Karabatak’tan Ebû Eyyûb el-Ensârî Dosyası

Karabatak dergisi, yolumuzu aydınlatan manevi dinamikleri her sayı dosya konusu yaparak edebiyatın gündemine getirmeye devam ediyor. Tanımak, anlamak, anlatmak gibi birçok işlevi ayrıntılı olarak yerine getiren dergi, titiz bir çalışma ile ele alınan kişi ya da konuyu tüm detaylarıyla okuyucularına sunuyor. 69. sayıda; “Anadolu’nun Manevi Sultanı Ebû Eyyûb el-Ensârî” dosyası hazırlanmış.

A.Ali Ural’ın Giriş Yazısından…

“Türkler, Eyüp Sultan adını vererek ona Anadolu’nun manevi sultanının kim olduğunu bütün dünyaya ilan ettiler. Bu toprakların hangi değerlerle vatan olduğunu kurt kuş herkes öğrensin istediler. Osmanlı padişahlarının kılıç kuşanma merasimini Eyüp Sultan Türbesi’nde yapmaları sadece muhabbetin değil o muhabbetin dönüştürücü gücünün de işaretidir. Türkler ellerindeki kılıcın Hz. Peygamber’in kılıcı olduğunun bilinciyle savaşlarını diriltici ve dönüştürücü bir insanlık eylemi kılarak yeryüzünde adaleti tesis ettiler. Doğduğunda bebeklerini, sünnet olduğunda çocuklarını, evlendiklerinde gelinlerini, yakınları öldüğünde cenazelerini Eyüp Sultan’a getirdiler. Aşk olsun Türklere! Aşk olsun Eyüp Sultan’a!”

Dosyadan Yazılar

D. Mehmet Doğan- Büyük Fetih ve Eyüp Sultan

“Akşemseddin’in Ebu Eyyub el Ensari’nin kabrini keşfetmesi, muhasaranın en önemli ve kayda değer hadiselerindendir. Kaynaklara göre, Akşemseddin Sultan Mehmed’in arzusu üzerine, Eyüp Sultan’ın kabrini keşfetmiş, bu da askerin maneviyatı üzerinde çok müspet tesir uyandırmıştır. Bu sonucu tabii görüyoruz. Toprakta gömülü olduğu bilinen fetih mesajı, Ebu Eyyub’un kabrinin bulunmasıyla âdeta somutlaşmıştır. Akşemseddin’in buluşu soyutu somutlaştırmıştır, görünür hâle getirmiştir. Yine rivayete göre Genç Sultan, muhasaranın uzaması, fethin gecikmesi karşısında Akşemseddin’e gelerek, tabşirini açıklığa kavuşturmasını ister. Hatta gün ve saat olarak fethin oluş vaktini bildirmesini talep eder. Akşemseddin gün ve saat verir. Heyecanlı padişah, o gün ve saatte bulunduğu yerde sonuca ulaşılmadığı için Akşemseddin’i bulur. Akşeyh namaz kılmaktadır. Genç Sultan Akşemseddin’e fetih vakti ile ilgili soruyu sormadan askerler, surların aşıldığını, bir kısım kuvvetlerin İstanbul’a girdiklerini haber verir.”

Prof. Dr. Sadettin Ökten – Bir Semtin Kimliği Üzerine: Eyüpsultan

“Eyüp Sultan’da mezarlıklar da var, türbe sanki bunların merkezi, odak noktası gibi. Semtin ilk oluşmaya başladığı eski yüzyıllarda insanlar öldükleri zaman buraya gömülmeyi vasiyet etmişler. Burada yatan büyük manevi önderin yakınına gömülmek onlar için ölümün soğukluğunu gideren bir vesile olmuş. Ahiret uykularında Eyüp Sultan ile komşu olmak istemişler ve bu sebeple burası giderek büyüyen ve itibar kazanan bir mezarlıklar bütünü hâline gelmiş. Bu saygınlık ve rağbet, ölümü o dönemlerin anlayışına benzer biçimde değerlendiren günümüzün bazı sosyal kesimleri arasında hâlen devam etmektedir. Bazı insanlara göre Eyüp Sultan Mezarlığı, ahiret yolculuğunun başlangıcı olan kabir hayatı için nerede ise vazgeçilmez bir özlemdir. Duyulara dayalı yalın biz gözlem, bize ölüler ile Eyüp Sultan arasında ne gibi bir ilişkinin var olduğunu bildiremiyor. Ancak insanların bu kabristana gömülmeyi istediklerini, burasının saygınlığı olan bir kabristan olduğunu tespit ediyoruz.”

Prof. Dr. Seyfettin Erşahin

“Türk halkının buraya “Eyüb Sultan” demesi önemlidir. Bilindiği gibi sulta/sultan Arapçada güç, kudret, iktidar demektir. Devlet-i Aliyye-i Osmaniye ya da Osmanlı Saltanatı, kendi saltanatının önüne Hz. Peygamber’in hem dayılarından olan hem de bayrakdârı olan Ebû Eyyûb el-Ensârî’yi koymuştur. O, İslam’ın saltanatını/ iktidarını ya da Hz. Muhammed’in saltanatını temsil etmektedir. Osmanlı da kendisini ona nispet etmekte, ona bağlamaktadır.

Ebû Eyyûb el-Ensarî bir keresinde bir gazvede Hz. Peygamber’in çadırında nöbet tutarken ondan şu duayı almıştı: “Allah’ım sabahlara kadar uykusuz kalarak nöbet beklemek suretiyle beni muhafaza etmeye çalışan Ebû Eyyûb’ü sen de koru.” Türkler de bu duayı Eyüp Sultan külliyesinde dua salonuna hem de türbe sandukasının üzerine güzel bir hatla yazmışlardır. Diyebiliriz ki Resulullah’ın duası onu korumakta, o da manen Türkiye’de nöbet tutmakta, korumaktadır.”

Mehmet Nuri Yardım -Edebiyatçıların Gözü ile Eyüp

“Eyüp’te doğan Halit Ziya Uşaklıgil’in hatıralarında da bu semtten kayıtlar görüyoruz. Uşaklıgil, Eyüp’te Balcılar Yokuşu’ndaki bir evde doğmuştur. Babası tasavvufa meraklı bir gönül adamıdır. İstanbul’a yerleşmeye karar verince, Eyüp’te oturan Mehmet Bey ismindeki dostunun tavsiyesiyle bu semti tercih eder. Halit Ziya doğar doğmaz, kulağına ezan işte bu maneviyatı yüksek bir zat olan Mehmet Bey tarafından okunur. Romancımız, hâtıratında hasretle andığı bu evi unutamadığını söyler.”

Prof. Dr. Gündüz Gedikoğlu, Prof. Dr. Ensar Nişancı – İstanbul Silüetinde Bir Şahsiyet ve Bir Kimlik Olarak Eyüp Sultan

“Eyüpsultan semti Osmanlı padişahlarının kılıç kuşandıkları semttir. Bu alanda padişahların padişahlıklarının sembolik anlamda tescillendiği bu törenler, Eyüpsultan semtinin gelişmesinde önemli bir faktör olduğu kadar Osmanlı Türk’ünün zihniyet dünyasının yönetim anlayışını en güzel şekilde sembolleştirmektedir.

Eyüpsultan türbesinin Kılıç Kuşanma törenlerinin gerçekleştirildiği mekân olarak seçilmesi bir yandan Hz. Eyyübel Ensari gibi İslam tarihinde yüksek bir makama sahip yüce bir kişinin, Allah katında yaşarken dua ve yardımına, ölünce ahirette şefaatine mazhar olmak hükümdarlığını onun manevi huzurunda manevi şahitliği ve belgelemek amacı taşıdığı kadar diğer yandan da yasama, yürütme ve hükmetme erkini dinî duygusu ile besleyerek toplum üzerindeki saygınlığı en üst düzeyde tutabilmek amacına yönelmiştir.”

İrfan Çalışan ile Eyüp Üzerine Söyleşi

Eyüp Belediyesi Kültür İşleri Müdürü İrfan Çalışan ile Eyüp’ü ve Eyüp Sultan’ı konuşmuş Abdullah Yalın Karadağ.

“Benim bir cenaze dolayısıyla geldiğim Eyüp’te iş hayatım, çocuklarımın doğumu, kızımı evlendirmem, ev sahibi olmam, torunumun olması, annemi babamı Eyüp’te kabre koymam Eyüp’e olan aidiyetimi pekiştirdi. O gün bu gündür buralardayım.”

“İrili ufaklı 90’ı bulan yayınlarımızı 1995’te başlayan süreç ve ivmesini hesaba katarak hâlen sürdürebilmek önemli. Belediyemizin bu türden yayıncılığa başladığı günden bugüne kadar belki birkaç belediye istisna bu kaliteye ve niteliğe ulaşamadı. TYB’nin kamu yayıncılığı ödülünü Eyüp Belediyesinin 2006’da alması bunun kanıtı. 25 yılda yapılan çok güzel yayınlar elbette var. Ama bu bağlamda trendi düzgün ilerlettiğimiz söylenemez. M. N. Haskan’ın Eyüp kitapları, 15 cilt sempozyum, şehir rehberleri, Eyüp şiirleri, Haliç kitabı, Eyüp Sultan, Alibeyköy tarihi, Eyüp sosyal dönüşüm, Eyüp bibliyografyası vs. bunlar çok güzel ama yeterli değil elbette. Daha çok yayın hazırlıkları tezgâhta gününü bekliyor.”

“Eyüp’e geldiğimizde, halkın Sultan adını vererek Eyüp Sultan diye adlandırdığı Ebû Eyyûb el-Ensari’in türbesi, kutsal bir İslâm ziyaretgâhı olmuştur. Avrupa’da aziz ve azizelerin mezarları etrafında oluşan kutsal kasabalar binlerce hacı ziyaretçinin uzak yerlerden kafileler halinde toplantı yerleri olduğu gibi Eyüp Sultan’da, Osmanlı toplumunda böyle bir işlevi üstlenmiştir. Eyüp aynı zamanda çeşitli tarikatlara ait tekkeleri ile de şöhret kazanmıştır. Diğer yandan Ebû Eyyûb’un ahirette şefaatini kazanmak ümidiyle halk ve devlet ileri gelenleri onun civarında gömülmeyi yeğlediklerinden, Eyüp bir türbeler ve kabristanlar şehri olmuştur.”

Recep Seyhan: Bir Kelime Avcısı, Bir Enstantane Ustası

Kâmil Yeşil, Recep Seyhan portresi ile Karabatak’ta. Öykücülüğü, imgeleri, üslubu, konuları gibi detaylı bir şekilde ele alınmış Seyhan.

“Recep Seyhan öyküleri ile bize denizin dibindeki mercanı, dağın başındaki bulutun ağladığını, ağacın meyvesindeki kurdu, bir köpeğin gözlerindeki yaşı gördüğü kadar, içimizi de görüyor. Dışarıdan bakıldığında görülen bir içimiz var ve yazar, aynayı içimize tutuyor. Öyküleri kaleydoskop gibi Seyhan’ın. Belki de öykülerine değil de kendisine nispet etmek gerekir kaleydoskopu. Bundan dolayı bir ayağı günde, şu anda, karşımızda; diğer ayağı çocukluğunda, evin büyüklerinde, eve gidip gelenlerde, tavukta, köpekte, yeşilde, bulutta ve de kendisindedir.

