Mahalle Mektebi, Sayı:81

2025 yılına 81. sayısıyla girdi Mahalle Mektebi dergisi. Kendini sürekli yenileyen bir takım Mahalle Mektebi. Gençlere yer veren ve genç bakış açısını daima canlı tutan bir tavrı var derginin.

Dergide birçok söyleşi yer alıyor. Tagrid Arif en-Neccar ile gerçekleştirilen bir söyleşi var dergide. Gençlerin ruhundan çok iyi anlayanbir yazarın özellikle gençlik kitaplarına dair düşünceleri örnek alınacak notlar barındırıyor. Sorular; F. Zehra Aydemir’den.

“Geçtiğimiz yirmi yol boyunca Arap çocuk edebiyatı gözle görülür bir gelişim kat etti. Bu durum bütün Arap dünyası için geçerli. Pek çok seçkin yayın ortaya çıktı. Ürdün’ün bu gelişimdeki rolü yadsınamaz. Çünkü Arap çocuk Ürdün’ün açtığı yolda ilerleyerek bugünkü konumuna ulaşmıştır.”

“İsraillilerin daha fazla Filistin toprağını ele geçirmesinin önünü açmak için Filistin diye bir halkın olmadığı iddiasıyla Filistin kimliğini silmeye yönelik girişimler gün geçtikçe artıyor. Milliyetler değişse de varlığımıza ve kimliğimize sahip çıkmamız dinamik ve üretken bir halk olduğumuzun göstergesidir. Bu durum sahip olduğumuz milliyetin değerini azaltmaz, aksine kimliğimizi zenginleştirir ve bu kimliğe daha derin ve farklı katmanlar ekler.”

“Bir yazar olarak kitaplarım aracılığıyla farklı yaş gruplarına hitap edebildiğim için minnettarım aslında. Farklı yaş gruplarına uygun içerikler üretebilmek bana keyif veriyor. Benim için yazarlık sadece yazmak değil; tutkumu, neyle ilgilendiğimi, neyden hoşlandığımı göstermenin bir tarafı.”

İçeriye Girmek/Dışarıda Kalmak

Hilmi Uçan, içeriye girmekle dışarıda kalmak arasındaki çizginin en hassas noktasını anlatıyor. İnsan bazen içeride mi dışarı da mı olduğunu anlamaz. Bu sadece mekânsal bir ayrım değildir. Meselelerin de içi ve dışı vardır. İnsan kendi yerini belirleme savaşında giriştiği mücadeleyle koca bir ömrü tüketebilir. Kendini kabul ettirmek için sınırlarını çiğnemek de bir sınırdır aslında. Değerleri yok ederek başlayan bir sınır.

“Düşüncenin asıl mekânı kalptir. Lekeli bir kalp, berrak değildir, huzurlu değildir. Gelgitler, tereddütler vardır bu özel mekânda. Bu lekeli kalp, her an suçlanabileceği için gergin, tedirgin, sürekli tetikte ne olduğunu değil de ne olmadığını kanıtlamaya çalışan bir insanın ruh hâlini sergiler. Lekeli aydınımız, bir taraftan bir yazarımız Nobel ödülü aldı diye sevinir; diğer taraftan Batı’nın dediğini yaptığı için ödüllendirildi diye düşünür. Aynı ruh hâliyle bir taraftan İsrail’i kınar, diğer taraftan Hamas böyle yapmasaydı, atmasaydı o bombaları der.”

“Lekeli olmaya karşı çıkmak da bir tür savunma durumudur, kapana kısılmaktır. Ben de sizin gibiyim; ben Doğulu değilim vb. savunma psikolojisi, ne kadar iyi niyetli olunursa olunsun, yine bir çıkmaz sokaktır. M.Akif ’in torunu babam gerici değildi diyerek dedesini savunur. Böyle bir savunmada dışa yansıyan ilk ruhsal hâl, ilk duygu, bir yenilgi duygusudur. Türkiye, I.Paylaşım Savaşı’nda yenildikten sonra dışarıda, Batı’nın dışında kabul edilen lekeli bir ülke olarak değerlendirilir. Türkiye de Batılı gibi olmak için bu lekelerini ortadan kaldırmaya çalışır.”

Geri Dönüşüm Kutusu ya da Çöp Sepeti Uygarlığının Kullan At Toplumu

Bardak almak için girdiğim bakkaldaki amca; “Galdur at bardah mı istiyon?” demişti. Galdur at fiillerini anlamını kavrayınca ver gitsin demiştim. Tek kullanımlık, plastik yada kullan at bardak. Tüketim çağının hızına ayak uyduran çeşitlemeler bunlar. M. Ali Özdoğan geri dönüşüm kutularından başlayan bir değişimi ve dönüşümü anlatıyor yazısında. Geçici olmak diye bir şey var artık hayatımızda. Hem de ne geçici ne değil fark edemesek de ne yazık ki var.

Her şeyin fotoğrafı çekilmekte her şeyin kopyası üretilebilmektedir. İnsanlar doğal olanı yapay olanıyla takas etmektedir. Tüketim endüstrisinin kurallarına göre kısa süreli kullanışlı hale getirilen nesneler, ilişkiler bu devasa çarkın içinde kaybolup gitmektedir. Üretim biçimindeki bu değişiklik; imalat sektörünün dışına taşmış ve toplumsal değerlerin, yaşam tarzlarının, kalıcı insan ilişkilerinin, evliliklerin, şehirlerin, mimarinin hasılı toplumsal zemin üzerindeki çok şeyin yerinden sarsılmasına sebebiyet vermiştir.”

Dijital Çağın Ruh İnşası

Yaşadığımız dijital çağın bir ruh inşa etmesi mümkün mü? Cevabı H. Kübra Kişioğlu’nun yazısında.

“İnsanoğlu, varoluşundan gelen kırılganlığı ve naifliğiyle, teknolojinin parlak yüzüne direnemiyor. Dijitalleşmenin vaat ettiği sınırsız bağlantılar, ruhu sınırlı bir iç dünya hapishanesine mi çekiyor? Sanal dünyadaki bu ‘bağlılık’, aslında bir kopuşun habercisi olabilir mi? Modern insan, dijital ekranların ardında kendini ararken gerçek iletişimden ve kendinden giderek uzaklaşıyor. Sosyal medya anlık doyumlar sunarken, gerçek açlıklarımızı çoğaltıyor.”

Yaşadım Demek İçin Ne Yapmalı?

Yaşamak çok kolay izah edilemese de olması gerektiği gibi sürüp gidiyor hayat. Yaşıyorum demek de göreceli bir süreç. Ya da dopdolu yaşamak denen doygunluk… Zeynep Deniz Şakar yaşamak üzerine yazmış.

“Yaşam bize sunulmuş bir armağandır ve bu armağanın hakkını vermek bizim sorumluluğumuzdur. Gökyüzüne bakıp “Evet, yaşadım” diyebilmek için cesaretle, sevgiyle ve farkındalıkla adımlar atmalıyız. Çünkü gerçek anlamda yaşam, sadece var olmakla değil, hissetmekle ve dokunmakla mümkün olur.”

Yeni Kitaplar Üzerine Dört Söyleşi

Yeni çıkan kitaplar üzerine söyleşiler devam ediyor dergide. Yakın Okumalar bölümünün bu ayki konukları; Ahmet Ergin, Dilara Ayşe Akdeniz, Emrah Kanlıkama, Mustafa Uçurum. Söyleşilerden kısa notlar paylaşacağım.

Ahmet Ergin – Sorular: Emame Akman Harmancı

“Günlük hayatta karşımıza çıkabilecek karakterlerin iç dünyasını yazmaya çalışıyorum. Karakterleri anlatabilmek için onlarla duygudaşlık kurmak gerekiyor. Ne hissettiğine, ne düşündüğüne, kederine, sıkıntısına ortak olmak gerekiyor. Açıkçası yazarken çok zorlanmıyorum. Benim zorluğum yazmaya başlayana kadar. Sonrası kendiliğinden geliyor. Bir kurgum varsa gerisi çok kolay oluyor. Hayat Bir Sahne’deki karakter uzun süre kafamın içinde dönüp durdu. Öyle bir kahramanım olsun istedim. Gerçek ve oyun iç içe geçsin ve karakter bunun zorluğu yaşasın diye düşündüm. Bu anlamda duygusunu uzun zaman üzerimde hissettim. Oltu Taşı ve Mucizesin öykülerini de bu bağlamda söyleyebilirim.”

Dilara Ayşe Akdeniz – Sorular: Fatma Nur Uysal Pınar

“Üniversitede bir fanzin çıkarmıştık. Ankara Hukuk bu anlamda bereketli bir yerdi. O derginin bizde ürettiği dünyayı yazarak kurtarıyor olma duygusunu unutamam. Akabinde ilk öyküm Mahalle Mektebi’nde yayınlandı. Takriben dokuz sene kadar evveldi. Bu açıdan bu akademinin kapısı benim için Mahalle Mektebi ile açıldı, ayrıca teşekkür etmek isterim. Klasik bir tabir olsa da bir dergiye istikrarla yazı göndermenin insanı disipline ettiğini düşünüyorum. Bir kitap okudum hayatım değişti gibi bir durum nasıl mümkün değilse, bir kitap yazıp dünyayı değiştirmeniz de mümkün değil.”

Emrah Kanlıkama – Sorular: Dilek Altundağ

“Öykücü kısıtlı alanda at oynatabilme kabiliyetine haiz olmalıdır. Sözcükleri tasarruflu kullanırken şahıs kadrosunu okura tüm yönleriyle sezdirmek çok da kolay olmuyor, bunun için zaman zaman geriye dönüş tekniği (flashback) kullanıyorum, beyazperdede olduğu gibi sebep/sonuç bağıntısını okura bu şekilde resmedebildiğimi düşünüyorum.”

Mustafa Uçurum – Sorular: Dilek Altundağ

“Küçük öykü gücünü şiirden alıyor. Nasıl ki şiir için az sözle yoğun anlamlar ifade etme kıstasını en başa koyuyoruz, küçük öyküler de öyle. Şiirsel ifadelerle, anlamla duyguyu iç içe geçirerek kuruyoruz küçük öyküyü. Devrik ya da eksiltili cümlelerle kurgunun zihinde yer tutması da sağlanıyor.”

Mahalle Mektebi’nden Öyküler

Abdullah Harmancı – Kaderci

“Genel müdürün yerine imza atmak gibi bir işim vardı. Genel müdür yoğun adam. Önemli adam. Oturup da üç yüz personelin evrakını imzalayamaz. Benim işimse buydu. Sabah masamın başına oturuyor, önüme evrakı yığıyor, kendimi genel müdür gibi hissediyor, ruh halime bir ağırbaşlılık hâkim oluyor, kemal-i ciddiyetle imza imza imza atıyordum. İmza atıyordum.”

“Doktordu. Bedenlerde filizlenmiş çiçekleri kopardığı için para alıyordu. Öldü. Cennetteydi. Cennette miydi? Evet, cennetteydi. Cennetteydi ve cennetin uçsuz bucaksız bahçelerinde, damarlarına su yürümüş körpecik bir çiçek bedeninde yaşadığını ayrımsadı. Tepesine dikilmiş delikanlı erkekler delikanlı genç kızlar gördü. Bakışlarında tuhaf bir acı ve korkutucu bir sessizlik vardı. Bir şey söylemiyorlardı.”

Mukadder Gemici – Adaş

“İkindiye doğru sıkıntıdan canı meyve istemiş, verdiği sipariş az önce gelmişti. Önünde duran tabağa baktı; ananas, muz ve üzüm vardı tabakta. Ananas nasıl da tatsızdı. Vakti zamanında tropikal ülkelerde en lezzetlilerini yediği için şimdi tadı pek yavan geliyordu. Ortalarına geldiği kitabını yanına koydu, gözlerini kapatıp başını güneşe doğru çevirdi.”

“Cicim ama hava ne kadar sıcak diyerek sanki kırk yıllık dostmuş gibi sohbete başlamıştı. Keten elbise, geniş hasır şapka, ince iplikleri ayak bileklerine dolanan sade, şık bir sandalet… Her seferinde nasıl aynı kıyafeti giymeyi başarıyordu? Bu da adaşına dair başka bir muamma idi.”

Zübeyde Andıç – Gölgesi Eğri Yalnızlıkların Uzun Havası

“Eskiden böyle sabahlara uyanmanın başka bir anlamı vardı. Tarifsiz bir sevinçle gelen ve gün boyu bütün odaları dolduran sadece böyle günlere özgü bir koku olurdu. Şimdi ne o sevinç var içimde ne de buradaki türlü koku arasından bir türlü seçemediğim o koku. Günler içinden bir gün işte.”

“Burada bütün köşeler tutulmuş, her koltuk birine zimmetlenmiş sanki. Herkes, kapıdan geçip salona doğru yönelen adımların kendine doğru geliyor olma ihtimaline tutunmuş öylece bekliyor. Salon dedimse herkese açık, çok amaçlı bir salon bu. Hem çok büyük hem görmeyi istediklerimizi içine sığdıramadığımız kadar küçük.”

Mahalle Mektebi’nden Şiirler

Beni unut benden beni hep senden beni sudan sebeple beklet her yerden
Bir dalgınlıkla bırakırsam kendimi toplarsın ellerimi unuttuğum evden
Bana yeter boynumdaki güneş gözlerimde yıkanan gövdelerden keder
Dilimde olmayan o dipsiz dünya dönüşürken konuşsan ıslak sözcüklerle
Konuşsan bir taşı tutan eli sevgili bilirim bu benim bitmez gerçeğimden
Burhan Tuz

Eve döndüğünde gölgen hemen kaybolur
Ve yurdunun önemi kalmaz
Şimdi durgun göllerde yatar, kumruların
Kanatlarına bakarsın, ellerin nereye değse
Orada rahattır, evin ruhunda özler
Derin dolap içlerinde bekler seni
Kadir Korkut

Gün ağarmadıysa eğer gönlümüzün karanlıklarına
Biz başlamıştık cümle alem bir ağızdan Allah Allah diye
Binanın kirişleri Allah Allah diye çatırdıyordu
Yeryüzünde hiçbir şey yoktu ki onu anmaktan
Bir an yorulsun veya vazgeçsin
Gökyüzünde hiçbir şey yoktu ki
Bir an olsun onu zikretmekten yorulsun
Ömer Yalçınova

Cins, Sayı: 112

2025’in ilk sayısında Cins dergisi yine dünyaya gür bir ses bırakıyor. Olup bitenlere karşı net bir tavır sergilemek zorundayız. Ortada olan ve konuşanlar silik bir yüzle çıkıyorlar meydana.

Yusuf Genç’in Giriş Yazısından

“Bugün Suriye’de olanların bütün gürültüsüyle bir fetih olduğunu söyleyebiliriz. Yavuz Sultan Selim’den sonra kimin adı yazılacaksa onun adının yazılacağı bir fetih. İslam dünyasının sınırları, üniter devlet esasları numarası ile belirlenemeyeceği için haritalar üzerinde renkle tayin edilmiş bir geometrik aldanışa kapılmayacağız. Çocukça bir hayalcilikle suçlanmayı bile satın alarak, içinden geçtiğimiz şu tarihi günlerde ‘iyi hikâyenin’, kendisini tekrar etmek için tarih kitaplarından çıkıp masamıza kadar geldiğini fark etmeliyiz.”

Futbol, Roman ve Eurovizyon

Başlığı futbol, roman ve Eurovizyon olan bir yazıyı Hüseyin Atlansoy’dan okumak nasıl bir keyif halidir bunu ancak Cins okurları bilir. Atlansoy’u yakından tanımayanlar için bu yazılar bir girizgâh olacak nitelikte notlar barındırıyor.

“Kemal Tahir, Devlet Ana romanında 1290’lı yıllarda bir Türkiye panoraması çiziyor ve bu ülke aklının kıvrımlarına esaslı bir açılım sağlıyordu. Buradan; 10 gün içinde Yarhisar, Karacahisar ve İnegöl’ün fethi ile 10 günde alınan Karabağ ve 10 günde gerçekleşen Şam, Halep, Hama Humus’la süren Suriye serüvenini anlayabilirsiniz.”

Soğuk Yurtlar, Caz Müzik Ve Ingmar Bergman

Mustafa Çiftci ile anılara yolculuk yapmaya devam ediyoruz. Bu kez öğrenci evlerinde ve yurtlarındayız. Evden uzak kalmak, iliklerine kadar üşümek ve bir ezgiye kaptırmak kendini.

“Bak ben bugün sıcak öğrenci evinde kalarak geçirdiğim iki haftalık kısa sürede neler bellediğimi anlatacaktım. Ama soğuk o kadar iliklerime işlemiş ki yazıyı esir aldı. Soğuk ile bu kadar muhatap olunca daha evvel hiç zevk almadığınız birçok şey size tatlı geliyor. Mesela bizim yurtta bir dönem kalıp soğuğa maruz kalan öğrencilerde caz müzik dinleme Bergman filmi izlemek gibi yan etkiler görüldü. Hâlbuki sen Anadolu’dan gelmiş taşralı bir talebesin. Takım elbisenin içine örme süveter giyecek kadar gözün kara. Senin ne işin olur caz dinlemekle değil mi? Ama işte soğuk insana neler yaptırıyor bir bilseniz. Umudum ve duam soğuk günlerin bir an evvel bitmesidir. Sıcak günlerin tez gelmesi dileğiyle aman üşümeyin vesselam…”

Times New Roman

Savaş Ş. Barkcin, bir yazı karakterinden hareketle hayatın sıradanlığını sorgulayan bir yazı kaleme almış. Yazılar aynı, yaşantılar, beklentiler, başlayan ve biten her şey sıradan.

“Tekdüze ve renksiz olmanın çok avantajı var tabii… Göze çarpmazsanız kimse gelip size çarpmaz. Silik insana kimse sille atmaz. Uyaroğlu olan kalabalığa karışır. Risk almaz. Kolaycı ve tembel tipler silikliği çalışma hayatında çok kullanırlar. Bir iş veya sorun olunca birden ortadan kaybolurlar. Yeni bir iş yapmak gerekince “Eski eve yeni âdete ne gerek var?”, “Tekeri yeniden icat etmeye ne lüzum var?”, “Gâvur zaten yapmış işte, al kullan!” gibi cümlelerle karşı çıkarlar. Hatta bu kadarını bile söylemez ve kendilerini bir şekilde unuttururlar. Bunlar kimse farkına varmadan onlarca yıl işlerine gider gelirler. Emekli olduklarında, hatta öldüklerinde bile kimsenin haberi olmaz.”

Şam’ın Fethine Tedirginlikle Sevinmek

Suriye’deki gelişmelerle ilgili kafa karışıklığı küresel bir boyutta devam ediyor. Sevinelim mi yoksa olup bitenin arka planını düşündükçe tedirgin mi olalım karar vermek zor. Genel hatlarıyla bakınca olumlu gelişmeler var içimizi ferahlatan. İrfan Tabanca konuya tam da bu açıdan yaklaşıyor.

“Evet, tedirginlikle seviniyoruz. Coşkumuza endişe eşlik ediyor daha doğrusu. Geldiğimiz güzel yerden geri düşmeyelim istiyoruz. Bu tedirginliği besleyen şey de tarihe çok geç kalmış olmamız. Bir an önce olsun istiyoruz çünkü çok bekledik. Gözümüzün önünde bir sürü şey olurken doğrusunu bilip de hiçbir şey yapamamış olmanın hüznü, kalbimizi yordu çünkü. Olacakları Allah bilir elbette. Yarın, gayrete bağlı fakat. Ümit bizim.”

Çabuk Konuşma’da Konumuz Ölüm ve Gassal

Erol Göka ile Rıdvan Tulum’un söyleşinin bu ayki konusu son zamanların gündeminde olan Gassal dizisi ve ölüm.

“Ölüm, matem ve hayatın zorlukları hakkında bir kitap yazdım ve fânilik bilincini uyarması için adını, yayıncımın tamamen karşı çıkmasına rağmen “Ölme” olarak koydum ve kapakta da bir mezar görüntüsü olması konusunda ısrarcı oldum. Sonuçta yayıncım haklı çıktı. Kitap hemen hiç satmadığı gibi kitapevleri rafların arkasında gizlediler. Bunun üzerine adını değiştirmek zorunda kaldık. Diğer vedalardan ölümün farkını anlatabilmek için bilerek bir yazım hatasıyla “Hoşçakal” yaptık kitabın adını ve tabii kapaktaki mezarı da kaldırdık, hoş bir veda fotosu koyduk…. Gassal’ın ilk tanıtım afişlerinde “Ölünce seni kim yıkayacak?” ifadesine verilen acayip tepkiler de ölümün inkârına örnek teşkil edebilir.”

Bahtsızlığın Büyük Bahtı: Tanpınar

Ömer Erdem, Sanatlı Türkiye Tarihi’nde Ahmet Hamdi Tanpınar üzerine yazmış. Tanpınar’ın roman gibi hayatının detayları üzerinde duruyor Erdem.

“Tanpınar’ın öykücü beyni, tarih bilgisiyle sanat duyuşunu, hasbi yaşantıyla hayatın binbir cilveyle ışıyışını derinden daha doğrusu “deruni ahenk” ile yoğurmaya yatkındır. O sadece Yaz Yağmuru, Abdullah Efendi’nin Rüyaları’ndaki öyküleri yazdığı için böyle değildir. “Erzurumlu Tahsin” hikâyesini yazma bahtı her faniye nasip olmaz. Yazı olunca mutlak bir iç çalışkanlık sahibi Tanpınar’ın yazma mesaisi olunca dağınıktır. Bunu hayata ve ev merkezi kaymış bir yaşama biçimine bağlamak mümkün mü? Yine de Mahur Beste, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Huzur az emekle kotarılacak işler olmayıp On Dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi teklifleriyle Türkiye’nin zihni çıtasını imler.”

Dolandırıcıları Telefonda Oyalayan Yapay Zekâ Bir Nine

Ali Oturaklı ile hızlı bir tur atıyoruz filmlerin, yaşanmışlıkların arasında. Yapay zekâ ile gerçek dünyanın tam da ortasındayız.

“Ben çocukken ve rahmetli nenem hafif bunamışken, telefon sapıklarının tövbe kapısıydı dedemin ev telefonu. Nenem önce “Kimsin?” diye sorar ve beklerdi. Eğer hattın diğer ucundaki kişi “sevdiği” biriyse sesini yumuşatıp; eğer hattın diğer ucundaki kişi “sevmediği” biriyse de sesini hiddetle yükseltip “Alo.” derdi. Son ihtimal; karşı taraf konuşmazsa, o kişiyi “Dudu Kadın” beller, akıl almaz küfürler edip ardından da dinleyenlerin ciğerlerini solduran beddualar ederdi.”

Magritte’in Düzenli Kaosu

Güven Adıgüzel ile bu sayı Rene Magritte’in Golconde adlı tablosunun çizgileri arasında bir yolculuğa çıkıyoruz. Düzen arasında düzensizlik, kuralların içinde kuralsızlık var. Yaşamak gibi.

“Gerçekliği değil, elbette temsil ettiği şeyi gördüğümüz bu tabloda, aslında gökten üzerimize adam yağmıyor, ulvi bir göğe yükseliş eyleminin resmedildiğini de söyleyemeyiz. Herkes ve her şey öylece donmuş, havada asılı kalmışlar sanki. Tek tip adamlar, yeryüzüne sığmamışlıklarıyla gökyüzünde duruyorlar, sıralı tertip hâlinde, kimse birbirine çarpmıyor mesela. Bireysellik var; ama robotlaşmışlık hâkim. Anlaşılmazlık var; ama düzensizlik yok.”

La Galibe İllallah

Suriye’nin kurtuluş hikâyesini Peren Birsayılı Mut’tan okuyoruz. Bir duanın kabul oluş anına şahit olmak gibi bir zafere doğru giderken Suriye buna şahit olmak da bir nasip meselesi.

“Yüce Allah bize ayetlerini Deraalı bir çocuğun, Halepli bir annenin ya da Şamlı bir babanın gözlerinin derinliklerinden okutuyordu. Şimdi bizim en kıymetli dostlarımız, canımız evlatlarımız, kardeşlerimiz, abilerimiz, ablalarımız, annelerimiz ve babalarımız kendileri için analarının ak sütü gibi helal olan şehirlerine dönerken, tek söyleyebildiğimiz şu oluyor o nedenle; Allah’ım sana şükürler olsun. Sana binlerce şükürler olsun Yarabbim…”

Kutlucan Görücü ile Suriye Üzerine Söyleşi

Cins dergisi Suriye’de olup biteni anlama ve anlamlandırma üzerine yoğunlaştığı bu sayıda Kutlucan Görücü ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Sorular; Ali Oturaklı’dan.

“Suriye’deki iktidar değişiminin bölgesel etkileri olacağı kuşkusuz. Ancak Suriye devriminin Filistin’e direkt katkısının olması oldukça zor. Özellikle Trump iktidarında İsrail’in daha pervasız adımlar atması muhtemel görünüyor. Tüm bunlara rağmen Gazze’de de direniş İsrail’i yıpratmaya devam ediyor.”

Bu durum en başta karşı devrim ülkelerini, yeni diktatörleri ve bölgedeki rejimleri rahatsız eden bir devrim oldu şüphesiz. Bu nedenle, Türkiye de dahil olmak üzere çok dikkatli olmalıyız. Bundan sonra Suriyelilerin inşa edeceği sistem, tüm halklar için de bir ışık olacak, bu durumu tehdit olarak gören rejimler için de korku…”

Suriye Geleceğini Arıyor

İsmail Kılıçarslan, Suriye’deki gelişmelerden sonra ortaya çıkacak gelişmelerle ilgili tespitlerini sıralıyor. Umutlar, endişeler ve geleceğin Suriye’si var yazıda.

“Ben de bu süreçte bazı endişeler taşıyorum. Çünkü emperyalizm durmayacaktır ve oyun kurmaya devam edecektir. O oyunların hepsinin boşa çıkması en büyük dileğim. O oyunlar boşa çıkarsa Türkiye-Suriye birlikteliğinin dünyada neye yol açtığını büyük bir şaşkınlıkta, büyük bir beğeniyle, büyük bir ilgiyle izlemeye devam edeceğiz. Çünkü Lübnan’daki Sünnilerin, Ürdün’deki halkın ve Mısır’ın rahatlaması gibi erken sonuçlar doğurabilir bu sağlıklı ilişkiler. Bu erken sonuçları da Allah bize ömür verirse yaşarken göreceğiz.”

Dünyanın Ruhu

Dünyanın ruhunu anlamak için hakikatin ruhuna kulak vermek gerekir. Yusuf Kaplan, dünyanın ruhunu Gazze, insanlığın yurdu ve umut üzerinden okuyor.

“Gazze, bize insanın, Batılı seküler-kapitalist insanın nasıl azmanlaştığını gösteren inanılmaz bir ayna tuttu. Allah’ın rahmeti bu. İnsan bu aynaya bakarak hem kendini hem çevresini hem de bütün insanlığın hâl-i pür melâlini, bu dünyadaki esrarengiz seyr-ü seferini seyre dalabilir kolaylıkla. Perdesiz, sansürsüz, tertemiz, arı duru bir ayna Gazze aynası.”

“Ruhu inşa eden, bir topluma, medeniyete ruhunu armağan eden o ruhu her daim besleyip büyüten, hakikatin görünen-görünmeyen bütün veçhelerini en leziz şekilde yeşerten hakikat medeniyeti yolculuğunun -başka medeniyetlerde benzeri olmayan- muazzam ve muazzez güzergâhları: Fikir çilesi, zikir neşvesi, şükür meyvesi.”

Necip Tosun ile Kütüphanede Bir Gün

Kütüphanede Bir Gün, Cins dergisinin yeni bölümü. Yazarlar evlerinde kurdukları kütüphanelerinin hikayelerini, kitaplarla olan dostluklarını söyleşi eşliğinde anlatacaklar bu bölümde. Eray Sarıçam’ın hazırladığı bu bölümün ilk misafiri Necip Tosun.

“Benim kütüphanem yazar kütüphanesidir. Herhangi bir kütüphane ile yazar kütüphanesi farklıdır. Yazarın aldığı kitaplar yazarlığını besleyecek kitaplardan oluşur. Bu anlamda onun yönelimini, tercihlerini yansıtır. Zaten yazarın iki büyük eseri vardır. Biri yazdığı kitapları diğeri ise kütüphanesi.”

“Her kitap başvuracağımız bir yazar aklıdır. Kütüphanede binlerce yazar aklını bir arada tutarız. Her kitapta bu yazarların hikâyelerine, fikirlerine tutunuruz. Seçme, kullanma, değerlendirme bize kalmıştır. İhtiyacımız olanı, eksiklik hissettiğimiz şeyleri hafımızda saklarız. Güvenlik, huzur, sessizlik bulduğumuz kütüphanemizde öğrenir, bilinçlenir, arınırız. Kitaplar kılavuzumuz, yol göstericimiz, pusulamızdır. Bu anlamda kitaplar güvenli bir yuva görevi görürler.”

Balkonlu Evler Şehri Tiflis

Nevzat Onmuş, dostlarıyla yaptığı bir Tiflis gezisini anlatıyor. İçi dışı biz olan bir şehrin ışıkları vuruyor yüzümüze. Sevgi, umut, heyecan dolu bir şehri adımlıyoruz.

“Bizim kapalı çarşıyı bir tık andıran yer altı meydan çarşısını gezerken fiyatını sorduğum şeylerin dekor olduğunu, satılık olmadığını öğrenmek ayrıca canımı sıkmıştı. Sonradan bir Gürcü mutfağında buluştuğumuz Bayram Bey’imiz elinde bir Türk döner dürümüyle çıkıp geldi. Meğer zangoç musallat olmuş Hacı Bayram Bey’imize.”

“Akşam Tiflis’in ara sokaklarında yaptığımız geziler hepimiz için çok keyifli ve eğlenceliydi. Bir gece Özgürlük Meydanı’nda rast geldiğim Türk İş Adamları Derneği çok iyi bir lokasyondaydı. Lakin Türkiye, Gürcistan ve İsrail bayraklarını yan yana görmek beni fena halde rahatsız etti.”

Deizmin Tarihi

Muhammed Yazıcı, Deizmin tarihini anlatmış yazısında. Konu tüm ayrıntıları ile ele alınıyor yazıda. Deizm üzerine kafadaki soru işaretlerine de net cevaplar var.

“Eğer deizmi, nübüvvet inkârı yahut kurumsal anlamıyla din inkârı manasında kullanacak olursak, onun tarihini oldukça gerilere götürebiliriz. Bu nedenledir ki, bazı çalışmalarda sofistlerin deistliği zikredilebildiği gibi, Anaksagoras gibi bir kısım filozofların teolojik ve teleolojik izahlarının deizmin öncüsü olarak nitelendiği de görülebilir. Deizm aslında oldukça modern bir felsefedir ve söz konusu felsefenin -her felsefi düşünce gibi- elbette tarihî bir bakiye üzerinde olgunlaştığı ve kıvam kazandığı muhakkaktır.”

“Peki, Allah’ı bildiğini ve onun bilinebilir olduğunu iddia edenler yani teistler ve deistler, agnostiklerin bulamadığı bu imkânı nereden buluyorlar? Bu suali cevaplarken dikkat edilmesi gereken ilk husus, “bilmek” ifadesiyle ne kastedildiğidir. “Allah’ı bilmek” ifadesi, muhtevasında iki anlamı birlikte taşır: İlki, onun “var” olduğunu bilmek, diğeri “zâtını” bilmektir. Hangi mananın kastetildiği duruma göre değişebilir.”

Bir Nokta, Sayı: 276

2025’e 276. sayısı ve Süleyman Çelik’in Yay Misali şiiri ile girdi Bir Nokta dergisi. Şiirin ruhuna dokunan notlar bırakıyor edebiyat dünyamıza dergi. Bu yüzden de şiirle başlıyor dergiye ve söze.

Süleyman Çelik’in Yay Misali şiirinden…

Koşarak gelsem
Yine yeniden,
Yaklaşsam yay misali,
Ellerini uzattığı yere,
Hayy diye diye.

Örtseler üstümü şimdi
Geçer mi bu sensizlik sıtması?

Mürsel Sönmez’in Giriş Yazısından…

“Zaman geçiyor, takvim yaprakları tükenip başlıyor. Ve biz “varlık giysisi” üzerimizden alınana dek özdoğamızın (istidâd- ı ezelî) gereğini yerine getirmeyi sürdürüyor, yazıyor yayıyoruz. Bu sayımız da bunun bir başka sahnesi. Çağdaş şairlerle birlikte Kuloğlu Ömer’in, şimdilerde doksan yaşında olan bu delikanlının ve yetmişleri aşan Dursun Gül’ün şiirleri var bu sayımızda. Toprağımızın şiirle karılmış olduğuna dair güzel iki örnek, iki kadim ses.”

Çevirmenin Oyun Alanı

İbrahim Demirci dendiğinde aklımıza çeviri ve Türkçe gelir. Dil hassasiyeti en üst seviyede olan yazarlarımızdandır Demirci. Doğru Türkçe doğru çeviri üzerine notlarını paylaşmayı da bir görev biliyor Demirci. İbrahim Nasrallah’ın “Zemenu’l- huyûli’l-beyda” adlı romanının çevirisi üzerine tespit ettiği yanlışları paylaştığı yazısında önemli noktalara dikkat çekiyor.

“Önce şunu belirteyim: Mustafa İsmail Dönmez, romanı dilimize çevirirken ortalama Türk okurunun düzeyini gözetmiş, onların beklentilerini karşılamayı öncelemiş. Bu gözetme sayesinde oldukça rahat okunan, hayli sürükleyici bir metin ortaya çıkmış ve fakat bu önceleme yüzünden çeviride yazarın tercihlerini göz ardı eden, yaklaşımlarını ıskalayan sapmalar da vuku bulmuş.”

“Evet, çevirmenin oyun alanı bu kadar geniş olmalı mı? Bence olmamalı. Biz Türkler, burada “tavadaki mısır tanelerinin hoplayıp zıplıyor” (s. 91) oluşundan hoşlanıyoruz evet ama Filistin coğrafyasında yaşayanların tavalarında hoplayıp zıplayan şeyin “buğday” olduğunu öğrensek daha iyi olmaz mı?”

Düşünce Disiplini

Hayat, bir kurallar silsilesidir. Her şeyin yolunda gitmesi için de bu, olmazsa olmazlardandır. Başıboşluk nerede olursa olsun bir karmaşayı da beraberinde getirir. Düşünmek, idrak etmek insanın en büyük gücüdür. Elbette bir disiplin altına alınınca bu güç insana fayda sağlayan bir hale gelir. Dizginlenmemiş bir düşünce bir süre sonra insanın ayaklarına dolaşmaya başlar. Nuray Alper bu durumu düşünce disiplini olarak açıklıyor. Savrulmaların, temelsiz kurulan cümlelerin sonu hep düşünce disiplinine çıkıyor.

“Düşünmek soylu bir eylem; kişilik inşası… Yüce kitabın “hiç akıl etmez misiniz” öğüdü üzerinde uzun fasılalarla durmamızı fısıldayan ata mirası… Tefekkür dar dünyamızın ufuklarını açar, genişletir. İnsan ancak düşünerek bir sonraki merhaleye ulaşabilir ve kendisini zaman ile mekânın ötesine taşıyabilir. Hikmet geleneği düşünceden beslenir. Bu sebeple bir saat tefek kürün bir gece ibadetinden daha hayırlı olduğunu söyler Hasan-ı Basrî. Bu sebeple ibadet anahtarının tefekkür olduğunu söyler Zünnun-i Mısrî.”

“Düşünmek derinleştirir. Hikâyemizin ahengini oluşturur. Düşünmek insanı, kont rolsüz duygunun çoğu zaman yanıltıcı, baştan çıkarıcı tuzaklarından korur. İrade sanatı onunla gerçekleşir. Kemâlât mertebe sine onunla erişilir. Ham bilginin bilgelik sır rında eriyişi derin düşünceyle husule gelir. Empati düşüncenin meyvesidir. Yaratıcının kurduğu muazzam nizam düşündürmeyi hedeflemektedir. Nitekim kabiliyetin işletil meye muhtaç olması gibi, insan da terakki için düşünmeye muhtaçtır.”

Düş Çınarının Gölgesinde

Nurettin Durman’la 2016 yılına gidiyoruz. Şölenler, programlar, dostluklar, unutulmayan anlar karşılıyor bizi.

17 Mayıs 2016, Salı,19. 05… Arif Dülger gelmiş Monad Ajansa. Monad Burhaniye’de. Orhan Memiş gelip aldı beni arabasıyla sağ olsun. Şefik Memiş’e de bir kitap imzaladım. Büroda Şefik Bey, Orhan Memiş Bey, Arif Dülger kardeş ile yemek yedik beraber. Arif toplu şiir kitabının yeni baskısını yapmak istiyor daha çok onun için gelmiş erkenden. Murat Arslan ile sayfa düzeni üzerinde çalışmışlar.

26 Mayıs 2016, Perşembe… Kadıköy İmam Hatip Okulu iki yıldır Has Bahçe adı altında şiir günü düzenliyor. Bizim Şeref Akbabanın eski okulu. Şeref Hoca Kırklareli Üniversitesine geçti geçen yıl. Bu vesileyle bir arada olacağız. Saat 17: 00 civarında okulda buluştuk. Okulun geniş bahçesi giderek güzelleşiyor. Okul müdürü meyve ağaçları dikmiş. Baktık ki Veysel Akdoğan Hoca Dut ağacının altında dut yiyor. Selamlaştık, takıldım Veysel Hocaya.

Bir Noktadan Öyküler

Ahmet Yılmaz – Benim Sadık Okuyucum

“Bu yıl ikinci kitabımla görücüye çıktım. İmza atmaktan pek hazzetmesem de elimiz kolumuz bağlı, yayıneviyle akdim var. Telifi peşin alıp borçları yatırdık, şimdi bizden bekleneni en samimi şekilde yerine getireceğiz ki yazar aurası zarar görmesin. Gel diyecek gideceğiz, el mecbur. Altmışını geride bırakmış şu polisiye yazarı kirli sakalıyla sahneye çıkmasaydı masamın önünden başlayıp fuarın kapısına kadar uzayan okuyucu kuyruğu dağılmayacak, güneş üstümüze batmadan doldurduğum özenli satırlar akşama doğru tezgâhı toplarken herkesin yüzünü ağartacaktı.”

“Sadi Bey bugün sizi bekledim. Gelmediniz. Ne desem bilmiyorum. Siz yokken ben kendimi bir yere oturtamıyorum. O kitabı siz mi yazmıştınız, ben mi? Sizden ne umdum, anlayamıyorum. Sadi Bey! Sadi Bey!

Yayıncım aradı az önce. Ben fuarı terk ettikten hemen sonra standa uğramışsınız ve sandalyeme kurulmuşsunuz. İlahi Sadi Bey! İlahi sadık okuyucum! Ne diye evinizde uyumadınız ki? Bir tane bile kitap imzalamayan adama yazar mı denir yahu? Bir tane bile be!”

Ahmet Şevki Şakalar – Sözde Özne

“Sloganların arasında ‘”cihad” kelimesi de geçiyordu. Cihad, ortaokulda sınıf arkadaşının adıydı. Cihada gitmek mi? Geride bıraktıkları ve bırakamadıkları vardı. Cihada gidecek mücahitler elbette vardı. Cihad, illa kılıçla tüfekle mi yapılmalıydı?

Hiçbir zaman elinden gelenin fazlasını yapmadı, yapmayacaktı. Hastanede kan vermek dışında kanı hiç akmadı. Hafta sonu yapılacak büyük Filistin mitingi için bir atkı almalıydı. Ön sıralarda olmalıydı. Orada olduğunu sosyal medyadan mutlaka duyurmalıydı. El ne der, en büyük putun adıydı.

Sözde özneydi. Yapmadı, yapıyor gibi göründü.”

Halit Yıldırım – Bilirkişi

“90’lı yıllardı. Okulu bitirmek, mezun olmak güzeldi güzel olmasına ama ah bir de iş bulsa daha güzel olacaktı onun için. Sanki babasının çiftini sürmek için okumuş gibi hissediyordu kendini. Babasının üç beş dönüm kıraç tarlası, birkaç yüz metrekarelik bağı, sekiz on ağaçlık bahçesi bir hayat kurmak için yeterli değildi.”

“Biraz olsun rahatlamıştı. Ama hiç bilirkişilik yapmamıştı. Keşif raporu nasıl yazılır onu bile bilmiyordu. Yüreğindeki korkunun yerini bu sefer bir endişedir almıştı. Hâkim ise deminki hatayı telafi etmek için ha bire konuşuyordu.”

Bir Nokta’dan Şiirler

Geceyi giydim, iklim değişti, karanlıklar katıldı aşıma
Burada yazlar sıcak ve kurak leyla, kışlar soğuk ve yine sen.
Uzaya çıkmaktan daha mühim, yerinde sayan kırlangıçlar
Büyük geliyor kalbime nasırlanmış merhamet, ılımış süt,
Komşudan ödünç birlikler de tamamlanmıyor, ellerim yarım.
Mayalanmıyor çöl, çileden çıkmıyor minarede hülyalı balıklar.
Yasemin Kuloğlu

O kadar uzaklaşmışım ki benden
Unutuverdim nasıl kokar papatya
Hüzün, elem, sabır, cefa, vefâ
Ha bir de
Bana kalsın
Gün gün caydıklarım
Vazgeçemedik

Yalnız kokusundan bile
Ham incir
Dalında henüz
Lamia Mizaç

I
Karıncaları izle
Sessiz ol!
II
Hafiflemek için eşyalarını at
Eskimesin.
Adem’in kelimelerini unutan
Kalabalıkların en yaygın giysisidir infaz
III
Yuvalarını bozma, geç, git
Karıncalardan
Zeynep Yıldırım

Sen
Vahada açan bir çiçek
Ben
Çölde uçan kelebek
Hasretin içimde öbek öbek
Geçti ömür tükendi yıllar
Hazana döndü bahar
Hiç kimseyi sevmedim
Seni sevdiğim kadar
Keşke hiç görmeseydim
Hiç sevmeseydim keşke
Mevsim hazan
Eylül sonu
Ekime bir kala
Aşkın ile geçti yıllarım
Kuloğlu Ömer

Bana bir türkü söyle Anadolu’dan olsun.
Kerkük’ten, Rodoplardan, Tuna Boyu’ndan olsun.
Karacaoğlan sazından türkülensin nağmeler
Muş’tan, Çemişgezek’ten, İnebolu’dan olsun
Bana türküler söyle, Anadolu’dan olsun
Dursun Gül

Edebiyat Ortamı, Sayı: 102

2025 yılına Mehmet Kurtoğlu’nun genel yayın yönetmenliğinde girdi Edebiyat Ortamı dergisi. Bu yeni döneme dergi yeni form ve isimlerle girdi. Sadık Yalsızuçanlar ve Yunus Nadir Eraslan yönetiminde çok güzel işlere imza attı dergi. Yeni dönemde de bunun artarak devam edeceğine inanıyorum çünkü dergiler için yenilik demek yeni bir başlangıç heyecanı olur çoğu kez.

Batı Edebiyatında Bir Tabu: Shakespaere

Mehmet Kurtoğlu’nun edebiyat yelpazesi çok geniştir. Doğu, batı fark etmez. O, her zaman söyleyecek sözü olan bir yazar olarak yeni çalışmalara imza atmaya devam ediyor. Shakespaere üzerine de çalışmaları var Kurtoğlu’nun. Dergide Batı Edebiyatında Bir Tabu: Shakespaere yazısı da buna iyi bir örnek.

“Shakespeare’in yaşadığı dönemde tiyatro ve sanat dünyasında pek sevildiği söylenemez. Özellikle Robert Greene’in kendisini “yeni yetme karga” diye tanımlaması oldukça dikkate şayandır. Zira Greene, o sırada Shakespeare’den dört yaş büyük, tanınmış bir oyun yazarı ve edebiyat çevrelerince tanınan biridir. Shakespeare ise taşralı bir yazar olarak henüz şöhret basamaklarını tırmanmakta dır. Marlow, Greene, George Peele, Thomas Lodge gibi ünlü yazarların ortamına girecek cesareti yoktur. Ayrıca o dönemde Shakespeare “ozan” denilmiştir. Aslında ozan nitelemesi aynı zamanda şairi hafife alan bir tanımlamadır.”

Şair Cahit Yeşilyurt’a Mütedair

Ersin Özarslan bizleri Cahit Yeşilyurt’un şiir dünyasına çağırıyor. Buna bir özlem yazısı da diyebiliriz.

“Rahmetli Cahit Yeşilyurt’tan bir şekilde haberdardım. Muhtemelen adını dergilerde görmüş, şiirini okumuştum. Kitabını da biliyordum. Ama kütüphanemde yoktu. Bir kitapçıda veya birinin elinde görmüş hatta karıştırmış olma ihtimaline rağmen elime alıp açtığımı, açıp baktığımı da hatırlamıyorum. Dediğim gibi Cahit’i bir şekilde günün şairlerinden biri olarak biliyordum o kadar.”

“Cahit’i tam manasıyla Türkiye Yazarlar Birliği muhitinde tanıdığını sanıyorum. Sessizliği yahut sükûtu ihtiyar etmekten ziyade suskun hatta ketum bir tavır içinde yabansı hatta biraz da vahşî denebilecek bir edası yer yer gabavete varan tavırlarıyla kendini yalıtmış hatta taştan bir zırha bürünmüş gibiydi.”

Beşir Ayvazoğlu ile Söyleşi

Mehmet Kurtoğlu, Beşir Ayvazoğlu ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Ayvazoğlu biyografi kitapları ile edebiyat tarihimize silinmeyecek notlar düşüyor. Birçok önemli isim hakkında başyapıt değerlinde çalışmalar yapan Ayvazoğlu söyleşide bu çalışmalar üzerine önemli notlar paylaşıyor.

“Bence tarihte rol oynamış adamların biyografileri ölümleriyle bitmez. Onlar hatırlandıkları sürece yaşamaya devam ederler. Kemal’i Nâmık Kemal’in öldükten sonraki hayatının bir bölümü olarak okuyabilirsiniz. Önsözde de anlattım: Bu meseleye Peyami Safa biyografisini yazarken ilgi duymaya başlamıştım.”

“Mesela ders kitaplarına alınan yazarlar, rejimin okunmasında sakınca görmediği yazarlardır, alınmayanlar ise sakıncalı… Bu uygulamaların ileri aşamalarında kitaplar, kütüphaneler yakılmıştır, biliyorsunuz. Bir yazarın kanon dışında kalması, kötü yazar olduğu anlamına gelmez.”

Çağdaş Bir Kültür ve Medeniyet Savaşçısı

M. Atilla Maraş, Çağdaş Bir Kültür ve Medeniyet Savaşçısı olarak tanımlıyor D. Mehmet Doğan’ı. onun yokluğunu her gün daha çok hissediyoruz. Özellikle savaşçı kimliği ile verdiği kültür mücadelesini takdirle ve hayranlıkla izliyorduk. Rahmet dileklerimi bir kez daha sunarken Mehmet Hocamız gibi dava adamlarımızın sayısının artması için bol bol dua etmemiz gerekiyor.

“D. Mehmet Doğan, Türkiye Yazarlar Birliği bünyesinde gerçekleştirdiği organizasyonlarla “Türkçenin Uluslararası Şiir Şölenleri”ni dünyanın dört bir yanına taşıdı. Hem klasik şairlerimizin hem çağdaş şairlerimizin şiirlerini, şiir kitaplarını evrensel düzeyde tanıttı. Bu şölenlerin bitiminde, şairlerin okuduğu şiirleri ‘Güldeste’ adıyla kitaplaştırarak tarihe kayıt düştü. (14 adet Şiir Güldestesi yayınlandı.)”

“D. Mehmet Doğan’ın Türk edebiyatı ve kültürüne, Yazarlar Birliği bünyesinde yaptığı hizmetler saymakla bitmez. O, koca bir ömrünü, kültür ve medeniyetimize hizmet etmekle tüketti. Çünkü o bir hizmet ve hareket adamıydı. İlk kitabı Batılılaşma İhaneti 1975 yılında Dergâh Yayınları arasında çıktı. Yayınlandığı yıldan sonra çok büyük bir ilgi gördü. Sonraki yıllarda baskı üstüne baskı yaptı.”

Nazım Payam ile “Ölü Kırlangıçlar” Üzerine Söyleşi

Nazım Payam ile yeni kitabı Ölü Kırlangıçlar üzerine bir söyleşi var dergide. Taner Namlı’nın sorularını cevaplamış Payam.

“Ele aldığım şairler, büyük düşüncelerin savaşçıları. Kalemle savaşanlar bunlar. “Sözümü söyledim”, artık geri çekileyim gibi bir tavır sergilemiyorlar. Fikirleriyle, duygularıyla birlikte ileri atılan insanlar. Ben de şiirle onların cesaretini berraklaştırdım. Hem bir önceki şiir, şaire fener ışığıdır. Işığa doğru yürüdüm. Bu da bana çok ayrı bir zevk ve içimdeki tortuyu atma fırsatı verdi. Evet, çağ, malzeme ve öncelikler değişse de sanatçının etkilenme ve eskilerle yüzleşme arzusunun nedeni kolay kolay değişmiyor. Sanırım buna başat gösterge, insani varoluşun gerekçeleridir.”

“Bu, yürünecek yolda okuru yolculuğa özendirme ve zevklendirmeye, bir ön hazırlık, bir girizgâh gibi… Genelde şiir kitaplarıma önsöz yazmam fakat nedense Ölü Kırlangıçlar’da gerekli gördüm. Benim için özel bir metin bu; farklı kültürlerin üstünde ve bütün kültürlere şemsiye açmış parçadan bütüne doğru bir sezgi yolculuğu.”

Yakarak Tarihe Geçenler

Mehmet Taştan tarihin sıra dışı sayfalarına götürüyor bizi. Aşklar, yok oluşlar, yeniden doğuşlar içinde geçen çalkantılı olaylar silsilesi ile karşı karşıyayız.

“Esasen, beşerî aşkın ilk kıvılcımları Arafat’ta çakılır. Cennetten kovulup yeryüzüne gönderilen Âdem, Sri Lanka’ya; Havva, Cidde›ye indirilir. Senelerce birbirlerini ararlar. Bu uzun yürüyüşler birbirlerinden habersiz bir şekilde her ikisini de Arafat’a götürür. Burası Mekke yakınlarında, büyük bir çöldür.”

“Yer bu kez Hindistan… Babür hükümdarı Şah Cihan, deliller gibiâşık olduğu, yanındayken bile çok özlediği sevgili eşini, doğum sonrası durdurulamayan kanama yüzünden kaybeder. Mümtaz Mahal’in ölümü, Şah Cihan’ı hayata küstürür. O›nun adını ebedileştirmek için Taç Mahal›i yaptırır. O aşk, Yemuna nehrinin kenarında yükselen ve şehrin her tarafından görülebilen Taç Mahal’le ölümsüzleşir.”

Müslümanların Modern Akıldan Antik Akla Evrimi

Sadık Türker, Müslümanların Modern Akıldan Antik Akla Evrimi yazısıyla Edebiyat Ortamı’nda. Akıl sürekli işleyen bir halde dünyayı temaşa ediyor. Değişiyor, yeniliyor, yenileniyor. İleri ya da geri gittiği de oluyor aklın.

“Hatalı ve kusurlu görüşleri olmakla birlikte, bilimin ve felsefenin katili sayılmak suretiyle düşünce tarihimizde haksız iftiralara muhatap kalan Gazzâlî antik Helen düşüncesinden başlayarak Batının Skolastik ve Aydınlanma geleneklerinde işin içinden çıkamadığı ve ancak 19. yüzyıldan sonra eriştiği bir düzeyde akıl, varlık, tecrübe ve imkân kavramları arasındaki analitik ilişkiyi şöylece dahiyane şekilde ele alır: “İşte bunlar aklın almadığı şeylerdendir. Akıl bu hassalardan her birinin hakîkatı üzerinde durmaz ve kendi başına bunların sırrına vâkıf olamaz.”

Sinemada Düşünce ve Görüntü

Ahmet Özbek, sinemanın gizemli dünyasını anlatıyor. Düşünce ile görüntü arasında verilen mesajların yerini bulurken geçirdiği evre de bir film gibi aslında.

“Sinemada görüntüselik bu özelliklerin düzeniyle gerçekleşir. Yani her karedeki ‘resimsel denge’ bir anlamda sürekli yinelenen bir tablodur. Bu tabloyu da düzenleme şansı vardır. Bu olanak bazen kostüm…renk tasarımı, bazen figürsel düzenleme, bazen de ‘alandaki biçimlerin birbiriyle ilişkisini sağlamak’ şeklinde gerçekleşir. Tabii kamera açılarıyla da eşsiz görüntüler yakalamak mümkün.”

Orhan Kemal Öyküleri

Tufan Erbarıştıran, genelde romanları ile tanınan Orhan Kemal’in öyküleri hakkında yazmış.

“Orhan Kemal, romanlarında/öykülerinde olay örgüsünü karşılıklı diyaloglarla düzenler. Kahramanlarının çoğunda iç monolog yoktur ya da çok azdır. Kahramanların yaşadığı “durumları” konuşturarak anlatır. Böyle olunca da onun romanlarının senaryoya dönüştürülmesi çok kolay olmuştur. Orhan Kemal’in romanlarında uzun kişilik değerlendirmelerine rastlanmaz. Kahramanların tüm sorunları karşılıklı konuşmalarla dile getirilir. Romanlarının sinemaya uyarlanmasındaki en büyük özelliklerinden biri de budur. Onun eserlerinin ana konusu topluma dayatılan kapitalist ilişkilerin, sınıfsal sorunların, toprak ağalarının zorbalığı, çoğu siyasetçinin aymazlığı, sömürülen insanların (özellikle işçi ve köylüler) yaşamlarıdır.”

Edebiyat Ortamı’ndan Öyküler

Mustafa Sarı – Kaçış

“Kendilerini bildiklerinden beri Mahire’yle arkadaştılar. İlk, orta ve lisede aynı sınıftaydılar. Şimdiyse Şincan Üniversitesi’nde mühendislik okuyorlardı. Sınıfta iki Uygur öğrenciydiler ve Fatime, arkadaşının kendisinden kaçma nedenini öğrenene kadar sakıncalı görüldüğünden haberi yoktu.”

“Arkadaşlarının bir aydan fazladır kendisinden niçin uzak durduğunu böylece anlamıştı. Soru sormak için koridorda yaklaştığı ya da odasına gittiği hocalar dahi onu başlarından savmak için o anlamsız bahaneleri bu yüzden uyduruyorlardı demek.”

Ayşe Tüfekçi – Geçiş Talebiniz Alınmıştır

“Direğin üstündeki cihazdan yükselen mekanik kadın sesiyle, gözlerimi trafik ışığındaki kırmızı çöp adama diktim. Işık rengi değiştirme makinasının yahut adı her neyse onun geri sayıma başlamasına daha vardı. Caddenin burasında ışıklar, az sonra gerçekleşecek insan mübadelesi için hatırı sayılır bir kalabalık oluşmadan rengini değiştirmezdi.”

“Rüzgârın esmesiyle kumral saçlı kızın uzun gür saçları yüzüme savruldu. Yalan yok kızın saçlarından yayılan hoş koku, egzoz dumanları arasında havasız kalmış burnumu bir nefeslik rahatlatsa da aynı kokunun sağ yanımdaki bedene de ulaşabilme ihtimaliyle gerildim. Havalar da bi ısınmadı. Bi soğuk bi sıcak. Tam hastalık havası. Dikkat etmek lazım.”

Recai Akyel – Küçürek Öyküler

“Babası ile delikanlı sayılacak yaşta oğlu tartışıyorlardı. Babası bir anlık şok geçirdi, yan odadaki silahı aldı ve düşüncesizce oğlunun üzerine yöneltti ve sıktı. Babasının şoku geçtiğinde, işte işten çoktan geçmişti. Oğlu can çekişiyorken son sözü; ‘’ ama baba, ben seni çok seviyorum’’ dedi.”

Edebiyat Ortamı’ndan Şiirler

Ağacın dibinde iki izmarit
Bir ateşinde, yeni atılmış
Haşmet Bey’in kokusunu alıyor
Ördek diye sayıklardı geçen kış

Ağacın başında üç kara bulut
Göz ucuyla selamlayıp geçiyor
Aksilik ya düşen tek damla yağmur
Kedimizin bıyığını seçiyor
Mehmet Aycı

gölgen bile yeter sesindeki
hülyayı getirip hücrelerime
bırakır sanırsın ömürlüktür
bu arzu
kaldırır kabuklarını yaranın
bu nefes kesilmez menzilden
önce
Ali Sali

Yaklaştığım muamma ufkumda yanan bir ses
Çok eski zamanlardan özlediğim son nefes

Her ummanı doğuran hem doyuran katre o
Görmesem de bildiğim nice sırra perde o.
Nuray Alper

Kisven sanki soyutlanmış, uçacak…
Göz teması kurmayalım istersen;
Zira söz dinlemiyor nefsimin münadisi.
Sol omzumdaki melekler,
Pırpırlarımı söküyorlar bir bir,
Rütbelerim paramparça,
Alnımda hayli kir…
Olgun Albayrak

Bir istanbul masalıdır aşk
Doğup büyüme İzmirli olanlara
Boydan boya Boğaziçi
Ve yalılara sinmiş rüya…
Aşk, geceleri kara kalem çalışılır
Ve hatıra bırakılır
Boynu fularlı kıza
Hasan Ildız

pişmanlıklarımızı ölçecektik daha
kül oldu karşımda duran son hayali
kendimi unuttuğum aynadan çıktım

Şaşkınım ama elim boş gidemem
önce şafağa uğradım
karanlığı çekiştirmeye değil tabi

çocukluk arkadaşlarım ısırganlar arasından geçtim
bahçeye
Kazım Gök

Kapalı kapıların hüzün çağıltısı altında,
Açık ekranlar bir bir kapatırken hayatın kapılarını,
Sabahın seherinde kırıldı elleri, şehre çiçek taşıyan adamın.
Göl, deniz, okyanus değil kalbini taşıdı adam şehre.
Kağıtlar topladı, çalı çırpı topladı.
Toplanmadı bir türlü dağınık kalbi şehrin.
Bir ateş yakmak istedi.
Mehmet Yıldız

Güfte Edebiyat, Sayı:22

Güfte Edebiyat dergisi, 22. sayısı ile karşımızda. Bu sayı “perde” konusunu sayfalarına taşımış dergi. Dosya konusuna dair çalışmalar yer alıyor dergide. Dosyanın öykü ve şiirlerle konuyu işlemesi oldukça zengin içerikler sunuyor.

Güfte Edebiyat, bir öykü dergisi hüviyetinde çıkıyor diyebiliriz. Dergide yoğun olarak öyküler yer alıyor. Daha sonra şiirler, söyleşi ve düşünce yazıları yer alıyor. Bu sayı bir makale ve kitap tanıtım yazısı var. Dergilerde deneme ve makale türündeki yazılar dergiye bir kaynak eser olma hüviyeti kazandırır. Öykü üzerine kuram yazıları, şiir poetikaları ya da dosya konusunda hazırlanan denemeler hatta dosyayı destekleyen söyleşiler dergiyi entelektüel bir boyuta ulaştıracaktır. Malumdur ki öykü ve şiir her dergide karşımıza çıkıyor ama özgün hazırlanmış deneme ve makaleler dergiyi de özgün bir hale getirir. Bu tür yazıların derginin yeni sayılarında daha yoğun olarak yer almasını diliyorum. 

22. sayıya dönecek olursak; dergi her sayı ses getirecek bir söyleşi ile aralıyor sayfalarını.  Bu sayı edebiyat ve sinema dünyasının yakından tanıdığı, aynı zamanda Nevşehir’in bir değeri olan Ercan Kesal ile yapılan söyleşi var dergide. Kesal ile edebiyat ve sanata dair yapılan bu keyifli söyleşinin soruları Bayram S. Taşkın’dan.

“İnsan yaşadığı yere benzer. Ben Avanosluyum, bozkır çocuğuyum. Ayrıca kasabalı bir esnaf çocuğuyum. Gazozcu Mevlüt’ün en küçük oğluyum. İlkokul, ortaokul ve lise öğrenimim bitinceye kadar da kasabamda kaldım. Üniversiteyle birlikte ayrıldım büyüdüğüm topraklardan. Bozkırın sabrı, tevekkülü, hüznü ve her şeye rağmen hayatiyetini sürdürmesi benim kişiliğimi de belirlemiş, tüm bu özellikleri bana da sirayet etmiştir mutlaka.”

“Allah’tan iyi şairlerle dolu bir çevrem vardı. Devam etmedim, işi ehline bıraktım diyebilirim. Ama yazdığım tüm metinlerde dikkatli okur şiirin etkisini hemen fark edecektir. Şiir, edebiyatın mükemmel ve kristalize olmuş biçimidir.”

Somuncu Baba’ya Dair

Mahmut Ulu, Somuncu Baba’ya dair bir makalesi ile Güfte Edebiyat’ta. “Somuncu Baba Düşüncesinde Kemâlât Sürecinin Buğdayın Ekmek Olma Süreci İle Benzeşmesi Üzerine Bir Metafor Denemesi” başlıklı yazısından altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

“Somuncu Baba, ilk eğitimini babasından aldığı gibi ilk tasavvufî terbiyesini de yine babasından almış, babasının teşvikiyle Sühreverdiyye’nin Ebheriyye koluna intisab etmiştir.14 Şam’da tasavvufî terbiyesine devam edip Bayezidiyye tekkesinde bir şeyhin hizmetinde bulunsa da bu süre içerisinde aradığı iç huzuru bulamamış, bir arayış içine girmiştir.”

“Somuncu Baba, ekmekçiliği bir gizlenme yolu olarak yaptığı gibi bir geçimlik olarak da yapmıştır. Bu yolla, hem kimseye yük olmadan kendi geçimini sağlamış hem de ihtiyaç sahiplerine yardım edebilmiştir.”

“Somuncu Baba Anadolu sûfîliği için mühim bir isimdir. O müstakil bir tarikat kurmamakla birlikte doğrudan ve dolaylı olarak yeni kurulan tarikatlara öncülük etmiştir. O, talebelerini yetiştirme usulü olarak halveti uygulamıştır. Nitekim onun talebesi Hacı Bayrâm-ı Velî de aynı usulle talebe yetiştirmiştir. Somuncu Baba’nın düşünce yapısı icra ettiği geçimliğinin belirlenmesinde doğrudan etkilidir. O ekmekçiliği bir geçimlik vasıtası görmenin yanında tasavvufi anlayışını da ortaya koyarcasına kendini gizlemek için de bir vasıta olarak kullanmıştır.”

Güfte Edebiyat’tan Öyküler

Songül Uslu – Hayatın Orta Yerine Düşmek

“Dedem, balkonlu kat karşılığı annemi zengin bir adama sattı. Adam ondan otuz yaş büyüktü, annemin bir kalbi var mı diye bakan olmadı.”

“Babam, annemi çok sever. Adaşımı çarşamba günlerinden tanıyorum, her çarşamba eriyip bitmesinden. Kendimi babamdan tanıyorum, bir salı ölüp gitmesinden…”

“Perdeler kapalı. Güneş yine de evi ışıtmak için uğraşıyor. Odalar sarı. Benim odam karanlık. Perdelere bakıyorum. Perdeler. Hayatıma hayatımıza açıldığında güllük gülistanlık. Açıldığında tükürükler yüzüme öpücük. Ama kapalılar. Perdeler inmiş ya mutluluğuma. Ben kapatmadım.”

 Ayşe Ay – Yağmur Sıklatı

“Yağmuru hiç sevmez. Yüreği daralır. Haklı. Merhametsizdir buraların yağmuru. Tembel, boğucu bir şeydir. Yağıp da biteyim, demez.”

“Camlar toz olmuş, silmeli. Ah, şu yağmurlar yağmasa. Camları en çok yağmur kirletir. Yaz değil, toz değil. Evlerin dış cephesini de yağmur yıpratır. Boyaları eskitir. Ama yeni evlere bir şey yapamaz. Saldırır saldırır. Boşuna. İlknur iyi bilir. Badanalı evleri dayak yemiş çocuk gibi ağlatır.”

Huriye Emre – Boğazımdaki Kuşlar

“Kafesin kapağını açmak, gökyüzünde kanatlanışını görmek istiyorum. Ne kadar kuşların yerinin kafes olmadığını düşünsem de açamıyorum. Korkuyorum. Ölecek olmasından korkuyorum. Elimde bir kafes, sekiz yaşımdaki halimle çıkıyorum o evden. Yıllar önce abim ve annemle beklediğimiz kapının önünden elimde mavi bir kafesle uzaklaşıyorum.

Boğazımdaki kuşlar havalanıyor. Hissediyorum.”

İbrahim Gürel – Bir Açılsa O Perde

“Kimsin, nesin? Çözemediğim bilmecesin. Bir perde gerisinde, belli belirsiz gölgesin. Kaldır aradaki gizi. Çıkıp pencereye, sesinle boğ sessizliği. Karanlığa söylenen beyaz bir şarkı dolansın diline. Tufan sonrası zeytin dalı getirecek bir güvercin konsun gece vakti pencerene. Yeniden barışman için hayatla.”

Yeliz Özge Toyman – Sessiz Evde Yaşayanlar

“Akşam yemekleri de bu suskunluklardan payını alırdı. Onunla konuşmamak için mutfak masasının üstüne koyduğu telefondan kısa videolar açan Gökhan, gözünü ekrandan ayırmaz; yemeğini kahkahalarla yerdi. Tek bir sözcük etmeden biterdi yemek. Ardından televizyonun soğuk sesi doldururdu boşlukları. Ama Aylin konuşmak ve dertleşmek isterdi.”

Şifanur Özçelik Şirin- Uçuşan Perdeler

“Orta Çağ dönemi gibi bir zaman. Şatonun ikinci katına çıkıyorum. Birbirinden farklı döşenmiş barok tarz odaların birine doğru yürüyorum. Gizemli bir ses durduruyor. “O oda hayaletli girerseniz sonsuza kadar perdeye dönüşürsünüz küçük hanım.” diyor. Ürküyor ve bir adım geri çekiliyorum. Yanından geçip giderken adamın rüzgârı yetiyor. Merdivenlerden ağır ağır birinci kata iniyor. Merdiven pervazlarını hayranlıkla izliyorum. Eteklerimden tüller uçuşuyor.”

Ayşe Yalçın – Tespih

“İçim neden huzurlu. Namaz. Babamın sesi. Allah’ım sen varsın. Ve ne güzel her şeyin doğrusunu biliyorsun. Ne güzel herkesin ne düşündüğünü, gerçekten ne düşündüğünü biliyorsun. Ne güzel Allah’ım bizi, bize bırakmıyorsun. Kalbimi biliyorsun. Her sözümü, her niyetimi.”

Merve Karagül – Tanıdık

“Mümkün değil o merdivenleri inemez diye düşünüyorum. Belki de fazla panik yapıyorum. Hemen bırakıyorum onu tutan ellerimi, “Hoşça kal.”, diyorum, “Yine gel.” Daha sakin olmam gerektiğini düşünüyorum burası benim geldiğim yer değil. Evde kalmak beni böyle biri yaptı, dengesiz, panik, sinirli. Belki de yaşlılık. Kesin bu ikisinden biri suçlu ama seçemiyorum.”

Özlem tüm – Kırmızı Valiz

“Kırmızıya boyanmış tahta valiziyle çıktı yola. Tren garına vardığında vakit sabaha karşıydı. “Issız olur.” diye düşünmüştü. Yol hem aydınlık hem kalabalık hem de yoldaki insanlar fazla telaşlıydı. Gülümseyip yemenisini düzeltti. Yorgan ipiyle işaretlediği zavallı naylon ayakkabısına baktı.”

“Valizini yukarıdaki rafa koymadan, yanındaki koltuğa koyup açtı. Eksikliğin ne olduğunu anlamak, geride ne bıraktığının merakıyla tek tek yokladı eşyalarını. Derin bir nefes aldı. Unuttuğu şey, şimdiye dek yüklendiği, bedeninin taşıyamadığı kadar ağır olan esaretiydi.”

Züleyha Yılmaz – Hüdhüd

“Yine bir şeyler gördü sanırım camdan. Hava iyice kararmaya başladı. Belli ki herkes evlerine çekilmeye başladı. Arı kovanı gibi ses çıkaran sokak şimdi ölüm sessizliğine bürünecek. Sıkılıyor tabii babam. Muhtaç olmak zor şey. Hasta olduktan sonra son derece az yemek yemeye başladı. Zayıfladı kemikleri görünür oldu. Annem rahmetli olsaydı böyle olmazdı belki de.”

“Evde sağlık hizmeti veren doktor odadan içeriye giriyor. Seda Hanım’ın yüzüne dokunuyor. Yüzü soğuk. Nabzını kontrol ediyor. Odanın camında hüdhüd kuşunun tıkırtıları… Ambulans çağırıyor doktor. Hüdhüd kuşu Seda Hanım’la birlikte şimdi.”

Güfte Edebiyat’tan Şiirler

Hangi sırrına biçilmiş
Gözlerinden ağır ağır kayan bu perde?
Gün ağarırken yorgun bakışlarına vuran
Bu hüzün kim bilir kaçıncı deminde?
Hülya Şimşek Erdoğan

İçime sığdıramadığım mısralarım.
Geceyle yarışırken şiir ruhum,
Perde karartıldı, başladı oyun.
Bir mumun kısık alevinde titrerken duygularım,
Bir senim yok, haram oldu uykularım…
Nursel Camcı

Sustu duvar saatim, kilit düştü kapıdan
Gün eleyen perdeler düğümlendi siyaha
Son kiremit de uçtu kuş çığlığı çatıdan
Bir büyülü masalda yuttu beni ejderha
Yusuf Erol Gökduman

I.
derken ay battı
uluyor yavrucağız
gölgesiz yankı
II.
gece ortası
koyu sohbette çilli
nasıl vakitsiz
Veli Ay

Mavim yok, gemilerim gökyüzünde yüzemez.
Yaprak dökümünü nasıl betimleyeceğim
çünkü mavi yok
çünkü kapılar da mavi olur.
Mavileşir altın renkli bir balık da
hatta senin araban mavi,
ben böyle düşlüyorum.
Bizi götürmeye gelecek bir gün,
sesinden tanıyacağım ben onu,
bu ses mutlaka mavidir.
Alisher Fayzullayev

kanatılmış ruhların geçtiği yerlerden geçiyorum.
nereye uzandığı çözülemeyen yer altı tünellerinin
karmaşası var üzerimde.
derinleştikçe bildiğim bütün isimleri unutuyorum.
ve renkleri…
adımlarım, gövde genişliği sokakların son ağırlığı.
adımlarım, ömrümün ortası.
Sinan Hüseyin

inşa ederken geleceği
geleneğe mezar taşı, dikiyorlar
sevincimizin kursağına incir ağacı
gürültü ney’imize

dalımızdaki kuşu vurup
başında gül betimliyorlar gürzün!
güzün kapısında bir seremoni devinir, arsız
kahkaha fırlatır arşın yüzüne
Cihat Barış

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir