Karabatak, Sayı: 73
Karabatak dergisi 73. sayısı ile karşımızda. Mart- Nisan sayısı bu. Dergide çok önemli yazılar, söyleşiler yer alıyor. Karabatak okumadan olmaz. Söyleyecek sözü olan dergilere ihtiyacımız var. Her dem yenilenen bir bahar havası gibi… Karabatak tam da böyle.
Anadolu Şehirleri ve Edebiyat Dosyası devam ediyor. Bu sayıda da birçok Anadolu şehrinin edebiyata yansıyan yüzünü okuyacağız.
Dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşıyorum.
Necati Tonga – Ankara ve Edebiyat: Başkent Edebî Muhiti Üzerine
“Ankara’nın edebî muhit olma yolundaki ilk kımıldanışlar, şehrin Türkleşme-İslamlaşma serencamıyla başlamıştır. 12. yüzyılda Selçuklu sultanı MuhyiddinMesud’un şehrin edebiyat hayatını canlandırmaya çalıştığını; Bediî-i Engüriyevî, Muhyevi-i Engüriyevî ve Mahmud-ı Engüriyevî’nin bu dönemde Ankara’nın yetiştirdiği bazı şairler olduğunu biliyoruz. Özellikle 14. yüzyılda Hacı Bayram-ı Veli’nin çevresinde önemli bir edebî hareketlilik ortaya çıkmıştır. 11. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar Ankara’nın yaklaşık kırk beş divan şairi yetiştirdiği görülür ki bu sayı, şehrin Osmanlı kültür coğrafyasında Cumhuriyet’ten önce de önemli bir edebiyat merkezi olduğunun ispatıdır.”
“Ankara’nın muhit oluşunda elbette yeni kurulan devletin kalbinin Ankara’da atmaya başlamasının yadsınamaz bir etkisi var. Önce Millî Mücadele’nin, ardından da siyasi erkin merkezi olarak bu şehrin belirlenmesi ve sonuçta -oldukça sert tartışmalardan sonra- başkent olarak seçilmesi tarihimizde Ankara’nın yıldızının yeniden parladığı an oluyor. Ankara, o dönemde âdeta İstanbul’a ve İstanbul hükumetinin temsil ettiği “eski” fikirlere karşı, yeni kurulan devletin başkenti ve “yeni” yaşam tarzının cisimleşmiş hâli olarak algılanmış; şehirdeki bütün dönüşümler de bu fikir etrafında şekillenmiştir.”
Hüseyin Akın – Sinop Güzeldir
Sakarya Caddesi boyunca yürürken solda Selçuklu hükümdarı I. Alaattin Keykubat tarafından inşa ettirilen ve erken dönem İslam mimarisi örneği olan Alaattin Camiini selamlıyorum. Caminin çevresinde yer alan tarihî hamam ve pervane medresesi mekâna eski İstanbul havası katmaktadır. Alaattin Camii’nin dingin avlusunda on dakika dinlenmek bile maddi manevi yorgunluklara iyi gelebilir. Sinop’ta diğer şehirlere pek benzemeyen özellikler var. Mesela şehrin tarihî silueti modern hayata yenilmemiş. Her adımda asırlara dayanan bir camii, bir medrese ya da çeşmeye rastlamak mümkün. Bu şehir haftanın belli günlerinde veya günün belli saatlerinde kasabalaşır. Bir anda kokusu ve ruhu değişir, şehrin fazlalıkları kıyılara çekilir.”
“Cumhuriyet devri Türk şiirinin önemli isimlerinden Ahmet Muhip Dıranas’ın çocukluğunun önemli kısmı Sinop’ta geçmiştir. Burada tabiatla sıkı sıkı bir çocukluk yaşamıştır. Dıranas şiiri Sinop’un tabiatından etkilenmiş bir şiirdir. Onun bu pastoral duyarlığı ilkokul sıralarında kendini göstermiştir. Çocukluğunun geçtiği Sinop’un Erfelek ilçesi Salı köyünde ilkokulda okurken öğretmeni Numan Bey’in teşvikiyle şiir yazmaya başlamıştır.”
Ertuğrul Aydın – Kars’ta Edebiyat Hayatı
“Kars’ta edebiyat hayatını Dede Korkut’tan itibaren başlatabiliriz. Nitekim bugünkü Kars’ın Kağızman ilçesindeki Akçakale köyü ile Iğdır’ın Tuzluca ilçesindeki Çalpala köyü yakınlarında yer alan “Karakale” ören yeri, Dede Korkut metinlerindeki iki ayrı başkent olarak geçmektedir. Sözlü edebiyat geleneğini IX-XI. yüzyıllardan itibaren başlatabileceğimiz Kars’ta edebiyat hayatı hep canlı kalmıştır. Köroğlu destanının bir kolu/varyantı olan ve “Bir atı var ala paça”; “Köroğlu’nu suya teper” sözlerinin yer aldığı “Kiziroğlu”- nun hikâyesi Kars’ta geçmektedir.”
“Kars’a Evliya Çelebi’den başlayarak pek çok seyyahın yolunun düştüğünü görmekteyiz. Evliya Çelebi, 1647 yılında Kars’a gelmiş; Kars kalesi, Kars şehir yerleşimi, hayatı ve coğrafyasına dair çeşitli bilgileri seyahatnamesine kaydetmiştir. Rus şair Aleksandr Puşkin, 1829’da gezmek için Kars’a gelmiştir. Puşkin’in Kars’la ilgili gezi notlarında geçen, “Bir kılavuzla yola çıktım. Çok güzel bir sabahtı. Pırıl pırıl bir güneşi altında; dünkü yağmurun suladığı ve üstlerinde çiğ damlaları ışıldayan yeşil, gür otlarla kaplı bir çayırlık boyunca ilerliyorduk. Karşımızda aşmak zorunda olduğumuz bir ırmak parıldamaya başladı, ‘İşte Arpaçay,’ dedi. Arpaçay. Yani sınır. Anlatılmaz bir yürek çarpıntısıyla, atımı ırmağa doğru dörtnala kaldırdım. Ömrümde ilk kez yabancı bir ülkeye giriyordum.” şeklindeki şiirsel anlatımı dikkat çekicidir.”
Resul Bulama – Sait Faik’in Haritasında Bir Nokta: Sakarya
Sait Faik, Türk edebiyatına kendine has üslubuyla damga vurmuş, kendinden sonraki öykücülere ilham vermiş bir yazardır. Türk öykücülüğüne genel olarak baktığımızda, hem yazılmış olduğu döneme hem de bugünün okurlarına hitap ettiğini görebiliriz. Sait Faik, Çehov tarzı, durum hikâyeleri arasında sınıflandırılan öyküler yazar. Bununla birlikte dil ve kurgu açısından kendi öykü dünyasıyla tanıştırır okurları. Birinci anlatıcının tercih edildiği sade ve şiirsel bir dille, hayatın içinden seçtiği/kurguladığı küçük insanların yazıldıkça büyüyen hikâyelerini anlatır bize. Bu yönüyle birçok öyküsü edebiyatseverlerin hafızalarında tazeliğini korumaktadır. “Sait Faik’in hikâyelerindeki şiir hem konuda, hem üslupta, duyarlıkta, kişilerde, hem atmosferinde, hem de seçtiği kelimelerindedir.”
Balıkçılığa düşkün olan Sait Faik, Sakarya balıklarının lezzetinden çok isimleriyle ilgilidir. Sakarya Balıkçısı öyküsünde İstanbul’la bu şehri karşılaştırır yine. Kasabanın soğan pazarına kurulan balıkçılarını karşılaştırdığı gibi kasabalılarla şehirli olanları da karşılaştırır. İçinden nehir geçen bir şehirde suyun bereketi ve güzelliği kadar taşma tehlikesi de olacaktır.
Su Basması öyküsüne Sakarya nehrinin ne kadar azgın olduğunu anlatarak başlar. Yöresel ağızla Sakari der, bu nehre. Kasabalının gözünde bu coşkun suyun her mevsim farklı korkuları beslediğini ve baskın olduğunda düştükleri çaresizliği öyküler. Deliçay şiirinde de tarlaları basan bu nehirden bahsederken, Sakarya yüzlü tanımını övmek için kullanır.
Fatma Pekşen – Kul Olayım Kalem Tutan Ellere
“Orta Anadolu’nun tam da ortasında yer alan nazlı Sivas da kendine has vilayetlerden biridir işte. Ozanıyla donanan, şairiyle gönenen, edibiyle var olan bir kent!
Havası sert, insanı mert olarak tanınan il için, türkünün başkenti de denilir. Ki hiçbiri aksi bir ifade değildir. Bu topraklardan beslenen, bu topraklardan süslenen birisi olarak, şairinin, yazarının, ozanının bol olmasını biraz da iklim şartlarının getirisine bağlıyorum. İnsanı dışarı çıkmaz eden ayazların, adam uçuran rüzgârların, -şimdilerde olmasa da- altı ay karı kalkmayan kışların süsü olan ocak başlarının meyvesi olduğuna inanıyorum. Hani mesut insanların hikâyesi olmaz deniliyor ya, bu ocak başlarının, soba, mangal sıcaklıklarının yegâne mevzuu da anlatılardır.”
“En tanınmışlarından başlayacak olursak Âşık Veysel’den İsmetî, Sefil Selimî, Pir Sultan Abdal, Ruhsati’ye kadar ve sayamayacak denli çok sayıda olan halk ozanlarının da birbirinden güzel şiirleri ve deyişleri bulunmaktadır. Sivas halkı tarafından sevilmekle birlikte bu söz ustalarının şiirleri birçok türküye, besteye de konu olmuştur. Son yıllarda özellikle âşığıyla ünlü kentin ozanlarının kitapları belediye ya da vilayet tarafından kitaplaştırılmıştır.”
Gülper Refiğ ile Söyleşi
Mahmut Bıyıklı, Halit Refiğ’in eşi Gülper Refiğ ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Halit Refiğ’e, Türk sinemasına, filmlerle, yazarlara, Kemal Tahir’e, Oğuz Atay’a ve daha fazlasına dair samimi bir sohbet fotoğraflar eşliğinde Karabatak okurlarını bekliyor.
“Eşim hakkında konuşmak çok zor çünkü insanları inandırmak imkânsız. Kendinizle hiç ama hiç ilgilenmeden yalnız ülkeniz ve kıymeti bilinmeyen büyük sanatçılar için çırpınıp duruyorsunuz ve hiçbir karşılığı olmadan. Karşılık; teslim olanların, boyun eğenlerin medya vasıtası ile sizi nefretle aşağılamaya yok etmeye çalışması. Hatta Avrupa Birliği hevesi içindeki hükümetlerin de sizi görmezden gelmesi gibi birçok ihanet.”
“Canım eşim sık sık, “Türkiye’nin tek sorunu var; Batı, Batı,” derdi. Batı’da, 1000 yıl önce başlayan tarihî dönüm noktasında; şiddet, dehşet, açlık, sefalet içinde çökmekte olan antik dönem Atina kaynaklı toprak köleliği sistemi, Akdeniz’in bir ucundaki Endülüs, diğer ucundaki adalet ve merhamet esaslı büyük Selçuk medeniyetlerini en büyük tehdit olarak görüyordu. İlahiyat ile ilimin, insanla doğanın mükemmel birlikteliğinin örneği olan bu İslami kültürler; güç, iktidar, mülk hırsı ve ihtiraslarının önde geldiği kilise Hristiyanlığı düzenini gitgide yok ediyordu.”
“Oldukça değişmesine rağmen Halit Refiğ adının, özellikle yazılı ve görsel basında hâlâ sakıncalı olarak tercih edilmediğini görüyorum. Çünkü bugün ahlaken, moral olarak, ekonomik açıdan büyük çöküş içinde olan Avrupa ve Amerika’ya şartlanmış hayranlık ve kendimizi küçük görme hastalığı, sözde “çağdaş” kesimde aynen devam ediyor.”
“Oğuz Atay’ın yaşamındaki üç dönüm noktasından ikisinde Halit Refiğ var. İlkinde gözlemci, sonuncusunda rehber olarak. Müşterek dostları Turhan Tükel, Yeni Sabah gazetesinde yönetici. 1960’larda Oğuz Atay arkadaşları ile Olaylar adlı sosyalist bir dergi çıkarma çabası içinde. Halit özellikle edebiyat konusunda geniş dağarcığa sahip Oğuz’la dost oluyor. Sosyalist dergiye olmasa bile bu heyecanlı gence destek oluyor.”
Öteki Handa Yan Odaya Alınmak
Ali Ömer Akbulut bir poetika yazısı ile Karabatak’ta. Şiirin sınırlarını çizmek zor. Hayatın sınırları gibi bir durum var karşımızda. Etkilenmeler olacak, şiir de bundan payını alacak. Şiirin hayatla girdiği bir deneyim ve mücadele var. Bu, insanlık tarihiyle başlayıp devam edecek bir etkilenme.
“Şiir yerin kendisini, mutlak dışsallık yerini konumlasa da bir kıstaktır belki. İki çöl arasındaki ayrılma yerini de konumlar; çöldeki çöl, en ilk çöl. Bu yer eşsizdir, adı olmayan birdir. Şiir, bütün karşıtlıkların, ikiciliğin ötesindedir. Metafor ya da düz bir adlandırma da değildir, ne duyumsanabilir ne kavranabilir çok özel bir yer adıdır. Yerde yersiz bir yer.”
“Şiirin zuhuratı kendine gelmek şevkiyle cezbedilebilir. Kendine gelmek şefkatle mümkün olur. Şefkat yaygın olarak zannedildiği gibi “merhamet” anlamına gelmez, hele “acımak” hiç değildir. Merhamet insana ait en güzel tezahürlerden biridir ve Rahim isminin tecellisidir. Şefkat konu olunca, merhamet onun tezahürlerinden, kendini gösterme biçimlerinden biri olabilir ancak. Acımak kelimesine gelince, yalnızca insanın kendisine yönelik bir duygu durumu olabilir, başkasına dönük bir şey olarak işletilemez. Yaşamı, yüzünü ekşittiği birçok mecburiyete bağlı olan insanın en acınası kendisidir.”
Modern Şiir Eleştirisinin Gelişiminde Kavram ve Çerçeve Sorunları
Yunus Emre Altuntaş, şiir eleştirisi konusunu işlemiş yazısında. Tarihi süreçte eleştiri konusunu detaylı olarak ele alan Altuntaş, yazısında özellikle modern şiir eleştirisi üzerinde duruyor.
“Şiir üzerine konuşmak kendine özgü zorluklar barındırır. Çoklu anlama sahip olması bu zorlukların başında geliyor. Bu durum beraberinde ortak kavramlar etrafında buluşmanın zorluğunu da getiriyor. 18. yüzyıldan bugüne şiir eleştirisinde oluşan literatürü ortaya koyduğumuzda yüzlerce tanım, kavram, kuram veya yorum ile karşılaşıyoruz. Jean-Jacques Rousseau’nun sanata yönelik sert eleştirileriyle başlayan, devamında Kant, Schiller ve Hegel tarafından çerçevesi belirlenmeye çalışılan sanata/estetiğe dair çalışmalar mevcut eleştirel yaklaşımların da temelini oluşturuyor.”
“Bugün itibariyle modern şiir eleştirisinin gelişiminde beş temel sorun görülür; 1. Ortak bir yöntemin olmaması, 2. Kavram birliğinin bulunmaması, 3. Edebiyat teorileriyle eleştirel yaklaşımların örtüşmemesi, 4. Akademik dünyada kuramlar üzerinde yeterli çalışmaların yapılmaması, 5. Eleştirmenlerin sanatçı duyarlılığına sahip olmaması. Örneğin Peter V. Zima’ya göre modern edebiyat teorileri sadece ortaya çıktığı dönemdeki felsefi ve estetik bağlamdan hareketle doğru bir şekilde anlaşılabilir.”
“Şairin kimliğini, dönemin sosyal şartlarını ve kültürel ortamı bir kenara koyup sadece esere odaklanan bu yaklaşımın ülkemizde çok tutulduğu söylenemez. Lakin eleştirel ölçülerin nesnelleştirilmesi, kavram birliğinin sağlanması ve her esere uygulanabilecek ortak yöntemlerin belirlenmesi bakımından önemli bir adım atılmıştır. Bu anlamda Türk şiir eleştirisinin hâlen gelişme aşamasında olduğu söylenebilir. 2000 sonrasında akademik dünyadaki kimi isimlerin alana dair özgün çalışmalara imza atması bu gelişmeye önemli katkı sağlamıştır. İkinci Yeni başta olmak üzere şiirimizin ayrıntılı şekilde tahlil edildiği bilimsel çalışmalar birçok ön yargının ve yanlış bilginin düzeltilmesine vesile olmuştur.”
Faruk Nafiz Onuncu Yıl Marşı’nın Neresinde
Kâmil Yeşil, Faruk Nafiz’i Onuncu Yıl Marşı ve şairin bir yerlerde görünür olma mücadelesi üzerinden anlatıyor. Şiirin nelere kadir olduğuna dair notlar da çıkarmak mümkün bu yazıdan. Ya da şiir üzerinden yürütülen hesapların edebiyat dışında çok da etkisi olmayacağına dair izler de yakalamak mümkün. İki dizenin kerameti de diyebiliriz buna.
“Mahir İz’in aruz veznini en iyi kullanan genç şairlerden olmakla takdirini kazanan Faruk Nafiz’in inişli çıkışlı bir şiir yolculuğu vardır. Ana istikameti M. Kemal çizgisidir. Bu çizgi Faruk Nafiz’in Anadolu duyarlığına zarar vermiştir. Han Duvarları’nın resmî, ideolojik çizgiye evrilmesi şairliğini makama, mansıba dolayısıyla paraya alet eden bir şair portresi çizmektedir. Bunun ilk adımı 1922’de İleri gazetesinin temsilcisi olarak Ankara’ya gitmesi olmuştur.”
“Deve dişi gibi şairlerin uzak durduğu ve Ankara dışında tanınmamış hele İstanbul şairleri tarafından şair bile kabul edilmeyen birinin Onuncu Yıl Marşı yazması hem basın yayın organlarını hem edebiyat kamusunu en önemlisi Cumhuriyet’e vaziyet edenleri tatmin etmezdi. Mehmet Akif ve İstiklâl Marşı seviyesinde olmasa da bu işten anlayanları tatmin edecek bir isim gerekiyordu. Bu bağlamda şiirde eli yüzü düzgün Tanpınar, Necip Fazıl, Ahmet Kudsi Tecer, Ahmet Muhip Dıranas gibi şairler akla gelmiştir muhakkak. Peki niye Faruk Nafiz Çamlıbel?
Bu, Faruk Nafiz’in hırsı ve girişkenliği ile ilgili bir husustur. Çünkü onun 1935’te CHP’den mebus olmak için teşebbüste bulunduğunu ve fakat muvaffak olamadığını biliyoruz. Burada anlıyoruz ki (1933) Onuncu Yıl Marşı adımı hesaplı bir adımdır.”
“Makam ve mevki tadını bir kez aldığı için bunu devamlı hale getirmek amacının Faruk Nafiz’i siyasete sürüklediği anlaşılıyor. DP’den 1946’dan 1960’a kadar İstanbul mebusu olarak seçilir. Ancak aktif bir mebus değildir. Bu üç yıl içinde bir, iki konuşmak dışında Meclis’te görülmez. Onun DP atına binmesi fikri bir tercih değildir sadece mebus olmak isteğidir. DP de bu iştahlı şöhreti reddetmemiş ve onu TBMM’ye taşımıştır.”
Ali Karaçalı’nın Yazı Dünyası
Necati Mert, Ali Karaçalı’nın yazı dünyasını yazmış. Hayatından kesitler eşliğinde, Karaçalı’nın öykü ve denemelerini ele almış Mert. Kıymetli iki ismi bir araya getirmesi anlamında da bu yazı arşivlik bir değer taşıyor. Anlatan da anlatılan da günümüz Türk Edebiyatı’nda paha biçilmez iki değerdir. Sağlıklı bir ömür diliyorum iki ustaya da.
“Yazı dünyasına Nuri Pakdil’in açtığı kapıdan adım atanların çok belirgin özellikleri var. Ataç’ın sözcükleriyle yazmanın bir mecburiyet olduğu sanılıyor galiba. Sonra devrik cümleler bol kullanılıyor, aynı anlam veya görevde öbek ve öğeler de çok rahat peş peşe getirilebiliyor. Gerçi Karaçalı’nın dili sözcük ve cümle bakımından külfetli değil. Karaçalı verili dili pek zorlamıyor. Edebiyat dergisinin izleri Kamçı’daki öykülerde görülür daha çok; onda bile sayılıdır: büngüldemek, ivecen, sünmek (s. 7), istemsizce, erinç, coşum (8), höykürmek (14), kağşamak (20), dizge (22), ezinç (23), organsal (32), uslamlama (33), ayrımsamak (38)”
“Gün Karşı Tepeden Ali Karaçalı’nın deneme kitabı. Üç bölüm. İlkinin başlığı, “Doğu Yazıları”. Karaçalı 12 Eylül darbesi ardından okulu bitirir, öğretmen olur, Ağrı’ya atanır. Yazılar orada başlar ve Edebiyat dergisinde de yayımlanır. Kısa kısa 16 yazıdır hepsi. Günlük gibi, günce gibi. Kamçı’nın diliyle hiç ilgisi yoktur yazıların. Az da olsa ağızda yaşamayan sözcükleri yine kullanır Karaçalı: koyak (11), konumlamak (21), koygun (22), çoğullaşmak (25), devinimli (26). Doğa, yaşantı, köy, kasaba, yerel mekânlar, kişiler, tasvir, gözlem öne çıkar.. Bundandır belki sözcüklerin göze batmaması.”
Kitap Geçidi
Karabatak bu sayıda da yeni çıkan kitaplar üzerine yazılar söyleşiler ile yayın dünyasına katkı sunuyor. Birçok kitap hakkında yazı var dergide. Orhan Gazi Gökçe’nin Merve Ergin Ceyhan’ın şiir kitabı Omzumda İnce Şal üzerine kaleme aldığı yazıdan paylaşım yapacağım.
Omzunda İnce Şal ile Yola Çıkmak
“Merve Ergin Ceyhan Omzunda İnce Şal ile bu cesaretin ilk bayrağını çekti ve şiirlerini Şule Yayınları arasından iki kapak arasında topladı. Ali Ural’ın Başlamak ne zor ilk mısraı yüklenemem ya Evvel mısrasından hareketle ilk adımlarını atıyor Ceyhan.”
“Şiirin eşyadan yol bulup varmak istediği öz, hakikatin kendisidir şüphesiz. Bunu cümleleri uzatarak izaha kalkışmak söze halel getirir. İnsanı olduracak belki de baştan başlamaktır, öyle ya.
Su katın biraz
Olmadı mı insan
O zaman baştan okuyalım filmi
Müziği baştan”
“Hız ve haza odaklı modern hayatın bize en büyük kötülüğü duygularımızı yaşamaya fırsat vermemesi. Tutamadığımız yaslar tarafından öldürülüyoruz en çok. Şairin dikkati buraya odaklanıyor şu mısralarla:
Gözlerine mil çekilmiş şair nasıl ağlasın
Susmaz ki parmağı kapıya sıkışan çocuk
Üzülüyorum işte, telaşın ne”
Projektörde Şükran Binark Var
Bu sayı kitaplarıyla Şükran Binark, Projektör bölümünün konuğu. Benim de severek okuduğum bir yazar Binark. Çocuk edebiyatına kendine has üslubuyla bir ses getirdiği muhakkak. Geleneksel motifleri kullanarak iyi bir sentez ürünleri ortaya koyuyor.
Kitaplarına dair soruları cevaplamış Binark.
“Yılanlı Hamam”da mahalle kültürünü vermeye çalıştım. Bunu yaparken çocuklara sevgi, saygı, yardımlaşma, arkadaşlık, hayvan sevgisi, önyargılı olmama gibi güzel değerlerimizi kazandırmayı istedim. Ertan ve arkadaşları mahallenin delisi Arif Bey’in ve metruk Yılanlı Hamam’ın gizemini çözmeye çalışırlarken aralarında oluşan dostluğu yazdım. Sadece çocukların değil, onların kütüphanelerini oluşturan ebeveynlerin de beğenisini kazandı “Yılanlı Hamam”. Gittiğim bir okulda kitabını evde unuttuğu için bir kâğıt uzatıp, imzalar mısınız kitabıma yapıştıracağım diyen çocuklar da, bana özel bir şey yazar mısınız, diyenler de çok tatlıydı. Yine bir öğrenci “Yılanlı Hamam”ın sonunu hüzünlü bulmuş, ama devamı gelecekse neden olmasın demişti. Böyle de bir istek var, birkaç kişiden daha duyduğum. Neden olmasın!”
“Ortaçağ karanlığı Avrupa içindi İslam dünyası için değil. Beni, İslam medeniyetinin zirvede olduğu zamanlar hep heyecanlandırmıştır. Bu nedenle o zamanları ve Kimya öğretmeni olduğum için de insanlığa çok büyük değerler katan modern kimyanın kurucusu Cabir bin Hayyan’ı çocuklarımıza keyifli bir macerayla anlatmak istedim. Çocukların kendileriyle özdeşleştirecekleri bir çocuk kahraman olarak da yine medeniyete büyük katkı sağlayan Ziryab’ı kurguya kattım. Sözün kısası zamanda yolculuk söz konusu olsaydı, medeniyetin zirvede olduğu o zamanlardaki Bağdat’a özellikle Beytül Hikme’ye gitmek isterdim. Veya Ziryab’ın da katkıda bulunduğu; ilim, teknik ve sanatta çok ileride olan, farklı kültür ve dinlerin bir arada yaşadığı Endülüs’e.”
Karabatak’tan Öyküler
Hatice Karaoğlan – Hayalet Duvar
“Tahta bacağımla çıkıyorum merdivenleri. Uçurumun kenarında yükselen basamaklar zorluyor. Birbirine karışmış kuş sesleri arasından seçebiliyorum hüdhüd kuşunu. Onun ara vererek ötüşünü fark etmek sevindiriyor beni. Dere kenarı varken, dağın tepesine şehir kuran atalarımıza söyleniyorum bir taraftan. Topalları kimse düşünmüyor. Ayağım kaysa uçuruma yuvarlanmam an meselesi.”
“Elini itip yürümeye devam ediyorum. Yaşlanmış adımları yetişemiyor. Uzun zamandır bu kadar yakından görmemiştim. Ağarmış sakalı, bükülen beliyle küçülmüş göründü gözüme. Cübbesi omuzlarından sarkmış. Önüne düşen takkesi geniş alnını kapatamamıştı. O devasa kapıyı nasıl açıyor diye düşündüm.”
“O anda bir uğultu koptu. Kuşlar havalandı. Sesleri gürültünün arasında kayboldu. Hüdhüd kuşunun sesini seçemedim. Herkes kulaklarını elleriyle kapatıp yere çöktü. Gürültü dehşet vericiydi. Ahırlardan kaçan keçiler, birbirine sarılmış insanların arasında sağa sola sekiyorlardı. Atların kişnemesi bastırıyordu getirdiğimiz tekbirleri.”
Beyza Yaşar – Kâğıt Kesiği
“Paltosunun cebini karıştırıp elime bir kâğıt tutuşturdu. Tuhaf birine benziyordu. Daha önce onu görmediğime emindim. Gözlerinin içine baktım uzun uzun, bana bunu neden yapıyordu? Kapının önüne daha yeni çıkmıştım. Ardıma bakmadan yola çıkacaktım. Bakkal kepenklerini indirirken, Üsküdar Bostancı otobüsü durağa yanaşırken derin bir nefes almıştım ve hazırdım. Artık birbirine benzemeyen günler istiyordum.”
“Bu koruya çocukken de gelirdik. O zamanlar annem benim elimden tutardı. Buraya hoplaya zıplaya gelir, ayaklarımı sürüye sürüye eve dönerdim. Annem bir bankta saatlerce kımıldamadan otururdu. İlk birkaç dakika onunla kalır, beraber bir şeyler yaparız belki diye beklerdim. Sonra canım sıkılmaya başlar ve dolaşmaya çıkardım. Korunun sınırlarını belirleyen taş duvarın diplerine tedirgin tekmeler atarak gizli kapılar arar ya da şirinlerin biriyle karşılaşmak umuduyla mantar avına çıkardım.”
“Tuhaf oluşum belki de bunlarla alakalıdır. Kaygılı ve huzursuzumdur. Kimseyle havadan sudan konuşamam, erken yatmayı sevmem, yastığımı yatağımı yadırgarım her gece, her gün yeni taşınmışım gibi girerim kendi odama. Kimseye garip gelmez bu hallerim, hatta zaman zaman konu komşunun bana acıdığını bile hissettiğim olur. Bugün de yemeğimi yine kendim ısıtıp yedim. İçeridekileri duymadığım, onların da beni fark etmediği sıradan bir akşamdı. O kadar yorgunum ki! Aynılığın ve harekete geçememenin yorgunluğu bu.”
Gül Demirtaş – Leylekler ve Hamza’nın Gözleri
“Geceleri köpekler daha az havlamaya başladığında anlarım ben baharın yaklaştığını. Kurtlar artık köye inmez olur. Sabahları zerdalide kırağı olmadığında, çıtak köye gelip köylü yavaş yavaş oraya çekildiğinde anlarım. Baharın eli kulağında. Leylekler de geldi mi tamamdır. Köyümüzün baharı hayırlı olsun.”
“Çıtağa giderken leylekleri neden bu kadar seviyorum diye düşünüyorum, zarif bir şiire benzetiyorum çünkü onları. Şiirleri de severim ben. Beyaz ve ince bir şiir gibiler. Geliyorlar ve ardında onları bekleyen âşıklar bırakıp gidiyorlar. Bir sonraki baharı bekletiyorlar bize. Bahar onlarla gelince cemreleri kanatlarında taşımışlar gibi oluyor. Neyse bizim köye bu kadar romantizm fazla. Hem kimse de anlamıyor zaten. Bir Hamza abi anlasa. Saçlarıma kelebekli tokalar alacağım. Parıldayıp duracaklar. Saçlarımın baharı hayırlı olsun.”
Nehar Çakır Ordu – Lapaza
“Eski evin yıkık duvarları arasında toplanmıştık. Devasa lapazaların arasında çömelmiş, gizli bir antlaşmanın toplantısını yapıyorlardı. Tabii söylenen sözler aramızda kalacaktı. Zaten yaprakların altında karıncaları andırıyorduk. Ablam ve abimin planlarımızı bozmasından korkuyor, gizlice evi gözetliyorduk. Çocuklarla iki gruba ayrılmaya karar verdik.”
“Dağların arasında boğazda biriken bulutlar rüzgârın etkisiyle etrafımızı sarmıştı. Güneş arkamızda bulutların içinde kaybolurken gizemli bir oyunun içinde bulmuştuk kendimizi. Kudüs’ü korumak kolay iş değildi. Açık alanda hedef noktasıydık, sayımız diğerlerinden bir kişi azdı. Karabaş’ı sayarsak eşit sayıya ulaşıyorduk. Kalef evin çevresinde, Allah’tan devedikeni ve tümseğin arkasında kaya parçası vardı.”
Karabatak’tan Şiirler
lifeguard tahta kulesinden denizi seyrediyor
mavi bir lifeguard maviye bakmaktan bir lifeguard
şapkasının siperliği uzuyor günün ilk saatleri
caretta carettaya kadar uzuyor korumaya alınmış
suyun üstünde martı tüyü, suyun altında istiridye sancısı
sedefin üstünde inci, incinin altında beyaz kadınlar
beyaz kadınların üstünde altı çizilmiş satırlar fosforlu
gözüne kum kaçıyor lifeguardın radara takılıyor uçak
gözkapakları öykünüyor istiridyeye fena öykünüyor
A.Ali Ural
Fakat bugün. Bugün masum kalır Faust
Masum kalır onun gibi tüccarlar. Adına para denmiş
Ceplerde küt küt atan o kalp sesin
Sahteliğinde saklanmış zehri anlatmak bugün
Boş bir çaba! Çünkü düşman kalplerde uyutmuş ordusunu
Dün yanlış olan ne varsa vezni olmuş bugünün
Münferit zulmetler semirip bakın şimdi
Zehirli bir gövdenin nefretle parlayan organları olmuş
Para artık nedir faizin hayaleti olmaktan başka
Dolaşır ceplerde, arzuların kemiğinde
DNA’ya sokulur
Bozar tadını emeğin
Her sunilikle akraba geçinir bu zifir
Ahmet Akarsu
Ey içimden gelenlerin sonuncusu İçimin bütün katmanlarında gezinen
Yeni yaratılmış taze buğu
Gecenin ve gündüzün tamamlayıcısı
Wagner’in tuşlarına dokunuşu
Ellerinden bana doğru uzanan o saf doku…
Benim için yırtar mısın evrendeki zarı
Benim için atar mısın üzerinden İnsanların tanrısı karanlık örtüyü
Çıkar mısın ay ışığım düşer misin denizdeki
Cesedim üzerine bir tan vakti
Günlerin o yaşlanan vakti
Delirmenin o kıyamet vakti
Okşayan ve dirilten sesindeki
Göktürk vakti
Adem Yazıcı
Kâğıtlara özel lekeler bırakırdık eskiden
Kırdık kelimeleri, harfleri parçaladık!
Ve şiir dilsiz kaldı ağır yükler altında
Anlam’ın başında koptu yine kıyamet!..
Görmek de varmış meğer nasibimizde
Kimi yoksulların büyük şahsiyet olduğunu!..
Ve zulme baş eğen inanmışların
Bunca varlık içinde yoksunluğunu!..
Hasan Akay
Söyledikçe kanında sayısız kurt uluyor
Sustukça kurtuluyor masalın tutuklusu
Söyledikçe gökyüzü yeninde yurt oluyor
Sustukça dağı ateş taşıyor tutkusu
Ne varsa yakılmaya uyanınca yanıyor
Mehmet Aycı
Kelimeler /hırkamın ön cebi delik/ arıyor ölümü
arıyor ölümü güneşin buruşturduğu gözler
kanıyor göğsü baykuşun, son dizesi tasında Nebi’nin
saçlarını okşadığım bebek sıcakken dudakları
kalbim coşkun bir ırmak akıyor İbrahim’e doğru
Misafire hoşgeldin, derviş elleri, yanık saçlar, baykuş tüyleri
İbrahim’in yanından geldim, göster bana düştüğün yeri
Müyesser Çelik
Muhit dergisi, Sayı:53
Muhit dergisi 53. sayısında Rasim Özdenören’in ilk defa yayınlanan bir söyleşisini ulaştırıyor okurlarına. Bahar Emre’nin sorularını cevaplanmış Özdenören. Yazmak üzerine düşüncelerini paylaşıyor Özdenören, aynı zamanda öykü ve öykücülüğü üzerine de notlar paylaşıyor. Büyük ustaya rahmet dileklerimle altını çizdiğim satırları paylaşıyorum.
“Konu zihnimde nebülöz hâlinde ortaya çıkıyor. Şunu yazmalıyım, diyorum fakat onun sınırları belli değil. Ne yazacağımın havası, atmosferi belli. Konular önce zihnimde somutluk kazanıyor, ete kemiğe bürünüyor. O andan itibaren de yazma moduna girmiş oluyorum.”
“Dönem dönem hem el yazısıyla hem bilgisayar ortamında yazdığım oldu. Başlangıçta el yazısıyla; kurşun, tükenmez ve dolma kalemle yazdığım günler oldu. Lise dönemlerimiz öyleydi. Daha sonra daktiloya geçtik. Sonradan mekanik daktilo ve elektronik daktilo kullandım. Halen bilgisayar kullanıyorum ve memnunum. Bilgisayarın çok kolaylıkları var.”
“Mesela Ahmet Hamdi’yi takdir ederim fakat hiçbir zaman sevemem onu. Uzlaşamam çünkü. Onun yazıları da romanları da akademik üslupla yazılmış. Hâlbuki Peyami Safa’nın üslubu içerden geliyor. Benim kendi deyimimle söylersek sesi ciğerden geliyor. Bu kategoride şairliği ve olağanüstü düz yazısıyla Necip Fazıl var elbette. Coşkulu ve neşeli bir üslubu var.”
“Bu zor bir soru ama genel olarak cevap vereyim. Diyarbakır, Urfa, Sivas türküleri. Tek bir türkü söyleyeceksem “ah le canım”ı söyleyebilirim. “Gitti canımın cananı” diye başlayan türkü. Senden de dinlemek isterim.”
Geleni Görebilmek
İbrahim Tenekeci, güncel konulara siyasi gelişmeler, seçim sonrası oluşan tablo gibi birçok açıdan yaklaşan bir yazı kaleme almış. Sorulması gereken birçok soruyu da açık yüreklilikle sormuş. Sorgulamamız gerek. Olup biteni sadece takip etmek artık yetmiyor. Nedenler ve niçinler bizi doğruya götürecek yol işaretleri. Yeter ki sahih bir kalple yapalım bunu. Tenekeci’nin soruları ve cevapları oldukça yerinde.
“Ne kadar büyürsek büyüyelim, ummanda zerreyiz. Kâinatta nokta bile değiliz. Mümin kibir sahibi olamaz. İmkânın esiri hâline gelemez. Salih insan, başkalarına değil de sadece Rabbine yaranmaya, onun gözüne girmeye çalışır. Vefalıdır.”
“Devran dönüyor, bir bütün olarak iklim değişiyor. Önceden her on yılda bir kuşak gelirdi. Artık kuşaklar arasındaki fark bile neredeyse beş yıla düştü. Evvela bunu kavramak şarttır. Sosyal medyanın yıkıcı ve yanıltıcı etkisi hesaba katılmadan siyaset yapılamaz.”
“AK Parti, Yeniden Refah, Saadet, Gelecek ve Deva, esasında aynı mahallenin evlatlarıdır. İçlerinden biri yanlış yola girse bile bu hakikat değişmez. Nihayetinde hepsi tek “paltodan” çıkmıştır. Mahalle görgüsünden uzak, camiadan gelmeyen, buna karşılık her yerden gelen kimi yorumcuların kırıcı üslupları, küskünlükleri çoğaltmaktan, ayrışmayı daha derin hâle getirmekten başka bir işe yaramamıştır.”
“Üslup sorunu, samimiyetin azalması, tebessümün nadir hâle gelmesi, itimat duygusunun zayıflaması, nezaketin ihmal edilmesi, mütevazılığın kibirle yer değiştirmesi, hassasiyetlerin öncelik olmaktan çıkması, görgüsüzlük gibi birçok başlık ayrıca konuşulmalıdır.”
Aşk Bitince Ne Başlar?
Soru çok net ve keskin; aşk bitince ne başlar? Aşk her şeyin sonu mu yoksa yeni başlangıçlar için bir adım mıdır? Aşkın bittiğini anlamak mümkün müdür? Erol Göka, Aile ve Aşk Yazıları’nda bu kez aşk bitince ne başlar sorusunun cevabını arıyor. Başlangıçlar, bitişler ve sonrası…
“Aşkın siz deyin iki, biz diyelim üç yıl bir ömrü var; hatta bazıları bunu üç saate kadar indirebiliyor. Herkesin bir ömrü olduğu gibi aşklar da ömürlü. Bu böyle, bu konu üzerinde fazlaca durmamızın bir yararı yok. Bizim asıl konuşmamız gereken, bu aşamalar geçince ve aşk bitince ne olacağı…”
“Sağlıklı bir aşk yaşamış insanlar, bitişten sonra sayesinde aşkı yaşadığı insana da aşk bittiğinde ortaya çıkan bir hayal kırıklığının etkisiyle ıstırap çektirmeyi zül sayarlar. Aşkın ilk kimde bittiği çok önemli değildir bu noktada. Aşk, onlara karşısındaki insanın kıymetini öğretmiştir. Onlar, kendisi için bir şey istemenin değil, karşısındaki için bir şey yapmanın, onu anlamaya çalışmanın üstadı olmuşlardır aşk sayesinde.”
“Ne yapılırsa yapılsın bazen terk edilmek kaçınılmazdır. Sevilen, bir gün terk edip gidebilir. Sevgi becerisi düşük, hastalıklı aşk yaşantısı olan kişi terk eden konumundaysa fazla sorun yoktur. Karşısındakinin ısrarlarına yeterli bir süre dayanma gücü gösterirse derdi bitecektir.”
Din-Hayat İkilemindeki Dindarlığımız
Din ve hayat birbirinden ayrılmaz bir ikilidir. Hayatı din dışında düşünmek mümkün değil. Hayatın bölümlerinde dinden uzak bir yaşam sürüp dini sadece dört duvar arasına hapsetmek çelişkiler dünyasındaki insanın da bir çıkmazıdır. Sadettin Acar, insanlığın dindarlıkla olan mücadelesini hayat bağlamında ele alıyor.
“Din, bir hayata ihtiyaç duyar. Zira Allah’ın gönderdiği son ve mükemmel din olan İslâm, bütünüyle teorik ve itikadi meselelerden ibaret değildir. Evvelemirde bir iman ve itikat meselesi olmakla birlikte İslâm’ın amele ve eyleme dönük emir ve yasakları da ciddi bir yekûnu teşkil etmektedir. Dolayısıyla din öncelikle zihinlerde bir fikir ve inanç olarak var olmayı istediği gibi pratikte de bir hayat formu olarak görünmeyi arzu emektedir.”
“Modern zamanlarda insanların yaşadığı en büyük açmazlardan birisi, zihinlerde din ile hayat arasına sahte duvarların örülmüş olmasıdır. Onları iki ayrı ve birbirinden bağımsız bölümler olarak görme yanılgısı ve şaşılığı dini bir külfete dönüştürürken hayatı da muhtaç olduğu o kutlu anlamdan mahrum bırakmıştır. Böylesi bir ayırımda dine dönmek; hayattan feragat etmeyi, hayata ara vermeyi gerektireceği için din bir yük olarak görülmeye başlanır. Hayatı kesintiye ve sekteye uğratan, ondan fedakârlık yapmayı gerektiren bir din tanımı, onu hayatla irtibatı olmayan, soğuk, boğucu bir kurallar manzumesine çevirir.”
Çocuğun Bozkırı
“Bozkırın Atları Yaman Ölür” diyen Zeki Bulduk bir bozkır yazısı ile Muhit’te. Bozkırı anlatmak çok yakışıyor Bulduk’a. Çocuğun bozkırı diyor bu kez. Bozkırda geçen bir çocukluk var yazının ana temasında. Bozkırdan kuyuya geçiş bir Yusuf misali. Karanlıktan aydınlığa çıkmak gibi…
“Yalan değil, ben okuduğum tüm yazarlara inandım. İçim o kadar fakirdi ki ne okumuşsam hepsini bozkırın yağmur sularını sünger misali emmesi gibi, öyle işte. Belki yalanı o kadar inandırıcı söylüyorlardı, belki yalan da olsa bir şeyler duymak, bilmek, görmek, muhatap alınmak istiyordum, insanların çoğu gibi. Yalan da olsa…”
“Uzun zaman bakarsanız yeşil bile bozkırda bir müddet sonra bozarır. Tüm renklerin bozardığı uçsuz bucaksız bir yerden bahsediyorum. O renksizlikte hep bir karartı ya da karaltı o kadar çok göze batar ki her misafire peygamber gelmiş gibi bakarız yahut yabancı muamelesi yaparız, köye gelen bir gurbetçi olsa da. Çünkü üzerine sinmiş yabancı, renkli, farklı bir dünyanın izleri vardır.”
“Yusuf ’u yutan kör kuyular vardı ilk duyduğum mesellerde. Kuyuya eğilip bakamadım uzunca bir süre. Ya kuyu beni de yutarsa? Bir de “Kuyu çeker çocukları” derlerdi. Oysa babam inerdi bizim kuyuya. Beline bir ip bağlar, sekiz metrelik kuyuya iner; su çekerken küpesini, yüzüğünü, gerdanlığını düşürürdü kimi acer gelinler, kızlar onları almak için inerdi babam. Ramazan ikindilerinde bizim kuyunun başı düğün yeri gibi olurdu.”
Başka Bir Köy: Binkılıç
Bir bahar mevsiminde yollara düşüyor Müslim Kılıç. Yol arkadaşı İbrahim Tenekeci. Hedef Binkılıç köyü. Trakya’da geçilen yerler, uğranılan köyler, selam vermenin sıcaklığı, muhabbetin demi… Şehirden uzaklaştıkça her şey daha bir sahih oluyor. Samimiyet kuşatıyor yürekleri.
“Yol boyu birbirinden güzel ve yeşile boyanmış köylerden geçiyoruz. Tabiatın renkleri içinde kendine yer bulmuş bu köyleri görmek sadece gözümüze değil, ruhumuzu da iyi geliyor. Önce Örcünlü, Kestanelik ve Subaşı köylerine selam veriyoruz. Ardından Dağyenice köyüne geçerek Alaiye Şehitliği’ne uğruyoruz. Burası, Balkan Harbi’ne katılmak için Alanya’dan çıkıp gelen Alaiye Taburu’ndaki şehit düşen askerlerimizin anısına yapılan bir şehitlik. Şehitlerimizin huzurundayız.”
“Yıldız Dağları’nın (Istranca Dağları) eteğine kurulmuş olan Binkılıç köyü, bir orman köyü. Köyün ismi 1960’a kadar Istranca olarak geçmiş, 1960’da ise Binkılıç ismini almış. Binkılıç, Balkan Harbi’nde düşmanın işgal edemediği nadir yerlerden biri olmuş. Güçlü bir direniş göstermiş ve Binkılıç ismini bu direnişten dolayı almışlar. Savaş başlayınca köyde yaşayan Rumlar köyü terk ederek Yunanistan’a göç etmiş. Köyün ağırlıklı nüfusu Pomak Türkleri ve Boşnaklardan oluşuyor.”
Mayıs, Fetih Ayıdır
Fetihlerin en güzelidir İstanbul’un fethi. Övgülere mazhar olunmuş bir fetihtir bu. Fethin sembolü de Ayasofya. Recep Terler “Büyük Türk’ün izinde fetih ve Ayasofya” yazısında ele alıyor bu konuları.
“Kutlu fetihten 101 yıl önce, 1352 yılında Orhan Gazi’nin Üsküdar’ı, 92 yıl önce 1361 yılında Birinci Murad’ın Edirne’yi fethiyle Doğu Roma bir şehir devletine dönüşmeye başladığında o tarihlerde denizden, boğazdan ve karşı kıyıdan Ayasofya’ya bakanların ne hayaller kurduklarını düşünebiliyor musunuz?”
“Dönemin padişahlarının, paşalarının ve ilim adamlarının görmüş olduğu en büyük mabet ve yapı Bursa Ulu Camii olmalı. Bu yapı da tek büyük bir kubbeye sahip olmayıp yirmi kubbeden oluşmaktadır. Ayasofya’nın tek büyük bir kubbeyle heybeti karşısında hayran olmamak elde değildir. Bu görsel şölen, Ayasofya’ya sahip olarak orada Allah’ın adını anmak gibi büyük bir hayale ve hedefe dönüşmüş olsa gerektir.”
Varoluşsal Bir Erdem Olarak Boykot
Boykot hayatımızın merkezinde. Duyarlılıkları daima canlı tutmak gerek. Çünkü zulüm devam ediyor. Muhammet Enes Kala, boykotu erdem bağlamında ele almış. Konu sadece birkaç ürünü almamakla sınırlı değil. İnsanın ruh dinamikleriyle de alakalı bir konu.
“Erdem, ruhun hayat karşısındaki istikameti, direnci ve kıyamıdır. Bundan ötürü hayat gibi canlı ve dinamiktir. Hayatın, mekân ve tarih olmak üzere en az iki cephesinden söz açabiliyorsak mekâna ve tarihe dirençli erdemler kadar değişmekte olan mekâna ve akmakta olan tarihe duyarlı erdemlerden de söz etmek mümkün görünür.”
“Boykot gibi hem fert hem de toplum için varoluş erdemiyle kuşanma cesareti ve kudreti ferde hürriyetini; topluma ise istiklâlini kazandırır. Dahası dünya üzerinde kolektif bir iradenin tüm çarklara çomak sokabileceği tembihini bir bayrak gibi dalgalandırır. Bu boykot sancağı, sözde güçlülerin inhisarında bulunan pazardaki tüm rafları tarumar da edebilir.”
Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği arasında: Rasim Özdenören
Sibel Eraslan, Rasim Özdenören üzerine yazmış.
“Rasim Özdenören, benim neslim için Batı’yı ölesiye karşıt olmaktan çıkartmış, dünyaya kompleks, korku ve yenilgi kapanlarının ardından bakmamayı söylemiş bir düşünce insanıdır. Rüzgâr nasıl da hızlı esiyor… Biz gençken de bu kadar hızlı eser miydi? Ahirete geçen dostlarımıza her gün bir yenisi ekleniyor, günlüklerim neredeyse, bir taziye defterine dönüştü.”
“Rasim Özdenören edebiyat ve düşünce dünyasında, Cahit Zarifoğlu, Alaeddin Özdenören, Erdem Bayazıt ve Âkif İnan’la birlikte anılır. Bunlara Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil’i de eklersek güncel tanımlamayla “Yedi Güzel Adam” ortaya çıkar. Rasim Özdenören’in edebiyat ve düşünce çizgisi Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat ve Mavera dergileriyle şekillenir, yol alır, biçimlenir.”
Okuma Notları
Arif Ay okuma notlarına devam ediyor. Bu yazılar o kadar değerli ki. Yol gösteriyor, yordam öğretiyor. Yazıda zikredilen kitap isimlerini, şiirleri bir köşeye not etmek gerek. Böyle hocalarımız var olsunlar. Sağlıkla ve huzurla…
“Pınar Kür 25.03.2024 tarihli Hürriyet gazetesindeki söyleşisinde romanın da şiirin de bittiğini söylemiş. Öyle bir şey yok; şiir de roman da yazılıyor günümüzde. Gelecekte de yazılacağını ümit ediyorum. İnsan yaşlanınca böyle oluyor demek ki… Kendinden sonrakileri okumadığı gibi onları var da saymıyor. Kendinden öncekilere takılıp kalıyor.”
“Zaman zaman kitaplığımı düzenlemek keyifli uğraşlarımdan biridir. Bazı kitapların yerini değiştiririm, bazılarını elimi atınca bulabileceğim bir yere taşırım. Bunları yaparken okunmuş kitaplara göz atar, altı çizilmiş satırlara dalıp gitmekten kendimi alamam.”
Haşmet Babaoğlu ile Söyleşi
Haşmet Babaoğlu ile Zeynep Merdan; iyilik, güzellik, içtenlik, samimiyet üzerine keyifli bir söyleşi yapmış. Hakikati haykıran esaslı cümleler var söyleşide. Doğru sözü zamanında söylemek gerek. Sözü insanın özü olmalı.
“Oturduğun yerden iyilik olmaz; kıyam etmen, yani doğrulup kalkman gerekir. Düzenin tanrılaştırıldığı hayatlardan ötesini gözümüz görmediği için “küçük insan”lardan “iyiler” diye bahsediyoruz. Sonra da kızıyoruz; “büyük insan”lar hep kötülerden çıkıyor diye. Kötülük aldatır; niteliği bu.”
“Mutluluğun tamamı yanılgı galiba. Güzel aldanış sanırım; en güzel aldanış. Bugünlerde şükran duygusuyla hayatının mutluluklarını sık sık hatırlayan ve bundan da ayrıca mutlu olan biri olarak biliyorum: Mutluluk, geçmiş zaman kipinde “var” oluyor. Yaşarken mutluluk yok, palavra o! Bin türlü tarif yapıyorsun ama ancak geçip gittikten sonra “mutluydum” diyorsun. Şimdiki zaman kipine ise mutsuzluk ya da şüpheler hâkim; iyi miyim, mutlu muyum, huzurlu muyum, sorar durursun. Bütün olay bu!”
“Genç kalmak seviliyor ya, bu konuda genç olmayalım ne olur! Paçamızdan akan komplekslerimiz ve kişisel serüvenimizin hayal kırıklıkları başkalarına bakışımızı kuşatıp teslim almasın. Bir başkasını incitme iştahımız, objektif havalarda eleştiri kılığına bürünmesin. O kadarı yeter! Bundan fazlasını insandan beklemek çok hayalcilik olur. Yargılarken yargılanırız. Net!”
Muhit’ten Bir Öykü
Kâmil Yeşil – Leo ve Yahşi
“Gözlerimi nerede, kimin yanında açtım hatırlamıyorum. Benim bir anam babam var mı, varsa neredeler? Bu konunun da cahiliyim. Anam ben doğarken ölmüş mü yoksa beni terk edip gitmiş mi, bu soruların da cevabı yok bende. Leoparların kendi başlarına avlanıp karınlarını doyuracak yaşa gelinceye kadar yavrularını terk etmediklerinden de habersizim.”
“Gökler beni çekiyordu.
Önceleri korktum yüksekten. Sonra kuşları gördüm. Onlar korkmuyor ve en uç dala konuyorlardı. Bir kuş kadar olamayacak mıyım, diye düşündüm hep. Sonra rüyamda kendimi hep başımın üstündeki o ağacın dalında gördüm. Hep orada ağacın çatalında uyuduğumu gördüm. Bu rüyalar benim için bir uyarı oldu. Bir öğretmen.”
“Bir dost.
Evet, bir dostu tehlikelere karşı korumak, arkadaşın can emniyetini sağlamak bana düşer. Ondan güçlüyüm, çeviğim ve de hızlıyım. (Hız konusunda çok iddialı değilim bazen o beni koşuda geçiyor) Onu korumam gerek. Böyle bir his var içimde.”
“Merakla Leo ve Yahşi’nin yuvası kaya dibine geldi. Leo adamı görünce hızla ağacına tırmandı. Korkusundan açlığını unutmuştu.
Aslan Bey hızlıca etrafı kol açan etti. Yahşi ortalıkta yoktu. Dere kenarına seğirtti. Orada da yok.
Sesini taklit ederek çağırdı ceylanı.
Yine aynı sessizlik.
Leo bir halt etmiş olmasın diye düşündü.
Merakla kamera odasına koştu. Tahmininde yanılmamıştı.”
Muhit’ten Şiirler
Ne çam devirdi ne kız kulesi,
Yarıştırdı “soylu” Balzac’la
Yeniden Doğuşçu göbeğini;
Kadınlara ilgisi pek azdı,
Âşıkları da ne yapsın,
Boyuna yemek pişirdi
Onu kahkahalara boğan
Kalın bir çağdaş şiir antolojisi,
Çatlatıp görkemli göbeğini,
Ölümüne yol açmadan evvel;
Hiç görülmediği kadar
Uzun sürmüştü hayatı
Cevdet Karal
Ömrümün önünde geçilmez hisar
Hatimler indirdim göklerden yere,
Hünkârdan fazladır himmetin senin,
Selamdan sonra dedim başladım;
Seferden döndüm yorgun ve fakir
Hayran kaldıkça hasar almışım
Herkesin heybesi kehribar safir
Yanımda yalnızca yaren hayalin.
Mürşit kuşundan öğrendim kırklar,
Öldüm meraktan, ne diyecektin?
İbrahim Tenekeci
geçkinim ama bahçende çocuk olayım
ulaşamam ülkene ama sana geleyim
iyileşmez yaram ama ilacını süreyim
güneşsin yakarsın ama sana döneyim
Mehmet Narlı
Gazi şiirlerin akşam ilhamlarından, şehit cönklerinden
Sunturlu bir küfürle geçiyorum bazen bazı asırlardan
Siperlerde fast food ile beslenenleri tarih affetmiyor
Haritalar kemiksever tellakların muteber yalanları.
Bu, taşları kayalardan kopartan yalnızlığın diri sesi
Sen bana bakma, göz bebeğindeki yelkenler beni köpürtür.
Ahmet Edip Başaran
Ablası ölen kızlara şarkılar ezberledim
Açılan her gardıropta omzundan yırtılan tişörtler
Utançla, sessiz bir tarih büyütür biliyorum
Bir kuş gelecek oturacak kalbimin karşısına
Bir hışımla biten mevsimin perdesini çekerken
Bana ısıttığın sütler, kaynamış ıhlamurlar
Yapayalnız soğuyacak son kapı kapanınca
Üşüyüp kalktığım bir Üsküdar sabahında
Mehmet Tepe
Savaşmamıştım ama yenildim
Dahi dakiktir öksüreceği dakikalar ve
Sinir krizleri belirlenmiştir
Aspirin ve aspirin kelimesi ve sırt ağrıları
Belirlenmiştir
Soğuktan aldığı nefes kadın şiirleri
Susmaktan aldığı zammı bilir
Şerefsizdir kelimesini sever kâğıt üstünde
Kâğıt üssünde radara kaptırır rüzgârlarını
Üşümek için borcudur kargalara
Süleyman Unutmaz
Akşamüzeri dağ başlarında
Ya da çayını
Acısıyla demleyen ırgatların
Kırık masatlarında
Bileyledin mi ömrün
Dünden kalan yorgun tırpanlarını
Her şeye rağmen
Sabah ayağa kalkar yeniden
Avare gönlünün hâl çeşmesinden
Damlalar bırakırsın göğün topraklarına
Nurullah Genç
Kim dönüp bakınca ardında
Kim var ki böyle seyirlik duruyor
Kendini gezdiriyor kendinde
Kaç mısra çeker yıldız kıran dersiniz
Kaç şimşek çakınca ortaya ne var
Ne yok alıyor koynuna bir dünya.
Baktınız mı karanlığın içinden
Sabahın ilk ışıkları bir dünya
Nurettin Durman
Bilmeye cesaret ettin de ne oldu
metrekareye düşen sayısız soru
her şeyin teorisi yarım yaşamak
bütünlük ararken bilseydin bunu
Şiir söylenir ıslık çalınır vesaire…
mısranın kırık kalbi arayıp da bulması
kahve falından öteye geçemeyen kesinlik
insanın insana bulaşan yalnızlığı
Mustafa Köneçoğlu
Dağılıp kaybolduk şu yeryüzü haritasında
Hiçbir ağaç yerinde değil
Sokaklar kalabalık, içimiz tenha
Buğdayın hükmü kalmadı
Kan bulaştı ellerimize
Toprak, o bildiğimiz toprak değil
Ne çok acı o kadar solgun çiçek
Türkülerde kaldı telli turna
Mustafa Özçelik
Canımı yakıyor dünya
acı, gerçek görünsün
deliller kararmasın diye
aklım serseri yahudi, görüyor
metrobüslerde hüzne yaslanan insanları
acıbadem durağı, yokuşlar nihayet yok oluşlar.
aklımı dansa kaldırıyor duyduklarım
gözümde büyüyen yol, kafamda menenjiom
kaldırıyor başını, tedavülden bir şair
Emre Demir
Türk Edebiyatı’nda Şah Hatâyî Dosyası
Türk Edebiyatı dergisi arşivlik dosya çalışmaları ile günümüz edebiyat dünyasına katkı sunmaya devam ediyor. Konunun uzmanı isimlerin yazıları ile işlenen dosyalar, düşünce dünyamıza da büyük katkı sağlıyor. Bu sayı Şah Hatâyî Dosyası var dergide. Şah İsmail’i her yönüyle tanımak gerek. Şiir de bu yolların en güzelinden.
Şah Hatâyî Dosyasından
Tufan Gündüz- Şah İsmail’in Uzun Hikâyesinden Kısa Notlar
“Şah İsmail’in tüm faaliyetlerinin ve zaferlerinin kahramanları Kızılbaş Türkmenlerdi. Tam bir savaş makinesi gibi savaşıyorlar, girdikleri her dövüşten galip ayrılıyorlardı. Ancak onlar da peş peşe gelen savaşlar yüzünden hızla erimişler nüfuslarını yenilemeye vakit bulamamışlardı. İlginçtir ki Şah İsmail, İran’ın diğer etnik gruplarından asker toplama eğiliminde de hiç olmamıştı. Bu husus Türk olmayan halkların savaşçılığına dair belirgin bir güvensizlik duymasıyla ilgilidir. Hakikaten onlar neredeyse bin yıldır savaş yüzü görmemişlerdi. Bu boşluğu ise Selçuklulardan beri İran’a hâkim olan devletlerin bürokrasisini oluşturmakla tamamlıyorlardı. Her ne kadar Türkler de divan, adalet, maliye gibi sahalarda hatta -güzel sanatların pek çok alanında- kendilerini gösterseler de İrani unsurlarla yarışacak hâlde değillerdi.”
Muhsin Macit-Yazılı Kaynaklara Göre Şair Hatâyî
“Osmanlı tezkire yazarlarından Kafzade Faizî’den başka hiçbiri Hatâyî’den bahsetmez. Faizî’nin verdiği bilgi de şairin ölümüne düşürülen bir tarihten ve bir gazelinden alıntıladığı iki beyitten ibarettir. Osmanlı biyografi yazarlarından Kâtip Çelebi’nin Keşfü’z-Zünun’da, Şemseddin Sami’nin Kamusu’l-A’lam’da Hatâyî hakkında verdikleri bilgi kırıntılarını derleyen Nail Tuman, şairin Faizî’nin eserinde alıntıladığı Türkçe iki beytini iktibas eder.”
“Şah İsmail’in şiirleri Fuzulî’nin gazelleriyle de benzerlikler gösterir. Fuzulî’nin Beng ü Bade adlı alegorik mesnevisini Şah İsmail’e sunduğu malumdur. Farklı yorumlara açık olmakla birlikte münazara tarzında yazılmış bu mesnevide Fuzulî’nin Osmanlı Padişahı II. Bayezid ile Şah İsmail arasındaki mücadeleyi “afyon” ve “şarap”la sembolize ettiği ileri sürülmüştür.”
“Hatâyî’nin eserlerinin müstensihi (hattatı) ve istinsah tarihi belli olan çok özenle hazırlanmış nüshaları da mevcuttur. Her biri hat sanatında devrinin en seçkin ustaları arasında yer alan Şah Mahmud Nişaburî, Ali Meşhedî, Yarî, Iyşî/ Ayşî, İmad Hasenî ve Nureddin Isfahani gibi çok ünlü hattatlar Herat, Tebriz, Kazvin, Meşhed ve Isfahan gibi kültür merkezlerinde Hatâyî’nin eserlerini istinsah etmişlerdir.”
Mustafa Tatcı – Şah Hatâyî’nin Bir Nefesi
“Hami bir devlet başkanı, Türkçenin virtüözü bir şair, kâmil bir âlim, tasavvuf terbiyesi görmüş vahdet ehli bir arif, Muhammedî ve Alevi bir sufi, bir seyyid, ehl-i beyt ve On İki İmam muhibbi bir kalender, bir âşık, gazi bir alperen, bir Hurufi, bir Safevî, bir Erdebilî, yani bizim Hatâyî! Şah Hatâyî için Yesevî ve Yunus Emre’nin bir gönül çocuğu dense hiç de yanlış olmaz.”
“Hatâyî” Şah’ın mahlası olup “Hatalı, kusurlu, aslına uygun olmayan, kusurla ilgili” gibi manalara gelir. Bir müminin kusuru cemsiz farkta yaşaması, kesreti Hak’sız seyretmesidir. Eşyayı Hakk’ın nurundan ayrı görmek gafletine düşmemek gerekir. Resulullah Cenab-ı Hakk’a “Ya Rabbi bana eşyanın hakikatini göster” diye naz etmiştir. Eşyanın hakikati Muhammedî nurdur.
Ziya Avşar-Alplık ile Erenlik Arasında Bir Ömür
“Şah İsmail’in Hatâyî mahlasıyla yazdığı şiirlerden oluşan Divan’ı incelendiğinde şair hükümdarın kendine has dört yönünün ortaya çıktığı görülür: Birincisi cengâver hükümdar yönü, ikincisi klasik âşık/şair yönü, üçüncüsü kulluk yönü, dördüncüsü de irfanî yöndür. Bu verilere bakıldığında Şah İsmail’in hayatıyla edebî istikametinin örtüştüğü açık bir şekilde görülür. Şahlığının başında mezhebini yaymaya çalışan hırslı bir fatih kimliği göze çarparken Çaldıran mağlubiyetinden sonra fetihlerden gelen özgüven ve cengaverlik ruhunun kırıldığı görülür. Hükümdarlık döneminin ilk on yılını cenk meydanlarında geçiren Şah, Çaldıran mağlubiyetinden sonra hayatının ikinci on yılını da asıl büyük cenk olan nefis savaşıyla geçirmiştir.”
“Menem sultan-ı âlem can içinde
Yirüm vardur kamu canan içinde
Şah İsmail için bir dönüşümün delili olan bu beyitten sonra artık alp bir sultandan eren bir sultana dönüşen süreci takip etmenin vaktidir. Şah İsmail’in alplık şuurundan erenlik bilincine geçişinde üç aşama görülür: İlk aşama onu bize klasik bir divan şair ve âşığı olarak gösterir. Şah İsmail’in en başarılı olduğu edebî metinler, bu kimlikle yazdığı metinlerdir. Okuyucu bu sıfatla kaleme alınmış şiirlerde, divan şiirinin mana ve mazmunlarına hâkim bir âşık şair görür.”
Mahallenin Sevilen Çocuğu: Sait Faik
11 Mayıs, Sait Faik’in ölümünün 70. yılı. Modern hikâyemizin büyük ustasıdır o. Mahalleyi, deniz kıyılarını, küçük kasabaları ve küçük insanları hikâyesine taşıyan bir yazardı Sait Faik. Hüseyin Bargan mahallenin sevilen çocuğunu yazmış.
“Sait Faik, hiç kuşkusuz Türk edebiyatının en değerli en orijinal yazarlarındandır. Döneminde kendi yaşıtları tarafından sevildiği kadar eski nesil yazarlar tarafından da ilgi gören Sait Faik, orta hâlli okurlar tarafından da takip edilip kabul görmüş nadir sanatkârlardandır. Hikâyeleri ne edebiyat bürolarının reklam rüzgârları ne dönem siyasetinin uçurmaları ne de mevki ve makamların övgüleriyle şişirilip arkalanmıştır.”
“Türk hikâyesinin bahtı biraz karadır. Hikâyeye baş koymuş Sait Faik, kırk yedisinde sirozdan vefat eder. Onun kadar ömür görmeyen Ömer Seyfettin şekerden, Kenan Hulûsi tifüsten ve Sabahattin Ali de cinayetten otuzlu kırklı yaşlarda hayata veda etmişlerdir. Sait Faik’in hastalığı 1945’lerde başlar. Zaman zaman burnundan kan gelmektedir. Doktorlar siroz başlangıcı olduğunu içkiyi kesinlikle bırakması gerektiğini söylerler. O da bu tavsiyeye elinden geldiği kadar uyar.”
“O yaşamında olduğu gibi bütün hikâyelerinde insanları, hayvanları, tabiatı ve eşyayı sevgi ile birbirine bağlamaya çalışan bir ademoğludur. O tam da Orhan Veli’nin dediği gibi mahallenin çocuğudur.”
Oğuz Atay’a Dair
Çağlar Ilgın Sakaoğlu, “Korkuyu Beklerken” ve “Abdullah Efendi’nin Rüyaları” Öykülerindeki Korku Öğesinin Karşılaştırılması isimli yazısında Tanpınar ile Oğuz Atay’ın öykülerini korku teması bağlamında ele almış.
“Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay’ın hikâyelerini incelediğimizde iki yazar arasında modernist edebiyat bağlamında birçok devamlılık bulabiliriz. Bu devamlılıklar, bazı anlatım tekniklerini ve Batılılaşma meselesini içerdiği gibi ortak duygu durumlarını da içerebilir. Bu ortak duygulardan biri, yazarların hikâye kişilerini maruz bıraktıkları korkma hâlidir. Tanpınar’ın “Abdullah Efendi’nin Rüyaları”, Atay’ın “Korkuyu Beklerken” öyküleri bu bağlamda bize fikir verecek iki hikâyedir. Ancak yazarlar arasındaki yazınsal devamlılık bir yana bırakılıp bu iki hikâyeye korkunun eklemlenme biçimleri incelenirse yazarların aynı tema içinde neyi farklı yaptığı anlaşılacaktır. Buradan hareketle, Tanpınar’ın Abdullah Efendi’sini ürküten, karaktere dışarıdan etki eden rüya atmosferi iken Atay’ın öyküsünde karakterin kendi iç dünyası korku öğesini var eder.”
“Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Abdullah Efendi’nin Rüyaları” öyküsüyle Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” öyküsünde hikâye kişileri üzerinde bilinçli bir korku hâli yaratılmak istendiği açıktır. Ancak başta kullanılan anlatım teknikleri ve kurulan anlatı evreni dolayısıyla bu iki öyküde farklı bir korku şablonu gözlemlenmektedir. Ben anlatıcının günlük formunda yaşadıklarını ve zihinsel süreçlerini aktardığı “Korkuyu Beklerken”de karakteri korkutan karakterin kendisiyken ve öykü ilerledikçe başkalarına korku salmayı isteyecek bir vaziyete geçilmekteyken, Tanpınar’ın Abdullah Efendi’si rüya atmosferinin içinde absürt, sürreal ve tekinsiz bir ortamla baş başa bırakılmıştır.”
Türk Edebiyatı’ndan Bir Hikâye
Yasemin Kaya – Gazi Dedemin Sırrı
“Yıllar sonra yeniden bu yollarda olmak güzel bir duyguydu. Arabanın yarı açık camından ciğerlerimi dolduran toprak ve kuru ot kokulu hava, gönlümü zaman ve mekân dışı bir yerlere sürüklüyordu âdeta. Aşağıda, kahve-mor renkli tepenin dibinden kırmızı rengiyle akıp duran Kızılırmak, uçsuz bucaksız yemyeşil tarlalara, çağların ötesinden, ta dünyanın yaratılışından beri hayat taşıyordu.. İnsana, hayvana, bitkiye, toprağa, sonsuzluktan beri can taşıyan toprak renkli, toprak kokulu, toprağa kardeş suya…”
“Yerleri kaplayan dize kadar uzamış, kuru otların, dikenlerin arasından ilerledim. Burada daha yakın zamana ait mezarlar var. Çoğunun etrafı yeşil boyalı demir parmaklıkla çevrili, otlar yeşil demirlere dolanarak iyice boylanmış. Nihayet aradıklarımı buldum, işte parmaklığa oturtulmuş beyaz mermerin üstünde isimleri ve altta “Ruhuna Fatiha” yazısı.”
“Buğday bulamayıp yulaf, arpa, çavdar ekmeği yemişler, o unlar mayalanıp öz alan bir şey olmadığı için hamur tutsun diye içine genç kızların saçını kesip kattıkları zamanlar olmuş.”
“Dedemin son hastalığında, yattığı yerden verdiği son ders, zihnimde hep taze kaldı. Televizyon evlerimize girince dedemin dünyasında radyonun yerini almıştı, haberlerin olduğu dakikalarda yanında sinek uçuşuna bile katlanamaz, ses edeni haşlardı. Televizyonda uluslararası başarı kazanmış bir sporcu, coşkulu kutlamalarla canlı yayında karşılanıyordu, herkes gibi biz de heyecanla gurur dolu yorumlar yapıyor, seviniyorduk.”
Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
Şol mübârek zâtuña işüm senâdur yâ Nebî
‘Âsılıg bîmârına aduñ şifâdur yâ Nebî
Ayaguñ topragınuñ kadrin ne bilür her kişi
Kün fekân topragına kemter bahâdur yâ Nebî
Ol makâmuñ kim melek yetmez sufûf-ı na‘line
Ayaguñ altında ol bir hâk-i pâdur yâ Nebî
Hatâyî
Nicesin, derdimi deyim,
Dağ erisin, taş yürüsün.
Vay o güne, deli başla,
Üstüne gardaş yürüsün.
Bir yere yetmesin elin,
Alışsın ağzında dilin.
O taraftan Sultan Selim,
Burdan Kızılbaş yürüsün.
Sabir Sarvan
Ömrün ipliğini toplamış gelmiş gazel.
Yaşamak sanatını bana bırak sevgili.
Sen, böyle bahçenin kenarına itilmiş,
Arzular, neredesiniz, neden kaçıp gittiniz?
Çıplak omuzlarıma gümüş bir şal attınız.
Tarık Özcan
Çare; 20. Sayı
Çare dergisi bozkırdan yüreklere seslenen bir dergi. Yürek ferahlatan bir yönü var derginin. Mevsimlerle gelen ve gelişini hissettiren bir içtenliği de hiç eksik olmuyor Çare’nin. 20. sayısında bozkır-taşra ve edebiyat merkezli yazılar yoğunlukta dergide. Bu yazılardan paylaşımlar yapacağım.
Hüseyin Akbaş – Coğrafya İnsanın Kaderiyse Kaderimizden Razıyız
“Bozkır’da edebiyat ile uğraşmanın zorlukları, bozkırda sanatla uğraşmanın, bozkırda sanatçı, edebiyatçı olmanın zorlukları, bozkırda yaşamanın bozkırın zorlukları Bir de bozkırda Bozok’taysanız bırakın bu zorlukları, bir sözü, cümleyi güzel söylemeye çalışsanız bile, “Bırak edebiyat yapmayı!” cümlesi karşınızda. Hatta biraz kabalaşmadığınız takdirde derdinizi anlatmanın imkân dahilinde olmadığı bir dünya. Bu dünya sadece bozkırla mı sınırlı, yoksa insan neslinin yaşadığı her yer biraz bozkır, biraz vaha, biraz dağ, tepe, orman biraz verimli, kıraç ya da sulak mı?”
“Hangi zaman diliminde bozkırda edebiyat yapmak kolay olmuş ki böyle bir devir, dönem var mı? Ben bilmiyorum. Bozkırın tezenesi Neşet Ertaş hangi döneme kadar düğünlerde saz çaldı? Ne zaman fark edildi? Abbas Sayar’ı kim ne kadar bilir? Rahmetli Ali Tavşancıoğlu kime ne hatırlatır? Bozkırın nahif kibar insanı Mustafa Çiftci ne iş yapar? Hüznî kimdir? Kim bilir? Nâzi kimin umurunda? Radyo olmasaydı Nida Tüfekçi kimdi? Kimden ne bekliyoruz? Beklemeli miyiz? Elbette söylenecek, söylenmesi gereken daha kimler var ve olacak Siyami Yozgat’ı, Usat’ı söylemeye gerek var mı?”
Mehmet Ali Çakır – Taşrada Edebiyat Olur mu?
“Taşra, gözden ıraktır. Taşra, uzaktan sevilendir. Taşra sürgün yeridir. Eğer henüz kentsel dönüşüm, modern şehir olma gibi belâlara uğramadı ise romantikler için birkaç günlüğüne gidilecek, hava alınacak, kırlarda koşturulacak, çiçek toplanacak yerdir. Bunların dışında ayrıca taşra; mahrumiyettir, yokluktur, yoksulluktur, yoksunluktur.”
“Hasılı kelâm; taşradan güçlü şairler, yazarlar çıkar, taşrada edebiyat yapılır, taşranın edebiyatı yapılır ama taşrada edebiyat yapılamaz. Taşrada edebiyat yapılabileceğini düşünen aralarında acizane yazarın da bulunduğu iyi niyetli bir topluluk, taşrada edebiyat “Ol”ur düşüncesi ile “Kün Edebiyat” isimli bir dergi çıkarmayı denemiş, iki ayda bir yayınlanan derginin de ilk dosya konusu Taşrada Edebiyat’tır. Her sayısında; Eylül, Edebiyat ve İdeoloji, Çocuk Edebiyatı, Şehir ve Medeniyet gibi farklı dosya konularını işlemiştir. Dergide; Hilmi Yavuz, Ethem Baran, Üzeyir Gündüz, Saadettin Ökten gibi ülkenin tanıdığı değerli fikir insanları ve edebiyatçıları ile söyleşiler yer almıştır. Ayrıca; Hüsrev Hatemi, Hilmi Yavuz, Şükrü Erbaş, Ahmet Kekeç, İhsan Kurt, İmdat Avşar, Mustafa Çiftçi, Dr.Mehmet Güneş , Payidar Zaraman gbi kıymetli şair ve yazarların eserleri yer almış; taşralı olmaları sebebi ile şöhret olamamış ama Divan Edebiyatı’nı çok iyi bilen, aruz ve hece ölçüsü ile şiirler yazabilen Ali Tavşancıoğlu ve hem roman hem de şiir yazabilen Siyami Yozgat gibi kıymetli edebiyatçıların yanı sıra Yozgatlı edebiyat meraklılarının ve eli kalem tutanların yazıları yer almıştır.”
Selahattin Öztürk – Taşrada Edebiyat Dergisi Çıkarabilmek
“Taşrada dergi çıkarma; yayını sona erenin yerine bir yenisinin çıkmaya başlaması ve bu eylemin ısrarlı olarak devam etmesinin altında yatan, metropol/holding yayıncılığının taşrada dergi çıkarmaya çalışanlara bakışına bir dirençtir, karşı duruştur. Bu direnç gelip geçici bir heves, bir araya gelen dertleri/söylemek istedikleri olan birkaç dostun kendi kendilerini tatmin aracı olarak görülmesine karşı duruştur. Metropol, holding veya yayın kartelleri tarafından çıkarılan dergilerin baskın olma özelliği, gündem oluşturma, toplumun genel beğenisini belirleme ve yönlendirme düzeyi, taşra dergilerinde yerini, çoklukla yöresinin toplumsal hayatı ve kültürel değerlerini önceleme şeklinde kendini gösterir.”
“Taşrada dergi çıkarma eylemi; bir avuç serdengeçtinin asıl mesleklerinin yanında bakmakla yükümlü olduklarından ödünç aldıkları/çaldıkları zamanları kullanarak, onlara sarf edilebilecek gelirin feda edilmesiyle ortaya çıkan, istisnaları hariç, en fazla 500-1000 adet arası basılabilen, dağıtım ve net satış sonrası elde kalan ve genellikle yarıdan fazlası için uygun mekân bulamayan bir meşgaledir. Bu meşgale sadece günümüzün dergi yayıncılığını da ifade etmemektedir. Türkiye de dergi çıkarmanın okur ilgisiyle direkt bağı bulunmakta, bu bağı kurabilen dergiler refiklerinden daha uzun müddet çıkma şansına sahip olmaktadırlar. Son yıllarda ortaya çıkan dijital baskı nedeniyle bu baskı sayıları daha az rakamlara inmiştir. Dijital baskının yayıncılar acısından en olumlu yanı depo ve stok sorununa çare olması olarak ifade edilebilir.”
Ahmet Şevki Şakalar -Dergin mi Var Derdin mi?
“Çâre dergisini ilk kez 2018 baharında sosyal medyadan gördüm. Sonra mottoları dikkatimi çekti: “Sırların sırrına ermek için…”/bir çâreniz olsun. Bu ifadelerden samimi bir istikamet niyeti, mütevazı bir çaba ve bir yaraya merhem olmak aşkıyla yola çıkan bir Anadolu dergisi daha doğrusu bir bozkır dergisi havası almıştım. Edebiyatın insanın anlam ve anlama acılarını sağaltacağına ve uzun vadede bizi iyileştireceğine inanıyordum. Anadolu’da çıkan her derginin yaşaması gerektiğine ve yazmaya başlayan yeni kalemlerin yetişmesinin ilk ocakları olacağı düşüncem de buna dahildi.”
“Çâre dergisi, çıktığı günden beri tasarım, iyi edebiyat ve emek verilmiş dosya çıtasını yükseltmeye çalışıyor. Ülkemizde sayısı zaten çok az olan ‘dergi okuru’na ulaşmak için özellikle büyükşehirlerde dağıtım ağını genişletmeye uğraşıyor. Mustafa Mete’yle yüz yüze tanışıp sohbet ettikten sonra derginin mutfağındaki zahmetin ve fedakarlığın ete kemiğe bürünmüş halini gördüm onda diyebilirim. Beklentisizlik, okuma şevki, heyecan, kaliteli edebiyat, diri tutuyor onu. Dergiyle Yozgat’ın kurak edebiyat iklimine bir vaha olabilme umudu var Mustafa’da.”
Arif Erdem Akbaş – Doğum Vaadetmeyen Sancı
“Merkez ne zaman başı dara düşse taşraya yönelir. Bir şarkıcı yeni bir şey ortaya koyamadığı zaman taşra türküsünü biraz değiştirerek söyler, edebiyatçı yazacak bir şey bulamadığı zaman taşra hikayesi anlatır, bir işletme hammadde ihtiyacını taşradan karşılar , yeni kurulan siyasi parti merkezi yönetebilmek için taşranın oylarına talip olur gibi. Durum bu kadar açık ve netken kendisine kullan at muamelesi yapan merkeze kızan taşralı, belki de merkezin bu tavrından sıkıldığı için merkezi taşralaştırıyor.”
“Tanıl Bora’nın derlemesini yaptığı ve Nuri Bilge Ceylan’ın fotoğraflarıyla katkıda bulunduğu Taşraya Bakmak adlı eser taşrayı anlama konusunda okurlarına büyük kapılar açmakta. Merkez ve taşra kavramları ile ilgili tarihsel bir genel görünüm sunarak başlayan kitap; Taşralaşan ve Taşrasını Kaybeden Türkiye, Memleketin Taşra Hali, Taşranın Taşı Toprağı Altında Ne Vardır?, Taşra Karalaması, Kadınlar: Taşranın Yurtsuzları, Taşra ve Aydınları, Orada Bir Taşra Var Uzakta, Şiir Taşraya Aittir, Taşranın ve Büyük Kentin Endam Aynası: Köy, Taşranın Da Ötesinde, Taşraya İçerden Bakmak Mümkün Müdür?, Taşraya Bahar Hiç Gelmez Mi? bölümleri ile taşraya dair ayrıntılı bir bakış sunarak taşraya olan bakış açınıza yeni pencereler kazandırıyor.”
Kitapçı Gezmenin Adabı
Kitapçı gezmek diye bir şey var hayatımızda. Yani herkesin olmasa da bizim hayatımızda var böyle bir özel an. Yeni bir şehre gider gitmez sanki hiç kitap görmemiş gibi dalıyoruz kitapçılara. Saatlerce dolaşıyoruz raflar arasında. Mustafa Çiftci, kitapçı gezmenin adabından bahsediyor yazısında. Hatta bunun bir töresi olduğunu da öğreniyoruz yazıdan.
“Her işin bir usulü olur da kitapçı gezmenin usulü olmaz mı?
Ben çocukluğumdan beri kitapçı gezerim.
Ama kara düzen bir gezmeymiş benimkisi.
Üslup bilgisinden yoksun geziyormuşum.
Fakültede tanıştığım yaşı benden epeyce büyük ve tâ o zamanlar ulusal gazetelerde makalesi çıkan bir büyüğüm ile sohbet ederken kitapçı gezmenin adetinden, töresinden bahsetmişti de ben ‘vay be’ demiştim insanlar nelere dikkat ediyorlar!
Neymiş o töre?”
“Kitapçı gezmenin incelikleri bir yazıda bitmez. Rabbim izin verirse başka bir yazıda devamını getiririz.”
Yaprak Dökmüş Ağaçların Altında Bayram
Ali Ayçil, eski zamanların okul törenlerini yazmış. Her şey eskiden ve çocukken güzeldi diyoruz içimiz acıyarak. Törenler bile.
“Dağların ve ağaçların çıplak olduğunu hatırlıyorum, demek ki mevsim güz, kutladığımız bayram 29 Ekim’di. Bir dağın yamacındaki okul binamızın bahçesi o zamanlar hepimizin oyunlar oynayacağı geniş bir yerdi. Büyüyünce bu bahçenin aslında küçücük bir yer olduğunu anlayacaktık. Tek sınıflı bir okulda okudum ben. İki öğretmen varsa sabahçı öğlenci, tek öğretmende ise beş sınıf bir arada tam gün eğitim yapardık. Kara önlüklerimiz, beyaz yakalığımız bugün artık eğitim müzelerinin süsü haline geldi.”
“Yapraklarını dökmüş kavak ağaçlarının çevrelediği bir dağ kenarı ilkokulunda velilerimizin heyecan ve zevkle izlediği bir bayramdan ibaretti bizim cumhuriyetimiz. Bir de bayram tatilleri. Bayram bir öğrenci için daima tatil heyecanıdır. Bir ya da iki gün dünyanın en güzel günleri haline geliverir.”
Yozgat’ın Anıt Yapıtlarından Cumhuriyet Mektebi ve Mektebin Tarihine Giriş
Kâmil Büyüker bizleri 1930’lu yılların Yozgat’ına götürüyor. Mekânımız Cumhuriyet Mektebi. Kuruluşu, işleyişi, şehre ve ülkeye katkısı gibi birçok ayrıntı var yazıda. Özellikle Sabahattin Ali ile ilgili bölüm oldukça dikkat çekici.
“Genç Cumhuriyetin Yozgat’taki ilk anıt yapılarından birisi olan Cumhuriyet Mektebi binası Medrese Mahallesi, Sivas Caddesi üzerinde yer almaktadır. Yapı zamanın Maarif Vekili Necati Bey tarafından 1927 yılında Vali Ali Rıza Üner (Oskar) Bey (görev yılı 1927-1931) ve Maarif Müdürü Şevki Bey’in gayretleri ile yapımına başlanmış. Cumhuriyet İlkokulu’nun yeri Yozgat’ın mezarlıklarından biridir. Bu mezarlık taşınarak 1927 yılında okulun inşaatına başlanmış, 1930 yılında okul olarak hizmete açılmıştır. Binanın müteahhitliğini Arapseyfili Şükrü (Adavallı) Ağa üstlenmiştir.”
“1930 yılında faaliyete geçen mektep önce Cumhuriyet Mektebi daha sonra Cumhuriyet İlkokulu en sonunda da 1996 yılında Cumhuriyet İlköğretim Okulu olarak devam etmiştir. Sonraki yıllarda ilgisizlik nedeniyle atıl kalmış olan bu ek bina 2004 yılında okul idaresi ve velilerin gayretleriyle bakıma alınmış ve ek sınıflar olarak eğitime kazandırılmıştır. 2006 yılına kadar ilkokul olarak kullanılan bina, 2007 yılından itibaren ise Yozgat Bozok Üniversitesi Rektörlük binası olarak kullanılmaya başlanmıştır.”
Merve Sevde Selvi ile Söyleşi
Mustafa Mete’nin Düğümlere Bitişik kitabı hakkındaki sorularını cevaplamış Merve Sevde Selvi. Yazarın Öyküleri ve yazmaya dair sıcak bir sohbet bu.
“Yazıyla ilk münasebetim günlük ile oldu; çocukken günlük tutmaya başladım. Günlük tutmak, aslında kendimi ve çevremde olup bitenleri anlamak için ilk adımı attığım bir pratiğe dönüşüyordu; bu benim için bir tür anlama alanıydı. Yazma tutkumun, özellikle günlüklerle var olduğuna inanıyorum. Ayrıca, anneannem beni büyütürken kendinin tanıklık ettiği ya da büyüklerinin yaşadığı muhaceret hikâyelerini anlatarak büyük bir etki bıraktı.”
“İnsanın dünyaya açılmasını sağlayan şeyin yaralar olduğunu düşünüyorum: eksiklikler, boşluklar, yarım kalmışlıklar, aradalıklar… Tam olma arzusunu ortaya çıkaran şeydir yara. Öyle ki sadece yaraya muhatap aramak bile yarayı, yaşama sevinci kılabilmektedir.”
“Bu sorulara cevap verirken edebiyat araştırmacısı tarafımı törpülemeye çalışıyorum; çünkü takdir edersiniz ki kendi hikâyemi ele vererek okuru etkilemeyi istemiyorum. Düğüm, düğümlenmek, kenetlenmek, dolaşık, ilmek gibi ifadeler kitap boyunca bilinçli tercihimdir; çünkü niyetim, insan ilişkilerindeki bağları ve bu bağların doğurduğu karmaşık durumları, açmazları, çatışmaları okura sezdirmekti.”
Lübnan’da Üç Gün
Betül Yüce, bir gezi yazısı ile Çâre’de. Lübnan’da geçirdiği üç günü anlatıyor Yüce. İHH Yardım Vakfı’nın projesi kapsamında ramazan dolayısıyla gidiyor Lübnan’a Yüce. Gördükleri, yaşadıkları, sosyal hayat gibi bir konu işleniyor yazıda.
“Lübnan; Güney, Kuzey ve Doğu Bölgesi olarak üçe ayrılıyor. İHH İnsani Yardım Vakfı ile ramazan projesi kapsamıyla gittiğimiz bu ülkede ilk günümüzü Güney tarafında bulunan Sayda şehrinde geçiriyoruz. Lübnan dini ve kültürel olarak çok fazla çeşitliliğe sahip bir ülke. Genel olarak halkın çoğunluğu Hristiyan ama Sayda şehrinin %90-95 civarı Müslümanlardan oluşuyor. Burada bulunan Ayn el-Hilveh Mülteci Kamp’ı, Filistinliler arasında Filistin kamplarının başkenti olarak anılıyor. Bunun sebebi bu kampın Lübnan’daki en büyük ve en kalabalık nüfusa sahip oluşudur.”
“Trablus şehrine gidene kadar yol boyunca çok fazla kilise gördük. Fakat Trablus, ülkenin en çok Sünni Müslüman halkının yaşadığı bir şehir. Hristiyan kesimin çok olduğu yerlerdeki gelişmişlik ve düzen ne yazık ki %99’u Müslüman olan Trablus’ta yok. Trablus şehri bana Suriye’yi anımsattı. Tıpkı Suriye’nin savaş bölgelerinde olduğu gibi burada da trafik kuralları ve düzen yok. Her an kaza yapma riski var. Her yönden aynı anda gelen arabaların yanında, sağımızdan solumuzdan geçen motosiklet sürücüleri adeta aracımıza sürtünerek, hatta hafif hafif çarparak ilerliyor.”
Çâre’den Öyküler
Serpil Özlem Uçar – Hikâyesini Sevenler Kulübü
“Orta yaşlarında olduğu anlaşılan, sarışın kadın gözlerinde hem acıma hem merak duygusu ile karşısındaki deri koltuğa iki ayağını da toplayıp altına alarak gömülmüş oturan, çiçekli yazmasının kenarlarından kömür karası dalgalı siyah saçları omuzlarına dökülen genç kadına soruyordu. Kalın karakaşlarının altından içine düşülecek kadar güzel derin gözlerini salonun camlarından ta uzaklara dikmiş, elindeki bardağından çayını sakince yudumlayan genç kadını hayretle inceliyordu.”
“Gülüm… Ona mı dediydi? Ne güzel de söyledi! Değil babası, anası bile en çok Kara Kızım derdi, hiç duymadıydı çağrılışının böylesini başka bir ağızdan. Pek hoşuna gitti.”
“Ilık bir mayıs günü beşinci katta oturan Nüfus Müdiresi Ayfer Hanımın apartmanının önünde, hikâyesini seven Zarife’yi gördüler. Pervazından kayıverdiği camı az önce sildiği sirke kokulu cam bezi yanıbaşında kaldırımda boyunca yatıyordu. Alamanya göçmeni Koreli Mahmut’un hikâyesinde kendine yer bulamadan, derinliğini yitirmiş kapkara gözleri açık, kanlı kırmızı dudaklarıyla kaldırımın kenarında hikâyesini tamamlamıştı.”
M. Burak Tunay – Nokta
“Geometri Muallimi Mürüvvet Hanım, her zaman olduğu gibi o gün de mütebessim siması ve umut dolu gözlerle derse girmişti. Sınıfın en meraklı öğrencilerinden biri olan Tümay Hanoğlu, her zaman derse büyük bir ilgiyle katılır ve her öğrendiğini hayal dünyasında canlandırırdı. Mürüvvet Hanım, öğrencilere sıkıcı gelmesini önlemek için daima yaratıcı anlatım teknikleri kullanırdı. Bugünün konusu “nokta ve doğru” idi ve öğrencilere bu konuyu öğretmek için beyin fırtınası yöntemini kullanmaya karar vermişti.”
“Mürüvvet Hanım, Tümay’ın bakış açısına hayran kaldı ve sınıfa dönerek gülümsedi. “Maşallah Tümay! Dediğin gibi her birimiz, kendi dünyamızı noktalar ve doğrularla şekillendiririz. Unutmayın, hayal gücünüzle düşüncelerinizi birleştirdiğinizde, gerçekten büyük şeyler başarabilirsiniz. İşte geometrinin güzelliği burada yatıyor.” dedi.”
Çâre’den Şiirler
Sözün susuzluğudur dilimin kıyısındaki
Alevlenir ruhum, sessiz harflerin külünde
Yeniden yazar alın yazımı bir şiir
Daha söylerken dürer defteri kaderin önünde
İncirle, narla ve zeytinle ağlaşırım
Tutmadım çetelesini gözyaşının
Kalplerinden geçtim karıncaların
Ezmedim ayak izini hiç
Oynatmadım yerini bir taşın
İnci Okumuş
Atılamayan bir babayı kucaklar gibi
Sokaktaki kambur kediyi selamlar gibi
Deruni bir hevesin kursağımda kalması ile
Karşımda yürekli duramayışını uğurluyorum
Altın adasının dalgaları çatlak sevdamı
Bir o kadar da çekirdeğinden kolayca sıyrılan sevdamı
Güzelyalı’dan Yenikapı’ya hatırsızca tutup
Zifiri karanlığın gamsızlığına süzüyordu
Berfin Oğurtan
Kelimeler duyuyorum
ürkütücü derecede ciddi kelimeler
Bence diyorlar
Olmaz diyorlar
Adil görünmek dedikleri oluyor
Kelimeleri gönlümde düğümlenirken
soluğumu kesiyor yaşantılar
M. Huzeyfe Erdemir