Cins, Mayıs 2024
Güncel meseleler içinde kaybolan bir yanımız var. Gündem boğuyor denilen türden bir hengâme bu. Gerçek gündemi gizleme çalışmaları da denebilir buna. Cins dergisi işte tam da buna vurgu yapıyor her sayı. Artık alıştık, yapılan hiçbir şey tesadüfî değil. Hepsinin altında yatan derin anlamlar var. Derginin giriş yazısı da bunlara vurgu yapıyor.
“Eski dünya ile yeni dünyanın görünür en net fotoğraflarından biri de budur: Eskiden tarih ve hakikat yazılırken tahrif edilirdi, içinde bulunduğumuz yeni günde tarih ve hakikat artık bizzat yaşanırken tahrif ediliyor. Yazılması bile beklenmiyor. Sadece aklımızın değil, kalbimizin de karşılaştığı en büyük yıkım bu. Ve kalbini kullan(a)mayan herkesin bakınca, içine çekileceği derin bir kuyu.
Konumuz bu mu peki? Bizi, kendimizle ilgilenmekten alıkoyan bir dünyanın akışı içinde olduğumuz gerçeği konumuz mu peki? Konu bu iken başka ne konumuz olabilir? Hangi daha soylu uğraşı meslek edinmek insan haysiyetine yaraşır? “Şikâyet edemeyiz. / İşimizden atmıyorlar bizi.” diyordu bir başka Alman.”
Bir Başına Kalmış Erkekler
Erkeğin bir başına kalması kötü. Hele de eşini kaybedince erkekler daha bir yalnızlığa gömülüyor. Kendi deyimleriyle sığamıyorlar hiçbir yere. Kadın öyle mi? Değil elbette. Anneler her yerde kendilerine bir yer bulur, buldukları bir köşede ömürlerini geçirir. İşte bu yüzden zordur erkeğin yalnızlığı.
Tam da bunu yazmış Mustafa Çiftci, “Bizim buralarda erkekler hanımdan evvel ölmek için dua ederler.” diyerek. Babası yalnız kalanlar bu yazıyı daha da içlerinde hissedecektir. Tıpkı benim gibi.
“Merhum babama bir saka kuşu almıştık. Babam, annem ölünce sudan çıkmış balık gibi olduydu. Ben ve kardeşim yanındaydık ama babama, “yalnız erkek kederi” çökmüştü bir kere, artık telafisi imkânsız bir eksikliği yaşayarak belliyordu babam. İşte babama yoldaş olsun diye aldığımız saka çok sürmedi hastalandı. Ve bir sabah tümden sustu. Bence evin ıssızlığına dayanamadı. Kuşlar insan hissiyatına atlar kadar yakındır. Atlar da sahibinin her hâlini sezer ya. Kuşlar da öyledir. Saka babamın kederini taşıyamadı.”
“Bizim buralarda erkekler hanımdan evvel ölmek için dua ederler. Babamızın hâlini görünce sebebini öyle iyi anladık ki. Şimdi “senden evvel ölem” türküsünü dinledikçe babam geliyor aklıma ve bir başına kalmış erkeklere bir kere daha merhametim kabarıyor.”
MedeniyetimizKitapMedeniyetidir
Ayaklı kütüphane denir onun için daha çok. İstanbul’un hafızası diyenler de var. Ben bunlara “hemşerim” gibi içten bir sıfatı da ekliyorum. Dursun Gürlek’le bir söyleşi gerçekleştirmiş Sueda Nur Çokadar. Elbette konumuz kitap, İstanbul ve medeniyet. Tüm bunlara vesile olansa fetih ayında olmamız.
“İstanbul deyince aklımıza Fatih Sultan Mehmed Han, Fatih Sultan Mehmed Han deyince de aklımıza İstanbul geliyor. Şu anda sizinle bu röportajı bile Fatih sayesinde yapıyoruz. Kendisinden önceki hükümdarlar gibi Fatih Sultan Mehmed de İstanbul’u alamasaydı, biz bu tarihi binada İstanbul’un ortasında, Beyazıt İstanbul’un ortasıdır, bir araya gelemeyecektik. Burası Beyazıt Devlet Kütüphanesi binası. Şimdi hem Fatih Sultan Mehmed’in hem de oğlu Bayezid-i Veli’nin manevi huzurunda bulunuyoruz. İslâm medeniyeti elbette ki aynı zamanda bir kitap medeniyetidir.”
“Beyazıt Meydanı’nda kurulan ilk sarayda olduğu gibi Topkapı Sarayı’nda da Fatih’in şahsına ait bir kütüphanesi vardı. Ve bu kütüphane çok kıymetli eserlerle dolu vaziyetteydi. Çünkü Fatih gece gündüz okuyan, bu kütüphanede hocalarıyla, devrin büyük âlimleriyle sohbet etmekten hoşlanan bir hükümdardı.”
“Ayasofya medreseleri, Zeyrek medreseleri, Sahn-ı Seman medreseleri, Ayrıca sadrazamların, vezirlerin konaklarında, yalılarında yapılan sohbetler ecdadımızın kitaba, kütüphaneye ne kadar düşkün olduğunu gösteriyor. Mesela İstanbul’da bir hayli vakıf kütüphanesi de vardı. Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi, Atıf Efendi Kütüphanesi gibi onlarcası var. Bunlar ecdadımızın milletin çocukları okusun, ilim irfan sahibi olsun diye kurdukları tarihi ilim hazineleridir ki o bakımdan İstanbul kütüphane zengini bir şehirdir dersek kültürel bir gerçeği dile getirmiş oluruz.”
Avrupa’nın İsrail Sorunu ve Filistin’e Desteği
Mehmet Rakipoğlu, “Bölünmüşlük ve Değersizlik Arasında Avrupa’nın İsrail Sorunu ve Filistin’e Desteği” yazısında birçok Avrupa ülkesinin Filistin’i desteklemesinin altındaki gerçekleri anlatmış.
“İrlanda, İspanya, Malta ve Slovenya gibi ülkelerin Filistin’i desteklemeleri birçok neden dayanmaktadır. Bunların başında İsrail’in Filistin işgali ve Gazze’deki soykırımı gelmektedir. Mezkûr ülkeler, İsrail’in Batı Şeria’daki işgal ve yerleşimci politikalarının uluslararası hukuka aykırı olduğunu, Batılı değerleri ve normları hiçe saydığını düşünmektedir. Benzer şekilde İsrail’in Gazze’de yarısından çoğu çocuk ve kadın olmakla beraber yaklaşık 40.000 sivili öldürmesinden ötürü Filistin’i tanıma kararı almıştır. Buna göre Filistin’in devlet olarak tanınması, İsrail’in işgal, yerleşimci terörü ve soykırım politikalarını durdurabileceği, savaş suçlularının yargılanabileceği ve Filistinlilerin haklarını geri kazanabileceği düşünülmektedir.”
“İsrail’in Filistin’deki devam eden soykırımı, Avrupa’da İsrail’i destekleyen ülkelerle Filistin’in yanında duran ülkeler arasındaki politik bölünmeyi artırmaktadır. İspanya, İrlanda, Malta ve Slovenya gibi ülkelerin İsrail’e karşı farklı bir tutum sergileyerek Filistin’e destek vermesi, bu bölünmeyi derinleştirmektedir. Bu bölünmüşlük içerisinde tarihsel, kültürel ve insan haklarına saygı gibi birçok faktörden ötürü Malta, Slovenya, İspanya ve İrlanda Filistin’i desteklemeye devam etmektedir.”
Zirveden Sıradanlığa: Manchester United’in Serüveni
Artık şu bir gerçek ki futbol hayatın merkezinde yer alıyor. Hem de dünyanın ger yerinde. Futbola uzak olduğu bilenen Amerika bile ilgiyi artırmak için Messi gibi isimleri ülkesine transfer ediyor. Bilinenin aksine; “Futbol asla sadece futboldur.” diyor yazısında Yusuf Bahadır Keskin. Manchester Unitedvar yazısının merkezinde.
“Dünya futbolunda çok sayıda kulüp var fakat aralarında öyleleri var ki tarihleriyle, sportif başarılarıyla, bütçeleriyle ve taraftarlarıyla öne çıkıyor. Bazıları da var ki bu kriterlerin tamamında dünyanın zirvesinde yer alıyor. İşte İngilizlerin “Kırmızı Şeytanlar” diye bildikleri Manchester United bunlardan bir tanesi.”
“1999 senesinde Kırmızı Şeytanlar üçleme yapıp Şampiyonlar Ligi, Premier Lig ve Federasyon Kupası’nı kazanınca AlexFerguson’a Kraliçe tarafından “Sir” unvanı verilmişti. Bugün dahi OldTrafford Stadyumu tribünlerinden birisi onun adıyla anılmaktadır. Onun emekli olduğu sezon United CEO’su David Gill de görevi bırakmış ve çöküş başlamıştı.”
“Gelinen noktada bir dünya devi herkesin gözünün önünde eriyor. Manchester kenti artık “mavi” oluyor. Kırmızı Şeytanlar ise ne zaman biteceği belirsiz bir azapta kahrolmaya devam ediyor.”
Nevzat Onmuş ile Söyleşi
Nevzat Onmuş ile tanışıklığımız 90lı yıllara kadar uzanır. Samsun’a yolumuz düşünce ilk uğrak yerlerimizden biriydi Cibran Cafe. Daha sonra İstanbul’a gidip antik-acıları biriktirmeye başladı her zamanki sağlam duruşuyla. “Ben devrimciyim.” dediğinde kimse çıkıp da “Hadi oradan!” diyemez onun için. Bilirler onun en devrimci yanını. Sueda Nur Çokadar’ın sorularını cevaplamış Onmuş. Esaslı cümlelerle de durduğu yeri sağlamlaştırıyor her daim. Var olsun.
“Devrimciyim. Devrime inanıyorum. Ama öyle ideolojik ağır kuramsal karmaşık kaotik süslü püslü cümlelerle anlatılan ve anlaşılan bir devrimcilik değil bu. Kalbi olan vicdanı olan şeylerle anlatılabilen ve anlaşılabilen bir devrimcilik. Hakan Albayrak’ın “Bir gün var ya, şu Mağripli çocuklar bir gün yakacaklar Paris’i’’ dediği türden.”
“Öğretmenliğin yanında dostlarla oturalım diye bir kafe açmıştım. CibranCafe. Efsane bir yerdi. Camında “Gariplere çorba ikram edilir.” yazardı. Garipler için çorba çıkardı mekânda. Rahmetli Tarık Abi elinde elektronik gitar, sırtında derviş ceketi, ceketin iç cep kısmına dikilmiş şeyhinin fotoğrafı… Elvis okurdu, Bob Marley, Cat Stevens, Akkuş’un Gürgenleri, Medine’ye Varamadım, Şol Cennetin Irmakları… Her kesim için bir nefes alma durağıydı Cibran. Diğer adı “Rahatsızlar Evi’’ ydi. Salih Zengin; “Rahatsızlar Evi Cibran” başlıklı bir yazı yazmıştı.”
“Bizim Gazze konusundaki hassasiyetimiz daha önce de bahsettiğim gibi, yeni değil. 2000’li yılların başında yine İsrail Gazze’ye saldırmış ve büyük bir yıkım olmuştu. Türkiye’de büyük yardım organizasyonları düzenleniyordu. Samsun’daydım, müflis zamanlarımdı. Yardım için verebileceğim tek şey bir Vosvos arabaydı. Organizasyonu yapan arkadaşlara: “En çok bağışı yapan kişi ya da kuruma bunu hediye edin.” demiştim. Ettiler de. Daha sonra o arabayı bana tekrar hediye ettiler.”
Din Derdi
Dindar olmakla dindar görünmek arasında büyük fark var. Savaş Ş. Barkçin’in deyimiyle böyleleri Doğan görünümlü Şahin gibi. Kırık dökük bilgiyle dini ders olmaktan çıkarıp da başımıza dert edenler bunlar. Son zamanlarda dinden konuşmak moda oldu ama ne yazık ki bilip bilmeyen herkesin at oynattığı bir hoyratlığa da şahit oluyoruz. Derdimiz büyük anlayacağınız.
“Son zamanlarda azıcık okuyan, son kırk yıldır da az çok Batılı dillerden birini öğrenen dindarların bir kısmındaki aşağılık kompleksi Kemalistlerin sahip olduğu kadar, hatta onlardan bile çok… Ben bunlara dindar görünümlü şaşkınlar diyorum. Eskiden Doğan görünümlü Şahin arabaları vardı ya. Bazı insanlar Şahin arabalarına, daha pahalı bir marka olan Doğan marka araba havası vermek için onun ön panjurunu ve arka stop lambalarını Doğan’ınkiler ile değiştirirlerdi. Dindar görünümlü şaşkınlar da böyle. Dindar görünüyorlar, dinden bahsediyorlar ama ne düşüncelerinin, ne kavramlarının, ne yaşayışlarının, ne de tercihlerinin İslâm ile ilgisi yok.”
“Bu sürecin doğal sonucu zaten deizmdir. Çünkü bütün bu sapkınlık zinciri şunu ima eder: Tanrı vardır ama bir din olarak İslâm’ın her bir temeli ya zayıftır, ya özürlüdür, ya başkalarından alınmadır ya da uydurmadır. Dinin temelleri böyle tek tek kesinlikten uzaklaştırılınca, din namına bir tek Tanrı inancı kalır. Din her bir bireyin kafasına göre anladığı ve uyguladığı şey hâline gelir. Yani kafa dini olur.”
Otel Odası Ölümleri: Şöhretin Sonuna Dair
Otel odası ve ölüm dendiğinde aklıma arabesk damarım olduğu için hemen; Azer Bülbül, Devran Çağlar, Cavit Karabey gelir. Üç şöhret ismin de ölümleri otel odasında oldu. Elbette bu bir rastlantı değildi. Şöhretin bedeli ya da biten şöhretin ruha yansıyan işkencesi de denebilir buna. Sertaç Timur Demir, otel odasında son bulan şöhreti yazmış.
“Ekranlarda ne zaman şöhretli birinin vefat haberine rastlasam; yaşamın ne denli kırılgan, ölümün ne kadar kuşatıcı olduğuna dair inancım artar. Hele bir de dehşet verici el çabukluğuyla tüketilmesi yok mudur bu haberlerin! Daha dün onca yüceltilmiş, taklit edilmiş, öykündürülmüş birinin şimdi böylesine ansızın gözden ve gündemden düştüğünü görmek, insanın “demek ölsem, en iyi ihtimalle bu kadar yâd edileceğim” demesine neden olur. Ateşin düştüğü yeri bile yakmadığı bir çağ bizimkisi. Bu ahde vefasızlık, bu aksisedasızlık hâli, başarı ve mutluluğa perestiş modern kültürün zihnimde imal ettiği dünyevi emellerin ne denli beyhude, yaşamın sırrını maddelerle izaha kalkan teşebbüslerin ne kadar abes ve hakikat iddiasındaki çoğu cedelleşmenin nasıl da fasarya olduğunu en yüksek perdeden haykırır.”
“Şöhretlinin otel odasında biten ve belki de hiçbir zaman kendisine ait olmamış trajik meta-yaşamı, üzerinden çıkarılan eşyaların, aksesuarların veya notların bir gün müzayedede satılmasıyla tamamen buharlaşırken; son saniyelerini herkese muamma bir acı ve nedametle geçirdiği o oda, “falancanın öldüğü otel” olarak pazarlanmaya başlar. Hayat da hepimiz için böyledir işte.”
Kopmalar, Ölmeler ve Gitmeler Üzerine
Gökhan Ergür, Kopmalar, Ölmeler ve Gitmeler Üzerine yazmış. Hepsi de insandan yana hepsi de derin bir yara gibi.
“Yüksekçe bir tepeden sonsuzluğa uzayıp giden uçurumu izliyorum. Soğuk ciğerlerime yapıştı, gün yavaş yavaş eriyor ve dünyanın karanlığı içimize çöküyor. Başımı biraz daha uzatıyorum uçuruma doğru, ayaklarım eskisi gibi kuvvetli ve dikkatli basmıyor yere.”
Gidende kalan parçamızın yokluğu bizi çok acıtır çünkü o parça insanlara kolay kolay göstermediğimiz, üzerine titrediğimiz, bizim bile bazen varlığından haberdar olmadığımız, tüm ümitlerin tükendiği ve her şeyin bitti denildiği anda ortaya çıkan, açan mis kokulu nadide bir çiçektir. Ve bu çiçeği hiç düşünmeden, gülümseyerek ona uzatırız, bizim için paha biçilemez olan o çiçek, onun bahçesini de güzelleştirsin, şenlendirsin isteriz. Ama işler her zaman beklediğimiz gibi gitmez, dünyanın ve insanın oyunu hiç bitmez. O gider, çiçek gider, bağ bozulur, bahçe bozulur, kalan çiçeklerimiz solar, içimiz talan olur. Bir de şu vardı: “Mihnetine yetirdiğim gülleri / Varıp gittin bir soysuza yoldurdun”.
Hece’de Günümüz Kumuk Şiiri Dosyası
Hece dergisi Türk dünyasının günümüz edebiyatını tanıtma konusunda çok önemli çalışmalara imza atıyor. Tarihsel süreçte az çok bilgimiz olan Türk dünyası edebiyatını böylelikle günümüzde de takip etmiş oluyoruz. 329. sayıda Günümüz Kumuk Şiiri Dosyası ile çıktı Hece. Bırakın edebiyatını Kumuk adını bile ilk defa duyanların olacağı aşikârdır. Bu çalışmaları ile dergi, edebiyatları ve gönülleri de birleştirmiş oluyor. Dosyayı Hazırlayan: Ağarahim Soltanmuratov, Çeviren: Tevfik Zengin.
Tevfik Zengin’in Kumuk’u anlattığı Giriş yazısı ile başlıyor dosya. “Kumuklar Kafkasya’da Azerbaycan Türklerinden sonra en kalabalık, Kuzey Kafkasya’daki en çok nüfusa sahip Türk halkıdır.” cümlesi ile Kumuklar hakkında detaylı bilgilere ulaşıyoruz. Dosyada günümüz edebiyatının şairlerini şiirleri eşliğinde tanıyoruz.
Dosyadan paylaşımlar yapacağım.
Abdulvahap Süleymanov
“Şair, hikâye ve drama yazarı, mütercim olan Abdulvahap Süleymanov Rusya Federasyonu Dağıstan Cumhuriyeti, Hasavyurt ilinin Yahsay köyünde doğmuştur. Derbent şehrinde pedagoji lisesinde okumuştur. Hasavyurt’ta öğretmenlik yapmış ve bölge gazetelerinde çalışmıştır. 1946’dan 1949 yılına kadar Dağıstan’ın yazarlar kurumunda başkanlık, sonraki yıllarda ise Kumuk dilinde çıkarılan Cumhuriyet gazetesinin redaktörü ve Kumuk tiyatrosunun yöneticisi olarak çalışmıştır.”
Bilmece sorduğunda, çocukken komşumuz,
Korkmuştum bir yılandan, bir de devden…
O çocukluktaydı, şimdi her yer tertemiz
Canım gidiyor benim korkup her birinden.
Akay Akayev
“Akay Akayev Rusya Federasyonu’nun Dağıstan Cumhuriyeti Buynakski ili Kapçuğay köyünde doğmuştur. Dağıstan Devlet Üniversi Filoloji Fakültesinden mezun olmuştur. Ağaçavul köyünde sekiz yıllık okulun müdürü, Boynakski bölge gazetesinin sorumlu müdürü, Kumuk dilinde çocuklar için çıkarılan Karçığa dergisinin redaktörü olarak çalışmıştır.”
Ata yurt. O – unutulacak!
Olacak şey mi?
Unutulup, sonra akla gelip
Hatırlanacak şey mi?
O ayrılığa arka vermek de
Olacak şey mi?
Onsuz yaşam tat ile
Dolacak şey mi?
Mahammat-Nabi Halilov
“M.-N. Halilov’u Kumuklu okuyucular, yazar ve gazeteci olarak tanıyorlar. Onun ilk eserleri Cumhuriyet gazetesinde 1950 yıllından itibaren çıkmaya başlamıştır. Yazar edebiyatın nazım ve nesir alanlarında eşit oranda çalışmıştır. Bugüne kadar o Kumuk ve Rus dillerinde yayımlanan10’dan fazla kitabın yazarıdır.”
Kumuk kadın, yine erkenden yakmış
Ocağının sen, ateşisin, alevisin.
Kalın sis sardığı zaman, karanlık geceyi
Güneşten önce, gönlün ile açarsın.
Şeyit-Hanım Alişeva
“Ş. H. Alişeva’nın ilk şiirleri 1961 yılda Cumhuriyet gazeteleri ve dergilerinde çıkmaya başlamıştır. Şairin Avucun Sıcaklığı isimli ilk şiir kitabı 1975 yılında çıkmıştır. Sonraki yıllarda Kumuk, Türkiye Türkçesi ve Rus dillerinde yirmiye yakın kitabı basılmıştır. Ş.-H. Alişeva’nın yaratıcılığında âşıklık ve yurtseverlik duyguları önemli yer tutmaktadır.”
Özgürce şarkılarımızı söylüyoruz,
Asırlardır asilleri kucaklayıp.
Âlemi dikkate alıp sırlar açıyoruz
Kıpçaklarız, Kıpçaklar!
NuryanaArslanova
“NuryanaArslanova (İdrisova) Rusya Federasyonu’nun Dağıstan Cumhuriyeti, Boynaks Bölgesi Töben (Aşağı) Kazaniş köyünde doğmuştur. Ata yurdundaki orta okulu okuduktan sonra, Dağıstan Devlet Üniversitesi, Filoloji Fakültesinin Rusya-Dağıstan bölümünden mezun olmuştur. Ata yurdundaki orta okulda ders vermiş ve Halkın Sesi isimli Boynaks Bölgesi gazetesinde muhabirlik yapmıştır. Şimdi Mahaçkala şehri girişindeki Lelinkent köyünde Kumuk dili ve edebiyatı dersleri vermektedir.”
“Bu gece ben yola çıkıyorum arşlara,
Uzaklardan ocağıma dönüyorum diye,
Eve dönüyorum yoldaşlara, çocuklarıma
Nasıl güçlü özlediğimi söyleyeceğim diye”
Bir Masal Aşkı
Âtıf Bedir’in masalı devam ediyor. Artık büyük bir heyecanla masalın devamını beklemeye başladık. İlk bölümünü sınıfta okumuştum. Artık öğrenciler de sürekli yeni bölüm geldi mi diye sormaya başladılar. İşte bu çok güzel. Çünkü masala hepimizin çok ihtiyacı var.
Yıldızların Altındaki Ev
“Yıldızların altında yalnız ve sıradan bir ev vardı. Gözlerinizi ne yana çevirseniz göreceğiniz diğer tüm evler gibiydi sıradanlığı. Bu evi diğer evlerden ayıran hiçbir özellik de yoktu üstelik. Tek farkı, sanki yeryüzündeki tüm diğer evlerden daha yıldızların altındaydı ve daha eskiydi. Ama bu da bakana göre değişirdi. Belki de yeryüzündeki tüm evlerden daha yıldızlara uzaktı ve ıssızdı kim bilir. Kimileri için evin eski olması ve diğer evlere göre daha yıldızların altında olmasının hiçbir anlamı yoktu.”
“Artık bu evde doğacak her çocuk için hayatları boyunca düşsel sığınak olacak yapı inşa edilmiştir. O evi yaptıran ve ilk oturacak kişiler için sığınak olan ev orası değildir. Onlar için orası ancak bir yuvadır. Onların düşsel sığınakları doğdukları evdir.”
Mevlid şerbeti
“Öğle namazından sonra köyün tüm kadınları birer ikişer evlerinden çıkarak başlarına aldıkları beyaz tülbentleriyle taş eve doğru âdeta süzülür gibi gitmektedir. Beş yaşlarında bir kız çocuğu elinde bir tütsülük ile evin tüm odalarını dolaşırken arkasında kadim zamanlardan kalan esrik bir koku bırakmaktadır. Odaları dolduran kadınlar huşu içinde, ince ve hüzünlü bir ses tarafından okunan Mevlid’i dinlemektedir. Odalara sığmayanlar ise koridora ve verandaya serilen kilimlerin üzerinde oturmuş âlemlerin övüncü Muhammed Mustafa’nın doğduğu geceyi düşünmektedirler. Herkes derin bir tevekkül içerisinde, ahenkli bir sesle okunan sözleri kutsal bir metnin içinden çıkıp gelmiş gibi yarı kapalı gözlerle, başlar hafif öne eğilmiş, eller dizlerin üzerinde dinlemekteler.”
Yaratıcı Yazarlık
Bir moda gibi yayılıyor yaratıcı yazarlık akımı. Kurslar, seminerler, atölyeler ve daha fazlası yeni yazarlar yetiştirmek için birbirleriyle yarışıyor. Bu mümkün mü? Düşünmek gerek. Cevabı Mehmet Solak veriyor. Öncelikle “yaratıcı” kavramının üzerinde duruyor. Ortaya koyduğu açıklamalar oldukça isabetli. Yani bu kavramdan çok da korkmaya gerek yok.
“Her yazarlık türü olmasa da yaratıcı yazarlık, usta öğreticiler aracılığıyla öğrenilebilecek bir nitelik değildir. Hele bir de usta öğreticiliğe soyunmuş kişinin öğreticilik diploması veya titri ötesinde, niteliği edebiyat kamusu yahut zaman tarafından tescil edilmiş ürünleri yoksa… Gelin, ayıklayın pirincin taşını şimdi!..”
“Yazma edimi ve yazı olgusu üzerinden kotarılan işgüzarlıklara bir son verilmeli artık. Yazan, kendi farkındalığı dolayımında öz yordamını bulacak ve yaza yaza bizzat kendisi yol alacaktır. Üstelik bu yol, kendi yolu olacaktır. Ayrıca, yol alışında doğaçlama eklemlendiği ustaları da olacaktır elbette. Kendilerinden özgünlük ve yaratıcılık nüansları öğrendiği ustaları… Usta öğreticiler değil ama.”
Geçmişten Gelen Ata Çelebi
İbrahim Demirci, Ata Çelebi ile tanıştırıyor bizi. Bir de şiirini paylaşıyor.
“Öğretmenlik ve müteahhitlik yapan, muhalif kimliğinden ötürü defalarca yargılanıp tutuklanan ve1946 yılında vefat eden Ata Çelebi’nin Mersin’de yayımladığı tek yaprak, mütevazı Doğru Öz gazetesinin 28 Eylül 1338 (1922) tarihli 55. sayısının 2. sayfasından “Elif ” (ا (imzalı bir taşlamayı Hece okurlarıyla paylaşmak istedim:”
Zengin
Bak şanlı bayrağı başına astım,
Rabbin kitabına elimi bastım.
Sizi vatan için kavurdum kastım.
Billâhi doğru bu, vallahi doğru!
Düşüncem sizsiniz, yalan değildir
Som sırma “eğer” bu palan değildir
İnanın sözüme pilân değildir
Vallahi doğrudur tallahi doğru!
Ateşin Evi: Ocak Ve Soba
Yine Tuba Dere ile fotoğrafını gördüğümüzde iç geçirdiğimiz eşyaların kalbine dokunuyoruz. Ocak ve Soba. Şehir hayatında olmasa da köylerde ocağa ve sobaya rastlamak mümkün. Her şeyin bir güzelliği var. Dere, bize bu güzellikleri yaşatmaya devam ediyor.
“Çay tiryakisi oluşumun sebebi çocukken bağda içtiğimiz çayların lezzetidir. Akşamüstü güneş tepelerin ardına çekilmeye, avare bir rüzgâr dalların arasında gezinmeye başladığında dağdan gelen kaynak suyuyla dolu çaydanlık, maltızın üstüne tahta oturan sultan gibi kurulur, sonrasında ince belli çay bardakları berraklığına ve tadına paha biçilmez abıhayatla dolardı.”
“Eski evlerde ocak, aşhane denilen mutfaklarda yer aldığında sadece fonksiyonel bir unsurken oda içerisinde ısınma amacıyla kullanıldığında şömine gibi dekoratif bir unsur hâline gelmişti. Genellikle özel bir duvara ya da köşeye konumlandırılmış olan oda içi ocaklar alçı, taş ya da ahşap malzemeden yapılır; külahlı, oymalı, nişli tasarlanır, çinilerle, kalem işleriyle süslenirdi.”
“Soba güzellemesinin baş aktörü elbette ısınma ve pişirme ihtiyacını tek başına karşılayan kuzinedir. Hem işlevsel hem de ekonomik olması sebebiyle zaman, mekân fark etmeden tercih sebebidir ve kullanım alanını hâlâ kaybetmemiştir. Pişirme yönteminden ötürü insanda kendine özgü bir damak zevki geliştiren kuzine, ismiyle anılan müstakil bir tarif listesine bile sahiptir.”
Emre Demir ile Veda Koleksiyoncusu Üzerine
Bilal Can, Emre Demir ile ikinci kitabı Veda Koleksiyoncusu üzerine bir söyleşi yapmış. Demir, benim de şiirlerini severek okuduğum bir şair. Kitabına, şiirine dair soruları cevaplamış şair.
“Kendi sesini bulmak… Şairler şiir serüveni boyunca muhtemelen en çok bunun için uğraş verir. Dediğiniz gibi birçok başkalık alanından beslenen veya bu alanlara maruz kalan şair, şiirine kendi damgasını vurmak adına yerinde sıyrılışlarla bu başkalık alanlarından kaçmayı da dener. Bunu başarabilen şair, şiirde muvaffakiyet elde edecektir/etmiştir.”
“Şiiri bir deniz olarak düşünebiliriz, özgünlük şairin nefesidir ve şair; bu denizde boğulmamak için nefesini ayarlamak zorundadır.”
“Buna bir arayış diyebiliriz, belki de bir buluş yahut modern şiirin getirdiği bir zorunluluk. Çünkü geleneksel şiirimize baktığımız zaman orada mazmunlar, uyak, redif gibi birçok unsur görürüz. Fakat modern şair, bu biçimi hayli bozdu ve bunun yerine anlamı derinleştirme yoluna gitti. Bu sebeplerden ötürü “kendilik bilinci”nin farklı şekillerdeki ifadesi daha çok bir buluş olabilir. Tabii ki mucidi ben değilim bu buluşun.”
“Şiiri düşünme aracı olarak gören şairlerin şiirlerini okuduğunuzda şiirden feragat ettiklerini göreceksiniz. Bu su götürür bir yorum olabilir ama gerek toplumcu gerçekçi anlayışla gerek millî edebiyat anlayışıyla yazılmış şiirlere bakın, şiirin söylem uğruna zarar gördüğünü göreceksiniz. Şiirin yavanlaştırılmasından başka bir şey değildir bu. En azından ben böyle düşünüyorum.”
İnsanın Tanrısallaşma Arayışı
Teknoloji karşısında nereye gidiyor bu insanlık diye sormadan edemiyoruz. İnsanın var oluş mücadelesini Transhümanizm üzerinden ele alıyor Ahmet Melih Karağuz.
“Teknolojinin ilerlemesi, insanın temel güdülerini öldürmek yerine o güdülerini daha güçlü şekilde –ve belki bu kez gerçekleşecek derecede yakın bir şekilde– dile getirmesine olanak tanımasıyla da önemli bir dönüşüm olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle varoluşundan bugüne ölümlü olduğu gerçeğini aşamayan insan, teknoloji aracılığıyla ölümsüzlüğün imkânlarını aramakta, bir sınırlayıcı olarak beden/zaman/mekân üçgeninden çıkışın noktalarını teknolojinin yardımıyla bulacağına inanmakta, teknolojiyi sadece teknik bir dönüşümün ötesinde aynı zamanda insan olmaklığın -yani ölümlü/unutan/eksik olma durumlarını- arızalarını da çözecek bir süper güç olarak görmektedir.”
“Transhümanizm bir yanıyla aslında hümanizm düşüncesini teknoloji yardımıyla yeniden diriltme çabasının bir sonucu olarak kaşımıza çıkıyor. Temelde insanın sınırlıklarını aşmak amacında olsa da aşılacak sınırların nasıl bir insan ortaya çıkartacağına dair tam cevaplar verme noktasında büyük oranda noksan bir düşünce olarak beliriyor. Bu yanıyla elbette sonuçlarıyla ilgilenmesini beklemek safdillik olacağı gibi bu alanın boş bırakılması özünde spekülatif olan düşüncenin mutlak hakikat olarak ele alınmasına sebebiyet vermektedir.”
Bekir Sıddık Soysal Portresi
Mehmet Aycı, “İnce Desenli”diyerek anlatıyor Bekir Sıddık Soysal’ı. Kaleminin maharetini onu tanıyanlar çok iyi bilir. Renklerin hepsini kendine dost bilmiştir. Ondandır ki gönle dokunur çizdiği her hat. Bir hayal dünyasının içinde giriyoruz Soysal’ın dünyasına.
“Bir de şöyle hayal etmiştir: Gençliğinde açtığı ve bir süre işlettiği kitabevinden aldığı tatla, klasik bir Türk evi tasarlayıp inşa ederek kitapçı yapıp, kapılarını, pencerelerini, çatısını, bacasını, dikkatli bakıldığında kitap olacak şekilde yerli yerince çatıp evin duvarlarında boşluk kalmamacasına kitapla doldurarak -tamamı kendi okuduğu, ciltlediği, sayfa kenarlarına çizimler yaptığı kitaplar- hoş bir kütüphane kurup dünyadaki sayılı kitap kurtlarını ayrı ayrı gizlice davet ederek her dilde kitap sohbeti yaptığını, bunu yaparken, kendi oturduğu koltuğun sedir ağacından kendi imali koltuk olduğunu, misafirleriyle karşılıklı çay içtiğini…”
“Renkli ve yazılı olan her şeye ilgisi var.
İnce dokunuşlar insanı.
Bekir Sıddık Soysal bu, ağabeyimiz.
Yüzü Hakkın ebrusu…
Böyle biliriz.”
Bir Tahtelbahirde İnsanın Kısa Tarihini Okumak: Tiamat
İhsan Oktay Anar’ı severim. Tavsiye listemde her zaman ondan kitaplar vardır. Her hali ile yazdıklarıyla örtüşen bir isimdir. Hatta şu da var; ortalarda çok görünmeden de okunur olmanın en somut göstergesi olan bir yazardır Anar. Fatma Ünsal, İhsan Oktay Anar ve Tiamat üzerine yazmış. Yazara dair önemli tespitler var yazıda.
“Puslu Kıtalar Atlası’yla (1995) ilk kez okurlarının karşısına çıkan Uzun İhsan Efendi, 2022 yılında okuruna bir tahtelbahrin içinden seslendi. Edebiyatımızda postmodern anlatının güçlü isimlerinden biri olan Anar, diğer romanlarından kimi yönleriyle ayrılsa da eserini yine tarihsel bir zeminde bina etmiştir. Klasik tarih anlatıcılığını aşan, tarihi bir fon olarak kullanan Anar, bu romanında da bizi şaşırtmaz.”
“Eser yaratılış mitolojilerine göndermeyle başlar. “Soğuk ve karanlık dipler, boş ve anlamsızdır.” Anar’ın diğer kitaplarında olduğu gibi Tiamat’ta da tarih, felsefe, din, mitoloji gibi alanlara göndermeler, bize kitabın zengin altyapısını işaret eder. Hazine dolu bir sandık gibi. Çatışmanın fişeğini batık bir şilebe yiyecek ve ganimet bulma heyecanıyla giden mürettebatın altın kaplama, kapağında birbirini selamlayan melek figürleri bulunan bir sandık bulması ateşler.”
“Absürtlükler arasında koştururken ara ara Tutuklular Çemberi tablosundan bize bakan Van Gogh gibi Anar’la göz göze geliriz. Söz gelimi altın kaplama sandığın içinden çıkan tuhaf canavara baştan beri inanmayız. Karnında bir fırın vardır ve fırını korla beslemektedir.”
Hece’den Şiirler
Asuman oldum ben üşüyen taşları kenara çekince.
Uyudum, uyandım uyuyan safranla.
Deniz dibinde gezinen ırmağımı buldum.
Hatırladım takdir buyrulan kadîm sırrı rüyada.
Dost kaldım kalbime neşter atan cerrahla.
Ki bin bir hevesle seyrettim rutubetini ruhumun.
Ki bin bir meş’ale arasında..
İmrendim hayata sürûr katan seyyarelere.
İmrendim şelâle kemiklerine.
Bulutun hükmüne, uğuruna yağmurun..
Uzayan seyahatlere..
İhsan Deniz
Sarı Traktör*
hâlâ çalışıyor hocam
çok şehirler gördüm ama bir türlü şehirli olamadım
şehirli terbiyeli ve kibirli olamadım
pullukla devrilen toprağın kokusu hâlâ burnumda
her sofrada sol tarafa konsa da
çatalı sağ elimle kullanmaktan vazgeçmedim
hocalarımın çoğunun ismi kalmadı aklımda
Sarı Traktör çalışmasaydı belki sizi de unutabilirdim.
Faruk Uysal
geçsem Osmanlı sokağından şimdi
sadaka taşları selam verir mi
insan sevsin diye var madem eli
hiç uyutmayan şeyleri sevmeli
semai kahvesi, zimem defteri
bilsem sevmek mi güzel, sevilmek mi
rabbim sen sev mütereddit kalbimi
Eyyüp Akyüz
Her şey etiketin yarısı, alabilirsin
gözyaşı alın teri sıcak ekmek kokusu
hazır yiyicileri iyi gurmeleri ne yapmalı
şiire kadar gelip de eli hep boş dönenler…
iki dizenin dert ettiği konuyu bilmese de
el açıp amin diyen herkese teşekkürler
Mustafa Köneçoğlu
sultanım, sen çağırınca aşka gelir, en yorgun âşık
adaleteömer, zafere halid, imana hamza
sesin şaşkınlığa uğratır tüm yolcuları
duyunca seni taş kesilir antik yunan
Sayhun nebileri girer
kehanet kuraklarından gül bahçesine
Emre Demir
Ben onu bir simitçi tezgâhında gördüm susamlara selam verirken
Yapayalnız bir taşın başında oturup ağlarken gördüm
Gözleri bir misket gibi parlayan çocuklara özlemle bakarken
Bayrağa sarılmış tabutlara kaya gibi yüreğini dayamış
Dilinde aklını sele vermiş erenlerden çaldığı bir Mekke ilahisi
Garipcan Türkiye’dir: doyunca ya rabbi şükür, daralınca Allah kerim!
Ahmet Edip Başaran
yüzün bitti
ve kaldığı yerden devam etmiyor hüzün
kudretin karasından kimyanın siyahına
düşüp tel tel üşümüşsün
bir yüze kök salmadı göz bebeklerin
parmak raylarında
kaç trene makas atıp durdu ellerin
Aziz Kağan Güneş
Ferman ve Hüküm:
Nefesini tutan kalbin boğulma anında yaşayacaksın
Her şeye rağmen
İnlemeden geçeceksin bu kapıdan
Şükür, aldanmış benliğin sahte dilinde değildir
Aşka dair köpükler sönünce
Muhabbetin durgun gölüne
Suyu incitmeden ineceksin
Mehmet Yılmaz
Şehir Kültür, Sayı:118
118. sayısı ile karşımızda Şehir ve Kültür dergisi. Derginin kapağında Galata Köprüsü var. Yazısını da Kâmil Uğurlu yazmış. Köprünün yapıldığı zamandan günümüze kadar yaşadığı değişimler, kazalar, bakımlar gibi tüm ayrıntıya yer veriyor Uğurlu.
“Karaköy-Eminönü arasına o güne kadar yapılanların en gelişmişi Sultan Abdülmecidin annesi Bezmialem Valide Sultan’ın himmeti ve ödemesiyle inşaa edilen köprü oldu ve 1845’te açıldı. Büyük merasim yapıldı. Açılışa katılanlara hediyeler sunuldu.”
“O güne kadar yapılanların en uzun ömürlüsü de bu köprü oldu. Bir kısım insanların dilinde adı Mecidiye köprüsüydü. Kimi insanlar Valide köprüsü dediler. Bazıları Karaköy, bazıları Valide-i cedit (yeni valide) olarak andılar. 18 yıl hizmet verdi bu köprü.”
“1909’da Alman MAN firmasının yaptığı köprü en uzun ömürlü köprü oldu. Fakat 1992 deki yangın bu köprüyü de perişan etti. Derhal tedbir alındı ve bir ortağı Türk olan (STFA) Bir inşaat konsorsiyumu (ThyssenAlman) şimdiki yeni köprüyü yaptı. Trafiğin bir an önce rahatlatılması için inşaat tam bitmeden, dönemin başbakanı tarafından(S.Demirel) açılışı yapıldı.”
Dualarla İstanbul
Ümit Meriç bu sayı İstanbul’u dualarla adımlıyor.
“İstanbul Fatihli anneannemin Küçük Ayasofya’da diz çöküp Rabbine dua eden Konstantinopolisli bir büyük büyük annesinin olmadığını hiç kimse ispat edemez. Eğer soyumdan Asr-ı Saadet öncesinden tevhide inanan Doğu Romalı Hristiyan kulların varsa, onların toprağını bol eyle Yâ Rab…. Âmin.”
“İstanbul Boğazı’nı, Kanlıca’dan Ortaköy’e kadar her kulaçta bir boy abdesti alarak, bir kıyıdan öbürüne yüzerek geçtim. Allah’ım Peygamber’imizden bu şehrin bir gün fethedileceği müjdesini alarak önce Anadolu Hisarı’na nişan yüzüğünü, sonra Rumeli Hisarı’na nikah yüzüğünü takan ecdadımıza rahmet eyle.”
Şehirlerde Başarının En Büyük Sermayesi İçtenliktir
“İçtenlik”sözcüğü ne kadar içten bir ifade. Söylerken bile insanı hoşnut eden bir yanı var. Nazif Gürdoğan, şehirlerin başarısında içtenliğe dikkat çekiyor.
“Kuruluşlara yüzyılların içinden, geleceği haber veren sağduyunun ve ortak aklın sesini duymayanlar, yaşanılan dünyada haksızlığa uğrayan insanların seslerini hiçbir zaman duymazlar. Dünyada süreki tartışılan, etik değerlerin ayaklar altına alındığı toplumlarda, kuruluşlar bütün insanlar için, hayatı önemli kılacak, hayata anlam kazandıracak, ürünleri, hizmetleri ve bilgileri üretemezler. Ekonomik yasaların geçerlilikleri, etik değerlerle güvence altına alınır.
Etik değerler işleri kusursuz yapmanın değil, kusursuz işleri yapmanın yol haritasıdır.
Etiksiz kuruluşların toplumlarda, yol açtıkları hasarların üstesinden,etikle gelinir.
Karanlıkların bütünüyle aydınlatıldığı dünyada, iyi olan etiktir, etik olan iyidir.”
İstanbul, Fetih ve Kitap Kurdu Fatih
Mayıs ayı fetih ayı. İstanbul ve Fatih’ten bahsetmeden olmaz. Mehmet Kamil Berse, Fatih’i ve İstanbul’u anlatıyor yazısında. Tanıdıkça daha çok sevmek gerek diyoruz Fatih’i. Kitap kurdu bir padişahın tarihe geçen başarısıdır İstanbul’un fethi.
“Son beş asrın İslam Türk tarihinin en güçlü devleti Osmanlı devletinin orta çağın sonlarında olan 7. padişahı ve bu çağı kapatan Dünyanın en güçlü hükümdarı Sultan Mehemmed Han; Güçlü bir devlet adamı idi, Zamanın en önemli entellektüeli idi, Dünyanın önemli bir Bibliyomanı idi, Dönemin önemli bir şairi idi.. Kendi kültürüne ve Dünya kültürüne vâkıf, İslâm kültürüne son derece hâkim, bunun yanı sıra eski Yunan ve Roma’nın kültür mirasıyla da yakından ilgiliydi. Fatih bir imparator olarak yetişmişti. Fatih’in Topkapı Sarayı’nda kurduğu kütüphanede İslâmî yazmalar dışında Grekçe, Latince, Ermenice, Süryanice, İtalyanca ve İbranice yazma eserleri de görüyoruz..”
“1454/55’te, Fatih’in İstanbul’u fethinden iki yıla yakın bir süre sonra yazıldığı kesin ve makaleye konu olan metin (Risâle), Osmanlı dönemindeki, daha sonra sayıları artacak olan Hıristiyanlık karşıtı ilk reddiyedir. David Thomas Risâle’nin ismi olarak Hücecü’l-milleti’l-Hanifiyye ve cevâbukullisuâl olarak zikretse de metinde ne yazılma sebebi ne de kendisinin ve yazarının ismine dair bir bilgi verilir. Münazaraya konu patrik Genedius Fetihten sonra göreve gelen ilk patrik ve entelektüel bir yanı olması Sultan Fatihin ilgisini çeker kendisi ile böyle bir münazaraya taraf olur.. ve ilk Patrikhanenin Fatih Dramandaki bugünkü Fethiye camii binasında olması önemlidir..Risâle’nin içeriğinden, Hıristiyanlık eleştirisi üzerinden doğrudan bir İslam savunusu olduğu anlaşılmaktadır. Fatih’in patrik II. GennadiusScholaris ile dini müzakereler yaptığı ve ondan Ortodoks inancını özet olarak anlatan bir metin yazması bağlamında kaleme alınmıştır.”
Tokat Şehir Müzesi
Alper Göncü, Tokat Şehir Müzesi hakkında yazmış. Tabi ki müzeden bahsedip de müzenin mimarı Hasan Erdem’den bahsetmeden olmaz. Tokat için çok büyük değerdir Erdem. Şehrin kalbini bilir. Tarihini ruhunda hissederek anlatır ve yaşar. Tokat Şehir Müzesi de onun Tokat’a bir armağanıdır. Göncü, şehir müzeleri hakkında genel bilgiler vermiş. Keşke Tokat Şehir Müzesi hakkında tafsilatlı bilgilere de yer verseydi yazısında.
“Anadolu’nun gözbebeği Tokat ilimizin şehir müzesi küratörü Hasan Erdem de bu hususta ülke çapında örnek teşkil eder. Tokat’ın türbedârı, müzenin hamisi, bağışçısı, rehberi, danışmanı; hasılı; velî nimeti olan Erdem, sadece Tokat şehir müzesi değil, Anadolu’muzun her köşesindeki şehir/kent müzelerinin kurulmasında ilham kaynağı ve yol göstericisidir.
Şehirlerde büyük ilgi görmesinin ardından ilçe, belde ve köylerde de ziyaretçilere kapılarını açan bu müzelerin yaşatılması ve sürdürülebilirliğinin güvence altına alınması, asıl önemli olan husus olup ata mirasımızı geleceğe aktarıp, âsâr-ı âtika’yı muhafaza etmek boynumuzun borcudur. Kader her hâlükârda hükmünü icra eder. Esas olan bu zaman zarfında bizim ne yaptığımızdır.”
Eski Şehir İçinde Var Bir Odunpazarı
Mehmet Mazak, Odunpazarı hakkında yazmış. Odunpazarı’nı değerli şair dostumuz, abimiz Burhan Sakallı’nın belediye başkanlığı zamanında daha yakından tanıma fırsatımız olmuştu. Mazak, tüm ayrıntıları ile anlatıyor Odunpazarı’nı. Onunla birlikte adımlıyoruz şehri.
“Odunpazarı’nda dinsel ve sosyal amaçlı yapılar, kamu yapıları ve ticari yapılar bulunmaktadır. Kurşunlu Camii ve Külliyesi, Çoban Mustafa Paşa tarafından 1525’de bir külliye halinde yapılmıştır. Akoğlan Camii, Müftü Camii, Tiryakizade Hasan Paşa Camii, Sivrioğlu Camii, Şeyh Şahabettin Türbesi, dini yapıların en önemlileridir. Kamu yapılarının başında Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi üslup ve yapısal özellikleri taşıyan Atatürk Lisesi, Cumhuriyet Tarihi Müzesi (eski Askerlik şubesi) ve Mal Hatun ilköğretim okulu gelmektedir. Odunpazarı Semti, “Odunpazarı Tarihi ve Kentsel Sit Alanı” olarak tescil edilerek korunmaya alınmış bir bölgedir.”
“Bir bakıma Eskişehir demek Odunpazarı demektir. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde “…Eşraf ve sipahisi çoktur… Şehir 17 mahalledir. Evleri bağlı, bahçeli ve mamurdur… Şehrin dört çevresi gül, gülistan, bağ ve bostan dolu olup hububatı çok bir şehirdir…”. diye adından büyük bir övgü ile söz eder Odunpazarı için.”
“Odunpazarı Belediyesi tarafından gerçekleştirilen “Odunpazarı Evleri’ni Yaşatma Projesi” bu tarihî ve kültürel mirasın dünyaya tanıtılmasına katkı sağlamıştır. UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan ve bu proje kapsamında öncelikle geleneksel Odunpazarı evlerinin yoğun olarak bulunduğu 30 sokakta 300 ev, 3 cami, 1 külliye, 2 kervansaray, 15 çeşme, 1 hanın restorasyonu ve aslına uygun yapımı gerçekleştirilmiştir.”
Japon Kiraz Ağacı
Hülya Günay bol çiçekli bir yazısıyla Şehir ve Kültür’de. Japon kiraz çiçeğini anlatmış yazısında. İnsanın gördüğünde yanında birkaç dakika durup sessizce seyrettiği kiraz ağacını. Bir çiçek bir ağaca ancak bu kadar yakışır dendiği şekilde bir iç geçirme bu. Okul yolumda bu kiraz çiçeklerinden var. Yol, kanalın kenarında. Çiçekler açınca bayram yeri gibi oluyor her yer. Yazıda Günay bize bu çiçeği tüm ayrıntılarıyla anlatıyor.
“Türkiye’de de Japon kirazı park ve bahçelerin en gözde çiçeğidir. İstanbul’da sakura keyfini Baltalimanı Japon Bahçesi’nde yaşamak mümkündür. 2003 yılında, “Türkiye’de Japon Yılı” vesilesiyle kardeş şehir anlaşması bulunan İstanbul ile Yamaguchi Eyaleti, Shimonoseki şehri tarafından tamamlanan bahçenin giriş kapısı, iki kardeş şehrin sembolü olan İstanbul Boğazı ve Shimonoseki Boğazı’ndan esinlenilerek yapılmıştır. Doğal göleti, doğal taştan imal edilmiş fenerleri, şelale adası, taş ve tahta köprüleri ile ağaçları temaşa etmek için değişik bir atmosfer sunmaktadır.”
Bibliyoterapi Elçisi Kitap Kulüpleri
Kitap kulüpleri moda gibi yayılmaya devam ediyor. En sevdiğim moda. Zaten başka moda ile ilgim de yok. İşin içinde kitap varsa o zaman her şey güzel, her yer güllük güneşlik. Necla Dursun kitap kulüplerini ele almış bu sayı. Ruha iyi gelen yönleriyle yaklaşıyor konuya Dursun. İnsanın en çok da ruhunun huzura ermeye ihtiyacı var. Bunu da en iyi kitaplar sağlar insana.
“Kitap okumanın bir hobi veya ilgi alanı değil gereklilik olduğunu düşünerek ayrışanlara rağmen onları birleştiren platformlar var. Bunlardan biri kitap okuma kulüpleri. Üyelerinin aynı kitabı okuduğu ve tespit ettikleri bir zamanda bir araya gelerek okuduklarını değerlendirdikleri kitap kulüpleri. Bu konuyu düşününce bir kitap kulübünü konu alan başlayan ‘Edebiyat ve Patates Kabuklu Turta Derneği’ adlı film aklıma geldi. 1941 yılında II. Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın işgal ettiği İngiltere’nin Guernsey Adası’nda açlığın ve yokluğun hüküm sürdüğü günlerden birinin gecesinde bir grup arkadaşın sokağa çıkma yasağı uygulandığı saatlerde Nazi askerlerine yakalandığı sahne ile başlayan bir film Edebiyat ve Patates Kabuklu Turta Derneği.”
“Günümüz teknolojisinde yeni şeyler düşünmeden veya öğrenmeden yaşamak imkânsız. Öğrenilmesi gerekenler bazen görsel olarak servis edilirken bazen okuyarak öğrenmekteyiz. İzlemek daha kolay ifa edilen bir eylemken okumak bazen güç olmakta. Diyelim ki okuma alışkanlığınız yok. Kazanmak için bir girişimde bulunmak istiyorsunuz. Bu noktada yapılacaklara arasında en isabetlilerinden biri, bir kitap kulübüne dahil olmak olabilir.”
Şehirler Gülsitânında Gül-iRanâdır İstanbul
İstanbul’u anlatmak da bir şiirdir. Gülüyle, gülistanıyla her hali güzeldir bu şehrin. Leyla Yıldız, İstanbul’u anlatıyor tüm güzellikleriyle.
“Müminlerinin o kadar sevdiği Eyüp servilerinin altında kendimi senin ölülerinle kardeş hissettim.” “Niçin sever ki insân İstanbul’u?” İstanbul bir füsunu yaşamaktı. Bin bir nakışlı bir halıya okşayan panoraması, büyüleyiciydi. Hazan mevsiminde tarihî yapıların üzerini saran, alı yeşili birbirine karışmış ağaçların yaprakları; ilkyazda eflâtun ile kırmızı arası morun sihriyle tarihî surları gelin gibi donatan pembe erguvanları; renkten renge bürünen, maviden kızıla tüm tonları kucaklayan boğazı; cıvıldaşan kuşları, güneşin şavkı ile mum ışığına dönüşen minâreleri, bu minârelerin kalem gibi sivrilip göğe yükselen uçların peydâ ettiği gönül çelen silueti; göğe adeta motif sunan, her boşluğu süsleyen, Hoca Ali Rıza tablolarını andıran fıstık çamlarının esrarlı serencâmı, hatta kulakları delen gürültüsü, şamatası, dinmeyen karmaşası insanı müptelâ ediyordu kendine.”
“Sinan’ın ustalık eserlerinden Aziz Mahmut Hüdâyî Câmii ve Vâlide-i Atik Câmii ile Kösem Sultan’ın inşâ ettirdiği Çinili Hamam ve Çinili Câmii, mavi İznik çinilerine işlenmiş hüsn- hat ile rûhları okşuyordu. Bir başka hazîne de Vaniköy sahiline inşâ edilen VanîMehmed Efendi Câmii idi.”
Sarının Zarafeti: Safranbolu
Bu sayı Şifanur Özçelik Şirin bizleri Safranbolu’ya götürüyor. Rehberimiz işinin ustası. Gezip gördüğü yerleri gözüyle ve kalbiyle hissediyor. Anlatımındaki içtenlik de buradan geliyor.
“Safranbolu, Osmanlı döneminde Kastamonu sancağına bağlı bir kaza iken, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında Zonguldak iline bağlanmıştır. 1995 yılında Karabük, Türkiye’nin 78. ili olduğunda, Safranbolu’da Karabük’e bağlandı.”
“Geleneksel sunumlarla bizlere ikram edilen safranlı lokumların tadına bayıldım. Yemek kültürü bakımından oldukça zengin olan Safranbolu’da safranlı etler, kuyu kebabı, safranlı pilav ve safranlı zerde ve çorbalar gibi nefis yöresel tatların da mutlaka denemelisiniz.”
“İlçenin en büyük camii olan Köprülü Mehmet Paşa Camisi hem iç süslemeleri hem de mimarisi ile dikkat çekici tarihi bir eserdir. İzzet Mehmet Paşa Camisi çinko kaplı bir kubbesiyle görülmeye değer tarihi eserlerden bir diğeridir. Vakit namazlarımızı buralarda eda ederek seyahatimize devam ediyoruz.”
Ankara’nın İzlerini Gördükçe
Erbay Kücet, romanlar eşliğinde Ankara’yı anlatıyor. Yakup Kadri, Peyami Safa, Ahmet Hamdi, İhsan Oktay Anar, Orhan Kemal ve daha birçok yazarın Ankara üzerine notları var yazıda.
“Ankara’nın mimari yapıları ve sokaklarına sıklıkla rastladığımızı, farklı yazarlar tarafından ele alınan Ankara’nın değişik bakış açılarıyla zenginliklerini romancılarımızın edebi eserleri aracılığıyla okurlara aktarılmıştır. Bu konuda aklımıza ilk düşen hiç şüphesiz Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ nun “Ankara” romanı gelir. Ankara’nın kırsal bir kasabadan modern bir şehre dönüşümü anlatılırken şehrin mimarî ve sosyal değişimleri, karakterlerin hayatlarına yansıması ve Ankara’nın modernleşme sürecindeki rolüne dair derin bir portre çizilir.”
“Başkentin sokaklarında dolaşırken, karakterlerin iç dünyalarında yaşadığı çatışmaları ve kentle olan ilişkilerini ustalıkla işleyen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” Türkiye’nin modernizme geçiş sürecinin ve bu süreçte yaşanan toplumsal sorunların anlatıldığı bir eserdir. Romanda iki uygarlık arasında bocalayan toplumun hatalı tutumları ve davranışları alaycı bir şekilde eleştirilirken modernitenin getirdiği yabancılaşma ve kimlik arayışının merkezi olarak karşımıza Ankara çıkar.”
“Kahrın da Hoş Lütfun da Hoş”
Ne güzel bir teslimiyet ve boyun eğiş ifadesidir “Kahrın da Hoş Lütfun da Hoş” dizesi. Gönlün hoşnutluğu ve Yaratıcı karşı bir teslimiyettir bu hal beyanı. Canan Coşar, yazısında Anadolu’nun bereketini tüm içtenliğiyle dile getiriyor.
“Teknoloji sanki bilerek tanıştırılmamış uzak tutulmuştu ülkemden. Sorgulamalar yapılmasın hesaplar sorulmasın. Doğduğum yılların zaman dilimine şahitlik etti kulaklarım, dinmeyen ayak sesleri, koşturma ve telaş. Darbelerden bahsedilirdi aklımın yeni yettiği üç dört yaşlarımda. Kuyruklardan bahsederdi babam şeker, çay, yağ kuyrukları. Belki de bitmeyen kaygım hep bu yüzden.”
“Şanslı şehirdir Kayseri, şanslıdır ülkem. Karış karış gezip ülkemin topraklarını, ilim yoluna ömrünü adamış Seyyid Burhanettin, Mevlâna, Yunus Emre, Mimar Sinan ve İbrahim Tennuri gibi şehirlere değer katan ilim insanlarının dertleri hep O’ndan gelene razı olmak olmuş.”
“Kurulmuş saatin alarmı çalıyor uyanma vakti gelince. Uyanmayı belirleyen saat ile uykuya doymayan bedeni arasında sıkışır kalıyor insan. Hazırlamıştır oysa kendini kurallar zincirine, gözlerini açar açmaz başlayacaktır konfor alanı oluşturmak için kendine köle olmaya.”
Papatya
Papatya mevsimindeyiz. Dört bir yanımız papatya bahçesi gibi. Yaylaların, dağın, tepenin en güzel süsüdür papatya. Bilal Arıoğlu, papatyalı bir yazı kaleme almış bu sayı. Düşüyoruz ardına papatyanın, diyar diyar geziyoruz.
“Önünüzde uzayıp giden bir papatya tarlası alır hüznünüzü. Onların rüzgârla dansı bağlar sizi hayata. Çok tanınan ve görülebilen bir çiçek olması, narin ve zarif yapısı ile şiirlerde şarkılarda sevgilinin yerine konulmuştur. Sevgiliye sormaya cesaret edemediklerimizi ona sorabiliriz. Onun suyu ile yıkanan saçlar parlak ve kumral bir renk alırlar. O biraz da yârin kokusudur. Belki de sevgiliye taç yapılması da bu yüzdendir. Gruplar halinde görüldüğü için paylaşmanın ve dostluğun çiçeğidir papatya. Beyazla sarının en güzel birlikteliğidir Papatya. Sanki beyaz yapraklar hakikate giden yol olur onda. Üstat Necip Fazıl Kısakürek “Kader dediğin beyaz kağıda sütle yazılmış bir yazı. Becerebilirsen ayır beyazdan beyazı” diyor. Papatyanın kırlarla dostluğu da böyle bir şeydir. Sanki onsuz kırlara bahar gelmez.”
Bir Nokta, Sayı: 268
Bir Nokta dergisi, 268. sayısıyla karşımızda.
Mürsel Sönmez’in Giriş Yazısından…
“Edebiyatla aklı karmakarışık, kalbi bulanıklık içinde kalmış ve hayatı çoktanrılılığın zulmüyle zehirlenmiş insanın enkaz altından ses vermesini sağlayabilirsek, olur ya, güne güneşe çıkartmanın yolu açılır. İnsanın “var” olma sürecinin hakikatle güzelleşmesine katkı yapar, yeryüzü ibadethânesinde vecd naraları atarız. Ve hayat bayram olur.”
Geniş Zamanlar/Kısa Yutkunmalar
Ahmet Şevki Şakalar, keyifle okunacak bir yazısıyla Bir Nokta’da.. Küçük dokunuşlar, ince göndermeler var yazının notları arasında. Hayata bakış açımızı sorguluyoruz sık sık. Buna da ihtiyaç var. Hikâye tasında beş yazı dergi okurlarını bekliyor.
“Çocuklar, öldürüldükçe dünyanın birçok yerinde Filistin bayrakları sallayacak çocuklar doğuyordu. Sion dağını yerinden oynatan şiirler de yazılıyordu bu topraklarda. Göğe yükselen her şiire karşılık arzın kucağına uçaklardan bombalar düşüyordu. Şairlerin ömrü bir zeytin çiçeği kadardır bu yüzden. Ölünce yüzleri portakal sarısı.”
“Şair, ikinci kitabında daha şık bir kıyafetle lokalde yapılacak seremoniye büyük bir ciddiyetle hazırlandı. Beklediğinden çok az kimse gelmişti lokale. Oysa Watsap grubundan günler öncesinden duyuru yapmıştı. Demek ki sanata ilgi günden güne azalıyordu. Ülkenin vatandaşları okumuyordu; Elin Caponları bir rivayete göre klozette kitap okuyordu. Muasır medeniyet seviyesi artık hayaldi.”
Zihin Bir Süzgeçtir
Elimizdeki en kıymetli hazinemiz zihnimiz. Sermayesini de ellerimizle biz kuruyoruz. Önemli olan bu hazineyi en nadide eserlerle doldurmak. Yani zihnin süzgecini doğru işletmek. Hasanali Yıldırım zihin süzgecinden bahsediyor yazısında.
“Zihin bir süzgeçtir. Ama neyin içeri gireceğine o değil, his karar verir. İçeri gireni kıymet hükmüne bağlamak ise ruhun hak ve imtiyazı.”
“Zihne, tercihlerinde mümkün mertebe az hataya düşme talimini, hislerimizi terbiye üzerinden kazandırırız. Terbiye edilmemiş hisler, hızla insiyak seviyesine geriler ve kişiyi kıblesini insaniyete yöneltmekten hayvaniyete çevirtir. Evsafı icabı insan, istese de hayvanlaşamaz; onunla bir ve aynılaşamaz. Mecburen onun da aşağısına iner; belki nebatın bile. Bizi bu denaatten adım adım yukarılara taşıyan hasletimiz zihnimiz, dolayısıyla üst üste istiflediğimiz bilgilerimiz değil, tecrübe üzerinden terbiye edilmiş hislerimizdir.”
“En alelâde bir teşbihle biz zahirde görüp muhatap kaldıklarımızın arasından zihnimiz vasıtasıyla tercihte bulunur, pazardaki bir tezgâhtan sebze ayıklar gibi bazılarını seçer, heybemize alırız; akabinde mutfağımızda onları nice muamelâta maruz bıraktıktan sonra yenilir-yutulur hâle getiririz ve nihayetinde aralarından faydalıları içeride tutar, olmayanları da posalarıyla beraber dışarı atarız. Aslında beş hassemizle başlayıp zihnimizin ve nihayetinde hissimizin birer birer tezgâhından geçen idrak, tefekkür ve ihsas sefahati de benzeri bir güzergâh izler.”
Yücelik Öğretisi Olarak Şiir
Fatih Öğüt, bir yücelik öğretisi olarak şiiri yazmış. Şairlerden örnekler de var yazıda.
“Bir yücelik öğretisi olarak şiir, güzellik kavramının da ötesinde, sarsıcı duyuşları tetikleyen mucizevi tarafıyla gerçek kimliğini kazanabilir. Arthur Rimbaud, Charles Baudelaire, Yahya Kemal gibi öncüler bu gerçeği her zerrelerinde duymuş poetikalarını bu doğrultuda inşa ederken yaşadıkları çağa ve etraflarındaki kalabalığa dışarıdan bakma melekesi kazanmışlardır.”
“Yücenin ne olduğunu anlamaya çalışırken onun üzerimizdeki etkilerine bakmak gerek. Birey olarak, toplumun nüvesi olarak, algılayan olarak, maruz kalan olarak üzerimizdeki etkisi… Her yüce güzeldir ancak her güzel yüce olmayabilir.”
“Şiirde yücelik öğretisi bakımında değerlendirilmesi gereken bir başka kalem de Türk şiirinin yıkılmaz çınarı Fazıl Hüsnü Dağlarca’dır. Onun şiirini, sonsuzluğa uzanan hikemi yönelişlerle hatırlarız. Çocuğun bilinçaltından, nötron bombasına kadar kullandığı temalarda insanın, büyük insanın yüce tarafını arayan eğilim vardır. Kimileri bu temayülün olgunluk dönemi şiirinde ortaya çıktığını söyler ancak bana göre daha Çocuk ve Allah’ta görülür.”
Nurettin Durman’ın Beylerbeyi Günlükleri’nden
1 Mart 2016, Salı,23. 48…
Zor şeyler olacak ki kolay olan şeylerin kıymeti bilinsin. Gidip Beylerbeyi Apt. önündeki Halk Bankası ATM’den maaşımı çektim. 1.257.30 TL. Maaşımı ayın 26. Günü alıyorum ama bugüne sarktı. Gidip evin kirasını da ödedim o da çıktı aradan. Kâzım pastanesinin önünde oturup bir başıma çay içtim. Hava güzel, canım sıkılıyor. Şu ayağım ağrımasa gidip epeyi dolaşırdım Üsküdar’da. Ağır ağır eve döndüm…
5 Mart 2016, Cumartesi,23: 38…
Evet, bugün beş mart, güzel bir gün… Kaç gündür sabahleyin hava kapalı öğleden sonra güneşli oluyor. İkindi vakti Mustafa Özçelik ve Şakir Kurtulmuş ile Üsküdar’da buluştuk. Abbara Kahvede oturup sohbet ettik. Özlemişiz birbirimizi. Mustafa Bey’in saat 13.00’de Dil ve Edebiyat dergisinin yerinde Mehmet Akif üzerine konuşması vardı, onun için burada bulunuyor.”
9 Mart 2016, Çarşamba…
Ankara’da benim için bir kitap vermişler Şakir Kurtulmuşa. Dün aramıştı, bugün için Üsküdar’a gelince aradı. İkindiden sonra Abbara Kahvede buluştuk. Gitmeden Mehmet Nuri Yardım aradı görüşmek istediğini söyledi. Giderken cadde üzerindeki Selman Eczanesine uğradım. Bir Coraspin aldım mahsustan. Eczanenin sahibi şair Memduh Cumhur Beyi sordum, yok burada, Kadıköy’e kadar gittiğini söyledi elemanlardan biri…
Bir Nokta’dan Bir Öykü
Cemal Kılınç – Su Sesi
“İhtiyar adam giriş kapısının yanındaki ayakkabılığa kulağını dayamış bekliyordu. Başındaki kar maskesini kulağının üzerinden yukarı doğru çekti. Bir süre daha bekledi. Umduğunu bulamamış olmalı ki; biraz daha eğilerek ayakkabılığın kapağını açtı. Dizlerinin üzerine oturdu. Önce ayakkabıları tek tek inceledi. Pufuduk ev terlikleri, topuklu terlikler, kadın ayakkabıları, yüksek ökçeliler, botlar, çizmeler… Her birini yavaş yavaş kaldırıp altlarına baktı. Her birini kontrol ettikten sonra başını ayakkabılığın içine doğru uzattı.”
“Aynalar, resim çerçeveleri, tabaklar, çanaklar, buzdolabı, çamaşır çekmeceleri, yatakların altı, kalorifer petekleri… her yeri ince ince kontrol ettikten sonra yoruldu ve salondaki üçlü koltuğa cenin formunda büzülüp yattı.”
Bir Nokta’dan Şiirler
fırtınaya ektiğimiz tohum diyor ki:
kim açar falımızı menteşe yarasıyla
erguvan bahçelerinde esen karayeldir
aklımızı derine çeken çakıl taşları
bizi karşı kıyıya götürmeye gelir
batık gemilerin kaybolan güncesiydik
vakti kerahette beklerdik, belki olur ya
biri açar falımızı menteşe yarasıyla
bütün kış düşündüm karda, ayazda
nasıl bırakılır hayaller karanlık suya?
Yaşar Bedri Özdemir
Her şey ve hepimiz
Bir ses bir nefes hükmündeyiz
Bu seyran yerinde
Görünüşte gerçek hakikatte rüya
Biz mi varız o mu
Aslında bir muamma
Öyleyse sor ben kimim bu nedir diye
Sorular önemlidir ve bilge kılar insanı
Böylece açılır önünde kitap
Dağ deniz kuş çiçek
Hepsi konuşur
Bir karanfile bakıp
Aşkla tanışınca
Ne manalar yükler cana
Mustafa Özçelik
Ah Filistin, kırgın Gazze!
Atlas örtülere bürünmüş şanlı tarih.
Nerelerde kaybolmuş, nerelerde uyuyan dev?
Yürek yangını içimde sonsuz alev!
Ah Filistin, yaralı Gazze!
Rûyalarımı süsleyen nazlı gelin.
Gözyaşın inciden, umudun elmas,
Paramparça olsa da Ümmet-i Muhammed,
Güneş, elbet bir gün, özünden doğacak!
Arif Dülger
Selçuk Küpçük müzikle şiirin dünyasında
besteleriyle kültürü yaşatma sevdasında.
Serdar Köse yazının gücüne erken varmış
edebiyatın büyüsü ruhunu özden sarmış.
İbrahim Eryiğit