Edebiyat Ortamı: 93

Edebiyat Ortamı dergisi 93. sayısında okurlarına tam anlamıyla bir söyleşi şöleni yaşatıyor desek yeridir. Dergide şairler ve yazarların eserleriyle, çalışmalarıyla ilgili sorulara verdikleri cevaplar var. Söyleşiler bir nevi yazı atölyesidir benim nazarımda. Yazma hikâyeleri, yazarın,-şairin mücadelesi, kullanılan üslup, özellikle gençlere rehberlik edecek ayrıntıları içinde barındırır. Dergiden yapacağım ilk paylaşım Tarık Tufan ile son romanı “Aşıklara Yer Yok” ile ilgili yapılan söyleşiden olacak. Benim de okuyup çok beğendiğim ve tavsiye ettiğim bir roman Aşıklara Yer Yok. Sorular; Oğuzhan Öztürk’ten.

“Romancı hikâyesini anlattığı süre içinde koyu bir yalnızlığın içine mahkûmdur. Karakterleriyle baş başa uzun, zorlu bir yolculuğun içindedir. Romanını tamamladığı anda uzun süren yalnızlığına eşlik eden okurlar yolculuğa dahil olur. Okur romancının omzundaki ağır yükü paylaşmaya başlar, kendi ruhunu romana katarak, hikâyeye yeni bir soluk verir. Bazen romancıyı da şaşırtan bir soluktur bu. Romancı başkalarının gözüyle kendi yarattığı dünyaya bakar; bazen aynada kendi yüzünde daha evvel fark etmediği küçük bir ayrıntıyı görmek kadar şaşırtıcı bir tecrübedir bu.”

“Hatıraları tehlike değil de acı verici olarak tarif etmek daha doğru bana kalırsa. Bütün hatıralar acı verir. Bazıları yaşanıp bittiği için bazıları da bir daha asla yaşanamayacağı için.”

“Bir yere gitmenin insana huzur vermeyeceğini öğrendiğim günden bu yana roman yazıyorum. Hayalimde kurduğum şehirlerde, kasabalarda dolanıyorum. Benim Saklıkuyu’m romanlarım.”

Emin Gürdamur ile Önce Biraz Ağladılar Üzerine Söyleşi

Cahid Efgan Akgül, Emin Gürdamur ile son kitabı Önce Biraz Ağladılar üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş. Gürdamur, öykülerden çizdiği yolu 4. kitabı ile pekiştirmeye devam ediyor. Onun öykülerini okumak hem iyi bir öykü okumanın mutluluğunu verirken diğer yandan da günümüz öyküsü adına heyecan duyacağımız bir yetkinliğe sahip.

“Ben kelimelerle yapabileceğimin en iyisini yapmaya çalışıyorum sadece. Bir ses sahibi kılınıp kılınmadığımı fark edecek, ayırt edecek konumda değilim. Buna zaman karar verecek. Muhtemelen o karar anında ben burada olmayacağım. Nihat Değirmen’e gelecek olursam o, kızının ölümüyle sınanmış, insicamını kaybetmiş, hayata karşı hesap defterini yırtıp atmış biri. Bir deliliğin içinden konuşuyor. Akıllı birinin asla söylemeyeceği, aklından bile geçirmeyeceği şeyler söylüyor. Sanırım Nihat Değirmen, başına gelenlerden önce de böyle şeyler söylemezdi. Onun hâli, Rabbi karşısında naz makamına erişen meczupları hatırlatıyor bana. Bu makama, yaşadığı imtihan sonrası aklını kurban ederek erişti. Ben fazladan bir şey yapmadım. Onunla Tanrı’sının arasından çekildim ve ortaya bu öykü çıktı.”

“Edebiyat betimlemedir. Elbette aşırıya kaçmamak gerekir. Edebiyat tasarruftur aynı zamanda. Söz tasarrufundan doğar. Şipşak okunacak ürünler meselesiyle güzel bir noktaya değindiniz. Dijital Çağ’ın edebiyata gölgesi bu. Öykülerimizi acelecilikten ve hızdan korumamız gerekiyor.”

“Şiire çok şey borçluyum. Yaşarken de yazarken de şiirden güç alıyorum. Şairler bizim uzun uzun anlatmak istediğimiz şeyleri tek bir mısrayla anlatabilen büyücüler. Onlar daima saygıyı ve takdiri hak ediyor. Şairler, dilin sınırlarını genişletirken bizim de duygu dünyamızı genişletiyor; dilin imkân ufuklarını genişletirken bizim de düşünce ufkumuzu genişletiyorlar. Öykü yazarken yorulduğum, tıkandığım, mecalsiz kaldığım zamanlarda şiire sığınıyorum. Üzerimize abanan hayatla ancak şiirle başa çıkabiliriz.”

Kadir Tepe ile Ayıp El İşaretleriyle Gösterilen Uzaklıklar’a Dair

Kadir Tepe de Edebiyat Ortamı’na konuk olan isimlerden. Ona da Ayıp El İşaretleriyle Gösterilen Uzaklıklar kitabı üzerine Süleyman Emre Bayrak sorular yöneltmiş. Şiirini takip ettiğim isimlerdendir Tepe. Mekânsal farklılıklar barındıran ve değişen bir sesi var Tepe’nin. O da bunun farkında. Dünyanın çarpık düzenine karşı şiirin savrulan yüzünü gösteriyor bizlere. Çokça karmaşık ve çıplak.

“Ayıp El İşaretleriyle Gösterilen Uzaklıklar, zannımca “Her şakanın altında bir gerçeklik, her şapkanın altında da bir kellik yatar.” ifadesinin bir tezahürüdür. Kitap bütünlüğünün belli bir karakter algısı var ve bu kıyafet ölçüsüİblis ve Peri’nin “derin” tutkusuyla birlikte peydahlanmaktadır. On bir şiir İblis’in hovardalık serüvenini, üç şiir ise Peri’nin tinsel (kalp, göz, kulak) sesini yansıtmaktadır.”

“Evet, mizanpajı/dizgiyi alışılmışın dışında diye nitelendirebilir, yineleyebiliriz. Sebebi ise: Şiirlerin laçkalığına, bıçkınlığına göre dosyayı düzenlemem gerekiyordu. Bu şekilde, “tamam”dı çünkü. Ayrıcalıklı bir hâlde, biçimin şiire bir parça kattığını düşünüyorum. Dizgi ve şiir ayrı karakter değiller, ilişkileri mutlak surette vardır. Biçim de (mizanpaj) bir sanat unsuru çünkü. Tabii, “eski bir ressam” özelliğiyle birlikte bu lafzı dile getiriyorum: Şiirlerim ayyaştı, şair olarak da biçimi, büyük resmi flu görmem şarttı.”

“Şiir zannımca stres, sıkıntı, huzursuzluk, korku, hastalık gibi etkenlerden peydahlanır. Refah seviyesi yüksek insanın şair olabileceğini, olsa bile bir şey vadedebileceğini, duvara yaslanacağını, dişe dokunacağını hiç düşünmüyorum. Sıkıntının daima peşinden sürüklediği bir şey’dir şiir. İlla ki günlük koşuşturmayı konu edinir, edinmelidir de. Şair de yaşadığını, gördüğünü, kokladığını, duyduğunu, hissettiğini imgeleştirir. Yani her sıkıntı bir şekilde “imge” olarak şiire yansır: Kredi kartı ekstresi, pisuara yapışmış dışkı, banka yapışmış sümük vs. de bu yansımalar arasındandır.”

Oğuzhan Öztürk ile Söyleşi

Herkesi konuşturan Oğuzhan Öztürk’ü de Sadık Yalsızuçanlar konuşturmuş desek yeridir.Bu kez soran değil cevaplayan rolündeki Öztürk; yeni öykü kitabı Olumsuz Hava Şartları’na dair soruları cevaplamış. Öztürk’ün Sakarya’da olması elbette benim ilgimi çekti. Çünkü benim de ikinci memleketim Sakarya. Elbet bir öykünün kıyısında köşesinde buluşuruz genç öykücümüzle.

“Gecenin bir vakti bilgisayarımın başında yazıyor olsam da, öykülerimdeki gibi, uçakta, havaalanında, otobüste, kafelerde de yazıyorum. Olumsuz Hava Şartlarını 2019 yılında bir uçak yolculuğunda yazmıştım. Ve o gün ikinci kitabımın ismi belliydi aslında. Kitapta genel olarak dergilerde yayınlanan öykülerim var. Onları toparlamak istedim. Haricinde de birkaç öykü ekledim.”

“Ben en başında “Kendim” ile kavgalı biriyim. Bir türlü barışamadığımı söylemeliyim. “Düzenle” kavgalı “İnsanlarla” kavgalı, her şeyle kavgalı karakterler çıkıyor ortaya ki, bunu özellikle yapmasam da. Modern insan olarak, çok benciliz, çok unutkanız, çok… İşte ne bileyim… Yazacak “iyi” bir şey bulmayı ben de isterdim…”

“Sait Faik’in öykü damarına yakın olduğumu söyleyen çok kişi oldu. Umarım öyledir. Bu beni mutlu ediyor. Sait Faik, öykünün Babalarından biri. Ve muhteşem öyküler yazmış. Bazen ben de, her şeyden sıyrılıp martı, vapur, boğaz gibi imgelere sığınıyorum.”

Yıldız Ramazanoğlu ile Söyleşi

Fahri Tuna bu sayı bir portre yazısı ile değil, söyleşi ile Edebiyat Ortamı’nda. Yıldız Ramazanoğlu ile hasbıhal etmiş Tuna. Benim için çok değerli olan iki ismin bu kısa ama keyifli muhabbetini ben de büyük bir mutlulukla okudum.

“Olanı da olacak olanı da muhayyileden geçirerek nazara vermek, kelimelerin buyurganlığını sarsmak. Bilmenin konforlu korunaklı iktidar alanlarını bulandırmak. Sezgiye ve gerçeğin ta kendisi olan hayallere yer açmak.”

“Kurgunun neşet ettiği geniş etkileşim alanının, ana kaynağın hikâyesi deneme. Hayatın akışı, ikilemleri, içinden geçtiğimiz şehirler, iklimler, kitaplar, olgunlaşan düşünceler, yaşamayı anlamlı kılabilmek için yarattığımız illüzyonlar denemenin muhteviyatı. Kıymetli olduğunu düşünüyorum.”

“Tanımlar bazen yoruyor ve kısıtlıyor. İnsanlık onurunu korumak, hayvanlara doğaya gezegenlere hükmetmek değil hürmet etmek hepimizin şiarı. Ötekileri gözetme gücü insan ruhunun ihtiyaç piramidinde en üstte. Adalet ve feraset olmazsa yaşarız ama yaşamış olmayız. Ecel bize gelip çattığında ölüyle değil diriyle karşılaşması için yaşamış olmamız lazım.”

“Ankara derin köklerimin olduğu şehir. Edebiyatla ilişkimin, bana ilham kaynağı olan olayların, acı ve sevinçlerimin kaynağı. İstanbul ise otuz beş yıldır yaşadığım yer ve Ankara’nın muhasebesi bir nevi.”

Ayşe Şasa’ya Minnetle

Sadık Yalsızuçanlar’ın Ayşe Şasa’ya olan muhabbetini bilen bilir. Ruha şifa bir Şasa yazısı kaleme almış Yalsızuçanlar. Bir biyografiden daha öte bir anlatım var bu yazıda. Rahmet dileklerimle bir bölümü buraya alıyorum.

“Rüyaya dayalı bir film estetiğinin temellendirildiği, tasavvufî birikimin beslediği daha yerli, millî ve bu yüzden de evrensel bir Türk film ortamının nasıl oluşturulabileceğinin derdindedir Şasa. Bu sancıyla kıvranmaktadır. Bu yüzden yüzlerce dost edinir, onlarla saatlerce telefonda konuşur, Gayrettepe’deki evi bir dergâh gibidir, sürekli konuklar gelir. Bunlar arasında Orhan Pamuk’a rastlamak da mümkündür, Karaügümrük’ten bir dervişe isabet etmek de… Prof. Dr. Şerif Mardin başta olmak üzere birçok sosyal bilimciyle, yazarla, düşünürle, kanaat önderiyle, gazeteciyle, oyuncu ve yönetmenle, özellikle de genç şair ve yazarlarla dolup taşar evi. Ayşe Şasa, yıllar sonra, bir zamanlar küçümsediği Bülent Oran’ın senaryolarının dibindeki gelenek izlerini de keşfeder. Bir yazısında, Oran’ın hikayelerinin nasıl gelenekçe emzirilmiş olduğunu uzun uzun anlatır. 1941 yılında İstanbul’un zengin ve Batıcı bir aile ortamında acılarla başlayan, sancılarla süren, kabuslarla dibe vuran yaşamı birçok zorlu duraktan geçerek Karagümrük’teki tekkede taçlanmıştır. Çelişkilerinden kurtulmuş, gerçek sorularını bulmuş, soru(n)larına çözüm üretme konusunda zevkli ve neşveli bir kaynağa ulaşmış olan Şasa, Türk düşünce ve film hayatına pek çok güzellikler katarak 16 Haziran 2014 günü göçer.”

Çavdar Tarlasında Çocuklar: Yabancılaşmanın Sesi

Çavdar Tarlasında Çocuklar, adının çok ötesinde bir yere ait romanlardan. Adının verdiği gizem ve efsunu ne yazık ki romanda bulamıyorsunuz. Havalı bir ismin altında ezilen nice kitaptan biri. Anlatım tarzı, içeriği, mesajı ya da herhangi bir şeyi fark etmez, neresinden tutarsanız tutun kafa karışıklığından başka anlamı olmayan bir roman olarak dünya edebiyat gündeminde hâlâ canlılığını koruyor. Ali Tacar, Timothy Aubry’e ait romana ait bir yazıyı çevirmiş. 

“Salinger, çoğu toplumu doğası gereği yozlaşmış ve yozlaştırıcı olarak ele alan Amerikalı yazarlar arasında uzun bir ikircikli bireycilik geleneğini takip eder. Eleştirmenlerin Holden Caulfield’ı en sık karşılaştırdıkları karakter Huck Finn’dir. Huck gibi Holden da hem erken olgunlaşmış hem de naiftir, kendini korumak için yalan söylemeye hazır bir düzenbazdır, ancak doğaüstü bir duyarlılığa sahiptir ve bu nedenle tanık olduğu zulüm ve çöküş karşısında dehşete düşer. Her iki karakter de özgürlük ve masumiyetin peşindedir ve her ikisi de yetişkinlerin onları hakim davranış standartlarına uygun olarak eğitme ve şekillendirme çabalarına direnir. Kendi görece lekesiz statülerini, standart İngilizceye uymayan yerel bir üslupla savunurlar. İki kısa pasajın yan yana getirilmesinin de gösterdiği gibi, Salinger bazı anlarda Twain’in etkisini açıkça kabul eder gibidir. Huck: “Sonra pencerenin yanındaki sandalyeye oturdum ve neşeli bir şeyler düşünmeye çalıştım, ama faydası olmadı. Kendimi o kadar yalnız hissediyordum ki ölmüş olmayı diledim.” Holden: “Tek yaptığım, kalkıp pencereden dışarı bakmak oldu. Birden kendimi çok yalnız hissettim. Neredeyse ölmüş olmayı dileyecektim.” Her iki çocuk da yoğun yalnızlık duygusuyla intiharı düşünmeye motive olmaktadır. Bu, Huck ve Holden’ın yalnızca algıladıkları şekliyle uygarlığın daraltıcı, yozlaştırıcı etkisinden kaçmak istemediklerini, aynı zamanda hakim toplumsal düzenin kendilerinden esirgediği eşi benzeri görülmemiş bir topluluk ya da yakınlık biçimini keşfetmek istediklerini göstermektedir.”

Hammer-Purgstall ve Alman Oryantalizminde Fars Edebiyatının Seyri

Remzi Avcı, Alman oryantalizmindeki Fars etkisini örnekler eşliğinde veriyor. Yazının özünde; İslam’ın etkilediği batı var. Bunun örneklerini birçok yazarda görmek mümkün.

“Hammer-Purgstall, İslam sufi eserlerinden yaptığı çevirilerle zengin malzemeler üreten literal bir ağın kurulmasında aracı olur. Hatta İslam sufizmini Alman entelijansyasına açtığı, bu çevirilerin gerek sufizmin gerek de dolaylı yoldan İslam’ın anlaşılmasında önemli bir yerde durdukları da söylenebilir, tam da Avrupa’da İslam’a karşı önyargının en revaçta olduğu bir dönemde. Birçok oryantalist onun çevirilerinden istifade eder aslında Rückert’e Goethe’ye ilham veren de bir yönüyle Hammer-Purgstall’dır. Bu çeviriler sayesinde Şark’a kısmi olarak da İslam’a karşı romantik bir atmosfer oluşur; fakat bunun ne kadar kuşatıcı olduğu da başka tartışmaya açık bir konudur. Başka bir ifadeyle genel olarak içerisinde Osmanlı’nın olmadığı bir İslam’dan bahsetmek sanırım yanlış olmaz. Hammer-Purgstall’ın çevirileri, aynı zamanda birbirlerine zaman ve zemin olarak da oldukça uzak olan iki medeniyetin poetik belleği arasında bir köprü vazifesi görür. Şöyle ki, Fars şiirinin estetik, ahenk ve formu Alman edebiyatına bir Şark ruhu da aşılayarak onu zenginleştirir.”

Edebiyatın Psikolojiyle Dansı: İç Dünyaların Kesişimi

Edebiyatın psikolojiyle sıkı bir bağı vardır. Edebî türlerin tümünde bu bağı görmek mümkün. Beste Bekir bunu yazısında iç dünyaların kesişmesi olarak adlandırıyor.

“Edebiyat, insanların duygusal ve zihinsel deneyimlerini anlatırken psikolojinin temel kavramlarından yararlanır. Karakter gelişimi, duygusal çatışmalar, bilinçaltı, travma ve kimlik gibi psikolojik konular, edebi eserlerin temel taşlarıdır. Romanlar, öyküler ve şiirler, karakterlerin iç dünyasını yansıtarak okuyucuya empati kurma fırsatı sunar. Bu, psikolojinin insanların deneyimlerini anlamaya ve başkalarının iç dünyasını görmeye yönelik çabalarıyla da uyumludur.”

“Edebiyat ve psikoloji arasındaki bu etkileşim, insan deneyimini daha derinden anlamamıza yardımcı olur. İnsanların iç dünyalarını keşfetmek, empati kurmak ve anlam arayışına katılmak için edebiyat ve psikoloji birlikte çalışır. Edebiyat, psikolojik anlayışı derinleştirirken, psikoloji de edebiyata daha fazla içgörü ve anlam katar. Bu dans, insanlığın iç dünyasının sonsuzluğuna dair bir yolculukta bizi ileriye taşır.”

Edebiyat Ortamı’ndan Öyküler

Ahmet Fevzi kibar – Sıradan Hikâye

“Her günkü günlerden bir gündü. İstisnaların dikkat ve ilgi çekmesi için olağanmış gibi gösterildiği sinema ve televizyon dünyası uzaklarda hüküm sürüyordu. Onlar başka bir dünyada yaşıyordu. Sen, ben, bizler farklı bir dünyada… Sıradan, sıkıcı ve çokça karanlık bir dünyaydı burası. Renkler yoktu, her şey siyah-beyazdı edebiyatına girmeyeceğim. Zira renkler vardı fakat tatları yoktu. Kırmızıdan; çilek, frambuaz, domates, biber tadı gelmiyordu. Sarı; limon ve zerdeçal kokmuyordu. Maviden; dalga sesi, okyanus tazeliği, su ferahlığı yayılmıyordu. Hayat, geçim derdi üzerine düşmüş bir depremzede gibi zar-zor nefes alıyordu. Gün aşırı zamlanan her şey o kadar pahalı geliyordu ki onu satın alınca şükretme gereği duymuyordum. Allah affetsin. Ne olmuştu bana? İtiraf etmekten korkuyordum. Sanki itiraf etmezsem hiç ortaya çıkmayacaktı. Ve ben de diğer insanlar gibi affa layık bir kul olacaktım. Ramazanın gelişi bile hayatımdaki donukluğu bir nebze ısıtamamıştı. Bu gidişim nereyeydi?”

“Uzun süredir çiseleyen yağmur hızını arttırdı. Pazarcılar tezgâhlarını ıslanmaktan korumak için var güçleriyle uğraşıyordu. Tezgâhların üzerine açılan koca şemsiye ve brandalara öbek öbek yağmur suyu doluyordu. Pazarcılar arada bir uzun sopalarla o suları alttan ittirerek yahut brandayı çekiştirerek boşaltıyordu. Bazen de brandaya dolan su kendini koyuverip birilerinin sağına soluna, ayağına, koluna boşalıyor ve “ay ay” diye çığlıklar yükseliyordu.”

“Çocukluğuma dönmek istedim bir an. Belki odamda olsam olabilirdi. Şimdi yol üstü çocukluğa dönülmez. Hem yeni yağdanlığı, eskisiyle kim değiştirecek? Bu ancak benim yapabileceğim bir iş. Anneme kalsa ömür boyu değişmez. Hem çocukluğuma dönmek için çok yorgunum. Şimdi dönsem o koşturmaları yapamam.”

Mehmet Şeker – Biber Hanımı Kaybettik

“Biber Hanım, dar alanda manevra yaparken geri gelmeye çalışan servis minibüsünün altında kalıp can vermiş. Ben görmedim. İyi ki görmedim. Dayanamazdım.

Acı haberi akşam eve gelince aldım. Şoför fark etmemiş onu. Kenarda yatıyormuş. Bir ayağı hafif sakattı zaten. Yaşı da epeyce vardı. Zor hareket ederdi. Toparlanmaya çalışmış ama kurtaramamış kendini. Teker üstüne çıkınca… Aman Allah’ım. Çok feci.”

“Servis minibüsünün altında kalıp acı çığlıklarla feci şekilde can verince, sitede büyük küçük kim varsa üzüldü. Geniş bahçenin batı köşesinde yatıyor şimdi. Hemen o gün mezar hazırlayıp gömmüşler. Akşam eve gelirken başında bekleşenleri gördüm. Çoğu çocuktu. Kim varsa üzgün, bazılarının gözü yaşlı.”

Fatma Nur Uysal Pınar- Renk Verme

“Kuşları severdi. Türü ne olursa olsun gökyüzünde süzülüşlerini boynu tutulana dek izlerdi. Kendine ait bir evi olunca ilk fırsatta muhabbet kuşu aldı. Aradan üç beş ay ya geçti ya geçmedi pencereyi açıp kuşa yol verdi. Şimdi rengini buldun, dedi gökyüzüne bakarken.”

Sıddıka Zeynep Bozkuş – Orlon Sevda

“Ne zaman cıvıl cıvıl bir örgü görsen, o kandırılmış çocuğun kıytırık, mahzun tebessümü yerleşiyor yüzüne. O ilk aldanış, ilk sevda, hıçkıra hıçkıra ağlamak isterken ilk sükût. Bakışların, mutfak zeminine serili orlon bir paspasın rengarenk halkalarını bir bir dönerken henüz altı yaşında ruhunu tutan bulantı…”

“Gülümsüyor ve göz kırpıyordu. Gördün. Güvercine göz kırpılmaz ki! O minik kağıtlar peki? Niyet demişti. Niyet. Maniymiş. Mani dört satırlı biliyorsun. Hem sakızdan çıkardı niyet. Güvercin ne anlar. Tam okumaya başlıyordun, çekip aldı elinden. Ama çok güzel okurdun. Öğretmen çekip almazdı elinden okurken. Postacı güvercin diyor, kahkaha atıyordu. Kucağında oturuyordun. Seni mıncık mıncık sıkıştırıp öpüyordu. Gökyüzü hep güvercin kanadı. Gökyüzü kıpır kıpır gri, beyaz, mavi… Gökyüzü kocaman mutluluk…”

“Sevindin… Karşılıklı oturdunuz sen Sibel, Sevda Abla. Anlatıyor. Bardaklar tozlanmasın, buzdolabı kirlenmesin diye örmüş onları. Bizim bardaklarımız da buzdolabımız da temiz ama böyle tatlı oyuncaklar ören ablam yok. Ama benim de ablam sayılırmış, büyüyünce bana da öğretecekmiş örmeyi. Sonra daha büssürü şey öğretecekmiş…ti?!”

Esra Öztürk – Şehir Hayali

“Köyde doğup büyüdüm, abim de öyle. İkimizin de en çok zevk aldığı olay yazları gece olunca ve herkes uyuyunca dama çıkıp şehir hayatının hayallerini kurmaktı. Hiç gitmediğimiz çarşılarında gezmeyi, ahır kokusu olmayan apartmanlarının balkonlarında akşamüstü kahve içerek hayatı sorgulamak isterdik. Abim memur olduğunu, akşam eve giderken çocuğuna hediyeler aldığını hayal ederdi. Eve gittiğinde eşinin güler yüzünü, mutfağından gelecek olan mis gibi yemek kokularını anlatırdı, uzun uzun betimlerdi ki sanki ikimizde o anı yaşardık. İçimizde heyecan coştukça coşardı. Tarladan yorgun argın gelip uzandığımız o dam sefası bütün yorgunluğumuzu alırdı, bazen o damda uyuya kalır şehir sokaklarında yürürken kendimizi görürdük rüyalarımızda.”

“Yol boyu kendi yaşamımı düşündüm. Çocukluğumu, ergenliğimi, gençliğimi sonra anne ve babamı, abimle geçen zamanlarımı, arkadaşlarımı. İlkokula başladığım sene iki yüz metre uzaklıktaki eve gitmeye üşendiğim için üç kilometre uzaktaki tarladaki çadırda kalmaya karar verip herkesi telaşlandırdığımı, bayram harçlıklarıma ilk işim kuzenlerimle bakkala gidip paramı bitirdiğim zamanları, annemden habersiz parka kaçtığımı, akşama kadar çamurdan tencerelerle, yemeklerle, pastalarla hayal gücümüzü Nirvana’ya çıkardığımızı, Aladın deresinin kenarında kızlarla yaptığımız piknikleri, Çamkır’da yaptığımız çapaları, Güldibi’nde çapa aralarında okunan şiirleri, gülüşmelerimizi, akşamları toplanıp içtiğimiz çayları, olmayan eşlerimizin hakkında yaptığımız dedikoduları, hayallerimizi özlediğimi fark ettim. Hayallerimi yaşadım şimdi belki ama bazı hayaller yaşanmadan daha güzel, daha özelmiş.”

Hacer Yeğin – Sakın Saçını Siyaha Boyama!

“Gözlerini kısıp uzaklara bakıyor. Uzaklara bakmakta hiç zorlanmayacağı bir yerde. Civarda görüş açısını sınırlayacak ne bir ev, ne bir ağaç, ne de hareketli bir obje var. Zamanın üzerinde hüküm sürdüğü zemin sahnesi şu akıp giden kuru çayırlar boyunca karşıki dağa kadar görünmez oluyor ve tam bir varlık kazanacakken sema tarafından yutulup tamamen yok oluyor. Şairin “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında” dediği türden bir arafta yaşıyor kaç zamandır. Cudi Dağı’nın hemen yamacında konuşlanmış ve iki bloktan oluşan lojmanın arka cephesi, sonsuzluğa açılıyormuşçasına gerçeklikten uzak. Anneannesi olsa “İtin öldüğü yerde ne işin var, rızık aramaya bunca uzağa gidilir mi?” diye söylenirdi. Hemen o dakikada kafasında anneannesiyle uzayıp giden bir parodi hayal ediyor. Düşününce biraz keyifleniyor ve bir bardak çay daha alıp bu sefer balkona çıkıyor.”

“Kızın üstüne boşalttığı bir dolu gizem ve metafor sağanağı altında hızlıca kalkıp müsaade istiyor. Sorular, sorular, sorular… Kendisinin anlamadığını, bu vakte kadar anlamlandıramadığını, başkasına nasıl anlatacak… Burası cevapsız sorular yurdu. Kim anlamını bulmuş, bulsa da doymuş, “ya Rabbi şükür” deyip de kalkmış sofradan. Ev halkı yemek telaşında, arkasına bakmadan kapıya yöneliyor. Cılız bir Allahaısmarladık yankılanıyor havada, bir çıtırtıyla kapanıyor kapı.”

Edebiyat Ortamı’ndan Şiirler

Dünya bilmem, zerre bilmem, elif kaç okka çeker bilmem
Hayal yontar, harf söndürür, bilmem nedir onu da bilmem
Misalim yoktur, yokluğuma verilecek misali de bilmem
Musa bir soru mudur, Musa bilmem, soru bilmem,
Kalbimdeki buzağıyı da

Erdal Çakır

Nekahat:
Şu yeşil tabut
Benim tabutum
Çok hafif gibi görünen bir tabut
Birazdan beni gömecekler
Cenazemde birkaç iyi komşu olacak
Hoca kuran okuyacak, dua edecek
Belki ben de artık eski bir ölüye dönüşeceğim
Şehirde hayat aralıksız sürecek
Kimi araçlar kırmızı ışıkta duracak
Kefenimdeki sargılar çözülecek
Sinema salonları boşalacak
Mezarımda otlar bitecek
Serin rüzgârlar esecek.

Davut Güner

Dârülharpten geliyorum, harflerin selâmı var
Selâmımız bile artık resmî hizmete mahsustur
Cümlemiz devrilmiştir, kelimemiz yorulmuştur
Bağlanmıştır kelâmımız, sözümüz savrulmuştur
Daha neler olmuştur âh, daha neler olmuştur

Bizim bu günahımız daha çok su götürür
Abdest almaya gitsek, bizi susuz getirir
Ne çoktu alış veriş, ne kadar da az şükür
Ne kadar da azdı dua, çimento ve demir

Yaşar Akgül

Bir geyiği emzirmeye gitmişti
En son
Annemi gördünüz mü?
Telaşlanıyor mimozalar
Bugün onları sevme günü.

Unutursun bazen
Elimle diktiğin çiçeklerini
Aynı renk açmış olsalar da
Gözün arar başka bahçedekileri.

Gökhan Akçiçek

Gelmeyecek o, göğün do minör ayarcısı.
Bir gün seslileri sessizlerin yanına kattığımızda,
Uzun ince bir ağıt başlayacak gökyüzünde.
Bir deniz çalacak çaresiz şehrin giriş kapılarını.

Tarık Özcan

His Düşüm’den Bosna Herkes Özel Sayısı

His Düşüm dergisi 21. sayısının tamamını Bosna Hersek’e ayırmış. Konunun ehemmiyetine yakışır bir çalışma çıkmış ortaya. Dr. Galip Çağ editörlüğünde hazırlanan sayıda Bosna’ya dair her ayrıntıyı görmek mümkün. Tarihiyle, kültürüyle ve elbette Aliya’sı ile sıkı bir Bosna sayısı His Düşüm okurlarını bekliyor.

Özel sayılar ve dosyalar His Düşüm’ü öne çıkaran ayrıntılardan. Ekip çalışması olarak hazırlanan bu sayılar işlenen konunun tüm detaylarını okuyucuya sunuyor. Bu minvalde devam etmelerini diliyorum ve yeni sayılarını büyük bir merakla bekliyorum.

Dr. Galip Çağ’ın Giriş yazısından…

“Bosna göğsümüzde bir yumru olacak her daim… Aliya’ya söz verdik; unutmayacağız, unutturmayacağız. Bu insanlık suçunu insan kalarak, insanca ve insan gibi anlatacağız yaşadıkça. Vesile ile bu kıymeti sayıya editörlük yapma şansını veren dergi yönetimine baki muhabbet ve şükranlarımı sunarım…

Aliya’nın dediği gibi insan şahsiyetini alçaltan, onu eşyayla bir tutan herşey gayri insanidir. Gayri insani olan her şeyden uzak olmak dileğiyle….”

Bosna Hersek Dosyası’ndan…

Bosna’nın bizim için tarihsel ve kültürel anlamı aşikârdır. Gönül bağımız ise sımsıkı tutmakta bizleri. Kendimizden hiç ayrı görmediğimiz bu coğrafyaya dair her şey bizi en ince detayına kadar ilgilendirir. His Düşüm’ün hazırladığı bu özel sayıdan ben bazı örnekleri buraya alacağım. Özel bir Bosna dosyasının kütüphanesinde bulunmasını isteyenler derginin bu sayısını mutlaka edinsinler.

Galip Çağ – Aliya’nın Üslubu ya da Bilgeliğin Dili

“Aliya bir siyasi figür olsa da klasik manada profesyonel bir siyasetçi değil. Hatta böyle olmadığı için de çok zor bir işe soyunarak kendi ifadesi ile İslamî söylemi herkes için bir evrensel dile dönüştürmüş, böylece ait olduğu medeniyet birikimi ve kültürü tüm Dünya’ya anlatmayı başarmıştır. Dolayısıyla Aliya kendi çağı için çok müstesna bir lider, fikir adamı ve üslupçudur.”

“Ahlak, din, millet ve İslam gibi birçok zor kavramı kendi zihninden damıtırken Aliya’yı özel kılan şey birçoklarından farklı olarak geliştirdiği varoluşsal dil oldu. Aliya üslubunu belirlerken kapsayıcı ve uzlaştırıcı bir dil oluşturmaya, kullanmaya gayret etti. Bunu yaparken de zaman zaman süreç ifade eden bir yola başvurdu. Maziyi atiye bağladı sürekli. Dersler ortaya koyarken sadece halkına değil tüm insanlığa seslendi.”

Semra Gusinaç -Mehmed Meşa Selimoviç’in Edebi Kişiliği

“II. Dünya Savaşı’nın ilk iki yılını Tuzla’da geçirmiştir. Halk Kurtuluş Harekâtı ile işbirliği yaptıkları gerekçesiyle kız kardeşi ve erkek kardeşi ile tutuklanır. 1941 yılından itibaren illegal olarak kurulmuş olan parti adına çalışmaya başlayan Meşa’ya, genç Bayan Ludmila Panca devamlı olarak görevler tevdi etmektedir. En önemli görevi radyodan yayınlanan haberleri dinlemek, Balkan cephelerinde, özellikle de Rusya ve Almanya cephesindeki olayları yazarak illegal yolla iletmek olmuştur. 1943 yılının Mayıs ayında kurtarılmış bölgeye geçen Meşa, Yugoslav Komünist Partisi’ne, Doğu Bosna Propaganda Teşkilatı’na üye olmuş ardından da Tuzla Partizan Müfrezesi Siyasi Komiserliği’ne getirilmiştir.1943 yılının ağustosunda Yugoslavya Komünist Partisi’nin Doğu Bosna Bölgesi Propoganda Teşkilatı üyesi olarak, Biyeline’ye yakın Trnava köyüne (“Küçük Moskva” olarak adlandırılan) çekilir.”

“Meşa’nın, film senaryoları yazdığı, çoğu zaman evine ekmek götürecek parası dahi olmadığı o dönemlerde eşi Darka, hiç şikayet etmeden elbiselerini bile Başçarşı’da satarak eşine destek olmuştur. Çocukları; çikolata, süt, meyve nedir bilmezler, hatta paralanmış ayakkabılar, yamalı giysilerle dolaşıyorlardı. Meşa’nın çetin şartlar içinde geçen hayatı mükemmel bir yaşam okulu olmuştu. Yoksulluk içinde geçen bu dönemde Meşa her şeye rağmen hiçbir şeye boyun eğmemiş, onurlu gururlu duruşundan ödün vermemiştir.”

İpek Emine – Avrupa’nın Kudüs’ünde Sudaki Ateşe Bakmak

“İlk durağımız Vrelo Bosne Milli Parkı oldu. Park, Igman Dağı’nın eteklerinde yer alan bir kaplıca. Bosna nehrinin genç suları kulaklarımızdan hayatın tüm kaotik seslerini silecek kadar canlı akıyor, köpürüyor burada. Avuçlarımı daldırıp dudaklarımı ve damağımı suyun lezzetiyle buluşturunca ağaçların burada bu kadar yaşlıyken bile mutlu olmasını anlayabiliyorum. “Zor olacak senden ayrılmak şimdi, eminim.” diyorum. İki gün boyunca gördüğüm her çeşmesinden kana kana içtim Bosna’nın. Emin olun siz de olsanız dayanamazdınız. Bosna bir su ülkesi…”

“Başçarşı/Baščaršija’ya doğru ilerlerken Miljacka Nehri üzerindeki Osmanlı mimarisi olan Latin Köprüsü asil bir duruşla selamlıyor bizi. Bölgenin en eski köprülerinden olan Latin Bridge 1914’te Avusturya Dükü Ferdinand’ın Gayrilo Princip tarafından öldürülmesine şahitlik etmiş. Drina’dan sonra başka bir canlı şahit iyi bir kalemin onu konuşturmasını bekliyor sanki.”

“Mostar, Osmanlı döneminde olduğu gibi bugün de idari bir merkez konumunda. Mostar çok kültürlü yapısı, renkli ve tarihi mimarisiyle keyifle yaşanacak bir şehir olsa da savaşın derin izleri her sokakta hüzünlü bir gölge gibi hissediliyor. Şehre adını veren Mostar Köprüsü, 1993’te Hırvatlar tarafından bombalanmış ve o güzelim kesme taşları Neratva Nehri’nin serin sularına gömülmüş. Şükür ki 1997’de TİKA, UNESCO, Dünya Bankası’nın desteğiyle başlayan çalışmalarla orijinal model ve malzemeye sadık kalınarak yeniden inşa edilmiş. Ruh bedenini yine var etmiş belki de ve Batı için Mostar yeniden korktukları bir mazinin nişanesi olarak eski yerinde ayağa kalkmış.”

Emine Şeçeroviç Kaşlı -Savaş Çocuğu Olmak

“Savaşta çocuk olmak, aslında yeni başlayan çocukluğu bitirmekti, bunu çabuk öğrendik. Oyuncaklarımızı değiştirdik, bunu çabuk öğrendik. Oyuncaklarımızı değiştirdik, kimin daha güzel bebeği, arabası var demek yerine, kimin bombalar hakkında daha çok bilgisi var, kim bombaları daha iyi ayırt edebiliyor konuşmaları aldı. Mermi kovanlarının arkasında renkler olurdu bazen, renkleri sayıp kim daha çok renge sahip diye yarışırdık. Savaş çocuğu olmaya zorlandık, yine de beklemedikleri şekilde iyi göğüs germiştik bu anlamsız savaşa.”

“Savaş çocuğu olmak, Unprofor askerlerinin eline bakmak demekti. Şehirde görev yapan BM’ye bağlı Unprofor askerleri bazen biz çocuklara bir şeyler atarlardı. Biz de dört gözle o anları beklerdik. Bazen çikolata, bazen şeker veya bir iki meyve. Ama bazen de sadece yanımızdan geçip giderlerdi, böyle zamanlarda biz de öylece arkalarından bakakalırdık. Olur da bir portakal veya bir küçük çikolata atarlarsa değmeyin keyfimize. O bir portakalı, çikolatayı dört beş parçaya, hatta gerekiyorsa daha fazla parçaya bölerdik. Bir dilim portakal bile yesek yeterdi. Aramızda portakalı soymadan yemeğe çalışanlarımız bile olurdu. Biz çocuklara bu şekilde yardım etmeye çalışıyorlardı, ama biz onların ne yaptığını ne için burada olduğunu bilmiyorduk. Ailelerimiz onları görmemizi, yanlarına yaklaşmamızı istemiyordu.”

“İşte Türk askerlerinin gelmesiyle BM askerleri gözümüzde değer kazanmıştı. Artık bizlere güler yüz gösteren birileri vardı. Savaş bitmemişti, hala bombalar atılıyordu, hala kedilerin bile kaçtığı o balıktan yiyordum ama o askerler bize içten gülümsediğinde kendimi daha güvende hissediyordum.”

Alma Husiç -Geleneksel Boşnak Yemekleri

Boşnak  Mantısı

Boşnak Mantısı Boşnaklara özel bir hamur işidir. Hamur bezeleri tek tek açılır ve yağlanır. Sonradan bu hamurlar üst üste dizilip büyük bir kat yufka yapılır. Hamurlar kareler halinde kesilir ve içi kıymayla doldurulur. Fırından çıktıktan sonra üzerine tereyağlı su dökülür. Yanında sarımsaklı yoğurtla birlikte servis edilebilir. Bu yemek Türkiye’de de çok bilinmekte ve Bosna’da bayram sofralarında sık sık yer almaktadır.

Leonardo Goi – “Nereye Gidiyorsun, Ayda?”

“1990’ların başında Bosna savaşı çıktığında üç yaşındaydım. Avrupa’nın en büyüklerinden biri olan Kuzey İtalya’daki ABD askeri üssünden arabayla beş dakika uzaklıkta olan bir yerde yaşıyorduk. O günlerden hatırımda kalan iki anı var. Biri, kulakları yırtarcasına bir gürültü ile gecenin köründe Balkanlar’daki Sırp hedeflerini bombalamak için havalanan F16’ların sağır edici kükremesi, diğeri ise bir gazetenin ön sayfasına basılmış acı bir resim: havaya fırlatılmış bir ekmeği kapmaya çalışan onlarca Boşnak. Bu tablo; neredeyse yaşanılanla aynı şekilde ele alan Jasmila Zbanic’in “Nereye gidiyorsun, Ayda?” filmiyle dün tekrardan hayat buldu.”

“Nereye Gidiyorsun, Ayda?” Temmuz 1995’te Sırpların eline geçen şehrin ve BM’in Mladić’in sözde “güvenli bölgelerde” sivilleri katlettiği o alçakça birkaç günü anlatıyor. Ancak Žbanić’in filmi bir tarih dersi değil. Günümüz dolaysızlığı ve katlanılmaz canlılığıyla anlatılan bir hikaye, o günlerin nasıl geliştiğinin acımasız bir kronolojisi, en kötüsünü önlemek için gösterilen ürkek çabalar, Mladić’in tehdidi karşısında dünyanın kayıtsızlığı ve binlerce Boşnak’ın ödediği bedel. Katliamın giriş noktası, Dutchbat askerleri tarafından tercüman olarak tutulan ve savaşan taraflar arasındaki görüşmelerin ortasına atılan Ayda adını taşıyan orta yaşlı bir öğretmendir. (Jasna Duričić). Ayda’nın bakması gereken bir kocası ve iki oğlu vardır ancak Sırplar Srebrenica’ya yaklaşırken ve BM üssü derme çatma bir sığınağa dönüşürken, üçü dışarıda kilitlidir ve Ayda’nınsa onları korumak için doğru taşa oynaması gerekmekte.

Ayasofya; Sayı:30

Ayasofya dergisi 30 sayısıyla karşımızda. Dergide “İstanbul” dosyası ile bir şehrin kalbine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Öyle bir şehirdir ki İstanbul, ne kadar anlatılsa bir şeyler eksik kalır. Bir de şu var ki anlatıldıkça zenginleşen bir şehir İstanbul. Ali Sürmelioğlu’nun editörlüğünde hazırlanan dosyadan birkaç örneği buraya alıyorum. Devamı Ayasofya 30’da.

Ekrem Aytar – Tarih Öncesi Çağlardan Günümüze İstanbul

“İstanbul; Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarına başkentlik yapmış bir şehir olarak karşımıza çıkmaktadır. İstanbul’u tanımak istediğimizde kaynaklar bizi hemen 4. yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun kendine yeni bir başkent araması ile başlayan tarih sahnesine götürmektedir. İmparator Konstantin, yapılan araştırmalar üzerine 330 tarihinde yeni başkent olarak İstanbul’u seçmiş ve Yeni Roma (New Roma) ismi ile şehir yeniden kurdurmuştur. Surlar, saraylar, tapınaklar, hipodrom, hamamlar… bu gün hâlâ kalıntılarının görülebildiği ve görülmesi gereken yerler olarak karşımızda durmaktadır.”

Burak Çelik – İstanbul Neden İstanbul Dışında Anlaşılır?

“Sözün hikmetini anlamak için evvela kafamızda nasıl bir İstanbul tasavvuru var onu sorgulamak gerekiyor. Kimileri için korku kimileri için kurtuluş olan bu şehir aslında kafamızda nasıl bir zemine oturmalı? Evvela bu şehrin müjdelenmiş bir şehir olduğu gerçeğini bilmemiz gerekiyor. Peygamberimizin müjdesine nail olabilmek için nice İslâm ordusu bu şehrin surlarına kadar gelmiş. Sultan Fatih’e nasip olmuş. Fakat müjde Sultan Fatih ile noktalanmış değil. Zira bir şehrin taşından toprağından ziyade önemli olan onun anlamıdır. Anlamı yaşatılmadıkça ve sahibi Müslümanlar olsa da şehrin kültürü gayriislami ise burada bir problem var demektir.

İstanbul’da yaşıyorsak bu müjdeye muhatap olabiliriz. O manayı kavrayıp yaşamak ve anlatmak bizim elimizde. İkinci olarak bu şehre turist gibi bakmamalıyız. Sokaklarında yabancı gibi gezemeyiz. Bu şehrin her sokağında evimizde geziyor gibi gezmek zorundayız. İnsanı evine bağlayan temel motivasyon yer ile kurduğu bütünlük ve temas ilişkisinden geçer. İstanbul’a da bu motivasyonla yaklaşıp şehirle aramızda ev ilişkisi ve mekân bilinci olmalı.”

Hacer Yeğin – Şerefli Kubbeler İklimi

“Bir iklimin manzarası, mimarisi ve halkı arasında hâlis ve tam bir ahenk varsa orada gözlere zevk ve şevk veren bütünlüklü bir vatan tablosu görünür. Dünya üzerinde aziz İstanbul, bütün sahifeleriyle işte bu tabloyu resmeden eserdir.

Bilindiği gibi İstanbul, büyük Türk ve İstanbul şairi Yahya Kemal için sadece çok sevilen bir şehir, bir tabii güzellik şahaseri değildir. İstanbul, cengaver Türk askerinin şecaatiyle kazandığımız mukaddes bir muhasara zaferinin aziz hatırasıdır. Onu en çok bu vatan bütünleyen zafer dolayısıyla seviyorsak da bu şehir, Yahya Kemal’e göre bütün bir Türk tarihinin ve Türk vatanının tek bir kaynakta toplanmış varlığıdır. Diğer mazlum coğrafyaların da hasret ve iştiyak duyduğu bir sembol olmakla birlikte Türk medeni kabiliyetinin şahaser bir tecellisidir. İslâm olmadan önce Türk iradesi, dünya coğrafyası üzerinde birçok devletler kurmuş fakat onun fethettiği ve vatan kurduğu toprakların en azizi, 1071 Malazgirt Zaferi’nden bu yana Türk kanıyla İslâm imanının birleşmesinden doğan; Allah’ın lütuf ve inayetiyle aldığımız, alırken de her köşesini ecdad eseriyle bezediğimiz Makarr-ı Saltanat olmuştur.”

Bekir Fuat – Ah İstanbul!

“Kendine özgü kültürel yapısıyla İstanbul, başlı başına bir merkez görünümündedir. Bu görünüme sahip olmasını uzun ve derin tarihi geçmişine ve yıllarca koskoca bir devletin başkenti oluşuna borçlu. Doğu’yla Batı’nın yoğun bir sentezi vardır İstanbul’da. Bu sentez organik bir oluşumdan çok tabiidir. Zamanın aşımı bu tabiiliği bozmadığı gibi, bazı denge unsurlarının ortaya çıkması bakımından birçok yarar sağlamıştır İstanbul’umuza.”

“İstanbul’da her an her yerde kültürel atmosfer vardır ve habersizce insanı sarıp sarmalar. Birçok gelişmenin farkına varamaz olursunuz. Kültürü bölgesel değil de çok genel anlamda düşündüğünüzde İstanbul’a daha değişik ölçüler içinde yaklaşmanız doğru olur. Yani gelişigüzel, genelgeçer veya adet yerini bulsun babından meseleyi ele almamak gerekir. İşte İstanbu’lumuzun en büyük özelliği. Ona en nadide kumaştan bir parça olarak bakmak kültürel yaşamı da bir nebze anlaşılır kılacaktır kanımca.”

İlhami Atmaca- Şehr-i İstanbul mu, Kent-i İstanbul mu? Yahut Şehir Düştü mü?

“İstanbul’un silüetine camiler değil, gökdelenler hakim olursa ancak o zaman “Şehir düştü” diyebilirim. Bugün hâlâ, İstanbul’un merkez semtlerinde, inancın, imanın ve umudun rahmi gibi duran muhteşem camilerimize, Çamlıca’nın zirvesinde, Pera’nın zirvesinde yükselerek katılan camilerimiz söz konusuyken, şehir düşmek bir yana mevzi kazanıyor demek daha doğru olur.

Muhteşem Ayasofya’nın şerefelerinden yeniden ünlemeye başlayan Ezan-ı Muhammedîler, İstanbul’u imha eden kente bir direniş, bir meydan okumadır. Kent düşüyor, şehir kazanıyor demektir nazarımda.”

Yusuf Bilâl Aydeniz – Sezai Karakoç’un İstanbul’unda Cereyân Eden Cevelân

“Sezai Karakoç için İstanbul demek, evvelâ başkentler başkenti demek. Zira “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” serlevhalı dört adet şiir yazmıştır. Daha çok “Ey Sevgili” diye bilinen “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine –IV” şiirini 1971 yılında Ankara’da çalıştığı sırada yazmıştır. Bu şiirle ilgili birçok muhtelif yorum yapılmasının yanında, buradaki sürgün ülkenin o sırada Sezai Karakoç’un yaşamış olduğu Ankara olduğu anlaşılıyor. Başkentler başkenti ifadesi ise burada İstanbul’u karşılamaktadır. Çünkü İstanbul, tüm İslâm coğrafyasının(öz ülke) başkentidir. Sürgünden kasıt ise İstanbul’un asıl olması gereken yerden uzaklaştırılması(esir olması) anlamındadır. Nitekim Diriliş dergisinin dördüncü sayısında Ankara’nın ilim ve üniversite şehri olmasını, İstanbul’un ise yeniden başkent olması gerektiğini yazar. Sezai Karakoç’un düşünce sistematiği bir medeniyet perspektifine dayanır. Bu medeniyet de İslâm medeniyetidir. Zira Sezai Karakoç’a göre iki medeniyet vardır: İslâm Medeniyeti ve Batı Medeniyeti. İslâm Medeniyetini tûba ağacına, Batı Medeniyetini ise zakkum ağacına benzetir. İslâm Medeniyeti şehirlerini ilâhî sitelere, Batı Medeniyeti şehirlerini ise “inkâr kentlerine” benzetir.”

İhsan Deniz ile Söyleşi

Mehmet Fatih Öz; şiiri, kitapları, çalışmaları üzerine sorular yöneltmiş İhsan Deniz’e. Usta bir şairden şiir dersleri tadında bir söyleşi olmuş.

“Dergilerden çekileli hayli zaman oldu. Bazen Hece’de şiir yayınlıyorum, o kadar. Bu durum daha ziyade kendimle ilgili. Yazıyorum ancak nadiren şiir gönderiyorum Hece’ye de. Günümüzde dergi ortamları ne kadar canlı, kuşatıcı, verimli, heyecan verici; doğrusu bilemiyorum. Yeri ve zamanı geldiğinde kitap çıkarmak, bu saatten sonra bana çok daha anlamlı ve doğrusu kışkırtıcı geliyor.”

“Klişe, kendini tekrar şairi bekleyen en önemli tehlikedir. Ve her şair söz konusu tehlikeyi ensesinde hissetmelidir. Elbette benim de endişelerim oldu, oluyor, olacak. Bu tür handikaplardan kaçınmanın yagâne yolu, tastamam, belirttiğiniz gibi Eliot’ın konuyla ilgili poetikasını kendine mal edebilmekten geçiyor.”

“Caminin ibadete açılması, tüm İslâm âlemine/milletine sürpriz bir armağan gibi oldu. Emeği geçenlere müteşekkiriz. Bunların en başında, bu meseleyi bir dava konusu hâline getiren ve yıllardır bu işin peşini bırakmayan İsmail Kandemir olacaktır hiç kuşkusuz. İsmail Bey lise yıllarında bizim matematik hocamızdı.”

Kalbin Hakkı Kaçtır?

Sevde Yaşar Çimen, kalbi ile hasbıhal ediyor. Duyan, hisseden, yönlendiren, hayata ritim katan ve yaşamın merkezi kalp… İnsanın gizli hazinesi de diyebiliriz kalbe. Peki kalbin hakkı kaçtır? Cevabı Çimen veriyor.

“Kalbimiz daima gürültülüdür. Yalnız kaldığımız anlarda bile şiirler, hikâyeler, düşünceler, ezgiler onun etrafında döner durur. Aklımızdan geçen ne varsa kalbimize de uğrar çünkü kalp ruhun evidir. Ne kadar uzaklaşırsak uzaklaşalım, dönüp dolaşıp geleceğimiz kürkçü dükkanıdır o. Bizi atışıyla bir varlık olarak dünyaya kabul ettiren de duruşuyla dünyayı bizden tereddütsüz vazgeçiren de kalptir. Kalbin kan pompalamaktan başka işleri de vardır.”

“Hayat inişlerle çıkışlarla dolu bir serüven. Bu serüvende bize yol gösterecek olan aklımız değil kalbimiz çünkü aklın yolu mutlaka kalpten geçmek zorunda. Kalbe uğramayan bir akıl yavan, boş ve anlamsızdır. Akıl, kalp ile nefes alır ve manasını kalp ile bulur. Kalbimiz ise biz ona ne yüklersek yükleyelim son nefese kadar çekmeye ezelden razıdır. Onun kaderi biziz, bizim kaderimiz o. Her şeye razı diye girmeyelim kalbimizin hakkına, onu geçici bir demonun dertleriyle yormayalım.”

Bir Pıçak Ki Sevgilim

Bir bıçağın pıçak olma halidir şiir. Hem de Sürmene işi. Bir de İsmet Özel şiirine girmişse bıçak en has haliyle pıçaktır ve ihanete karşı şavkımaktadır. Harun Yakarer, İsmet Özel şiirinden hareketle bıçağın pıçak olma halini yazmış. Oldukça keskin ve oldukça derinden bir yara gibi.

Bıçağın ağzı körelmiş ama yine de iş görür. Zorlansak da kesebiliriz bir eti. Bir halk düşünün, her şeyi mecburiyetten. Mecburiyetten bir kale yapmışlar da çıkamıyor içinden. Çıkmak niyeti de yok zaten. Orası öz vatanı. Bir halk düşünün, her zorluğun ateşini vatan sevgisinin suyunda boğuyor. Sinesinde keskinleştiriyor, sağlamlaştırıyor demiri. Bıçağını bileyince ilk kendi elini kanatıyor. Evet, “Burası bizim memleketimiz / Bıçak bu yerlerde saplandı şiire.”

“Bıçak deyince ilk akla gelen İsmet Özel’in Kalk Düğüne Gidelim şiirindeki “ağlıyorsun ihanete karşı şavkıyor pıçak / bir pıçak ki sevgilim, Sürmene işidir.” mısraları oluyor. İlk olarak kelime ne kadar kendi başına sert bir anlamı içeriyorsa da b sesi yerine p sesini koyunca ses olarak da bu sertliği yakalıyor. P,ç ve k sesleri kınından çıkmış bir bıçağı andırıyor.”

“Şiir, geleceğe bir göndermeyle biter. Çocuk gelecektir. Hatta yaşamak, çocuklar aşkına savaşmaktan ibarettir. Bunun için İsmet Özel “el tutuşmuş çocuklar ki o zaman / senin gözyaşlarını heyecanla kapışır.” diyerek şiiri bitirir. Yani ihanete karşı direnişin yeni pıçakları demektir bu.”

Sanatlarımızı Ayağa Kaldıran Adam: Ahmet Süheyl Ünver

Mehmet Nuri Yardım, Ahmet Süheyl Ünver’i anlatıyor. Sanatıyla, kültürüyle, geleneğe yaslı duruşuyla Ünver’in dünyasına giriyoruz.

“Bazen bir adam görürüz, kararlılıkla yola çıkmıştır. Sağına, soluna önüne, ardına bakmaz, yürür gider. Azimlidir, hedefi vardır ve ulu gayeye varmak için koşar adım ilerler. Bir heybesinde aşk vardır, ötekisinde şevk. Ahmet Süheyl Ünver bu seçkin rehber kişilerdendir. Onun için, yere düşmüş, itibardan düşmüş, hatta horlanıp hakir görülmüş sanatlarımızı tutup ayağa kaldıran adam diyebiliriz. Bu bakımdan üstümüzde hakkı çok. Bugün klasik Türk İslam sanatları ihtişamlı bir devre kavuştuysa bunda en büyük pay sahibi merhum Süheyl Ünver’dir.”

“Ömrünü İstanbul’a ve ebedî güzelliklerine adayan Süheyl Ünver, tek başına bir enstitü, bir akademi, bir üniversiteydi. Vefatından bir yıl önce kendisini evinde ziyaret etmiş ve istifadeli bir görüşme yapmıştım. İstanbul’un manevi coğrafyasını bu kadar iyi bilen, estetiğine bu derece düşkün bir ikinci adam var mıydı bilemiyordum. Hocaya büyük bir hürmet, minnet ve hayranlık duyuyordum. Ziyaret esnasında o da bana sevgisini esirgemedi doğrusu. Hekimdi, tarihçiydi, ressamdı. Kısacası hezarfendi, pek çok hünerin sahibiydi.”

Ayasofya’dan Şiirler

Kardeşim
o kadar ağlamasa
öldüğüm gelmiyordu aklıma

Kurban bendim
gördünüz mü bilmiyorum

inanmaz kimse, kardeş olduğumuza.
Sizin oralarda gökyüzü var mı?

Yunus Karadağ

Rüyayı gören yalan olacak
Rüyada öldüğüm gerçek
Gül gibi kelimeler sıraladım ölüme
Saçlarından yağmuru eksiltmedim
Sesinden sarı yapraklar döküldü
Hüznü eskimiyor ve eksilmiyor hiç
Seni anlatamayan kelimelerim
İşte beni böyle kalabalığa itiyor

Harun Yakarer

Bir tokluktur içinde hissettiğimiz duygular
Savaştan dönerken ayağına takılan bir suretin çıtırtısı
Sobada kestane patlatan komşular şükreder hâline
Misafirlik gibisi yoktur evlerin gözlerinde
Kimse kimseye benzemez, herkesin gördüğü rüya kendine benzer
Koyu karanlık bir gölgeden ekmek aşırmaya çalışan çocuktur bu
Karnı acıkmış bir yolcunun iştihası
Yağmalanırken yurdumun üstünde belirsiz bir iz bırakır geride
Birkaç patika yol ve birkaç yolcu dışında hiç kimse görünmez
Hiçbir çıtırtı savaşı erteleyemez bu çağda

Aykağan Yüce

Şiar, Sayı 47

47. kez selamlıyor bizi Şiar dergisi. Şiir, deneme, öykü, söyleşi gibi çeşitli türde çalışmalarla yaz günlerini ferahlatacak bir içerik sunuyor okurlarına dergi.  

Dergiden yapacağım ilk paylaşım Musa Yaşaroğlu’nun Kaybettiğini Hatırla(t). Sondaki “t” önemli. Sadece kendimiz için yaşamamamız gerektiğini vurgulayan bir ince gönderme yapıyor Yaşaroğlu. Sorumluluk bilinciyle kuşanmış bir yazarlık serüvenini bu yazısında da göstermiş oluyor. Yitirdiğimiz her şey bizden bir parça. Kaybederek gidilen yolun sonu da ne yazık ki karanlığa çıkıyor. Bizim olanlara sahip çıkarak aydınlığa çıkabiliriz.

“Sahi bu apartman… Yahu bu apartman tipi yapılaşma, bu soğuk bina siluetleri, bu ruhsuz ve kimliksiz heykelvari görüntüler de bize ait değil. Oldum olası hiç sevmem ki ben bu binaları. Bırak komşuluğu, insanlık bile çıkıp gitmiş bu ara katlardan. Üstteki ölse alttakinin haberi yok. Alttakinin penceresi duvar, göğü balkon… Nerede bizim o Osmanlı usulü mahalle kültürü… Göğe minare olma hevesinde olmayan bu ecnebi düzenin dikili taşları, hangi güzelim yatay mimarinin, içinde şen kahkahaların bir ağaç misali uzadığı o bahçeli müstakil evlerinin yerini alabilir ki. Nerede o komşuyu komşuya mirasçı kılacak kadar işi ileriye taşıyan nebevî bakış açısına sebep harikulâde intizam?”

“Bütün meselenin özeti şu ki bizim algıyı fark edebilecek hakikatli zihinlerimiz ve vicdanlarımız farkında olduğu ölçüde bir “kültür yozlaşması” sorunumuz olmaya devam edecek. Ne zamanki bu yozlaşma konuşulmaktan bile imtina edilen hâl alırsa işte o vakit iş bitti demektir. Bizimkisi bir kurtarma operasyonu değil anlayacağınız, bizimkisi olsa olsa “Neyi kaybettiğini hatırla(t)!” haykırışıdır.”

O Eski Halimden

Sevde Yaşar Çimen’in yazı başlığını okuyunca dilimize bir şarkı takılmıyor değil hani. Değişiyoruz ve eski halimizden hiçbir eser kalmıyor geriye. İnsan, bunu dönüşerek yapıyor aslında. Dünyanın döngüsüne kapılmakla aynı mesafede bir değişim bu. Dünya dönüyor ve değişiyor her şey. Elbette durağan bir döngü değil bu. Çimen’in dediği gibi çabayla olur her şey.

“Hayat gösterdiğimiz çabayla akar; mutluluk için, başarı için, kazanmak için, gelecek için, sonsuzluk için. İnsanın dünyadan beklentileri, istek ve arzuları sayısızdır ve daima mutlu olmak ister. Bu yüzden üzgün ya da ağlayan birisini gördüğünde, onu anlamaya çalışmak yerine yatıştırmaya çalışır. Gözyaşlarını hemen silmeli ve hiç değmeyecek şeyler için kendini üzmemeli. Acının ve gözyaşının insanın temel bileşenlerinden biri olduğunun bilincinde olanlar oldukça azdır.”

“Dönüşüm, kavşakları olan aşamalı bir yolculuktur. Her kavşakta ufak tefek sıyrıklara pansuman yapılır, büyük yaralar ameliyat edilir, geçici olmayan izler en estetik hale getirilir. Entropinin olduğu yerde insanın bir bütün hâlinde kalması beklenemez. Fizikte her sistemin değişime ve düzensizliğe gitmek zorunda olduğunu açıklayan bir denge hâlidir entropi. Mükemmel görünen her şey bozulur çünkü bu evrendeki dengenin sağlanması için şarttır. Büyük kazanımlar elde etmek için gereken küçük kayıplar gibi düşünebiliriz bunu.”

Bedenden Taşan Ruh: Anna Ahmatova

Anna Ahmatova hakkında yazmış Orhan Tepebaş. Şairin hayatı, şiirleri ve eserleri hakkında değiniler var yazıda.

“Anna’nın şiirlerinde Puşkin ve halk türküleri etkisi görülür. Tüm şiir hayatı boyunca Akmeist unsurları taşımıştır. Ahmatova 1. Dünya Savaşı ve 1917 devrimi yıllarında milliyetçi şiirler yazmıştır. Ancak üslubu farklıdır. 2. Dünya Savaşı sonrası daha çok erotik, gizemli ve karamsar bir şiire doğru yol almıştır. Savaş sırasında daha çok savaş ve barış üzerine yoğunlaşan şair şiirden hiç kopmamıştır. Ancak Sovyet yönetiminin kullanamayacağı bir şair olduğu için Sovyet Yazarlar Birliği’yle ilişkisi kesilmiştir. Aralarında Tarkovsky’nin babası Arseni Tarkovsky’nin de bulunduğu dönemi entelijansiyası ile yakın ilişkiler kurmuştur. Yazı hayatı sadece şiirlerden ibaret değildir, Doğu Avrupa şiileri üzerine incelemeler de yapmıştır.”

İlk Eserler Söyleşisinde M. Sadi Karademir Var

Vahdettin Oktay Beyazlı’nın bu sayıdaki konuğu M. Sadi Karademir. Önce kitap ve şair hakkında bilgi veriyor Beyazlı. Hem bu yazılar olsun hem de söyleşi, yola çıkmış olan genç şair ve yazarlar için iyi niyet mektubu samimiyetinde yapılan çalışmalar. Bu gayretinden dolayı Beyazlı’yı kutlamak gerek. Bu çağda, “görmek” de büyük marifettir çünkü.

Söyleşiden altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

“Çağrılmadan gelebilecek bir özelliği de yok ilhamın. Beni yeni bir şiire başlatan etkenler çok yönlü. Fikir yönünden haksızlığa, aldatılmışlığa, günümüzde her alanda etkisini hissettiğimiz kapitalizme karşı durmak için, duygu yönünden iyiyi, güzeli, yeniyi bularak/yaratarak kurmak için, felsefi yönünden ise hakikate varabilme çabasını gösterebilmek için şiir yazıyorum.”

“Günümüzde şiiri de şairi de hak ettiği yerde göremiyoruz. Kolaylıkla söylenebilir ki şiir, içerden de dışardan da kuşatılmış vaziyette. Toplumun da edebiyatla uğraşanların da şiir algısı korkutucu düzeyde kötüye gidiyor. Bu durumu değiştirebilmek için söylem geliştirmek, konuşmak veya tartışmak da yetmiyor. Modern dönemde de iyi şiirlerin, büyük şiirlerin yazılabildiğini yeni eserler vererek göstermek gerekiyor. Şair olmayanı şair yapan da şair olanı büyük şair yapan da öncelikle yazmış olduğu eseri. Şairden ziyade, şiirin kendisi, şairin yerini de mertebesini de belirleyen en önemli etken.”

“Şiirlerimin önemli bir kısmını, yeni hece formuyla okuyucuya sunmamda geçmiş yıllarda müzik faaliyetlerinde bulunmam da etkili oldu. Hiçbir zaman parmak hesabı yapan şairlerden olmadım. Bana heceyle gelen şiiri, formunu bozmadan okuyucuyla buluşturmayı tercih ettim. Hece formu şarkı formuyla uyumlu olduğu için de gelecekte daha çok yaşamaya müsait. Türküleri unutmamamızın, Yunus’u ezbere okumamızın şeklî sebeplerinden biri hece. Dünya şiirinde de durum farklı değil.”

“Hece formu ile modern kapitalizm eleştirisini Türk şiirinde ilk kez bu kitapla gerçekleştirdim. Türk şiir hazinesi, içerdiği bütün güzelliklerin yanında haksızlığa, adaletsizliğe karşı isyanın da şiirini bizlere ulaştırmıştı. Şiirin zor zamanlardaki kurtarıcı vasfı da bizim toplumumuz için söz konusuydu.”

Şiar’dan Öyküler

Ahmet Yılmaz – Sokaklar, Ahşap Kapılar

“Kapıyı çalan yok, daha da olmaz. Daha da gelmez eşiğine kimse. Herkes işinde gücündedir, envai çeşit meşguliyeti vardır kötürüm dünyanın, derdi çoktur insan olanın. Bekleme. Yağmurlar ansızın yoklar, ahmakıslatan yahut kırk ikindi, adı mühim değildir, lodos olsa ne olur, poyraz olsa ne yazar? Sokakları ensesinden tutup sallar. Kaldırımlar yıkanır, dereler taşar, kaleler burç burç ve köprüler tek tek düşer. Çatılardan oluk oluk çamurlar, sarı sarı günahlar, çerçöp dökülür. Çocuk bezleri, kararmış sünmüş bulaşık süngerleri, çöp poşetleri; kırık, eğri, kirli oyuncaklar, sapı kopmuş paslı bıçaklar, plastik şişeler…”

“Bazı evler çatısızdır, ilk yağmurda rutubeti ciğerlerine vantuz gibi çeker. Kirişler kararır, küf basar işgal edilmemiş odaları. Çocukların astımlı ve delik deşiktir uykuları, terleyip hastalanmaktan bir karakoncolos görmüş gibi korkarlar. Sırtlarında sararmış havlular vardır, kenarları kanaviçeli, kim bilir hangi kısmetsizden kalmadır. Anneler bir köşede uykusuz, kıpkırmızı gözleriyle güneşli sabahlardan ümidi kesmiş, yorgun dallara hamağını germiş, üstü açılan rüyalara koşarlar. Kutu gibi mukavvadan, ruhu kendine katlayıp hapseden odaların yarısına bir karyola, yarısına yüklük sığar. Yarısı mutfaktır, terektir, tuzruhuyla lime lime olmuş ayakyoludur. Çocukların yıkandığı naylon leğendir, kırık maşrapadır, bakır güğüm ve kostik sabundur banyo.”

“Çiçekli yorgan, içine hava verilen bir hurç gibi kabarmış üstüne çullanıyordu. Gardırop üstüne dökülüyordu. Kitaplık üstüne devriliyordu. Kaf Dağı eriyor, üstünden kızgın bir nehir gibi akıyordu. Zümrüdüanka kuşunun kanadı kırıktı, pencereden içeriye karlamış yıldızlar ve sönmüş ay düşüyordu.”

Ayşe Öksüz – Gülsüz Bezzaz

“Bulgar malı, tıkır tıkır işleyen kara makinenin kenarından aşağıya süzülmüştü; bordo fon üzerine minik, beyaz güllü pazen kumaş. Ben makinenin ayağına oturur, annem çevirdikçe sağa sola sallanırdım. Lastiğin bağlı olduğu tekerleği de direksiyon yapar, şoför olurdum. Benim için en eğlenceli oyun alanıydı. Ablam beni her kaybettiğinde ilk aradığı yer burası olurdu. Tabii annemin de en çok vakit geçirdiği yer… Bayramlar yaklaştığında sabahlara kadar dikiş dikerdi biz de o tıkırtı seslerini ninni yerine dinlerdik.”

“Bulgar malı kara makineden sarkan, bordo fon üzerinde minik, beyaz gülleri olan pazen etekliği almıştı en son dedem ablama. Kışın ortası, kar kıyamet ortalık… Ne bayram var ne seyran. Dedem: “Acele et akşama gelecekler, zırlamanın sırası değil” diye dikilmiş zebellah gibi annemin başına. Ben makinenin ayağında tıkır tıkır sallanıyorum. Ablam annemin etrafında dört dönüyor, fistanını giymek için heyecanlı; dedesi ilk defa bayram dışında bir eteklik almış ona, nasıl sevinmesin?”

Furkan Uzun – Pianissimo

“Çocukluğundan beri aklı diğer arkadaşlarıyla denk sayılmayan Sammy, yıllar evvel çevresi tarafından Silly lakabıyla adlandırılmıştı. Kendini bildi bileli piyanoya ilgi duyuyordu. Artık müzik okuluna kaydolmaya karar vermişti. Binbir türlü koşuşturmadan dolayı yıllardır bu hayalini gerçekleştirme fırsatını elde edememiş, en büyük tutkusunu ancak hayallerinde diri tutmayı başarabilmişti.”

“Sorunu sadece pratikte yaşıyor olsaydı piyanoyu öğrenmek için ufak bir umut ışığı belki olabilirdi. Fakat Silly’nin teorik kabiliyeti pratik yetenek(sizlik)lerini aratmayacak mahiyetteydi. Mr. Smith lisede sözlüye kaldırmıştı onu.”

“Silly ismine yaraşır şekilde öğretmenin verdiği cevapları anlamlandıramıyordu. “Neyse” diye geçiştirdi yaşlı kadın. “Buyrun Bay Williams. Piyano salonuna geçelim.” Salona girer girmez devasa bir kuyruklu piyano karşıladı onları. Giriş katından daha keskin bir kokusu vardı odanın. Müzik aletinin haşmetini kıpkırmızı rengi daha da ön plana çıkarmıştı. Silly gözlerine inanamıyordu. Yıllardır hayalini kurduğu piyano dersini kırmızı bir piyanoda alacak olmak onu iyice heyecanlandırmıştı. Belki de bu yüzden piyanoya yaklaştıkça keskinleşen yoğun kokuyu algılayamadı.”

Ahmet Ergin – Hayat Bazen

Gelince hepsi üst üste geliyor. Her şey hâl yoluna girdi derken bir gece ansızın babam rahatsızlandı. Apar topar hastaneye kaldırdık. Sabaha yakın koridorda beliren genç doktor beyin kanaması dedi. Belden aşağısına inme indi.”

“Babamın ev reisliğinden malulen emekli olmasından sonra yaş farkıyla reisliğe terfi ettim. Okulu liseye kadar zoraki okuyup lise biter bitmez de olmadık torpiller bulup sanayide çalışmaya başlamıştım zaten. Kazancı biraz azdı ama en azından meslek sahibi olurum tesellisine sığınıp asabi motor ustasına çırak olmuştum. Akşam olunca üstüm başım, elim ayağım yağ içinde evin yolunu tutarken göğsüm kabarırdı. Mahalledeki arkadaşlarıma caka satar, bire bin katarak tamir ettiğim arabaları anlatırdım. Ustanın tamir ettiklerinden kendime de pay biçer, hakkımı yedirmezdim. Çıraksız usta olur mu? Ben olmasam kim getirecek malzemeleri, usta işi rast gitmeyince kime kızıp rahatlayacak diyerek kendimi teselli ederdim.”

“Hiçbir şey kolay olmadı. Babam günden güne aksileşti. Babamın çaresizliği öfkeye dönüştükçe annem Eyüp peygamber misali sabır taşına döndü. En zoru annemindi. En çok anneme üzüldüm. Bu yaşına kadar gün görmemişti, bu yaştan sonra da felçli ve asabi bir kocaya tahammül ediyordu. Takdir-i ilahi diyordu. Sen beni dert etme oğul, Suna’yı okutmanın çaresine bak diyordu. Benim göreceğim buymuş deyip kadere imanını tazeliyordu.”

Şiar’dan Şiirler

Dumanı korku olan bir sobanın yanında
Öylece kalakaldık yine sessiz ve tenha
Oysa tarlalarından gelincikler toplayıp
Sevda minyatürleri yapardık kuytularda
Sen zaten kötürümdün, sen zaten dilsiz ayna
Gün olur pişmanlığın yorganına bürünüp
Uyursun kuşluk vakti hıyaban yollarında

Nurullah Genç

odaların küfünden ne okudumsa kitaplardan da onu
kim yatıp uyuyacak iki beyit arasında bir leke gibi
ben kendimi temize çekmedikçe ben kalbimi bir mürekkep damlası
bir mürekkep damlası gibi aşkın divanında

şimdi yolum topraktan öteyedir her eşikte yıkılan
dengini dağıttıkça yaşamak korkusuyla
bir küçük çıkın gibi çözülüp duruyor ömrüm aşkın gölgesinde

Bahtiyar Aslan

Bir kuşun kanatları yuvaya bilenirken
Güneş her canlıdan birer çifte hasret
Dizleri bir dizin kıyılarında
Solacak bakışlar sessizlik son moda
Vedalar sayısı eksilmeyen duaya
Dilini anladıklarından daha sahici
Üşüyen kırgınlığın gölgedir kaderi

Sevde Yaşar Çimen

Bazı gözler vardır
Kapı zilinin lügatteki karşılığı
Biçilmiş çayır kokusu biraz
Tandırda ekmek
Turnaların uçtuğu gökyüzüne denk
Bahrin derinliklerinde keşfedilmemiş mercan
Altına rengini veren zer
Kâkülüne konan ceylana benzer

Cihat Barış

telaşa hiç mahal yok durulacak bu nehir
kaynayan deli kanlar bu eşiği aşacak
sisli bir anı gibi el sallarken bu şehir
sürurla gezdiğimiz bu yaz bahçelerinde
adımızı unutan adımlar dolaşacak.

Mehmet Osmanoğlu

Kaldırım taşı olabilirsem elbet bir gün
Ve olabilirsem alelade bir yerde
Ve geçebilirse babam üzerinden
İlk kez gurur duyacak benden muhtemelen
O milyonluk ihtimal gerçekleşinceye dek
Bekleyeceğim umarsızca babamı
Ve bir kaldırım taşı olmayı

Enes Buğra Duman

Yediikim dergisi, 400. Sayı

400. sayı. Dile kolay. Yılların birikimini dur durak bilmeden aktarmaya çalışmanın gönül yorgunluğu olsa da Yediiklim dergisi yoluna devam ediyor. Gelenler, gidenler, göç edenler, uğrayanlar, kalanlar, burada boy verenler derken 400 sayının serencâmı geldiğimiz noktada önemli bir birikimdir. Başta Ali Haydar Haksal olmak üzere dergiye emeği geçen herkesi kutluyor, nice yeni sayılara ulaşılmasını diliyorum.

Giriş Yazısından…

400. sayımızla karşınızdayız. 500. sayımızla da karşınızda olmayı temenni ediyoruz. Kendi sınırlarımızı zorlayarak bugüne geldik, sınırlarımızı yoklamayı sürdürüyoruz. Sınırlarımızı halka halka genişleterek asıl sınırımıza varacağız. Başkasının bize çizdiği sınırları değil, kendi gerçekliğimizi bilerek ve daima bize düşenin yolda olmak olduğunun bilinciyle hareket ediyoruz.

Meselemiz, yolu bitirmek değil yolda olmaktır. Öleceksek de yolda ve O’nun yolunda ölmektir.

Vaktüzre (Günlükler)

İsmail Kıllıoğlu tarihe not düşmeye devam ediyor. Anılar elimizdeki en büyük sermayemiz.

4 Nisan ’83/Pendik- İstanbul Hukuk Fakültesi’nde sınava gireceğim. Doktora derslerine devam edebilmek için yabancı dil barajını aşmak gerekiyor. Fransızca dil sınavına girecek olan, benden başka dokuz kişi daha var. Birkaç kişi bekleşiyor. Gençten birisi yaklaşıyor ve adımı soruyor. Söylüyorum. O, yazılarınızdan tanıyorum, diyor ve kendini tanıtıyor: Erdoğan Bektaş. Başvurusunu Anayasa Hukuku’na yapmış. Fakat yabancı dili çok yetersiz bulunduğu için sonuç olumsuz olmuş.

15 Nisan 1983/Pendik. Oh! Çeksem yeridir bütün hücrelerimle, içimin tarifsiz hoşnutluğuyla: “Bugün içim içime sığmıyor/ Allah’a çok şükür karnım tok” [Cahit Sıtkı, Bugün Hava Güzel).

Açıkçası, boş zamanlar “şehzadesiyim” bugünlerde. Oysa yıllar var, kendimle baş başa kalmak nerede! Hızla giden bir araca tutunup koşmak zorunda olan bir garip koşucu gibiyim.

Elif’ten Mim’e Âdem Morfolojisine Giriş

Harflerin arasındayız. Her harf bir dünya demek. Derin anlamlarını kavramak için harflere kulak vermek gerek. İshak ASLAN, Elif’ten Mim’e bir yoculuğa çıkmış.

“Öteden beridir morfolojik incelemenin kelimelerin anlamlarını daha sarih kıldığını düşünmekteyim. Bu düşüncemi destekleyici olarak, uzun zaman önce okuduğum Seyyid Kutub’un Kur’an’da Edebii Tasvir isimli eserinde, Nas suresi anlatılırken, özsel anlamın dışında, okunuş sırasında sesin akustiğinde, anlama dair oluşan çağrışımı örnek verebilirim. Bilindiği gibi Nas suresi, altı ayet olup her ayetin sonu nas yani ‘insanlar kelimesiyle bitmektedir. Bu kelimenin son harfi olan sin, her ayetin fasılasını oluşturmaktadır. Surede, pusuda bekleyip insanın zihnine kötü düşünceler fısıldayan, sürekli vesvese veren ve kötülükler fısıldayan (vesvas) insan ve cinlerin şerrinden Rab, Melik ve İlâh olan Allah’a sığınma telkin edilmektedir. Her ayet sonunda tekrarlanan nas kelimesinin yanı sıra, vesvas (vesvesel, yuvesfisu (vesveseci) ve sudur (kalp, sadır, göğüs) kelimeleri ile tekrarlanan s harfi sıkça kullanılmaktadır.”

“Adem’in mim hâlinin tezahürü olan secde hâlinde kul, başka ifadeyle gözüne mim çekerek, yeryüzünün görünen, aldatıcı, çekici, plastik, uçucu, süslü ve var- olmayan-olan varlıklarından yüz çevirir. Secde hâlinde olan kula, evrenin muazzam hâli, yörüngesinde seyrü sefer eden seyyare [gezegeniler, güneş sistemi aşikâr olur. Hiçlik hâlinde iken O’nun varlığında erir ve sonrasında kâmil bir birey, mutmain bir nefis hâlinde secdeden başını kaldırır.”

Mücahit Gültekin ile Söyleşi

Abdullah Yalın, Mücahit Gültekin ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Gültekin birçok alanda çalıştığı için söyleşi de çeşitli konuların işlendiği bir zenginlik sunuyor bizlere.

“Babamın kitapçı dükkânı vardı, günlük gazete alırdı. Çeşitli dergilere aboneydi. Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Necmettin Erbakan, Mevdudi, Seyyid Kutup, İmam Humeyni isimleriyle çocuk yaşta tanıştım. Kitabın, derginin, sohbetin ve siyasetin eksik olmadığı bir çocukluk/gençlik dönemim oldu kısacası. Askerliğimi yaptıktan sonra dışarıdan açık liseyi, ardından Uludağ Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümünü bitirdim. Bursa’ya yerleştim. Aynı bölümde yüksek lisans ve doktora yaptım. 2014’ten beri de Afyon Kocatepe Üniversitesi PDR bölümünde öğretim üyeliği yapıyorum.”

“Ortaçağ’daki varlık hiyerarşisi iki katmanlıydı; metafizik katmanın en tepesinde Tanrı vardı. Aydınlanma bu katmanı devre dışı bıraktı ama dünyevi katman aynı kaldı. Bu katmanda en üstte insan, onun altında hayvan, onun altında bitkiler ve en altta ise cansız-inorganik madde vardır. Bu skalada bir varlığın etik ve hukuki değeri aşağıdan yukarıya doğru artar. Şimdi posthümanizm bu varlık hiyerarşisinin yıkılıp, yerine yatay-düz bir ontoloji kurulması gerektiğini söylüyor. Yani varlık kategorileri arasında etik ve hukuki açıdan birinin diğerine üstün olmayacağı bir ontoloji bu.”

“İnsan tanımlanırken öne çıkan bazı özellikleriyle tanımlanmış tarih boyunca. Homo- Faber da bunlardan biri; alet kullanan insan anlamına geliyor. Alet yapmak insanın çok temel bir özelliği. Günümüzde de gelişmişliğin ölçütü olarak kullanılmaya devam ediyor. Ülkeler sahip oldukları aletlerin büyüklüğüne, sayısına, hızına ve mahiyetine bakarak sınıflandırılıyor örneğin. İnsan kendi yaptığı aletle, yapamayacağı şeyleri yapmaya başlar. İlginç bir şekilde insanın alet yapabiliyor olması hem kusurluluğuna/acziyetine/ihtiyacına işaret eder, hem de Tanrılık zehabına kapılmasına neden olur. Modern biyoteknoloji bu iki yönlü amacı da barındıran, deyim yerindeyse müteşabih bir teknoloji. Bir yüzü kulun acizliğine, ihtiyacına, kusurluluğuna hitap ediyor. diğer yönü insanın kibrine, ilâhlık güdüsüne…”

Bir İşaret Dili Olarak Deprem

İsmail Demirel depremi işleyen bir yazısı ile Yediiklim’de. Kelimelerin anlam yoğunluğunun gerçeğe yansıyan yüzünü işliyor Demirel. Bize verilen işaretler var belki de. Önemli olan bu işaret dilini sökebilmekte.

“Depremin, kardeşlik ilkesi gereği, depremden fiziki olarak etkilenmeyen, depremzede olmayanlar için işaret ettiği birtakım şeylerin olduğu açıktır. İlâhi hikmet ve sünnetullah gereği ortaya çıkan deprem, dışarıdakilere merhamet, yardımlaşma, dayanışma, kardeşlik duygularını hatırlatır. İlâhi dergâhtan gelen her şey bir hatırlatıcıdır; deprem de. Kardeşliğin, yardımlaşma ve dayanışma ruhu içinde süregeleceğini anlatır. Acıları paylaşmayı, muhtaca el uzatmayı kıymetlendirir. Küçük iyiliklerin küçük olmadığını gösterir. İnsana bir nefesin, bir dilim kuru ekmeğin, bir bardak suyun önemini imler.”

Yediiklim’den Öyküler

Osman Koca – Se

“Se
mira gelmiş, dün, uçakla, İstanbul’a.
Pelin’i aramış, o da beni..
İnanmadım ilkin, çocuk gibi ant içtirdim.
Ancak yemin billah edince kapadım telefonu.
Derhal koştum salona. Semira’nın portresini çıkardım
valizden.
Örgülü kömür saçları, civit gözleri, yakasız gömleği, hilâl nakışlı çemberi..
Sırtını Aksa’nın duvarına yaslamış gülümsüyordu bana, ben de ona...
Kaç yıl geçti aradan, kaç cemre düştü, kaç yaprak
sarardı soldu?
Bilmiyorum, bilebilmiyorum…
Semira gelmiş ya, gerisi angarya…”

“Semira..
Gelmiş, dün, buraya..
Devasa kuşun mekanik kanatlarıyla..
Çıktım balkona. Biraz hava alayım için. Ne mümkün.
Örgülü saçları takıldı aklıma.
Çivit gözlerine baka baka haykırdım; “seviyorum seni” Seviyordum gerçekten. Arzuhâlimi duvara devasa harflerle kazıdım.
İkircil s’li konsonantlar. Saatime baktım. Ayışığı sızıyordu içeri. Kalk’sı ezanı okunuyordu boşlukta. Esriktim. Yandı genzim. Hüzün çöktü kalbime. Asıntı oldu düşlerim. Sesleniyor biri: “Semiraaa”

“Devasa perçeminden sıyrılarak güzelliğini müsrifçe saçan tünese dikiyorum buğulu gözlerimi. Sahibi meçhul ulumalar hariç, in cin top oynuyor sokakta. Koskoca, upuzun bir günü zayi ettik işte. Gelmedi Naci. İşi çıkmış. Sevindim.

Bir an önce görmeliydim onu. Beni benden eden, beni benden ettiği yetmiyormuş gibi beni benle yüzleştirmekten bile imtina eden o çözgülü kızı aramalı, ruhumu kasıp kavuran ezgin ve mahcup duygularımı bir çırpıda anlatıvermeliydim ona.”

Sevgi Korkusuz – O Babaya Bir Şehir Besteleyin

“İkinci katta elindekileri bırakıp birkaç dakika dinlendi. Duvara yaslanıp tabandan tavana süzdü. Işık söndü. Düğmeye bastı. Merdivenleri tırmanmaya devam etti. Dördüncü katta yine söndü. Düğmeye bastı. Yanmadı. Bir daha bastı. Yanmadı. Kesilmiş. Elindekileri tekrar bırakıp biraz daha soluklandı. Tam eğilip alacakken daire kapısı açıldı.”

“Küçük oğlanla küçük kız azimli. Deftere kitaba sımsıkı sarılıyorlar. Çileyi gördükçe daha gür okuyorlar. Yokluk zehir gibi acı. Kitaplarsa ateş pahası. Olsundu. Varsın okusunlar da çuval çuval işportayı semt semt taşırdı. Bidon bidon su çeker. kanalizasyonu taşan sokakları arşınlardı. Bina önlerinde öbeklenip her gün biraz daha devleşen çöp yığınlarının keskin kokusunu teneffüs ederek şehrin çilesine insanca yaşamak hayaliyle dayanabilirdi.”

Yediiklim’den Şiirler

yakın geçmiş bel büken kıtlıklarda sığdı
sözden köprüler dizildi halk ıslığına göç yollarına ağzımla verdiğim gözümle sevdiğimdi
elimle sevdim yüreği elimdi
yürümek bir günahtan devralmaktı kalbi yürüdüğüm değildi kalbim, üzerime devrilen
göktü, gün ilk gündü hemen dem ü devran üstüme çöktü. yaşamak üç gündü ikisi erken geçti. bilmediklerime kaldı bildik acıları sağaltmak
bilmediklerimi hep sevdim Rabbim! teşekkür ederim

Ethem Erdoğan

hürlük diledim katından, gelmedin neden azra
iller yorgun, uykusuz, bitkin yollar dinlensin
sancıyan kanım parmak uçlarında birikmiş
yılların zincirlediği her ne varsa bırak
hürlük diledim katından, gelmedin neden azra

vurgun yemiş yatarken sahil boyu uzanmış
gözümde hep atlarıyla eski zaman erleri
doludizgin atılıp ufuklardan ileri
ben deli olmalıydım azap olup düşmana
vurgun yemiş yatarken sahil boyu uzanmış

Ömer Hatunoğlu

Ağır gelir enkazı insanın insana
Soy kütüğünden yakılır hayat ağacı
Böylece hafif gelse de cesameti
Kütlede paha varlıkta ağırdır ağrısı.
Kahir gelir rikkat animal laboransa
Ruhun malzemeleri eksikse çöker
İnsanoğlu nisyan, şekülü kaymış beden
Kırıkları kırk katlı katır katarı kararı.

İshak Aslan

Uzun zamandır
İnsanın kurduğu ilk cümledeki bozukluktayım
Her şey bozuk olunca doğru yanlış sanılır
Bu yüzden anlamadın ne kadar kıymetli olduğunu
Seni kıran cümledeki anlatım bozukluğunu fark etmedin
Bir insanı bir insan için bu kadar değerli kılan nedir
Yine de sana emanet edilen hisleri burada silelim

Mehmet Yılmaz

Ne zaman dönüp baksam kendime
İçimde hep ayak izlerin
Bir çiçekli Allah’ım
Bu kadar mı sancıtır
Bir çift göz
Bu kadar mı kalbini insanın

Eren Buğdaycı

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir