TASLAK (Web sitesi) - 1

Muhit, Sayı: 64

Baharı selamlayan bir sayı ile nisana girdi Muhit dergisi. Soğuk, kar, yağmur derken farklı bir bahar yaşıyoruz. Ne olursa olsun baharın adı bile içimize esenlik sunmaya yetiyor.

Turan Kışlakçı – Baharistan ve Bositan’a Seyrüsefer

Turan Kışlakçı, baharı ve bahar coşkusunu anlatıyor şiirler, şarkılar eşliğinde.

“İlkbaharda gün doğumu, bir masalın ilk satırları gibidir… Pırıl pırıl sabahın ilk ışıkları, toprağa düşen çiy taneleriyle dans eder. Kuşlar ötüşleriyle sabaha nağmeler serper, çiçekler renkleriyle şafağın kızıllığını selamlar.”

“İlkbahar, yeryüzünü âdeta cennet bahçesine çevirir. Masmavi bir gökyüzü, billur gibi akan dereler, rengârenk açan çiçekler, bahçeleri süsleyen tomurcuklar, dallarda cıvıldayan kuşlar… Latif kokular dünyayı bositana (kokular ülkesi) dönüştürür. Faih, asare, misk, amber, fesleğen, sümbül, gül ve felence kokulu ezhârın ıtırı ve rayihası doğayı mest edercesine birbirine karışır.”

“İlkbahar, kelimelerin yeşerdiği, mısraların çiçek açtığı bir mevsimdir. Şairler için bahar, sadece bir doğa uyanışı değil, ruhun da yeniden canlandığı bir devirdir. Her tomurcuklanan dal, her coşkun çağlayan, her esen meltem, şairin kalemine bir kıvılcım, bir ilham fısıldar. Bahar yalnızca toprağı değil, şiiri de yeniden diriltir.”

Kuşlardan Geldi İçli Selamın

Baharla birlikte çiçekler açar ve kuşlar müjdeli bir haber gibi konar dalları. İçinden kuş geçen şiirler, şarkılar ne güzeldir. Dağa, bayıra, yaylaya çıkarken bize kuşlar yoldaşlık eder. Müslim Coşkun da İbrahim Tenekeci ile düşüyor yollara. Bir yanda baharın adı, bir yanda yağan kar ve kuşların içli selamı…

“Kar yağışını pencereden izlerken bir anda içimden Ağaçlı köyüne gitme isteği uyanıyor. Kıymetli kardeşim İbrahim Tenekeci’yi arıyorum. “Ağaçlı köyüne gidelim. Sahile inelim, hava alalım, taş toplayalım” diyorum. Yola çıkıyoruz. Kar yağışı devam ediyor.”

“Benim hiç sapanım olmadı, güvercin de beslemedim. Kuşların bir alana kısılmasına, kafeste beslenmesine iyi gözle bakmadım. Özgürce kanat çırpmalarını, havada olmalarını yeğledim. Bazen şehirde dolaşırken kuşların kafeslerde tutulduğu ve ticaretinin yapıldığı dükkânlar karşıma çıkıyor. Boğazım düğümleniyor, nefes alamıyorum, kendimi kapana kısılmış gibi hissediyor, derhal yolumu çeviriyorum.”

“Gözümüz yollarda. Bu defa sığırcık kuşu sürüsü karşımıza çıkıyor. Başımızın üstünden yükselip uzaklara doğru kanat çırpıyorlar. Bize arkalarından bakmak düşüyor. Tekrar yola devam ediyoruz. Bu defa anlık göz hizamızda kızıl gerdan kuşu ortaya çıkıyor. Bakmamıza fırsat vermeden uçup gidiyor.”

İbrahim Tenekeci’den Said Yavuz’a Mektup

İbrahim Tenekeci mektuplarına devam ediyor. Bu kez çok uzaklara Afrika’ya yazıyor mektubunu. Said Yavuz’a özlem dolu satırlar gönderiyor.

“Selam ederim uzak ve yakın kardeşim. Seni gurbete göndereli uzun zaman oldu. Dokuz yıldır Afrika’da bir yerde yaşıyorsun. Günlerin nasıl geçiyor? Ali Emir kocaman adam olmuştur şimdi. Güzel evladın. Onu en son dergi fuarında görmüştüm. Sirkeci’de.”

“Kardeşim, Türk şiirinin dervişleri arasındasın. Bütün eserlerini bu gözle okuyor, seviyorum. Mütevazı mizacın, halis niyetin ve candan muhabbetin nedeniyle bulunduğun her yer güzelleşiyor. Bu mektup dâhil.”

Hat Sanatımızla Yoğrulmuş Güzel Bir Ömür

Mehmet Nuri Yardım, şubat ayında aramızdan ayrılan Hasan Çelebi hakkında yazmış. Yaptığı çalışmalar, hat sanatına kattığı değer ve ardında bıraktığı ölümsüz eserleri anlatılıyor yazıda.

“Hasan Çelebi’nin hat sanatına merakı, köydeki caminin yazılarına ilgi duyarak onları taklit etmesiyle başladı. Yusufeli’nde müezzin olarak görev yaptığı camiye levhalar yazdı, İstanbul’a tekrar döndükten sonra görev yaptığı Sultantepe’de taş ustası Yusuf Efendi’yle tanıştı. Bu talihli tanışma, Çelebi’nin hayatında yeni bir dönüm noktası oldu.”

“ESKADER yöneticileri, 2008 yılında Hasan Çelebi’ye hat sanatına yaptığı büyük hizmetlerden ötürü ödül vermişti. Sanat çevreleri, mükâfatın liyakat sahibi sanatkârımıza verilmesinden dolayı memnun olmuştu.”

Saraybosna’dan Mekke’ye Uzun Bir Yolculuk

Halil İbrahim İzgi, tren yolculuklarından ve bu yolculukların gizeminden bahsediyor. Daha sonra Saraybosna’dan Mekke’ye uzanan bir yolculuktayız. Tren raylarının sesinin ritmine kaptırıyoruz kendimizi.

“Medine-i Münevvere’den Mekke-i Mükerreme’ye giden tren konforlu ve hızlı bir tren. Trenin içinde hemen herkes ihramlara bürünmüş şekilde. Bu, bir tren içinde görebileceğiniz en istisnai anlardan biri. Tüm dünyevi farklılıklar bu trenin içinde yok oluyor. Cam kenarına oturuyorum ve dualar okuya okuya yolculuğumuza devam ediyoruz. Yanımdaki genç, Bağdatlı bir mühendislik öğrencisi. Güzel Bağdat’ı, umre tecrübesini ve hayata dair planlarını konuşuyoruz.”

Gençler Endişeli

Zaman zaman toplumun bazı kesimleri endişelenir. Sebepler farklı olsa da bir endişe ortamı her zaman vardır. Selim Cerrah, gençler endişeli diyor. Dünya bir savrulma yaşıyor. Değerler tek tek terk ediyor insanlığı. Peki, gençler bu savrulmanın neresinde?

“Saldırılar devam ediyor, ırkçılık artıyor, güvenlik kayboluyor. Çete savaşları ve uyuşturucu iki büyük sorun, gençleri güzel meşguliyetlerle uğraştırarak bunları aşabiliriz. Öğrendikleri bilgiler değerleriyle çatışan gençler, kaybedecek şeyleri olmadığı düşüncesiyle terörün tuzağına düşürüldü. Gençlerin duygularını istismar eden terör örgütleri kendilerine alan açarak taraftar buluyor.”

“Gençlik, eğer büyük işlere yönlendirilecek olursa, her toplum için en önemli güçtür. Gençliğin olumlu, güzel işler yapmasını önlemek isteyenler her zaman oldu. Gençliğin hedeflerini kaybetmesini temin etmek için zamanını ifsat eden, çabasını, gayretini azaltan, çalışmalarını yiyip bitiren boş işler çoğaltıldı, taassupların tasallutuna maruz bırakıldılar.”

Yahya Kemal’in Kaybolan Şehir’i

Mustafa Özçelik, Yahya Kemal’in şehirlerini anlattığı yazısında daha sonra sözü Üsküp’e ve Kaybolan Şehir şiirine getiriyor.

“İşte bu anlamda Yahya Kemal’i etkileyen asıl şehir İstanbul’dur. Yahya Kemal’i Paris serencamından sonra bir anne şefkatiyle bağrına basıp onu emziren, besleyip büyüten şehir İstanbul olmuştur. Bu yüzden İstanbul bir “anne şehir”dir.”

“Üsküp’ün aile dağılmasının getirdiği sorunlar dışında onu müspet manada etkilediği muhakkaktır. Eğer öyle olmasaydı bu şehri “çocukluğunun en güzel rüyası” olarak hafızasında taşımaz, ondan ayrılmanın hüznünü yaşamaz, sık sık oraya atıflar yapmaz, dahası oraya dair şiir yazmazdı. Üsküp, bu yüzden Yahya Kemal’in yazılarında sıkça bahsettiği bir yerdir.”

Muhit’ten Öyküler

Abdullah Harmancı – Geçe

“Sonunda olmuştu. Senelerdir yapamadığı şey. Senelerdir başaramadığı şey. Hepsinin üstüne bir kırmızı çizgi çekip kendi dünyasında derinleşmek. Derinleştikçe derinleşmek. İşte başarmıştı. Durulmuştu ruhu. Kanını emen sülükler mi dese, ruhunu sokan akrepler mi dese, leş bekleyici alıcı kuşlar mı dese, her ne ise işte, o azap bitmiş, dinginleşmişti.”

“Enes!! Din eğitimi veren liselerdeki kaçırmalar, gizlemeler miydi buna sebep? Kızları zihinlerinde gereğinden fazla önemseyip gereğinden fazla yüceltmişler miydi? Bu muydu? Lise hayatı boyunca bir kızla karşı karşıya gelip sıradan bir sohbeti gerçekleştirmemiş olmak mıydı asıl sebep? Birileriyle görüşmeli, dertleşmeli, söyleşmeli, birileriyle hâlleşmeliydi belki de.”

Ayşegül Genç – Böyleleri

“Hazırken gelen: yıllar önce oturduğumuz apartmanda yaşlı bir teyze vardı hepimiz ona ebe diyorduk, apartmanın birinci katında otururdu, sürekli yanına bakıcı alır ve kısa bir süre sonra işten çıkarırdı, sonra bir gün fatma’yı işe aldı, ücret az, lokma sayılı, iş çok ve ebe huysuzdu. buna rağmen kadın sevinçle başladı işe, yeni bakıcının kovulması âdet hâline geldiği için komşular da sessizce etrafa göz gezdirmeye devam ettiler,”

Aynur Dilber – Ah!

“Ayten yine âşık olmuş.”

Ayten böyle bilinirdi. Âşık olmasıyla. O Leyla ile Mecnun’un, Ferhat ile Şirin’in, Arzu ile Kamber’in, Kerem ile Aslı’nın mirasını tek başına bu aşksız, duygusuz çağda devralmıştı.

“Ayten uyanmıştı. Hem âşık hem yorgun görünüyordu. Ayten aşk kadınıydı. Herkes çamurdan o aşktan yaratılmıştı. İmkânsız aşklara tutulurdu Ayten. Aşkın kendisine âşıktı çünkü. Aşkta yaşamayı severdi. Aşk için kederlenmeyi. Aşk için hülyalara dalmayı, acı çekmeyi, inlemeyi… Gerçeğin hiçbir zaman hayallerin yerini tutmayacağını bilerek, gerçeğin aşkın düşmanı olduğunu unutmadan bir an, gerçek karşısında aşkı müdafaa etmekten asla vazgeçmeden yaşardı.”

Zeki Bulduk – Sessiz Kadınlar

“Kadın bir şey söylemedi. Bilirsiniz, Hülya Koçyiğit suskunluğu vardı üzerinde. Hani kocası ölmüş ve çocuğuna bakmak için nice belalarla savaşmış kadınlar vardır. En çok da dil belasıyla savaşır ve bir müddet sonra susmaya başlarlar. Çünkü milletin ağzı çuval değil ki büzüp atılsın! Kadın, Hülya Koçyiğit’i tanımıyordu sanırım. Çünkü 12 Eylül’den sonra hiç film seyretmemiş. Bunu siyasi bir şey olsun diye yazmadım.”

“Kızım hep böyle bir köpeği olsun istedi. Şivavayı nerede olsa tanıyorum. Yoksa bütün köpekler benim için aynı adı taşıyor. Çarşaflı kadının bir an hikâyede kocası öldürülen kadın olduğunu, hikâyeyi eksik yazdığım için buraya geldiğini düşünüyorum… Hangi hikâyeyi tam ve doğru anlatırız ki, diyor içimden bir ses. Her hikâye bakana, görene, duyana, bilene göre bile değişirken.”

Muhit’ten Şiirler
Dünya bir aygır gibi tepinip duruyor altımda Tanrım
Terimde ıslak ve yapışkan ıslıklarıyla vesvese tomarları
Sana Tanrım deyince kızıyor bazı gurmeler, günah biletçileri
İsimlere sığar mısın cübbelere odalara stüdyolara kâğıtlara sözlere
Senin adınla çekip alıyorum güneşin gülüşlerini evime.
Ahmet Edip Başaran

Yemyeşil tarlalarda koşayım senin için
Tüm okuduklarımı unutayım konu sen olunca
Düştüğün yerde yüzüm kanasın
Dünyanın en kalabalık şehirlerinde
Adınla çağırmanın ustalığıyla
Bir ağacın gövdesine sarılayım efendim

Ceylanları bıraktığın vadilerin sevinci olayım
Baktığın taşların mağara figürleri
Giderken elinden düşürdüğün yaprak
Çiçeğe durmuş ağaçlarla seni düşünüyor
Mehmet Tepe

Şimdi ne güzel gidilirdi bu bahar mevsiminde
ve ne çalımlı giderdim yorulmadan eskiden.
Gülmesinler yüzüme n’olur sevmesin beni kimse,
korkuyorum asla ayrılamayacağım yerlerden.

Bana bir hayat ver de gideyim Rabbim,
ödüm kopuyor nereye gittiğimi bilmekten.
Rıdvan Kadir Yeşil

Kınamayın, ağzında
Yutkunduğu kaynar karanlık
Fırından yeni çıkmış bir lokma hiçi
Soğutmaya çalışıyor, hepsi o kadar
Yağmurla sırtı arasında
Morarmış bir vaveyla,
Yarı baygın kırağı ve yıldızlarını silkeleyen
Bir gök var
Islığından başka cismi yok
Ey gömleğine can dökmeden ölen
Ve sonra dudaklarını kanda unutanlar
Mustafa Muharrem

kaç taş kaldırıp baktım
anlamsız bir yankıya
ki iyi bir öç alıcı da değilim
hoşça kal da
terli bir gül kopardım
o kız sudan döner gibi
bundan fazlası olmak kalmadı aklımda
Ayşegül Baytut

hadi seni de şiire alayım geç şöyle hayatım
gözlerin söylesin beni her iklimde
küllerimde savruluyor bütün yaşantım
dallarım ışıyor sen gelince dizelerime
sesimden ilkbahar başlıyor cıvıl cıvıl
dünya düzeliyor sıcak küllerimde

bende daimadır keremlik aslı gelse de
yâr dillerimde yâr dillerimde yâr dillerimde
Cafer Keklikçi

kan kaybım büyükse de gözyaşı pıhtı çözer
umudumun bayrağı sancağında rahman’ın
kalem kâğıdı yakıp çırası olsam keşke
gazze’de israil’e tahta atan sinvar’ın
Aziz Kağan Güneş

ince bir saç teline yaslanan
gazze’nin bedenindeki patlama
ölüm çiçeği gibi açıyor dağların başında
ışık dağın omzunda çöle uzanmış
kırılan dalların içinden yükseliyor bir dağ
bir dağı bir dağa bir gül yaklaştırıyor
dağların çıplak göğsünde cennet kokusu
suyla kavgada yenik düşmüş şelalelerden
geçtim dağlardan geçtim
Şakir Kurtulmuş

Cins, Sayı:115

“Umut, uyanık insanın rüyasıdır.” diyerek 115. sayısına giriş yapıyor Cins dergisi.

Yusuf Genç’in giriş yazısından

“Yaşamak zor. Ve insan onu daha da zorlaştırıyor. Anlamı ortadan kaldıran korkunç bir gürültü her yerde. Söylediği sözün dinlenmediğinden emin olarak ve aslında bundan memnun da kalarak ve aslında bunu arzu da etmeyerek birbirleriyle konuşmaya çalışanların varlığı bu gürültü. Saf nefretten ve sade öfkeden besleniyor.

Ciğerlerine hava değil, öfke çekiyor. Dilinden anlam değil nefret dökülüyor. Bir tip bu. Kötü ezberini çatal dilinden dökmek için uygun an kovalıyor. Bağlamın hiçbir anlamı, anlamın hiçbir önemi yok. Hakkın hatırını gözetmeden konuşuyor. Ağzında kitaplardan çalınmış en soylu kelimeleri, hiçbirinin anlamını bilmeden çiğneyip duruyor.”

Karakoç Şiiri: İnsanlık Şartı

Hüseyin Atlansoy’dan şiirimize dair yazılar okumak çok kıymetli. Onun değerlendirmeleri ufuk açıcı ve özgün. Birçok şairden bahsediyor Atlansoy. Küçük dokunuşlar, etkili tespitler var yazıda.

Sezai Karakoç, bir medeniyet şairidir. Şairliği ile birlikte kendi kuşağı içinde “tek” eleştirmen şair olduğu söylenebilir. Turgut Uyar, ideolojik angajman dolu yaklaşımı ile bu imkânı kaçırmıştır. Mehmet Akif, Yahya Kemal ve Necip Fazıl’ı milletin şairleri olarak selamlar. Ona göre Mehmet Akif, ölüm kalım günlerinin İstiklal Şairi olarak sosyal bir görevin güçlü sesidir. Yahya Kemal ise “geçmiş serüvenin anıtlaşmasını” sağlayan tarih dikkatidir. Öncüdür ancak zirve olduğu söylenemez. Necip Fazıl ise milletin yeniden varoluşunu hazırlayan var olmaya “başlamak”ın yani “ben”in şairidir.

Kader Aklımıza Ne Zaman Gelir?

Mustafa Ulusoy, cennet- cehennem yazılarında bu sayı kader üzerine yazmış. Kaderle aramız nasıl? Ne kadar ve ne zaman hatırlıyoruz kaderi?

“Daha önce hiç ufkumuzda yokken, birden musibet anında kaderin aklımıza gelivermesi; başa geleni tevekkül ve teslimiyetle karşılamayı zorlaştırır. Hem kendi hayatımız hem de kâinatın işleyişinin kaderin çizdiği ölçüye göre kudret kaleminin yarattığı şekilde akıp gittiğini göz ardı etmek kader anlayışındaki eksiğimizdir.

Oysa sadece insanın kaderi yoktur. Her şeyin kaderi vardır. Ve kadere iman her daim insanın bilincinde olmalıdır. Psikolojik sağlamlık için her şeyin kaderi olduğuna ve musibet hali dışında da kaderin cari olduğunun idraki elzemdir.”

Türkiyesiz Bir Dünya

Türkiyesiz bir dünya mümkün mü? Değil elbette. Yusuf Kaplan, “Kapitalizm, Her Yerde Hükümran Ama Türkiye’siz Bir Dünya Kurulamaz!” diyor yazısında.

“Bir de madalyonun öteki tarafına bakarak okumak mümkün Le Point’in kapağını. Tek cümleyle şöyle okuyabiliriz: Türkiye’siz bir dünya kurulamaz. İster küresel sistemin güdümünde olsun, isterse oyun-kurucu rolünü medeniyet atılımına dönüştürecek, geleceğin Müslüman Türkiye’sinin inşasında olsun, Türkiye olmadan bir dünya kurulamaz.”

“İkinci seçenek de potansiyel olarak çok güçlü: Hem bizim için hem de dünyanın geleceği açısından adalet, hakkaniyet ve merhamet ilkeleri üzerinden işleyecek yeni bir dünya kurmamızın, dünyaya taze, diriltici bir medeniyet fikri sunmamızın yolu bizim kendimiz olarak, kendimiz kalarak ayağa kalkıp yürümeye ve koşmaya başlamamızdan geçiyor…”

Meleğin Düşüşü

Güven Adıgüzel, bu sayı Hugo Simberg’in Yaralı Melek tablosunu yorumluyor.

“Yaralı Melek, bir kaybın resmidir ama kaybedilenin ne olduğunu tam olarak söylemez. İnanç, masumiyet, insanlık, umut, dünya ya da doğrudan bir çağın sonu? Kaybedilenin ne olduğunu açık olarak göstermez ama sezdirir. Bu yüzden tablo, yorum değil duygular üzerinden bir anlam inşa eder. Tabloya baktığımızda o kaybın ne olduğuna dair -kendi kişisel hayatlarımıza uzanan- çok derin bir yüzleşme yaşarız; ama meleğin düşüşünü izliyoruz, yok oluşunu değil, yaralı masumiyetiyle ilkel bir sedyenin üstünde elinde beş kardelenle meleğin düşüşü! Yine de her şey bitmiş değil, bir masumu taşıyan iki masumun omuzları; meleği yeniden göğe yükseltecek olan budur.”

Mustafa Özel ile Roman Üzerine Söyleşi

Mustafa Özel, yoğun roman okumaları yapan bir yazar. Birçok konudaki özgün yaklaşımlarıyla romanların farklı açılardan analiz edilmesine de olanaklar sunuyor. Özel, Eray Sarıçam’ın sorularını cevaplamış.

“Roman elbette tarihe, sosyoloji ve diğer sosyal bilimlere alternatif değildir. Ama onları tamamlayan, zenginleştiren, kanatlandıran bir mahiyeti vardır. Ben Ahmet Midhat’ın bu sözlerini okumadan Zola’yı okumuş ve aynı kanaate varmıştım. Roman Diliyle Siyaset, onun üç romanı etrafında dönüyor: Para, Tazı Payı ve Paris’in Midesi. Bunlar, 19. yüzyıl Fransız gerçekliğinin hikâyesi oldukları kadar, 20. yüzyıl Arap, Fars veya Türk gerçekliğinin de ön-tarihidirler.”

Tarihçiler dünü, romancılar yarını anlatırlar. Zola’nın yazdıkları, 2000’lerin Amerika’sındaki eşikaltı teminat (subprime mortgage) krizini ve günümüz Türkiye’sindeki finansal dar boğazı 130 yıl öncesinden haber veriyor: “Büyük inşaat işleri birikmiş paraları tüketti. İşleri çok yolunda gibi gördüğünüz büyük kredi müesseselerine gelince, hele bir tanesi top atsın, göreceksiniz, hepsi nasıl sıraya dizilip tepetaklak gidecek.”

“Roman yazma sürecinde kapitalist devlet ile kapitalsiz romancı karşı karşıya gelir. Kapitalist, sınırsız sermaye biriktirici yani bir akümülatör. Devlet ise onun kader yoldaşı, güçlü bir garantör. Bu ikisi “halka karşı suç ortaklığı” yaptıkları zaman Kapitalizm vücut bulabiliyor. İşte kredi bu sürecin yağı, suyu veya kanıdır. Kapitalsiz romancılar ise bir nevi intikam tugayıdır.”

“İnsanı En İyi Anlatan Roman Hangisi?” Soruşturması

Otuz yazara, insanı en iyi anlatan roman sorulmuş. Birkaç örneği buraya alıyorum.

Necip TosunCervantes’in Don Kişot romanının insanı anlamak için en iyi roman olduğunu düşünüyorum. Don Kişot iyilik, dürüstlük, güzellik, merhamet, adalet, kötülükle mücadele gibi evrensel insani meseleleri sahiplenir, sembolize eder. Ödünsüz bir idealist, kendisini iyiliklere adamış bir dava adamı, eğitimsiz ama bilge karakter olan Don Kişot, pek çok insan için ideal tip olmuştur.

Kemal Sayar- Her ne kadar en sevdiğim romancı Tolstoy olsa da sosyokültürel açıdan değil de insan psikolojisi açısından bakınca Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inin bu payeyi hak ettiğini sanıyorum.

Mustafa Çiftci – Benim defalarca okuduğum Fahim Bey ve Biz romanı bence insanı iyi anlatır. Romanlarda “sıradan kişileri” anlatmak pek çok kere dile getirilir; ama bence insan sıradan hayatlardan daha çok Fahim Bey gibi “numunelik tipler” den çok şey beller. Böylesi tipler konsantre deterjan gibi hacmi az etkisi çok romanlarda anlatılsa bile olur.

Ali Ural – İnsanı anlamak ama hangi insanı! Bencil insanı anlamak için Robinson Crusoe’yu okuyabilirsiniz. Kendine tapan insanı ele veren bir prototiptir. Bir de Allah’a tapan insanın örneği var edebiyatta. Dünyanın ilk felsefi romanı kabul edilebilecek Hayy bin Yakzan’da karşılaşıyoruz onunla.

Gökhan Özcan’la Kütüphanede Bir Gün

Bu sayı kütüphanesinin hikâyesini Gökhan Özcan anlatılıyor. Hasan Sayılıoğlu’nun sorularını cevaplamış Özcan.

“Aslında birkaç kez kütüphane oluşturdum. Çocukluk yıllarımda daha ziyade çocuk klasiklerinden, Kemalettin Tuğcu kitaplarından ve Reşat Nuri, Memduh Şevket, Hüseyin Rahmi gibi birkaç Cumhuriyet dönemi yazarının eserlerinden oluşan mütevazı bir kütüphanem vardı, üstünü halk kütüphanelerinden, okul kütüphanelerinden tamamlıyordum.”

“Herhalde kütüphanesindeki bütün kitapları okumuş çok az insan vardır. Okumaya meraklı insanların kitaplara dönük irrasyonel hevesleri de olabiliyor. Ucuz bulup alıyorsun, bir gün okurum, bulunsun diye alıyorsun, kapağını beğendiğin için alıyorsun, şu yazarın bende hiç kitabı yok deyip alıyorsun vesaire…”

Uzun Havadan Paramparça’ya Müslüm Gürses…

Ömer Erdem, sanatlı Türkiye tarihinin bu sayısında Müslüm  Gürses’i anlatıyor.

“Müslüm Gürses, kendisini feda edercesine şarkı söyler. Ses ile sürekli güreşir. Beden hareketi canhıraş bir güzel son isteği izlenimi verir. Çok az kelimeyle konuşur. Zamanın utandırdığı mahcup bir çocuktur. Bir aşamadan sonra derin kitlesi nasıl çözülüp kentin asli unsuru olmaya başlarsa Gürses de Paramparça gibi sembolik popüler şarkıları söyleyerek doğduğu kaynağın değişimiyle özdeşleşir. Değişim, durmayan ve sürtünmesi hâlâ devam eden, uzun hava formunda çağdaş ve güncel bir haldir Türkiye’de.”

Henüz 12 Yaşında Tehlikeliler Listesinde

12 yaşında yazdığı şiirle İsrail’in tehlikeliler listesine yazılan Mahmut Derviş’i anlatıyor Peren Birsaygılı Mut.

“Adı, 12 yaşında yazdığı bir şiir yüzünden İsrail için tehlikeliler listesine giren bu çocuk, ileride sadece Filistin’in değil dünya edebiyatının en büyük şairlerden olacak Mahmud Derviş’ti. Ve artık ömrünün son yıllarına yaklaşırken, şu sözlerle ifade ediyordu duygularını: “Benim açımdan bu şiir divanını yazmaktan başka direniş adına yapacak hiçbir şeyim yoktu. Şiirlerimi her yazışımda kuşatmanın uzaklaştığı hissine kapılıyordum. Sanki düşman askerlerini uzaklaştırıyormuşçasına orada kullandığım tek güç; dilin gücüydü…”

Biz İyileşirsek İyileşecek Dünya

Dünyada ne varsa insanın izi var üstünde. Hiçbir şey kendiliğinden olmuyor. Sebepler dairesinde gerçekleşiyor her şey. İnsan, her şeyin merkezinde. Musa Yaşaroğlu, “Biz iyileşirsek iyileşecek dünya” diyerek tanımlıyor olup biteni.

“Unutmayalım ki dünya, bizim aynadaki yansımamızdan başka bir şey değildir. Biz iyileşirsek iyileşecek dünya. Daha iyi bir dünya, daha çok şefkatle atan bir yürekte, daha fazla gülen bir yüzde ve daha samimi bir adımda gizlidir. Biz, o şefkati büyütmekle yükümlüyüz. Çünkü kıyamet bir çiçeğin gölgesinde bile ertelenir; yeter ki iyiliğe inanıp ona tutunalım.”

Cins’ten Öyküler

Mustafa Çiftci- Deterjan Kokusunda “Anne” Aramak

“Annem öldüğü günden beri aynı rüyayı görüyorum. Tekrar eden rüyalar psikologların iştahını pek kabartır. Derin manalar ararlar tekrar eden rüyalarda. Benim rüyam şöyle. Annem yoğun bakımdan kalkmış ama tam olarak iyileşmemiş stres ve yorgunluk onu tekrar hasta edecekmiş. Ben anneme yalvarıyorum.”

“Annemin sevdiği marka bir de kampanya yapmıştı. Deterjan kutusundan etiketi kesip gönderiyordunuz size saat geliyordu. Biz de gönderdik. Sonra uyduruk bir saat geldi. Ama biz çok sevindiydik. Markamız bizi ciddiye almış hediye göndermişti. Saat bir zaman sonra bozuldu ama atmadık saati sakladık bir süre.”

Güray Süngü-Nefis Bir Hayvan

“Celal Koçbaşı; insanların hayatlarını kıyasıya yaşamalarından rahatsız olduğu günlerden birinde, orta sınıfın kendini değerli zannetmek için gittiği bir kafede oturup kafenin lezzet menüsündeki kahvelerden az tatlı-çok yumuşak içimli olanını yudumlar ve etraftaki insanları izlerken devcileyin bir hasede dönüşmüş olarak buldu kendini.”

“Kafenin kapısından caddeye attı kendisini. Cadde insan kaynıyordu ve çok acayipti, insanların tepelerinde, omuzlarında, başlarında, sırtlarında, bacaklarına sarılmış, kollarına asılmış hayvanlar vardı. Kartallar, kunduzlar, çakallar, kaplanlar, akbabalar, baykuşlar, yılanlar, koyunlar, herkesin bir yerlerine yapışmış, asılmış, binmişti. Sarılmış hayvanlar vardı ve işin daha da kötüsü artık Celal onları görürken, onlar da Celal’i görüyorlardı.”

Arslan Karadayı – Ya Baki

“Bizim tayfadan Hamza ve Tarık vardı. Ekmeği bölerdik. Tuza banardık. Fikirlerin yükünü paylaşırdık. Bazen kahvehanede küsüp, semt caminin şadırvanında karşılaşıp barışırdık. Birimizin bir şeyi kaybolsa diğerimiz Ayet el Kürsiler okur, kaybolan eşyayı bulurduk. Öyle sofralar kurardık hâsılı.”

Kırk yaşında Tarık. 30 Receb’i 1 Şaban’a bağlayan perşembenin cumaya kavuştuğu akşam, ölmüş. Allahualem. Haberi alınca Hamza’ya ulaşayım diye dertlendim. Hamza’nın sosyal medya hesabına baktım. O günün gündüzünde, yani henüz Tarık ölmeden birkaç saat evvel, Hamza bir yayın girmiş takipçilerine: “Her an ölebiliriz. Bir kalp krizi gelir, bir afat olur, ölürüz. Dünyanın gereksiz işlerini gözümüzde Allah gibi büyütüyoruz, çok hata ediyoruz!”

“Yansımalar” dinlerdi Tarık, “Bêyhude”yi severdi. Ya Bâki Entel Baki…

Mahalle Mektebi – Sayı:82

Mahalle Mektebi dergisi 82. sayısıyla karşımızda.  Derginin bu sayı söyleşi konuğu; Hatice Karaca. Betül Albayrak’ın sorularını cevaplamış Karaca. Resim sanatına ve 3. Kişisel dergisi Kuşların Yolculuğu merkezli bu söyleşide Karaca’yı daha yakından tanımış olduk.

“Kaynaklarım başta özellikle Batı kaynaklı yazılı ve görsel eserlerdi. Çünkü resim sanatına başladığım sene lisans dönemini kapsıyordu. O dönemde resim ile ilgili öğretilen her şey Batı kaynaklıydı. Daha sonra ise sözlü ve yazılı kaynaklar sanatımı besleyen yegâne araç hâlini aldı. Metinler benim için çok önemli.”

“Sanatta her şeyin tamamlanmış olması gerektiğini düşünmüyorum. Bazen bir eseri yarım bırakmak, ona yeni anlamlar yüklemek demektir. Yarım kalan her şey, izleyiciye keşif alanı bırakır. Papağan papağına benzemiyor olabilir ama oradakinin papağan olmadığını söyleyemezsiniz.”

“Kadın ile kuş türü arasında papağan türü üzerinden kurulan çeşitli bağlar; kadına genel olarak kuş türü üzerinden farklı yaklaşımlar, yakıştırmalar yapılmış olabileceği düşüncesini uyandırmış; bu da bende, diğer kuş türlerini de içine alan bir çalışma yapma fikrini ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucunda “Antropomorfik Bakış ve Sanatsal Metafor Olarak Kuş İmgesi” adlı doktora tez çalışmamız yapılmıştır.”

Kömürünü Sabırla Elmasa Dönüştüren Adam: Sezai Karakoç

Sezai Karakoç’u anlama ve anlatma çalışmalarımızın hız kesmeden devam etmesi gerekiyor. Çünkü bu çağın ondan öğreneceği çok şey var. İçimiz daima bir dirilişe hazır olmalı. Dünyanın kurulu düzenine bir Karakoç bakışı şart. Ahmet Karacan, “Kömürünü Sabırla Elmasa Dönüştüren Adam: Sezai Karakoç” bir mücadele ve dava adamının çıktığı çileli yolculuğu anlatıyor.

“Sezai Karakoç şairdir şair olmasına fakat düzyazılarında bile şiirsel bir dil kullanarak; sık sık mecazlara başvurmuş, değişik imgelerle kendine özgü, mistik, manevi ve temeli islamî olan içeriklere yer veren eserler kaleme almış; kuşağının en iyi yazar ve şairleri arasına girmiştir. Buna rağmen tıpkı Necip Fazıl’ın “ver cüceye onun olsun şairlik” dizesindeki gibi şairliği; mütefekkirliğe, bilgeliğe, Diriliş dergisi ve fikir-aksiyon mekanizmalarıyla dava adamlığına evrilmiştir.”

“Sezai Karakoç’u anlamak onun nasıl bir dava ve fikir işçisi olduğunu görmek mutlaka onu okumaktan; kitaplık çaptaki eserlerini incelemekten anlamaktan geçmektedir. Şiirlerinin yanı sıra onu geniş yelpazede okumak isteyenler; ortaya koyduğu düşünce sistemini anlamak için öncelikle deneme kitaplarıyla başlayabilir.”

Yerçekimsiz Bir Şiir

Burcu Uzun, Edip Cansever’in Yerçekimsiz Karanfil kitabına dair yazmış. Cansever şiiri II. Yeni içinde özgün ve özel bir yere sahiptir. Burcu Uzun da şiir üzerinden imge, betimleme ve kurgular üzerinden inceliyor şiirleri.

“Edip Cansever’in Yerçekimli Karanfil kitabında “Anahtar Deliği” şiiri ile başlayacak olursak, “Hadi, çağımızın aklıyla konuşmıyan ilk adamı geliyor” dizesiyle1 , çağın aklıyla konuşmayan bir şiirin önü açılıyor gibi görünüyor. Hakikaten de Cansever’in şiirinde çağın aklıyla konuşmayan, kolektif aklın bulunmadığı, öznel bir şiir anlayışı var.”

“Edip Cansever’in şiirinde göze çarpan bir diğer temel özellik ise muğlaklık. Aziz dostum Orhan Veli yaşıyor olsaydı da görseydi “Aman canım, sende şimdi neyden ve kimden bahsediyorsun?” diye sinirlenir miydi? Bilemeyiz. Veli’nin nasırını daha ilgi çekici bulanlar elbet çıkacaktır. Cansever’in şiirindeki bu muğlaklığı derinden inceleyecek olursak; bu muğlaklığın, hem şiir öznesinin kimi zaman belirsizliğinde kimi zaman da duyular ekseninde ortaya çıktığını görürürüz.”

Elmayı Top Top Yapalım

Mustafa Furkan Özren ile şarkılı türkülü ilkokul yıllarına gidiyoruz. Her şarkının bir anısının olduğu, mutluluğun hep birlikte dile getirildiği yıllar…

“Çocuk ruhumun gelgitli lirik tonlarında; o dönem izlediğimde kendimi çok kaptırdığım Uçurtmayı Vurmasınlar filminin Umut’u gibi bir masumiyetin beni takip ettiğine inanırdım. Benim için bu anları donduran ve daha sonraları da hatırlamama sebep olan mühim hadiselerden birisi sınıfta hep beraber söylediğimiz şarkılardı.”

“Duygusal olarak bana en çok dokunan ise; “Emine’m, Emine’m köyümün güzeli…” şarkısıydı. Bu şarkıyı söylerken gerçekten de o masal dünyasındaki köye, orada var olan kutsal dağlara, şifalı pınarlara erişebilecek gibi oluyorduk.”

Fatma Zehra Aydemir ile “Darmut” Üzerine Söyleşi

Fatma Zehra Aydemir yeni kitabı Darmut üzerine Yasemin Coşkun’un sorularını cevaplamış.

“Çocuklara ve gençlere her şeyi anlatabiliriz fakat nasıl anlattığımız çok önemli. Bir de tabii yaş gruplarına göre kelime seçimi ve anlatım biçimi var. Bu kişiler birkaç yıl sonra dünyaya yön veren insanlar olacakken neden anlatmayalım ki?”

“Çıkış noktam duygulara her şeyin öznesi gibi davranma çılgınlığını bıraksak mı bi artık düşüncesiydi sanırım. Ya da şu mutluluk denene odaklı yaşamayı bıraksak mı artık demek.”

“Yani bunu ete kemiğe bürünmüş bir halde ifade etmek, işte bu yazarın misyonu olmalı demek hassas kalpler için edebiyatı zorlaştırabilir. Bu çok büyük bir görev ve ben bunu yapamam diye düşünebilir. Bunu dile getirmek ve getirmemek arasında bir fark yok benim için. Yazarın yaşadığı çağa iz bırakması misyonu olmalı desem de demesem de yazar zaten sahip olduğu düşünceler, içine doğduğu kültürün ürünlerini verecektir.”

Aslı Bey ile “Â ve Dem” Üzerine Söyleşi

Aslı Bey, Emame Akman Harmancı’nın” ve Dem” kitabına dair sorularını cevaplamış.

“Özenli bir şekilde şiire üniversite yıllarımda başladım. Öncesi de var lakin onları bir hatıra olarak saklıyorum. Evet  ve Dem ilk şiir kitabım. Fakat onda yazdıklarım yazmadıklarımın sağlaması.  ve Dem’e almadığım şiirler ise bir dönem ki beni yansıttığı için ben de yeri ayrıdır.”

“Zaman kavramı üzerine çokça düşündüğüm ve çalıştığım diğer bir tema aynı zamanda. Geçmiş ve gelecek arasında söz sahibi olduğumuz ân ise şimdi. Şimdisini değiştiremeyen insan ne geçmişini ne de geleceğini güzelleştirebilir. Çoğu insanı yanıltan fakat bir aydınlanma ile birden geçip gittiğini gördüğümüz hayıflanmalarla dolu bir mefhum.”