Recep Seyhan’da bu görüş, Anadolu insanını bütün yönleriyle keşfetmemize yarıyor. Ayrıntı dile sirayet ediyor. Mahalli Türkçe onun metinlerinde edebîleşiyor. Yazarın bu tür metinlerle dilimizi zenginleştirdiğinin altını çizmeliyiz.”

Yeryüzü İkameti İçin Şehrin Çağrısı

İnsan bir savruluş yaşıyor. Zihnin bir feveranı bu adeta. Nereye gideceğini bilemeyen bir yolcunun pusulasız çıktığı bir yolculuktayız. Bir çağrının tam ortasındaki insanlık acaba hangi sese kulak verecek? Şehirler bir yandan, dağlar bir yandan, uçsuz bucaksız bir çağrıyı dillendirmekte. Ali Ömer Akbulut, şehrin çağrısını yazmış.

“Henüz vakit varken hâlâ, varlığın harikulade görünüşlerini ve oluşun zevk veren cümbüşünü dağda taşta, otta böcekte, suda toprakta, rengârenk taşlarda, kimileyin dağ konukluğu oyukta, kimileyin bir ağaç altı güneşlenmede, elhasıl varoluşun hesaba kitaba gelmez bitimsiz tecrübelerine aşina olabilirsiniz bir Yaqui Kızılderilisi olan don Juan ile dost olursanız. Teknik ve medeniyetin getirdiği yıkımların arasından kendinizi çekip çıkarabilirsiniz bu dostlukta.”

“Şehir ikametiyle yeryüzünü örtüyor ve yeryüzü taşıyor şehirden. Şehrin yeryüzü oturuşu, varlığın oluş esaslarına aykırı bir inşa olamaz. İnsanın insanlık seyrinde yeryüzü konağı şehir, insanın insan olarak oluşun her rengine bürünüşünde ona eşlik eden bir konaklamadır. Hiçbir yapı, yeryüzüne konan hiçbir konak saf değildir. Her konak konuşundan konumlanışına, konanın konukluğuna, konuşanın konuşmasına göre şekillenir. Şehir yeryüzünde yalnızca insanla birlikte konaklanır. Şehir insanın şahididir. Şehrin inşası insanlık şehadetinin yeryüzü konuşu, konumlanışıdır. İnsanlık şahidi şehrin, insanın şehadetinden taşan varlığa özgüleyici konuşması şiirdir.”

Ecel Şerbeti

F. Hande Toptaş, bu kez İstanbul’da. Ölüleriyle, yaşayanlarıyla İstanbul’u anlatıyor Toptaş.

“İstanbul’un altı üstünden kalabalık, yorgun taşlar birbirine yaslanmış. Hotozlu başlığın yanında minik fesli bir mermer. Anne, oğul koyun koyuna kitaplarının sağdan verilmesini bekliyorlar. Eski mezar taşları yosun tutmuş. Üstlerine onlarca son nefes yapışan cellatların mezar taşları ise ölüm kadar sade. Ağaçların gölgesinde dinlenen taşları rüzgârın izi ve zamanın yıpranmışlığıyla seviyorum. İnce oymalara yapışan sümüklü böcek, mermeri kırıp hayat bulan yaban otu, avuçlarını açmış mırıl mırıl Fatiha okuyan çarşaflı kadın, ölüler şehrinin dar sokaklarına yakışıyor. Düzenli dikilmiş çiçekler, tellerle çevrili mermer kabirler ve Latin Alfabesinin küt yazılarıyla gizemini kaybediyor mezarlık. Yüz altmış yaşında ölen Bitlisli Zarog Ağa’nın karşısında babamın halasını görüyorum. İsim benzerliği olamaz ölüm tarihleri aynı.”

“Eyüp Sultan Camisi’ne Cülüs yoluna bakan kapıdan giriyorum. Üstüne peygamberimizin Eyüp Sultan’a ettiği dua hakkedilmiş. Avluda dev bir çınarın gölgesini çeviren mermer çeşmelerde şifa için ellerini yüzlerini yıkıyor gençler, sünnet çocukları pelerinlerini açarak koşarken sıkı sıkı kavramışlar parlak taşlarla süslü asalarını. Çarşaflı kadınların etekleri mermerlere sarılmış, dedeler bitkin… Burası yetmiş yaşında bir yolcunun vardığı son nokta. Roma İmparatorluğu’nun söndüğü, Fatih’in askerlerinin yorgunluklarını unutup güç bulduğu Eyüp Sultan’ın kabri. Çok sevdiğim bir yakınım anlatmıştı. Kabir tamir edilirken ortaya çıkan toprak o kadar güzel kokuyormuş ki ne unutmak ne de tarif etmek mümkün değilmiş. O gün orda bulunanlar tekbir getirerek kapamışlar açılan toprağın üstünü.”

Karabatak’tan Öyküler

Süleyman Unutmaz – Gerçek Bir Yalan

“Geç vakit eve geldim uyuyan sokağımızdan, gecenin kokusu sinmiş evlerden geçerek. Usulca anahtarı çevirdim kimseyi uyandırmamak için. Babamın bisikleti, ayakkabılar, terlikler karşıladı beni girişte. Alt katın beyaz kapısını açtım, girdim içeri. Cebimdeki ağırlıkları mutfak masasına bıraktım. Küçük tüpe çaydanlığı koydum, üzerimi değiştirdim. Her gece bunu neden yapıyorum ki? Bir gün de vaktinde uyusam, erkenden kalkıp sabahın mavi tadına kavuşsam, gitsem fırından simitleri alsam, ev halkını uyandırsam. Yok. İlla gecenin dibini bulacağım. Annem uyanmasın diye odasının kapısını iyice çektim. Uykusu hafiftir annemin, belki de uyandı. Kedi miyavlaması kesiyor aklımdan geçenleri. Bu saatte o da uyanık. Arka sokakların birinden bir araba geçti bangır bangır müzik dinleterek.”

“Bir delikanlı vardır, adı Yaşar. Bir kız vardır, Songül. Yaşar birkaç kez bulvardan geçerken görmüştür Songül’ü. Yaşar âşık olmuştur. Hatta kızın kendisine bakışlarından nice manalar toplamış ve bir keresinde çaktırmadan takip etmiştir evini öğrenmek için. Yolu bu yüzden bizim mahalleye düşmüştür. İsmini bile bilmemektedir. Kızla iletişim kuramamıştır şimdilik. Bir yolunu bulacaktır ama bunun. İşte o sebeple arada bir kızın sokağından geçer son ses müzikle ortalığı doldurup. Kız bunu anlar mı? Anladı mı? Belki.”

Zeynep Emirdağ- Gemide

“Odanın duvarlarında loş ışığın sararttığı kitaplar, iki deri koltuğun arasında bir sehpa kadar mesafe, sehpanın üzerinde geçen aydan kalma dergiler vardı. Sayfalarının köşeleri sürekli çevrilmekten aşınmış bu dergilerin yelpazesi sinemadan modaya, tarihten kedilere kadar genişliyordu. Tarih dergisinin ilk sayfalarından biri özenle koparılmıştı. Genç adam sade filtre kahvesine şeker atmadı. Deri koltuklardan birisine oturarak konuğunun gelmesini beklerken bir yandan kediler üzerine yazılanları okumaya başladı. Bir kedisi olduğu deri koltukların üzerindeki tırnak izlerinden kolayca anlaşılabilirdi.”

“Genç adamın keyfi yerindeydi. Dizlerinin üzerinde tuttuğu kâğıda birtakım şemalar çiziyor ve notlar alıyordu. Uzun zamandır bu kadar ilginç bir hastayla karşılaşmamıştı. Kendini Titanic’in kaptanı sanan eski dostuyla her hafta aynı diyaloglar geçiyordu aralarında. Doktor, kuvvetli bir doz ilaç deniyor fakat görünen o ki ilaç hastaya yeterince tesir etmiyordu. Başka bir metot denemeye karar verdi.”

“Doktor, dergiden kopardığı Titanic’e ait resmi cebinden çıkararak panoya iliştirdi. Hayranlıkla dolu bakışları resimden pencereye kaydı sonra. Ağır ağır batarken oda, kaba, irice bir elin omzuna dokunduğunu hayal etti.”

Karabatak’tan Şiirler

Ayasofya cami oluyor rüyalarında kimesne bilmez
kimesne değildir Fatih, bir gün secdeyle yükseltir
Eyüp rüzgârları Eyüp uçurtmalarını Eyüp tepelerinde
kılıç kuşansın sultanlar yanında güneş dağıtmak için
bir uç kalesi sanduka bir işaret karanlık pencerelere

Ali Ural

Bu toprak çoğalacak bakışıyla Nebi’nin
Dünya evi ne olsa bir çatı gerek dinsin
Deveye kim öğretir nerede bitecek yol
Sırtı tüyden hafiftir bacakları ağrılı

Uzundur kumda izsiz taşta kayıtlı yolun
Erdiği kutlu durak Mihmandar-ı Nebevi
Onunla yükseldi, gök çatısı evinin
Duasıyla sırlandı derinleşti sanduka

Sevgi Yerlioğlu

Şimdi size bahsetmem gerekiyor
Mesafeden iki nokta arası en uzun
Kuşbakışı görünmeyen iki uç
Sürekli hükmüne uyuyor aynı peygamberin
Kum fırtınası çıktığında ikisi de
Kirpiklerini koruyarak kıvrılmadan
Sırtında taşınan sözün ağırlığı
Göz göze geliyorlar en kısa mesafe
O bilindik sahnede ilk kez
Devenin çökmesi bundan kulağında kesik izi
Ensardan Eyüb’ün çökmesi bundan
Vahiy inecek meskenin eğri taşına kolay mı
Vahiy inecek dişi devenin hörgücüne
Aynı ilaha bağlı üstelik ikisi de

Sümeyra Yaman

yaşlı gözlerde iki ağır bilye, iman kararsız değil çünkü
İstanbul’dur gidilecektir müjdedir iman kararsız değil
biz de gidip mavisine boyanıyoruz çinilerinin bu hicrete niyettir
çok niyet ediyoruz evler yapmaya serin başlarla sonra çok selamlar verelim
iyi bir zaman olsun yirmi birinci yüzyıl hep iyi anılalım
avludayız bekliyoruz, böyle beklemek iyi

Meryem Kılıç

Beni yalnız şiir olarak yarattı sandım
Ben bir yaşama sanatıysam
Benim içimde üflenmiş bir sen varsa
Gitmek ancak o zaman poetik olabilir
Ancak o zaman birbirimizi öldürebiliriz
Bir kıymık olmuyorsa unutmak bir yutkunmak paramparça
Kuryelerin girebildiği her sokağa, dolmuş duraklarına, pazar yerlerine
Taklamakan çölüne, anlama ve hissettiklerine bir kıymık olmuyorsa
Artık bize ne gölgeler ne mevsimler ne uçurtmalar rüya

Âdem Yazıcı

Düşte görünenin aksi vurur mu yüzüne
Düze mi çıkar yokuş mu çıkılır bilinmez
Elbet bir hesap iledir zamanın kalbinde
Yerini bulmuş olur olacak olan sonunda.

Kuş uçması kelebek konması daha neler
Geçip giderken hayatın incelikli işleri
Sebebin sebebini kim bilecek ki önceden
Gelince başa eyvallah her ne ise sonunda.

Nurettin Durman

koyu bir endişedir beyaz adam nereye gitse
izbe köşelere itilir insan çuha giysiler içinde
tarağın eksilen dişleri gibi düşer bedenler bir bir
şemsiyeyle gelir betonla gelir sarı dumanla gelir beyaz adam
demirden hayvanlarıyla gelir şimşek çakımı sopalarıyla mikrobuyla
önce çalkalar sokakları köyleri evleri harmani kıyı renginde
suları ezer buharlı gemiler girer en mahrem yerlerimize
önce çalkalar ve içer kan beyaz adam
benzinle tutuştururlar günleri eterle uyuturlar çok modern
beyaz adam uzun bacaklı kısa pantolonlu ellerinde
ölüm saçan namlularıyla fosfor gazlarıyla
girer suyumuza ekmeğimize nefesimize zehir
sonra kuşlar göç eder mevsimini beklemeden
o kuşlar ki bizdendir giderler kafileler halinde

Yunus Emre Altuntaş

Bir daha özeniyorum suyun akışına
Meydanlarda omuz omuza savaşmaya
Beraber ağlamaya bir miktar
Birbirimize bakıp birbirimize tebessüm etmeye bir miktar
Kardeşlerini kaybetmiş bir baba gibi
Her sabah tarlaya yürürken dağlara bakmaya, bir daha özeniyorum

Ahmet Can

Duymamak için başını suya soktu, kapattı gözlerini,
Çık Zerefşan, siyah siyah siyah
Kendinin değil yedisuyun eliyle
Göğsünden son yılanı tek hamlede çıkardı

Süt kokusu, gecenin gizleri, rüya avuntusu
Avlu, koşumlar, Buhara türküsü
Göğsünde ne bir yara ne bir kan
İlk kelimeler, yedisuya, melikine, şifaya…

Betül Aksakal

Siz, renkli balıklarının katili
Okumayı yeni sökmüş çocukların
İlk defterindeki gülümser sevinci
Siliyordunuz zehirli ellerinizle

Karanlık, uğursuz öğünlerde
Doymadınız kanlı ekmeğe
Bir dünya ceylan katlettiniz
Yıldızsız, okunaksız gecelerde

Ayşe Altıntaş

Yediiklim, Sayı: 401

401. sayısına “Mutlu Faniler” yazısı ile giriş yapıyor Yediiklim. Hayat ne kadar zor olsa da insan mutlu olmak için bir açık kapı bulabilir kendine. Yazıda bu kapı “kulluk” olarak gösteriliyor.

“Liberal dünyanın istemeyi kutsadığı bu kuyudan insanı kendi varlığına yakışır şekilde çekip çıkaracak tek sağlam ip, kulluktur. İnsan, ancak emaneti yüklenebildiği oranda simülasyonlardan ve gölgelerden uzaklaşıp hakikate varabilir.”

Yedinci Oğul’un “Masal”ı Modernizm, Batıcılık, Çağdaşlık vb.

Ethem Erdoğan, Sezai Karakoç’un Masal şiirini tahlil ediyor. Bu şiir için Karakoç’un kısa bir özeti diyebiliriz. 

“Edebiyat, hayatla etkileşimli şekilde varlığını devam ettirir. Hayattan ve hâkim zihniyetten bağımsız şekilde bir edebî anlayışın oluşması imkân dışıdır. Türk edebiyatındaki durum da bu merkezdedir. Ülkedeki yaşama formu-şekli üzerinde oluşan bütün değişimler de sosyal olgu olarak edebiyatta karşılık bulur. Edebiyatımızın modern dönemi olarak anılan 1860 ve sonrası için fikir beyanında bulunmak öncelikle bu aşamaya değin gerçekleşen toplumsal değişimi anlamakla mümkündür.”

“Şiirin ismi olan “Masal”, geleneksel kodları çocuklara aktaran bir türdür. Yani modernizme direkt karşı olma hâlinin bir tezahürüdür. Biraz masala (tür olarak) eğilelim: Değerlerin sonraki kuşaklara aktarımında, başat unsurdur. Kişi aklının erdiği ilk çağlarda, ninni ve masalla tanışır. Sözlü gelenek ürünü ninni ve masal, milletin inanç ve geleneğiyle harmanlanmış, kültür-değer aktarıcılığı görevini üstlenmiştir. Bu ürünlerdeki değerler farkındalık oluşturan imgelerle birleşip hayat rehberliği yapar. Masal insanlığın vicdanıdır. Çünkü herkesin fitri- verili iyilik duygusunu ortaya çıkarır. Masalda iyi ve doğrunun kazanması adalet duygusunu; zaman ve mekânın fulü olması da evrensel metin olduğunu gösterir. İnsanlığın başından beri, iyi-kötü çatışmasının olduğu her dönem vardır. Masal insana bulunduğu şartlar, mekân ve zamandan öteye, hayalin sınırsızlığına ulaşmayı öğretir.”

“Masal” şiirini “güçlü bir tahkiyedir” cümlesinden yola çıkarak değerlendirmek mümkündür. O hâlde şiirde alti tip ve ikikarakterin yer aldığını söyleyebiliriz. Bunlar bir baba ve yedi oğuldur. Yedinci oğul batida beklenmeyeni yapmıştır. Karakterdir. Baba figürü de ortalama Anadolu insanı tipinin bir miktar üstüdür. Müşfik ve öngörülüdür. Mütevekkildir ama irfan sahibidir dolayısıyla karakterdir. “Batı gelmeden önce” ifadesi batının bütün doğuyu işgal etmesi, o toplumun bütün birikimine el koyması ve dilini- kültürünü dayatmasıyla ilgilidir. Bu bağlamda Çin, Hindistan ve uzak Asya’nın neredeyse tamamı, bütün Ortadoğu ile Afrika sayılabilir. Oğullarının “batiya varması” ifadesi de bir yönüyle batıya gönderilen öğrencileri, diğer yönüyle de babanın karşıt güç olarak gördüğü batıya yönelik ilk eylemini ifade eder. Baba davranışları hem tipik hem karakteristiktir. Meselâ oğullarını batıya göndermesi tipik, onların akıbetini tabiat diliyle çözmesi kozmik ve karakteristiktir.

Alâeddin Özdenören’in “Kalanlar” Şiirini Tahlil Denemesi

Mahmut Babacan da Alaeddin Özdenören’in Kalanlar şiirini tahlil etmiş. Özdenören, acıları yüreğine berkiterek yaşamış şiirini bu acılarla çepeçevre sarmış bir şair. Babacan, şairin şiirindeki acılara, hüzne ve lirizme dikkat çekiyor.

“Alaeddin Özdenören, çağdaşı şairlere göre “lirik” yazan bir şairdir. Lirik şairler genelde nesnel dünyadan kopuk yaşar. Öznede olup bitenle şiirlerini oluştururlar. Bu yüzden gözlemci şairlere oranla şiiri, daha seyrek yazarlar. Alaeddin Özdenören de şiiri daha seyrek bulan şairlerden biridir. Bir söyleşisinde “… Ben şiirde lirik unsurları ararım ve onu da yakalamak uzun bir zamana mal olur.” der.”

“Özdenören, lirik söyleyişi sadece aşkla sınırlandırmaz. Aşırıya kaçan benzetmelere yer verip, şiiri gerçeklikten uzaklaştırmaz. En çok işlediği konular yalnızlık, ayrılık ve ölümdür. Bunun yanında ask, doğa, metafizik gibi konuları da ele alır. Şiirinde insanî olandan toplumsal olana ve siyasî olana kadar her seyi işler. Çoğu Alaeddin Özdenören şiirindeki lirik “ben”, lirik “biz”e dönüşür. Bu dönüşümle beraber şiiri de duygu planından fikir planına kayar. Şairin şiirinin fikri plana kaymasında Sezai Karakoç’un büyük bir etkisi vardır.”

“Alaeddin Özdenören’in iç dünyası, sanatçı kişiliği ve hayatı göz önünde bulundurulduğunda hüzün, öne çıkan bir duygudur. Dolayısıyla onun ruhunda izini kazıyan her temasın da melankoliyle karışık özel bir anlamı vardır.”

Nasıl Yazar Olunmaz?

Mustafa Özel, tersten bir soru sorarak yazarlık dersi hassasiyeti ile özellikle gençlere öğüt niteliğinde bir yazı kaleme almış. Yazılan her yazının edebî nitelik kazanamayacağını, nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini izah eden bu yazıyı yazarlık yolunda ilerlemek isteyen gençlerin mutlaka okuması gerek.

“İnsan dünyaya geldiğinde, süreç içerisinde, daha çok çevresinin etkisiyle bazı ilgi alanları oluşur. Bunda aile büyüklerinin yaptığı işler, yakın çevrede sahip olunan meslekler, sokak ve mahallede itibarlı kişilerin yaptığı görev ve hizmetler belirleyici olur. İlkokulda, öğretmenin etkisiyle, öğretmen olmak istemeyen öğrenci yok gibidir. Toplumun önünde olan şarkıcı, futbolcu gibi ünlüler, olunmak istenenler listesinin başında gelir. Birçok çocuk ve genç bilinçsizce, istemsizce, değişik etkiler altında kalarak bir hedef belirler kendine. Bu belirleme işi, zamanla, gerçeklerle, hayatla tanıştıkça ayakları yere basan bir hal alır.”

“His, fikir ve tarzımıza uyan, zevklerimizle örtüşen bir şeyle karşılaştığımızda, biz de ona sahip olmak, onu yapmak isteriz. Bu, gayet tabii ve fıtridir. Burada, şaşılacak ve hayret edilecek bir durum söz konusu değildir. Bu noktada sorulması gereken temel bir soru vardır: “Acaba ben bunu yapabilecek bir kabiliyete sahip miyim, benim bunu gerçekleştirecek donanım ve birikimim var mı?” İnsanın bir şeye ilgi duyması, bir alana isteğinin olması ne kadar yeterlidir acaba? Bu, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir husustur.”

“Yazar düşünerek, düşündüklerini kaleme alarak, bunları yayımlayarak okuyucuyu besler, doyurur. Bunun için, yazdığından daha çok okuması lâzım gelir. Okuyarak kendisini beslemesi gerekir. Kendisini beslemeyen, başkasını asla besleyemez. Belli bir zaman sonra unutulup gider. Bu sebepten okuma, sürekliliği olan bir eylemdir.”

Funda Özsoy E. İle Söyleşi – Erhan Genç

Bugün Güzel Şeyler Olacak, Funda Özsoy E.’nin yeni romanı. Severek okuduğum yazarlardandır Funda Özsoy E. Yeni romanı hakkında Erhan Genç’in sorularını cevaplamış. Hayırlı olsun dileklerimle söyleşiden paylaşımlar yapacağım.

“Hepimizin yüzleşilmeyi bekleyen gölgeleri vardır. Jung’un dediği gibi gölgelerimiz ile yüzleşmek ahlâkî bir sorumluluğumuzdur. Ben de hem Tahakküm hem de bu röportajın konusu olan Bugün Güzel Şeyler Olacak romanlarımla bunu yapmaya çalıştım. Tahakküm, eteklerimdekini dökmek adına-her ne kadar Nalan, terkip bir karakter olsa da- bir kataris romanı sayılabilir. Bugün Güzel Şeyler Olacak ise dünyaya açıldığım, dünya kadınlarının mağdur dilini konuştum bir romandır. Elbette romanda yer alan kadınların her birinde kendimden parçalar var, inkâr edemem. Virginia Woolf, sanatın otobiyografik olduğunu söylerken haklıdır. Ama çözeltisi daha yoğun bir roman Bugün Güzel Şeyler Olacak tabii. Yüzleşmeler ne kadar sancılı olursa olsun arınmayı da beraberinde getiriyor. Zira ışık, bir şekilde yaradan sızmayı başarıyor.”

“Objektif olamazsanız ahkâm kesmeye, yargıçlık yapmaya başlarsınız ki, kimse, hele bilinçli okur, kendisine akıl verilsin istemez, haklı olarak. Yazarın haddi de değildir zaten bu. Ama bir yazarsanız, pek çok alanda psikolojik ve sosyolojik boyutuyla sizi rahatsız eden şeylerin altını çizmek de vicdan borcunuzdur. İnsanların iyi niyetlerinin “dinidar” kişilerce sömürülmesi, istismar edilmesi de bu konulardan biri. Daha evinin önünü süpüremeyen kişilerin dünyayı temiz tutmalıyız mealindeki slogan cümlelerle din istismarcılığı yapmaları karşısında bir yazar, kelimeleriyle itiraz edebilmeli ya da o çokbilmiş ama derinlikten yoksun bilinçle edebiyatın komiserliğine soyunanları- ne hakla, size kim bu yetkiyi verdi acaba?- üstü kapalı da olsa, biraz mizah biraz ironiden faydalanarak ifşa edebilmeli.”

Mustafa Uçurum’un Boyumu Aşan Ömür Kitabında Deniz İmgesi

M. Ali Özdoğan, son şiir kitabım Boyuma Aşan Ömür üzerine yazmış. Çok kıymetli bir yazı olmuş bu. Emeklerine sağlık. Kitaptaki deniz imgesine dikkat çekiyor Özdoğan. Teşekkürlerimi sunuyorum.

“Mustafa Uçurum için yazmak, hayatın başlı başına bir ifade tarzıdır. Onun yaşama karşı söylemek istediği, bazen bir şiirin dizesinde karşılık buluyor, bazen bir öykünün düğümünde dile geliyor. Kendimi yazı konusunda sınırlamam diyen Uçurum, yerine göre duygu ve düşüncelerini köşe yazılarına, sosyal medyaya taş taşıyor. Kalemi en bereketli yazarlardan olan Uçurum, her ay kendi web sayfasında dergilerin son sayısından seçmeler yapıyor, yeni çıkan kitaplardan okuru haberdar ediyor. Ve bunların yanında pek çok dergiye yazılarıyla katkıda bulunuyor. Birçok yazı türünde kalem oynatma yetisine sahip Uçurum, benim için her şeyden önce bir şairdir. Ve o şiirleriyle şair olarak anılmayı hak eden birisidir.”

“Yazarların elindeki en büyük kaynak yaşadıklarıdır. Uçurum’un ifade ettiği gibi yoğun yaşamak, yazarın cümlelerine sindirebileceği iç içe geçmişlikler silsilesidir. Özellikle doğanın en nadide köşelerine çekilmeyi severim diyen Uçurum, doğayla temas ettiği bu seyahatlerde gördüklerini şiire dönüştürmektedir.”

“Mustafa Uçurum, deniz ve insan bedeni arasında sık sık metaforik gelgitler yapmaktadır. “Denize Düşüyor Yüzümün Gölgesi Is.48) şiirinde şair, yüzü bedenin bir parçası olmaktan öte insanın ruh halini yansıtan bir ayna olarak da tasavvur etmektedir. Kitapta, denizin derinliği, geliştiği insan bedenine transfer edilmektedir. Yüzümüz Hep Okyanus ls.52] şiirinde yüz ve okyanus sonsuzluk, genişlik: “yelkenler simdi fora açık deniz kalbimiz” misrasında da kalp, umut ve cesaret dolayımında işlenmektedir.”

Yediiklim’den Öyküler

Osman Koca – Mi

Mi henk taşları ecdada ulasan ey yarenler, gönlümün yakın ırak dostları, ey göz nuru sırdaşlarım, kutlu dava yoldaşlarım!”

Ramallah’ta sokağa çıkma yasağı ilan edildi, Kaç gün süreceğini bilen yok.

Nuve; anadan üryan, bakir, sessiz, issiz. Köpekler havliyor sokakta.

Semira tandırın basında. Ekmek pişiriyor. Kuru ekmek. Yan bölme ahır. Melemeler, kisnemeler, gidaklamalar, ürümeler, mölemeler karışıyor birbirine. Tuhaf seyler dönüyor beynimde. Icimi gidiklayan, nahit, saydamsi, kagir, kösemence seyler. Naftaline calar kokular geliyor burnuma.”

“Rotasız teknelerin suda bıraktığı hercal kıvrımlar gibi yüreğim. Daralıyorum Allah’ım ve daralıkça danılıyorum kendime. Sevmelerin ötesinde bir huzur arıyorum delice. Onu çıkar aklımdan yalvarırım, onu gom yüreğime, onu at benden, onu düsür dilimden, onu sil genlerimden, onu eksilt sevilerimden.”

Semira, ikonaların tam ortasında, bir hançer avucunda, kanıyor elleri, ağlıyor çividî gözleri. Örgüsünü bozmuş saçlarının, yutkunuyor acı acı. Titreyerek yürümeye başlıyorum. Geldikçe gidiyor, yaklaştıkça uzaklaşıyor benden. Ruj lekeli ellerini iki yana açıyor sonra ve dokunaklı bir dille sitem ediyor; “Beni niçin beklettin!”

Mukadder Uçar Beyoğlu – Sağalan

“Profesör Doktor Cemal Saymaz’ın, hastaneye aylar sonra geldiğinde, odasında dikkatini çeken ilk ayrıntı akrebinin dört, yelkovanının on sekizin üstünde durduğu masa saati oldu. Ona kalırsa bu saat şimdinin değil, Allah bilir, hangi travmatik anın göstergesi olarak nice zamandır gerçekten ilerlemiyordu. Kafasına yediği uykulu bir darbe, tik taklarını susturmaya çalışan öfkeli bir el, düşmesine sebep olan dalgın bir kol… onu bu hale getirmiş olabilirdi ya da sadece pili bitmişti. Aklından geçenlerin sıradan ve iyimser bir kaçış olduğunu kendine duyurmak istemedi.”

“Hayatı, sınırları ve sonu belli bir kumsal gibi varsaymış ve incecik kumların üstüne imzasını atmış bir ayak izi olarak görmüştü kendini. Oysa şimdi hiçbir işe yaramadığını, emeklerinin ne kadar boşuna olduğunu, bunun gelecekte de değişmeyeceğini düşünüyordu. Kimlerin kalbinde ne güzel izler bıraktığını duyacağından, moda söylemle, ‘keşke’lerin ‘iyi ki’lere döneceğinden umudunu kesmişti.”

“Pes etme noktasındaydı. Belki, bu hastanın durumu meslek hayatı için başarısızlıkla sonuçlanan bir vaka olmayacaktı. Ne var ki, içindeki huzursuzluk, hem insanî bir meraktan hem çalışma arkadaşlarına -ne olursa olsun- destek olamamaktan kaynaklanan bir üzüntüyle dayanılmaz dereceye gelmişti.”

Esra Adalı- İlâhî Adalet Memuru

“İşten eve döndüğünde, bir yabancı kapıda onu bekliyordu. Evinin önünde beklendiğinden haberi olmamasına rağmen, adamın resmi kıyafeti, elindeki dosya ve duruşundaki ciddiyet, Hasan’a geç kalmış olmanın mahcubiyetini yaşattı. Ödemeyi unuttuğu bir fatura olup olmadığını düşündü hızlıca. Belki ev sahibi kira kontratını yenilemek için bir avukat yollamıştı. Geçen yıl olduğu gibi su borusu patlayıp alt kattaki komşunun mutfağına sızıntı yapmış olabilirdi. Ama hayır, böyle bir durumda takım elbiseli biri olmazdı kapısında herhalde. Koridor boyunca yürüyüp adama selâm verene kadar, zamanın en küçük birimlerini aklına gelen olasılıklarla doldurdu ancak makul bir açıklama bulamadı.”

“Babasının resmini görünce hissettiği özlem, yanındaki yüzün katile ait olduğunu anlayınca içine dolan öfkeyle gölgelendi. Demek buydu… Hayalinde çizdiği katil portrelerinden hiçbirine benzemiyordu. Ne yapabilirdi ki? Ne işine yarayacaktı bu yüzü artık tanıyor oluşu?”

“Adam söyleyeceği her şeyi söylemiş gibi bilgece bakıyordu. Az önceki yabancılara mahsus ciddiyetin yerini bir dostun merhameti almıştı sanki, Hasan da anlayacağını anlamış, soracak sorusu kalmamıştı. Artık yalnızdı. Gece boyu düşünüp vermesi gereken bir karar onu bekliyordu.”

Yediiklim’den Şiirler

ah! Kırılan bardak olsa
güler geçerdim
kalbim yerinde ama
kalmadı hevesim

o bakış neyin nesi
bir ezel ebet duygusu
kapılar kimsesiz şehir boş
pas tutmuş her şey
sanma ki bu bir gönül hikâyesi

Arif Ay

kendi yağdırdığın yağmurlardı seni boğan
nuhsuz ve gemisizdin, tufan
çoktan kopmuştu ufuklarında
yükünü arayan sırtlar geçiyordu
ve zamanın uzayan kervanları
içime çöl serpiyordu yataklarımda
bulmanın hevesi değil arayışın çılgınlığı
kamçıların şaklaması, bir adamın
türlü ihanetlerle sevgileri aklaması
hakikatin her defasında
her defasında batılları haklaması
Bir adamın şarkılarla sessizliği paklamasıydı yüzüm
ant içtiğim yalandı âşık olmuştum
ve tam bu sıra
senin c/ismin girdi kayıtlarıma
yanardağım uyanmıştı
kustum içimdeki ateşi
seni gördüm yamaçlarımda

Alper Gencer

Rabbim beni koru!
Dudaklarımdan asılıyor,
Uzun vadeli dualar.
Korkuyorum yol ayrımlarından,
Dönüştüğüm kişi ve telaşlı ellerimden.
Yüzüme düşen sensizliğin gölgesinden.

Rabbim,
Modern bir kulunum ben.
Ben işte, seni çarşılarda arayan.
İçimde sonsuz bir ağlayış.
Her duyduğunu şerre yorup.
Yüreğinde örümcek ağı büyüten.

Sulhi Ceylan

Mülteci kardeşlerime…”
Biz ölümü kara biliriz o ise mavidir hakikate inat
Bağrını yumuşatır güneyden gelen rüzgârla
Güven telkin eder gören her göze sıcaktır insancıldır
Akdenizdir ürkektir gelir her akşam böyle böyle

Mültecidir bakışları alır götürür düşlere
Yatağa uzanmış gibi kıpırtısız tasasız ılıman
Bir kapıdır umudu arayan katarakt gözlere
Akdenizdir ışıktır gelir her akşam böyle böyle

Sessizdir göl misali ağzında bin yıllık sakız
Emindir pruvası doğrulanmış teknelerden
Taşır ne varsa bir kıyıdan diğer kıyıya
Akdenizdir gölgesizdir gelir her akşam böyle böyle

Yunus Emre Altuntaş

Çarkların dişine takılan etten biliyoruz geleceği
Sivil ve politikten post insana geçiyoruz: günaydın, tık tık
Geliştirilmiş olana, böbreği metal kafası bakır örneği
İşlemcisi tayvandan,
Elli çeşit yağmurla durulmadan
Yaşanır mı artık
Zamana sızan kan hayat başlatacaktı oysa
Ya da başlamışları bitirecekti
Kimin ülkesi geçmeye meyilli madenlerin büyüsünden
Onurun menettiği parlak duygular yalnız hayatı kalıcı bulan
Başlamak da bitirmek de ölüm gibidir oysa, güzeldir
Ölüm gibi güzel sözdür, cennete uzanır ucu
Ölmeyen bilmez, ölemeyen bilir
Zayıf buluyor tüccar zevat peygamber sözünü
Kaf suresi, sırrı sureti-l…

Ethem Erdoğan

Çoğalır bilgisi ipeğin, kaçarsa
İçine kadim bir ürperti
Yıllandıkça kabzası, çıldıran sihir
Dolar da dolar damarlarına.

Öyle ya,
Bu koridoru bir yankıyla başlat!
Az mı örselendi sesin madeni
Gündüzünü kuşanıyor şimdi
Gecesine sürgün iki bitişik ağrı
Elleri gitmekten bir gurbet besliyor
Kapı orda -üstelik hâlâ kapı-

Hüseyin Şahin

Muhit’ten Özkan Uğur’a Veda

Sanatın tüm dallarıyla bir bütün olduğunu Özkan Uğur’u kapağına taşıyarak ve Mazhar Alanson’la bir söyleşi gerçekleştirerek göstermiş oldu Muhit dergisi. Olması gereken de bu. Bu toprağın sesi olan sanatçılara da sayfalarında yer açmalı dergilerimiz. MFÖ, yıllar var ki sanatıyla konuşulan ve yaşadıkları toprakların özünden uzaklaşmadan eserler veren bir gruptu. Özkan Uğur aralarından ayrıldı ama biz onları hep MFÖ olarak anmaya devam edeceğiz. İki yazı ve bir söyleşi ile veda ediyor Uğur’a Muhit. Rahmet dileklerimle bu bölümlerden paylaşımlar yapacağım.

Mazhar Alanson’la Söyleşi

İbrahim Tenekeci’nin sorularını cevaplamış Mazhar Alanson. MFÖ’ye sıradan bir grup demek mümkün değil. Sıradan olsaydılar yarım asırlık bir dostluktan bahsedemezdik. Zaten Alanson da bu birlikteliklerini “Biz manevi kardeştik” diyerek dile getiriyor.

“Onunla neredeyse elli beş yıllık arkadaşlığımız vardı. Fuat daha iyi bilir o detayları. Konservatuvardaydım, çıkıp geldim. Caddebostan’da prova yapıyorlar. Bizim Fransa’da yaşayan bir arkadaşımız var: Sadık Kuyaş. Ticaret işinde birinci olmuşlar. Ondan sonra o coğrafyada da bizim rahmetli Özkan’ı bulmuş. Ben geldim prova yerine ama benim bas çalan arkadaşım var. Özkan için yetenekli dediler ve ısrar ettiler. Hatta Şan Sineması’nda o zaman iki bas beraber çaldılar Türkiye’de ilk defa, tuhaf bir şey oldu. Sonra diğer bas çalan arkadaşımız Özkan’daki kabiliyeti görüp gitti. Bizim en büyük şansımız üç doğru adamın birbirini bulmuş olmasıdır.”

“İnşallah onun için bir anma konseri düşünüyoruz ancak şu an yastayız. Konsere yakın zamanda ne yapacağımızı, ne edeceğimizi, kısaca detaylar konuşulur.”

“Biz Fuat’la bu konuda röportaj vermeme kararı almıştık. Sen şair adamsın, çok gazeteci telefon etti fakat ben seni kıramadım.”

Samed Karagöz – Özkan Uğur’u iyi Bilirdik

“Özkan Uğur, MFÖ’nün en üretken sanatçısı değildi. Grubun şarkılardan çok azında onun söz veya müziğe doğrudan katkısı vardı. Ama bu, hiç önemli değildi. Onun performansına bunun hiçbir etkisi yoktu. O sahnedeyken âdeta trans hâlinde yapması gerekeni icra ediyordu. En çok da sözlerini yazdığı Sude söz konusu olunca Özkan Uğur başka bir âleme geçiyordu.”

Hasan Kaçan – Özkan Uğur’un Ardından

Özkan Uğur olağanüstü müzisyenliğinin yanı sıra, muhteşem bir insandı. O kadar şöhretli olup da mütevazılığını bu kadar koruyabilen insana çok az rastlanır. Sosyal hayatında, sokakta dolaşırken sanki herhangi birisiymiş gibi davranır, hiçbir zaman insanlara “MFÖ’nün Özkan Uğur’u” dedirtecek bir hâl içerisinde bulunmazdı. Hatta kendisi geçip gittikten sonra “Aa, bu adam MFÖ’nün Özkan Uğur’u muymuş?” diye arkasından konuşulduğu anlara şahit oldum.

Aşk da İnsan da Kimyadan İbaret Değildir

Erol Göka, Aile ve Aşk Yazıları’nın 10. bölümünde Aşk da İnsan da Kimyadan İbaret Değildir diyor. Hayatta normal olan bir süreç var. Hayatın olağan süreci diyoruz buna. Tüm canlılar için geçerli olan bir durum bu. Aşk, huzur, mutluluk ve dünyada olmanın verdiği dinginlik…

“Aşk araştırmalarında bilim dünyasındaki insanlar, kendi alanlarının çalışma ilkelerine ve bakışına uygun bir bilimsel model bulmaya çalışıyorlar. Örneğin “evrimsel antropoloji” ve “evrimsel psikoloji”, insan davranışlarının hayvan davranışıyla olan benzerliklerinden yola çıkıyor. Zaten bu dallarda çalışan insanlar, evrim teorisine, insanın evrim sonucu gelişmiş, karmaşık bir memeli türü olduğuna inanıyor, bunu kanıtlamaya dönük araştırmalar yapıyorlar.”

“Çeşitli hayvan türlerinden insanlardaki romantizme benzetilen çiftleşme öncesi kur yapma tutumları uzun uzun anlatılıyor. Ardından “İnanıyorum ki hayvan çekiciliği baz alındığında, insanoğlunun yaşadığı romantik aşk ortaya çıkacaktır.” denilerek hayvan çekiciliği hakkında fillerden, kunduzlardan örnekler sıralanıyor. Darwin’in hayvanların da tıpkı insanlar gibi birbirlerine karşı sevgi hissettiğine; kıskançlık, şüphe, hırs, minnettarlık gibi karışık hisler yaşadıklarına; espri anlayışı, kaygı ve merak duyguları olduğuna inandığına vurguyla insanın gelişmiş bir hayvandan başka bir şey olmadığı belirtiliyor.”

“Aşk çalışmalarında son zamanlarda revaçta olan konulardan birisi de aşk yaşantısının beyin görüntüleme teknikleri sayesinde bilimsel resmini çekebilme. Aşkın bilimsel resmini çekme iddiasıyla birçok çalışma yapılıyor. Bunun için önceleri Beyin Elektrosu (EEG) kullanılırdı, şimdilerde fonksiyonel bir Manyetik Rezonans Görüntüleme (fonksiyonel MRI; Magnetic Rezonans Imaging) cihazı kullanılıyor. Bu cihazlarla aşk incelemeleri çoğu kez deneklere âşık olduğunu söylediği kişinin fotoğrafının gösterilmesi esnasında ortaya çıkan beyin değişikliklerini saptama esasına göre yapılıyor.”

Hakiki Muhatabı Tanıma Rehberi

İnsan, insanla güzel. Önemli olan o insanı bulabilmekte. Zeynep Merdan, “hakiki muhatap” diyor buna. Rast gelmekle nasip arasında gidip geliyor insan. Ulvi bir mertebede ya da fanilik çizgisinde muhataba ulaşmak da nasipten başka bir şey değil. Merdan’ın rehberine göz atmakta fayda var.

“İyi gelmek, bir insana verilebilecek en güzel hediye. Sesiyle, sözüyle, bakışıyla, duruşuyla, hâliyle, enerjisiyle, perspektifiyle, eylemleriyle birine iyi gelmek, varlığını, yaşamını yükseltmek… Bundan daha iyisi, birbirine iyi gelmek olsa gerek. İyi olmak, iyi gelmeye yetmiyor her zaman. İyi olmasına rağmen iyi gelmeyen insanlar var. Ve kötü olmasına rağmen iyi hissettiren (!) insanlar. İyi olan ve iyi gelenin içinde iyinin en iyi versiyonu var. O iyiye rast gelmek ne büyük baht.”

“Yanlış insanları tanıma bahsinde yalan en tanıdık eleme yöntemi. Ah yalan dünya, dünyada ölümden başkası yalan… Şarkıların bile söylediği gibi dünyaya en yakışan sıfat: yalan. Dünyaya alışan, her veçhesiyle en önce güzel yalanlarda ustalaşıyor. Bu dünya ve insanına onca mana, güzellik, derinlik, incelik, yücelik yüklemek boşuna… Yakışmıyor, taşıyamıyor, kaldıramıyor.”

“Bir insan sizle en çok neyi paylaşıyor? Neyini paylaşıyor? Sevgisini? Mutluluğunu? Acısını? Arzusunu? Keyfini? Fikirlerini? İdeallerini? Sırlarını? Sorunlarını? Taleplerini? Peki ya ruhunu? En çok neyini? Paylaşım neyse bağ o oluyor, paylaşılan azalıyorsa bağ da kalmıyor o yüzden.”

Küçük Sandığımız Büyük İşler

Hayatta bazı ayrıntılar vardır ki biz küçük zannederiz ama o işin ardında öylesine büyük bir değer vardır ki ancak bunu yaşayan bilir. Mehmet Dinç, bunu kinayeli bir üslupla küçük işler olarak adlandırmış. Mesela, deprem felaketi yaşayanları aramak ve hal hatır sormak, bir komşuya herhangi bir ihtiyacı var mı diye sormak… Küçük bir iş olarak görülebilir bu ama yaşayanların nezdinde bu çok büyük bir şeydir. Bir adım atarken büyüklüğünü sadece kendimiz için değil karşı taraf için de düşünürsek işte o zaman büyüklük kavramı da yerini oturmuş olur.

“Bu dönemin bize küçük, basit, önemsiz gösterdiği bazı işler var. En başında hasta ziyaret etmek ve taziyeye gitmek geliyor. Hâlbuki belki en önemli, en büyük, en faydalı işler bunlar. Bizim de en işe yarayacağımız, en etkili olacağımız, en çok insan sevindirebileceğimiz işler.”

“Günler geçecek, ömür bitecek. Bizden geriye günübirlik işlerin, hırsların, arzuların döküntüleri değil; acısını paylaştığımız, yükünü hafiflettiğimiz nice kalpler kalacak inşallah…”

Schadenfreude Virüsü Merhamet Aşısı

İnsanı insan yapan ve diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerinin başında gelir merhamet. Bir kalbe merhametin yerleşebilmesi için öncelikle “ben” denen hastalıktan kurtulması gerekir. Merhamet, insanın kendinden başkasını da görmesini sağlar. Muhammed Enes Kala, merhameti Schadenfreude Virüsü ile birlikte ele alıyor. Bir yerde merhamet diğer tarafta kötülükten mutluluk duymak var. İkisinin tam ortasında da dev bir duvar gibi “ben.” Bu duvar aşılınca düzelecek her şey.

“İnsanın “ben” hapishanesinden dışarı adım atma imkânları duygudaş olabilmek, birlikte görebilmek, duyabilmek ve hissedebilmekte saklıdır. Dahası bütün bunlar, beşeriyeti insaniyete dönüştürebilecek fırsatlar manzumesini sunar. Beşer olanın sadece yüreği varken insan olanın hem yüreği hem de yüce bir gönlü vardır. Bunun ayrımına da varabiliriz. Kendi acısını duyan beşer, başkasının acısını duyabilen ise insandır. Başkasının acısını ise ancak gönlüyle duyabilir insan.”

“Kötülük dediğimiz şeyin yetiştiği bataklığı besleyen iki kaynaktan söz edilebilir. Bataklığı bertaraf edebilmek için onun kaynaklarını terbiye etmek gerekir. Acımasızlık ve bencillik, kontrol edilip terbiye nizamıyla ahlâkilik sınırlarına çekilemedikleri takdirde insanı gaddarlığa, bana ne lazımcılığa ve kör şehvetin girdabına sevk edebilecek iki kötü haslettir.”

“Her haz hoştur ama her haz insani ve vicdani değildir. Merhamet, ıstırap karşısında ilgisiz kalmayı, nefes alan bir canlıyı basit bir nesne derekesine indirmeyi reddetme erdemidir. Istırap karşısında merhamet duymak, kötülük karşısında kişinin sükûnet gölgeliğine masumiyeti de davet eder. Merhamet, masumiyet tülüyle kişiyi örter ve o kişiyi başkasının acısından ve mutsuzluğundan zevk almaktan, dahası dert etmeyen tasasız bencillikten muhafaza eder, insanın alçalmasının önüne kurtarıcı ve sağaltıcı bir ağ çeker.”

Yaşadığımız Hayat ile İnandığımız Hayat Arasında

İki hayat arasında gidip geliyoruz. Belki daha fazla da hayatlar, biz yaşadığımız ile inandığımız arasında kalıyoruz. İnandığımız gibi yaşayamamanın sıkıntısını duyanlarda hâlâ umut vardır diyebiliriz. Hiç olmazsa bir şeylerin farkında olarak yaşadıklarının bir kanıtıdır bu. Sadettin Acar; yaşadığımız hayat ile inandığımız hayat arasında sıkışan insanlığı yazmış.

“Yaşadığımız hayat, inandığımız hayat mıdır? Ya da soruyu şöyle ortaya koyalım: Yaşadığımız hayat, inandığımız hayatın neresine ve ne kadarına denk düşüyor? İki alan arasında makasın çokça açıldığı bugünlerde her Müslümanın bu çetin soruyu kendisine sıkça sorması gerekir, diye düşünüyorum. Hepimizin acilen yüzleşmesi gereken büyük ve ertelenemez büyük soru budur kanaatimce.”

“Bilmeliyiz ki inandığımız hayata uygun bir hayat yaşamamak ne kadar büyük bir sorun ise bunu dert etmemek de o kadar, hatta ondan da büyük bir meseledir. Çünkü burada artık imani ve itikadi bir boyutun devreye girdiğini bilmemiz lazım. İslâm tarihi boyunca amel, imandan bir cüz müdür, değil midir tartışması hep süregelmiştir. Öyledir diyenler de var, değildir diyenler de. Ama amelin imandan bir parça olmadığını söylesek bile inandıklarımıza uygun olmayan bir hayatı yaşamaktan dolayı rahatsızlık duymamamızın tartışmasız imani bir mesele olduğunu bilmek durumundayız.”

Konumlanma Olarak Yerlilik

Yerlilik ama kime, neye ve daha da önemlisi nereye göre yerlilik? İnsanın kendini yerli hissetmesi için durması ve bulunması gereken yer neresidir gibi soruların cevabı yerlilik kavramının da konumunu belirleyecektir. Murar Erol, yerlilik üzerine yazan, düşünen kalemlerin başında geliyor. Yerlilik konumumuzu yazmış Erol. Önemli tespitler var yazıda.

“Konumlanma, bir yerleşmeyi ve bir yerde olmayı içerir; yerleşme ise barınma ve iskân kavramlarını düşündürür. -Yukarıda da ifade edildiği gibi- konumlanma, iskân olma veya barınma sabit bir yapının üzerinde mi gerçekleşir? Fiilimiz; yaptığımız, ettiğimiz şey, sadece bir eylem midir veya sonuçlu bir durum mudur? Bu yerleşme hâlinin fiziki ve gerçek anlamda bir yere sahip olma yanında, o yerle ilgili tasarrufa sahip olma anlamı taşıdığında kuşku yok. Bir zıtlık kurma çabasına girişmeden konumlanma hâlinin bir anlamda salt bir yerde olma hâli olmadığını belirtmek gerekiyor.”

“Konumlanma, mayalanmanın akabindeki durumdur. Sonraki zamanın insanları tüm katmanlarda mayalanmış olanın üzerinden bir konum üzerindedir. Mayalanma ise kendi içinde bir konumlanmaya sahiptir. Yalçın Koç’un kavram olarak yeniden anlamlandırdığı mayalanma, zaman ve mekânı yeniden bir kurma hâli içerir.”

Açık Yara: Srebrenitsa

Kalbimiz gibi gördüğümüz coğrafyalardan Bosna. Oranın aldığı her yarayı en derininden içimizde hissederiz. Srebrenitsa, acıların en derinini yaşarken, çağdaş batı kulaklarını tıkayıp gözlerini kapamayı tercih etmişti. Dünyadaki tüm mazlum halklara yaptığı gibi. Açık yara diyor Süleyman Ceran Srebrenitsa için. Doğrudur, hem de kapanmayan bir yara… Ceran, izlenimlerini kaleme almış. Yaşanan acılara bir kez daha bizleri de şahit tutuyor.

“Yaralar açık. İnsanlar hatırladıkça acı çekiyor. Küstüm çiçeğine dönmüş hepsi. Dokunsanız, bir “ah!” ile başlayan gözyaşı selleri boşanıveriyor. Yamaçlarda bekleyen kar yığınları gibi sesi duyuverince bırakıyorlar kendini aşağı. Yara açık, sağalmamış, belli. Sırpların küstah, yüzsüz ve tahrik edici varlıkları; her an başlayacakmış gibi varlığını sürdüren çatışma atmosferi iyileşmeye müsaade etmiyor.”

“Ailecek bir ağacın gölgesinde kümelenen Boşnakların yanındaki boşluğa oturuyoruz. Türkiye’den geldiğimiz öğrenilince ikramlar başlıyor. En küçüğe meyveli süt geliyor. Krakerler, bisküviler elden ele çocuklara ulaşıyor. Bizden de eşim üzerinden ağacın gölgesinin derinliklerine doğru ikramlıklar gidiyor. Gözlerdeki ışıltı, bildik kelimeler lisan oluyor, anlaşıyoruz. Bir ara ağaçtan ayrılıp mezarlıklara gidiyorum. Döndüğümde Boşnak teyzenin, bizim ortancayı elinden tutup lavaboya götürdüğünü öğreniyorum. Sivas kadar, Halep kadar, Kahire kadar, Kudüs kadar, Srebrenitsa’ya da Saraybosna’ya da ait olduğumu iliklerime kadar hissediyorum. Evimdeyim.”

Yazar Kendini mi İfade Eder, Bir Dünya mı İnşa Eder?

Mehmet Narlı’nın yazısını okuyunca bu başlığı şu şekilde okuma gereği hissettim; yazar kimin için yazar? Bu hep sorulagelmiştir. Yazarın serüveninin merkezinde kim ya da ne vardır? Narlı, sorusunun cevabını net olarak veriyor. Cevap; Muhit, sayı 44’te.

“Yazarın kendini ifade etmesi, ifade ettiği şeyin zorunlu olarak hayati gerçekliğini tartışmasız kılar. Oysa inşa edilen dünya ne gerçektir ne de gerçek dışıdır; ne yansıma ne hayaldir. Gerçeğin ve hayalin yazarı farklı boyutlarda eğittiğini kabul edebiliriz ama eğer yazar da bizi eğitiyorsa bu kesinlikle görünen dünyanın bizi eğitmesi değil, muhatap olduğumuz inşa edilmiş dünyanın bizi eğitmesidir.”

“Bir okur, edebi metinlerde yazarın kendini ifadesinin peşine düşerse analojinin ve özellikle metaforun gümrah yoluna niye ve nasıl girsin ki? Tersini de soralım: Analojisi ve metaforu olmayan bir edebi metnin bulunma ihtimali var mı? Yazdıklarıyla kendini ifade eden ve edebiyatın maksadının da bu olduğunu söyleyen yazarlar var, denilebilir ve maalesef yazar olarak bilinen böyle insanlar da olabilir.”

Muhit’ten Öyküler

Kâmil Yeşil – Şüyuu

“Bugün 24 Şubat 2022. Rusya, işgal niyetiyle Ukrayna topraklarına girdi. Bu tarihi gün, benim için şükür günümün otuzuncu senesidir. Hatta altı ay fazlası da olduğuna göre otuz buçukuncu yıl demeliyim. Hayır, hayır, yanlış anlamayın, ne Rusya’nın saldırısına seviniyorum ne Ukrayna’nın işgaline. Benim 24 Şubat’ı şükür günü ilan etmem her ikisi ile ilgili fakat bunun savaşla alakası yok.”

“Otobüs hareket etti. Otobüs hareket etti etmesine de biz lalüebkem olduk. Ne diyeceğimizi, ne yapacağımızı şaşırdık. Otobüsün arka koltukları yatırılmıştı, üstleri defter, kalem ve diğer kırtasiyelerle doldurulmuştu. Ne var bunda. Bunda bir şey yok.”

“Otobüs karayolunun üzerinde bir sağa bir sola gidip geliyor. Uçuruma kaydı kayacak. Çığrış bağrış otobüsün içi. Kaza dediğin zaten anlık bir şey. Birkaç dakika sonra otobüs trafik levhasını sıyırarak durdu. Titreyerek indik. Anladık ki bizi geçmek isteyen bir kamyon kaymış ve yan taraftan otobüse çarpmış. Aynayı kırmış. Yan taraf baştan başa çizilmiş. Şerefsiz kamyon madem çarptın, ne olduysa oldu, dur, bir özür dile, ne oldu anlamadım filan de, yaralınız var mı de. Adam bastı geçti. Biz korku ve heyecan içinde. Kadınlar hakeza. Beş dakika kadar öylece kaldık. Sonra şoför kadınları otobüse bindirdi. Bize de binmemiz için işaret etti.”

Şeyma Subaşı – Çiçekli Bir Gülümseyiş

“Çiçek kelimesi üzerine düşünüyorum bir süredir. Ben hiç çiçek bilmem ki, diyen bir şairin şiirinden dolayı mı? Yoksa çiçeksiz olduğunu düşündüğüm bir hayatım mı var bir süredir? Çocukluğuma gidiyor aklım. Mutluluğun cenneti olan o yere. Bir fotoğraf aklımda. Bir salıncakta oyuncak bebeğimi sallıyorum. Böyle miydi hayatım hep benim? Salıncakta oyuncak olan bir bebeği sallamamdan ötürü diyorum.”

“Şimdi bir peygamber gelse O’nu görecek, görmeyi bırak hissedecek yürek var mı hepimizde? Başka bir anı. O yüz aklımdan çıkmıyor. Gördüğüm o yüz sanki O’nun yüzü. Yine okula varıyorum. Dilimde dualar. Yüzümde çiçekli bir gülümseyiş. Bu sefer de Eslem’in arkadaşı bir şiir yazmış Peygamber Efendimiz hakkında.”

Muhit’ten Şiirler

Ama kaygılar içindeyim,
Ki beni aşıyor her biri,
Ve ilk kez bu kadar
Düşünceli

Tekrarlayacak mıyım,
Hayatım boyunca ben,
Yapıp ettiklerimi?

Cevdet Karal

ferhata hiledir hüsreve yoldaş şirine suyu şirin görünür bir nakkaş
yok hikâye anlatmayacağım saf süt tazeliği değildir âşığa olan abraş

genç davran donat gençliğini gelincik çiçekleriyle uçuşmasını
bahar bahar gelsin bahar toprağın dibinde bak aynı kalış buğdayı

Hüseyin Atlansoy

Vurduğum zaman ben vurmadım sen vurdun
Kalmadı izleri bile çünkü gönülden düştüler
Can verenlere sen bazı kelimeler fısıldadın
Savaş bitene kadar bir meleği bana benzettiler

Said Yavuz

Öyle ya harlanıp devrik cümleler
Kurduk mu tamamdır, açılır kapı
Bir yanda o büyük menzillerimiz
Bir yanda gönlüne perde arayan
Çakmak gözlü, kibrit kokulu, sessiz
Masal memurları, yedi cüceler

Nurullah Genç

seherleri alarmla meşgule atan
her âminden sonra
yüzümde gideceği yeri ezberleyen
dünyayla selfi çeken
parmaklarımdan şikâyetçiyim
uçlarına mahcubiyet üflemeni dilerim

gökte asılı ay, şaşmayan güneş
cömert toprak ve alâk
hayretimi düşürdüm rabbim
kaç kez silkeledin oysa arzını
artık bulmak isterim

Aziz Kağan Güneş
Ölmedim ama yaşamadım da
Şiirden savaşlar kurşundan harfler
Yazgımı seninle eş tutmasam da
Beni de sayfalara dizdiler
Süleyman Unutmaz
seninle gecesi sümbül kokan revnaklı şehirde
yedi tepesinden bakarak kalbine yedi kere
seni ve istanbul’u dinlemek saatlerce
dünya turuna çıkmaktır gözlerin değince gözlerime
seninle her yer istanbul, istanbul iki kere İstanbul
Eyyüp Akyüz

Gözesi bulanan suların bile
Üç köpükten daha mı sade dili
Kumunu elemek için eleği
Tortusunu süzüyorken mendili…

Bugün bir dağ üzerime yürürken
Dur dedim, gölgene ihtiyacım var
Düşündüm de bulamadım İbrahim
Ne yorar insanı yaşamak kadar?

Mehmet Aycı

Dünyanın ne kadar tenhası olsa
Sinsi sinsi kovuğundan kötülük
Yıkımlar kırımlar talan edilmiş
Yok mu çaresi geçmişi kanlı
Hayatın içinde bir güzel önce.

Nurettin Durman

Adı tutsaklık olan özgürlerin şarkısı bu
Geceye ay resimleri çizerek mutlu olanların
Gün batarken güneşe bakmaktan korkanların
Zamanın kokusuyla delirmiş bir saatin kollarında
Kendi kalbini sebepsiz bir hüzünle yürüyenlerin çağı.

Şimdi yeniden başlayabilirim
Senin bıraktığın yerden dipdiri bir sabahı sevmeye.

Ahmet Edip Başaran

Ay Vakti, Sayı:205

“Egemen gücün yarattığı “leviathan”dan korkmanın hiçbir manası yoktur.

Varlık nedenini unutmadan yaşamak gerektiğini bilelim. Dünyaya bir nizam ve medeniyet getirme ülküsüyle seferden sefere, kıtadan kıtaya koşturan atalara uyarak “gelin gülle başlayalım güne, hayata ve an’a” …

 Pusulasız kalmadan, savrulmadan bir elif gibi dimdik,
Bıkmadan, usanmadan çiçek açmalı içimiz bir yediveren gibi,
Ümit ve korku arasında; korkudan uzak ümide yakın…
Üstüne üstüne gelirken dünya, kenara çekilmeden yaşamayı bilmek gerek…

Müminlere sımsıcak bir çağrı ile açıyor sayfalarını Ay Vakti dergisi. Sosyal medyaya, kapitalizme, emperyalizme, zorbalığa karşı ancak imanımıza sımsıkı sarılarak kendimizi savunabiliriz. Gerisi boş ve bir oyun-eğlenceden ibaret.

İyilik Varlığın Esası, Asil Ruhların Erdemidir

İyi olmak zorundayız. Dünyaya bir nizam vermek için yola çıkacak herkesin kendisi iyi hissetmesi gerek. Bunun için çabalamak yegâne gayesi olmalı insanın. Necmettin Evci, iyiliği önceleyen bir yazı ile dergide yer alıyor.

“İyi olmak, iyi kalmak gittikçe zorlaşmaktadır. Kötülüğe odaklanmış, enerjisini kötülükten alarak dönen dünyada iyi olmak, iyi kalmak gittikçe zorlaşmaktadır. Kötülük, bütün entelektüel, askerî, siyasî, ekonomik gücüyle iyiliği yok etmeye çalışmaktadır. İyilerin aklını, duygusunu, niyetini, tercihini, en nihayet bütün varlığını hedef alan, açık, örtük, kanlı, kirli bir savaş amansızca sürmektedir. Bir yandan tür olarak başkalaşarak tuhaf bir varlığa dönüştürülen diğer yandan bu tuhaf varlığa özendirilen diğer insanlara iyilik, eskimiş, köhnemiş, modası geçmiş, gözden düşmüş, manası, albenisi kalmamış değer olarak telkin edilmektedir.”

“İyilikle anlam kazanır, onsuz anlam kaybederiz. O nedenle içselleştirilerek canlı kılınmış vasıf olarak iyilik, fıtratımızın temel dayanağı olmalıdır. Evvela kendimize iyi olmak, şahsımız özelinden bütün bir insanlığa, varlığa saygı ve hürmetin gereğidir. Kendine iyi olmayan, iyiliği içselleştiremeyenler, tekmil manada başkasına iyi olamazlar. Oluyorlarsa iyilik orada başka ve daha çok siyasî, ideolojik veya ekonomik çıkar hesaplarına aracı kılınmak içindir. İyilik kendinden başka bir amaç gütmez. Kendinden başka bir yol, kendinden başka bir menzil, bir araç edinmez. Onun için kötüden medet ummaz. Kötüden ne yarar ne çıkar umar.”

Bekir Oğuzbaşaran’ın Şiir Dünyası

Sait Özer, Bekir Oğuzbaşaran’ın şiir dünyasına dair kaleme aldığı yazısı ile Ay Vakti’nde. Gönül insanı bir şairdir Oğuzbaşaran. Beslendiği geleneğin tüm uç noktalarını şiirlerinde görmek mümkündür. Şiiri onun yüz akıdır.

“Bekir Oğuzbaşaran’ın Bir Yaşama Biçimi Edebiyat (2011) adlı eserindeki ilk yazısı “Yazmak” üzerinedir. Bu metinde yazmak eylemi 42 başlıkta tanımlanmaktadır. İlk tanım yazmanın dil aracılığı ile yapıldığı vakıasının yinelenmesi şeklindedir. Dil-tarla ilişkisi içerisinde yapılan tanımlamalar tohum, fide, ürün ve hasat şeklinde bir anlam bütünlüğü içerisinde sıralanmaktadır. Ardından dil-duygu ve düşünce bağlantısı, bu kavramların yazmak eylemi ile fikir hâlini alıp iletişimin bir unsuru olup okunacak şey, yani esere dönüşmesi şeklinde sürdürülmektedir.”

“Necip Fazıl Kısakürek şiiri “mutlak hakikati arama işi” olarak tanımlar. Bekir Oğuzbaşaran’ın tanımlarındaki özde aslında Üstad’ı Necip Fazıl’ın ifadesi ile örtüşmektedir. Yapılan 33 tanımın temelinde yatan şey hakikatin aranması ameliyesidir.”

“Oğuzbaşaran’ın şiirlerinde “müfredler” dikkatimizi çeken bir başka husustur. Bilindiği üzere müfredler divan şairlerinin divanlarının sonunda “müfredât” adı ile yer almaktadır. Şairin müfredleri geleneğin ve aynı zamanda kendi şiir anlayışı çerçevesinde hikmetli söyleyişler olarak karşımıza çıkar. Oğuzbaşaran, adeta şiirin her türünde / biçiminde şiir yazmayı kendine vazife bilmiştir. Aşk İle (Oğuzbaşaran, 2016) adlı şiir kitabında 175 müfredinin bulunması bu düşüncenin somut bir delilidir diyebiliriz.”

Keçecizâde İzzet Mollâ’ya Göre Edirne’nin Mânâ Kutupları

Selami Şimşek, Keçecizâde İzzet Mollâ’yı anlatıyor yazısında. Hayatından kesitler verdikten sonra Mola’nın Edirne’de sürgünken kaleme aldığı Mihnet-Keşan mesnevisini detaylı olarak inceliyor. Bu mesneviden hem Molla’nın yaşadıklarını öğreniyoruz hem de Edirne ve çevresine dair izlenimlerini öğrenmiş oluyoruz. Yazıda mesneviden bölümler de var.

“O, on ay civarındaki sürgününü dile getirdiği “sosyal hiciv tarzında örf romanı” olarak da nitelendirilen Mihnet-Keşan adlı mesnevîsinde, sürgün edilişini, burada çektiği mihnetleri, meşakkatleri, bağışlanıp İstanbul’a dönüşünü anlattığı gibi Edirne başta olmak üzere Uzunköprü, Havsa, Babaeski, Burgaz, Çorlu, Silivri gibi gezip dolaştığı yerleri öne çıkan özellikleriyle tanıtmıştır. Keçecizâde, büyük bir şehir olarak gördüğü –Edip her taraf sîr sun‘-ı Hakîm/Göründü Edirne o şehr-i azîm şeklinde dile getirmiştir. Edirne’yi, Saray’ı ve Selimiye Câmii ile tasvir edip övmenin yanında mânâ yönünden de tanıtmıştır.”

Bir-İki Erzurum

Şeref Akbaba, anılarına devam ediyor.Erzurum yılları ve Genç Kuşak dergisi var bu sayıdaki anılarda.

“Daha önce gündeme getirdiğim ve 1983’te rahmetli anneme emanet ettiğim Genç Kuşak dergisini mini bir çuval içinde ve açmadan İstanbul’a götürmek üzere valize yerleştirdim. Tam kırk yıl, dile kolay. Bunun ayrı bir hikâyesi var, onu anlattığım için burada tekrar etmiyorum. Emanetlere en sadık anneler, siz de öyle yapın. Rabbim mekânını cennet eylesin.” 

“Köyümüzün camisi sanırım 1967 de yapılmıştı. Biz o zaman çocuktuk ve az şey hatırlıyorum caminin inşaatına dair. Açılışla alakalı cami girişinde bir fotoğraf var, büyüklerden birkaç kişiyi ancak tanıyabildim. Öncü olan, emeği olan ve ahirete irtihal eyleyen herkese Allah’tan rahmet diliyorum. Caminin girişinde bir levha daha var ki, duygulandım.

“Caminin yenilenmesi, Recep Akbaba tarafından Akbaba ailesi hayrına yapılmıştır.” Recep en küçük kardeşim ve iş insanı. İki yıl kadar önce camiyi yeniden restore ettirmiş, ihtiyaç duyduğu her konuyu benimle istişare etmesine rağmen her hayır işinde olduğu gibi bunu da aileyi haberdar etmeden üstlenmişti. Ben de bittikten sonra köyden paylaşılan birkaç fotoğraftan öğrenmiştim. Levhayı okumakta bu seyahatimde kısmet olmuştu. Güzel haslet. Allah hayrını kabul, ömrünü bereketli kılsın.”

Özgül Şiir ve Diyoloji

Hayrettin Taylan, Özgül Şiir ve Diyoloji isimli yazısında şiirin gerçekle olan bağını anlatıyor. Hayal-gerçek arasındaki şairin kurduğu şiir evreninin kurgu zemininde şiire kattığı özgül ağırlık var yazının merkezinde.

“Şairin genetik bağı, genleri, yaşadığı çağ, yaşadığı çevre, toplum, kültür, coğrafya, medeniyet, medeniyet öncüleri, beslendiği ilmi, sosyal erkler gibi uzayıp giden bilinç ve bilinçaltı dinamikleri var. Şair de yaşadığı coğrafya, toplum ve devrin sosyolojik ortalamasıdır. Şiir, salt düş ve gerçeklik arasında değildir. Şiiri besleyen, değiştiren, dönüştüren birbirine bağlı çok edim var. Teknik anlamda, bir sınır getiremeyiz. Şiirsel sınır yok. Her şeyle bağı var. Her sosyal bilimi ve her edebi ve sanatsal türü besleyen şiiri kuramsal-kavramsallıkla sınırlandıramayız. Poetik bir metodoloji de çizemeyiz. Şiiri ilgilendiren her özgül kavramın ontolojik bağını iyi bilip ona göre bir yol çizmeliyiz.

Ay Vakti’nden Öyküler

Nurşah Karaca – Kosova’dan Gelen Tren

“Rüstem Paşa, -ki paşalığı doğuştan gelir, sonradan değil- ihtiyar bir adam gibi ağır aksak giden bir trenin içerisinde üç gündür aç biilaç yolda… Türkiye dediğin şurası. Nedir bu bitmeyen eziyet? Yalnız kendisi olsa hadi neyse… Birdenbire anasız kalmış iki küçük yavrusuyla, bacısını- yuvasını kaybetmiş zavallı Şefika da bu trende. İstasyonlarda öyle çok bekliyorlar ki yorgunluktan sızıp sızıp tekrar gözlerini açtıklarında yine aynı yerde buluyorlar kendilerini.”

“Rüstem bir an için ne diyeceğini düşünürken polis, çocukların önünden geçip gidiyor. Bütün geceyi vagon vagon dolaşarak yorgun ve uykusuz geçiren polisin dalgınlığı Rüstem’e derin bir nefes aldırıyor. Öyle ki polis Ne Rüstem’in suskunluğunu görebiliyor ne de elinde pasaport ve biletlerle bekleyen Şefika’nın ellerinin titreyişini. Sonra trenin o canhıraş çığlıkları duyuluyor. Bu, hayra işaret. Artık kalkma vakti. Yolcular aceleyle geçiyorlar yerlerine. Trenin dingillerinden garip bir homurtu yayılıyor. Bacakları tutulmuş da zor yürüyen bir ihtiyar gibi ağır ağır gidiyor evvel; sonra can geliyor sanki dizlerine. Bunca beklemenin acısını çıkarırcasına hızlanıveriyor birden.”

“Tren telaşsız yol alırken Rüstem de çocuklar da uyuyordu. İçine düştükleri bu fırtınada aman boğulmasınlar, azıcık renkli rüyalara, mutlu hülyalara dalsınlar diye tren uyutuyordu onları. Öyle uyuyorlardı ki trenin önce rahvan koşan bir at gibi dağlardan, tepelerden, ovalardan ve nehirlerden süzüle süzüle gittiğini, sonra usulca yavaşladığını, sonra keskin bir gıcırtıyla ansızın durup soluksuz kaldığını fark etmediler. Rüstem’in başını dayadığı pencerenin önünde, mavi renkli bir tabelada, ay yıldızlı bayrağın hemen altında büyük harflerle yazılmış “TÜRKİYE” yazısını göremediler bile.”

Seher Özden Bozkurt – Bir Akşamüstü

“Bir ikindi vakti. Karanfilli çay kokusu süzülüyor, aralanmış pencerelerin arasından. İnce tül perde, hafif hafif esen rüzgârla dalgalanıyor. Yorgun ikindi, solmaya yüz tutan gün ışıklarını topluyor eteklerine. Akşamın serinliğine ve sessizliğine bırakıyor topladıklarını usul usul. Sesler eriyor giderek, sesler karanlıklar içinde yok oluyor. Gündüzden kalan telaşlar, koşturmalar, gecenin serinliğinde dinlenmeye hazırlanıyor. Bir yaşlı kadın, kolunu pencerenin pervazına dayamış. Mor damarlı, beyaz ellerinde bir tespih. Uyku, ağırlaşan göz kapaklarından sızıp, kadının kirpiklerine doluyor. O zaman ellerinden kayıyor tespihi.”

“Bir anne mutfakta yemek yapıyor. Üzerinde mutfak önlüğü, başı üzerinde, tombul bir bulut gibi duran mavi başörtüsü. Tezgâhta süzgeç, sebzeler, salça, tahta kaşık. Tencerenin içine atıyor ince ince kıydığı soğanları. Ağır ağır kavuruyor. Masanın üzerinde duran küçük el radyosunda, eski bir şarkı çalıyor. Kadın dalıp gidiyor. Soğanlar pembeleşiyor.”

“Bir yazar oturuyor evlerin birinde. Başı, düşüncelerinin ağırlığıyla eğilmiş. Yüzü, akşamın kızıllığıyla boyanmış. Uzun, ince parmakları telaşlı. Ellerinde zonkluyor, biriktirdiği hikâyelerin sancısı. Kelimeleri, heyecanla bekleşiyor kaleminin ucunda. Gizli özneler, yüklemsiz cümleler, parantez içlerine sıkıştırılan sözcükler, Damla damla akıyor beyaz satırların üzerine.”

Ebubekir Koçak – Külhan

“Toprak kokusunu duyar, kendi halinde az çok demeden her sene meyvesini veren ihtiyar yüzü ve gövdesiyle bahçenin kıdemlisi kayısı ağacı gözünde canlanırdı ara sıra. Geceleyin geç saatlere kadar sokak lambalarının ışığında oynayan çocukların cıvıltılarını yanlarında getirmişlerdi. Bazı uykusuz gecelerde tavanda çağıldardı bu sesler.”

“Zil sesi değiştikten sonra Külhan bu ötüşe karşılık vermeye başlamıştı. Komşular bile bunu fark etmiş nasıl zille karşılıklı ötüştüklerini hususen dinlemeye gelmişlerdi. Gözleri fiskos masasının üstündeki Külhanda kulakları kapı zilinde salonda nefes almadan bekleşmeye başladılar. Çocuklardan birini kapı ziline basmakla görevlendirmişlerdi. Kanarya kapı zili sesi birkaç defa öttü. Kalabalığı yadırgayan Külhan zamanla zararsız meraklı kalabalığa alıştı. Kapı zilinin ardından iştahla ötüyor o öttükçe kalabalıktan kahkahalar yükseliyordu.”

Ay Vakti’nden Şiirler

Sevgili hayat bir bak kendine şöyle
Bu menekşeli ebruli dünyanın
Seyrine dalıp gör bakalım hayrını
Beş vaktin içinden bir nida ile
Aşk yurduna varmak için yola çıkıp
Anlamın derinliğine ey hakikat diyerek
Sesimizin yankılandığı yerde dualarımız
Güzellikler ülkesindeki bakışlarımızla
İyiliklerimiz kalmış olsun kayıtlarda.
Ne güzel yıldızlara baktırıyorsun Tanrım.

Nurettin Durman

şimdi hatıralar tren kompartımanında unutulan ahşap bir valiz
güneş unutmaya başlayınca akşam oluyor hatırlayınca sabah
hani adam vardır ya yüzünde düğün içinde yas

böyle sevdim onu rüzgâr gibi gittim ırmak gibi koştum
yağmur gibi yağdım çiçek gibi açtım penceresi önünde
kıpırdamadı bir perde dahi dokunmadı kapının sürgüsüne el

Selami Şimşek

Belki mor bir lale açar sarı kanaryalar ufuktan, aşktır.
Çoktan kaybolmuştur zaman, mekân içimde ah tutar.
Seni bir kez sevmek yüz yıllık bestedir, gurbette vatan.
Waldo, buradayım ben, kralcıların rüyasında toz toprak.
Sazları kırdım, şişelerde mürekkep balığı, put savarım.

Doğunun sekizinci kızıyım nur tanesi, kundağım berrak.
Ölsem uyanacağım dünyadan kuyunun oğlu olarak.

Yasemin Kuloğlu

Önce emanet incindi, sonra başladı her şey
Her şey derken her biri güzel ’den uzak olandır
En tehlikeli bakterilerin ölümcül gücü toz etti hisarları
Sefil gezdim
Elimde pâyitahtın geçersiz tapusu
Kimdir bu denli ahmak dediler
Yutkundum ağzıma gelenin en zehirlisini bile
Başka ne yapabilirdi ruhu evcil bir şehirli?

İmran Sadai

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir