir şamar gibi vurduğunu gösteren bir sarsıntı… Dünyevileşmemizi, dünya hayatını ebedi hayata tercih etmemizi, vaktimizi ve nakdimizi betona yatırmamızı, eşyayı hayatın merkezine oturtup kendimizi onlara hizmet eden bir köleye dönüştürmemizi haykıran bir sarsıntı…”
Ayşe Demir – Tanpınar’ın Şahitliğinde Erzurum’da Yıkım
“Tanpınar Beş Şehir’de Erzurum’u anlattığı satırlarda şehirde en çok sevdiği şeyin yörenin kendi geleneğinden çıkardığı mizaç olduğunu söyler. Hikâye de aslında türlü yıkımın ortasında hayata ve ölüme dair kendi bakış açısını dillendiren bir insanın öyküsüdür. Tahsin de aslında kendisine seçtiği hayat yoluyla, yaşama biçimiyle bu mizacı bir yönüyle temsil etmektedir. Sadece depremin değil yaşadığı savaşların, kayıpların onu ulaştırdığı şey kendi kurduğu ve sonuna kadar da direttiği hayat felsefesidir. Tanpınar da çevresinde yaşayan bu gerçeği “muhayyilesinde nizamını ve dostluğunu kaybetmiş tabiatla kendiliğinden birleştirir.” Beş Şehir’de ise daha sonra yazdığı hikâyeye bir sahne daha ekler. Yine tipinin hüküm sürdüğü bir Erzurum gecesinde kahvehanede Battal Gazi’yi okuyan hocanın önüne, içeri her zamanki kıyafetleriyle giren Tahsin Efendi bir avuç para bırakır. Kimsenin düşünemediği şeyi yapan Tahsin böylece karakterini tamamlar.”
Tuba Dere – Yatağı Karlı Toprak Yorganı Karlı Gece
“Çocuklar bir gecede anasız babasız, yaşlılar kimsesiz kaldı. Gençler o gece ihtiyarladı. Meczuba döndü evladını yitirenler. Kazmayla, kürekle göçük altında kalmış yakınlarına ulaşmaya çalışanlar çaresiz. Toprak donmuş, mezar bile kazılamıyor. Günler sonra enkazdan tanınmaz hâlde çıktı cesetler. Bazısı kayboldu, bulunamadı; bazısının nüfusa kaydı yoktu zaten. Aileler silindi kütüklerden. Ölüler şehrin muhtelif yerlerine yığılıyor, gece askerlerin şehre inen kurt ve köpekleri öldürmek için attığı kurşunların sesi işitiliyordu. Erzincanlılar ne kefen bulabildiler ölülerini gömmek için ne yaralarını sarmak için merhem. Evlatlarına sarılmış ana babalar, birbirine kenetlenmiş kardeşler ayrılamadı. Büyük bir çukur kazılarak toplu hâlde defnedildi ölüler.
Kardan kapanan yollar sebebiyle Erzincan’a geç ulaşıldı. Zelzeleden kurtulanlar açlık, susuzluk ve soğuktan donup ölme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Ayakta kalan tek binaydı, depremden sonra hastane olarak kullanılan Erzincan Tren Garı. 31 Aralık günü Erzincan’ı ziyaret eden devlet erkânı ve çevre illerden gelen yardımlar orada karşılandı. İnsanlar demiryoluyla başka şehirlere nakledildiler. Deprem öncesi otuz bin olan Erzincan nüfusu sonrasında beş bin civarına düştü.”
Âtıf Bedir – Varto Depremi Üzerine Nuri Pakdil Ve Sezai Karakoç’un Yazıları
“Nuri Pakdil deprem üzerine iki yazı yazar ve bu yazıları “Yazıt I” ve “Yazıt II” adıyla Edebiyat Dergisi Yayınları’ndan çıkan Biat I kitabına alır. Pakdil sağlamlığa ve köklü olana vurgu yaparak girer yazıya. Deprem ânının bu dünya ile öte dünya arasında açılan bir perde olduğunu, her şeyin toprakta olup bittiğini söyledikten sonra, köklü olanı kimsenin yıkamayacağını belirtir ve şöyle der: “Her şey toprakta, aşağılarda, içte, dipte, derinlikte. Köklü olan kazanıyor… Köklü olanı yıkamadı kimse.” Sonra bir temennisini dile getirir: Van Gogh resimlerinde yerüstünü çizdiği kadar yeraltını da çizseydi diye. Ve yazının can alıcı bölümü: Depremi sara hastalığına benzetir. Sara insanın depremiyse, deprem de toprağın sarasıdır. Deprem bir hastalığa benzetilecekse bundan daha isabetli bir hastalık akla gelmezdi herhâlde. Sara da insanı bir yakaladı mı anında aklını başından alır, yere çalar. Yere düşen insan yaralı bir kuş gibi titrer, çırpınır, kendini kaybeder.”
“Varto Depremi’yle ilgili diğer bir yazı ise Sezai Karakoç’a aittir. Yazının başlığı “Varto Depremi” dir. Sezai Karakoç da Nuri Pakdil gibi depreme toprağın konuşması olarak bakar. Fakat Karakoç’a göre bu dil, “ilk çağa ait bir kelime veya apokalips dili”dir. Karakoç yazısında özellikle bu deprem karşısında elimizden geleni yapmadığımız için hepimiz suçluyuz diyerek kendisini de bir bakıma depremin sonuçlarından sorumlu olarak görür. Ama daha büyük bir suçumuz vardır o da: “olan olup bittikten sonra bile, meseleyi anlamamakta ayak direyişimizdir, katı yürekliliğimiz, inanç tutukluğumuzdur. Elden gelen her tedbir alındıktan sonra, olanı asıl kaynağına bağlayarak Allah’a tam bir inançla teslim olmak gerekir. Bu felaketten sağ olarak kurtulanlar ise bizim bu teslim oluşumuzda mümkün olan avunmayı bulacaklardır.” Ya ölenler, asıl onların bize söyleyecekleri vardır.”
Şiire Dair Kaydedilmiş Notlar
Ömer Aksay, şiir notlarına devam ediyor. Şiirin yeri, şairin duruşu, iyi şiir ve kötü şiir gibi kavramlar yazının içeriğinde yer alıyor. Aksay, yazısının başında rahatsızlığını dile getirmiş. Allah’tan şifalar diliyorum.
“Nedir iyi ve/ya kötü şiiri belirleyen? Her derginin kendi bünyesinde bütünleştirdiği şairlerin ürünlerinden başkasına yer vermemesidir! Dergilerin bir kısmı ortak yayın yaptığı için aynı şairin birkaç dergiye birden ürün verdiği bir ülkede yaşıyoruz. Ne diyeyim? Bunun örneğini öncekilerde göremeyiz!”
“Türkiye’de şairin itibarından söz edebiliyorsak, bir tek şair olarak İsmet Özel’in bu itibarını koruduğunu görmemiz lâzım. Başkaları da kendini geçerli sayabilir elbette, ama ben ciddi bir kur farkından bahsediyorum! Ayar meselesi! Şiirin ayarını hangi sınıf belirliyor? Hangi millet? Hangi halk? Hangi zümre? Hangi kültür?”
“2023’te iki şiirimin yayımlanmasına izin verdiğim iki dergi de yanıltmadı beni. Sadece benim şiirimle değil, hakikaten şiirle hiçbir benzerliği olmayan sözde şiirlerin ardından, çok üzücü bir seviyesizlikle şiirimin engellenmesiyle karşılaşmak beni bir kez daha koyu karamsarlığa itiyor! Karamsarlıkla négatif olmak aynı şey değil.”
Modern Azerbaycan Şiiri
Derginin ikinci dosyası, Modern Azerbaycan Şiiri. Dosyanın editörü; Selim Babullaoğlu.
“Azerbaycan şiiri tarihî olarak üç esas akımda hece, serbest ve aruz ölçülerinde oluştu. Türkiye ile ortak olan ya da aynı köke dayanan halk edebiyatımızı, destanlarımızı bir kenara bırakırsak, tarihî olarak aruzda bizim Türkiye ile ortak olarak gördüğümüz yazılı poetik örneklerimiz, metinlerimiz, şairlerimiz oldukça fazladır. Fuzuli, Yunus Emre vs. Ancak serbest şiirimiz birbiriyle tanış değil. Bir iki Türkiyeli ve Azerbaycanlı şairi çıkarırsak, bu sahada derin, ciddi boşluklar olduğunu görmekteyiz. Bize göre bu yayın bu boşluğu doldurmasa da o boşluğu doldurmak için bir yol haritası olabilir.”
Dosyada yer alan şairlerden ve şiirlerinden birkaç örneği buraya alıyorum.
“Resul Rıza
1910 yılında Göyçay’da dünyaya geldi. 1927-1937 yıllarında Transkafkasya Komünist Üniversitesinde, Azerbaycan Devlet Bilim Araştırma Enstitüsünde, Moskova Milletler Enstitüsünde ve Sovyet Devlet Sinema Esntitüsünde okudu. Resul Rıza Azerbaycan Yazarlar Birliğinin başkanı, Azerbaycan Sinema Bakanı, Azerbaycan Ansiklopedisinin editörü, SSCB Yazarlar Birliği yönetim kurulu üyesi oldu. Eserleri birçok yabancı dile tercüme edildi. 1981 yılında Bakü’de vefat etti.”
Yarıçıplak
Kadim insan
Düşmanına bir taş attı,
Kana battı.
Taş düşmedi
Ama yere.
Uçup gitti
Ufuklardan ufuklara.
Demeyin ki taş yok oldu.
Oldu kılıç,
barut,
mermi.
Durmadı düşünce gibi
Atom gibi
Meridyeni kırık kırık,
Arzuları zerre zerre,
Okyanusu parça parça
Edip geçti…
“Ramiz Rövşen
1946 yılında Bakü’ye bağlı Emircan köyünde dünyaya geldi. Azerbaycan Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesi, Moskova Yüksek Senaryo Kursunu bitirdi. Azerbaycan Cumhurbaşkanının fermanıyla Azerbaycan kültürününün gelişimindeki hizmetlerinden dolayı Azerbaycan Halk Şairi unvanına layık görüldü. Azerbaycan Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu ve Dünya Şiir Hareketi Koordinasyon Heyetinin üyesidir.”
Büyüyor bu körpe yılan yavrusu,
gâh o başa, gâh bu başa sürünüyor.
Seviniyor yuttuğu havaya, suya,
Toprağa seviniyor, taşa seviniyor.
Bir sevgi hevesi doluyor canına,
Geceler gözünün kayboluyor uykusu.
Çiçeğin kokusu,
otun kokusu,
rüzgârın nefesi doluyor canına.
Eleştiride Sıra
Mehmet Solak, eleştiri kavramına benden sana doğru diyerek bakıyor. Yani insan önce kimi eleştirmeli? Sorusunun cevabını veriyor yazısında. Kendini eleştirmek üzerine önemli tespitler var yazıda.
“Önce kendine bak.” tan başlayalım ilkin. Elbette önce kendine bakacak insan. Önce kendini doğru düzgün tanımlayacak ve konuşlandıracak. Yapıp etmelerini, kendisini tanımladığı ve konuşlandırdığı ilkeler üzerinden gerçekleştirecek. Söylemleri ile eylemleri örtüşecek. Hep bir istikamet üzere olacak yani. Her esintide savrulmayacak her gündoğumunda yön değiştirmeyecek. Önce kendisine bakacak ve kendisini görecek kendi aynasında: Pussuz ve kirsiz. Bunlarda hiç mi hiç şüphe yok.
“Sırası ve uygun zamanı yok eleştirinin. Ben’i sen’i de yok, başkası da. Herkes, her zaman hem kendi benine hem başkasına bakarak olup biteni olduğu gibi görme ve anlatma niyetine ve cehdine sahip olmalı.
Demek ki öncelikle ben-sen döngüselliğini iyice kavramak ve içselleştirmek gerek. Ve doğru bakmak, olan’ı görmek niyetinde olmak. Bu niyetle hareket etmek…”
Ayın Söyleşisinde Ömer Erdem Var
Hale Sert, Ömer Erdem ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Erdem’in yeni kitabı Yakınlıklar merkezli bir söyleşi olmuş bu. Bir şairden denemeler okumanın keyfine varmak isteyenler için Yakınlıklar iyi bir tercih olacaktır.
“Düşünceyi daima parçanın uzayından çıkarıp bir yeni büyük dünya kurmak ideali taşıyan deneme böylece ayrıntının hücresel değerine bağlılığını yeniler insan adına. Açıktır benim yazıdan doğduğum ve kendimi yazıya borçlu bulunduğum. Fakat bu kendiliğindenlik ancak muhatap özneye geçtiğinde asıl değerli olmalı. Poetik metinler kavramsal olarak beni tedirgin eder. Fakat yazının kendi doğasından böylesi bir şey doğuyorsa ona saygı duymalı.”
“Psikolojinin bütün veçhelerini suda toplanmış görüyorum ben. Boğucu, temizleyici, can verici, aklınıza neler gelmez ki? İnsan kendisini suya dönüştürebilir mi? Zaten sudan ibaret olduğunu bilmesiyle başlamalı. Hani Evliya Çelebi ‘Velhasıl Bursa sudan ibarettir’ demiş ya. İnsanın bütün yaratıcılığının özü orada bence.”
“Sait Faik büyük bir öykücü. Sahidenlik onun özel hünerlerinden biri. Ben bir öykü gözle dolaştığımı ve bunu sine gözle birleştirdiğimi hissederim uzunca zamandır. Ve yıllarca sinematografi mesleği içinde bulunduğum için de tecrübelerimin tülbentinden süzüldüğümü görüyorum. Fakat öyküyü duymak, yaşama ayrı, yazmak ayrı. Bütün bunlara rağmen bir Sait Faik ruhu seziliyorsa bundan onur duyarım.”
Ayşe Altıntaş ile Yokluğun Eskimeden Üzerine Söyleşi
Nuray Alper, Ayşe Altıntaş ile Yokluğun Eskimeden kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş. Altıntaş benim de şiirlerini severek okuduğum bir şair. Hakikati incitmeden, hayatı anlamlandırmak isteyen şiirler kuruyor Altıntaş. Nuray Alper’in içtenlikli sorularıyla keyifli bir söyleşi Hece okurlarını bekliyor.
“Şiir benim için tek başına ilhamla yazılan bir şey değildir. İlhamla gelen şiirlerim nadiren de olsa var fakat bunları da düzenli bir çalışmayla süzgeçten geçiriyorum.”
“Tasavvufî hayatın sükûnetini tercih edenler; dünya hayatının kavgalarından ve karmaşıklığından sıyrılıp, yokluğun huzur dolu sinesine yaslanmanın güzelliğinden bahsederler.
Yokluğun gölgesine sığınanlar gerçek varlığı müşahede eder, kurtuluşu yokluk kapısında bulur. Hiç olabilmenin methedilecek bir konum olduğunu ancak yok olunca fark edebilirler.”
“Şiirde sembolizmden etkilendiğimi söyleyebilirim. Lise yıllarında çokça okuduğum Ziya Osman Saba, derinliği olan şiirleriyle etkilemiştir beni. Yine aynı dönem, uzun bir süre Necip Fazıl Kısakürek okudum. Necip Fazıl’ın şiirlerinden de mistik yönden etkilendiğimi söyleyebilirim.”
“Böyle bir ortamda zordur çocuklar için yazmak. Çünkü okurunuz sizi aşmıştır, sizi geçmiştir. Geriye ne kalır biliyor musunuz? Dilin güzelliğini, dilin tadını ona duyurmak. Şairler, bu noktada düz yazı yazarlarına karşılık daha bir şanslıdırlar; dil en güzel işçiliğini onların elinde kazanır, onların elinde kıvamını bulur, güzelleşir.”
Hece’den Şiirler
çatal yüreklerimizden gayrı
nemiz var,
evimizde bırakıp,
çoluk çocuk, torun torba
Kudüs’e yürüyelim,
Kudüs’e, gülceğizim,
‘büyük intifada’ya…
biz yeryüzünün bütün yoksulları,
yoksulluğuna paradan, puldan
çok güvenenler,
yoksulluğunu adından, şanından,
çok yüceltenler
ve dokuz doğurtanlar ona,
Cahit Koytak
buradan mı geçmiş
Fuzuli, Şeyh Galip ve Haşim
susuz dudakların arzusu
divitinin ucunda mumun alevi
bir de hiç solmayan Haşim’in karanfili
Arif Ay
çocuk yaşta evlenenler birbirlerine kader gözüyle bakarmış
iki dünyada da yurt tutmazmış kaderi incitenler
erkek orta yaşlarda bir iki kaçamak yapsa da
kadın bunu da kader sayfasına eklermiş
annem imanı bütün kadındır, kadere inanır.
başka bir iklim, başka bir coğrafyadır kader
bir kanyondur derinlerinde yeşil bir nehir akar
tesbihi, seccadesi, duası, çocukları
o teslimiyet ülkesinde yaşar annem sorgusuz sualsiz
ben de biraz bilirim o coğrafyayı o iklimi
çünkü hâlâ dizlerine koyabiliyorum başımı.
Faruk Uysal
buradaydı gülüşler
iç çekişler
diş arasına saklanan yemekler
demek yemek de hatırlanmak ister
insan yaşamayı değil belki
fakat ölümsüzlüğü düşler
ölümsüzlük için
değil miydi tüm cenkler
Eyyüp Akyüz
Noktasından virgülüne her şeyi
Oturup anlatın şimdi adam gibi
Bir varoluş meselesidir bu, hafife alınamaz
Derim de derim ben bunu, önemine binâen
Şehrin müptezelleri çünkü ne yapsanız anlamaz
Her şeyleri kapalıdır size ve iyi dileklerinize
Bu yüzden kalkıp, umursuzca
Denize akarlar yılışarak gün boyu
Adem Turan
ırmakların söylemekten korktuğu
bir şey var ve biz bunu
daha önce konuşmuştuk değil mi
vakitsiz koparılmış başaklar gibi
ürkek sözcükler çıkıyor kapıdan
hevesi kaçmış uçurtma,
uykusu bölünmüş orman
Şadi Oğuzhan
Şairin kalemi değildir intihar
Çünkü her şeyi gördü içi rahat
Kalibresi düşük yenilgiler
Bir ingiliz gecesinden düşme
Müstamel huzursuzluk masalı
Işık parçalı tanımdan ibaret
İsmet Özel de haklı
Cinayetler ihtimal ki serabı es geçmek için
Hayat faturası ödenmiş densizliktir
Estetik bir katil gerek heves için
Bizden uyarlanan bayraktan
Ethem Erdoğan
savaşını verdim de geldim savaşımızı
cellatlar ortasında haydutluğumuz
pelikanlar arasında naifliğimiz
elbisene kan bulaşmış gelincik tazesi
bir taze mezarı selamlamanın ertesi
toprağı paçalara doldurup taşımışız
betondan mezarlığına inananların
Bilal Can
Manidar, hülyalı, lensli bakışlar
Dekolteler, rekolteler, grafikler, arzular, halka arzlar
Her akşam mesai bitiminde
Boyunlarındaki kravata asılı halde bulunan adamlar
Çorabından kaçan ve bir daha izine rastlanmayan kadınlar
Nakdi ömürleri tükenir ve ürkekçe sorarlar
-Temassız var mı?
Aziz Kağan Güneş
Doldu, kaçtı üstelik kanının şuurunda gebe kalmadan
Zemheriler niyetine ısıtılan tırnaklar yaralarından taştı
Dağlardan ışıklar kurup gecesinde uyuyakaldı o kirli kan
Oltaya kirpiği takıldı, nemli lekesinin dokusuna dolandı
Zerdüşt bir kahkaha belirdi çekince kılıcını kınından
Ayaklarına değen sarnıca çekingen bir esbap parlattı
Ve o kirli kan yağmura teğet herkesi tekrar yarattı
Kadir Tepe
Ben Maraş’ta Ahmet’in ikinci oğluyum
Anam zilzal suresini okurken doğurmuş
Daha doğmamıştı kırk ikindi kırıkları
Ve taze gelin ağıtları
Hayallerime kadar uzanan Maraş kaldırımı
Saatin sessizliğinde biriken beton tabutlar
Zilzal suresine uzak bir iklim gibiydi
Mehmet Mortaş
Mahalle Mektebi, Sayı:71
Mahalle Mektebi dergisi baharı selamlayan rengarenk bir kapakla 71. kez selamladı okurlarını. Derginin bu ayki söyleşisi; Georgi Gospodinov ile yapılmış. Yelpazesi geniş bir söyleşi evrenine sahip derginin bu bölümü. Türk ve Dünya Edebiyatı’ndan birçok isim konuk oluyor buraya. Tanınan isimler olduğu gibi Türk okuru tarafından çok fazla tanınmayan isimler de bu söyleşi vesilesiyle daha geniş kitlelere tanıtılmış oluyor. Gospodinov, Bulgar bir yazar. Roman ve öykü türünde eserleri olan yazarın özellikle “Doğal Roman” isimli kitabı onun tanınmasını sağlayan bir eseri. Zeynep Arslan ve Seyfullah Akkuzu’nun sorularını cevaplamış Gospodinov. Bulgarcadan çeviren: Hasine Şen Karadeniz.
“Edebiyata şair olarak giriş yaptım ve şiir yazmayı hiç bırakmadım. Şiir benim için çok önemli; şiir, dilin gerçek atölyesidir. Roman yazarken de içimdeki şairi korumaya çalışıyorum. Romanlarımda sadece bir şiir kaçakçısı olduğuma dair espri yapıyorum. Şiir ve düz yazı yazma arasında önemli bir fark görmüyorum. Aynı konular beni farklı türlerde heyecanlandırıyor. Şiirlerimde çok hikâye var. Bazen bir şiir damıtılmış bir roman da olabilir.”
“Başımıza gelmeyenlerin hikâyeleri de benim için çok önemli. Bazen başımıza gelmeyen şeyler, bizi tanımlarken, başımıza gelenlerden daha çok önemli rol oynar. Ve onların da anlatılması gerekiyor. Romanlarımdaki hikâyelerin çoğu genelde bu türden.”
“Bence hüzün en doğal insan hâlidir. Günümüz tüketim kültürü hüzünden uzak duruyor, belki hüzün pek satmadığı içindir. Ama ben hüzün duyabilen insanlara güveniyorum. Hiçbir diktatörün gerçek hüzün hissettiğini göremezsiniz. Bunu ancak empati dolu biri yapabilir. O kadar hüzün türü var ki. Daha çok hasrete, hayale benzeyen ferah bir hüzün de var. Evet, hüzün insan özünün bir parçasıdır ve insanın özüne dönme özlemidir.”
Aşk’a Dair: Ben/Başka/Biz
Aşkın bir hedefi var mı ya da aşk planlanmış bir süreç midir? Aşkın yönü, kimi kuşattığı ve daha fazlası aslında bir muamma olarak hayatımızda yer tutmaya devam ediyor. Hilmi Uçan, aşka dair bir yazısı ile Mahalle Mektebi’nde.
“Oscar Wild sanat, sanatçı ve eleştiri bağlamında başkasını, başkalarını düşünmeyi, başkasında yok olmayı, başkasında erimeyi, başkalarının gürültüsü içinde kaybolmayı, kendi deyişiyle altruizmi eleştirir: “İnsanların büyük bölümü sağlıksız ve abartılı bir altruizm yolunda hayatlarını ziyan etmektedirler” der. Ona göre sanatçının kendini başkalarından yalıtması gerekir. Örnek verdiği sanatçı da G. Flaubert’dir. Flaubert, kendini başkalarından yalıtmayı, toplumun gürültücü taleplerinin erişemeyeceği bir duvarın arkasında tutmayı başarmış, yabancı seslerden, gürültülerden koruyabilmiş bir sanatçıdır. Bu tutumuyla kendisine benzersiz bir yer edinmiş, kendi içindekileri olgunlaştırmış ve yazmıştır.”
“Aşk, sıra dışı bir duygu ve eylemdir. Aşka düşmek negatif bir durumdur. Aşk’ta determinist bir mantık yoktur. Pozitif bilimlerin insana/insanlığa egemenliğinden sonra Aşk da pozitifleştirildi. Rasyonel insan, Aşk’ı da pozitif/rasyonel/determinist bir kavram haline getirmiştir. Başka bir deyişle Aşk somuta indirgendi. Anamalcılık aşkı da sıradanlaştırıyor, aşkı sadece kadınsı bir duyarlığa indirgiyor, dişileştiriyor, yüceliğinden soyutluyor, hazza, zevke, çıkara indirgiyor.”
İki Doğu İki Batı
Doğu ve batı kavramı sadece bir yön bildirmenin ötesinde medeniyeti temsil etmesi anlamında da insanlık tarihi boyunca detaylı bir ayrıştırmanın çevresinde karşılık bulmuştur. Kültür, medeniyet, yaşantılar, insanlık halleri hep bu iki kavramla ifade edilmiştir. Abdullah Kasay, İki Doğu İki Batı yazısında tarihi süreçte ortaya çıkan farklılıkları anlatıyor.
“Batı’nın özü itibariyle “modern” karakter taşıması, modern öncesi dönemde “coğrafi” bir alanı temsilinden sonra ortaya çıkar. Dolayısıyla “ilerlemeci” Batı’nın kopuşunu en başta tahlil etmek gerekmektedir. Hristiyanlık tecrübesinin ardından başlayan süreç, sosyal ekonomik vb. faktörlerden ziyade elbette “düşünsel-ideolojik” temelde gerçekleşmiştir. Bu noktada Batı için Marks, Comte, Durkheim gibiler “maddî dünyaya yöneliş” diyebileceğimiz bu evrilmeyi, elbette “köken mitleri” ekseninde değerlendirecek; Batı bireyinin ekonomik gelişimi ile “ahlaksal birlikteliğini” değişime odaklayacaklardır.”
“Batı; tarihi bağlamda İslam’ın hâkimiyetiyle gelişen süreçte yaşadığı statikliği bir şekilde bertaraf etti. Doğu-Batı gerilimi ise din ekseninden çıkıp başka paradigmalarda yoğunlaşmaya başladı. Bu durum tarihsel gerçeklik olmasının ötesinde kimlik, algılayış ve söylem üretme biçimi olarak günümüzde sürüyor. Oryantalist yansımalara karşın, oksidantalist bakış açısı ortaya koyma çabaları ise cılız kalıyor.”
“Doğu’nun ve Batı’nın ilan ettikleri bütün maddi ve manevi buhran çözümlerinin aslında yeni bir sorunun başlangıcı olarak ilan aşamasından öteye gidemediği, fakat insanı çok çeşitli sorunlarla yüz göz ettiği ortadadır…”
Mesafesizliğin Maliyeti
Mesafelerimiz ya da yaşadığımız mesafesizlik üzerine yazmış Orhan Gazi Gökçe. Neye göre ve kime göre mesafe? İnsanın asıl mesafesi azaba kendi özüne mi? Bunun farkında olmak da bir erdem aslında. Yaşamak ve bilmekle ilgili bir durum…
“İnsan topraktan gelmiş olsa da toprağa kök salamaz. Bir ağaç gibi toprağı sarıp sarmalayamaz. O sadece toprak üstünde kendine oyalanmalar icat edebilir. Yeryüzünde insanın tasarrufu bu oyalanmalardan ibarettir. Zamanın soluksuz akışı geride kalanı bir rüyaya dönüştürür. Şimdi, sudan çıkarılmış bir balık gibi akıbeti tayin edilmiş çırpınışlardan ibarettir. Bu fasılasız akış içinde insanın zamanın üstüne çıkması, kendine ve büsbütün varlığa bilinçle bakabilmesi ancak belli bir mesafe ile mümkündür.”
“Modern dünyada özelden genele hiçbir alanda sıhhatli bir ünsiyetin imkânı kalmamıştır. Hegemonik bir dayatmanın araçları olarak enformasyon ve propaganda özneyi çarmıha germiştir. İnsanlar arasındaki ilişkiler en iyimser bakışla “win to win” seviyesine indirgenmiş ve herkesin işine nasıl gelecekse öyle ayarlanır olmuştur.”
Kendinden Razı Şehirler
Şehir ve mimari kavramlarının medeniyetle çok yakın bir ilgisi var. Sadece binalar kurarak şehirler ortaya çıkmıyor. İnsani olanı da göz önüne almak gerekiyor. Hacer Yeğin, özellikle İslam düşüncesini merkeze alarak bakıyor şehirlere. Kendinden razı şehirlerin insanlara olan razılığına da bakıyoruz.
“Şehir ve şehircilik imajı, İslâm kültürlerinde Cennet tasavvurunun bir yansımasıdır. Cennet, bütün çelişkilerin yok olduğu ortamdır. Dolayısıyla dünyada cenneti yeniden inşa etme faaliyeti, kişisel hırsları ve şeytani sapmaları tamamen devre dışı bırakan sükûnetli ve mutmain bir ruh hâlinin tezahürüdür. Her varlığın hayatiyetini sürdürmesi, yaradılışın hikmet ve yasalarına uymakla mümkündür. Huzurlu, sakin bir hareket içinde, neş’e ve ümit dolu, aydınlık, ışıklı, renkli ve güzeli bulmaya yönelmiş İslâm düşüncesi, bu inancın ürünüdür.”
“Sanat eseri, varlık ve kâinat tasavvurunun yapılana yansımasıdır. Eserini ortaya koyarken aldığı her karar, doğası itibarıyla sanatkârın varlık tasavvuruna göre şekillenir. Biçim ve varlık tasavvurunun bütünlüğüyle oluşan sorumluluk ve tutarlılık duygusu, “beşer”i, “insan”a dönüştüren adımdır.”
“İslâm düşüncesini merkeze alarak asırlar boyu yeni katkılarla zenginleşen Türk konut mimarisi; en üst düzeyde bir bilinç ve yetenekle ortaya konulmuş ürünlerin tecellisidir. Tasarım, inşa etme ve uygulama alanındaki aktörler, kullanıcılar ile üretime katılan teknisyen/kalfaların bu yüksek bilgi ürünü mimari elemanları, ağayarını mâni efradını câmi bir strüktüre dönüştürmesi; heyecanla izlenmesi gereken bir serüvendir.”
Toz Dağıldı Konuşalım
Depreme ve özellikle deprem psikolojisine bakış açımız ne yazık ki değişmiyor. Anlık tepkilerle yaşamayı tercih ediyoruz maalesef. Daha da acısı; kervanı yolda dizmek gibi bir hastalığa tutulmuşuz. Hüseyin Hakan, deprem sonrasını ve deprem psikolojisinin üzerimizdeki etkisinden bahsediyor.
“Yaşadığımız afetle birlikte aynı soruyu sormaya başladık. Benzer bir deprem başka bir ülkede, sözgelimi Japonya’da olsaydı yıkıcı etkisi bu denli büyük olur muydu? Aslında soru basit ve kalıplaşmış bir soru fakat doğru bir sorudur. Kendi jeolojik ve toplumsal gerçekliğini tespit edip kabul eden, kırılganlık ve hasar görebilirliğini belirleyen ülkelerde herhangi bir afetin yıkıcı etkisi olabildiğince azalır. Ülkemizin de kendisine özgü zarar görebilirliği, kırılgan ve güçlü yanları olduğundan bunların tespiti ve tedbirinin ciddiye alınması toplumu afetlere karşı koruyacaktır. En yalın hâliyle, afetlerden korunma ihtimalimiz tehlikeler karşısında alacağımız tedbirler kadardır. Hazır ol, tedbir al, müdahale et. Bu. Her afette toprağa verecek binlerce canımız, toparlanmak için harcayacağımız yıllarımız yok.”
Söyleşiler
Mahalle Mektebi’nin son bölümünde yine yeni çıkan kitaplar üzerine söyleşiler var. Bu sayı; Dursun ali Tökel, Gülşen Funda, Kadir Daniş, Kemal S. Sayar, Zübeyde Andıç söyleşi yapılmış. İki söyleşiden paylaşım yapacağım. Devamı Mahalle Mektebi sayı 71’de.
Dursun Ali Tökel ile “Sizin Ömrünüz Kaç Saniye” Üzerine…
Dilek Doğan’ın; “Sizin Ömrünüz Kaç Saniye” kitabı üzerine sorularını cevaplamış Dursun Ali Tökel.
“Biz çocuklarımıza fikir ve bilginin farklı şeyler olduğunu mu öğretemedik, fikri bilgi zannedip, fikrinin söyleyen çocuklarımızı, bilgi söylüyor zannedip mi azarladık, onlar da “Madem fikrimize önem verilmiyor, o zaman ne diye söyleyelim ki!” deyip küserek fikir üretme mekanizmalarını mı körelttiler düşünmemiz lazım.”
“Her çağın dili zehir de olabilir, bal da… Kötüler kullanırsa zehir, iyiler kullanırsa bal olur. Dilin bir suçu yok yani. İyiler meydanı kötülere bırakırsa, o kötülerin zehri eninde sonunda o iyileri de zehirler. Ben, âlimlerimizi, bilgelerimizi, anne baba ve öğretmenlerimizi bu dili kullanma bakımından “aymazlık içinde”, “gafil” ve “tembel” buluyorum. Biz de gençtik… Hayatın dikenli yollarına yeni çıkmıştır gençlik, bu yüzden en fazla rehberliğe de onlar muhtaçtır. Ama çağın dilini bilmeden onlara seslenemeyiz. Zira her çağda o çağın dilini en aktif olarak tabii ki de gençler kullanır.”
Zübeyde Andıç ile “Kuşlar, Pıtraklar ve Tıraş Sandığı” Üzerine…
“Kuşlar, Pıtraklar ve Tıraş Sandığı” benim de severek okuduğum Zübeyde Andıç’ın ilk öykü kitabı. Zeynep Sayman’ın sorularını cevaplamış Andıç.
“Öykülerimdeki karakterlerin okura yabancı gelmemesi, benim için önemlidir. Sadece anlatmış olmak için yazarak edebiyattan alınacak bir doyuma ulaşılacağına inanmıyorum. Bu yüzden hayatın göz ardı edilmiş, unutulmaya başlanmış gerçekleri, farklılıkları öyküye taşınmalı ve o gerçekliği okura geçirebilecek bir dille öyküler yazılmalı diye düşünüyorum.”
“Türküler hayatımın hemen her anında benimledir ve yaşadığımı hissettiğim her ânın bir türküsü vardır. Hâl böyle olunca da yazdıklarımın, söylediklerimin arasına hep türküler karışır. Türküler hiçbir zaman hayatın uzağına düşmemiştir, hep salt gerçeklerden var olmuşlardır. Bu yüzden de yazarken beslendiğim en önemli kaynaklardan biri türküler olmuştur.”
“Evet, insan hep eksiktir. Yaşadığımız müddetçe kendi eksiliğimizi giderebilmek için ya farklı arayışlar içine gireriz ya da o eksikliklerle yaşamanın bir yolunu zor da olsa buluruz. Yaşama arzumuzu kamçılayan eksikliklerimizi gidermek için çabalar, tamamlanabilmek umuduyla yaşarız. Kendimizle hesaplaşıp şükrederken dahi kabullenişlerimizin gerekçeleri olarak hissettiğimiz hüzünler de bu eksikliklerden değil midir?”
Mahalle Mektebi’nden Öyküler
Abdullah Kasay – Mevsim Normalleri
“Sıskaaaa diye bağırdı Kadir. Taş Mektep’te sesini duymayan kalmadı. Okulun son günleri. Tirilye’nin bütün çocukları burada okuyoruz. Herkesin dilinde aynı şey… Orhangazi’de altı kartal, bir leylek yuvasını dağıtmış. Uludağ’dan inmişler ilkin, görenler öyle söylüyor. Sonra da bir çift leyleği öldürüp, dört yavruyu kaçırmış kartallar. Bizim burada da günlerdir aynı tantana. İntikam için büyük bir savaşa hazırlanıyor gibi leylekler. İçim daralıyor. Bakışlarımı pencereden içeri taşıyorum. Mustafa hoca kapıda beliriyor. Kadir’i tahtaya çıkarıyor. Bu kaç oldu, sana hiç yakışmıyor. Söyle, baban gelsin bir ara okula…”
“Okuldan koşturarak tepeye varıyoruz. Çok gizli bir oyun alanımız var, kimsenin bilmediği. Diğer çocuklar imkânı yok gitmez oraya nasılsa… Önce kayaların oraya sinelim biraz, leylekleri izleyelim… Fatih cebinden bir kibrit çıkarıyor. Ateş de yakarız ha… Oğlum nerden aldın bunu ya öğretmen görseydi? Tepeden aşağı bakıyoruz, kasabada bir hareket var. Tüm ahali meydana toplanmış.”
“Aynur halam merak etmiş. Hemen yemeği koydu önüme… Hümeyra abla ödevlerimi yaptırdı. Babam bağdan dönmek üzeredir. Biraz yardım mı etsem artık ben de adamcağıza. Sonra, kimse olmasa da ben gideceğim oraya tek başıma diyorum… Halamla kızı birbirine bakıyor. Oğlum diyor halam, kendini çok hırpalıyorsun. Hadi git uzan biraz. Pencerenin dibindeki divana kuruluyorum. Hemen sızmışım.”
Fatma Nur Uysal Pınar – Elma Çekirdeği
“Anlamadığımı sanıyorlar. Aralarındaki tatsızlığı bilmiyorum sanki. Fırsatını bulsalar bir kaşık suda boğacaklar birbirlerini. O sıra yanlarında olmasam, olanları görmesem bari. İyi ama bu mümkün değil. Daha dün, annem elmayı bıçakla kestiğinde çekirdekleri tabağa dökülmüştü. Bir yarısı sen, bir yarısı babam, bu da ben demiştim, çekirdeği ağzıma götürürken. Çekirdek acı gelmişti de avucuma tükürüvermiştim. Annem iğrenmişti yaptığımdan. Benden değil, benzetmemden. Çünkü insan çocuğundan iğrenmez. Öğretmenim derste örnek vermişti: Kirpi yavrusunu pamuğum diye severmiş.”
“Halkanın dışına ilk kim çıktı bilmiyorum. Soru sorduğumda cevap vermiyor ikisi de. İlk kim zincirini kırdı da böyle başıboş kaldık her birimiz? Ben halkamın dışına çıkmadım, söz tutarım. Sema’nın annesinin yaptığı yeşil pastayı, Özlem’in babasının onu balık tutmaya baraja götürdüğünü bilirken ben neden halkamızın dışına çıkmak isteyeyim ki? Semalarda yediğim yeşil pastadan istedim. Annem, hazır pasta almış gelmiş.”
Rümeysa Oğuz Durak – Uykusuz Münevver’in Rüyaları
“Rüyamda dipsiz bir uçurumdan yuvarlanmak üzere olduğumu görmüş, tam boşluğa düşecekken uyanmıştım. Derin nefeslerle doğruldum yataktan. Yastığım sırılsıklamdı. Kocam, her şeyden habersiz horluyordu. Zaten haberi olsa da umrunda olmazdı. Yalan yok bir ara şeytan dürttü. Dedim, kızım Münevver, hazır terin suyun içinde kalmışsın, uzan yeniden yatağa, kâbus görüyor gibi sayıkla, at kolunu sağa sola, şu adamın suratına okkalı bir tokat indiriver bahaneyle. I-ıh. Vazgeçtim sonra. Ucunda herifi tokatlamak da olsa onca mizansene değmez. Aman, sanki adamların hangisi değer ya neyse.”
Fatma Yavuz – Hayırsız
“Kadın evin içinde iki büklüm dolaşıyor. Tuhaf bir rahatsızlık duyuyorum bu durumdan. Dursun, gelsin karşıma otursun istiyorum. Ama konuşmak için zerre isteğim yok. Nedenini yine bilmiyorum. Son zamanlarda sık sık yaptığım gibi neden böyle hissettiğime odaklanıyorum kısa süreliğine. O gezindikçe evin içinde suçluluk duygusuyla üşüyorum bildiğin. Sonra o ayazdaki köpek yavruları geliyor aklıma. Onlar için hiçbir şey yapamayacak olmanın bilincine çarpıyorum tüm hızımla. Kadının ne eğrilmiş beline ne de ağlamaklı bakışlarına çare olamayacağımı biliyorum. Elimden gelenin en iyisini bile yapsam derin yaraya hafif pansuman niteliğinde olur eminim.”
Mahalle Mektebi’nden Şiirler
Bir gün senin de
Acıdan
Dönmez olur
Hayat çemberin
Hiç soru soramayana
En büyük sorudur hayat
Adı, ölüm
Hayattan büyük cevap
Mustafa Ruhi Şirin
insanlar mırıldanırmış bazı doğumlardan sonra
memnuniyet kelep kelepmiş, yüzler değneksiz
ben yeltenmedim yürümeye, öylece çekildim
köşeler hoş karşılanmadı
geriye de dönemedim
niyetim dağınıklığın her çeşidini görmek
yokuşa sürülmeden güneşin altında söylenenler
ayaktakımını iyice dürtmek
zira tekrara düşen bir açılımdı bizimkiler
dirim istemişler laçkalaşmasın diye budak
heves ve istimdat bir de
dil altı hapı olarak
Kemal S. Sayar
Ölüm bahsi geçmez benden doğdum ve başladı tahminler
İki balkon arasından aştım yirmi üçü daha kazanan olmadı
Kaç bin yıl yaşayacak parmaksız yılan, zehri damar içinde
Loş ışık, yüksek müzik, yoğun duman, kolu sökülmüş kapı
Ameliyat masaları gibi yeşil net görebilsin diye gözleri kanı
Hasene Gün
Teferrüc, Sayı: 21
Baharı, dopdolu bir içerikle selamladı Teferrüc dergisi. 21. Sayı yine gönüllere dokunan çalışmalar sunuyor okurlara. Derginin giriş yazısı da içerik kadar dolu ve mesaj yüklü. Editör, “edebî eser” konusuna dikkat çekiyor.
“İnsanın duygu ve düşüncelerini; özlem ve dileklerini estetik ölçüler içinde anlatan ve okuyucuda güzellik duygusu yaratan dil aktarımlarıyla ortaya konan değere edebi eser diyoruz. Bir metnin “Edebî Eser” sayılabilmesi için bazı vasıfları bünyesinde bulundurması gerekir. Her şeyden önce, biricik ve özgün olmalıdır. Anlatımı güzel, düşüncesi sağlam ve özlü olmalıdır. Eser zamanın süzgecinden geçtikten sonra bile toplumca anlaşılıp beğenilmelidir. Tabiri caizse yıllara meydan okumalıdır. Yeterli mi? Elbette değil, Onu okuyan kişi yazının bir yerinde kendiyle karşılaşmalıdır: bir gülümseme, bir ağıt; bir çiçek, yapraklarını dökmüş bir ağaç olarak… Malumun ilanı gibi olacak; işte edebi eser böyle olacak.”
Edebiyat ve Edebî Eserlerle İlgili Tanıtıcı Bazı Bilgiler
Prof. Dr. Mustafa Özbalcı’nın yazısının konusu da edebî eserler. Ortaya konan bir çalışmanın edebî eser hüviyetine kavuşması için gerekli olan kıstaslar vardır. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki eli kalem tutmaya başlayıp da ilk cümlelerini yazanlar bile “yeni eserimde” ifadesini kullanıyor yazdığı her cümleye. Özbalcı’ya kulak verelim.
“Dünyadaki her değer ya beşerîdir, ya millîdir ya da ferdîdir. İnsan ideal olanla gerçek olan arasında oldukça trajik bir hayat yaşayan bir canlıdır. İdeal bir cemiyette edebiyata pek ihtiyaç duyulmayabilirdi. İdeal olanla gerçek olan arasındaki uyumsuzluk, edebî eserlere şu ya da bu oranda ama mutlaka yansır. Şiir bu konuda önde gelse de insanın ideal olanla gerçek olan arasındaki farkı idrak etmesinde nesrin (düzyazının) de çok önemli bir görev yaptığı ve yapmakta olduğu da asla unutulmamalıdır.”
“Her edebî eserin, yazılma ve okunma zamanı dışında bir de onları okuma, anlama, dinleme ya da anlatma zamanı vardır. Yazma ve yaratma zamanları kronolojik karakterlidir; saat ve takvime bağlı, ölçülebilen zamanlardır. Vaka zamanı ile anlatma zamanı ise itibarîdir. Belli bir vaka zamanı içinde oluşan ve gelişen olayları, okuyucu yine belli bir süre içinde okur ve öğrenir. Bir vakada yer alan iki kişi arasında geçen konuşmalar, bize vaka zamanı hakkında bir fikir verebilir.”
Resim, Çizgi Ve Düşünce Yolcusu Mehmet Akyıl
Recep Garip, Mehmet Akyıl üzerine kaleme aldığı bir yazısı ile Teferrüc’de.
“Ressam, çizer, tefekkür sınırlarını zorlayan adam diye tanımladığım Mehmet Akyıl, üniversite yıllarımdan bu yana (1976) tanıdığım bir dosttur. Kendine özgü tarzı, çizgileri, açtığı tefekkür sofralarıyla gönlümde kıymetli bir yeri olan bir ressamı-çizeri yazmaya yola çıktığımda kimi sorularla faslı geliştireyim istedim ve bazı soruları kendisine gönderdim. Zaman zaman ifade ederiz; siz bir şey yapamaya niyetlenirsiniz, bir yazıyı kafanızda kurguladığınız olur ya, öyle bir kurgu olsa da yazıya besmeleyi çektiğimizde ilk cümleyle birlikte yazının kendi hükümranlığıyla pınarın akışı gibi akıp gittiğini fark ederiz. Bir bakmışsınız ki yazı kendini size yazdırmıştır. Buna kimi zaman ilham ve kimi zaman da zuhurat dediğimiz olur. Mehmet Akyıl, öğrencilik yıllarımda tanıdığım ender şahsiyetlerden biridir.”
Nahif Bir Şair, Zarif Bir Öğretmen: Mustafa Özçelik
Mustafa Özçelik; hepimizin öğretmeni, abisi, dostu. Onun dilinden, sözünden Mehmet Âkif’i, Nasrettin Hoca’yı, Yunus Emre’yi dinlemek büyük bir ayrıcalık ve keyiftir. Hıdır Yıldırım, Mustafa Özçelikportresi sunuyor bizlere.
“Mustafa Özçelik Hoca’yı 1991 yılında Kütahya’daki üç üniversite hazırlık dershanesinden birisi olan Engin Dershanesi’nde tanıdım. Türkçe dersimize giren zarif, bir sanat adamına yaraşır incelikte nazik ve kibar bir öğretmendi. Farklı olduğunu hemen fark ettik. O aynı zamanda bir şair ve yazardı.”
“Mustafa Özçelik Hoca ile otuz yılı aşan tanışıklığımız süresinde öğretmen öğrenci ilişkisinin dışında pek çok farklı şekillerde ilişkimiz oldu. Aynı derneklerde, vakıflarda bulunduk, birlikte organizasyonlar yaptık, sempozyumlar düzenledik, bazen aynı mevkutelerde yazı yayımladık. Ama o hep hocamızdı ve ondan hep bir şeyler öğrendik. Zaten öğretmenlik ömür boyu süren bir eylemliliktir, Mustafa Özçelik Hoca da her dem öğreten bir öğretmen ve her koşulda üreten bir sanat adamı olarak yaşamını sürdürüyor ve her karşılaştığımızda ulaşmamız zor olan, kıyıda köşede yayımlanmış ama görmemiz gereken kitaplardan hediye etmeye devam ediyor.”
Teknoloji Çağında İnsanlık
Teknolojinin karşısındaki insanlık hallerini yazmış Murat Soyak. Gelişen çağ ve kaybedilen değerler. Belki farkında bile olamıyoruz yitip gidenlerin. Hız o kadar büyük ki kendimize bile geç kalıyoruz.
“Teknoloji doğru kişilerin elinde yapıcı olabilirdi. Lakin suyun başını tutanlar, egemenler, teknolojiyi bir kuşatma, güç gösterisi, saldırı ve yıkım aracı olarak kullandılar. Dünya savaşları ve yakın zamanda çevremizde yaşanan işgaller buna somut birer örnektir. Yaşatmak için değil, öldürmek için kurgulanmış bu dizge: Yabancılaşan insan, çoğalan çeşitli hastalıklar, çevre kirlenmesi, yok olan türler, küresel ısınma ve yaklaşan daha büyük felaketler…”
“Teknoloji evet, bir kolaylık ve hız sunmaktadır. Çağın insanı kolaylığın, hızın girdabında solmuyor mu? Şimdi kitap okuma metodları yerine “hızlı okuma” metodları yaygınlaştı. Bir kitabın hızlı okunması o kitabın gerçek anlamda okunduğu anlamına gelmez. Okumaya eşlik eden bir tefekkür olmalı. Ve düşünmek için bir müddet durmak gerekiyor. Evet, durmak gerekiyor. Bu hız öldürecek bizi ey kişisel gelişim uzmanları!”
Geçmiş Zaman Diye Bir Şey
Ülker Gündoğdu’nun “Kim Bilir Kaç Ölümden Kalma Saçı Gibi” isimli yazısını okurken gözümün önüne hemen siyah beyaz fotoğraflar geldi. Açılan sandıklar, etrafa yayılan naftalin kokusu, huzur ve muhabbet. Elbette bir de yitip gidenler. İçimizde derin yara bırakanlar…
“Mezar taşlarımızdan, suskun sabır geçmeyecektir. Ne zaman gelirse gelsin ölüm önüne geçilemez. Ölüme mahkûm edildik. Bütün derdin bittiği yerdir ölüm. Dertlenmemiz niçin? Doğuş her şeyin doğuşu olur, ölüm de her şeyin bitişi olur. Çok ya da az yaşayacağımız bilinmez. Uzun yaşayamayacağımız için kahrolmak niye? Doğuş ve ölüm doğal ise niçin ağlarız? Doğuş hayatın kaynağıdır. Ölüm de başka bir hayatın kaynağı değil midir?”
“Sonsuzluğun içinde dağlar, denizler, yıldızlar ve ormanların yanında hayatın çok ya da az yaşanması önemli değildir. Değerli yaşanması ve sonsuzluğa değerler bırakması önemlidir. Yaşayıp öylece çıkıp gideceğiz. Ölüm kaygısıyla hayata duymadığımız kaygı, dünya hayatının şartlarındandır. Her biri dünyanın ayrı köşesinden gelmişti. Konya’nın küçük köyünde yaşamları birleşmişti. Kim bilir kaç ölümden kalanlar çeyiz sandıklarına sığmıştı.”
Çocuk Zihinlerde Kütüphane ve Kütüphaneci İmgesi
Kütüphane ve çocuk kavramları birbirine çok yakışıyor. Önemli olan buy ikiliyi sık sık buluşturmak. Rukiye Usta, bir kütüphaneci. Tam da olması gereken gibi yani. İşini âşık. Bunu cümlelerinden anlayabiliriz.
“Ve kütüphaneci; kitaplara meftun… Zihinlerdeki “asık suratlı” imgeyi yıkmanın peşinde koşacağız bir süre ve başaracağız eminim. Çocukla çocuk olacağız, yaşlıyla yaşlanacağız. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutlayacağız, legoları birleştireceğiz, satranç turnuvalarında boy göstereceğiz ve hatta Kral Şakir izleyeceğiz. Kılıktan kılığa bürüneceğiz kim bilir… Palyaço olacağız, Rapunzel olup öyküler seslendireceğiz, gökten düşen elmaları hep beraber yerken kimisini bıçakla ikiye bölüp paylaşmayı öğreneceğiz.”
Siz Hangi Ara Bu Kadar Kötülük Biriktirdiniz İçinizde?
Ömür Yaşar Kondel, depremi fırsat bilip yağmacılık yapanlardan, içindeki kötülüğü her şeye rağmen işletenlerden bahsediyor yazısında. 14 Mayıs seçimi ardından deprem bölgesindeki vatandaşlara hakaretler edenler, akla ziyan paylaşımlar yapanlar da bu kötülüğün ve sığlığın bir yerinde bulunuyor. İnsanlık da nasip meselesi…
“İnsandan önce öldüyse insanlık, orada acılar bin kat daha artıyor. Allah’ın emri ölüme kulun aymazlığı, ahlaksızlığı da eklenince daha bir sıkı oluyor kement. Kaçmak, kurtulmak, nefes almak güçleşiyor elbette. Almanya’da aşırı sağcı grupların, Türklere ve Müslümanlara gönderilmek üzere toplanan yardımları kundaklamaları hadisesi ,insan yüreğinin dönüşümü açısından değerlendirilince çok daha acı verici oluyor. O yardımları yerine koyabilirsiniz de onları ateşe verenlerin yüreklerini nasıl sağaltacaksınız? Bu kadar kötülüğü ne ara biriktirdi içine insan?”
Teferrüc’den Öyküler
Ramazan Kayaoğlu- Uzun Yol Kısa Hayat
“Otobüslerin en çok bu yönünden nefret ediyorum. Kendi kendine düşünemiyorsun bile. Kapıdan adım attığın anda her şeyinle sanki otobüsün oluyorsun. Düşüncelerini bile otobüs şekillendiriyor. Ama bunu yaparken o kadar profesyonel davranıyor ki seni asla sahiplenmiyor. Tıpkı otobüs camlarındaki buğu gibi… Herkese ait ama kimsenin değil.”
“Geçenlerde eşimden habersiz sağlık ocağına gidip kan verdim. Eşim, sağlığın için zayıfla deyip duruyordu. Bir arkadaş ortamında da sohbet sırasında yine kilolardan konu açılınca arkadaşlarımdan biri, bir diyetisyenden bahsetti. Çok iyiymiş. Zamanında onun sayesinde çok kilo vermiş. Adana’da onun üstüne diyetisyen yokmuş. Koca bir ayıyı bile tığ gibi yaparmış…”
“Beni nereye gömerler acaba? Buruk Mezarlığı’na mı yoksa Kabasakal Mezarlığı’na mı? Kabasakal Mezarlığı daha yakın. Deniz çocuklarla gelip giderken yorulmasın. Çocuklar… Ah çocuklar! Şimdi onlara paten ve kaykayı kim öğretecek?”
Muhammed Sinan Kökçü – Şiirin İnsana Ettikleri
Ali! Kaleme bir dahi bakar mısın? Bir şeyi daha anlaman gerekiyor kaleme dair. “Hem kalem, O’nun lütfuyla deli olmadığımın delilidir.” dedirttirdim zorla da olsa Ali’ ye, şimdi. Şimdi değilse ne zaman düşecek peşine, yapışacak kanatlarına gagasında ateşe serinlik olacak hikmeti taşıyan kuşların. “Vakit gelmiştir.” dedi ve etrafı kolaçan etti. Ne koca karı ne de telaşı var. Zihnini, gönlünü, kalemini, yerini yurdunu mühürledi sayılırdı zaten, daha ne koca karısı ne meşakkati? Gözüyle hayalindeki yağmura, ağaca, dağa baktı, son kez bakar gibi, yeri incitmeden değişini, kavruluşunu, toz duman oluşunu göremeyecek gibi, olduğu yere bayılacak gibi. Sözü uzatma dedi bana, bismillah deyip kalemi yerinden oynattı. Gülümsedi. “Adı olmasa neye kadrimiz var, ne aciziz.” dedi.
Yavuz Ahmet – İçimdeki Hayta
Haytanın tekiydi bu çocuk. Yazdığım ilk hikâyeleri kendisine gösterdiğimde dile getirmese de yüzüme küçümseyerek bakan o profesöre göre haytaydı mesela. Askerde, konuştuklarımı sırf nezaketen dinleyen ve sonra duyduklarını, diğerlerine gülerek anlatıp benimle eğlendiğini tesadüfen fark ettiğim o bilgisayar öğretmeni için de öyleydi. Babam o haytanın varlığına, bir dönem tam da onu içinde taşımış biri olarak asla inanmazdı. İnansaydı herhalde o da haytanın teki der geçerdi. Aramızda hikâyeler anlamını yitireli bu yana sevdiğim kadın da hayta olduğunu düşünmeye başlamıştı derken. Ve işin asıl garibi, hikâyelerimin gerçekte kimsenin bir derdine merhem olmadığını ve bu yüzden kimsenin hiç de aldırış etmediğini anladığım zamanlarda bazen ben de çocuğun hayta olduğuna inanır buluyordum kendimi. Nerden de bulmuştu beni?
Davut Güner – Süheyla’nın Yüzüğü
“Ben Süheyla… Şimdi benim yüzüğüm nerede? 1979’da doğan oğlum, 1980’de doğan kızım nerede? Şimdi ben hangi zamanın kapısını aralayayım. Yepyeni bir güz bana doğru yaklaşırken; Sararmış yapraklarla, kurumuş yapraklarla nasıl savrulayım… Yüzük! Ey yüzük! Sen de nasıl bir tılsım var. Bütün acılar sürüklenecek önüme yığılı verecek sanki. Ben kuşlara seslenecek, kendimi karanlık dehlizlere bırakacağım.”
“Süheyla sen neredesin? Tren birazdan kalkacak. Üçüncü mevkideki yerine yerleş, diye içimden bir ses beni çağırdı ve trene doğru yöneltti. Ben bu ekspres trenle yazgımın hangi yolculuğuna çıkacaktım. Tren bizi kimi istasyonlarda yeni yolcular, yeni yazgılarla tanıştıracaktı. Karlı dağları aşıp, düz ovalarda yol alacaktı. Tarlalar da kış uykusuna yatmış ekinlere şöyle bir bakacaktık. İyi de ben nereye gidiyordum böyle? Benim yüzüğüm neredeydi?”
Teferrüc’den Şiirler
Üstlenmek de yetmez büyükşehir suçlarını
Yok faydası sol ayakla insen de sahile
Kulağında küpe gibi durur kalabalığı
Şapkanın altında hedef küçültsen de
İşte sevgilim bu sahil bu da deniz
Şu da dalgalar koşan kadınlar gibi
Üşüyünce bana sarılabilirsin
Tamam
Böyle de iyi
Hüseyin Burak Us
Gerek bize harlı yürek
Gece gündüz kalem kürek
Karınca misâli emek emek
İki cihan kurmak gerek
Bayramoğlu tutar ayna
Dışta içe, içten bile dahi içe
Düşmeden sözün şehvetine
Tutmak gerek, yapmak gerek
Erol Yılmaz
tozlu sandıkları açılırsa geçmiş zamanın
bir kurnanın rüyası bulanır
bir çeşme susuz kalır
ve ansızın uyanır avuçlarında hatıralar denizi
kondurmasan da diline acıyı
bir sesi unuttuğunda kanar içinin kuytu köşeleri
ellerin titrer satırlara her dokunduğunda
ve kor gibi tutuştuğunda beyaz tüller
yokluğunu gözlerine sürer de gidersin
Akif Dut
Ezan okunurken
Müziği kısanlar hatırına
Babalarını parka götüren adamların
Dayalı döşeli dualarında dinleneceğim
Dudaklarımda gündelik bir gülümseme
Yarım bıraktığım işleri tamamlayacağım
Açacağım sana giden bütün ana yolları
Dilime kemik ekleyeceğim ruhumdan sonra
O da hesap soracak
Ömrünüm kuzey yakasından
Ercan İriş
Ürperdim toprağa bakınca
Anladım sesi çıkmıyor çocukların
Bir kedi koşuyordu, kararıyordu gökyüzü
Tamam dedim burada duralım Tanrım
Osman Çakan
Söğüt karası evlerin mahzenlerinde
Ölülerin kanıyla imzalanıyor barış anlaşmaları
Kayıp öğrenciler için her masaya bir karanfil bırakıyorlar
Artık hiç yapılmayacak ev ödevleri için
Bütün tapularını yakarak gidiyor bir adam
Yanmış buğday başaklarının külleriyle
Mehmet Baş
İşte açıldı kapı hiç gıcırdamadan gayet sessiz
İçeriye düştü karanlığın uzun gölgesi sakin
Bir ateş önceleyin damarlarının derinlerinde
Olmayacağından değil sonra olsun diye dualar
Lakin girdi koynuna bütün soğukluğuyla
Son defa bakıyorsun kanat çırpmadan uçan kuşlara
Yaşamak diyorsun bir kuş daha geçiyor
Metehan Güneş
Yayla çiçeği yapışmış çehrene
Gül kokusu parmak uçların
Gözyaşlarını sil el işlemesi ipek bir mendille
Nazar etmeye değer hakikatin aynası
Nagihan Aydın
Yediiklim, Sayı: 398
398. sayısı ile buluştuk Yediiklim dergisinin. Yine okuyucuların elinden düşürmeyecekleri bir sayı hazırlanmış. Büyük bir emek var dergilerimizde. Özellikle araştırma yazıları dergilerimizi arşivlik bir konuma getiriyor. Yediiklim’de de bu tür yazılar oldukça geniş yer tutuyor.
Sabahattin Ali’den Nazım Hikmet’e Mektup
Yusuf Turan Günaydın’ın araştırma yazıları çok kıymetli. Çok sağlam bir arşivi olan Günaydın, bunları yazıya dönüştürerek okuyuculara da büyük bir armağan sunmuş oluyor. Yediiklim’de Sabahattin Ali’nin Nazım Hikmet’e yazdığı bir mektubu konu edinmiş.
“Sabahattin Ali, neredeyse ismini muharrir olarak duyurduğu andan itibaren takibata uğramış, önce “sola mütemâyil” yazarlar arasında kabul edilirken çok geçmeden “azılı komünist” yaftasıyla anılmaya başlamıştır.
Aslında Sabahattin Ali’nin sosyalistliği değilse de komünistliği tartışılabilir gözükmektedir. Eserlerinde toplumsal gerçekliği bütün çıplaklığıyla yansıttığına şüphe yoktur. Bu durum onu kendiliğinden sosyalist veya daha popüler bir nitelemeyle komünist çevrede gösterirse de onun sağ bir çevresi de bulunduğu hep gözden kaçırılmıştır. Evet, sosyalist ruhludur. Fakat bu onu “komünist” yapmaya yeter mi, sorusu önem taşımaktadır. Onun bu bapta daha çok kendine özgü -belki ayrıksı- bir yerde durduğunu düşünmek bize daha isabetli gözükmektedir.”
“Burada yayımladığımız mektup, daha önce yayımlanmamıştır kanaatindeyiz. Sabahattin Ali’nin bugüne kadar yayımlanmış mektupları, ağırlıklı olarak Ayşe Sıtkı ilhan’a ve eşine ve kızına yazdıklarıdır. Bunlara Adalet Cimcoz’a ve Rusya ve Azerbaycan canibine yazdıklarını da ekleyebiliriz. Ancak Hep Genç Kalacağım başlığı altında toplanan mektuplarından bir kısmı Sabahattin Ali’nin ailesi ile birlikte arkadaşlarına ve iş ortaklarına yazdıkları epeyce bir kısmı ise Sebahattin Ali’ye ailesi, Nazım Hikmet, Esat Adil Müstecaplıoğlu, Mehmet Ali Aybar, Mehmet Ali Cimcoz, Aziz Nesin, Melahat Togar, Ayşe Sıtkı İlha, Nihal Atsız, Cemal Kutay, Samim Kocagöz başta olmak üzere arkadaşları ve öğrencileri tarafından gönderilen, Markopaşa ve Yeni Dünya’nın kuruluşunda yazılan mektuplar ve resmi yazışmalardır.”
Özgürlük Ekseninde Biz ve Batı Sanatı
Dr. Cengiz Karagöz, sanat kavramını özgürlüğü merkeze alarak bizim için ve batı için değerler bağlamında ele almış yazısında.
“Sanatın bir toplumun aynası olduğu fikri herkesin malumudur. Bir toplumun hayata bakışının ne denli zengin olduğunu sanatına bakarak anlamak mümkündür. Sanat gündeme gelince asırlardır ilişki içinde olduğumuz Batı dünyasının sanatını ve geleneksel sanatımızı sorgulamadan edemiyor insan. Sanatta özgürlük anlayışı sürekli Batı’yla ilişkilendirilir. Bazılarına göre özgürlüğü temin eden yegane unsur Batı ve onun sanatı olduğundan, gerçek manada özgürleşmemiz için yönümüzü tamamen o tarafa çevirmemiz elzemdir. Bir de Batı’nın her konuda bizden ileride olduğu, bizim inanç ve geleneksel anlayışımızın kısıtlayıcı rol oynadığı yargısı söylenip durur. Gerçekten öyle midir? Bunları iddia edenlerin temel dayanak noktaları nedir? Hangi bilgi ve belge Batı sanatının bizim sanatımızdan daha özgürleştirici ve zengin olduğunu ispata kafi ve kadirdir? Biz bu fikrin tam aksini düşünmekteyiz. Kanaatimizce Batı sanatı özellikle de modern sanatı geleneksel sanatımızı asırlarca geriden takip etmiştir. Dahası Batı sanatında çatışma, mekanikleşme ve kısıtlama anlayışının hakim olduğunu açıkça görmekteyiz. Buna karşın bizim kadim sanat anlayışımızın ise daha zengin ve insanı kısıtlamaktan uzak olduğu, insan, tabiat ve kainatla uyumlu bir bütünlük fikrini benimsediği açıktır.”
Bir Gencin Gözünden Gençlik
Gençler üzerine herkesin bir şeyler söylediği zamanlardayız. Kuşaklarla, düşünce karmaşalarıyla kategorize edilmeye çalışılan bir gençlik var. Sosyal medyanın kuşatması da ayrı bir mesele. Meryem Dua Kadğa, tüm bunların karşısında bir gencin gözünden bakıyor gençliğe.
“Ben Kürt Türk Laz Çerkez… Ben muhafazakar, solcu, şeriatçı, kominist… Şu’cu ya da burcu…
Ben bilgisiz, tecrübe merdivenin ilk basamağında, sabırsız, aceleci, dijital yerli, Z kuşağı…
Unvanların beyaz tebeşirle etrafını çizdiği görünmez zindanlardaki neslinin genç mücahidi.
Soyum bir kuru ekmek ve bir yudum su tabakasında çocukluğunu bırakmış babalara dayanır.”
“Toyluğum münasebetiyle zihnimde henüz bitmeyen istikamet belirleme, kimlik arayışı kargaşalarını azık edindim buna müteakiben ecdadın al sütüyle, helâl kanıyla beslediği toprak sırtımda yolculuk emanetini devralmış Adımlara yoldaşım. Şimdi zaman benim elimde ve vatan bana emanet. Yüküm ağır, yolum uzun.”
Yediiklim’den Öyküler
Osman Koca – Kara Gün
“Göz alabildiğine yeşil, düz ve mümbit araziler arasında yılanlar gibi kıvrılarak helezoni şekiller çiziyor minibüs. İçerisi tıka basa dolu. Her kafada bir ses. Üstü, altı, yanları, bagajı tıklım tıklım çanta, çuval, bilumum malzeme dolu araç içinde, nefes alabilmek için ilişik pencerenin camlarını ardına kadar aralıyorum. Toprak kokuyor hava. Bir de insan teni teri nefesi… Mahallî kıyafetleriyle bezeli esmer yüzlerin tantanasına karşın, sıkılgan bir çocuk gibi, öylesine konu mankeni edasıyla kös kös oturuyorum yerimde. Gözlerimde tütüyorsun. Bisiklet yaka gömleğim, tenimin en ücra sinirlerine nüfuz etmişçesine yapış yapış. Gökte güneş, doğurgan ve cömert elleriyle pervasızca yalıyor toprağı. Minibüsün hızıyla senkronize suni rüzgarcıklara misafir ediyorum ıslak cildimi.”
“İlk gelişimde uzaktan derli toplu görmek nasip olmuştu. Sarmal yumaklar gibi dizilmiş mahalleleri. Kenar mahallelerde, arka sokaklarda hayatın çirkef cümbüşü. Zadeganları toprak sahipleri, banka müdavimleri. Düşünürken taşınıyorum biteviye. Ev sahibim kasketli takma altın dişli. Gömlek üstü yelek, ceket üzeri palto sırtında. Pusuya yatıp görüş mesafesine giren ceylanı keskin pençeleri ile kıskıvrak yakalayan kaplan gibi sırf ve salt kira zamanları çıkıyor karşıma. Baş ve işaret parmaklarını sulusepken tükürüğe boğarak, seri numaralı banknotları sayarken yumuşuyor çehresi. Bir tas çorba ile ödüyor havalesini.”
“Burayı gerçekten sevmeye başlıyorum. Ne bileyim belki de gurbet duygumu yele veriyorum. Sabahları horoz, tavuk, kuş sesleriyle uyanmak yitirdiğim bir güzelliği tekrar anımsatıyor sanki bana. Tarifi imkansız, edimi metazorisevinç kaynağımdan -hayatı; yine, yeniden keşfetmek adına- bir şeyler fışkırıyor. Akıp gidiyor yüreğim ardından. Doru taylar gibi seğirtiyor. Basık, ağır bir hava var dışarıda. Kahvaltıyı bahçeye kuruyorum. Açık mekanlarda yemek kültürünün ayıplandığını biliyorum.”
Mukadder Uçar Beyoğlu – Araf
“Tahmin edebiliyordum, tabiri caizse, her kafadan bir ses çıkacaktı. Kalabalık bir karikatürdeki konuşma baloncukları gibi-hangisinin kime ait olduğu belirsiz ve önemsenmeyen- sözler, havada uçuşup duracak; kimi düşünce aşamasında kalacak kimi en az iki kişinin bir araya geldiği anda ortada dolanmaya başlayan, yine tabiri caizse, geyik muhabbetinden öteye geçmeyecekti. (Oysa onlar, toplumsal ya da kişisel ahlâk ile bazı değerlerimizi hatta insanlığı ve dünyayı böylelikle kurtarıyor sanacaklar; şişmesinden korktukları dillerini ve ruhlarını tatmin edeceklerdi. Aynı zamanda “var”lıklarını bu yolla duyumsatmış olacaklardı kendi kendilerine.)”
“Elimde bir sopayla toprağı eşeleyip duruyordum. Bir arayış içinde değildim artık. Oyalanıyordum. Ben eşeledikçe altından parlak çakıl taşları çıkıyordu. Bu yansıma aslında kafama taktıklarımın düşündüğümden çok farklı olduğunu kanıtlıyordu. Olumsuz düşündüğüm birçok konu tam tersine evriliyordu belki de.”
“Bu şehre bahar böyle geliyordu demek. Bazen berrak bir maviye bürünmüş gökyüzüne uzanan pembe çiçekli sakuraların, bazen çimlerin üzerinde yeşili son gücüyle örtüp bastırmak isteyen karlarla kaplı yaramaz, ince bir örtünün, bazen de yağmurun hız kesmeden ve hiç dinmeyecekmiş gibi yağarken şeffaflığın ardında gizlediği renklerin keskin ama zengin çizgileriyle…”
Azimenur Ayaz – Anı Çiçeği
“Gitme zamanı gelmişti. Uzun zamandır oturuyorduk. Vaktin ne kadar geçtiğini ancak buraya geldiğimiz saatin şu anki saate mesafesinden anlayabiliyordum. Çünkü burada oturduğumuz süre bana hiç uzun gelmemiş oldukça hızlı geçmişti. Zaten şu zaman denilen kavram göreceli bir şey değil midir? Vakit geçsin istemezsin ama saatler olağandışı hızıyla birbirinin omuzuna biner ve giderler. Ya da vakit geçsin istersin ama bir türlü geçmek bilmez. Ağır çekime alır kendini, bir saniye beş saniye oluverir. Dünyanın saati benim saatime göre işleseydi keşke diyorum bazen. O zaman dünya ben olurdum her şey benim etrafımda dönerdi, sonucuna ulaşıp bu deyişlerimden vazgeçiyorum hemen. Dünya olmak istemezdim. Yok böyle iyi; ama zor, ama farklı, ama değişik. Olsun, herkese neyse bana da o sonuçta. Sıradanlığın böylesi güzeldir.”
“Yol boyunca bana anlattığı olaylara niye, neden, niçin sorularını yönelterek muhabbeti döndürmeye çalıştım. Çünkü beynim bu sorulardan uzaklaşamıyordu. Bir ara sessizlik oldu. Bakışları yüzümdeydi, gözlerinin sıcaklığı gönlüme akıyordu. Neden, dedi? Nedene neden diyemezdim, sustum. Neden böyle durgunsun? Kelimelerin fakirleşmiş yüzün renksizleşmiş. Neler oluyor? Hic, olan bir şey yok demek istedim. Ama diyemezdim, fark edilmiştim bir kere makul bir sebep ortaya atmadan sıyrılamazdım bu konuşmanın içerisinden. Bütün anlaşılmama korkularıma rağmen konuşmalıydım, en azından denemeliydim. Zamana, inanca ve sevgiye ihanet etmemeliydim. Tamam, anlatacağım ama sözüm bitene kadar kesmeyeceksin beni, dedim. Tamam, dedi.”
Yediiklim’den Şiirler
açtım penceremi bir garip duygu
dolduruverdi kulağımı uzaklardan sesin
bakan kim bu sabah gökyüzüne
bulutu asili kalmış hüzünlü bir gül
kapattım penceremi çekildim içime
bütün renklere boyadım düşleri
bir vehmi haber veriyor saatler
her şey parça parça her şey bütün
Arif Ay
Kendine bir iyilik ısmarla
Diyecektim ama öyle her yerde
Bulunmuyor ki mübarek
O kadar mutena o kadar nazenin.
Bir şey var ki hakikaten bir zahmet
Buluncaya kadar aramak icap edecek
Tabii esasında yorucu olmalı
Böyle bi perva halisane arayış ile
Çıkıp çarşıya pazara
Aktara sarrafa
İnce işler kıraathanesine
Sormak icap edecek.
Nurettin Durman
Merhaba ey ışık, gel ki karanlıklarım bitsin
bir yangından arta kaldım yeşermez içimdeki tohum
kapkara yüzümle senden merhamet bekliyorum
gözyaşlarımı biriktirdim, kapına bırakıyorum
kara elbiselerle değil beyazlar içinde gel
yüzünü dön ki aydınlansın kapkara yüzüm
anam babam sahibim efendim
bir kelimeden mucizeler yaratan sevgilim
ey hükmeden kâinata sözlerle
sözleri seçilen sözler içinde
bir parmakla belini kıran ayın
bana bir kelime bağışla
on sekiz bin alem dirilsin bende
sen ahmed ü mahmûd ü muhammedsin efendim
ancak senin adınla şereflenir şiirim
Mehmet Özger
Ey içimdeki alev sesi, hayal köprüleri
Akrep ve yelkovanın cenk meydanı
Çalınan dikkatim ve gitme kal
Sensiz bir çığlık olur bedenim.
Hatıralar evreni, duvar fesleğeni ve beton
Demirden bir yorgunluğa sakladım sizi
Kutsadığım günahlar ve şimdiden
Bir leke olarak soldu yüreğim.
Sulhi Ceylan
Bütün izler ele veriyor meteoru
Suyun aktığı taraf mesela
Asteroitlerindüştüğü nokta
Bütün renklerin koyulaştığı ve bütün akşamların birleştiği kesit
Ölçüm yaptığımız bir bina
Çaprazından bakınca mimari bir hata, gözümüze
Ardından baktığımızda şehre yapılan bir kötülük
Hiç de fena değil ama yüksekliği, kat kat çıktığımızda mesela
Döner bir merdiven, birkaç basamaktan sonra duyduğumuz zil sesi
İyilik diye çoğu zaman kapıyı tuttuğumuz bir akşam
Can eğrisinde sola çapraşık bir eğilim
Herkes düşmandan yana oysa sınırı geçmek için
Ya da bir kahraman altında kalmış ama savaşmayı bırakmayan
Olsun, belki iyiler ölmez
Aykağan Yüce
bir kuş demirliyor pencereme
bir begonya kadar sabrım kalmadı
bana türkçe bir kelime söyleyin mesela allahuekber
duyabileceğim bir şey saplanıp kalsın kalbime
kentin öbür ucundan bir adam
koşarak geldiğinde
hemen şurada
Allah ve devlet üzerine yazılmış bir şiirde
M. Ali Özdoğan
Lahitlere koyuyorum sırrımı
Dirildiğinde eşyasız kalacak
Dirildiğinde cevapları
Kendinde bulacak
Soyut heykellerle yonttum
Sırrıma örtü olacak mezarları
İki denizin karışmadığı yerde
Orada kültive ve bağışlanma diler
En dipte ölülerle yatan küheylan
Nağralar atacak sızdıkça sızlatana
De ki şimdi hangi lahitlere sağır
De ki heyulalar çökse başına
İçinde kaynadıkça bu sır
Kaynağa uzanır
Merve Nur Çokol