Mahalle Mektebi’nden Öyküler

Abdullah Harmancı – Vegas Güvercini

“Adam, şaşkınlığı hızla atlatıyor. Bilgece gülümsüyor. “Senin düşün benim düşüncem,” diyor. Kadın bu sesi duymamış gibi, çıkıyor salondan. Kapıya bakarak “Hadi bakalım, yemek hazır.” diyor. Sanki kapıyı çağırıyor yemeğe. “Benim düşüncem senin düşün.” diye yineliyor adam.”

“Ayhan beni cumartesi için Antalya’daki köylerine davet etti. Bütün bölüm arkadaşlarımız geliyordu. Mutlaka ben de katılmalıydım. Pek istekli olmadım. Neden isteksiz olduğumu da anlamış değildim. Sosyal kaygılarım yüksektir, belki ondan.”

“Bugün benim bu camideki son günüm. Yarından itibaren Konya’da çalışmaya başlayacağım. Ancak bildiğiniz gibi değil. Buradan ayrılmam çok zor oldu. Senelerdir görevi Konya’ya aldırmaya çalışıyordum. Ne zaman tayin istediysem çıkmadı. Bir sene, iki sene, beş sene… Annem Konya’da… Hasta… Ailede tek erkek benim… Orda olmam lazım… Bunu herkes bilip durur… Ama baş edemedik Ankara’yla… Ne ettiysek olmuyor. Ne kadar dua ettik Allah’a…”

Abdullah İpek – Gölgesizler

“Kalktı, yatağını topladı. Aynadan baktı. Dokuz yıl önceki Reyhan’ı aradı bulamadı. Saçları erkenden aklaşmıştı, çehresine yerleşen hüzün onu olduğundan daha büyük gösteriyordu. Kendisini istemeye geldiklerinde de böyle aynanın karşısına geçmiş, süzmüştü. Fena sayılmazdı. Güneş görmeyen beyaz bir teni vardı. Çenesinin altından sıktığı başörtüsü minyon yüzünü olduğundan daha güzel gösteriyordu.”

“Günlerce haftalarca konuşmadı benle. Eve ruh gibi girip çıktım. Yaşına rağmen sen de anlamıştın evdeki durumu. Zaten tek ortak noktamız sendin, o da günlük en fazla üç bilemedin beş cümle. Çay sohbetlerim uzadı. Bu sefer eve geç gelişim sebep oldu yeni azarlamalara. Ben sustukça annen üzerime geldi.”

“Geldiği yöne döndü. Düşecek gibiydi ayakları birbirine dolandı, güçlükle yürüdü, uzaklaştı. Reyhan çantasından anahtarını çıkardı, merdiveni tırmandı. Kilidi çevirmesine kalmadan kapı açıldı. Kocasıyla burun buruna geldiler.”

Birgül Yangın Aslanoğlu – Güveler Günleri Kemirirken

“Yorgun adımlarını sürüye sürüye bu dünyanın karanlığından sıyrılmak isteyen bir ihtiyar; teslimiyetini, arınmışlığını cemaatle bir arada bulmak niyetine camiye gidiyor yine. Avuçlarını açıyor bileğine doladığı doksan dokuzluk tespihiyle. Ezberlenmiş dualarına başlıyor. Rutine bağlanmış dualar… Tanıdığı, tanımadığı herkese edilmiş dualar… Vazife sayılmış dualar… Geç kalınmış dualar… Dualarını kalkan bellediği büyüklerinin birer birer terkidiyar edişini düşünüyor. Bu yoksunlukla parka doğru usul usul yürüyor. Bir banka oturup sabahın sessizliğini dinliyor.”

Sümeyra Çelik – Marpuç Koleksiyonu

“Esasında Ayfer Hanım’ın bütün kavgası Tahsin Bey’leydi. Onu kırar, incitir, sayar döker ve hınç tahtası gibi kullanırdı. Ona göre Tahsin Bey suyu bile yanlış içerdi. Oturuşu yanlıştı. Komşularıyla ilişkisi yanlıştı. İş hayatında yükselememesi yanlıştı. Giyim kuşamda zevk sahibi değildi. Sevdiği yemekler yanlıştı. Kimse kapuskayı sevemezdi. Rahmetlik babasının nargilesini koleksiyonuna katmaması ise en büyük yanlışıydı…”

Mahalle Mektebi’nden Şiirler
gönyende sardunya ve amber, timsahların şu ürkek dansı
bir bahçe sezgiler ile açıklanmalıdır, asal sulardan kurtulmalı
senin tuzun kuru tabi, hiçbir maslahatı temele oturtman gerekmez
“anneciğim” demen didaktik olmamalı mesela
sergüzeştliğin de kimse ilgilendirmez
ya da ben öyle sandım, balkıdı ayna
Kemal S. Sayar

En son göğün sarı siyah kaportasını çizmişsin
Mahcup ayrılıkların gölgesi düşmüş suyun öte yakasına
Alkışlanmak yanıltır insanı, nasıl söylesem, dünya hali
Her usturuplu yalan sunturlu bir küfürle son bulur belki
Yoklamada yok yazılmak gibi bir şeydi nedeni
Kendini unut, geldiğin yerleri unut, unutmak şifadır Selami
Burhan Sakallı

diyelim nakıssın
kusurunu nasıl öpeceğini öğretmediler sana
hata payından mutluluk resmi yapmayı anlatmadılar
içini açtığın her şey güzelliğe kurban ederken seni
sadece kendine inanabilirdin
gün uzadı odalara tek başına daldın
soyundun uyudun sövdün sevgili geleceğe
çürüdün ses geçirmez hatıraların yanı başında
hevesin kalmadı işte yaşamaya
kalbinde en çok yüzünü aradın
Cengizhan Konuş

Rahmetli anneciğim, cennetmekan güneşim
Üzerinden kaç yaz geçmiş meğersem
Eğnimde bir çocuğu unutup da gelmişim
Sen onu bana can kılmıştın Tanrım
Ben bir şeyi canımdan çok seversem
Hüseyin Akın

Burası neresi, her yer uzuyor
Ellerine baktıkça inanamıyorlar
Bu bensem eğer o kimdi gerçekten
Biz ölü değil miyiz artık
Yaşamıyor muyuz yoksa
Kadir Korkut

Yediiklim, Sayı: 421

Yediiklim dergisi 421. sayısının giriş yazısında Retorik ve Şiir konusunu işlemiş.

“Retorik, güçlü bir propaganda aletidir. Siyaset, sanat vb. birçok alanda kullanılır. Asıl mesele, bu enstrümanın doğru kullanılıp kullanılmadığı meselesidir. Hakikati terennüm etmek için retoriğin gücünden faydalanıyorsanız ne mutlu size. Küçük menfaatleriniz uğruna bir çaba harcıyorsanız, bu çaba sizi bir yere kadar taşır ama sonunda kaybedersiniz. Okuduğumuz şiirlerin bir bölümünde bu retoriği görebiliriz. Bazı metinler albenili dizeler, imgeler hatta güçlü bir sese sahip olabilir. Ancak süslü ve imgeli bir söz, ahenkli ve ikna edici bir ses, hakikat barındırmıyorsa işte bu retorik olur.”

Türk Edebiyat ve Düşünce Hayatında Bergsonculuk Etkileri

Türk edebiyat ve düşünce hayatını en çok etkileyen isimlerin başında geliyor Bergson. Etkilenmek hayatın her alanında insanın karşısına çıkabiliyor. Zihnin açılımıyla alakalı bir durum bu. Frekansların uyuşması da diyebiliriz buna. Mahmut Babacan, Bergson üzerine yazmış. Türkiye’de onun tanınmasını sağlayanlar ve ondan etkilenenler var yazıda.

“Materyalist felsefenin yetersizliği karşısında, yaşamsal atılım kuvvetini ruhta bulan, mistisizmi felsefeye entegre eden Bergson’un felsefesini Osmanlı fikir hayatına tanıtanların başında Subhi, Rıza Tevfik ve Ahmed Suayb gelmektedir.”

“Türk basınında ancak 1910 yıllarından sonra adı duyulmaya başlayan Bergson ve Bergsonizm, bizde bilhassa 1905-1918 yılları arasında daha çok içtihad ve Yeni Mecmua çevresinde tesirini kuvvetle hissettiren pozitivizm ve materyalizme karşı kuvvetli bir savunma aracı olacak ve tesirlerini Cumhuriyet devrine kadar sürdürecektir.”

“Dergâh mecmuasında teori olarak daha çok Mustafa Sekip’in temsil ettiği Bergsonizm’e bir süre sonra pragmatizmi savunan Mehmed Emin (Erişirgil) tarafından itiraz edilmekle beraber, Mustafa Sekip, tercüme ve başka makaleleriyle Bergson ve felsefesini mecmuanın kapanışından sonra da uzun yıllar Türkiye’de tanıtmaya çalışacaktır.”

Tanpınar: Ah, Bir Kere Olsun Kendi Dışıma Çıkıp Kendimi Görebilsem!

Leyla Yıldız, Ahmet Hamdi Tanpınar portresi ile Yediiklim’de. Daha çok Tanpınar’ın korkularına, endişelerine yoğunlaşan bir yazı bu. Ayrıca, eserleriyle yazarı özdeşleştiren bir bakış açısı da var yazıda. Tanpınar’ı daha yakından tanımak isteyenler için güzel bir çalışma ortaya koymuş Yıldız.

“Tanpınar, korkan bir adamdır. Yüreğinden kabarıp serpilerek büyüyen, bütün benliğini saran, dört bir yanını baskı altında tutan, kökü çok derinlere uzanan o acayip korkular… Descartes, varlığından şüphe ettiği benliğini, düşünme eylemi üzerinden tanımlıyor; Tanpınar, korku üzerinden…”

“Ölüm endişesi, Tanpınar’da bir demir pençedir. 0 pençenin mengenesinde kıvranıp durur. Ömrüne susamış bir ceylandır zaman. Kervan olup her geçen gün meçhule doğru süzülürken bir uçurum derinleşir ayaklarının altında. Gecenin ıslığında ürpertiyle “Daha ne kadar ömrüm var?” diye sormadan edemez. Simsiyah ihtiyarlığın bir ucunda “kartal bakışlı bir avcı”, diğer ucunda azap. “Saçında gecenin soğuk rüzgârı”… Kuşların keskin çığlığı ve ümitsiz uçuşların doldurduğu akşam havasında bu uğultuyla tedirgindir.”

Ahlâk ile Güç Ekseninde Bilgi ve İnsan

İnsanın en büyük erdemlerindendir bilgi. İnsanı ayakta tutan ve hayata bakış açısını yenileyen bir sürecin de önemli adımlarından olan bilginin etkilenme alanları aynı şekilde insanda da karşılık bulan bir mahiyete sahiptir. Halil İbrahim Aydın; ahlak ile güç ekseninde yoğrulan bilginin insana yansıyan yüzünü anlatıyor.

“Bilginin erdem, ahlâk ve güç yolculuğunda uğradığı tüm sayısal analizlerin amaç-araç sorununu bir yana bırakırsak, her şeye rağmen bilim ile bilginin son hız ilerlemeye devam ettiği görülür. Bir günde kaç makale, bildiri ya da kitap ile dergi yayımlanıyor tahmin etmesi çok güç… Kimin, ne zaman ve nasıl okuduğu ise bambaşka bir yazının konusudur. İnsanoğlunun ürettiği bilgi yetmemiş olacak ki yapay zekânın da desteği ile modern insan bilgi yağmuruna tutulmaya devam ediyor. Bu çıktıların insanoğlunun ahlâkî yapısına mı güç serüvenine mi katkı sunacağını hep birlikte yaşayıp göreceğiz.”

Saat Neyi Ölçer?

İçinde saat geçen her şeyi seviyorum. Saati sadece zaman ölçer bir araç olarak görenlerden değilim. Derin anlamlar yükleyebilirim saate. Hepsinin de hak eder. Sulhi Ceylan, saat neyi ölçer diye soruyor yazısında. Cevaplar da oldukça içten.

“Saat aslında bir döngüdür. Tekrardan ibarettir. Kum saatini düşündüğümüzde demek istediğim anlaşılır. Kum tanelerinin düşmesi düzenli olarak gerçekleşiyor ve ölçülen de bu düzen. Yani değişimin düzeni. 0 halde saat, bir ölçüm standardı oluşturuyor, görevi bundan ibaret. Saat bir düzenek. Zamanın kendisi değil, geçişini (değişim hareketini) ölçen bir ve böylece bizim hem değişimi görme hem de anlamlandırmamızı sağlayan bir düzenek… Zamandaki sürekliliği bu şekilde fark eder ve sayısal olarak ifade edebiliriz.”

“Saatin insan tarafından algılanması da özneldir. Psikolojimiz saatin algılanmasına etki eder. Mutluyken zamanın çabucak geçtiğini ama mutsuzken çok yavaş aktığını sanırız. Hâlbuki bir saat, her zaman altmış dakikan ibaret ve insan psikolojisinden bağımsızıdır. İnsanın, zamanın yavaş yahut hızlı aktığını hissetmesi, zamanın akış hızını gerçekte değiştirmez.”

Süleymaniye’ye Övgü

Evren Gökçe, Süleymaniye Cami’ni anlatıyor tarihin görkemiyle birlikte.

“Dersaadet ufuklarının parlayan incisi, kudret iklimine dikilmiş zafer abidesi, fetihle taçlanmış efsanelerin şahidi, krallara taçlar bağışlayan Süleyman Han’ın emaneti. Gökyüzünde bir yıldızken iki denizin arasındaki şehre mi düştün, yoksa düşlerde gizli bir hazine iken Cenab-ı Hakk’ın hediyesi olarak Sinan’ın gönlüne mi? Cennetin köşklerle saraylarla dolu altın tepelerinden melekler mi taşıdı seni arza?”

“Kapandı göklerden açılan rahmaniyet kapıları üzerimize. Isıtmıyor yalnızlığımızı eski sabahların nurlu iklimleri. Mana şadırvanlarından akmaz oldu ruhların susuzluğunu kandıran kelimeler, iğreti yığınlar dökülüyor amaçsızca dilimizden, kitabeleri idrakten aciz zihnimiz. Çamur olup akarken Haliç’e biriktirdiklerimiz, sultanlar saklandı kündekari sandukalarına, kaderimize ağlıyor isimleri kaybolmuş şehzadeler.”

Yediiklim’den Öyküler

Osman Koca – Cılga

“Say ki çöldesin. Kavurucu, kızgın güneş altında dur durak bilmeden çalışıp çabalıyorsun. Özünde rahmet, mayanda merhamet taşıyorsun. Dostların için yufka yürekli ve fakat düşmanların karşısında çetin bir rakipsin.”

“Sözün burcunu, kelimenin haysiyetini, dava şuurunu düşürmek ne haddine! Çünkü bizler biliyoruz ki; sözcüklerden müteşekkil duyuş ve düşünüş kalelerin yıkılacak olursa, işte o zaman gerçek işgal ve ölümlerle karşı karşıya kalacaksın.”

Ali Haydar Haksal – Geldi ve Gitti

“Gidiş o gidiş. Gökyüzü ile yeryüzü arasında bir kesit. Bir zamanın bilinmezliğinde yeryüzünün son bir durağına varmış gibiydim. Derin bir sonsuzluğun kapısında duruyordum. Günyüzü görmemiş olmaktan mıydı bu olanlar? Yıldızlarını yitirmiş olmanın bir hüznü müydü?”

“Tam da söylemek istediğim buydu. Olduğu yere çakılı gibiydi, devinimsizdi. Üstten bakan, insanı derinden kavrayan bir bakışla. Ben de olduğum yerde durakaldım, olduğum yerde kaldım. Aramızda derin bir sessizlik olduysa da içimde fırtınalar kopmuştu, sallanıyordum, güçlükle ayakta duruyordum. Bu beklenmedik durumun sarsıcılığı beni derinden düşündürdü.”

Mukadder Uçar Beyoğlu- Seyir

“Şimdi üstünde konforla dikildiğin bu kayanın -sen veya ben gibi- gerçekte buraya ait olmadığını ikimiz de biliyoruz. Aslına bakarsak herkes biliyor. Kimse bunun üzerinde düşünmeye yeterince zaman ayırmayı seçmiyor, o kadar. İçlerindeki kalabalık ve dağınıklıktan ya da hayatlarındaki baş döndürücü akıştan dolayı üstünde derin (!) düşüncelere daldıkları bu sert kütlelerin ana yurdu, en son dikkate alacakları konu olmalı.”

“Oradaki adamı senin de gözün tutmadı. Çocuğu yaşındaki kızla, ata biner gibi bacaklarını açıp karşılıklı oturdukları şu taşın üstünde ona sevimli görünmeye çabalarken senin de miden bulandı değil mi? Nasıl da övüyor kendini, “Ben böyleyim, şöyleyim…” İnsan kendinden bahsederken ne kadar değerli, önemli, mükemmel, kendine karşı şefkatli sınırları var. Çizgileri ne kadar da olması gerektiği kadar!”

Sevgi Korkusuz- Geri Vites

“Akıllı telefonumun alarmı çaldı. Başucumdaki komedinde önce tiz sonra biraz yüksek tonda çaldı. Her defasında baskın gelen uykunun rehavetiyle tiz aşamayı geçtikten sonra kapatmak için dokundum. Algıladı. Sustu. Göz kırptı ve bir sonraki görevi için sessizce geri sayım başlattı.”

“Geri gitmeye karar verdim. Bu düğümün atıldığı yere kadar gidebilirsem düğümü çözer aklımı başıma toplayabilirdim. Bildiklerimi, bilmediklerimi, neleri hatırlayıp neleri unuttuğumu tespit etmek için hafızamda yolculuğa çıktım.”

Yediiklim’den Şiirler
Birkaç sözcüğün peşinden
Günler geceler geçti
Ayraç komasına girmemek için
Güzel sözlerin sultanı
Bağrımı açtımsa
Konması içindir kuşların
Kumrular uçup gitti Yalnız kaldım burada.
Nurettin Durman

Allah’tan ve ilk sevgiliden korkar her insan
dünya cenneti yalanı bir yanılsama aslında
içine fitne fesat saklanmışsa aynanı çevir
aynanın arkası cehennem, anla—
kalbin sana ait değildir cehennemde!
Hüseyin Alemdar

Adımı usta birliğinde koymuş babam
Silahlı kuvvetler cigarası elinde
Otuz yıl sonra ürkek adımlarla ben
Ruhuma bir âbide arıyorum
Yutkunduğu yeri sevdirecek bir âbide
İsmini zor zamanlara saklıyorum.
Önder Öztürk

Bir sancak istiyor gölgesinde kutlu günlerin
Kalbimizde uğultusu muhteşem zaferlerin
Dünya için bir kefen bizim için bir şarkı
Dudağının kenarında kırmızı bir sancı
Yere düşüyor dirilmek için küçük elleri
Belli artık son saniye gole gidiyor gülüşleri
Emine Esin Arık

Sebilürreşad’da Siyonizm Dosyası

Sebilürreşad dergisi nisan sayısında siyonizm dosyası ile okurlarının karşısına çıktı.

Fatih BayhanSebilürreşad Dergisinin Siyonizm Ve Masonluk Karşıtı Yayınları

Dergi, masonluğu yalnızca gizli bir yapılanma değil, aynı zamanda İslam dünyasını içten çökertmeye yönelik bir zihniyet olarak değerlendirmiştir. Eşref Edib, 1923 yılında yayımlanan bir makalesinde şu ifadelere yer verir: “Masonluk, insanı ilahlaştıran bir şirk anlayışıdır; onun ilkeleriyle müslüman kalmak mümkün değildir.” (Sebilürreşad, sayı 533, 1923)

“1930’larda laiklik uygulamalarının hız kazanmasıyla birlikte, dergi çevresi masonluğun bu sürecin arkasındaki temel etkenlerden biri olduğu fikrini savunmuştur. Özellikle 1950’lerden itibaren, mason localarının yeniden etkinleşmesi, derginin bu konuda yeniden uyarıcı yazılar kaleme almasına neden olmuştur.”

Sümeyra Aktaş – Büyük Yalanın Anatomisi: Antisemitizm Kalkanıyla Gizlenen Siyonist Hegemonya

“Bugün Filistin coğrafyasında yaşanan her yeni yıkım, yalnızca insan hayatının değil, aynı zamanda insani değerlerin de toprağa gömüldüğünün bir göstergesidir. Fakat bu yıkımın ardında yalnızca bombalar ve füzeler değil; suskunluk, korku ve çarpıtma da vardır. İşte bu yüzden, Siyonizm’i eleştirmek sadece politik bir duruş değil, ahlaki bir zorunluluk hâline gelmiştir.”

“Eğer bugün herhangi bir Avrupa başkentinde, bir üniversite kürsüsünde ya da uluslararası bir forumda Siyonizm eleştirisi yapmak, kariyer intiharı ile eşdeğer hale gelmişse, orada fikir özgürlüğü yoktur; sadece ideolojik tahakküm vardır.”

İbrahim Demirkan – Sinemada Siyonizm

“Peki Mustafa Akkad’ın çektiği İslamın doğuşunu anlatan Çağrı filmi Yahudi hegemonyasının en etkili olduğu bir dönemde 1976 yılında nasıl çekildi. Mustafa Akkad Çağrı filminin 30. Yıl versiyonu anısına çıkartılan DVD’de yer alan Arapça röportajında şöyle der: “Ben bu filmi yapmaya karar verdiğimde Hollywood Yahudi hakimiyeti altındaydı. Yahudi hakimiyeti altında olduğu için işim çok zordu.” Dikkat ederseniz Çağrı filminde Peygamber Efendimiz’in Yahudilerle savaşı yok. Mesela Hendek Savaşı da önemli bir savaştır, sonrasında Yahudilerle savaştık o da yok.”

Mustafa Atalar – Siyonizm Karşıtı Yahudiler

“Siyonist ideolojiyi kınayan ve eleştiren pek çok tanınmış Yahudi lideri ve önderi olmuştur. Dünyanın pek çok yerinde ve işgal altındaki Filistin topraklarında yaşayan pek çok Yahudi, bugün bile İsrail devletini meşru saymazlar ve tanımazlar. İsrail devletine ve Siyonizm’e karşıtlıklarını ve düşmanlıklarını da açıkça ortaya koyarlar.”

Zehra Görler – Siyon ve Siyonizm

“Paris Barış Konferansı (18 Ocak 1919) toplandığı sıralarda Filistin’de İngiltere askeri yönetimi vardı. Kudüs ve Şam’ı işgal ederek askeri yönetimi başlatmıştı. İngiltere 2 Kasım 1917’de yayınladığı Balfour Deklarasyonu’yla Filistin’i Dünya Siyonist Organizasyonu’na vaat etti. Böylece uluslararası politikada Siyonizm resmilik kazandı. İngiltere’nin buradaki amacı Wilson İlkelerine ters düşmeden klasik sömürgeci anlayışını devam ettirmekti.”

Beyaza Tutkun Bir Şair: Bahattin Karakoç

Mehmet Atilla Maraş bu sayı Bahattin Karakoç’u anlatmış.

“Hareket dergisinde yazan ve Maraş’ta yaşayan hikâyeci Şevket Bulut ile şair Bahattin Karakoç’u, Hareket dergisi adına ziyaret etmek ve tanışmak istiyordum. Bu vesile ile Urfa’ya gitmeden önce Ankara’dan Maraş’a hareket ettim.”

“Bir kış günü akşamı idi. Mustafa Özçelik beni aradı. “Abi, Bahattin abi bu akşam Eskişehir’de olacak. Kendisini otogar ’da karşılamamızı istiyor “dedi. Tamam, Mustafacığım dedim. Saat 23.00 de otogarda karşıladık. Benim kurumun misafirhanesinde yatacak yerini ayarladım. ”Hadi hemen beni Fatma kızıma götürün” dedi. Mustafa daha önce Bahattin ağabeyin geleceğini Fatma’ya bildirmişti. Fatma’nın evini Mustafa hoca biliyordu.”  

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir