Hece’den Mitoloji Özel Sayısı
Hece dergisi geleneği bozmadı ve yine yaz aylarımızı şenlendirecek bir özel sayıyı edebiyat dünyasına kazandırdı. 820 sayfalık bir arşiv var elimizde. Haziran ayından bu yana dönüp dönüp okuyorum. Konuyu tüm detayları ile ele alan ve her zaman başvurulacak kaynak bir eser okurları bekliyor. Mitoloji konusuna mesafeli olanların bu sayıdan sonra konuya hakimiyetlerinin artacağı muhakkak. Özel sayı ekibi şu şekilde duyrulmuş; “Özel Sayı Editörü Uğur Polat, Özel Sayı Editör Yardımcısı Merve N. Türksever, Özel Sayı Danışmanı Zeynep Sayın”
Editörlerden…
Uğur Polat ve Merve N. Türksever özel sayının giriş yazısını kaleme almışlar. Hem mitoloji hakkında hem de özel sayı içeriği hakkında detaylı bir yazı ile giriş yapıyoruz Hece’ye.
“Mitler, insanlığın tarihi ile yaşıttır. Bilgeliğin özünü oluşturan, insanlığın hayatı anlamlandırma, olayları açıklama ve yorumlama çabası ile ortaya çıkan mitler; insana, doğaya, evrene dair kültürel bir perspektif sunar. Bu nedenle mitler edebî, tarihî, felsefi, bilimsel, psikolojik, sosyolojik, antropolojik olmak üzere pek çok açıdan ele alınabilir. Mitlerin gerçekliği, gerçeklikle ilişkisi, evrensel olup olmadığı, bugüne ne söylediğine dair sorulara aranan cevaplar, insanın kendi serüvenini okumasına imkân sağlar. Hece dergisi olarak insanlık tarihi boyunca etkili olmuş mit kavramının hususiyetlerini gözler önüne sermek ve bugün bizler için ne anlam ifade ettiğini ortaya koymak adına disiplinler arası bir çalışma olan Mitoloji özel sayısını hazırladık.”
Yedi Bölüm, Söyleşi, Toplantı, Biyografi ve Bibliyografya
Mitoloji, yedi bölümde ele alınmış.
I. Bölüm: Kavramsal Çerçeve, II. Bölüm: Mitoloji ve Edebiyat, III. Bölüm: Dünya Mitolojisi, IV. Bölüm: Türk Mitolojisi, V. Bölüm: Mitoloji Ve Sanat, VI. Bölüm: Mitoloji Ve Felsefe, VII. Bölüm: Mitoloji Ve Modern Zamanlar.
Prof. Dr. Fahri Işık ile Uygarlık Anadolu’dan Doğdu Kitabı Üzerine Söyleşi
Uğur Polat, Prof. Dr. Fahri ışık ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Söyleşiye, Işık’ın Uygarlık Anadolu’dan Doğdu kitabı kaynaklık ediyor. Eğitim hayatı, çalışmaları, arkeolojiye olan ilgisi, Anadolu, uygarlıklar gibi geniş yelpazeli bir söyleşi Hece okurlarını.
“Herkes 100 yıldır hep girlandlı lahit tipi Anadolu’dan geldi Roma’ya diye yazılır, söylenirdi. Ben onun öyle olmadığını, onun tersi olduğunu, Roma’nın kendine özel bir tiplemesi ve biçemi olduğunu, o tipleme ile Anadolu’nun doğrudan bir bağlantısı olmadığını ortaya koymaya çalıştım.”
“Antik Yunan” deyince Yunanistan’ı anlayacaksın. Yani benim geldiğim noktada o “Antik Yunana” Anadolu’yu karıştırmayacaksın, adaları karıştırmayacaksın. 1973’te Almanya dönüşü, Atatürk Üniversitesi bünyesinde bir Arkeoloji Bölümü’nü kurmakla görevlendirildiğim Erzurum’da 1980’li yılllara kadar öğrencilerime hep 200 yıl boyu tüm dünyaya ezberlettirenleri anlattım; “Anadolu Ege’si Doğu Yunan’dır” dedim. “MÖ 1200 dolaylarında Batı Anadolu Hellas’tan gelen Hellenler tarafından savaşla ele geçirildi, orada yaratılan Batı Uygarlığı bu nedenle bir Yunan uygarlığıdır” dedim.
“Anadolu Uygarlığı”, Bahadır Alkım hocamızın bir güzel deyişiyle, Paleolitik Dönem’den Hititlerin yıkılışına kadar varolan bir bütünlüğün, devamlılığın adıdır. Değişmezliğin adı. Ben bu devamlılığı Hitit’ten Demir Çağ içlerine genişlettim. Anadolu Bacıları; anaları Anadolu Ana Tanrıçası’nın düşünsel egemenliğinin Geç Neolitik’te başlayarak Roma Çağı sonlarına dek de resimsel olarak sürüşün adıdır.
Özel Sayıdan Örnek Yazılar
Ali Galip Yener – Edebiyat Eleştirisinde Mitos Teorisi Ve Anlatma Arzusu Üzerine
“Anlatma işinin, şimdi hakikat-sonrası denen ve kitle kültürünün etkisindeki çağda özünü muhafaza ettiğini ve modern ihtiyaçlarla şekillendiğini söyleyebiliriz. Teknolojik ilerlemenin ürkütücü, insanı insan kavramından uzaklaştırma ihtimalini içeren bir aşamasında, insanın anlatma, hâllerini paylaşma ve bütün insanlığı tehdit eden yapay zekâ teknolojisi, global ekonomik resesyon, çevre krizi vb.nin hakimiyeti altında hemcinsi ile iletişim kurma ihtiyacının arttığını da söyleyebiliriz. Anlatmak insanın kendisini tanıması, hayatın anlamını bulması ihtiyacını karşılar.”
“Mit kutsal bir öyküyü anlatır; en eski zamanda, ‘başlangıçtaki’ masallara özgü zamanda olup bitmiş bir olayı anlatır. Bir başka deyişle mit, Doğaüstü Varlıkların başarıları sayesinde, ister eksiksiz olarak bütün gerçeklik, yani Kozmos olsun, isterse onun yalnızca bir parçası olsun, (…) bir gerçekliğin nasıl yaşama geçtiğini anlatır. Demek ki mit, her zaman bir ‘yaratılış’ın öyküsüdür: Bir şeyin nasıl yaratıldığı, nasıl var olmaya başladığı anlatılır. (…) Mitler, kutsal (ya da doğaüstü) olan şeyin, Dünya’ya çeşitli, kimi zaman da heyecan verici akınlarını betimlerler. İşte Dünya’yı gerçek anlamda kuran ve onu bugün içinde bulunduğu duruma getiren de kutsalın bu akınıdır.”
Sadık Usta – Masal ve Ütopya İlişkisi
“Masalların birçoğunda, hayatı iniş çıkışlarla bezenmiş ve olayların merkezinde yer alan bir kahraman bulunur. Mücadelesini sürdürürken de doğanın bütün olumlu olanaklarını ve araçlarını, dolayısıyla toplumun doğruluktan yana bütün bireylerini seferber eder. Bu şahsiyetler çoğunlukla saftır, masum paktır, en başta güçsüzdür, yoksuldur ama doğruluktan ve adaletten yanadırlar…”
“Diyalektik yöntemle kurgulanmış masallarda güçlü zayıfı, zalim çaresizi ortadan kaldırmadığı gibi zayıf güçlüyü, çaresiz olan da zalimi basit bir şekilde ortadan kaldırmaz. Zalimle çaresiz olan, yeni bir uyum dünyasında, ama bu kez yeni rolleriyle birlikte varlıklarını devam ettirirler. Bu açıdan bakınca masallar, insanoğlunun yarattığı en zeki, en felsefi ve en eğitici edebî eserlerdir.”
Emel Aras- Mitikten Moderne: Kahramanın Türk Edebiyatındaki Görünümü Üzerine
“Mitik kahramanın modern kahramana dönüşüm süreci elbette uzun bir dönemi kapsar. Bu süreci, roman türü bağlamında kavramsal olarak kahramanın, karaktere dönüşümü üzerinden izlemek de mümkündür. Zira roman türünün ortaya çıkışıyla birlikte klasik kahraman, bireyselleşerek karaktere dönüşmüştür. Dış dünyada yaşanan olaylar etrafında şekillenen kahramanın dünyası, içe dönerek kendi ruhu ve düşünceleri üzerinden biçimlenmeye başlamıştır. Bu dönüşüm elbette yalnızca birey odaklı bir dönüşüm değildir. Ekonomik, toplumsal ve kültürel boyutları da bulunan bu dönüşüm süreci edebî metne kahramanın ya da karakterin bakış açıları üzerinden yansımıştır.”
“Mitik kahramanın modern kahramana dönüşüm sürecinde yaşanan en önemli kırılmalardan biri de anlam meselesi üzerinden açığa çıkar. Buna göre mitik kahraman, kendi anlamını toplumsal olarak sağladığı başarılar yahut yenilgiler üzerinden mitin bütünselci yaklaşımı çerçevesinde kazanır; fakat modern/postmodern kahraman, kendini besleyen tüm modern/postmodern unsurlarla birlikte bilinçdışının kontrolü altındadır.”
Nimet Yıldırım – İran Mitolojisi
“İran mitolojisi ve efsanelerine dair en eski bilgiler MÖ XV. yüzyıla aittir. İran tarihi ve tarihsel şahsiyetleri konusunda en eski bilgiler arkeolojik bulguların yanı sıra Rig Veda ve Avesta’da yer alır. Zerdüşt’ün kutsal kitabı Avesta farklı tarihlerde kaleme alınmıştır; onun en eski bölümü Gatalar bu dinin peygamberi Zerdüşt’ün ilahileridir ve araştırmacıların çoğu bu ilahilerin MÖ VI. yüzyılda yazıldığı kanısındadır.”
“Dinsel mitolojide de eski İran’daki dinsel yaşayışı ve ayinleri içeren efsaneler ve rivayetler, Zerdüşt’ün ortaya çıkmasından sonra, geriye birer hatırat metni olarak kalmış ve eski İranlıların dinsel efsaneleri olarak sonraki dönemlere aktarılmıştır. Bu rivayetler bazen de millî tarihsel destanlar, efsanelerle birlikte kahramanların hikâyeleri, İranlı komutanların ordu sevkıyatları ve İran milletinin mücadelelerini konu alan eserler olmuştur.”
Yaşar Çoruhlu – Türk Mitolojisinin Boyutları
Dünya tarihinde devlet kurma yeteneğine sahip milletlerin başında Türkler gelir. Türkler tarihleri boyunca birçok devlet kurdular ve bunların bazıları da zamanla imparatorluklara dönüştü. Özellikle yabancı halkların da idare altına alındıkları bu sosyal-siyasal yapılarda hangi unsurun Türk Mitolojisi kapsamında olduğunu ve hangisinin olmadığını nasıl belirleyebiliriz? Bu durumda Türk halkın mitlerini ve yine Türkleşmiş olanların mitlerini Türk mitolojisi kapsamında ele almak, azınlık statüsünde yaşayan ve kendi kültürel kimliğini sürdüren halkların mitolojisini ise kendi çerçevesi içinde değerlendirmek gerekecektir.
“Türk Mitolojisi, Türklerin var olduğu en erken tarihlerden bugüne, tıpkı arkeolojideki stratigrafi gibi üst üste biner ve erkenden geçe doğru ilerleyen mitolojik – kültür tabakalarından oluşur. Dünyadaki sadece birkaç ulusun tarihsel kronolojisi Türkler kadar uzun olduğu için birçok ulusun mitleri Türkler kadar uzun devreler içinde gelişmemiştir.”
Gönül Yonar – Kök Tengri’nin Haberleri: Başlangıç Ve Son
“Orta Asya bozkırlarında ilk ses yaratılışa dair Ak Ene’nin sesi olabilir mi? Mitlere bakılırsa henüz yaratılışa, varlığa dair “hiçbir şey” yok iken, ebedî dişil Ak Ene vardı. Ak Ene hem kendisine verilen sıfatlar nedeniyle hem de öncesine ve sonrasına dair bilinmezlik nedeniyle aradaki Kara Han, Ülgen, “Kişi”, ya da Erlik ad ve rollerinin bazen birbirinin içine geçtiği yaratılışın son kertede gelip Kök Tengri (Tek Tanrı) inanışına dayandığı ya da ona kaynaklık ettiği Tanrı inancının ilk görünümüdür. Bu yazıda, ezel ve ebed olan kökenin yani Ak Ene ve onun ilhamıyla yaratmayı gerçekleştiren Kök Tengri’nin bize verdiği haberlerin menbasının başında oturup, ilk ve son emre dair bize neler söylediklerine odaklanacağız. Yani yaratılışın başlangıcına dair Tanrısal ses ilk neler söyledi ve hayatın sonuna dair aynı Tanrısal ses bize ne haberler veriyor?
İlk emrin heyecan verici bir haberle başladığını görmekteyiz. Bu haber bize yaratılışın başında bulunan ve çeşitli varlıklara yaratım görevlerini pay eden Kök Tengri’nin verdiği haberlerdir. Kök Tengri yapıp ettiklerinden bizi haberdar eder. Bununla aslında sadece insanoğlunun ona karşı olan sorumluluğunu değil kendisinin de insanoğluna bilgi vermek bakımından duyarlılığını gösterir. Zira haberdar etmek, bilgi vermek, yapıp etmeler hakkında tafsilat vermek belli bir sorumluluk üzerine duyarlı olmakla ilişkilidir.”
Emin Gürdamur – Kara Şamanın İzinde: Türk Mitolojisinde Şeytan
“Kadim Türk söylencelerinde şeytan, hakanlık koltuğunda oturur. Masal ve destanlarda cesur beylerin savaştığı, çoğu kez yendiği Erlik, bir yandan da insanların hastalanınca kapısını çaldığı; öfkesi yatışsın, esir ruhları azat etsin diye şamanları aracı kıldığı; yarı tanrı yarı insan bir figürdür. Erlik, yaratılış söylencelerinde iyilik tanrısı Ülgen’in hemen karşısındadır ve bozgunu, doyumsuzluğu, düşüncesizliği, ihaneti temsil eder. Temsil etmekle kalmaz yaratır aynı zamanda. Büyük Türkistan coğrafyasında rastlanan yaratılış efsanelerinin en kapsamlısı, Wilhelm Radloff tarafından derlenen Altay Türklerine ait efsanedir. Türklerin eski inançlarından izler barındıran efsane, yaşamın başlangıcında iki tanrının varlığından söz eder: Ülgen ve Erlik. Kimi anlatılarda Erlik önce tanrının yardımcısıyken sonradan kötülüğün lideri, yaratıcısı ve baş aktörü olmuştur.”
“Erlik’in yer altındaki krallığına gitmek için bir Altay kara şamanın peşine takılıp onunla birlikte yer altı dünyasının zorlu geçitlerini bir bir aşmamız gerekiyor. Ön ayinlerde, hastanın kayıp ruhunu evinin çevresinde, denizlerin dibinde ya da dağların başında bulamayan şaman onu Erlik’in hapsettiğini anlar ve kayıp ruhu kurtarmak için kolları sıvar. Şamanın, Erlik’in huzuruna çıkıp onu ikna etmekten başka seçeneği yoktur. Hastalıkların temelinde iki ruhsal, animistik sebep yatar. Birincisi, ruhun şeytan veya kötü ruhlar tarafından kaçırılması; ikincisi, ruhun şeytan ya da kötü ruhlar tarafından istila edilmesidir. Şaman bunları tedavi etmekle mesuldür.”
Murad Babadağ – Poietik Bağlamda Mithos Ve Zanaat İlişkisi Üzerine Bir İrdeleme
“Dünya mitolojileri arasında “Yunan Mucizesi” olarak anılan şey, tam olarak bu evren açıklamalarının logos kavramı ile karşılanması yani zamandan münezzeh bir Us/logos kavramının bu açıklamaları üstlenmesidir. Us/logos kavramı İlk kez Milet okulu sayesinde bağımsızlaşmış, deyim yerindeyse “logos’un gözü açılmıştır”. Dolayısıyla mitoloji ile felsefe arasındaki organik bağ, ilk kez Antik Yunan’da kurulmuştur denilebilir. Evrendeki fenomenleri açıklarken “doğaüstü” ifadesinin ve mitolojik anlatılardaki muğlaklığın yerini, logos vasıtasıyla kelamda iç tutarlılık adına kavramların olabildiğince özenli tanımı almıştır. Nitekim mithos’un nesiller arası aktarım biçimi ezbere dayanan müzikli terennümlerken, logos’un ifşası olan felsefe kendini nesirle ifade etmiştir. Roland Barthes’a göre bu temsil farkı, mithos’u tarihselleştirmenin yanı sıra donuklaştırmış ve canlılıklarını yitirmelerine neden olmuştur.”
Ruhi Konak- Geleneksel Türk Resmi ve Mitoloji
“Geleneksel Türk resmi bağlamında mitoloji konusundaki resim kataloğu çok geniş olmakla birlikte genel bir sınıflandırmayı aşağıdaki gibi yapmak mümkündür: Evren haritası; türeyişi konu alan resimler; peygamberler tarihi ve mucizevi olayları konu alan resimler; mahşer, ahiret, miraç konulu resimler; melek, şeytan, cin ve diğer doğaüstü yaratıkları konu alan resimler; gök cisimleri, burç ve gezegen tasvirlerini konu alan resimler; önemli dinî, tarihî ve edebî olay ve kahramanları konu alan resimler; aşk hikâyeleri.”
“Geleneksel Türk resmi örneklerine bakıldığında yaratılış konusunu doğrudan ele alarak yaratma eylemini tasvir eden resim örneği mevcut değildir. Sözlü anlatımlarda ve yazılı metinlerde konuya ilişkin çok sayıda hikâye veya bahis olmasına rağmen yaratış-yaratılış meselesi resim sanatına konu edilmemiştir. Evrenin oluşumu veya yaratılış hususu yerine evren haritaları resmedilmiştir. Bu bağlamda Zübdetü’t-Tevarih elyazmasının farklı nüshalarında yer alan evren haritaları iyi örnekler olmaları bakımından dikkat çekicidir.”
Özgür Taburoğlu – Nazar: Bakışın Mitolojisi
“Nazar, çok eskilerden bu yana bir inanç konusu olsa da, etnografyası çok yeni sayılabilir. İngiliz etnolog Thomas Elworthy’nin Evil Eye (1895) adlı çalışması, bu inanç türüne belli bir mesafeden bakan ilk modern araştırma eseri sayılabilir. Yakın zamanlarda ise Alan Dundes’in folklor araştırmaları bu konuda önemli bir kaynaktır. Nazar ve nazarlık türlerini farklı coğrafyalar için sınıflandıran bu araştırmacılar, özellikle Orta Doğu, Hindistan ve Akdeniz’de göz değmesinin çok önemli bir inanç motifi olduğunu ortaya koyarlar.”
“Nazar sahibi, gözü, nefesi, kokusuyla, bana ve sahip olduklarıma değen bir başkasıdır. Ama doğrudan dokunuşun, nazar etkisinden çok nazarlık işlevi daha belirgindir. Merleau-Ponty’nin bakış nazariyesini anlamaya çalıştığımız bölümde de dile getirdiğimiz gibi, dokunuş, ben ve başkasının ayrımsızlaşmasına dair bir duyum ve ifade yoludur. Dokunuş, başkasıyla aramdaki mesafenin, imrenti yaratmaya açık uzaklığın yok olduğu anlamını taşır.”
Milay Köktürk – Dijitalin Büyüsü Ya Da Yeni Mitos
“Mitik bilinç görünüşe bakarak varlık üzerine hüküm vermez; aksine o varlığa, görünüşün içinde sahiptir. Bu bilinç görünüşün arkasına çekilmeyip görünüşün içinde ortaya çıkar… Şu anda mevcut verili olgu, burada sırf temsil edici niteliğe değil, gerçek anlamda varoluş niteliğine sahiptir. Mitik algılamada, varlıkla kurulan ilişki farklılaşmıştır. Reel algıda algılayan ve algılanan, iki ayrı kutuptur. Algılanan şeyin kendi özsel doğasını verip vermemesi durumu tartışmalıdır. Akıl, burada hep bir soruşturma içindedir.”
“Kendi çağımızı da dijital çağ diye adlandırıyoruz. Belirtildiği üzere, bu çağda, mitik özellikleri taşıyan olgu, dijital dünya ve dijital araç gereçlerdir. Dijital dünyaya ve teknolojiye yönelik ilgi, bu teknolojinin, hayatın içindeki yeri hiç de makul ve dengeli değildir. Bu yer hem irrasyonel olmaya eğilimlidir hem de gittikçe gerçekliğin dışına kaymaktadır. Bu yönelimin gerçeklikten kopuşa zemin hazırladığı, bu ortama akılcı değil duygusal biçimde girildiği dikkati çekmektedir. Bu da göstermektedir ki, dijital dünyaya yüklenen nitelikler bizi kuşatan nesne dünyasını görünür kılan niteliklerden hayli farklıdır. Aynı zamanda bu tablo, dijital dünyanın kökten etkisinin nedenini de oluşturmaktadır. Dijital dünyanın ontolojisi, âdeta mitos ortamının niteliklerini taşıyor gibi görünmektedir.”
Gökhan Özcan- Modern Bir Mitolojik Mekân: Terapi Odası
“Terapi odası, modern çağın bireyci ahlakının, insanın mit yapma ihtiyacı aracılığıyla arzu ettiği sağaltımı karşılaması için bulduğu ilginç bir mitolojik mekândır. Terapinin iki büyük öncüsüne bakalım: Sigmund Freud, Yahudi topluluğunun sadık bir üyesi değildi; bunun yerine kendi kendine düşlerini analiz ediyordu. Carl Gustav Jung kilisedeki ayinlere katılmayıp evinin bir odasında psikotik algılarını ve düşlerini çiziyor, yorumluyordu.”
“Terapi odasında mitini yapan danışan, erginlenmenin ilerleyen aşamalarında zorlu bir eşikle daha sınanır: Şimdiye dek olup bitenden sorumlu tutulabilecek, kendisine öfkelenilebilecek kişiler bulmak mümkünken, benliğin artık kendinden başka sorumlu tutacağı herhangi birini bulamaması bilincinin kazanılması. Şimdi sorumlu, sadece benliğin kendisidir. Peki danışan, çevresinin kendisi gibi hatalı fanilerden oluştuğunu ve hesaplaşmayı, savaşmayı bırakıp dünyayı anlamlandırmak için kendi kendisiyle yetinmesi gerektiğini fark edebilecek ve kendi yoluna gidebilecek midir?”
Mitoloji ve Deprem Üzerine Bir Toplantı
Uğur Polat yönetiminde yapılan toplantıda katılımcılara; “Mit Nedir?”, “Akıl ve mitosu nasıl anlamlandırabiliriz?” soruları çerçevesinde gelişen keyifli bir toplantı yapılmış. Toplantıya katılan isimler; Zeynep Sayın, Ezgi Bakçay, Feyyaz Yaman, Enver Kaya, Behçet Güleryüz.
Ezgi Bakçay: Tarihin kurgusallığı ve bu kurguyu kimin nasıl yazdığı, bu öyküyü kimlerin nasıl anlattığı ile ilgili bir şey. Depreme değinelim demiştik, hakikaten de insanın aklının alabileceğinin ötesinde çok büyük bir doğal felaket. Ve benim gördüğüm anlatılara baktığımda neredeyse kadim, kutsal yaradılış hikâyelerinde referans veren bir duyusal sarsıntı. Hâlâ tüylerim diken diken oluyor o anlatılardaki sesin, ışığın, soğuğun, yeryüzünün kendi şiddetinin açığa çıktığı ve belki de bir insanın, çok az bir neslin yaşayabileceği bir yücelikle karşılaşma anı.
B. Güleryüz: Tanrı ile konuşmasının nedeni, zaman kavramının ölçek sorunu farklı. Yani ölçeği böyle konuştuğumuzda onlar şöyle düşünüyor, Afrika kıtası şuraya doğru basınç yapıyor, şimdi yaptıkları ölçümler yedi metrelik bir hareket yarattı. Bunun onlar için anlamı ile bizim yedi metre kavrayışımız arasındaki anlam çok farklı.
E. Bakçay: Mitolojik bir şey söyleyeyim size. Meksikalılar vardı, buradalardı dün döndüler. Mitik olarak yani şu an bana ne söylerseniz söyleyin, kahraman, Meksikalı 60 yaşında grup lideri bir kadının olduğu, teknik olarak köstebek tekniği ile çalışıp doğrudan enkazın içine giriyorlar. Bu anlattığım bir yandan da madencilere gidiyor. Madencilerin teknik bilgisinin, yer altı bilgisinin nasıl bir anda orada mimari çözümlerle dahiyane çözümler ürettiklerini biliyoruz. Yeni kahramanlarımız, mitik anlatılarımız bu enkaz içindeki hareketler oldu.
Z. Sayın: Mesela bana Kızılderili büyüklerim hep şu örneği veriyorlar: Koka yaprağı son derece süper besleyici bir şey. Tütün son derece hoş bir şey. Sen laboratuvarda kokaine dönüştürdüğünde son derece başka bir şey. Ekstre ediyorsun başka bir şeye sadece bir özelliğini alıyorsun ve o bir özelliğini diğerlerinden ayrıştırarak kullanıyorsun.
F. Yaman: Şimdi Adapazarı aynen öyle. Gelin, Adapazarı’nı gezin, yeni bir kent yapıldı. Villalar var, başka bir toplum dokusu var. İki yıl sonra deprem yaşadığımız bölge de aynı boyuta gelecek, başka bir sistem olacak ama Hatay için konuşulan şey nasıl… aynı Hatay olmayacak başka bir Hatay olacak.
E. Kaya: Yataya göre kurmamız gerek yaşamı. Dikeye göre kurduğumuz için hep dikey… Mitlere varan dikeye göre, göklerde arıyoruz. Zeus’un yerine Hatay’da Pazarcık’ta 20 katlı apartmanlardakiler de göklerde arıyorlar. Ama göklerden ziyade yatayda yeni yaşama olanaklarını aramamız gerekiyor. Yeni şehir planlamacılığının buradan çıkması gerekiyor. Yerin altında ağlar, kıvrımlar, noktasal düzlemler var, başka bir matematik var, biz onu görmüyoruz.
Kurşunlu’da İsmail Kılıçarslan Söyleşisi
Kurşunlu dergisi 7. sayısına ulaştı. Bu sayının dosya konusu; Anadolu Kültür Atlası. Konuya dair birçok yazı dergi okurlarını bekliyor. İsmail Kılıçarslan ile bir söyleşi gerçekleştirilmiş. Şiire, öyküye, Anadolu’ya, kültüre dair soruları cevaplamış Kılıçarslan.
“Şiir var olduğunda hikaye dünyaya gelmemişti desek yeridir. Dolayıısyla şiir herkesin kesin olarak kabul edeceği – etmesi gerektiği şekilde sözlerin şah’ıdır. Sözü süzersiniz süzersiniz, demlersiniz demlersiniz ve sonunda şiir çıkar. Öykü ve diğer tüm türler böyle değil. Onlar eksiltili, kusurlu, fazla, geveze vs olabilirler. Burada sorun yok. Ama şiirin bir süzülmüş söz olması sebebiyle sözlerin şah’ı olduğunu kabul ederek başlamak lazım işe. Öykü, anlatmak daha doğrusu, çok kritik bir şey. Bu öyküyü önemsizleştirmek manasında söylemiyorum ama meşhur bir fıkra hani “Tolstoy mu Dostoyevski mi demişler adama? Adam “hiç düşünmeden Tolstoy ama biraz düşünürsen Dostoyevski” demiş. Bu da öyle: hiç düşünmeden öykü ama biraz düşünürsen şiir. Bu da öyle bir şey.”
“Şairin şiirinde Türk sosyolojisini görmek ya da resmetmek gibi bir ödevi yok. Ancak biz şairin şiirlerine fazladan bir anlam yükleyerek ya da yorum katarak o’nun ne demek istediğini çözmeye, şerh etmeye çalışıyoruz. Şair söyleyeceği şeyi doğrudan söyleyen adam zaten. Ama biz sonradan “Derviş Yunus sana söyleme derler, ya ben öleyim mi söylemeyince” dizelerini bir şekliyle sosyolojiye dahil edip şairin ödevinin, tıpkı şehre koşarak giren çıplak uyarıcı gibi toplumu uyarmak olduğu yorumunu yapabilir.”
“Kültür kronolojisini yaparken dört – beş çok büyük kırılmayı görmemiz gerekiyor. Yani kültürün kendi içindeki küçük devinimlerin üzerinde büyük devinimlerden bakmamız lazım. Meseleyi Bursa’nın Fethi, İstanbul’un Fethi, Tanzimat Fermanı, cumhuriyetin ilanı ve milenyum (dijital devrimden) yani 2000 yılı olarak belirlersek elimizde beş altı durak olur ve bir kronolojiyi böyle konuşmak gerekir. Doğru, dijital evre sonrası bize çok hızlanmış gibi geliyor ancak dönüşümde esasen hızlı bir devinim yok. Yaşamcılar mı hazcılar mı tartışma var ve bu İstanbul’un fethinden de eski bir tartışma.”
“Yaklaşık üç buçuk yıldır Kahramanmaraş’ta kültür organize ediyorum. Danışmanlık, uygulayıcı, organizatör düzeyinde… Depreme kadar bu böyle devam etti, depremden sonra da işimizi yapmaya gayret ediyoruz. Kahramanmaraş’ta birkaç mesele var. Birincisi, söz’ün bunca önemli olduğu başka bir Anadolu şehri yok. Kahramanmaraş gerçekten söz’ün başkenti! Biriktirdiği edebi yük bakımından söylüyorum bunu. Biriktirdiği şiir ve söz yükü bakımından… Bunun da çok çeşitli gerekçeleri var. Tahsin Yücel’i de Cahit Zarifoğlu’nu da Nuri Pakdil’i de içinde eritmiş bir baş şehir…”
Anadolu Kültür Atlası Dosyası
Anadolu demek kültür demektir. Eşsiz, sonsuz, bereketli bir mayadır kültür. Birleştiren, zenginleştiren, nesiller arasında köprü kuran kültür, Anadolu’nun varlığını sürdürmesinin de en önemli eczasıdır. Kurşunlu dergisi, Anadolu Kültür Atlası dosyası ile bizleri öz benliğimiz ile buluşturuyor. Dosyadan paylaşımlar yapacağım.
Ahmet Urfalı – Anadolu Türk Aydınlığı
“Destanlar; milletlerin ruh hâllerini, bilinç özelliklerini, ahlâk ve erdem anlayışlarını, mücadele azimlerini, gelecek tasavvurlarını, ülkü ve ümitlerini anlamak ve anlatmak bakımlarından büyük öneme haizdir. Türk kültürü bu bakımdan zengin bir destan varlığına sahiptir. Bütün Türk destanlarının ortak özelliği olan yiğitlik, kahramanlık ve cömertlik, sonuçta vatan ve millet uğruna yapılmaktadır.”
“Anadolu, ilk fetih hareketlerinin hemen sonrasında Türk-İslam kültür havzasına girmiştir. İlk medreselerin kurulması telif ve tercüme eserler ile ilmi ve kültürel faaliyetler başlamıştır. Bu çalışmalara saray ve beylik merkezleri her türlü destek ve katkıyı sağlamıştır. Şehzade şehirleri, tasavvufi mekânlar, medrese yerleşkeleri birer ilim ve kültür merkezi hâlini almıştır. Bilginler ve sanatkârlar Anadolu’ya davet edilmiştir.”
Anadolu Türk aydınlığı, buhran ve bunalımların yaşandığı günümüzde bütün insanlığın güven ve huzur duyduğu bir güzellik meşalesi olacaktır. Ahmet Hikmet Müftüoğlu, örsle çekiç arasında yoğrulan Türk milletine seslenir: “Cihanın tarihi, vatanı uğrunda senin kadar uğraşan, kanını döken bir millet daha gösteremez. Senin kadar kimse kendi vatanına sahip olmaya hak kazanmamıştır. Bu vatan ya senindir ya kimsenin…”
Fahri Yetim – Kadimden Güncele Bir Efsanenin Sonu Ve Yeni Vaziyet
“Kadim tarihin önemli medeniyet havzalarından birinin Anadolu olduğu bilinen bir durumdur. 20. yüzyılda her ne kadar, “Anadolu Medeniyetleri” olarak farklı bir şekilde kurgulanıp servis edilmişse de bu hususun bizler açısından anlamı tam olarak fark edilmiş değildir. Oryantalist kaygıların aşılmasından sonra Anadolu’daki çok katmanlı medeniyet birikimini içselleştirerek sahip çıkmak ve bunu olabildiğince gündelik hayatımıza yansıtmak bunun ilk adımlarından biri olabilir. Kültür, esas itibarıyla insanoğlunun kendi yaşam tecrübeleri sonucunda ortaya çıkan bir yapı, bir yol haritasıdır.”
Mehmet Topal – Türk’ün Türkülerle Ünsiyeti
“Mazinin çetelesini tutan, söze estetik bir hayat soluğu veren türkülerimiz milletleşme serüvenimizin mühim bir basamağıdır. Bir nevi arşiv özelliği de taşıyan mana yüklü ezgilerimiz bize sevinçlerimizi, aşklarımızı, gurur ve ihtişamımızı fısıldadığı gibi, hezimetlerimizi, acılarımızı, derin hayal kırıklıklarımızı, gurbeti ve sılayı da kendi hallerince anlatırlar. Mebde-i istiklali binlerce yıl ötesine uzanan Türk milletinin hulasası hükmündeki bu dünyada, adına en çok türkü yakılan Yemen’i de, Çanakkale’yi de, Selanik’i de, Kırım’ı da, Azerbaycan’ı da en veciz hissiyatı ve feryadı ile bulursunuz.”
“Ata yurdumuzdan Anadolu topraklarına doğru yaşanan göçlerin sırdaşı olan türkülerimizin refakatçisi şüphesiz Dede Korkut mayalı sazımızdır. Sazın büyülü tınısı ile birleşen sözler, Anadolu insanına ilmek ilmek Yesevi hikmetlerini, ahlakımızı, sevdamızı, gurbetimizi tellere yükleyerek nesilden nesile terennüm etmiş, kitapların yazamadığını duygulu nameler üstlenmiştir.”
Burkay Marangoz – Anadolu Kültürü’nde Sinema Köklerden Günümüze Uzanan Yolculuk
“Anadolu’nun tarihten bu yana birçok medeniyete ev sahipliği yapması, sinema alanında da önemli bir şekilde h
issedilir. Türkiye’de sinema tarihinin ilk izlerine, Osmanlı’nın son dönemlerinde rastlarız. 1914 yılında çekilen “Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı” adlı film, Osmanlı İmparatorluğu’nda sinemanın ilk eserlerinden biri olarak gösterilir.”
“Anadolu sineması, gelişen teknoloji ile beraber zamanla modernleşme sürecine ayak uydurmuş ve içinde bulunduğu bu toplumun da dönüşümünü perdeye yansıtmıştır. Yavuz Turgul’un “Muhsin Bey” (1987) ve “Eşkıya” (1996) gibi filmleri, Anadolu sinemasının modernleşme aşamasındaki en önemli eserlerinden bazılarıdır. Bu yapıtlar, geleneksel Anadolu yaşamı ile birlikte modern kent yaşamının çatışmasını ve uzlaşmasını perdeye aktarmıştır.”
Mevlana İdris’in Dergileri Ve Dergicilik Anlayışı
Mevlana İdris’in dergilere olan yakınlığını onu tanıyanlar çok iyi bilir. Dergilerde yazmış, dergiler çıkarmış biri olarak onu hayırla yâd ederken dergileri de mutlaka anmak gerek. Erol Erdoğan, Mevlana İdris’in dünyasındaki dergilerin yerini yazmış. Rahmet dileklerimizle yazıdan paylaşım yapacağım.
“İDP – İslamcı Dergiler Projesi verilerine göre Mevlâna İdris’in yazılarının yer aldığı dergilerden bazıları şunlar: Dergâh, Diriliş, Gerçek Hayat, Gülçocuk, İkindi Yazıları, İmza, Kaşgar, Kayıtlar, Kırağı, Kitap Postası, Kur’ani Hayat, Mavikuş, Yolcu.”
“Mevlâna İdris, ÇETO’yu “Yanlışlıkla büyüyenlerin dergisi” olarak tanımlıyordu. Derginin sloganı ise “Aklın varsa büyüme!” idi. Mevlana İdris, ÇETO’nun 1’nci sayı resepsiyonundaki açıklamasında dergisini “çocuk edebiyatı kültürünü mihenk noktası kabul ederek teori ve pratikle cem eyleyen” olarak tarif etmiş.”
“Mevlâna İdris, Nisan 1996’da okuyucuyla buluşan Mavikuş’ta emeği çoktu. Kendisiyle tanışmam da Mavikuş vesilesiyle oldu. Yeni Dünya dergisini çıkardığımız yıllarda, yayın ekibimizle, bir çocuk dergisi bir de edebiyat dergisi çıkarmaya karar vermiştik. Bu amaçla, çocuk dergiciliği ve çocuk politikaları üzerine müktesebatı olan şahsiyetlere istişareler yaptık. Çocuk Vakfı Başkanı Mustafa Ruhi Şirin ile yaptığım istişarede, Mevlâna İdris’in dergiye katkısını sağlamamı tavsiye etti. Bu tavsiyeye uyarak önce Mevlâna, sonra da kardeşi Salih ile tanıştım. İyi ki tanışmışız.”
“Mevlana İdris, yazılarını dergilerde yayımlamaya özen göstermiştir, dahası dergi çıkaran ekiplerin içinde bulunmuş ve dergi çıkarmıştır. Mevlana İdris’in dergilerde yazması, dergilere destek vermesi, dergi çıkarmasını onun hayatını fikir ve düşünce ekseninde anlamlandırması ile açıklayabiliriz.”
Kültür, Şehir Ve Belediye
Kültür ve belediye kavramları artık birbiriyle tamamen bütünleşmiş halde kullanılmakta. Şehrin kültürel faaliyetleri, kültür altyapısı, kültüre yapılan yatırımlar hep belediyelerden bekleniyor. Böyle bir beklentinin asıl merkezinin kültür müdürlükleri olması gerekirken oluşan algıdan dolayı belediyeler şehirde kültürün merkezi olarak görülüyor. Şehri ayakta tutan, şehrin özünü yansıtan her türlü kültürel ögeye büyük ihtiyaç var. Belediye, valilik, müdürlük olur ya da hep birlikte hareket edilir ve bir şehir kültürüyle ayağa kaldırılır. Bunların hepsini bir temenni olarak kabul edebiliriz.
Gültekin Güllü; kültür, şehir ve belediye birlikteliğini ele almış.
“Şehir, içinde yaşananların mayalandığı anlamlar dünyasıdır. Şehir dünya görüşü, inanç, sanat, mimari ve politik bütünlüğü ile bütün çeşitliliği barındırır. İslam şehri, batı şehri, doğu şehri, Akdeniz şehri ifadeleri şehrin kültürel varlığını öne çıkarır. Semboller, dil, anlam, süsleme sanatları, mimari yapı, yazı, sanatlar, zanaatlar, tezyin, üslup hepsi kültürü anlatır. İslam medeniyetindeki şehirler; süsleme, çini, hüsnü hat, camiler, külliyeler, tekkeler, türbeler, saraylar, avlular ve mahalleleri ile kendi kültürünü anlatır. Tarım kültürünün şehrinde; boğa, hayvan, tahıl ürünleri, evcil hayvan figürlerine dayalı süslemelerle kültür kendini ifade eder. Modern kültürün şehrinde; barok mimari, geometri, rijitlik, çelik konsirksiyon ve cam kaplama yapılar ön plana çıkar.”
“Bir şehirde kültürü oluşturan insandır. İnancımızda, veren el, alan elden üstündür. İnsanlar, veren el olmak için çalışır, gördükleri bir kötülüğü gidermek için uğraşırlar. Kendilerine yapılmasını istemediği bir şeyi başkalarına yapmazlar. Kendilerine nasıl davranılmasını istiyorlarsa, başkalarına öyle davranırlar. Tanıyıp tanımadıklarına bakmaksızın, birbirlerine selam verir ve yardımcı olurlar. Bütün bunlar, inanç ve değerlerimize bağlı olarak oluşan kültürün kendisidir. Bu anlayışla şehirlerimizde, maddeden manaya, mimariden yaşama her alanda, öz ne kadar güçlü olursa, kültürel birikimde o kadar güçlü ve o kadar yüksek olur.”
İnsanın Görünmeyen Hapishanesi: Benlik
Hasan Gök, “benlik” üzerine yazmış. İnsanı görünmez bir cendereye alan, ruhunu daraltan kibirden bahsediyor Gök. Özellikle sosyal medyanın yaygınlaşması ile daha da yaygın bir şekilde insanın kendini en önemli gördüğü bir hapishane bu benlik. Kurtulmak da yine insanın kendi elinde.
“Ego, anlam ve değer üçgenine dönüşmüş bu yazıdan yer yer egodan ayrılsak da haksız değiliz. Zira egonun mahiyeti meçhul bir muamma oluşu devam ederken, kullanımı açısından varlığını oluşturan ve biçimlendiren olsa olsa kişinin hayatında belirlediği anlam ve değer dünyasıdır. Yani sen neyi anlamlandırıyorsun ve ona göre değerlendiriyorsun, değerliyorsun? Bu soruların cevapları benliğin kullanım anahtarı iken benliğe giydirilen kıyafet de bu sorunların cevaplarını anlamada bir yol açıyor. Bu döngüsel şemayı akıl-nakil(haber) dengesinde gördüğümüz gibi şimdide ego-anlam-değer döngüsünde de görmekteyiz. Keşfedilen bazı hakikatlerin döngüselleği boşuna bir denk gelme değildir.”
“Maalesef etrafımız nefisleri tarafından abluka altına alınan vicdansız cesametlerle dolu. Bir sözüyle yedi ev bozan, bir hareketiyle kırk gönül dağıtan bî-nâmus gudubetler dünyada paçayı kurtaracaklardır belki ama unutmamalılar ki; bu dünya uçlu ve sonludur. Aslolan ise uçsuz ve sonsuz öte âlemdir. Âh keşke bu âlemdeki birkaç nefeslik safâlarından sıyrılabilseler de öbür âlemin haşyeti ile baş başa kalabilseler bir ân!”
Kurşunlu’dan Bir Hikâye
Mesut Doğan – Bülbül
“Sabahın puslu ve gittikçe artan bir aydınlıkla parıldayan neşesi tüm bahçeyi sardığında gün ışığının odaya dolması için perdeleri açtım. Bahçenin uzak bir köşesinde yapraklarında birkaç su damlacığı bulunan gülün dalında adeta kaskatı kesilmiş gümüş bir karaltı gibi titreyen şeyi gördüm. Zaman ve mekan bir anlığına donmuş ve gül ile dalında duran garip nesne bir müzenin camekanlı dolabında unutulmuş nostaljik bir eşya gibi kalakalmıştı.”
“Gülün bir gelinliği andıran kırmızı yapraklarında duran ve ürkek adımlarla bir türlü birbirine yaklaşmaya cesaret edemeyen iki sevgilinin titremesi gibi kararsızlıkla bekleyen su damlacıklarını bülbülün gül için akıttığı gözyaşları sandım. Çok üzüldüm. Belki de bülbül ölmüştü de ölmeden önce gülün pembe yanaklarına sanki iki damla pişmanlık işareti bırakmıştı.”
“Bülbül birden derin bir sırra dokunmuş gibi pişmanlıkla titredi ve sustu. Gözlerini usulca kapadı. Günün ilk ışıklarıyla açılan gülün kırmızı yapraklarına gülsuyu döker gibi son titreyişle, gümüşten daha parlak, inciden daha güzel, bir damla gözyaşı bıraktı. Sonra incisinden ayrılan istiridye gibi sapsarı ve kaskatı kesildi. Düşen bu bir damla gözyaşı, gülün dalında kararsızlıkla bekleyen iki su damlasından daha iri olanına değdi ve onu öteki damlaya doğru ittirerek onunla birleşmesini sağladı.”
Kurşunlu’dan Şiirler
Tüm annelerin birikse
Sıcacık şefkatleri
Rahmet denizinden etmez
Bir katre bile
Bunca uzak kalışım
Bilmem olur mu kefaret
Bur yudum içsem o bahr-i ummandan, eksilmez
Ey affetmeyi çok seven, beni de affet!
Kırk bin dil olsam, anlatsam seni
Gül mevsimidir, bihuş olup koklasam seni
Ömer Selim Yazgı
Çözüldü dizlerinin bağı semanın
Yalınayak yağmurlar indi
Sığınıp toprağın göğsüne
Sonra tohumlar saçıldı
Gül bitti benim göğsümde
Miraç değdi arşın tenine
Beş vakit, tanıştı tekâmülle
Katlar huşû ile secdede
Cihat Barış
Gam kumaşlarından libas dikersin
Gündüz işlediğin gece sökersin
Yiğit sen bu derdi neçe çekersin
Yoldaş olam, dize derman veririm.
Kırk buğdayım kırk bin başağa durmuş.
Zülfüm kırk beliktir, periler örmüş.
Kara gözlerimde kırk cellat varmış
Dara götürmeye ferman veririm.
Reyhan Yılmaz
Şehir ve Kültür- Sayı: 109
109. sayısına Bosna’yı selamlayarak giriyor Şehir ve Kültür dergisi. Adını duyduğumuzda içimizin açıldığı coğrafyaların ilk sıralarında gelir Bosna. Bizden bir parça, biz gibi. Prof. Dr. H. Ömer Özden, Bosna izlenimlerini yazıyor. İlki bu sayıda. Tarihi ve kültürüyle Bosna’dayız.
“Nihayet Bosna ile Hersek’i birbirinden ayıran tünelden geçtik ve Bosna Kantonu’na giriş yaptık. Bir süre ilerledikten sonra yine çok donanımlı ve yaklaşık 3 km uzunluğunda bir tünelden geçerek Sarayova’ya (Sarajevo) ulaştık. Bu tünel, çok dikkat çekici bir biçimde ışıklandırılmış ve havalandırma sistemi de oldukça titiz bir şekilde yapılmış. Sarayova’nın etrafı İğmen dağlarıyla çevrili. Bu dağlar son derece sık ağaç örtüsüyle kaplı. Bunun nedeni de yine dağların her tarafından çıkan pınarlar. Bu pınarları ve ormanları görünce ecdadımızın buraları niçin yurt edindiklerini anlamak daha kolaylaşıyor.”
“Şehrin tam ortasından Milyaşka diye adlandırılan nehir geçiyor ki bu nehrin üzerinde, Birinci Dünya Savaşı’nın görünür çıkış sebebi olan Sırp genci Miloş tarafından üzerinde Avusturya-Macaristan veliahtını öldürdüğü Latin köprüsü bulunmakta. Bu nehrin bir kıyısında “İnatkuça” evini görüyoruz. Bu eve böyle bir ad verilmesinin nedeni de Milli Kütüphane’nin yapılışıyla ilgiliymiş. Evinin bulunduğu yeri kamulaştırıp kütüphane yapılmak istendiğinde evin sahibi, evinin aynısın karşı kıyıda yapmaları şartıyla vereceğini söylemiş ve evin aynısı yapıldıktan sonra evini vermiş. Anlaşılıyor ki inat kelimesi Türkçeden geçmiş.”
Beşiktaş’ta Bayram Namazı Yahut Hagop’un Ekmekleri
Dr. Kâmil Uğurlu ile geçmiş zaman İstanbul’una gidiyoruz. Yazıdaki en önemli ayrıntı Ermenilerle ilgili verilen bilgiler. Ermenilerin İstanbul’daki durumları, yanlış bilinenler, oluşturulan algılar tarihin ışığında veriliyor.
“Rahmetli dostumuz A. Halûk Dursun’un dediği gibi, Ermeniler İstanbul’un yerlisi değildir. İstanbul’a gelişleri Hz. Fatih zamanında olmuştur. Bursa Ermeni piskoposu Ovakim başkanlığında kalabalık bir cemaat geldi, sur kenarlarına ve kapılara yakan olan bölgelere iskân edildiler. Karaman, Kayseri, Sivas, Diyarbakır, Bayburt, Eğin, Divriği ve Harput’tan gelen Anadolu Ermenileri Samatya, Kumkapı, Edirnekapı, Topkapı gibi semtlere yerleştirildiler.”
“Harput’un Armudan köyünden bir Ermeni ailesi, Beşiktaş’taki akrabalarının yanına, hem okusun, hem de zenaat bellesin diye, küçük çocuklarını bir trene bindirip İstanbul’a yolladılar. Hagop çocuk Beşiktaş’ta fırıncılık yapan akraba ailenin gölgesine sığındı. Orada fırıncılığı ve ekmek yapmasını öğrendi. Ekmekçiliğin her kademesinde çalıştırıp onu yetiştirdiler. Bazan tezgâhta tuttular, bazan hamurkâr, bazan oduncu, kürekçi, fakat en çok da tablacı olarak çalıştırdılar. Bu arada Ermeni mektebine de kaydettirdiler.”
Başarılı Girişimcileri Etkili Kılan Yedi İlke
Nazif Gürdoğan, hayatın her alanında bizlere yol gösteren bilgiler vermeye devam ediyor. Onun akademik alandaki birikimlerini özellikle girişimci ruha sahip olanlar için eşsiz bir rehberlik olarak görmek gerekir. Başarılı girişimleri etkili kılan yedi ilkeden bahsediyor Gürdoğan. Buraya iki tanesini alıyorum. Devamı, Şehir ve Kültür’de.
Önemli olan işlere öncelik vermek: Girişimcilerin başarısında gerekli olanlarla, yeterli olanların birbirinden ayrılması, önemli bir yer tutar. Bu yüzden girişimciler öncelikleri açık olarak belirleyerek kayıpları azaltır.
Kazan kazan diye düşünmek: Girişimcilerin birbirlerinin girdilerinden ve çıktılarından, yararlanmak zorunda oldukları, ekonomik ve kültürel dünyada, yalnızca ben kazanırım diyenler, ayakta kalamaz. Girişimcilikte kazandıran kazanır.
Balıkesir’de Bir Evlâd-I Fatihan
Balıkesir yazılarına devam ediyor Mehmet Kamil Berse. Bu yazılarda anılar ve izlenimler var. 108. sayıda kısaca tanıtılan Bandırmalı Tatlıcı Ali Efendi’yi daha ayrıntılı olarak tanıyoruz.
“Ali efendi, Tekke Camiinde kıldığı sabah namazından sonra besmele ile dükkânını açar, sütleri kaynatır, muhallebileri tatlıları yaparken kazanda o büyük kepçeyi her karıştırdığında besmeleler ve Kuran-ı kerimden sureler okuduktan sonra şöyle dua edermiş; “Allah’ım, bu aştan yiyenlerin dertlerini unuttur, işlerini rast getir, sağlık ve sıhhatlerini iyileştir, imanlarını kuvvetlendir, vatana millete hayırlı hizmetlerde bulunmalarını temin ettir yarabbi…” bu hayır dualarla imal ettiği sütlü aşları tatlıları yiyenlerin inancına göre, günlerinin bereketli huzurlu geçtiğini ifade ederler… Bu fakire, dualı tatlılardan çokça yemek kısmet oldu…”
“Ali Efendi, kendi anlattığına göre, gençliğinde insanları irşâd edebilmek, onlarla diyalog kurabilmek için bâzen meyhanelere gider, orada ayran içer ve insanlarla konuşurmuş. Şöyle anlatıyor: Dükkânımızda tatlı ve pasta sattığımız için akşam geç saate kadar çalışır, sonra dükkan temizliği yapıp eve giderdik. Yolda meyhanelerin bol olduğu sokağa uğrar, o geç saatte sarhoş olup kalan var mı diye bakardık. O saate kadar mey – hanede kalan kişi ya faturayı ödeyecek parası olmadığı için meyhaneciden korkan, ya da evdeki hanımından fırça yiyeceğini düşünüp korkan kişidir. Biz bunların borcunu öderdik.”
Kaleiçi’nde Tarihin İzinden Yürümek…
M. Nihat Malkoç, Karadenizli ruhunu Akdeniz’de gezdiriyor. Antalya Kaleiçi’nde tarihe doğru bir yolculuğa çıkıyoruz.
“Büyülü bir coğrafyanın zamana vurduğu kadim mühürdür Antalya’nın hafızası olan Kaleiçi… Bu hafızadan yansıyanlar gönül aynamızın nostaljik akisleridir. Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerinin müşterek eseridir Kaleiçi, nam-ı diğer Attalia… Milattan sonra 130 yılında Roma İmparatoru Hadrianus adına yaptırılan Üçkapılar’dan girilir zamana ve moderniteye direnen bu sıra dışı iklime. Tarihî dokusunu muhafaza ederek bugünlere gelebilen Kaleiçi, şehrin gülen rüyasıdır kesme taşlarda. Ceddin bu şefkat iklimine girenler, sanki zamanda yolculuğa çıkmış gibi hissederler kendilerini.”
“Kaleiçi deyip geçmemek lâzım. Antalya’nın düne bakan mütebessim yüzüdür bu masum mekân. Burada her evin müstakil bir bahçesi vardır. Bu bahçelerde uzayıp giden ağaçlar, mekânı daha insanî ve yaşanılır kılar. Kadim mahalle kültürünün günümüze yansıyan izlerini görünce burada doğup büyümenin bir bahtiyarlık olduğunu daha iyi anlasınız.”
Ankara, Ulus’tan Başlar
Bu başlığın ihtiva ettiği derin anlam benimkinden farklı olabilir ama şu bir gerçek ki benim için de Ankara Ulus’tan başlar. Ankara’ya ne zaman gitsem başlangıç noktam Ulus’tur. Oradan açılırım şehre. Memiş Okuyu’cu da Ulus’tan başlayan bir Ankara gezisi yapıyor.
“Ankara, Ulus’tan başlar. Ulus, Hacı Bayramdır. Hacı Bayram’dan başlar. İlk meclis bir Cuma günü dualarla Hacı Bayram’dan başlayarak tekbirlerle açıldı. Mustafa Fehmi Gerçeker, hepimizin zihnine kazınan o meşhur resimde ilk meclisin açıldığı gün, tüm milletvekillerinin önünde dua ederken de Ankara Ulus’tan başlamaktaydı. Temeli ve açılışı dualarla yapılan ilk ve ikinci meclis te Ulus’tadır. Tüm kıyafet değişim dönemlerinde meclise ilmiye kisvesi ile gelme ayrıcalığına sahip mebus olan Mustafa Fehmi Gerçeker’in duasında olduğu gibi bugünde Ankara, Ulus’tan başlamakta. Ulus’tan başlayan Ankara’da ilk meclisin hemen arkasındaki sokak olan ve Anadolu’dan gelenlerle Ankara’dan içtima olanlar kesişen yollarında yer alan Rüzgârlı’nın hikâyesi bize konu. Bugünkü jargonla ‘’Ulus ve kulis’’ ’’ulus ve şehir’’ neresi diye sorulsa eğer, bilenlerince o yer ittifakla Ankara’da Rüzgârlı denilir.”
Küllerinden Yeniden Doğan Tarih Haydarpaşa Garı
Haydarpaşa Garı’nı bilmeyen yoktur. Görmeyenler de filmlerden bile olsa bu meşhur garın varlığından haberdardır. İstanbul’a giriş kapılarından olan bu gar, şehri fethetmenin de kapısıdır. Orada durup; Seni yeneceğim İstanbul!” sahnesini defalarca izlemişliğimiz vardır. Elbette bunun yanında bu garın tarihle de sıkı bir bağı var. Ülker Gündoğdu ile bu kez Haydarpaşa Garı’na gidiyoruz. Tüm bu ayrıntılardan ve daha fazlasından bahsediliyor yazıda.
“Haydarpaşa Garı, yaklaşık yüz yıldır İstanbul ve Anadolu’yu birbirine bağlayan bir odak noktası konumundadır. Yüz yılı aşkın sürede bu şehirden birçok insanı benzersiz yolculuklara uğurlamış ve hatta kavuşturmuştur. Geçmiş ve gelecek arasında bir köprü gibi. Zaman içinde mekân, mekân içinde ayrı bir zaman gibi, kurulduğu günden bugüne duruşuyla gönülleri titreten bu yapı, İstanbul silueti için eşsiz bir broş gibi durmaktadır.”
“Dönemin padişahı II. Abdülhamid’in emriyle inşasına başlanan gar binasının yapımını Anadolu Bağdat adlı Alman şirket üstlenir. İki Alman mimar Otto Ritter ve Helmuth Cuno tarafından hazırlanan proje için her biri 21 metre olan 1.700 kazıkla denize çakılan Haydarpaşa Garı için İtalya’dan dönemin tanınmış taş ustaları getirtilmiştir. Garın ünlü ve göz alıcı kurşun vitrayları ise O Linneman tarafından yapılmıştır. Garın iç tarafı da dışı kadar görkemli olup, odaların tavanları tek tek kalem işi nakışlarla süslendi, tavanların dört köşesine de o zamanlar demiryollarının amblemi olan kanatlı tekerlekler resmedilmiştir.”
Sâmiha Anne’nin Evi (Numara 175) Müze Olmalı
Özge Sena Bigeç, Samiha Ayverdi’nin evine yaptığı bir ziyareti kaleme almış.
“Sâmiha Anne’yi ziyaret edecekmiş – çesine heyecanlanmıştım. Nitekim, gününü tâyin edip kızımla, zaten bize yakın olan, o yola revân olduk. O hâmuş bina bizi kalbine buyur ediyordu demek… O gün panjurlar aralanmıştı. Ki ne zaman görsem sıkı sıkıya kapalıydı bu eski yapının panjurları. Özcan Hocamız’a biraz da sitemle bunu da dile getirmiştim. “Hocam, Numara 175’in metruk bir hâli var. Üzülüyorum… Panjurlar hiç açılmıyor” Oysa; bu binayı gençlerimiz ile buluştursak… Can verseler birbirlerine… Yıllar dile gelse… Hâtıralar konuşsa… Yitikler bulunsa…”
Evin en duygulandığım kısmı ise, orta kattaki bir odada; Sâmiha Anne’nin yatağı… gözlüğü… 6:41’de durmuş saati… kalemleri… ve vefât ettiği târihi gösteren Takvim Yaprağı: 22 Mart 1993… O vakitten sonra kimse o takvime el sürmemiş. Hâlâ onu bekliyor sanki… Bu odada kalakaldım. Özcan Hocamız bir keresinde, Sâmiha Anne’nin hiç masasının olmadığını, bütün kitaplarını yatağının kenarında yazdığını söylemişti. Bu yatak, o yatak demek… onca kelimeyi ağırlamış nâdide ve nâdire miras… Sâmiha Anne’nin vefatından sonra özel eşyaları, bulunduğu evden alınıp bu odaya getirilmiş.”
Prens Adaları Tutkununa Haz Verir
Hülya Günay, Adalar’a doğru bir yolculuğa çıkıyor. Tek tek dolaşıyoruz hepsini. Benim gözde adam elbette Burgazada. Yani Sait Faik’in adası. Her biri ayrı güzel ve ayrı bir anlamı barındıran Adalar’ı Günay’ın rehberliğinde turluyoruz.
“Adalar, dört mevsim ayrı güzeldir. Haziran ortaları, Temmuz ayının başlamasıyla ziyaretçi ile dolup taşar. Toplam dokuz adadan oluşur. Büyüklük sırasına göre; Büyükada, Heybeliada, Burgazada, Kınalıada, Sedefadası, Yassıada, Sivriada, Tavşanadası ve Kaşıkadası. Bizans devirlerinde, gözden düşmüş, suçlu bulunmuş imparator- ların, yüksek görevlilerin, prenslerin sürgün edildikleri bir bölge olduğundan ‘’Prens Adaları’’ denilmiştir. Keşiş, Papaz, Evliya, Kızıl adlarıyla da bilinir. Osmanlı döneminde daha çok gayrimüslimlerin yaz aylarında kullandıkları yerler olmuştur. Çokkültürlülüğün yoğun yaşandığı kozmopolit hale dönüşen bölgeler olarak; genellikle Museviler ve yabancıların Büyükada’yı, Ermenilerin Kınalıada’yı, Rumların Heybeliada’yı tercih ettikleri bilinir…”
Sait Faik’in Burgazada’sı ise bu adaların ismi en eski olanı diye bilinir. Bugün izi kalmasa da rivayete göre burada vaktiyle ‘’Pirgos Kalesi’’ bulunurdu. Burgaz sözcüğü bu sözcüğün değişime uğramasıyla oluşmuştur. Adaya ‘’Antigoni’’ denmesi de, MÖ 4. Yüzyılda Büyük Aleksandros’un generallerinden Antigonos’un adıyla anılmasından gelir. Aya Yani Cemaat Kilisesi, Sait Faik Evi, Hristos Manastırı ve Kilisesi, Ayios Yeoryios Garipi Kilisesi, Sankt Georg Katolik Kilisesi ve anıt çınar öne çıkar. Kınalada’ya ise eskiden Proti denirmiş. Toprağı kızıl renkli olduğu için bu adı almıştır. İstanbul’a en yakın bu adada, 1071’de Alpaslan’a yenilen Bizans İmpratoru Romanos Diogenes’in gözleri kör edilerek Kınalıada’daki manastıra kapatılmıştır. İstanbul surlarının yapımı için bu adadan çok miktarda taş getirtildiği söylenir.”
Bir Sözlükten Daha Fazlası: Redhouse
Necla Dursun, geçen sayı başladığı Redhouse yazısına devam ediyor. Daha yakından tanıyoruz Redhouse’ı. İstanbul, İngiltere, sözlükler, yaşananlar arasında gidip geliyoruz.
“Osmanlıyı ve İran ‘ı karşı karşıya getiren bir sınır meselesinde sulhun tesisi için görevlendirilen Redhouse, taraf her iki devletin diline hakim olması sebebiyle sulh metnini oluşturmuştur. Metinde Osmanlıcadan Fransızcaya ve Farsçadan İngilizceye yaptığı tercümelerin mükemmelliğiyle hazırladığı anlaşma metni değişikliğe gidilmeden kabul edilmiştir. İki ülke arasındaki sulh için gerçekleştirdiği bu başarılı görev için Erzurum ’da bulunduğu süre zarfında eşinin ve kendisinin sağlığında meydana gelen sıkıntılar sebebiyle 1853 yılında Londra ‘ya dönme kararı almıştır.”
“Redhouse 1864 ’ten itibaren çalış – maya başladığı iki sözlükten biri; her kelimenin Türkçe, Arapça, Farsça veya Avrupa dillerindeki kökenini veren Türkçe açıklamalı “Külliyyat-ı Aziziyye fi’l-Lugati’l-Osmaniyye”, diğeri ise; İngilizce açıklamalı Arapça, Farsça, Osmanlıca ve Doğu Türkçesi sözlüğüdür. Ancak Redhouse çalış – masına Osmanlı Devleti döneminde sadrazam sarayı olan Bâbıâli ’den talep ettiği desteğe yanıt alamamış ve her iki çalışması yarım kalmıştır.”
Yeniden Doğuşun Sembolü: Zeytin Ağacı
Zeytin ağacının ağaçlar arasında özel bir yeri vardır. Bu özellik zeytinin kendisi ile de ilgili bir durumdur. Adının Kuran’da geçmesi, ağacın köklü bir geçmişe sahip olması, medeniyetleri çağrıştıran özellikleri içinde barındırması gibi birçok özellik zeytin ağacı kadim bir kimliğe büründürür. Elif Mert, tüm bu özellikleri içine alan bir zeytin ağacı yazısı ile Şehir ve Kültür’de.
“Zeytin ağacının birçok anlamı vardır: Dostluğun, uzlaşmanın, arınmanın, şifanın, ışığın, zaferin ve zenginliğin sembolü ve her şeyden önce barışın bir işaretidir. Pek çok manevi değere sahip olduğu için saygıyla davranılması gereken bir bitkidir. Zeytin ağacına baktığımda aklıma ilk gelen sembol, barış ve uyumdur. Zeytin dallarının rüzgârda sakin, yumuşak salınması huzuru getirir kalbinize. Barış ve uyumu hala aradığımız modern dünyamızda bugün de varlığını sürdürüyor. Güç ve dayanıklılık da zeytin ağacının sembolüne derinden kök salmıştır. Bu dayanıklı ağaç; sert hava koşullarına, kötü toprağa ve hatta yangınlara dayanabilir ve her seferinde daha güçlü bir şekilde ortaya çıkar. Güçleri sessiz, boyun eğmez azmin kanıtıdır.”
“Zeytin ağacının eskimişliği, kutsallığı, her eski uygarlığın zeytin ağacının kökenine ait bir hikâyesinin olması, Hz. Nuh Peygamberin tufanın bitip bitmediğini anlamak için gönderdiği beyaz güvercinin ağzında yeşil bir zeytin dalıyla geri dönmesi… Zeytine dair bu olağanüstü yaşanmışlıklar, yaz kış gümüşi yeşil yapraklarını koruyarak yüzlerce yıl yaşayan bu ölmez ağacı düşündüğünde, zeytine verdiği değeri ve kutsallığı artırıyor zihninde ve yüreğinde.”
Morcalı’da Yatsı Ezanı
Ahmet Tek, Karaman’ın Morcalı köyünde dinlediği yatsı ezanından hareketle ezanın huzur veren iklimini, ruha dokunan çağrısını anlatan bir yazı kaleme almış.
“Bu sırada camiden yatsı ezanı okunmaya başlandı. İlk Allâhü ekber’i işitir işimez adeta başka bir boyuta ışınlandım. Güzel okunan ezanı dinlerken huzur duyanlardanım. Bu ezan başka bir şeydi; gecenin karanlığında sessizliğe bürünmüş, Anadolu bozkırının ortasındaki Morcalı’ya semadan inmiş bir soluk gibiydi. Ses değil cisimdi, elimi uzatsam avuçlarıma konmaya hazırdı. Bir kuş gibi hafif, dikkat çekici ve haz saçan bir ses. Üzerine binsem beni taşıyacak kadar güçlü bir ses…”
Ezan, kulağımızdan gönlümüze aktarılan ilk telkinimiz ve ilk mesajımız. İçimize emanet edilen hayat pusulamız. Ses ve söz bütünlüğünde ezan bir zirve olmalı. Böyle değilse, bebeklerin kulağına okumanın ne gereği var?
Mazi ile Âtî’yi Buluşturan Münevverimiz
Son zamanlarda birçok kişiden şu sözleri duyar oldum; “Sosyal medyada karşıma sürekli nur yüzlü bir dede çıkıyor. O kadar güzel konuşuyor ki huzur veriyor insana.” Sadettin Ökten’den bahsediyorlar. Sosyal medyanın işe yarar bir yanı işte. Böylesine değerli isimleri daha geniş kitleler tanımış oluyor.
Mehmet Nuri Yardım, bu sayı Saadettin Öktem’i anlatıyor Mazi ile Âtî’yi Buluşturan Münevverimiz diyerek.
“Herhangi bir radyoda, televizyonda veya vakıfta sohbetini duyduğumda can kulağıyla dinlemek ve istifade etmek isterim. Uzun zamandan beri Prof. Dr. Kemal Sayar ile birlikte Erkam Radyo’da pazartesi günleri “Gönül Sadası” programını kaçırmamaya çalışıyorum. Hakikaten feyizli, bereketli ve istifadeli sohbetler.”
“Sadettin Hoca’nın her eseri, kıymet hükümlerimizi ortaya koyan birer mevize külliyatı gibi. Örselenmiş Osmanlı’dan Medeniyet Umuduna, Ayşe Çavdar’ın Hocamız ile yaptığı bir nehir söyleşiydi. Okuyucuyu bu eserinde de geniş bir fikir seyahatine çıkaran Hoca, aile çevresinin yanı sıra tanıdığı ilim, fikir, sanat ve inanç insanlarının da portrelerini ortaya koyuyor. Bilhassa Ziya Nur Aksun’un düşünce dünyasında mühim bir yer işgal ettiğini öğreniyoruz.”
Sadettin Hoca konuşmalarında ve yazdıklarında bize ait bir medeniyet tasavvuru ortaya koyuyor. Bizi biz kılan temel değerlere dik – kat çekiyor ve diyor ki: “Bütün medeniyetler şehirden aynı şeyi umarlar. O da insanların kendi medeniyet tasavvurlarını kolay, rahat ve güvenle yaşayabilecekleri mekânlar üretmek. Sırf İslam’ın değil, bütün medeniyet tasavvurlarının gayesi aynıdır.”
İstanbul’un Sıfatları
Mehmet Kurtoğlu, İstanbul’un sıfatlarını yazmış. İstanbul gibi bir şehri anlatmak için elbette tek sıfat yetmez. Bazen kelimeler bile kifayetsiz kalır bu güzellik karşında. İşte o zaman da devreye şiirler girer.
İstanbul’u Yahya Kemal gibi ince zevklerin, Tanpınar gibi estetik duyuşların sahibi insanlar görmüş; duygularını şiire nesre dökmüşlerdir. Yahya Kemal’in izinden giden Ökten, İstanbul’u bu büyük şairin şiirlerindeki sıfatlarla tanımlar. Tabi kendisinin “nefse-i İstanbul” tanımlamasını bir yanda tutarak, “Rüya Şehir”, “Gizemli Şehir”, “Aziz Şehir”, “Efsunlu Şehir”, “Yıldız Şehir”, “Hayal Şehir” gibi tanımlamalarda bulunur.
“Yahya Kemal’in, sevgilisini İstanbul’un sesinde, sevgilisinin sesini de İstanbul’dan duyması Tanpınar’a bir başka ilham vermiş, o da hocasının izinden giderek “bir başkent her zaman başkenttir konuşur” cümlesini kurmuştur. Çünkü şehirlerin en güzeli, en ihtişamlısı “başkent” olan şehirlerdir ve ancak başkent olan şehirler birbirini konuşur, birbirini kıskanır.”
Türk Edebiyatı’ndan Âşık Veysel Dosyası
Türk Edebiyatı dergisi, 598. sayısında Âşık Veysel Dosyası hazırlamış. Bu yıl Veysel’in ölümünün 50. yılı. Cumhurbaşkanlığı tarafından 2023 yılının Âşık Veysel Yılı olarak kutlanması kararlaştırıldı. Yılın bitmesine daha var ama Veysel’in ismine yaraşır etkinliklere çok da rastlayamıyoruz. Söylemek, duyurmak, anlatmak gerek Veysel’i. Bu toprakların en sahih seslerinden biridir çünkü o. Bu anlamda Türk Edebiyatı’nın hazırladığı dosya daha bir önem arz ediyor.
Dosyada yer alan yazılardan paylaşımlar yapacağım.
Ömür Ceylan- Veysel, Babam ve Ben
“Veysel, 20 Nisan 1952’de düzenlenen “Veysel ve Halk Şairleri” toplantısına katılmak için o sırada Ankara’da bulunuyor olmalıydı. Bu sayfayı okuyunca babama: “Kör adam saz çalabilir mi?” diye sorduğumu, onun da “Tabii çalar, bazı şeyler göz değil gönül işidir!” dediğini, Veysel’in bir yıl kadar önce vefat ettiğini söyleyip ağladığını hatırlıyorum.
Geçen yıllar içerisinde o küçük, yeşil klasörü ve özellikle bu sayfayı defalarca açıp konuştuk babamla. Veysel’den onlarca şiiri ezbere bildiğini; yetişme çağında, Ankara’da bir handa, bir gece kulağına dolan Veysel sesinin onun dünyasına nasıl ufuklar açtığını bu sohbetler sayesinde öğrendim. Mezhep gerginliklerinin yaşandığı iddia edilen bir coğrafyada ve hayli muhafazakâr bir çevrede yetişmiş babamın her evinin salonunda neden Zülfikar resmi ve Atatürk portresi asılı olduğunu Veysel’siz nasıl anlayabilirdim ki? Dahası babam sevmeyi, en geniş manasıyla sevmeyi Veysel’den öğrenmişti.”
Mustafa Tatcı – Âşık Veysel’in Hakikat Arayışları
“Veysel’in Tanrı sevgisi; kuru, yapmacık ve zihnî değildir. Bilakis o, gönülden âşıktır. İdealize ettiği Tanrı sevgisinin gönlünde bir karşılığı vardır! Onun Tanrı sevgisi, derin fikir ve arayışlara dayanan tasavvufî (ledünnî) bir hüviyetle karşımıza çıkar. Veysel’le ilgili araştırmalarda şairin hakikat arayışıyla alakalı sancıları üzerinde pek fazla durulmamıştır. Hâlbuki o her şeyden evvel bir hikmet ve hakikat ehlidir.”
Veysel, ötelerin adamıdır. Onun gözleri içinden bakar. Eşyanın maverasına uzanır. Bu gizli göz, desenlerde gizli olanı Hallâç gibi lif lif atar, gün yüzüne çıkarır. Bundan olsa gerek, “Hallâc’a benzeyen bazı huyum var” (s. 26) der. Arayış, buluş ve oluşun şiirlerini yazar Veysel.
Türk şiirinin son devirde yaşayan yüz aklarından birisi olan Âşık Veysel, şiirlerinde Allah, vahdet-i vücûd, gönül, aşk, ölüm-ölümsüzlük, ilahi ahlak, kendini arayış, mutasavvıflara sevgi ve saygı gibi konuları, saf ve güzel Türkçesiyle işlemiş, tasavvufî arayışlarını dile getirmiştir. O, bu arayışı aynı zamanda “edebî ve estetik” şekiller içinde vermektedir.
Nuhan Nebi Çam- Bizim Vaysal
Her şeye rağmen o bizim Vaysal’dır. “Veysel, din söyler, tasavvuf söyler, insanlık, dostluk, birlik, kardeşlik… Tek kelime ile Allah söylerdi.”2 Öykü bizimdir, tıpkı hikâye gibi; Veysel bizimdir, tıpkı Yunus gibi; saz bizimdir, tıpkı kopuz gibi; söz bizimdir, tıpkı annemizin sütü gibi… Rahmetli Yahya Kemal Beyatlı “Türkçe ağzımda annemin ak sütü gibidir.” demiş ve şöyle devam etmiştir: “Türkçe ağzımızda anamızın dili gibi helal ve güzel olmalıdır.”
“Benim sadık yârim kara topraktır, demiştir. Dost dost diye nicesine sarıldım, demiştir. Ben gidersem sazım sen kal dünyada, demiştir. Bazı zamanlar; Sen bir ceylan olsan ben de bir avcı/ Avlasam çöllerde saz ile seni/Bulunmaz dermanı yoktur ilacı/Vursam yaralasam söz ile seni, demiştir. Gözleri perdelenmiştir Veysel’in ama dili susmamıştır.”
“Şu kadarını söyleyeyim Âşık! Şu okulsuz, bakımsız memlekette senin deyişlerin öğretir herkese hem doğruyu, hem hakkı, hem güzeli. Çamlıbel suyu gibi serin, bir yudumda içilen bir dille sunarsın deyişlerini.”
Düşler Bulvarı
Kâmil Uğurlu, Karaman’ı anlatıyor caddesiyle, sokağıyla ve anılarıyla. Bir dönem belediye başkanlığını yaptığı şehrin ruhunu en iyi duyanlardan olduğunu hissettiriyor. Parke taşlara yansıyan çocukluğu izliyoruz şehrin tarih kokan yüzünde.
“Sokakların zemin kaplaması, Karaman’ın yerli malı ak taşlardan yapılırdı. Ocaktan çıktıktan sonra sertleşen ve üzerinden geçen ayaklar sebebiyle sanki cilalanan taşlar, sokak ortasına doğru meyil verilerek döşenir, böylece sokağın ortasında açık bir dere, bir ark teşkil edilmiş olurdu. Çürük su çeşmelerinin ortadan çekilmesiyle bu çocukluk çağı nehirleri de kurumuş oldu. Üzerinde, mahalle çocuklarının yüzdürdüğü kâğıt gemiler karanlık diyarların sakin limanlarına çekildiler. Elbette, üzerlerindeki yükle, o paha biçilmez çocukluk hatıralarıyla.”
“Parke taşla kaplıydı yüzeyi, tek tük motorlu taşıt dışında bu uzun ve hiç bitmeyen ve binlerce kilometre uzayan yolun gerçek sahipleri paytonlardı. Karamanlılar ona “körük arabası”, “körüklü araba” veya “yaylı araba” derlerdi. İstasyona müşteri taşırlar ve her gün ikindi vakti gelen treni karşılarlardı. Atların dışkıları bütün yola yayılır ve o çevreye daha da pitoresk bir hava kazandırırdı.”
“İstasyonun bahçesi ünlüydü. Sert bir bekçisi vardı. Yüzü hiç gülmeyen, fakat oradaki bütün çiçekleri tanıyan, onlarla konuşan bir insandı. Çim alanların üstünde çimlere basmayın levhaları vardı ve bu yasağa kesinlikle uymak gerekirdi. Pazar günleri şehirlinin bir bölümü buraya pikniğe gelirdi. Bekçinin işi o günler zor olurdu. Anasının avutamadığı bir sürü velet çimlere basmaktan ve bekçiyi çileden çıkarmaktan ayrı bir keyif duyardı.”
Ahmet Haşim’in Gözüyle Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Bir yazarın gözünden başka bir yazarı okumak çok değerlidir. Bakış açısı, gözlem gücü, yazarlığına yüklediği anlam gibi birçok detay farklı bir bakış açısını da kazanmamıza olanaklar sağlar. Ahmet Haşim’in Gözüyle Yakup Kadri Karaosmanoğlu yazısında Sema Uğurcan, böyle bir yaklaşımı sunuyor bizlere.
“1922 yılı Haşim’in Yakup Kadri’nin edebiyat görüşlerinden bahsettiği yıldır. 5 Nisan 1922’de Dergâh’a yazdığı bir yazıda, Yakup Kadri’nin imlasında bile şiiriyet bulunduğunu söyler. Böylece onun sanatına güvendiğini belirtmiş olur. Ahmet Haşim Yakup Kadri’nin eserlerinden bahsederken, fizyonomisinden de söz edecektir. Haşim’in Yakup Kadri hakkında Nur Baba romanı ile ilgili “Yakup Kadri” yazısını Gurabahâne-i Laklakan kitabına da alır (1928). Akşam’da 9 Mayıs 1922’de çıkan yazının üslubu, Erenlerin Bağından kitabının söyleyiş tarzına benzemektedir. Roman hakkında ilk yazılardan biri olan Nur Baba fıkrasında, kitaptan çok yazarından söz eder. Haşim, Yakup Kadri’nin otuz beşi geçen nesilden olduğunu, Türk edebiyatının onu yetiştirmekle şan-şeref bulduğunu söyler.”
“1 Ağustos 1930’da Kâzım Sevinç; Haşim, Yakup Kadri, Avram Galanti ve sonra gelen Fazıl Ahmet ile röportaj yapar. Bu röportaja göre iki dost Kınalıada’da Şahap Otel’de dinlenmektedir. Kâzım Sevinç’in sorularına birlikte cevap verirler. Büyük harpten sonra şiirin düşme gösterip göstermediğine dair soruya, Haşim “İçine girdiğimiz âlem her şeyi yeniden yaptığı gibi edebiyatı da yapıyor.” diye cevap verir. Nâzım Hikmet’in Zekeriya Sertel ile birlikte Resimli Ay’da yürüttüğü ‘Putları Yıkıyoruz’ kampanyasından7 sonra yapılan bu mülakatta ikisi de kendilerine cephe alan Nâzım Hikmet’e karşı “Aynı Şair Hakkında” makalesindeki gibi müsamahakâr değillerdir. Haşim, edebiyatta yeni olan Nâzım Hikmet’in Mayakovski’nin etkisi altında kaldığından bahseder.”
Türk Şiiri Soruşturması
Türk Edebiyatı’nda Türk Şiiri Soruşturması bu sayıda da devam ediyor. Şairler; “Türk şiirinin istikametini nasıl görüyorsunuz, bu istikamet dahlinde şiirinizin menzilinde ne bulunuyor?” sorusunu cevaplıyor.
A.Samet Atılgan
“Türk şiiri, takip edebildiğimiz dönemlerden beri bir istikamet çizmede söz sahibi bir şiir olmuştur. Yanı sıra, Türk toplumunun alacağı şekli, ilerleyeceği yolu önceden görmüş ve tayin edebilmiştir. Ben bu durumu, en başta şiirimizin özünde bulunan dirençli, disiplini elden bırakmayan çoğulcu şeklî yanına ve her türlü evrensel temayı kendi ruhu içinde eritebilmesine bağlıyorum. Türk şiirinin, bu her şeyden bir adım önde gitme hâlinin artan bireyselleşmeye rağmen günümüzde de geçerliliğini sürdürdüğünü düşünüyorum.”
Kaan Eminoğlu
Günümüz Türk şiiri arayışlar içerisinde kaybolmuş, söylem gücünü artırırken söylem değerini azaltmış, yeri tayin edilemeyen bir menzilde hapsolmuş durumda. Biz genç kuşak şairler de bu dar boğazdan bir çıkış noktası arıyoruz. Geçmişte bir kanaat önderi olan şairin en etkili enstrümanı olan şiir bugün için toplumdan soyutlanmış, cüzzamlılar adasına “sağlıklı” insanlar arasında yeri olmadığı için terk edilmiş bir hastalık olarak varlığını sürdürüyor. Bu hastalığın taşıyıcıları birbirlerini tanıyor, birbirlerini kabul ediyor ama bu sosyalleşme ancak hastalıklı insanlar arasında var olabiliyor.
Süreyya Altunkara
Türkçe şiir, Türkiye şiiri, Türkiyeli şair, Türkiye edebiyatı safsatalarına değinmenin hiçbir veçheye bir şey kazandıracağına kanaatim yok. Bilakis şiirin, şiir oluşuyla bunlara galebe çaldığına inanıyorum. Böyle meselelerin çatışma doğuracağını ve şiire, edebiyata yapıcı bir eleştiri getireceğini sorgusuz kabul edenlerin ne yapmaya çalıştığını bilmiyorum. Bilmiyorum dediğime bakmayın, konuşmaya tenezzül etmek içimden gelmiyor. Dedikodu veya münferit sızlanmalar halinde ilerleyen bu olguların her dönem olduğunu, sonra saman alevi gibi sönmeye mecbur olan şeyler olduğunu unutmamak gerekir.
Sevgi Yeneroğlu
Gelenekten ilham almayan bir şairin geleceğe de bir iz bırakamayacağı ortadadır. Bu anlamda klasik ve modern şiirin kendine has imge ve kurallarını günümüz şairi çok iyi bilmeli, hem bu yoldan geçmiş şairleri ve hâlihazırda yaşayan ustaları okumalı hem de kendi çağdaşı olan şairleri iyi takip etmelidir. Türk şiirinin istikamet çizgisinde yer alabilmek için ve bir menzil ufku olabilmesi için şaire düşen bana göre budur. Geleceğe kalacak olan şiiri ve şairi zaman ve okur belirleyecektir. Üstad Necip Fazıl’ın Çile şiirinde “Ver cüceye onun olsun şairlik / Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta” dediği hakikat, esas menzildir benim için.
Türk Edebiyatı’ndan Bir Hikâye
Buket Uçar – Trende
Baba… Dört harf… Her harf kanca, büyük sancı içimde… Bu kendini tekrar eden iki hece ömrümün her gününü heder etmeye yetti. Her içimi çektiğimde, dikenlerini bir bir geçirdi bedenime harfler. Hece hece… “Baban öldü.”
“Sadece son nefesini verince mi ölür babalar, ölüp ölüp dirilir mi yoksa? Trendeyim. Trene ilk babamla binmek isterdim. Bedenimde hiçbir tepki yok. Ruhum ürperip bedenimin tüylerini itelemedi, gözlerimi yuvalarında delirtmedi bu ses. Yeni ölmüş bir aktörün gün boyunca ekranlarda gösterilecek filmleri gibi sahneler zihnimde sıraya girdi. İteledim. Silkeledim zihnimi, un ufak oldu içim. Yenemedim. İstemediğim bir gösteriye mahkûm ettim kendimi.”
“Telefonda duyduğum ses, kızının sesiydi. “Babam” demiyorduk hiçbirimiz. Hepimize babalık etmişti ama sahiplenmeye gelince birbirimize atıyorduk bu dört harflik yükü, taşımak için hiçbirimiz çaba sarf etmiyorduk. Sesi tepkisizdi. Yerinden kaldırılamayacak taş ağırlığı vardı, yas tutacak göz yoktu sesinde. Bir görevi yerine getirmenin mecburiyeti, bir kız evlat olmanın mahcubiyetiyle yüklüydü sesi.”
“Trendeyim. Babam bu gece gerçekten ölmüş. Bir çocuk için için ağlıyor içimde. İçimden kötürüm sözcüklerle şairini delirten şiirler taşıyor. Trene ikinci binişim. Baba, dedim içimi çeke çeke. İçim delindi. İçimden kaydı harfler. Harfler trenin altından geçti, rayların üstünden. İlk kez babamı öldürdüğümde binmiştim trene, bir de babam öldüğünde. Şimdi…”
Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
Baba Veysel, uyan da bak şu hâle,
Sadık yârin neler etti, gör beni.
Senelerdir tepesinde götürdü,
Kalburunda eler etti, gör beni.
Avcı oldu şahinine, bazına,
Erzincan’da cilve yaptı sazına,
Adana’da mezar Avşar kızına,
Marmara’da heder etti, gör beni.
Esat Kabaklı
güneşin batış yönünde kaleler düşürdüm kılıcımla
dönüp bakmadım düşen kalelere
dönüp bakmadım uçurduğum kellelere
gündoğumundan günbatısına gittim
başka kalelere başka kellelere
heybemde bir kızıl elma kaldı
atımın sağrısında pişirdim rüyalarımı
Suavi Kemal Yazgıç
Hayat uzun bir masal
Ömür: Sararmış yaprak.
Bir sayfadır gam keder;
Keşke bir masal olsak.
Masal olup yaşamak,
Hakikatte zulümdür.
Her gün yeniden doğmak,
En dehşetli ölümdür.
Esmer Hüseyinhan
Mahalle Mektebi; Sayı:72
Mahalle Mektebi’nin 72. sayısı her zamanki gibi öykü ile açsa da sayfalarını dergiyi birçok yönden özel kılan özellikleri var. Dergilerin öykü ve şiire boğulduğu bir ortamda Mahalle Mektebi, düşünce yazıları ve denemelerle edebiyatın yanına düşünceyi de koyarak okuyucularına bu mahallenin farklı olduğunu gösteriyor. Altyapısı ve kaynağı sağlam yazıları dergilerde daha çok görmek isteriz. Mahalle Mektebi, bu anlamda örnek olmaya devam ediyor.
Dergiden yapacağım ilk paylaşım Seyfullah Akkuzu’nun Hakikat Krizi yazısından olacak. Yaşadığımız çağda hakikat krizinden bahsedebilmek için öncelikle hakikatin olması gerekir. Her şeyin üzerini örten bu bilinç kırığı çağ, hakikatle olan mesafemizin arasını açmaya devam ediyor. Akkuzu insandan kaynaklanan bilinç kaymasının hakikate olan etkisini de ele alıyor yazıda.
“Bir hakikat krizinden bahsedebilmek için güçlü bir iletişim ve yakınlaşma ortamını her alanda açık seçik fark edebilmemiz lazım. Aksine gözle görülür bir şekilde iletişimsizlik ve yalnızlık hızla yayılıyor. Modern insanla iletişim kurulamıyor. Modern insan sadece kendisiyle meşguliyet içinde. “Toplumun artan atomizasyonu ve narsistleşmesi, bizi ötekinin sesine sağırlaştırır. Aynı zamanda empati kaybına da yol açar.”
“Yeniden, gerçekten bir hakikat krizinden bahsedeceksek bunun bütün oluşumlarını önce insanda ve toplumda bu ihtiyacın -hakikate duyulan ihtiyacın- hasıl olmasını beklemek gerekecek. Hakikate kör ve sağır kalındıkça insan için yaptığı ve yapacağı bütün işler boş ve beyhude bir çabadan öteye geçmeyecek.”
Sosyal Medyanın Sahte Yüzü
Nafiye Yüksel, insanların günahlarının farkında olma halinden bahsediyor yazısında. Peki bu farkındalık Müslüman için ne ifade ediyor? Hıristiyanlar günah çıkarak bu rahatlığı yakalıyor. Müslümanlar da sosyal medyada çakma isimlerle günahlarını itiraf ederek hafifliyorlar. Nereye kadar bu rahatlama…
“Kişi kendi ismini gizleyerek başından geçen bir durumu itiraf etme pozisyonuna geçtiğinde özne olma statüsünden uzaklaşır. Haliyle bu durum için sahte bir rahatlama tanımı rahatlıkla yapılabilir. Üstelik anlattıkları olayların altında onları destekleyen görünmez bir “azizler birliği” oluşturarak sözde onların acılarını ve günahlarını paylaşmaya hazır bir kitleyi de çevrelerinde toplarlar.”
“Bir yerme ibaresi olmadan kiliselerdeki çarmıha gerilmiş İsa tablolarının bile günahı daima hatırda tuttuğunu anlayabilir ve dolayısıyla Hristiyanlıkta günahı aşikâr etmenin önemini anlayabiliriz. Bu sebeple sosyal medya için modern günah itiraf etme mecrası ismini verdik. Henüz özne olmanın kıymeti anlaşılmadan itirafın rahatlaması da âtıl kalmış olacaktır.”
İyilik ve Kötülük
İyilik varsa kötülük de var. Tek başına yaşam şansı yok iyiliğin. Kötülükle hemhal oldukça anlam kazanır iyilik. Zeynep Şakar, iyilik ve kötülük üzerindeki çizginin tam ortasında durarak bakıyor iki kavrama da. İyilik ve kötülüğün psikolojik yönü ayrıntılı olarak işleniyor yazıda.
“Duygular: Psikoloji, duyguların da iyilik ve kötülük kavramlarına etkisini vurgular. İnsanların duyguları, davranışlarını ve tepkilerini etkiler. Örneğin, sevgi, merhamet ve cömertlik gibi pozitif duygular, insanların iyilik olarak değerlendirdiği davranışlara yol açabilir. Ancak, öfke, nefret ve kıskançlık gibi negatif duygular, insanları kötü davranışlara yönlendirebilir.”
“Bireysel farklılıklar: Psikoloji, insanların bireysel farklılıklarının da iyilik ve kötülük kavramlarına etkisini ele alır. İnsanlar, farklı kişilik özelliklerine, deneyimlere, inançlara ve değerlere sahiptir. Bu bireysel farklılıklar, insanların iyilik veya kötülük olarak değerlendirdiği davranışlarda farklılıklar yaratabilir. Örneğin, bazı insanlar doğuştan yardımsever ve empatik olabilirken, bazıları daha bencil veya duyarsız olabilir, bu da davranışlarını etkiler.”
Müslüman Şehrinin Kavram Atlası
“Müslüman Şehri” diye bir kavram var. İbni Haldun’dan tutun da Turgut Cansever’e kadar defalarca tekrarlanmış ve medeniyetin bir parçası olarak görülmüş bu yaşam alanları hakkıyla kurulmuş olsaydı insanca yaşamanın da evresini tamamlamış olacaktık. Hacer Yeğin hem Müslüman duyarlılığıyla hem de mesleki olarak bu konulara kafa yoran isimlerden. Dergide Müslüman Şehrinin Kavram Atlası isimli yazısında maddeler halinde sıralıyor İslam mimarisinin yapı taşlarını. Birkaç maddeyi buraya alıyorum.
“İslâm mimarisi, tevhid ve hakikat üzerinde yükselir. Bunu cüz-küll ilişkisi içerisinde tepeden tırnağa, en küçük tezyinat unsurlarından abidevi yapılara kadar her temsilde görürürüz.”
“Yöneticilerin halkla sürekli irtibat hâlinde olması, toplumsal krizlerin de önüne geçmiştir. Yatay mimari formlar yoluyla yoksulluğa karşı tampon mekanizmalar oluşturmuşlardır.”
“İslâm şehri, insanın; evini, çevresini ve bir bütün olarak hayatını imar etme görevini ifa etmesine olanak sağlar. Dolayısıyla insanı, iradesi elinden alınmış bir konu mankeni olmaktan çıkarır. Aktif bir fail hâline getirir ve bu sayede bir estetik anlayış kazanmasını da sağlar.”
İstanbul’a Kubbe Olarak Taşan Şiir
İstanbul’a kubbelerden bakıyor Elif Can. Camiler her hali ile İstanbul’un ev sahibi gibi karşılıyor şehre gelenleri. Her cami bir tarihtir ve kendine has hikâyelerle göğe yükselir kubbeler.
“Camiler şehrin şifasını hissedebileceğimiz öncelikli mekânlardır. Yerin yüzünde kaynayan kalabalığa karşı onların gökyüzüne uzanan suskunlukları, idrakimiz için itikâf halidir. Bu kudret goncası yapılar âlemden rabbe varışı tembihleyen tefekkür nişaneleri ile doludur. Mekânın akıl ve erdem mekanizması olarak nasıl inşa edilebileceğini, samimi bir hizmet ile nasıl hadim olunabileceğini, nizamı âlemde yeryüzünün hamisi olmanın nasıl edebi unsur haline getirilebileceğini bizlere öğretirler.”
“Koca Sinan’ın mekân lügati olarak Süleymaniye camiini incelediğimizde kelimelerin göklülüğünün yeri imar ettiğini görürüz. Öyle ki bizler varlık medeniyetinin çocukları olarak madde ile mananın istişaresini bu gibi yapılarımız aracılığıyla okuruz. Bu açıdan Süleymaniye camiinden kavramların kökenlerine doğru ikra ifadesini idrak etme yolculuğuna çıkarız.”
“Kadim gölgesiyle Ayasofya Camii ise Sultanahmet’i seyreyleyen letafetiyle gönüllerimize fethin mührünü sürer. Kuş fısıltıları ve turuncunun samimiyeti Ayasofya’da bizleri karşılar. Fethin miladı olduğu gibi istikbalimizin de ayinesi olarak bu cami için İstanbul’un göbeklitepesidir desek yanılmış olmayız. Asırları aşkın bilginin, misalin, ilmin, hikâyenin katmanlaştığı Ayasofya çağa karşın çağın üzerinde bir duruş sergiler.”
Ahmet Haşim’in İzinden Frankfurt Seyahati
Mehmet Kahraman, Frankfurt’ta geçirdiği üç günü Ahmet Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi’nin rehberliğinde tamamlıyor. Haşim’in bu kitabındaki anlatımı bir şairin şehre bakışını da gösteriyor bizlere. Kahraman da bir öykücü hassasiyetiyle adımlıyor şehri.
“Ahmet Haşim yolculuğuna bir sonbahar gecesinde, vapurla başlar. Benim seyahatim ise bir ilkbahar sabahında uçakla başladı. Ankara’dan kalkan uçağım öğle saatlerinde Frankfurt’a vardı. Havalimanı iki terminalli, büyük bir havalimanıydı ve çok kalabalıktı. Dil bilmediğim için tedirgin olsam da kapıda beni alacak birinin olduğunu bilmek güven veriyordu. Pasaport kontrol ve bagaj işlemlerinden sonra akıntıyı takip ederek dışarı çıktım. Arkadaşım beni almak için kapıda bekliyordu. Selamlaşıp kucaklaştıktan sonra arabaya bindik ve şehre doğru yola çıktık.”
“Frankfurt’u rahatlatan ve güzelleştiren en önemli unsur Main nehridir. Bir şehirden nehir geçer de orası güzelleşmez mi? Almanya’nın neredeyse bütün şehirlerinden nehirler geçmektedir.”
“Ahmet Haşim’in dikkatini çeken bir diğer şey de dilencilerdir. “Frankfurt caddelerinde en çok garibime giden insan, dilencisi olmuştur. Bu dilenci, temiz gömlek ve yakası, lekesiz elbisesi, ütülenmiş beyaz mendiliyle iyi bir kahvaltıdan sonra sigarasını yakarak, sabahın neş’eli kalabalığı içinde işine giden herhangi bir efendiye benzer.” Frankfurt’ta bildiğimiz şekliyle dilenciyle karşılamadım. Hiç el uzatan insan görmedim. Bugün sokak sanatçısı denen insanlar var daha çok.”
Taleb Alrefai ile “Kaptan” Romanı Işığında…
Kuveytli yazar Taleb Alrefai ile yazarlık serüveni, eserleri, çalışmaları gibi konuların işlendiği bir söyleşi yer alıyor dergide. Kısa öykü ve Kuveyt edebiyatı üzerine önemli notlar var söyleşide. Alrefai’nin Kaptan romanına da özel olarak değiniliyor. Söyleşinin soruları Zeynep Arslan’dan.
“Size öyküye vurgun olduğumu söylemiştim. Oysa roman önünde ne var ne yoksa her şeyi sürüp atan bir buldozerdir. Ben de bunun önüne geçmek için 2015’te Almultaqa Arapça Kısa Öykü Ödülü’nü kurdum, şimdilerdeyse Ortadoğu Amerikan Üniversitesi’nin sponsorluğunda yürütülmekte. Özellikle ödülü kazanan tüm eserlerin pek çok dile tercüme edilmesiyle Arap dünyasında en önemli kısa öykü ödülü olarak görülmeye başlandı.”
“Tüm kurmaca metinlerin katmanlardan oluştuğu muhakkak. Okumaya dıştan/görünen katmandan başlanır. Her okurun anlayışı, hayat tecrübesi nispetince kendi has yorumlayışıyla farklı katmandan devam edilir. Okuma adedince var olan yorumlara açıklama yapacak olursa keza bu en-Necdi’nin anlatısı- evet, metinde simgeler var, ve evet, Kuveyt’in şimdiki zamanı ile geçmişi arasında bir ilişki var.”
Yakın Okumalar
Bu sayı yakın okumaların konukları; Emin Gürdamur, Sema Bayar ve Sıddık Yurtsever. Yeni çıkan kitaplar üzerine gerçekleştirilen bu söyleşiler, yazarların yeni çalışmalarını tanıtmaları anlamında oldukça önemli bir yere sahip. Emin Gürdamur söyleşisinden paylaşımlar yapacağım. Gürdamur, Mehmet Kahraman’ın sorularını cevaplamış. Âşık Sultan Kör Talih isimli kitap merkezli sorular var söyleşide.
“Günümüz insanı için de tarihin herhangi bir döneminde yaşayan insan için de Tanrı kaçınılmazdır. Bizler dünyaya sürgünle geldik. Büyük hikâyemiz böyle başlıyor. Bu bakımdan kadın erkek, genç yaşlı, mutlu mutsuz, hepimiz tutunacak bir dal ararız. Bu sürgün bizi Tanrı’ya yazgılı hâle getiriyor. Cioran, bütünüyle yalnız kaldığında insanın bir tür sınıra temas ettiğini, bu sınırın ise Tanrı olduğunu söyler. Tanrı’yla iletişimimiz sadece yakarırken değil, O’ndan kaçarken de devam eder.”
“Aşk insanın hem cenneti hem cehennemi. Ve sanırım bazen aynı anda her ikisi. Her şeyi insanın elinden alan, sonra bir daha asla vermeyen bir canavardan bahsediyoruz. Aşk teslim alır. Diz çöktürür. Kuralları yerle bir eder. Böyle güçlü bir çarpılmaya muhatap olan insan, daha sonra bu çarpılmadan mahrum kalınca asıl ikinci çarpılmayı yaşar. Çünkü aşk kadar aşkın herhangi bir şekilde nihayete ermesi de ölümcüldür.”
“Aslında bizler farkında olarak veya olmayarak, daima yeniden yazarız. Şu gelimli gidimli dünyada anlatılmamış bir hikâye kalmış olabilir mi? Sanmıyorum. Biz özgürce öyküler yazarken de ister istemez, insanın bildik hâllerini tekrar ederiz.”
Çarpıcı Bir Distopya: Para Dağıtan Adam
Bir yıl oldu Mevlana İdris aramızdan ayrılalı. Ardında bıraktığı eserlerinin tümü 7’den 70’e herkesin kalbine dokunacak bir etkiye sahip. Bilincini kuşanarak eserler ortaya koyan bir kalem erbabı idi Mevlana İdris. Zeynep Odabaş, Para Dağıtan Adam kitabını ele almış yazısında. Rahmet dileklerimizi bir kez iletmemize vesile oldu bu yazı.
“Geçtiğimiz yıl ansızın aramızdan ayrılan, geride onlarca çocuk kitabı bırakmış olan, sevilen yazar Mevlana İdris’in birbirinden güzel, hayal gücümüzü şahlandıran birçok hikâyesi var. Yazar kendine has üslubuyla yazdığı hikâyelerinin içine ironiyle beraber derin mesajlar yüklüyor. Bunlardan biri, belki de en dikkat çekici olanı Para Dağıtan Adam; çocuk, genç, yetişkin her yaştan insanı derin bir tefekküre çağıran kıymetli bir eser. Kitap bir gün şehre esrarengiz bir adamın gelmesi ve günler sonra dışarı çıkıp insanları gözlemlemesiyle başlıyor.”
“Yokluk varlığa işarettir. Kitapta çizilen dünya ve bir devlet düzenin yokluğu bizi var olan her türlü imkânımız için şükretmeye sevk eder. Fırına gidip kızarmış bir ekmek almak, hastalanınca doktora gidebilmek, çocukları okula göndermek, alışverişe çıkıp üzerine kıyafet ya da evine göre tasarlanmış eşyalardan seçebilmek gibi bizim için sıradanlaşan eylemler aslında ne büyük nimet ve kolaylıktır.”
“Vazgeçtiğimiz her şeyin yerini kalbimizde bir başkası dolduracak. Ama biz o sağır adam kadar cesur olabilecek miyiz? Yaptığımız işi dünyaya değer katmak, kendi biricikliğimizi yansıtmak için yapabilecek miyiz? Yoksa bir gölge gibi yaşamaya devam mı edeceğiz?”
Gassan Kenefâni
Filistin direnişin sembol isimlerden olan Gassan Kenefâni’yi anlatıyor Peren Birsaygılı Mut. Loras Yayınları arasından çıkan dört kitabını konu edinerek Gassan’ın kısa ama mücadele dolu hayatından kesitler sunuyor Mut.
“1954 senesinde Şam Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı bölümünden atılmasının ardından resmi olarak Filistin ulusal hareketine katılan Gassan Kenefâni, ilk öykülerini de bu esnada yazmaya başlamıştı. Halkının yaşadığı trajediyi anlatma konusunda büyük bir sanatsal dehaya sahipti. Filistinlilerin günlük hayatta ve sürgünde yaşadığı her şeyi hikâye şeklinde yazıyordu. Filistin’den başka vatanı olmayan ancak toprakları elinden alınan bir halka ait her şey onun kaleminden dökülüyordu sayfalara.”
“Vatanı Filistin. Kadınları, erkekleri, çocukları ve yaşlılarıyla, taşıyla toprağıyla, deniziyle meyve bahçeleriyle her şeyin merkezindeydi onun için. Yazmak, ona göre Filistin’in özgürlük mücadelesinin en önemli parçasıydı. Bu yüzden çok fazla yazıyor ve aynı şekilde de okuyordu. Başladığı bir kitabı sonra okumak için öylece bırakmaz, saat kaç olursa olsun bitirene kadar mutlaka okurdu. Birçok arkadaşı bu özelliklerine tanıklık eder, okumak ve yazmak için bu kadar vakti nereden bulduğuna şaşırırlardı.”
“Yazmanın bir yaşam tarzı olduğunu göstermişti bize aslında Gassan Kenefâni. Yarattığı karakterler ile direnişin tüm insani tarafını gözler önüne sermişti. 36 senelik kısa ömrüne 18 kitap ve yüzlerce makale sığdırdı. Kitapları, 20 dile çevrildi ve Latin Amerika’dan, Çin’e, Avrupa’dan Rusya’ya ya da Afrika’ya, dünya halkları Filistin’de yaşanan büyük dramı onun ondan öğrendi.”
Mahalle Mektebi’nden Öyküler
Abdullah İpek – Acı Bir Tesadüf
“Yoğun ve yorucu geçen günün sonunda çıkmak üzereyken kapım çalındı. Buyurun dememe kalmadan kır saçlı, düzgün giyimli bir adam girdi içeri. Daha önce görmüş gibiydim ama nerede. Hafızamı yokladım, yok çıkaramadım. Normalde randevu sistemine göre son hastam az önce çıkıp gitmişti. Başka hastam yoktu. Yanlış geldiniz galiba, diye sorduysam da usulca sandalyeye ilişti, inci gibi parlayan dişlerinin arasından belli belirsiz bir merhaba sözcüğü çıktı. Göz göze geldik. Masmaviydi.”
“Ablamdan bahsediyordu. Güney dediği yer bizim şehrimizdi. Annemi, babamı, beni evimizin bir ferdiymiş gibi tanıyor ve anlatıyordu. Hayal meyal hatırlıyorum şimdi. O yaz epey hareketli geçmişti. Babamın ameliyatı, evimizin susmayan telefonu, annemin yakarışları, ablamın sessiz sessiz ağlamaları, kapımıza kadar gelip huzurumuzu bozan o çocuk… Meğer hepsinin sebebi bu adammış.”
“Defteri kapattım, yüzüğü aldım, ayaklandım. Defterin arasından eskimiş bir saman kâğıdı düştü. Ablamın ismi çarptı gözüme. Ders notlarının arasına el yazısıyla “Neslişah” yazılmış. Ablamın yazısıydı. Emanetlerini benim omuzlarıma bırakmıştı. Ne yapmalıydım, ablama söylemeli miyim yoksa bunu ondan saklamalı mıydım? Kararsızdım. Bütün gece bunu düşündüm. Sabah herkesten önce kalktım, defteri, yüzüğü, kâğıdı olduğu gibi ablamın odasına bıraktım. Usulca kapıdan çıktım, hastaneye yürüdüm…”
Özay Erdem – Otuz Dört Dakika
“İlk birkaç gün her şey yolunda gitti apartmanda. Tek fark suyun daha tazyikli akmasıydı. Fakat o gece lavaboya kalkan eski yönetici Gülbin Hanım ummadığı bir durumla karşılaştı. Uykulu gözlerle banyodaki lavabosunu bir süre ayakta seyretti. Birkaç saniye aralıklarla düşüyordu damla. Bunun üzerine musluk bataryasını belki faydası olur düşüncesiyle üst üste açıp kapattı. Ancak damla muntazam aralıklarla düşmeyi sürdürünce yatağına geri döndü.”
“Üst katlarda oturan sakinler bu kez ağırbaşlı emojiler ekleyerek teşekkür ettiler. Gülbin Hanım hiç istemese de verilen numarayı aradı. Ama ustanın söylediği fiyatı çok buldu. Durup dururken yok yere masraf çıkacaktı. Hem banyo lavabosunu saymazsa, damlatıyordu sadece, musluk bataryaları iyi durumdaydı. Basınç düşürücü taktırmaya gerek yoktu. Sonra kendisi gibi düşünen sakinlerle birlikte ayrı bir grup kurdu telefonda. Direkt olmasa da Seciye Hanım’ı eleştirdi. Söz konusu muslukların çok eski olduğu için patladığını belirten mesajlar yazdı ve her birinin sonuna menekşe emojisi bıraktı.”
Torunu geldi birkaç gün sonra. Ne zamandır ortalarda yoktu. Tedirgin oldu. Musluğun tamir edildiğini görünce mutlaka darılacaktı kendisine. Yemek için ellerini yıkamaya geçince seslendi yaşlı kadına. “İşten ayrıldım babaanne. Bana göre değildi zaten. İyi bile dayandım. Her gün eve ıslak gelmekten bıkmıştım. Bir de üstüne ustadan bir kamyon fırça.”
Hande İkbal – Vişne Ağacının Kirazı
“Nesrin teyze hakkında türlü dedikodu dönerdi kadınlar arasında. Hem çok kıskanılır hem çok imrenilirdi. Beyaz işi perdeleri, dantelleri, ahşap oymalı kadife koltukları… Kendi nahifliğinde akan bir nehir gibi berrak ve vakurdu. Asil duruşu zarif boynunu süsleyen inci kolyesiyle mi yarışırdı yoksa dokuz yaşının Nihal’i ben mi bu kadar etkilenirdim bilmem. Tek bildiğim bu aile, mahallenin gözdesiydi.”
“Bu kadın, sanki hayatı boyunca kimselere zarar vermemek için havada salınan buhar. Tutunmak için toprağa değil de başka bir ağacın gövdesine aşılanmış budak. Sitemi içinde saklı kursakta kalmış heves. Bugün olmuş hâlâ tut kaldıralım diyor. Tutuyoruz bir hayaletin kollarından; kaldırıp hayalde kirini, tozunu silkeliyoruz. Ama çıkmıyor. Kan asla çıkmıyor. Yaşam ve ölüm, suya karışan mürekkep gibi ayrışması güç bir toplam.”
“Otlar bastı güzelim evin bahçesini günden güne. Panjurlar açılmadı bir daha. Beyaz işi perdeler sarardı, epridi zamanla. Kadife koltuklar tozdan renk attı. Ahlı ev, çürümeye bıraktı kedini. Naira’yı götürdükleri ruh ve sinir hastanesi koridorlarının ağır havası var şimdi yalnızca.”
Mahalle Mektebi’inden Şiirler
Araf vardır
Adı çok yakışmıştır
Bir çeşit bekleme salonudur
Cehennem vardır
Pek sevimli bulunmaz
Ama misafirler odun filan da getirirler
Cehennemin yedi kapısı vardır, burası önemlidir
İnmek pek çaba gerektirmez, gelişine inilir.
Ömer Korkmaz
Eşiğinden geçiyorsun her gün tanıdık seslerin
Sarsıyor kıyafetini rüzgarlar
Kimsenin ritmi değil oysa ki kapıldığın
Ağrıtacak durmadan şakaklarını fısıltılar
Cihad Demir
Bu bir cenk havası değil bir kulak çınlaması
Son boğaz ağrısından hatıra kaldı bana
Suçmuş cereyan etmek pencereden kapıya
Az biraz beyaz kalmalı gömleğimin yakası
Abit Çelik
Sanma ki metropol de kuyu yok
Sen yaralarsın şehri tam ortasından
Ama bil bakalım ne eksik?
Buralar hep filtreli güzel
Metropoller hep Yusuf savar
Rukiye Gülbay
çürük bakışlar çekilmeli üzerimden
tiksindirici cümlelerden uzak durmalıyım
seher vaktiyle ıssızlaşan kalbimi,
şehirlerden ayırmalı
ya da konuşturup çağdaş bir uykuya yatırmalıyım
yeri geldiğinde reddedip kendimi
sıkılan bir yumruk kadar eh!
çatılan kaş kadar merhametli,
hızlı adımlar kadar durgun
yahudi lobisi kadar var olmalıyım
Derviş Ali Büyükkartal