Aliya’ya Cins’ten İçten Bir Selam

Aliya İzzet Begoviç 98 yaşında. Onun var olduğunu hissediyoruz. Hiçbir eksiklik yok hayatımızda. Çünkü kalbimizdeki en sağlam damarlardan biri ona ait. Cins dergisi tablo gibi bir kapakla selamlıyor Aliya’yı.

“Her şey bir yana, Aliya İzzetebegoviç 98 yaşında! Bizim büyük babo’muz, iftihar anıtımız, parlak yüzümüz, bilge kralımız 98 yaşında. 1925 yılının 8 Ağustos’unda doğdu. Tam da bu ay yani. ‘Güzele bakmak sevaptır’daki güzel olduğu için bakalım diye kapağımızda.”

Sadece Edip Cansever Kalsa mı Şairlerden?

Tam da böyle söylüyor Cins giriş yazısında Cansever için. Şiirlerini okumaktan mutluluk duymak denen hissi tam anlamıyla içimde hissettiğim şairlerdendir Cansever. Mini bir dosya ile Cansever de Cins’te.

Ömer Cansever – Bir Kent Şairi

“Şiirlerinin kişilerini kalabalıklar içinden seçerdi. Trenler, meyhaneler, oteller, onun gözlem mekânlarıydı. “Kendine sığınıp, damıtılmış bir hüzünden yarar ummak insanı çürütür” derdi. Şiirinde de söylediği gibi “kaldı ki ben içimde gezmekten yoruldum.” Nereye giderse gitsin hep İstanbul’a dönerdi. Edip Cansever dipten gelen dalganın o sessiz öfkesini iyi tanırdı. Şiirleri ironiktir: “Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır” Yenilgilerden güç alarak ayağa kalkmamız gerektiğini söylerdi. Şiir dilini yeni anlatım biçimleriyle, yeni imgelerle kurmayı başarabilmişti.”

“Benim en büyük ilham kaynağıdır halen. Onun kalemi altında şekillenen dizeler, benim de kendi düşüncelerimi ifade etme cesaretini vermiştir hep. Şiirlerindeki derinlik ve özgünlük, beni daha da yaratıcı olmaya teşvik etti.”

İsmail Kılıçarslan – Kendi Kendini İkna Etmeye Çalışan Şair

“Şiirleriyle tanıştığımda ve geceler boyunca Edip Cansever’e çarpıldığımı hatırlıyorum. O, İsmet Özel, Cahit Şerifoğlu, Turgut Uyar, Ece Ayhan ile geçen geceler. Hepsinden ayrı Edip Cansever, kendi kendine konuşur gibi, kendini ikna etmeye çalışır gibiydi. Dünyadaki varlığını iki ayrı insanmış hissiyatıyla ispat etmeye çalışıyordu sanki. Biri Kapalıçarşı’daki antika dükkânının üst katında oturuyormuş ve canı çok sıkılıyormuş da şair de onu bu sıkılganlığa ikna etmeye çalışıyormuş gibi.”

Ömer Erdem – İnsanı İçeriden Duyan Şair

“Edip Cansever 1950 sonrası Türkiye modernleşmesini kentli bilinçle erken okumuş ve kentin geçmişiyle bugünü arasındaki taraklı insan meselelerini içerden duymuş bir şairdir. Dünya ve Türkiye’de öne çıkan parçalanmış modern bilinci yarattığı gerçek fakat mutlak şiirsel personalarla dışa vurmuştur. Anlatıcı benin yaşamla birlikte yol alması ve açık lirizme dayalı kentsoylu davranış biçimlerini sosyolojik ve tarihsel arketipleri atlamadan birleştirmiştir. 2. Yeninin başat fakat onu özellikle İstanbul kültürüyle ilerleten şairidir.”

Rıdvan Tulum – Benzersiz Sıkıntı

“Ondaki bu müthiş yerini yadırgamak ve sıkıntı, sadece ona özgü olduğu için modellenemez ve sonraki kuşaklar tarafından taklit edilemez ve etkiye konu olamaz. Belki de her seferinde şiirindeki teknik meseleleri göz ardı edişimiz de bundan. Hepimiz ondaki “sıkıntının” sadece ona mahsus olduğunu ve bizde durmayacağını çoktan kabul etmiş durumdayız.”

Mehmet Zana Öngenç – Sadece Edip Cansever Kalsa Şairlerden

“Şiirleri birbirinden ne kadar ayrı gözükse de birbirlerini tamamlamış, bir bütün oluşturmuştur. Onun şiirindeki hayata dair her detayın izahı, gerçekten de Hüseyin Cöntürk’ün bir yazısında ifade ettiği gibi bize “tam bir dünya” sunmuştur. Öyle ki, halkla beraber gülmenin düşüyle yazdığı şiirler, o tam dünyayı armağan etti bize.”

Hakan Şarkdemir- Entropiye Doğru Edip Cansever Şiiri

“Bana kalırsa Cansever’in şiire katkısı, kaybolan, parçalanan insan ruhunu huzura kavuşturmadan, birleştirmeden onarmaktır. Bir konakta, bir otel odasında, bir parkta, bir lunaparkta ya da bir tenis kortunda devinen insanlar, kendi devinimleri içinde birleşmeden kalırlar. Keskin bir gaganın kopardığı bir elmas gibi parça parça ama insan olarak kalırlar. Hayat ile ölümün kıskacında entropiktir Cansever’in şiiri. Entropik şiir diye bir şey varsa elbette Türk şiirinde entropinin usta bir temsilcisidir Cansever.”

Put Kırma Töreni

Cins yeni bir bölümle duruşuna yakışan içerikler sunacak okurlara. “Put Kırma Töreni” bölümü oldukça keskin içeriklerle karşımıza çıkacak. Put varsa kırmak gerek. Yoksa putların kuşatması devam eder.

“İnce Memed’in neden edebi bir değeri yok?” başlığı bölümün özeti mahiyetinde.  Gelecek sayılar için de heyecanla beklenecek bir bölüm olacağı muhakkak. Secaattin Tural, ilk töreni gerçekleştiren isim. Keskin başlıklarla İnce Memed masaya yatırılmış. Oradan sağ çıkar mı okuyup görmek gerek. Ben bir bölümü buraya alıyorum. Devamı Cins ağustos sayısında.

İnce Memed: Çirkin Ama Başarılı(!)

İnce Memed, toplumcu edebiyatın güzel değil -zaten güzel olmak değil başarılı olmaktır bu akımda önemli olan- başarılı bir örneği olarak yorumlanacakken neden bunu aşan bir niteliğe bürünerek estetik ve sanatsal bir eser olarak kabulüne yol açmıştır? Yazıldığı dönem 1950’ler, aynı zamanda modernist edebiyatın hem şiirde hem de hikâyede ortaya çıktığı ve günümüzde hala etkileri süren bir dönemi temsil ederken, köy romanının özellikle roman türünde başat unsur olması yalnızca bu romancıların edebi gücüyle mi ilgilidir yoksa daha derinlerde söz konusu türlerin sanatsal niteliğiyle mi? Asıl tartışılması gereken bence burası. İkinci Yeni şiiri ve 50 kuşağı hikayecileri estetik yönden halen kabul görürken, köy romanı ancak ideolojik nedenlerle lehte veya aleyhte yargılarla tanımlanıyor ve sanatsal bulunuyor. Bana göre bunun cevabı aslında gayet basit. Çünkü roman, doğası gereği ortaya çıkışından bu yana ancak H. James’in kuramsal görüşleriyle bir sanat dalı olarak kendini göstermeye ve J. Joyce, W. Woolf, Faulkner gibi modernistlerle şiirleşmeye başlıyor. Bir başka deyişle roman, romanı şiirleştirirken edebilik kazanmış, geleneksel roman türünü sürdürenler ise zaten sıradan okuyucu ile bağ kurmaya devam etmişler.

Kâmil Yeşil Söyleşisi

Kâmil Yeşil ile “Birbirine Karışmayan İki Deniz” kitabı üzerine bir söyleşi yaptım. Yeşil’in hayatındaki Sezai Karakoç ve İsmet Özel’i tanımış olduk.

“Gözümü Mehmet Âkif ve Necip Fazıl ile açtım, ancak gözümün açık kalmasına Sezai Karakoç ve İsmet Özel’e borçluyum. Açılmış gözün uzun zaman açık kalması mümkün olmuyor. Bunun için önce gözü sonra zihni açık tutmak gerek. Sezai Karakoç ve İsmet Özel hem zihnimin hem gönlümün açık kalmasını sağlayan şair ve düşünürlerdir. Bu borcun ödenmesi gerekirdi. Birbirine Karışmayan İki Deniz’i bunun için yazdım.”

“Benim tespitime göre, -bu tespiti başka hiçbir yerde görmedim- İsmet Özel, medeniyet konusunda Sezai Karakoç’tan farklı düşündüğünü isim vermeden, Sezai Bey’i eleştiriyor. Şiir estetiği, poetika olarak da farklı olmasından dolayı bu iki şairin birbirine karışması söz konusu olamazdı.”

“Müfredat ve ders kitapları hiçbir şairi, yazarı bütün yönleriyle ele alamaz, işleyemez. Ancak böyle önemli bir şair, önemli bir yazar var. Onları tanımadan, kitaplarını okumadan sanat ve düşünce dünyanızı imar edemezsiniz, anlamında müfredata ve ders kitaplarına girdi Sezai Karakoç ve İsmet Özel. Tabii ki son döneme ait, başka değerli yazar ve şairleri de. Nitekim Mustafa Kutlu’dan Rasim Özdenören’e, Sezai Karakoç’tan, Erdem Bayezid, Akif İnan’a. Cahit Zarifoğlu, Bahaeddin Özkişi, 80 sonrası yazar ve şairler de alındı müfredata.”

“Onuru, sanatı, düşüncesi, istiğnası ile ayakta kaldı Karakoç. Ancak İsmet Özel hem geldiği muhit ile kapıları tamamen kapatmamıştı hem Sezai Karakoç’un bıraktığı o boşluğu dergiler, konferanslar, TV programları ile doldurmasını bildi. Karşılığını da gördü.”

Sapkınlıklar Nasıl Normalleşir?

Normalleşmek diye bir kavram girdi hayatımıza. Hiç akla gelmeyecek şeylerin normal karşılandığına şahit oluyoruz. Bu da felaketin başka bir yüzü. Savaş Ş. Barkçin, sapkınlıklardan ve bunların nasıl olup da normalleştiğinden bahsediyor. Görünme arzusu, mizaha sığınmak, hoşgörü ve daha fazlası. Bunların hiçbiri sapkınlıkların normal karşılanmasına sebep olamaz.

“Bugün gelinen noktada Batı’da sapkınlıklar masum, mazlum ve meşru kabul ediliyor. Devletler sapkınlara özel muamele, müsamaha, kanuni koruma sağlıyorlar. Bunun kılıfı da eşitlik, insan hakları ve özgürlükler… Bu yönde hukukun bütün temellerini yok sayan uygulamaları bile hayata geçiriyorlar.”

“Her toplumda sapkınlıklar görünür ve onanır hâle geldiğinde o sapkınlıklar normal olarak kabul edilmeye başlanır. Eski Yunan, Hint, Çin, Roma, vb. bütün düzenlerde refah çoğaldıkça sefihleşme, sefilleşme, yozlaşma yaygınlaştı. Önceden rezillik olarak görülen sapkın fiiller giderek erdem ve imtiyaz olarak görülmeye başlandı. Bu çürüme süreci belli aşamalar hâlinde yaşandı, bugün de öyle yaşanıyor.”

“Sapkınlıkların normalleşme ve normatifleşme sürecinde sapkınlıklara karşı olanların dayandıkları tezler ve takip ettikleri yöntemlerin de rolü vardır. Meselâ Batı’da Katolik kilisesi ve muhafazakârlar, sapkınlıkları önceleri Tanrı’nın yasakladığı işler olduğu için lânetliyorlardı. Sonra sapkınlıkların insan tabiatına aykırı olduğunu, sonraları hastalık olduğunu, daha sonra da hastalık olmasa bile toplumun temeli olan aileye zarar verdiğini savundular. Tezleri ilahi dayanaktan çıkıp rasyonel dayanağa yaslanmaya başladı. Oysa rasyonel izahlar ahlâkî, yani normatif değil, genellikle işlevsel izahlardır.”

Orhan Sakin ile Söyleşi

Gülsena Afra Ersan’ın sorularını cevaplamış Orhan Sakin. Tarihe, zamana, şehirlere dair sıcak bir sohbet olmuş. “Dünyanın ve zamanın merkezi İstanbul’du.” cümlesi ruhumuzu okşuyor. Bütün yollar nereye çıkar sorusunun da cevabını alıyoruz.

“Arşivlerimizdeki belgeler, başlangıç meridyeni için, Ayasofya’daki Milion taşını gösteriyor. İstanbul’un bir başkent olarak kuruluşuna eşlik eden bir tarihi var aslında Milion taşının. “Bütün yollar Roma’ya çıkar”daki Roma, Doğu Roma değil aslında. Roma’nın başkenti, İmparator Konstantin tarafından İstanbul’a taşınınca, kendisinin Ayasofya’ya yerleştirdiği Milion taşı da Ayasofya’ya yerleştirilince, burası dünyanın merkezi kabul ediliyor. Roma İstanbul’dan yönetiliyor. İmparatorluk daha sonra ikiye ayrılıyor. Dördüncü yüzyılda taşınıyor. Beşinci yüzyılda kuruluyor. Daha sonra ikiye bölünüyor.”

“Şu an çoğu şey doğal değil, günümüz dünyasında ‘medeniyet’ olarak nitelendirdiğimiz şey de doğal bir şey değil. Ama tanımlama, konumlandırma için insanlık bir ‘standarda’ mecbur bırakılan bir yığın haline getirildi. Mesela bugün, başlangıç meridyenini esas alarak saat şu diyoruz. Bir meridyeni esas alıyoruz x konumdan geçen. Diyoruz ki diğer ülkeler de buna uyacak. Esasen o gerçek saat değil. İngilizler Greenwich’i esas almış ve dünyanın öbür ucundakiler de buna uymak zorunda demek oluyor bu.”

Franz Kafka – Dönüşüm

Turgay Anar, roman tahlillerine devam ediyor. Bu sayıda Franz Kafka’nın Dönüşüm romanının içine gidiyoruz. Yaşanan bir dönüşüm var ama bunu anlamak için zaman ve mekân gibi farkındalıkları da iyi okumak gerek. Yazıda önemli ipuçları var.

“Samsa, daha önce belki de hiçbir insanın başına gelmeyen bir dönüşümün merkezidir. Bütün fırtına onun bedeninde kopar önce. Onun bu iğrenç bedeni kelimelerin haricinde asla görselleştirilmez. Kafka bile eserin kapağında bir böceğin tasvir edilmesine karşı çıkar. O, okurun zihninde her okunduğunda yeni ve değişik görselliklerle yeni baştan yaratılır. Bir nevi yapma-insancık olan Homunculus gibi, belki de bir Golem gibi, ertelenmiş bir anlamla kabusunu yaşamaya yazgılı bir sürüngen olarak felaketi her okundukça ve yorumlandıkça artar. Bu yönüyle de okurun bilincine adeta yapışır.”

“Günümüz insanının, sanallıkla ördükleri zihin evrenlerinin koridorlarında hâlâ asil birer insan olduklarını hatırlatan hatıra parçalarına çarparak gerçeğe uyanmalarını beklemek, biraz da böcek-insan olmaya direnmek anlamına gelmez mi?”

Halil Solak ile Kitaplar Üzerine

M. Zana Öngenç, Halil Solak ile ‘Kitap Sevenler Cemiyeti / Kütüphaneler, Aşklar ve Tesadüfler’ kitabı üzerinden bir söyleşi gerçekleştirmiş. Kitaplar, kitabın mekânı ve kitaba dair her şey var söyleşide.

“Benim için aramakla bulunmayan bir kitap yok aslında. Ama şu olabiliyor, bir yerde bir şey okuyorsunuz, oradaki bir dipnot sizi başka bir kitaba, metne yönlendiriyor. İlginizi cezbetmişse hayretler içinde kalıyorsunuz. Okumam lazım diyerek sahaf sahaf gezmeye başlıyorsunuz ya da internetten araştırıyorsunuz. Bir şekilde şartları zorlayıp ona erişiyorsunuz. Bu arayış, macera beni çok mutlu ediyor.”

“Diyelim ki şu masanın üstünde hem maddi anlamda hem de manevi anlamda paha biçilmez on yedi kitaplık Müteferrika baskıları olsun. Sizin ona dair bir ilginiz, merakınız ve bilginiz yoksa o bir anlam ifade etmez.”

“Herkesin kendisine göre bir sevme biçimi vardır sanırım. Bu kitabı biraz da bu soruya cevap olarak yazdığımı söyleyebilirim. O yüzden “Bir kitap nasıl sevilir”in çok farklı cevapları Kitap Sevenler Cemiyeti’nin her bir sayfasına dağılmış durumda diyebilirim.”

Kanımızda Yüzen Gemiler

Başkalarının acılarını duymadan yaşamak, sadece kendine bakmak ya da başkasının kanında yüzmek. Yaşadığımız çağ böylesine insanlıktan sıyrılmış haller sunuyor bize. Nereden tutsak elimizde kalacak cinsten bir boşluk yaşıyoruz. Ömer Yalçınova yaşanan tuhaflıklar dünyasını yazmış.

“Başka bir kitap kurdu arkadaşım, en düşük dereceden memurluğa, kırklı yaşlarında girebildi. Halen toparlanamadı. Hepsi de benim gibi KPSS mağduru. Birleri kaybedecek öyle değil mi? İşin kuralı bu. Biz kaybettik. Bir nesil, tutunamadı bu hayata. İstediği çok bir şey de değildi. Okul okumuştu. Yetenekli ve şahsiyetliydi. Entelektüel birikimi vardı. Edebiyat, felsefe, sanat ve sosyolojiye meraklıydı. Ölüsü para etmeliydi bu insanların. Ama dirisi bile etmedi; hayatın demir yumruğu altında ezilip kaldılar.”

“Birilerinden bir şey istemek o kadar zor ki! İsteyip, ısrar edip, inatlaşıp, hatta başına bela olup, daha da abartayım sümük gibi yapışıp alanlardan da olmadım. Buna şükrediyorum. O kadar düşmediğim için. Kimsenin başına bela olmadığım halde, bela oldum mu acaba kaygısıyla bile kendimi yiyip bitiriyorum. O yüzden “Usta, hakkını helal et,” diye yazdım, iki yıl öncesine kadar tanımadığım ama yirmi yıldır tanıdığım insanlardan daha çok nezaket gördüğüm, artık dostum dediğim kişiye. Çamura yatan kişiyse, artık umurumda bile değil.”

Başlama Vuruşu’nda Şakir Kurtulmuş Var

Başlama Vuruşu’nun bu ayki konuğu Şakir Kurtulmuş. Şiire nasıl başladığını ve yaşadığı şiir serüvenini anlatıyor Kurtulmuş. Mekânın şair üzerindeki etkisini görüyoruz Kurtulmuş’un şiir yolculuğunda.

“İlk yazmaya başladığımızda ortaya çıkan metinlerin bu destanlardan etkilendiğini, onlara benzer sözler yazdığımızı fark etmiştim. Ortaokul yıllarında hikâye okumaya ağırlık verdim, ne bulursam okuyordum. Liseye geldiğimizde şiirin ayrı bir yeri olduğunu gördüm, şiire daha çok zaman ayırmaya başladım. İlk ürünlerimiz lisede çıkardığımız bir duvar gazetesi olan Hamle’de yayımlandı. Denemeler de yazıyordum ama gönlümde şiirin yeri başkaydı.”

“İstanbul günlerimiz şiire bakışımıza, sanat edebiyat anlayışımızın oluşmasına yol açan önemli çabalara yelken açtığımız güzel günlerdi. Günümüz edebiyat dünyasını, dergileri ve yeni çıkan şiir kitaplarını çok sıkı takip ediyor, yolumuzu hemen her gün sahaflara düşürüyorduk. Sahaflarda sadece kitaplarla değil, buraya gelen pek çok sanatçı, şair, yazarla da görüşme imkânı buluyorduk.”

James Brown’nun Saçları ve Dişleri

Mustafa Çiftci, James Brown’u anlatıyor o meşhur saçları ve ışıl ışıl parlayan dişler ile. Bir de üç Ömer var hikâyede. Onların da saçları ve dişleri Brown’la yarışıyor ama onu kimse geçemez.

“Rahmetli James Brown’ı bilenler bilir. Bilmeyenler için ben tanıtayım. Saçı ve dişleri pek muhkem bir müzisyendi kendisi. Müzisyenliğini değerlendirmeye niyetim olmadığı için saçıyla dişiyle uğraşıyorum. Rahmetlinin saçları ve dişleri genç iken de böyle insanı hayrete düşürecek kadar sağlammış. Fotoğraflardan anlıyorum. İlerleyen yaşında saçlarına nasıl bir bakım yapıyorsa bir gıdımcık eksilmedi saçları. Bizdeki türkücüler de saçlarını boyar falan ama saçlar zaman içinde seyrelir, tepeden veya geriden açılır. Bazı şarkıcı kısmı saç yapıştırır, ektirir falan ama hiçbiri bana rahmetlinin saçları kadar güven vermedi, vermiyor.”

“Şimdi modern tıp dökülen saça, kırılan dişe çare buluyor. Sen neden onlara başvurmuyorsun?” diyenler olabilir. Fakat modern tıp ayarsızdır. Bana öyle bir saç tasarlar ki ahir ömründe azmış tekeler gibi olurum. Diş meselesine gelince dişlerimi yaptırmadan önce dişlerimi sıkma alışkanlığından vazgeçmem gerekiyormuş. Ben uyurken dişlerimi sıkıyormuşum. Bu durum düzelmedikçe yeni diş yapılsa bile ben bu azimle onları da kırarmışım. Yani durumumuz biraz sıkıntılı.

Cins’ten Bir Öykü

Serkan Ünal – Amacına Ulaşmayan Teselli

Hayatının tamamını birlikte yaşamak istediği insan; üstelik her şey çok güzel giderken tüm hayatını onunla geçiremeyeceğini anlamış ve kendi yolunu çizmek için gitmişti. Kim bilir belki de o insan gitmek istediği başka yerler olduğunu fark etmiştir. Genç Adam, bu beklenmedik ayrılık sonucu o bitmek bilmez kasvet havasına girdi. Bazı ölümlerin ardından yaşanan yas süreci ile bazı ayrılıkların ardından yaşanan duygusal süreç benzerlik gösterir. Genç Adam, tıpkı öyle bir yas sürecine girmişti.”

“Genç Adam, hızla evinin salonuna gitti. Annesi kahvaltı masasını daha yeni hazırlamış çayları dol- duruyordu. Babası ise çoktan sofraya kurulmuştu bile… Annesi ‘Oğlum gel otur sofraya’ dedi ama kendi oğlundaki tuhaflığı hemen fark etti. Bu yüz- den anne telaşı ile cümlesi “oğlum ne oldu sana?” olarak devam etti. Genç Adam, tedirginliğini belli eden sesle “Anne ben düşünemiyorum” dedi. Aile kahvaltı sofrası birden matem havasına dönüştü.”

“İnsanlar, onun yaşadığı ayrılık yüzünden mecnuna dönüştüğüne kanaat getirdi. Ama onu teselli eden arkadaşları buna kendilerinin sebep olduğunu anladılar. Kimseye bir şey diyemediler fakat bunun suçluluğunu içlerinde taşıdılar. Çünkü ihtiyaç anında bir insanın maruz kalabileceği sözlerin gücünü, onu nasıl etkileyeceğini ve değiştireceğini düşünememişlerdi. Onların öylesine söylediği sözler, olmayacak bir şeyi oldurmuştu. Kim bilir, belki de Mecnun böylesi tesellilerden kaçmak için kendini çöllere atmıştı.”

Hece Öykü – 118

Hece Öykü dergisi 118. sayısına “Yapay Zekâ Öykü Yazıyor, Şimdi Ne Olacak?” yazısıyla giriyor. Emin Gürdamur, gelinen son noktada yapay zekâ ve öykü konusunu işliyor. Çok fazla dillendirilen ve kodlarla kurulmuş bir hayatın kalıplaşmış köşe taşlarını sunan metinler acaba öykümüzü nereye taşıyacak? Yapay zekanın hayatı kolaylaştırması gibi bir durumun hayatın içine sokulmaya çalışıldığı bir ortamda öykümüzü bu yapaylıktan nasıl koruyabiliriz?

“Kurmaca hayatı eğip bükmek, türün iç gereksinimlerine tabi kılmak, yazınsal bir mantıkla yeniden inşa etmek, kültürel arka planla zenginleştirmek, kayıp göndergelerle derinleştirmek, en önemlisi de rüyaların ve bilinçaltının açıklanamaz dehlizlerinden beslemek gibi bir dizi insani etkilere ihtiyaç duyar. Aksi hâlde yazar, Borges’in dediği gibi sanatçı değil, gazeteci ya da tarihçi durumuna düşecektir. Yapay zekâ, ardında dijital istifçilik ve kodlamalar yatan bir mühendislik harikası. Bu, onun sanatçı konumuna yükselmesi için yeterli gözükmemektedir çünkü o hiçbir zaman rüya göremeyecek, imge icat edemeyecektir.”

“Dijital uygulamalara verilen komutlarla yapay zekâ tarafından üretilen kurmacalara şimdilik vasat metinler olarak dudak bükebiliriz. Ama yakın gelecekte bunların olgunlaşacağını, söz gelimi yayınevleri veya dergi editörleri tarafından ayırt edilemeyecek niteliğe erişeceğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yok. Öte yandan okuma eyleminin meraktan beslendiğini düşünecek olursak, yapay zekâyla desteklenmiş metinlerin okurda ilgi uyandıracağını, karşılık bulacağını peşinen kabullenmemiz gerekiyor.”

Makinelerin Anlatı Dünyasına Giriş

Emin Gürdamur’un girişte değindiği yapay zekâ konusu dergide iki yazı ile detaylı olarak işleniyor. Makinelere duygu yüklemek gibi bir handikap kelimeleri de elimizden alacak gibi görünüyor. Doğal olanı yapay olandan ayırt etmek de gün geçtikçe daha da zorlaşacak gibi görünüyor.

Ahmet Melih Karağuz – Makinelerin Anlatı Dünyasına Giriş

Karağuz’un tespitleri çok yerinde. Zeka yapay olsa da bunu besleyen ve geliştiren de yine insanlar.

“Yapay zekâ çalışmalarında her zaman önemli bir yer tutan doğal dil işleme sistemleri 2010’dan sonra ciddi bir yıkıcı etki yaratmaya başladı. Bunun da en önemli nedeni, yeni medya ağlarında vakit geçiren kullanıcıların, yapay zekâların eğitilmesi için gerekli olan verileri, şirketlerin kullanımına ücretsiz bir şekilde sunması ve bu verilerle makinelerin eğitimine farkında olmadan katkı sunmasıdır. Aslında baktığımızda yapay zekâ devrimi için gerekli olan yakıt, bugün onun etkilerinden korkan bizler tarafından sağlanmaktadır.”

“Dünyada çeşitli yarışmalara sokulan yapay zekâ üretimi eserlerin dereceler alması, yapay zekânın sanat eseri üretebildiği iddiası için güçlü bir argüman olarak karşımıza çıkıyor. Beri yandan sanatın niteliğini ve sanat eserinin varlığını kanıtlayan bir araç olarak ödüllerin kabul görmemesi, her ödülün ardından ciddi eleştiri metinlerinin yazılıp tartışmaların sürmesi de aslında burada argümanı paradoksa sokmaktadır.”

Emrah Kanlıkaya – Organik Aklın Yapay Zekâyla İmtihanı

Emrah Kanlıkaya, insanın karşısında her gün yeni bir adım atan yapay zekanın kuşattığı dünyayı anlatıyor. Yine ortak nokta çok açık; insanlar kendi elleriyle kendi yapaylıklarını kuruyorlar. Hem de bunu çok büyük bir gelişme diye sunarak.

“Yapay zekâ sağlam kurgu üretebilir, yazarlar için endişe yersiz. Çünkü Tanrı’nın kurgusu kusursuz işliyor. Kutsal Kitap’a dönelim. Enbiya suresinin 58. ayetinde, İbrahim kıssası… Hz. İbrahim bütün putları kırdıktan sonra bir tanesini (en büyüğünü) bırakır ve suç aletini onun yanına koyar. Hesap soran kavmine de hisseyi yapıştırır: “Ona sorun belki o yapmıştır.” Kim bilir belki de bir gün modern çağın putlarını/yapay zekâyı ateşi göze alanımız yok edecek. Ama o ben değilim. Karınca misali safımı belli edebilirim. Haddi aşma konusunda mahiriz. Robotlar bu hususta elimize su dökemez. Yine de temkinli olmakta fayda var. Temennim odur ki yapay zekâ bize haddimizi bildirmeden aklımızı başımıza alır ve Allah’ın yasalarına döneriz. Çünkü robotların (organik) aklı, vicdanı ve bize sunacak vaatleri yok.”

Yalancının Mumundan Hayal Dünyasına

Benim Öyküm bölümünün bu sayıdaki konuğu Gamze Güller. Çocukluktan başlayan hayal kurma zenginliğinin kurgu dünyasına dönüşmesine şahitlik ediyoruz. İnsanın iç dünyasının güzellikleri dışa vurdukça ortaya güllük gülistanlık cümleler çıkabiliyor. Yeter ki bu, fark edilebilsin. Güller’in yazarlık yolculuğu aslında birçok çocuğun yaşadığı süreçtir. Fark edilmek de zamana, şansa ve kadere göre değişiyor.

“Yalancının mumu yatsıya kadar yanar, diyen ve dayanamayan annem bir gün okula gidip beni öğretmenime şikâyet etti. Evde çok yalan söylüyor, okulda da böyle mi diye. Ve hayatımı değiştirecek mucize bu şekilde gerçekleşti. Öğretmenim, benim yalancı değil hayal gücü zengin bir çocuk olduğumu söyledi anneme. Sakın ona engel olmayın, onu teşvik edin, dedi. Sonra bana bir defter hediye etti. Bundan sonra aklına gelenleri bu deftere yaz, hepsini sınıfta da okutacağım, dedi. İşte o günden sonra hem bulduğum her şeyi okumaya hem de onlarla yetinemediğim için durmadan yazmaya başladım.”

“Yazma üzerine çok kafa yoran, süreçleri düşünen ve bunun üzerine çok okuyan biriyim. Ben bu sonuçlara uzun yıllar harcayarak ve emek vererek uğraştım. Hâlâ düşünürüm, daha erken yaşlarda biri bana bunları anlatsaydı, fırsatlar sunsaydı ya da beni bilinçlendirseydi kim bilir neler daha farklı olurdu diye. İşte bu nedenle 2013’te atölyeler yapmaya başladım. Bunlara hâlâ devam ediyorum. Benzer yollardan geçen yazar adaylarının elinden tutmaya, onları cesaretlendirmeye, onlara yol göstermeye çalışıyorum.”

Öykücünün Sözlüğü – Selma Aksoy Türköz

Selma Aksoy Türköz’ün öykü sözlüğü var bu sayıda.

yağmur. [i. ]. 1. Rahmet, bereket. 2. Sesi, musikisi ve ahengi olan, gökten damlalar hâlinde düşen su. 3. Çekip gittiğinde arkasında eşsiz bir toprak kokusu bırakan. 4. “Söyle bana yağmur gözlüm” dizesinde kastedilen göz renginin ne olduğu anlaşılamayan (bir rivayete göre yeşil). 5. Bir kız adı. 6. Çocukluğumda o hep yağarken ve seller akarken hayalimdeki, pencereden bakan Arap kızı imgesinin müsebbibi.

pişmanlık. 1. Nâdim olma hâli, bâbü’l-ebvâb. 2. Hatadan dönmeyi ifade eden bir ahlak terimi. 3. Son demde yapılanı fayda etmeyen. 4. Genelde gözyaşıyla seyreden melankolik hâl. 5. Üzüntü, mahcubiyet ve suçlulukla tanışık, bazen edimle bazen de edimsizlikle seyreden. 6. Yüksek oranda rahatsızlık içeren. 7. Nereye gitse vicdan azabını da beraberinde götüren. 8. Keşkegillerden.

Emin Gürdamur ile Önce Biraz Ağladılar Üzerine

Handan Acar Yıldız’ın sorularını cevaplamış Emin Gürdamur. “Önce Biraz Ağladılar” kitabının dünyasına yazarının anlatımıyla giriyoruz. Söyleşiyi okuduktan sonra Gürdamurun bu kitabını mutlaka okumak isteyeceksiniz.

“Edebiyat, yazınsal bir varoluş tecrübesi. Kalem kâğıda değdiği andan itibaren bir manifestonun çarkı işlemeye başlıyor, haklısınız. İster şiir, ister öykü, ister roman yazın. Yani açık bir bildiri olmasına gerek yok. Sanat, manifestoyu özünde saklar. Hassasiyetler, sevinçler, üzüntüler; yazarın bütün bunları ele alış yöntemi, imaları, göndermeleri; hepsi onun hayata karşı manifestosunun parçasıdır. Öykü yazarken farkında olmadan zihnimizin derinliklerindeki dehlizleri, kalbimizin kuytusundaki niyetleri deşifre ederiz. Çünkü sözle var ettiğimiz bütün o şeyler, dilimizin altında saklı bir fikrin kölesidir.”

“Bazı öykülerde kurmaca kendiliğinden bir manifesto kılığına büründü sanırım. Bunun görünür hâle gelmesinin edebî bakımdan taşıdığı tehlikenin farkındayım. Ama şunun da farkındayım artık: Bu dünyada her şey kurallardan ibaret değil. Hayat tek bir türün yerleşik tanımının içine sığmayacak kadar karmaşık.”

“Kahramanlarım, tutunamayıp kendi içine çekilen, orada da huzur bulamayan insanlardan oluşuyor. Neden onların hikâyelerini yazmakta ısrarcı olduğumu zaman zaman ben de soruyorum kendime. Doğrusu, bu soruya bir cevap bulamıyorum. Huzursuzluk ve tutunamama sarkacında gidip gelmenin bizim evrensel kaderimizin -kederimizin mi demeliyim?- müşterek tecrübesi olduğuna dair tahminlerim var.”

Üç Anahtar’da Mustafa Çiftci

Üç soru ile Mustafa Çiftci’nin öykülerinin kapısını aralıyoruz. Elimizdeki anahtarla çok kıymetli. Çünkü öykücü bize kapılarını açmış oluyor. Bir anahtar benden size gelsin. Devamı dergide.

“Ben türkü dinlerim, annemi anarım, öyle otururum bir zaman, sonra su kenarına tedirgin inen ceylan kısmı gibi masanın başına geçerim, en ufak aksaklık beni vazgeçirir, usulca başlarım yazmaya, sonra yaza yaza toparlanırım…”

Vildan Külahlı Tanış’ın İlk Kitabı

İlk kitap söyleşilerinde Vildan Külahlı Tanış var. Öykülerini severek okuduğum bir isim Tanış. Bir proje vesilesiyle öykü üzerine sohbet etme imkânımız da olmuştu. Aldığı ödüllerle, öyküye harcadığı mesai ile günümüz öyküsüne nefes aldıran yazarın ilk öykü kitabı “Çizgide Bir Kukla” da beklenen ilgiyi gördü. Emrah Kanlıkama’nın sorularını cevaplandırmış Tanış.

“Öykünün edebî türler içinde anlatma sanatı olarak kelime iktisadı bakımından şiirden sonra en büyük terbiye olduğunu düşünüyorum. Akıp giden zamanın içinden çekip koparılan, dondurularak muhafaza edilen, çözünmesi için sıkı bir okura ihtiyaç duyulan özel bir tür öykü. O çözünmenin yavaş yavaş zihne yerleşmesi, başka akıntılarla birleşip yeni bir su yolu oluşturması, yazarın öncesi ve sonrasını da bildiği o anlara, okuru dâhil edip belki aynı belki bambaşka ama ne olursa okurda yeni bir hikâye oluşturması hep büyülü gelmiştir bana.”

“Öyküleri henüz kafamda kurgulamaya başlarken bile okuru şaşırtmak ya da ters köşe yapmak gibi bir niyetim hiç olmadı. Beklenmedik bir son üzerine inşa edilen öyküler değil de hayatın gerçekleri üzerinden öyküleştirmeye değer hikâyelerin peşinde olduğum için belki de bu yönde öyküler ortaya çıktı. İnsan ne olursa yapmam dediğini yapar, ne yaşarsa çizgisinden dışarı taşar, yaşama tutunmanın kaç çeşit yolu vardır, bu yollardan hangisi gerçek hangisi oyundur, yas nasıl tutulur, yalnızlıkla nasıl baş edilir, eşyalar hayatımızdan sadece bir nesne olarak mı geçip giderler, ne zaman onların ardına bir deve kuşu misali saklanırız… Bütün bu sorular öykülerin yazılış esnasında kuyrukları birbirine dolana dolana gezip durdular kafamda.”

Hece Öykü’den Öyküler

Mustafa Çiftçi – “Salak Şey” Değil “Portakal Oğlan”

“Doktor Oktay Sandalcı mahallemize ilk cipi getiren kişidir. Daha evvel mevzusu açıldıydı da anlattıydım. O cipin rengi mahallemize mesele olduydu. İşte doktor beyimizin mevzuları sadece ciple sınırlı değil. Kendisinin iki kızı bir oğlu vardı. Oğlunun adı Samet. Pek efendi bir şey. Yani biz çocuk hâlimizle bilirdik ki Samet de bizimle aynı havayı solur, aynı ekmeği yer, suyu içer ama nasıl oluyorsa Samet’te büyük adam tavrı vardı. Öyle kasıntı, kemikli bir hava değil. Yani nasıl desem daha olgun bir çocuktu. Mesela hepimizi hayrete düşüren satranç oyunları vardı. Hayret ederdik çünkü okuldaki örtmen kısmını boncuk gibi sıraya dizmişti.”

“Samet, bakkalın önünde biriktiğimiz zamanı kollar, yanımıza gelir, bize kola alır duvara diziliriz. Samet duvara oturmadan evvel üfler. Kalkan toz kolanın içine dolmasın diye kolasını duvara oturmadan evvel açtırmaz. Duvara oturur, sonra kolasını biz açar eline veririz. Kola içerken gark diye geğirmeden içilmez ama Samet geğirince elini ağzına götürür, elinin tersiyle hafif ağzını kapatır estağfurullah derdi. Babasından bellemiştir böyle incelikleri, derdi herkes. Neden derseniz doktor Oktay Bey efendiliğin kitabını yazmış bir büyüğümüzdü. Samet de babaya çekmişti işte.”

“Şu imkân kimin eline geçer. Ne diyeceğimi, ne edeceğimi şaşırdım. “Reçelli ekmek yesek mi?” dedim. “Haydi canım sen de salak şey. Sen reçelli ekmek yemeyi ne bilirsin.” dedi. Gülüştük bir zaman.”

Ali Necip Erdoğan – Drogo, Raskolnikov ve Ben

Bir yol üstü mola yerinde Yüzbaşı Drogo ile Raskolnikov’u karşılıklı çay içip sohbet ederken gördüm. “Azizim Raskol,” diyordu Yüzbaşı Drogo, “beklemeyi anlamlı kılan şey, beklenilenin beklendiğini bilmesidir. Zira beklemek meydan okumaktır.” Raskolnikov, “Komutan,” diyordu “aynı şey suç ve ceza için de geçerlidir, cezanın varlığını bilerek suç işlersin, eğer ceza olmasaydı suçun bir anlamı olmazdı.”

Raskolnikov elini kaldırıp garsona işaret etti. Garson yavaş ve vakur adımlarla geldi, başıyla selam vererek eğildi. “Saygıdeğer beyefendi,” dedi garsona Raskolnikov gergin ve keskin sesiyle, “dostumuz Necipov’a tavşan kanı bir çay, acele tarafından, zira artık yola koyulmamız gerek.”

“Azizim Ali Necip,” diyerek söze girdi Yüzbaşı Drogo, “zira insan kendi gerçekliğinde boğulur. Her biri ayrı bir dünya olan diğer insanları görmezden gelir, kendi dünyasının çok daha önemli olduğunu düşünür, mesela birini ya da bir şeyleri beklerken çürüyüp gidebilir. Hâlbuki her dünya başka bir dünyayla kesiştiğinde güzeldir. Başka gerçeklikler hayale, hayal de hayata tutunmayı sağlar. Böylece insan kendi gerçekliğini kaybetmeden başka gerçekliklerde, başka hayallerde gezinebilir. Bu tıpkı nefes almak için sudan kafanı çıkarman gibidir.”

Müzeyyen Çelik – Yasemin’in Yok Olan Ailesi

“Aile apartmanında yaşamak zordur. Bunu dışarıdan çoğu kimse anlamaz. Herkesin erişilebilir yerde olmasını insanlar kolaylık zannederler ama değildir. Hele ki çok başarılı üç ağabeyin üstüne doğan bir kız çocuğuysan işler çok daha zor ve karmaşıktır.”

“Gelin Allah gelin. Siz gelmezseniz biz gelelim ama bu sefer de herkes size gelsin. Sürekli kabile hayatı yaşıyorduk. Liseden mezun olana kadar sabrettim. Bu kalabalık yaşam tarzı çocukken bana hoş geliyordu. Büyüdükçe ağır geldiğini hissettim. Annemin sürekli söylenmeleri de etkiliydi bu durumda belki. Kadının da hiç kendi hayatı olmamıştı. Bunlara sinir oldukça hırslandım, ders çalıştım. Yasemin nereye, dediklerinde, uzun bir süre için İzmir’e, demek istiyordum çünkü. Daha çok çalıştım bu yüzden.”

“Kimseye hesap vermiyordum. Nereye gittiğim kimsenin umurunda değildi. Burada bir şey fark etmiştim ama. Bu sefer ben herkese nereye gittiğini soruyordum. Öyle alışmıştım çünkü. Sorduğum zaman bana gözlerini devirerek bakıyorlar ve anlam veremiyorlardı. Çabucak duruma uyum sağladım ve kimsenin nereye gittiğiyle ilgilenmedim.”

“Nihayet enkaz kaldırma sırası bizim eve gelmişti. Annemin takı çantasına ve babamın evrak çantasına ulaşmıştık. Amcalarımın ve dedemlerin sahip oldukları şeyleri bilmiyordum. Dayım dedi ki ölüm hak, miras helal. Bunlar artık senin. Sana bir daire alırız. Dayım şimdiden bana bakamayacağını ilan etmişti. Hak verdim. Amcamın kasasında ailenin tamamının altınları ve dövizleri varmış. Kimin neyi olduğu da yazılıymış. Kasayı polise imza vererek teslim aldım.”

Kenan Yusuf – Çağın İtlikleri

“İnsan bu cüreti nereden buluyor, kendim? Bir kuşu bir kafese koymayı diyorum. Ya da envaiçeşidini toplayıp bir esir kampı kurmayı ve adına hayvanat bahçesi demeyi? Sen hiç gittin mi hayvanat bahçesine kendim? Ben gittim bir kez, Antep’te. Bir gorilin mutsuzluğu iliklerime kadar işledi. Suçlayıcı bakışlarını gördüm, tutsaklığını öyle bir gördüm ki korktum ve çıktım kendim. Hem de iğrendim insanlardan. Bazıları böyle şeyleri görmüyor, biliyor musun kendim. Bazıları için hayat o kadar kolay ki!

Bu kadar konuşup da harekete geçmemek olmaz değil mi kendim. Mesela muhabbet kuşumuza özgürlüğünü teklif etmekle işe başlayabiliriz.”

Ahsen Dalca Korkutan – Halamın Bulutları

“Dünyanın en iyi şoförüydü. Bizim sokak kapısına çarpana kadar. Ne şanslı adam, itibarı gitti ama ölmedi. İnsanın itibarı yüreğinde durur sanıyordum. Dedem ben küçükken itibarım, der halamın kocaya kaçışını anlatırdı, elini göğsüne bastırırdı. Sonra tez elden göçtü gitti, bağrında açılan çukurla. Bizim kapı gibi. Şimdi koca bir göçük duruyordu Hüseyin eniştenin çarptığı yerde.”

“Anneme baktım, babamın çıkardığı gıcırtıları duymuyor, babaannemi dinlemiyordu. Odadaki en öfkeli gözler onundu. Ve Hüseyin enişteye sabitlenmişti. Bazı sinirli insanların garip, beklenmedik sabırları vardır. Neticede garip, beklenmedik de patlamaları. Küçük küçük patlarlar. Hep patlarlar. Çabuk patlarlar. O kadar hızlı olur ki herhangi bir şeyi değiştirmeye etkisi olmayan hafifliktedir, birikmeden olur, biter ve nasıl bittiği anlaşılmaz bu yüzden.”

“Göçük kapıyı açmaya çalışıyordu hâlâ babaannem. Kilitli sandı yine. Açın şunu abimler bekler, babama gideceğim. Kafasındaki senaryoyu her gün oynuyordu. Halamı kaçırmışlardı.”

Aslıhan Keleş Kurtoğlu – Maşallah Balkonu

“Tertemiz, yeni yıkanmış, ucuz çamaşır suyu kokulu bembeyaz fayanslar…  Apartmanda bir tek bu balkonda olan mermer köşeler; balkon demirleri diğer katlardaki gibi paslı, yer yer sökülmüş değil. Bembeyaz boyanmış, üstüne bir de cilalanmış, öyle ki kuşlar konmaya ürküyor. Balkonun tavanı da yeni boya, bizim salondakine benzer bir lambası var hafif sarkan, duvarlar tertemiz, tek bir toz yok üzerinde…”

“Balkonunu övmemi bekliyor, biliyorum. Hiç övesim yok bugün. Sessizlik oldu… İstiyor ki en iyi balkon sizinki diyeyim, vay efendim parlıyor diyeyim. Öyle öyle bakıyor gözüme. Vallahi demeyeceğim. Bakışıyoruz, hafif gülümseyeyim. Kafasını sallıyor, ne demek bu? Balkonu mu işaret ediyor? Zaten onların blok hafif yukarıda, işte benim balkonu inceliyor.”

Yitiksöz, Sayı: 18

18. sayısı ile bir kez daha selamladı okurlarını Yitiksöz dergisi. Artık oturmuş bir yapısı var derginin. Özellikle fikir yazılarının yoğunluğu, derginin düşünce başlığının da altını doldurmuş oluyor. Dergiden yapacağım ilk paylaşım; Mustafa Kara’nın “Nureddin Topçu ve Hz. Mevlânâ” isimli yazısından olacak. Topçu’nun bir makalesinden hareketle Mevlana’ya bakış açısını da öğrenmiş oluyoruz.

“Dergâhlar sırlandığında İstanbul’da lise öğrencisi olan Nurettin Topçu’nun babası Erzurumlu, annesi Eğinlidir. Topçu daha sonraki yıllarda Fransa’da felsefe-ahlak alanında doktora yaparak yurda dönmüş ve kırk yıllık öğretmenlik hayatında cevabını aradığı tek soru muhatabı olan gençlere sunacağı hayat felsefesinin temel ilkeleri olmuştur1 . Genel anlamda insanlık düşüncesinden, özel anlamda Anadolu irfanından beslenen bu ilkelerin başında dergâhlarda yaşanan ve yaşatılan düşünce gelmektedir. Onun bütün eserlerinde bu arayışın ve sorgulayışın cehdi ve gayreti vardır.”

“Mevlânâ Celâleddin’in, biz, vecdinin feryatlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin ta dibinden sıyrılıp da suyun yüzüne ne vurdu ise, onu görüyoruz. Biz Hz. Mevlânâ’nın aşkını değil sadece aşkının dile gelen ifadesini elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız bütün bundan ibaret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhat! Onu Mevlânâ zannediyoruz.”

Modern Türk Öyküsünde Deprem Temsilleri

Sercan Ceylan, kurmaca metinlerde sosyolojik vakaların yer alış şeklini işliyor yazısında. Daha sonra modern Türk öyküsünde deprem konusunu işleyen yazarlardan ve metinlerden örnekler veriliyor yazıda.

“Modern Türk öyküsünde, özellikle Cumhuriyet devrinden sonra yaşanan değişme ve dönüşümler neticesinde eleştirel ya da yazınsal bir bakış açısıyla çok çeşitli sosyal konular işlenmiş, 1940’lardan itibaren de toplumcu gerçekçilikle beraber bazı ideolojik ve kuramsal reflekslerle aydınların ve entelektüellerin toplumsal travmalara, gündelik yaşantıyı inşa eden ‘küçük insan’ın sorunlarına büyük ilgi duydukları görülmüştür. Cumhuriyet devri Türk edebiyatında Ömer Seyfettin, Memduh Şevket, Sait Faik gibi ‘gerçekçi’ öykücüler başta olmak üzere günümüze değin çeşitli yazarlar, öykülerinde sosyal konulara ilgilerini sürdürmüşlerdir.”

“Necip Fazıl’ın “Zelzele” (1971) öyküsünü ele alabiliriz. Bu metinde deprem, faize, harama, karaborsacılığa bulaşmış bir kişiye Allah tarafından gönderilen ilahi ceza olarak işlenir.”

“Deprem izleğini kullanan bir başka yazar da Sulhi Dölek’tir. Aynı yıl Sabahattin Ali Öykü Ödülü alan Vidalar (1983) kitabındaki “Deprem Yardımı” öyküsü afetin farklı bir boyutuna değinmesi bakımından önemlidir. Yazar, afet sonrası zor durumda kalan, her şeyini kaybeden, yardıma muhtaç depremzedeler için gönderilen yardım sandıkları ve bunlardan çıkan eşyalar üzerinden kurumsal ve toplumsal bir eleştiri yapar.”

“”

Ali Göçer Dosyası

Yitiksöz’de bu sayının dosya konusu Ali Göçer. Kitapları üzerine yazılar, edebi duruşu, imge dünyası gibi geni bir yelpazede ele alınıyor Göçer. Bir de kendisiyle yapılan söyleşi var dosyada.

Vefa Taşdelen – Daha İyi Bir Dünya İçin Denemeler

“Göçer’in üzerine odaklandığı öncelikli konu, başlıkta da geçtiği üzere, edebiyatta ve sanatta intihar sorunudur. Sanatçı ve şairlerden örnekler veriyor, istatistikler sunuyor. Konunun özgürlük, hayatın anlamı ve değeri sorunu ile ilişkisini kuruyor. Özgürlüğün aynı zamanda sorumluluk olduğu bilincinden uzaklaşması ölçüsüzlüğe ve değersizliğe yol açmış, bu şekilde özgürlük özgürlük olmaktan çıkmıştır. Göçer’in eserini özgürlüğün ölçüsüzlük ve sorumsuzluk şeklini alarak dönüşmesiyle intihara ve cinayete kapı aralaması karşısında bir refleks olarak yazdığını söylemek bile mümkün. Göçer, konuyu sorgulayabilmek için konunun felsefi ve metafizik boyutunda kalmayı tercih ediyor çoğu kez.”

Arif Ay- Ali Göçer’in Kara Yazılar’ı

Göçer’in Edebiyat dergisinde yayımlanan denemelerinden oluşan Kara Yazılar, yazarın çağa ve insana bakışını içerir. Deneme türünün güzel bir örneğini ortaya koyan Ali Göçer, öğretisel bir bakışla irdeler çağı ve insanı. Kimi zaman düşsel tablolar, kimi zaman gerçek-somut tablolar aktarır yazılarında.

“Ali Göçer’in Kara Yazılar’ı çağın zifiri karanlığını gözler önüne seren tablolardan oluşuyor. Okudukça bilincimizin harekete geçtiğini ve üzerimizdeki ölü toprağı fark ediyoruz.”

Ali Göçer ile Söyleşi

İsmail Karakurt bir söyleşi gerçekleştirmiş Ali Göçer ile. Yazı serüveni, Nuri Pakdil, Maraş, dergiler, yol arkadaşları, dağlar, kitaplar ve daha fazlası işleniyor söyleşide.

“1967 yılında Kahramanmaraş’ta ortaöğrenim hayatıma başlamıştım. Biliyorsunuz Kahramanmaraş edebiyat damarı geniş bir bölgemiz. Okulumuzda İsmail Kıllıoğlu, Osman Sarı, Cemil Çiftçi gibi daha sonra Edebiyat dergisinde yazan abilerimiz vardı. Okulumuzda sözünü ettiğim bu abilerimizin öncülüğünde oldukça kaliteli bir de edebiyat dergisi çıkıyordu. Açıkçası ortaokul, lise hayatım boyunca canlı bir edebiyat ortamı içindeydim. Bu dergide benim şiirim çıksa diye heveslendiğim zamanlar oldu.”

“Edebiyat dergisi okurluğum 14 yıl, yazarlığım ise 7 yıl oldu. Dergi 1983 yılında kapanıncaya kadar da hep orada yazdım. Edebiyat dergisinin 1976 yılı Mart sayısında ilk şiirlerim yayımlandı. Yazmaya şiirle başladım. Nuri Pakdil’in önerisiyle, zaman zaman da görev vermesiyle denemeler de yazdım. Zaten deneme türü, düzyazı çalışmaları çoğu yazarın aynı zamanda yaptığı bir iş. Ancak bir yazın türü, bir sanat dalı olarak deneme yazarlığı ciddi bir iştir.”

“Her insanın içinde bir kaçış duygusu vardır. Özellikle şiirde kullanılan güçlü bir imgedir. Bilirsiniz Tolstoy ileri yaşında hep hayal ettiği o duyguyu gerçeğe dönüştürüp evden kaçar. Kentlerden köye kaçmak isteriz. Bu durum içinde bulunduğun atmosferin dışına çıkma, kendimi başka bir motivasyonda farklılaştırma belki dinginleşme, yenileme ve tefekkür etme ihtiyacıdır. Benim için dağ, hayatımda hep var olan önemli bir mekândır. Salt somut bir mekân olarak bile çok önemlidir. Çünkü dağcılığı bir spor olarak da yapıyorum.”

“Aslında bir yazarın motivasyon kaynağı yayınlanan kitaplarıdır. Hiçbir zaman çok okunan bir yazar olmadım. Belki de hiç olmayacağım, bunu hiçbir zaman da önemsemedim. Hamaset gibi olmasın ama insan gerçekten önce kendisi için yazıyor. Ama yayıncılık dünyamız da zayıf bizim. Elimde yayına hazır olabilecek çalışmalarım var.”

Ethem Erdoğan – “Başkaldırının Boyutları” Üzerine

“Ali Göçer’in 1997’de çantasını alıp dağcılık faaliyetlerine girişmesini de kitabın başlığındaki anlama uygun olması bakımından bir çeşit sivil itaatsizlik ve başkaldırı olarak okumak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü hayatın akışı, akışta ortaya çıkan sorunlu davranışlar hassas ruhları yormaktadır. Hele 1997 gibi netameli bir dönem söz konusu ise yazarın dağlara çıkışını bu hassasiyete ve dönemin sosyal şartlarına bağlamak geçerli bir düşünce gibi geliyor.”

“Aynı zamanda bu kitap baştan sona bir tarih ve kültür bilinci oluşturmaya yönelik cümlelerden oluşuyor. Bu anlamda yazarın dili bir mızrak gibi kullandığı ve hedefleri on ikiden vurduğu, onun dil hassasiyeti ve kelime seçiminden bağımsız olarak söylenebilir. Yazarın bütün bu anlatımları, denemenin serbest salınımını temel alıyor ve yazarın kendi kendine konuşuyor gibi yazmasıyla, yazara mahsus olan bakış açısının da okura samimiyet olarak aktarımını sağlıyor.”

Yaşar Alparslan Hoca’nın Ardından

Depremler her şeyi yıkıp geçiyor. Sadece binalar değil, dağ gibi ömür sürmüş insanlar da enkaz altında kalıyor. Maraş depreminde de binlerce insanımızı yitirdik. Her insan bir değerdir. Anlamak, tanımak, tanıtmak gerek. Öldükten sonra tanımak insanı üzse de aynı çağda yaşadığımız değerli insanlarımız olduğunu geç de olsa öğreniyoruz. Keşke demek ne kadar acı olsa da yine de diyeceğim; keşke insanlarımıza yaşarken de aynı değeri versek ve onları daha geniş kitlelere tanıtmak için çaba sarf etsek.

Maraş depreminde yitirdiğimiz kıymetli bir ismi tanıtıyor Mehmet Işık. Manevi dinamik diyeceğimiz bir isim Yaşar Alpaslan. Işık’ın anlatımıyla tanıyoruz Hoca’yı.

“6 Şubat’ta Kahramanmaraş’ta meydana gelen ve asrın felaketi olarak nitelendirilen depremde yukarıda portesini çizmeye çalıştığımız nadir insanlarımızdan birini kaybettik. Yaşar Alparslan Hoca… Yaşar Alparslan Hoca, doğup büyüdüğü ve ömrünün sonuna kadar hizmet ettiği Maraş’ın çok büyük bir değeri, Türkiye sathında ilim camiasının çok yakından tanıdığı büyük bir ilim ve kültür adamıydı.”

“İtiraf etmeliyim ki bu devirde Yaşar Alparslan Hoca gibi son devrin en önemli allamelerinden birinin dizinin dibinde bulunmak, medrese kıvamında dersler dinlemek, bir ilim şeyhinin talebesi olmak Allah’ın bize bir lütfuydu.”

“Okuyan, ilimle meşgul olduğuna inandığı misafirlerini kütüphanesine götürür, bazıları dünyada tek nüsha olan el yazması eserler başta olmak üzere sayıları on binleri aşan kitapların arasında misafirlerini gezdirmekten büyük bir mutluluk duyardı. Kitap hediyesine sevinir, kendisi de kitap alır, dostlarına hediye ederdi.”

Gönlünden Şiir Çağlayan Şair: Erdem Bayazıt

Şiirlerini büyük bir keyifle okuduğum, hakkında büyük bir mutlulukla yazdığım isimlerdendir Erdem Bayazıt. Erol Çetin, şair yönünü anlatıyor Bayazıt’ın. Sanatı, kişiliği, imgesi ve duruşuyla ele alınmış şair.

“O yürekli bir adamdır. Tevazu abidesidir. Bir direnişçidir, diriliş eridir. Dert sahibidir; İslam coğrafyası ve tüm insanlık onun vicdanını sızlatır. Sadece dertlenmekle de kalmayıp; İran ve Pakistan’daki Afgan muhacir ve mücahitlerine ulaşarak onların sesini dünya kamuoyuna ulaştırma, İran’ı bütün gerçeği ile tanıma ve İstanbul’dan Yeni Delhi’ye kadar kadim İpekyolu’nun tarihi eserlerini ve turistik mevkilerini insanlara tanıtma gayesiyle İpekyolu’ndan Afganistan’a uzanan bir seyahat gerçekleştirir.”

“Erdem Bayazıt, şiiri kalbinden yakalar. Hep kalbinin, idealinin, ruhunun şiirini yazar. O, şiiri uzun süre yaşar. Şiir onun gecelerini ve gündüzlerini doldurur. Uygun bir ortam bulduğunda da şiiri bir anda kâğıda döker. Şiirinin olmazsa olmazıdır ilham. Duygu ve düşünceler şairin içinde birikir. Daha sonra bir kelime, bir olay ya da bir durum biriken duygu ve düşüncelerin patlamasına sebep olur. Neredeyse bütün şiirlerini bir çırpıda yazar.”

Yitiksöz’den Öyküler

Gülçin Yağmur Akbulut-Tahta Şifonyer

“Bütün hazırlıklar tamam. Buzdolabı, fırın, televizyon. Karton kutulara istiflenmiş üç beş mutfak eşyası. Hepsi bir yana da… Dikkat etmelerini söylemeli baba yadigârı konsoluma. Şu yalan dünyada sahip olduğum tek servet ceviz kaplamalı iki ahşap çekmece.”

“Annemin şefkatli dokunuşlarını doldurdum o çekmecelere. Babamın hayatla ailesi arasına ördüğü kale duvar bariyerini istifledim. Elif ’in ele avuca sığmaz afacanlıklarını stokladım. Emre’nin bütün ömrünü sığdırdım iki gözlü kereste kutuya.”

“Hasretime yetişen vuslat bir şifonyer iki ahşap çekmece. İçimdeki sahraya, vaha. Zehir zıkkım yalnızlığıma, antidot. Bileklerimdeki kelepçeye özgürlük. Anılara parmak banan bir kavanoz bal. Gözüme nur, hücrelerime abı hayat suyu.”

İlknur Eskioğlu -Kendine İyi Bak

“Sağıma soluma bakınarak çıktım, bahçe kapısından dışarıya. Görünmüyordu, çiğ düşmüş yollarda. “Benimki yok bugün, buralarda!” diye mırıldanarak yola koyuldum. Tıpkı onun gibi… O da, kendi kendine mırıldanır çoğu zaman. Ne dediği de, kimse tarafından anlaşılmaz. Bazen sağındakine, bazen de solundakine söylenip durur. Bizim görmediğimiz, yalnızca onun gördüğü birilerine… Alışılagelen bir serüven bizimkisi, mahallenin inişli çıkışlı yollarında. O, yokuş yukarı çıkarken, benim, yokuş aşağı indiğim de olur; ben, yokuş yukarı çıkarken onun, yokuş aşağı indiği de…”

“Yol kenarındaki çimenleri, yeni biçmişlerdi. Toprak kokusuna karışan çimen kokusunun, sinelere bıraktığı o deruni mana… Gönle ferahlık veren en müstesna terapistler bir aradaydı. Şakaklarına konan çiğ taneleriyle, ne kadar da nezih görünüyorlardı. Kibirden, hasetten ırak, insan gibi…”

“Oldu, sonunda oldu… Başardım… İç âlemimden yüzümü çevirip, dış âleme döndüm. Şöyle bir etrafıma bakındığımda, sokaktaki insanların bana baktığını fark ettim. Baksınlardı, ben kendime iyi bakmakla meşguldüm.”

İsmail Kılınç – Sorman Dağı

Rüzgârın ıslıklar çaldığı mahzun bir kış gecesiydi. Çocuk, tahta pencerenin camına sıcak nefesiyle bir “hoh” yaptı. Oluşan buğuya parmağıyla bir araba çizdi. İki boyutlu, sırf arabaya benzesin diye yapılmış bir şekildi bu. Annesi girdi odaya. “Uyuyalım artık oğlum!” dedi. Salondaki yüklükten getirdiği döşeği sertçe attı yere. Sobasız salonun ayaz yemiş yatakları odaya bir serinlik getirmişti. Titrer gibi oldu çocuk. Annesine bakıp “Anne, Sorman Dağı…” dedi.

“O görkem, hemen her çocuğun dilindeydi. Köyden Sorman’a çıkan büyüklerle ilgili bolca efsane anlatılırdı. Özellikle bahar aylarında, dağ rüzgârlarıyla şifa bulduğunu söyleyen Mithat Amcalarının anlattıkları, hepsinin diline pelesenk olmuştu. Onun gördüğünü söylediği bin bir çeşit çiçek, gözleri sürmeli alageyikler, şahinler, tavşanlar, kurt sürüleri, akrepler ve yılanlar; çocukların macera isteklerini perçinleyen efsanevi varlıklara dönüşüyordu.”

Üç gün, beş gün, yedi gün… Çocuğun annesi, Sare’yi her gördüğünde Mithat Amca’yı sordu. Sare, elinde belikli bebeğiyle “Babam dönmez. Babam dönmez. Babam dönmez.” dedi. Her sorana bu cümleyi tekrarlıyor, herkesi kuşkulandırıyordu.

Yitiksöz’den Şiirler

Yetinmeyi öğrenelim:
Azla yetinelim, eskilerle yetinelim,
Eskilerden damıtıp çıkaralım yeniyi,
Eski hayatlardan okuyalım önce
Tanrı’nın ve insanın işlerini;

Ama devşirme ezgilerle değil,
Kendi sesimizle çağıralım sevgiliyi,
İyi ruhları, dostları, melekleri düşlerimize
Ve onları içimize taşıyan rüzgârları
Takalım peşine şeytanların…

Cahit Koytak

Yıkılmış köprüleri yeniden inşa eden gece
Yıpranmış vakitleri, leviathanları
Parmak uçlarında yaşadığımız bu hayatı
Yarım kalmış kitapları, yıkılmış balkonları
Vergi borçlarımızı, kronik ağrılarımızı
Düşmanlarımızı da miras bırakır mıyız
Çocuklarımıza…

İbrahim Gökburun

Bu üşüyüp ürpermeler nereden geldi Hâce, hangi düşman ilenciyle kıvranıp
duruyoruz burada?
Elimize bâde ve dilimizde yakıcı sözcükler, tutuşsun kalbimiz harlı ateşlerde bir güzel.

Bu dünya elbisesiyle böyle nereye kadar dostum, içimizde çünkü sürekli bir donma hâli
Kabuğumuzdan sıyrılıp aşka duralım hemen, gönlümüzün karanlığında, ol muhabbet
mumuyla.

Adem Turan

nehirlerin de söylenir büyüdüğü
kendi gözyaşlarıyla
keder içinde olmadıkları bilinir
büyüyüp yükseldiği
üzerlerine geçirdikleri libaslarında

Ali Sali

İlk kovulan önce suçlu cennetten
coğrafyalarda gölgeleri dev bir cinayetin
vuruldu dolaşıyor, geziniyor gözleri
güneş kederli samanyolunda değil

kanatları titriyor sesleri düşün
tenhalarda bir yabanıl gülün

Cahit Küçük

rüzgar, rot balans, vıcık cıcık postmodernizm
gün geldi durulduk hep birlik
‘bir çift turna gördüm’
saçlarım taralı, dingin ağrılarım
damarlar sertleşiyor belendikçe hayata
mestan yedi doğurdu
yer sahibi, yumuşaklığında bazılarımız
yaltak uykularda Marmeladov

Hüseyin Ümit Yavuz

Ansızın çık gel, kapım açık
Bu yıldızlı gökyüzü
Yoksulun umuda yansıyan yüzü
Uyuyan çocuktaki gülüş
Bu dağlar
Bu aldığım nefes
Yaşama dair ne varsa elimde
Senindir, kapım açık

Ali Göçer

Birnokta, Sayı:259

259. sayısının kapılarını Nurettin Durman’ın Beylerbeyi Günlükleri ile açıyor Birnokta dergisi. Bu günlükler o kadar kıymetli ki. Hem anlatılanlar noktasında hem de Durman’ın gönül zenginliğini bizlerle buluşturma noktasında her cümlesi çok değerli. Bazları yazdıkları metinlerde isim anmaktan kıyı bucak kaçınırken, Durman: rastladığı, selamlaştığı, hasbıhal ettiği isimleri bile konu ediyor yazılarında. Gönül zenginliği, alçak gönüllük gibi payeleri kazanmak kolay olmuyor. Ömrüne bereket Nurettin ağabeyin.

18 Ağustos 2015, Salı,23.36… Adem Turan gelmiş. Biga’daydı. Akşam ezanı okunmak üzere, Abdullah Ağa Camiine gittik namaz için. Caminin imamı Eyüp Hoca, epeydir hasta olan Osman Acuner Hocamızın vefat ettiğini söyledi. Akşama yakın vefat etmiş hocamız. Allah rahmet etsin. Yarın öğle namazında uzun yıllar görev yaptığı Beylerbeyi Hamid-i Evvel Camiinden kaldırılacakmış cenazesi. Ey dünya böyle işte, biz canlı bedenler senin havalı mekânında bir var bir yok oluyoruz…

22 Ağustos 2015, Cumartesi,23: 27… Gece yağmur yağdı. İyi oldu. Gündüz sıcaktı gene. Sıcak ve soğuk ikiz kardeşler. Huyları stilleri ayrı oluyor. Hangisi ölçüyü kaçırırsa iyi karşılanmıyor. Of aman şikâyete başlıyor insan.

25 Ağustos 2015, Salı,23.49… Bu okuma tempomu devam ettirebilirsem epey kitap okuyabilir zihnime fikir depolayabilir, yenileyebilirim düşüncelerimi. Muhammed Hamidullah Hocanın Beyan Yayınlarınca yayınlanmış olan Kur’an Mealine yeniden başladım bugün. İki cüz okudum.

29 Ağustos 2015, Cumartesi… Çarşıdaki işlerimi bitirdim ve Üsküdar’a yollandım. Nabi Çömez ile buluşacağız Abbara kahvede. Vardığımda sol taraftaki maslardan birine kurulmuş üstelik benim sevdiğim gevrek simitlerden almış. Masamızı değiştirdik. Masanın birini karıncalar istila etmişti onların işgalini bozmayalım diye daha sağ taraftaki bir masaya geçtik. Nabi iş bulmuş, pazartesi başlayacakmış. Bu da iyi oldu tabii. İki kitabı tanıtıcı bir yazı yazış, onun üzerinde durduk, düzeltmeler yaptık. Şair Ali Ayçil geldi bizden ilerdeki masaya geçti. Bilahare Nabi beraber resim çekinelim önerisine bulundu. Üçümüzün resmini Mustafa Yıldırım çekti.

Ercan Ata’nın Konuğu Kadir Ünal

Ercan Ata, Birnokta’da bu sayı Kadir Ünal’ı ağırlıyor. Söyleşi ve kitabı üzerine bir yazı ile Ünal’ın şiir dünyasına yakından bakıyoruz.

Söyleşiden

“Şiirle yolum ortaokulu okumak için İstanbul’a geldiğimde gurbet türküleri sayesinde kesişti. O türkülerin hissettirdikleriyle çocukça karalamalar yaptım. Lise yıllarında hikâye de yazdım. Ama yazdıklarımın benzerleri başıma geldi. Hoş şeylerdi değildi tabi. Hikâyeden vazgeçtim. Şiire daha çok zaman ayırmam yazdıklarımın başıma gelmemesi içindi.”

“Şiir aslında sürekliliği olan bir arayıştır. Neyin nasıl ifade edilebileceğinin öğrenildiği bir süreçtir. Bazen keşke şurayı şöyle söyleseydim dediğim az da olsa olmuştur. Ama bununla ilgili yorumu okura bırakmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Pişmanlık duyacağım bir söz söylemedim. Öyle olsaydı kitaba almazdım.”

“Aşkın yaş ile ilgisi yoktur. İstesen de istemesen de yanmaktır aşk. Platonik aşktan bahsetmiyorum. Aşk fedakârlıktır. Evet, aşkın bir adı da karşılık beklememektir. Aşk; çalışmak, ter dökmek, razı olunan bir kul olma cehdidir.”

Kadir Ünal’ın Tecrit Notları Kitabına Dair

“Kadir Ünal, şiirin altın tozunu yutmuş bir şair. Şair, her yeni kitabında, sanatının üzerine koyarak ilerliyor. Dördüncü kitabında artık acemilik maskesini yüzünden tamamen çıkarmış, ustalık gömleğini kuşanmış.”

“Kadir Ünal, Tecrit Notlarında kendi iç dünyasını okurlarıyla paylaşıyor. Şair, kendi ruhunu didik didik ediyor. Onun şiirlerinin çıkış noktası yine kendi hayatı. Şiirinin denklemini yaşadıklarından, karşılaşmalarından, gözlemlerinden hareketle kuruyor. Masa başında oluşturulan, yapay ve artistik bir şiir değil onunki. Safiyet ve samimiyet dolu bu şiirler; yoğun yaşanmış, bedeli bizzat ödenmiş bir hayatın mahsulü.”

“Onun şiirlerinde ironi, yergi ve hiciv de mevcut. Yer yer toplumsal eleştirinin güzel örneklerini veriyor. O, saçları acılarla tarazlanmış bir şair olarak her ne kadar sıkıntılar çekmiş olsa da kendi yolundan gitmeyi tercih ediyor. Kimseden bir ihsan beklemiyor. Kendi yaralarını kendisinin saracağının farkında. Hatta sevgilisi kendisine aşk merheminden lütfederse yeni ve daha büyük yaralara da talip.”

Her Yazı Bir Ağıt

Acıların da beslediği gönüller vardır. Acı gelir, gider ama geriye buğusu kalır. Yazar, geriye kalanın ardına düşer. Hasanali Yıldırım; ağıtlarla, acı ve gözyaşıyla ağıta dönüşen hüzün evreninin yazıyla buluşma serüvenini yazmış.

“Acı, ağrı, sızı, sancı, dert, koyuntu, üzüntü, sıkıntı, elem, gam, kasavet, tasa, kahır, melâl, hüzün, azap, gaile ve ıstırap… Yaralanan ruhun farklı şekillerdeki tezahürleri… Bir kısmı maddi, bir kısmı manevi. Ve bir kısmı ise hem maddi, hem manevi. Sonuncusu hiç geçmeyen cinsinden. Devasız dert dedikleri.”

“Acı da, kahır da, elem de cins cins. Kimi üçkâğıdı açığa çıktığı için elemlenir, kimi memleketi battığı, kimi ekini zayi olduğu, kimi kendi zayi olduğu, kimi evlâdının başına bir hâl geldiği ve kimi sevdiğinin başına bir hâl geleceği için kederlenir. Ekserisi gelip geçen ve sümüklüböcek kadar iz bırakmayan telâşeler.”

“Ancak acı yazılır. Ve acıyla! Yazmak işte bu neviden bir teşriki mesai teşebbüsü… “Şükür ki ben bir ıstırapla lütuflandırıldım ve sabrımın karşılığında da bana şu manevi makam verildi. Bak, buradan dünya, âlem, eşya ve insan böyle görünüyor. Biraz da siz bakıp görmek ister misiniz? Akabinde de nasibimizce yarenlik ederiz. Ne dersiniz?” alicenaplığı…”

Roman Üzerine Düşünceler

Mehmet Kurtoğlu, romanımızın serencamını yazmış. Eleştirel yaklaştığı konularda oldukça haklı yönlere temas ediyor. Romanımız, romansızlığımız, eksik yanların törpülenmeyen şifasız dertleri gibi birçok konu roman bağlamında ele alınmış.

“Bugün romancılığımız iki önemli sorunla karşı karşıyadır. Birincisi gerçek anlamda roman olmayan metinlerin roman diye yayınlanması, ikincisi romancılığımızın geldiği noktada yaşadığı sorunlar. Birinci sorunumuz aşırı derece roman yayınlanması ve bunun doğurduğu sıkıntılar. Bir şeyin çok olması onun piyasa değerini düşürür. Edebiyat eseri de aynen bunun gibidir. Kıymeti çokluğunda değil niteliği ve niceliğindedir. Bilindiği üzere günümüzde en kolay şey yazmak ve yayınlamak! Öylesine çok roman ve hikâye yayınlanıyor ki, artık edebiyatçılar dahi takip etmekte zorlanıyor.”

“Bu ülkede gönül rahatlığıyla biyografi yazılmıyor nasıl roman yazılsın ki? Zira topluma mal olmuş insanlar hakkında dahi rencide etmeden eleştiri yapamıyorsunuz. Kutsallardan geçilmeyen ve herkesin ilah kesildiği bir toplumda gerçek anlamda ne biyografi yazılır ne roman. Batı, sorunlu ve sancılı dünyasında “psikoart” anlayışıyla romanda yeni arayışlara girerken, biz halen modern ilk romancı Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile Orhan Pamuk’un post-modern romanları arasında sıkışıp kalmışız.”

“Solun anladığı ve anlattığı gibi ağa-maraba ayrımıyla sınıf farkı anlatılamaz. Zira Boğazdaki Aşiret doğudaki aşiretten daha güçlü, daha sınıfsal! Doğu’da ağa ve marabasıyla aynı sofraya oturur, aynı hayatı yaşar. Yalnızca büyük toprak sahibidir o kadar… yaşam farkı pek yoktur! Türkiye’de parti iktidara gelince partizanlarını devletten nemalandırarak zenginleştirir. Tek amaç vardır yeni bir zengin sınıf ve burjuva oluşturmak! Cumhuriyetin ilk oligarşik yapısının oluşturduğu burjuva haricinde hiçbiri başarılı olamamıştır.”

Helal ve Tatlı

Tahsin Hamdi Yılmaz, gençlere öğüt niteliğinde kaleme aldığı bir yazısı ile Birnokta’da. Gençlerin öğütle arasının çok da iyi olmadığı gerçeği ortada dursa da söz sahipleri her fırsatta hakkı ve doğruyu söylemek zorunda. Ola ki bir gönle tesir eden söz gider muhatabını bulur.

“Ey oğulcuğum, sizi garezkâr görmüyorum ve de aranızdan bir garezkâr çıkmadı henüz maaşallah… ki lafın fazlasını söylemek dürtüsü tulu etmiyor nefsimde. Çoğunuzun ebeveynleri ve onların ebeveynlerinin birazı garezkâr maa’l-esef. Mezkur cendere nereden peydahlandı zahir, onlardan elbet. Duymazdan gelin onları. Kalplerini kırmayaraktan onları sehl ve sürur üzre yola getirin…”

“Zinadan korunaksız… dahası zinaya batmış ve aynı sıra kursağı tatsız gençlerini umursamayan, gençleri işbu batakta ve işgöremezlikte debelendiren bi’de şecaat mi arzediyor! Ey oğulcuğum, siz mukaddessiniz. Şebekelerden, sistemlerden, mekanizmalardan, düzmecelerden medet ummayın, imdat olun. Muhtaç olduğunuz imkan fıtratınızdan mümkün. Rızkınızı zehir ve nefsinizi-neslinizi murdar etmekten sakının, bu sakınmanızı salaha-kıvanca güya vasıl edesi düzmecelere yani fesada itekleyeni tefrikten geri kalmayın.”

Bir Nokta’dan Öyküler

Ali Barskanmay – Orhan Abdest Suyunda Boğuldu

“Okulumuz büyük derenin yukarısındaydı. Derste derenin çoşkun hali bazen öğretmenin sesini bastırıyor. Öğretmen yaklaşık elli metrekarelik sınıfta sesini yükseltmek zorunda kalırdı. Sınıfta ilkokul birden beşe kadar kırk yedi öğrenciydik. Hepimiz aynı anda bir öğretmenden ders görürdük. Kara tahtanın üstüne asılı fotoğrafın kendini gözetlediğini düşünen öğretmenimiz müfredatı harfi harfine uygulamada kusur bırakmazdı.”

“Orhan on sekizinden gün almıştı. Namazında niyazında işinde gücünde bir delikanlıydı. Köy meydanına pek inmez, insan içine pek karışmazdı. Akranlarıyla içli dışlı da değildi. Kah dağda bayırda koyun kuzu peşinde kah arpa buğday mısır tarlasında. İşine gücüne beş vakit namaz kadar bağlıydı.”

“Orhan, o gün öğlen namazı için kollarını sıvamış. Abdest için bir çeşmelik suyun aktığı arka çömelmiş. O esnada epilepsi nöbetine tutulmuş. Uzvunun her zerresinde zangır zangır başlayan epilepsi depremi, bedenini yere yığmış. Orhan’ı yüz üstü abdest alacağı suya düşürmüş. Orhan suda çırpınmış, çırpınma haline şaşıran koyunlar başına toplanmış.”

Ezgi Fatma Açıkgöz- Çöpçü

“O sıralar bıyıkları yeni terlemeye başlayan, hayatı toz pembe gören, çevresinde neşeli ve şakacı biri olarak tanınan ortaokul öğrencilerinden biriydim. Adımın ne olduğu mühim mi? Ahmet, Mehmet, Hüseyin.. olmuş ne fark eder? Gözlerinizin önüne, üzerinde okul üniforması, sırtında çantası, ayağında kaba görünümlü spor ayakkabılarıyla dikkati çeken, farklı boy ve kilolardaki çok sayıda çocuğu getirin.”

“Onu ilk kez gördüğümde evimizin bulunduğu sokağı süpürüyordu. Orta boylu, geniş omuzlu, esmer tenli bir adamdı. Başındaki turuncu kasketi ve parlak kıyafetiyle farklı görünen bu adamın, süpürgeyi sıkıca kavrayan iri elleri hızla çalışıyordu. Yaptığı işe öylesine odaklanıyordu ki, onu gören dünyanın en önemli işini yapan biri olduğunu düşünebilirdi.”“Annemle evdeki konuşmalarımız genelde, yan apartmandaki komşu çocuklarının sınav notları, ileride gidecekleri okullar, babalarının meslekleri, annelerinin yeni satın aldıkları giyim kuşam ve ev eşyaları üzerineydi. Bir anne, ortaokul çağındaki oğluna neden bunlardan bahseder mi diyorsunuz? Tek başına kaldığından, evde bu konulardan bahsedeceği, içini dökeceği başka biri olmadığından tabii.”

Birnokta’dan Şiirler

Kıvrıla kıvrıla akan ırmak
Gönlünün kıyısında
Yunus’un sesini duyar da
En son sana vurur kendini

Göz kırpar bir söğüt dalı
Sırılsıklam sesiyle
İlahiler okur
Eğilir sulara doğru

Mustafa Özçelik

Buldun buluşturdun, yerli yerindeydi her şey
Bir kez bakmasan dağılıp gidecekti sanki
Büyük vehimlerle, büyük pay biçerdin kendine
Rüzgâr eser, kar düşer, kuşlar uykuya göçer.

Süleyman Çelik

kafamın içinde bir sancı
bazen kesik kesik bazen dalga dalga
beton çivisi şeklinde bazen
bir şakağımdan girip yahut ensemden
hepsi kafamın içinde
hepsi hiç mi hiç görmediğim

Suavi Kemal Yazgıç

Beşinci Mevsim, 23. Sayı

Beşinci Mevsim’in 23. sayısı ile buluştuk. Genç isimleri yüreklendiren, yürüyüşünü bozmayan Beşinci Mevsim, heyecanını diri tutmayı sürdürüyor. Derginin kapağında Mevlana İdris var. Geçen yıl aramızdan ayrılan Mevlana ağabeyimizi unutturmamak gerek. Onun yazdıkları, mücadelesi, özgün duruşu ve edebiyatımıza kattıkları çok değerliydi. Dergide Mevlana İdris’i anlatan bir yazı olsaydı kapak kompozisyonu da tamamlamış olurdu.

Dergiden yapacağım ilk paylaşım Nefise Yücer’den olacak. Sevginin, mutluluğun, anlayışın karşılıklı atılacak adımlarla mümkün olacağını söylüyor Yücer. Oldukça da haklı. Özellikle günümüzde kendini geri çekme ve kendini ulaşılmaz bir yere koyma gibi bir hastalık var. Hem de bulaşıcı türünden. Tüm okların kendini göstermesini isteyenlerle ne yazık ki yol yürümek de mümkün olmuyor.

“Unutulmamalı ki kişi kendinden kime karşı olursa olsun taviz verdiğinde, tavizin tavizi doğuracağını bilmelidir. Böyle olunca da sürekli verici olma hali insanı yorar ve ne yazık ki tükenme durumuna kadar onu sürükleyebilir. Yapılması gereken adımlarımıza adımlarıyla yaklaşanlarla hayatımızı idame ettirmemiz. Aksi halde atılmayan adımlara koşmak onları değil sizi yorar.”

Şiirin Babası: Metin Eloğlu

Ali Özçelik, Metin Eloğlu üzerine kaleme aldığı yazısı ile Beşinci Mevsim’de.

“Türkçeyi ustaca kullanışı, kıvrak cümleler ve alışılmışın dışındaki o tatlı sözcükleri; bugün bizlere Eloğlu’nu Türk şiiri dediğimiz o mabedin en önemli kolonlarından biri olduğu gerçeğine iman etmeye zorlamaktadır. Öyle ki bugün Eloğlu’na bu hakkı verişimizde çığır açan en önemli gelişme, birçoklarımızın şiirimizin son yüzyıldaki en büyük şairi olarak zikrettiğimiz şair İsmet Özel’in, Metin Eloğlu modern Türk şiirinin zirvesidir, şeklindeki değerlendirmesi de etkili olmuştur.”

“Salah Birsel, Eloğlu şiirinin yeterince anlaşılamama nedenini onun dili ve üslubunda değil dinleyen kulakların alışkanlıklarında aramaktadır. Alışık olduğumuz sözcükler, söz sanatları, dizeler… Ve karşısında kelime oyunu, mizah ve argonun benzersiz ahenginden doğan Eloğlu şiiri… Fakat bu benzersizlik durumu Eloğlu şiiriyle bağ kurduktan sonra bir tanışıklığa evrilmeye pek müsaittir. Çünkü onu bir kez okuyunca şiirindeki o eşsiz sözcüklerin ve öykü okur gibi okuduğumuz o heyecanlı öykümsü şiirlerinin tadı damağımızda yer ediyor.”

Beşinci Mevsim’den Öyküler

Volkan Kahyalar – Kırılmış Parkeler

“Rutubetten yamulmuş, şişmiş ahşap yer kaplamaları, yer yer yosunlaşmış ve kırılmıştı. İlk yapıldığında krem renginde olan dört duvar, solgun rengini kış ayından yorgun çıkan dökülmüş sıva ve çatlaklarla beraber taşıyordu. Burjuva bir ailenin tablo ve mobilyalarla dolu duvarlarının aksine, sadece bir birinden farklı renk ve boydaki beş çerçeve içindeki soluk fotoğrafları da evdeki yoksullukla beraber sırtlanmıştı. Güneş görmeyen odanın her bir noktası küf kokuyordu. Bu, tek odadan ibaret evde burnu tıkalı bir insanı bile rahatsız edecek düzeydeydi. İki kişiden oluşan ev halkı bundan şikayetçi değildi. Değildi çünkü, tahmin edilebileceği gibi başka çareleri yoktu.

“Nihayet ayağa kalktı. Sevgilisine sarıldı. Bu kez belki de ölmemiştir diye içinden geçirdi. Hem o beni bırakmaz. Ne zaman bıraktı ki? Erken yatar o. Şimdi kalkar. Salak, salak, salak… Neyin erkeni? Neyin geçi? Kabul et artık! Cenazeyi ne yapacaksın? Onu gömecek bile paran yok! Ben mi gömsem? Saçmalama! Neden? Neden? Neden? Ned… Hani iyileşecektin? Sevgilim… Seni çok seviyorum… Beni bırakmadın değil mi?…”

Fatoş Bat – Devler Ülkesinde Cüceler

“Yine bir çıkış saati yaklaştığında saatime baktım, tam beş dakika vardı zilin çalmasına pencereden dışarı baktığımda beni süzen yaşlı cüceyi görmedim ve öğretmenimden izin isteyip çıktım. Koridorlardan hızlıca iniyordum. Okul bahçesine geldiğimde ağaçların arkasına saklanıp onu beklemeye başladım. Henüz gelmemişti. Hafif bir rüzgâr esiyor ve ağaçlar huşu içinde terennüm ediyordu. Bu sırada yokuşa baktığımda yaşlı cüce, kısa bacakları ve telaşlı yürüyüşüyle iniyordu. Ağaçların dalları ve rüzgârda titreşen yaprakların arasından, taze bahar kokusunu içime çekerek onu izliyordum.”

“Etrafımı dikkatle inceledim, duvarların kül rengine boyanmış olması ruhumu daha da karartıyordu bir an burayı terk etme duygusuna kapılsam da kapısı sonuna kadar açık olan odaya doğru ilerledim. Müzik daha da yankılanıyor, duvarlardaki tablolar ve birkaç cüceye ait olan fotoğraflar gözüme çarpıyordu.”

“Siyah perdeler uçuşuyor, yağmur içeriye yağıyor, müzik yeniden çalmaya başlıyor, kapalı kapılar sonuna kadar açılıp içeriden yüzlerini fotoğraflardan tanıdığım cüceler geliyordu…”

Beşinci Mevsim’den Şiirler

Kabarık bir coğrafyada uzak değiliz ölümlerden
Buralarda çocuk pek büyüktür kuş uçumluğu dünyada
Bizim adımlarımız kederlidir
Sartre’den bir bunaltı içimizde
Huzur kalbimizde burkulan gurbet.

Yunus Emre Öksüz

yenildim,
bir kış vakti okşandı gururum
daha bitmedi henüz derken kavgam
iliklenmiş bir ceket giydirildim.
bir veba gibi yayıldım sonra
kentlilerin huzuruna
dedim,
bütün hatalar affedilme inancıyla başlar
inandım.
sana koşarken Rab
yoluma çıkan çakıllardan
hesap sormadım.

Burhan Temel

Bunlar senin dağların, bunlar senin ovaların
Burada çimen kokusu ol
Burada güneşi karşıla.
Az önce döndüğün sapağın adı
Hiç bu kadar soğuk olmamıştı.
Bunlar benim evlerim gibi uzun ve ırak
Baktığın taşın aşınmış yüzü.

Yakup Diker

acımasızca vuruyor cesetler kıyılara
şimdi denize tükürsem
kim siler yüzünü
kim ısınır yanağımızdaki yangından
gözyaşlarımızda büyüyen o incir ağacı
kanatıyor kuşları
hadi tut şu ellerimizden
tutuşturalım eskimiş takvim yapraklarıyla
enkaza dönüşen şehrimizi

M. Ali Özdoğan

Sığdıramadım
Okyanusları gözlerine
Ve kalbine kendimi
Bağrında bir şiir büyüttüm bu şehrin
Ne girift fırtınalar boğdum tenhalarımda
Yedi iklime şerh düştüm kursağımdaki hevesleri
Yetmiş iki milletin dilinde sustum
Duyan olmadı

Cihat Barış

Ezanların böldüğü çok duraklı uykumun
Biteviye kararan ufkumun antik çağısın artık.
Persapolis’in kanı, Ninova’nın ateşi değil
Nal sesiyle çiğnenmiş ve çocukça gönenmiş
Buğday benizli boşluklar kaldı senden geriye.
Sonra sürreal bir talan…Öteye beriye…

Abdulkadir Laloğlu

Yahut deniz aşırı bir sevda buluruz kendimize,
Yaşlı ağaçların kovuklarına saklanmış bir düş…
Sen yine gitmeler bırakırsın bana,
Ben kiraz dallarına asarım hasretini,
Son vapurun hisli dumanında belirir gözlerin,
Tutar gözlerini gözlerime işlerim,
Görmezsin…
Bilmezsin ki ben;
Kendimi kendimden dahi gizlerim.

Büşra Akyüz

Tek kollu bir heykel
sarsınca bedenimi
döküldü dişlerim takvim yaprakları gibi
duvardaki tablolardan bana bakan ölüler
kahkahalarla güldüler halime
ben de gülünce sustular
ve dönüştüler yine donmuş endişeye

Muzaffer Mustafa

Hangi dağın yığını bu haykırış
Ebabilini çağırıyor semadan
Örtülüyor havsalam

Kim?, Kimin nesi?
Harabe gönüllerde koşuşan
Yalın ayaklı hanzala!

Nurdan Cırık

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir