Muhit, Sayı 45
45. sayısıyla eylülü selamladı Muhit dergisi. Sarı yapraklar, insanın içine dokunan güz sesleri, uzakları yakın eden şiirler, yazılar… Hepsi ve daha fazlası Muhit okurlarını bekliyor.
Hüsrev Hatemi, gidenlerin ardından bir mersiye içtenliğiyle kaleme aldığı yazısı ile Muhit’te. Özkan Uğur, Erkin Koray, Suna Kan ve tüm yitirdiklerimiz… Hayat bitiyor, acılar eksilmiyor hayatımızdan. Belki de eksile eksile tüketiyoruz zamanı.
“Her yıl olduğu gibi bu yıl da kültür hayatımıza önemli etkileri ve hizmetleri olan nice sanatçıyı ebedi âleme uğurladık. Gidenlerden biri Özkan Uğur idi. Muhit dergisinin Ağustos sayısında İbrahim Tenekeci Bey’in Özkan Uğur’un yakın dostu Mazhar Alanson ile yaptığı röportajı ilgiyle okudum. Muhit dergisinin diğer sayfalarında da Uğur’u anan güzel yazılar vardı. MazharFuat-Özkan üçlüsü, öteden beri siyasi veya kültürel diyeceğimiz şemacılığın dışında kalmıştır. Bunda onların kendilerinden doğan sebepler vardır.”
“Erkin Koray benden üç yıl sonra doğan, yani sekseni aşmış bir müzisyendi. O da Türkiye kültürüne tepeden bakmamış ve küçümsememiş, “Laylamlom takımı beni dinci zanneder” korkusuna kapılmadan rahatça “Fesuphanallah” demiştir. Ona da rahmet dilerim.”
“Bazı kişiler biraz abartmalı, bazı kişiler biraz ilgisizce uğurlanır. Ama söylediğimiz gibi, ilgisiz uğurlanma gidene bir zarar vermez. Mevlânâ “Vefatımızdan sonra türbemizi yeryüzünde arama. Bizim mezarımız arif kişilerin sinesindedir” diyor.”
Bir Merkez Meselesi
Merkez kavramının göreceli bir anlam yoğunluğu olduğu muhakkak. Kime göre ve neye göre merkez? Hayatımızı şekillendirirken merkezde olanı mı esas olarak kabul ediyoruz yoksa değerler mi bunda etkili oluyor? Murat Erol, “merkez” kavramı üzerine yazmış.
“Varlık, merkezler üzerinden mevcudiyette kendini gösterir ve iletişime geçer. Bu yanıyla varlığın bir özü, merkezi bir alanı vardır. O merkez nispetinde mutabakat, çatışma, ret veya kabuller gerçekleşir. İnsanın merkezi, sürekli değişim hâlindeki varlık içerisinde ve yine sürekli değişim hâlindeki kendi varlığı içinde yine kendisi olmasını sağlayan bir alandır. Merkez sadece bir noktadan ibaret değildir; merkez; varlığın özünü ortaya koyan, onun kendisi olmasını sağlayan, yine onun kendisi olduğunu söylememize her vesile ve zamanda gerekçe olan alandır.”
“İnsanın ve toplumların benzerlik ve farklılık arayışları fıtri bir durumdur. Benzerlikler ile ortaklıklar, farklılıklar ile gayrılıklar kurmak ister. Farklılık tespiti kimi durumda, bir şeyler alınması veya verilmesi gereken yer anlamında da tespit içerir. İnsanın ve toplumun doğasının, yani fıtri durumunun bu hareketlenmeler esnasında -henüz- siyasi bir nitelik kazanmadığını belirtmek gerekiyor.”
“Merkezler bize sadece kendimizin değil, varlıkların ve düşüncelerin görecelilikten kurtulmasını, sabit bilinirlik, hatta kabul edilirlik alanı sunmasını, her an değişim sonrasında yine muhataplığını korumasını sağlar.”
Sevme Becerisi
Erol Göka, Aile ve Aşk Yazıları’nın bu bölümünde sevme becerisinden bahsediyor. Sevmek de bir beceri meselesi. Belki de becerilerin en güzeli. İnsan bu beceriyi ne zaman ve nasıl kazanır? Göka, bir beceri eğitimine davet ediyor bizi.
“Sevme becerisinin oluşup gelişmesinde yaşamın ilk yılı çok önemli. Bebeğin çevresine temel güven içinde olabilmesi için öncelikle annesinin kucağında sevginin sıcaklığını, gözlerinde onaylanmanın, takdir edilmenin ışıltısını hissetmesi gerekli. Bir sevgi ve kabul edilme ortamında büyüyen, sevgi sayesinde çevresine güvenen bir bebek, kendini açabilir, karşılık beklemeden sevgi ışınlarını yayabilir. Sadece insanlara değil, tüm doğaya, hayvanlara, çiçeklere de sevgi verebilir; dünyaya açabilir duyularını.”
“Düşünme de zekâ da insan yaşamında çok önemli. Uygarlıkların temeli olan, hayatımıza birçok olumlu, kolaylaştırıcı katkı yapan bilim ve teknolojiyi düşünme gücümüze borçluyuz. İnsan bu özellikleri nedeniyle de diğer canlılardan ayrılıyor. Bu nedenle olsa gerek, çocuklarımızda duyarlılıktan ziyade düşünce gelişimine önem veren bir eğitim sistemimiz var.”
“Şüphesiz bazı insanlar ömürleri boyunca diğerlerine göre çok daha fazla âşık olabilirler ya da tam tersi bazı insanlar ne yaparlarsa yapsınlar aşk pınarı onlar için kupkurudur. Niye böyle olduğunu psikolojik bir bakışla çözüme kavuşturmamız şimdilik imkânsız gibi duruyor. Aşk konusunda bunun gibi daha birçok cevabını bilmediğimiz soru var. Zaten gündelik hayatın ilişkiler alanındaki birçok sorunu da (ayrılmalar, aşk kırgınlıkları, aşk cinayetleri, kıskançlık krizleri, itiraflar, iftiralar vs.) bu sorulara doğru düzgün bir cevap bulamayışımızdan kaynaklanıyor.”
Haysiyet Meselesi
Kemal Sayar, Hazer Kıl isimli yazısında haysiyetten, muhatap alınmaktan bahsediyor. İnsanın var olma mücadelesinin olmazsa olmazıdır bunlar. İnsan dışlanmadan ve kabul görülecek yanlarıyla toplum içinde var olma savaşı verir. Kaybetmek ya da kazanmak da temel kıstasları yerine getirmekle ilgili bir durum.
“İnsanı insan kılan, insana insan olmaklık idealinde miyar olan şeye haysiyet diyoruz. Haysiyetli olmak, insanı eşref-i mahlûkat addeden bir inanç biçiminden kaynaklanan yaygın genel kullanımındaki “şeref, gurur sahibi varlık” olma manasının da ötesinde, insan olmayı tanımlayan en temel ayırt edici özelliklere göre davranmak demektir.”
“İnsana yapılacak en büyük kötülüklerden biri, ona karşı kayıtsız kalmaktır. Kayıtsız kalmak; onun insanlığını azaltmak, onun haysiyetini zedelemek demektir. Sözüne kulak verilmeyecek birisi olarak tanımlamakla, onu madun kılmakla, zulüm tarihin bahçesinden sürmeye, hayatının aktörü olmaktan menetmeye yeltenir onu.”
“Haysiyete yönelik ilksel arzu, her insani etkileşimimizde bizden önde ilerler. İhlal edildiğinde bir ilişkiyi henüz kurulmadan yok edebilir. Tartışmalara, boşanmalara, savaşlara ve devrimlere neden olabilir. İnsan olmanın ne anlama geldiğinin bu yönünü -haysiyetimizin ihlalinin hayatta kalmamıza yönelik bir tehdit gibi hissettirdiğinitam olarak tanıyıp kabul edene kadar çatışmayı ve onu daha verimli bir etkileşime dönüştürmek için gerekenleri anlamada yetersiz kalacağız.”
Hürriyet, Zor Mesele mi?
Muhammet Enes Kala, hürriyet üzerine yazmış. Hürriyet ve özgürlük arasında geçen yaşamın insana yansıyan yüzünü anlatıyor Kala.
“Özgürlük, serbestlik ve hürriyet kelimeleri bize koca koca hikâyeler anlatabilir. Her birinin sandığında tarihin ve dillerin kundağına sarılı derin anlamlar saklanır… Konuşanlar o gizi anlama ve anlatma derdinde… Belki de bundan ötürüdür, büyük filozofların en çok açtıkları bahislerden birisinin hürriyet meselesi olması… Gaye midir hürriyet, vasıta mı? Gaye ise insana şekil verir de kendisini inkâr edebilir; vasıta ise insana önemli şeyler anlatır da insan varoluşunun hikmetine ram olabilir. Bizimkisi burada anlatmaktan ziyade birlikte anlayabilme muradı…”
“Hülâsa insan, kend’özünün, yaratılış gayesinin farkına varır, onu ilimle-irfanlahikmetle gürleştirirse özgür; ilim-irfan-hikmetle inşa olunmuş kend’özünü aşkın değerler manzumesine, özünü faziletlerle tezyin ederek bağlayabilirse serbest; tüm bunlarla birlikte onu maddeye, bedeni ve dünyevi olana bağımlı kılabilecek her şeyden azade kalabilmeyi içselleştirebilirse hür olur. Hür olansa köle olmaz, diğer canları köleleştirmez. Hür olur, insan olur. Masivanın göbek bağından kurtulur, onu maveraya bağlayan akli, kalbi ve hasbi bağa raptolur. İnsan bir muamma, öz-best-hür gibi!”
Hastalığın Hâlleri
Arif Ay, hastalık hallerinin edebiyata yansıyan yüzünü yazmış. Şiirlerden başlayarak şair ve yazarların yazdıklarında vücut bulan müzmin hastalıklar işlenmiş yazıda.
“Bin bir türlü hastalık olduğu gibi bin bir türlü de hastalık hâlleri vardır. Önemli olan sağlığın kıymetini bilmek ve hastalanmamaya çalışmaktır. Cihan padişahımız Kanuni Sultan Süleyman sağlığın değerini veciz bir biçimde ne güzel ifade eder:
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi”
“Hastalık hâllerinden biri de insanın hareketten mahrum kalışıdır. İnsanı yatağa çivileyen hastalıkla baş etmek, hareketsizlik kadar ağır bir yüktür. Yatağa bağlı kalmak, bazı istisnalar dışında biraz da toplumun hastalık anlayışıyla ilgilidir. Hastayı sosyal çevreden tecrit etmek, onu hareketsizliğe ve yalnızlığa mahkûm etmek, hastanın daha çabuk iyileşeceğini sanmaktan kaynaklanan bir anlayışın sonucudur.”
“Yürümek deyince tarihte pek çok yürüyüş akla gelir. Bunlardan en önemlisi Peygamber Efendimizin “Gece Yürüyüşü”yle gerçekleştirdiği Miraç olayıdır. Söz gelimi Gandi’nin “Tuz Yürüyüşü”, Mao’nun “Uzun Yürüyüşü” de aklımıza ilk gelenler arasındadır. Yürüyüş tutkunu şair, yazar ve düşünürler de vardır. Örneğin Batı’da Nietzsche, Rimbaud, Rousseau, Nerval, Kant; bizde ise Nuri Pakdil ilk akla gelen isimlerdendir. Velhasılıkelam, yürümek hastalıkla baş etmenin en etkin, en güzel yollarından biridir bence.”
Bayram Bilge Tokel ile Söyleşi
Nahide Nagehan Akyol, Bayram Bilge Tokel ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Tokel’in yeni çıkan kitabı “Sular Mürekkep Olsa”, türküler, yeni çalışmalar gibi birçok konu işlenmiş söyleşide.
“Türküler, hayali olaylar ve yapmacık duygular üzerine kurgulanmış artistik metinler/ezgiler değildir. Bizatihi yaşanmış bireysel veya toplumsal olayları, afetleri, savaşları, sevdaları, gurbeti ve yoksulluğu anlatır en yürekten gelen ezgi ve en güzel Türkçe ile. Fakat bunu mümkün olduğunca soyutlayarak, ortak ve anonim bir gönül diline aktararak yapar.”
“Hayatını, sanatını ve düşüncelerini yakından bildiğim büyük türkü ustası, halk ozanı Neşet Ertaş mesela… Yaşamadığı, acısını, çilesini derinden hissetmediği, bedelini ödemediği hiçbir türküsü yoktur. Süs, gösteriş ve sanat endişesiyle yaptığı değil bir türkü, bir kelimesi bile yoktur. Âşık Veysel de böyledir. Bu ve benzeri gerçek üstatlar için sanat hayattır, samimiyettir, yaşanılan ve derinden hissedilen duyguları, dertleri türküleştirerek onların yükünü hafifletmektir.”
“Anadolu kültürü ve irfanıyla mayası yoğrulmuş Neşet Ertaş ve Karakoç ile dostluğumuz tam bir ağabey/kardeş ilişkisiydi. Yaşça Neşet ağabeyden on beş, Abdurrahim ağabeyden yirmi beş yaş küçük olmama rağmen her ikisiyle de iki akran gibiydik. Hele Neşet Usta ile olan dostluğumuzu ifade edecek kelime bulmakta zorlandığımı söylemeliyim.”
Seyyit Ensar ile Söyleşi
Derginin ikinci söyleşisi Seyyit Ensar ile yapılmış. Ensar, Yunus Karadağ’ın sorularını cevaplamış.
“Henüz kitabın yarısı bile hazır değilken 2020 yılının Mart ayından itibaren dünya çok zor zamanlardan geçti. Yaşadıklarımızı sahiden yaşıyor muyuz diye durup kendime sorduğum anlar oldu. Yaşadıklarım alışılır, aşılır gelmiyordu fakat insan her şeye alışıyor. Burayı çabucak geçtik. Çoğu insan hatırlamıyor bile. Hepsi uzak birer anı şimdi.”
“Şiirin ana unsuru ve muhatabı hiç kuşkusuz insandır. Şiirin kendini yazan şair tarafından “önünde sonunda herkes kendini yazar” gibi bir kabule de ihtiyacı yoktur. İlkel kabul edilen dönemlerden itibaren en hayvani yanımızı temsil eden kaç-don-savaş tepkilerinin tam karşılığıdır çünkü şiir.”
“Şair de kendinden hareketle insanın yaşamak uğraşında karşılaşabileceği güzellikleri de kötülükleri de yalnızlıkları da beraberlikleri de kabiliyeti nispetinde dile getirmiş olmasıyla şiirini anlamlı kılar. Bu sayede yazdığı şiir, ona ihtiyacı olan kimseye iyi gelir. Şiir, insan olduğumuzun tescilidir.”
“Şiirin yegâne dostu ise emek vermek ve kanaat etmektir. Dile, kelimeye, kabul görmüş ve kalıcılığı tasdiklenmiş metinlere emek vermek; dilin kurallarını, o dile ait lügatlere girmiş kelimeleri ve o kelimelerle bizden evvel neler yapıldığının bilinmesini önemsiyorum. Nitekim dili algılamak ile kavramak arasındaki fark da iyi şiir ile kötü şiiri birbirinden ayırmamızın ölçütü olarak kabul edilebilir.”
Güzel; Ama Başıma Kim Bilir Ne Bela Açar
Güzelliktir bizi güzel kılan. Güzel deriz ve daha bir renklenir dünyamız. Peki, hep böyle mi olur? Buğulu bir yanı var mıdır güzelin? Harun Yakarer, güzellik üzerine yazmış. İnsanı tedirgin eden bir yan hep öylece duruyor köşede. Bazen güzel derken bile içimizde tarifsiz bir tedirginlik var.
“Çoğumuz güzel olana bakarız, onu seyre dalarız; ona methiyeler dizer, ödüller veririz. Fakat güzel dediğimiz o şeyi yapmaya gelince adımlarımız biraz yavaşlar, sendeleriz, tökezleriz, tereddüt yaşarız, sonra bahaneler sıralarız belki. Fakat güzele meftun olmuş kişi, yani âşık olan kişi bakmaz, seyretmez, dışarıdan müşahede etmekle yetinmez; aşk denizine dalar, gül suyundan yapılma bir denize düşer de güzellik sarhoşu olur. Güzellik, kendisini hakikaten isteyen kişiye, kendisi için ödenen bedelleri küçük gösterir.”
“İnsanların güzellik algısı gerçekten güzel olana ulaşmak adına cesaret göstermekten imtina ettikleri için dumura uğramıştır. Haz ve nefse hoş gelen şeyler insana hayatın asıl gayesi gibi gelir hâldedir. Bu yüzden hakiki güzellik algısı bulanıktır.”
Annesizlik
Süleyman Unutmaz, anne ve daha özelde annesizlik üzerine yazmış. En büyük yoksunluktur annesizlik. Bunu ancak yitirenler bilir. Büyük bir boşluk ve hiç dinmeyen bir karanlık.
“Bütün çocuklar karanlığa doğru mu büyürler acaba? Anneden uzaklaştıkça ruhlarını saran ilk yabancılaşma yıllarca sürer de hayat hep mi arayışa döner? Hissettiğimiz ilk sıcaklığın ardından o sıcaklığın bir benzeri için çalmadık kapı bırakmayız. Arkadaş, sevgili, sanat vs. hep anneden sürgün olmanın açtığı boşluğu doldurma çabalarıdır. Olmadı kendine dönersin, kendinde anneden kalanlara dönersin. Güzel bir şeye her yönelişimizde ondan kalan bir öz belki bize destek olur. İçimizdeki sevginin kaynağı, annenin bize verdiği ilk sevgi olsa gerek.”
“Dua etmenin sadece el açarak olmadığını, elimizi göğe kaldırmadan da duayı yaşayabileceğimizi fark ederiz. Çünkü maneviyat, sağlam bir temelden mahrumsa kendimize söylediğimiz en kolay yalan hâline geliyor. Maneviyat mevsimlik değildir ve biz de o maneviyatın mevsimlik işçileri değiliz. Annesizliğin bunlarla hep bir münasebeti var.”
Hafızadan Hatıraya: Prizren
Dursun Çiçek, Prizren’i anlatıyor. Tarihiyle, kültürüyle, camileri ve türbeleri ile Prizren’deyiz.
“Uçak, iniş için alçalırken üzerinden geçtiğim köylerin minareleri dikkatimi çekiyor en çok. Sanki Ege ve Marmara bölgelerinde bir şehre gidiyorum. Eski Osmanlı veya Selçuklu şehirlerini gezerken yaşadığım çelişkiler, hüzünler, sıkıntılar uçakta başlamıştı bile.”
“Mazgit köyünde türbe… Priştina’ya yakın… Murat Hüdâvendigâr burada şehit ediliyor ve iç organları şu anki türbenin olduğu yere defnediliyor. Mezarların terk edilmesi değil mi biraz da ricat. Oysaki tapudur mezarlar, aidiyettir. Ölüm, mezarlarla hayat ve tarih hâline gelir. Mezar, geçmişin bugüne diri olmasıdır, geleceğe hayat olmasıdır oysaki.”
“Sarı ışıklar atında gördüğüm Prizren, isminin anlamını düşündürüyor bana. Prizren “altın dolu yer” anlamına geliyor. Bölgede altın madeni var mı bilmiyorum lakin az önce köprü üstünde konuştuğum gençler, ertesi gün tanıdığım insanlar altın gibi kıymetli insanların ve mekânların olduğu bir şehirde olduğumu hissettirdi bana.”
Muhit’ten Öyküler
Sibel Eraslan – Bir Gün Kaybolduğunuzda
“Çocukluğumdaki korkulu düşlerim, hep kaybolmakla ilgili olanlardı. Nefes nefese, hatta bazen çığlıklar da atarak uyandığım günler… Sanki sırtıma kocaman bir dağı yüklemişler de altında ezilmişim gibi, kan ter içinde… O asap bozucu yapayalnızlık hissi bugünkü gibi aklımda. “Yine mi kayboldun?” diye gülümseyerek saçlarımı okşayan elleri anneannemin ve beni bağrına basarken fısıltılarla okuduğu “rabbi yessir”ler… Nasıl bir nefesti ki o, daha başlar başlamaz beni sarıp sarmalar, ılıklığında uyuyakalıverdiğim, beni sükûnetler ülkesine teslim eden bir kucaklayış.”
“Ah o güzel koku… Uzakları yakın eyleyen koku… Sanki anneannemin “rabbi yessir” fısıltılarıdır bu taze çimen kokusu… Sanki aşina ruhlar iyilikle kucaklar beni, yatışır gönlüm ve teselli bulurum. Öyle zannederim ki düşlerle birlikte ruhuma sirayet etmiş bu kayboluşa dair çocukluk kaygıları ve daha sonrasındaki vedaya razı geliş hâlleri, bana büyük ninelerimin muhacirlik günlerinden miras kalmış telaşeli hatıraların tortusudur.”
“Bir gün her şey uzaklaşıp, muğlaklaşıp karışabilir tarihe. Eviniz, yurdunuz, tüm sevip de üstüne titrediklerinizin üzerine kopabilir kıyamet. Sizi hicrete, zorunlu yürüyüşe mahkûm kılabilir takdir. Gitmek üzerine yazılmıştır talihi dünyanın.”
Meral Afacan Bayrak – Biz Hep Çiçek Açarken
“Işığın kırık parçaları kapıya, döşemeye dağınık düşmüştü. Çıksa, yürüse, bir türlü çıkmasa… Ama kara bulutlar açılmış, güneş çıkmıştı. Hep bir tereddüt hâli… İnsan bu, kıymetli zamanını kaybetmek istemez. Bir kadife kumaş gibi tenimizde iz bıraktığını varsaydığımız; şükürlü, tespihli, tertemiz bir niyetle yola çıkar. Berrak bir su kenarında serinler belki. Belki. Oysa içerde…”
“Kırsındı. Odun kırar gibi, şeytanın bacağını kırar gibi ya da… Bugünlerde hepsi aynı yola çıkmıyor muydu? Arada odadakilere de kulak veriyordu. “Bir sussan da ne dediğini duysak ya spikerin?” torunu hemen tepki veriyordu annesine. İstediği olsaydı daralmazdı. Sınır konulunca böyle oluyordu hep, besbelli. Konuşmak… Sümbül annenin en çok özlediği “evlat” aslında. Gelse bi…”
“Ben isyankâr olmadım hiç. Ömrüm iyimserliği savunmakla geçti. Kim ne anladı ne dinledi bilemem… Benim derdim değil zaten. Onların karanlık kuyuları kendilerine.”
“Geçecek bunlar, akışına talim ettiğin hayatın binbir rengine kapılıp ilerlemek gerek. Donup kalamazsın sonsuza kadar bir kapının eşiğinde…”
Muhit’ten Şiirler
Sen hep bana koş, bu yıldız tozu sinmiş dağlarıma
Ben seni tutar, ben seni anlar, ben seni saklarım
Sen hep bana koş bir çölün ağzındaki akreple yalın ayak
Ruhsatsız bir silah gibi saklan güneşin ısıttığı sabahlarda
Gömleğimi suya tut, yüzümü dönmeyeceğin yollara,
Serin bir yaz akşamı büyüsün göğsünün hizasında
Mehmet Tepe
ferhad olma günü bugün dağı delme günü bugün
dağı aşma günü bugün şirine yol olma günü bugün
nesne durur bitki bilmez hayvan ne bilsin günü bugün
bilirse insan bilir damlamız okyanusa kavuşur bir gün
Hüseyin Atlansoy
Belki gülemem, dudaklarım hep yer çekimine yenik
Tüm gülüşlerim çatlamış bir nar kızıllığında
Narı içimde çatlattım, nar çatlarken bölündü binbir kızıllık
Yine de kızamam sana sevgilim Lilly
Bana kadife beşiklerde ninniler söyledin büyülü sesinle
Saçların uzadıkça yeşillendi üzerimde
Yok bana senin cibinliğinden gayrı dünya
Gözlerine bakarken dünya el-emin bir saha
Dilara Ayşe Akdeniz
Değirmenin suyu nerden güzelim, hamamında
kaç harami eşinir
Nedir bu nâzır boğmalar, tımar dağıtmalar,
leşkere dil kırmalar
Anan saray teşrifatçısı mıydı eskiden, bezirgân
başı mıdır baban
Yatağına Karun’un katırlarından mı sarktı
bu samurlar sırmalar
Ali Emre
Uzuyor gece, hayal ve umut
Duvarlar, gölgesiz kalan kediler
Gözlerim uzuyor, sonra ellerim
Kirpiklerimde buz parçaları
Sıcak elbise hayalleriyle
Ölüp gidiyorum alaca karanlıkta
Nurullah Genç
İstesem, gün akşama devrilirken gidip ben de devrilebilirim
Suya sabuna dokunmadan, açık kapılardan uzanıp bakmadan
Göğün merdiveninden inenlerle yahut mülteci kardeşlerimle el ele
Yerdeki taşları bir kuş gibi bulutlara kaldıran bakışlarımla
Ama bu görünme hevesi var ya ah! Yanmak gibi ateşlerde
Atlamak gibi azgın sulara, kaybolmak gibi sahralarda
Anladınız sanırım, bu, hiç iyi bir kafa değil -değil!-
Durulmam bu yüzden imkânsız, infilakımsa çok yakın!
Adem Turan
Canım ağacım
yalnız sana alıştım dünyada
ben bu şarkının nöbetçisi
geceleri uyanır beklerim seni
bir kuş olsam saklansam dağlarına
ama beni bulacak kimse yok artık
Ben de gidiyorum şimdi
savaşın ortasında bırakıyorum seni
gidiyorum ve bir fidan dikiyorum giderken
Yunus Karadağ
geceleyin çat kapı geldiler
kanunsuz emirler verdiler
hüküm verdiler
hesap vermediler
metrelerle, makaslarla geldiler
ölçtüler biçtiler, fiyat verdiler
değer vermediler
Eyyüp Akyüz
Gitmekten gelen bir dünya insan
İsmine tutunur kimsesiz kalan.
Şimdi seninle eski günlerden
Kâğıthane köyü, yetmişli yıllar
Cendere boyunca sayısız bostan,
Edebi bir tür sayılmasa da
Günlüğe giderdi kimi kadınlar,
Hayat fakirdi, insanlar değil
İbrahim Tenekeci
Türk Edebiyatı, 599. Sayı
Sadece dergi çıkararak değil aynı zamanda tarih yazarak da yoluna devam ediyor Türk Edebiyatı dergisi. 599. kez selamladı okurlarını dergi. Arşivlik dosya konuları ve özel sayılarla Ahmet Kabaklı’nın emanetini yaşatmayı sürdürüyor.
Derginin 599. sayısının dosya konusu; Edebiyat ve Gelenek. Dosyada yer alan çalışmalardan paylaşımlar yapacağım.
Alâattin Karaca – Gelenek Karşısında Türk Edebiyatı
“Türk şair ve yazarları, terakki meselesi etrafında, Doğu-Batı meselesini merkeze alarak çağdaş bir toplum düzeni inşa etmeyi edebiyatın da ana gayelerinden biri olarak görmüştür. Bu ise geleneği salt bir terakki meselesi bağlamında ele almayı getirdi. Gelenek, kimilerine göre ilerlemeye/ çağdaşlaşmaya engeldi, kimilerine göre ise Türk toplumunu ayakta tutan değerlerdi. Konu, siyasi ve sosyal bir zeminde ele alınıyordu. Dil, hurufat, vezin, din vb. tüm konular, estetik ve felsefi bir zeminde tartışılmadı. Şair ve yazarların çoğu, hayalinde çağdaş bir toplum ve ülke tasarlıyor, eserlerini bu konu üzerine bina ediyor; terakkiyi modernleşme olarak görüyor, geleneği modernizme/çağdaşlaşmaya engel olarak konumlandırıyordu. Bunların asıl eksiği, Batı kültürü ve edebiyatının da temelindeki metafiziğin, kadim inanışların görmezden gelinmesidir.”
“Çağdaş Türk şiirinde imtidadın önemini kavrayan şairler arttı. Ama gelenek karşısında tarzları değişik. Örneğin Sezai Karakoç’ta gelenek oldukça önemlidir. Şair, şiirde klasiklere, örneğin Fuzuli’ye doğru gider yeni bir Leyla ile Mecnun yazar. Şiirsel geleneği keşif çalışması yapar. Bu minvalde İslam tarihinden, dinî kaynaklardan beslenir. Düşüncede Âkif’e, Osmanlı medeniyetine bakışta Yahya Kemal’e yakın bir çizgide yer alır. İslam tarihi, onun gelenekle bağ kurmadaki ana vasıtadır.”
“Önemli olan geleneği ret değildir. Tanpınar’ın Günlükler’inde dediği gibi “Sanatkâr büyük sanatkârla hesaplaşan adamdır”… Türk edebiyatının asıl meselesi, geleneği bu manada muhatap kabul etmemesi, edememesidir. Zaten kadim olanla gerçek manada hesaplaşması da mümkün değildir, çünkü onu yeterince kavrayamamıştır. Genelde kadim kültürü kavrayabilecek donanımdan yoksundur.”
Merve Gün – Yahya Kemal ve Gelenek Karşısında Yeni Şiir
“Tanzimat’la beraber Türk edebiyatındaki tesirini kaybeden Divan şiiri, Yahya Kemal’in edebiyat hayatında önemli bir yere sahiptir. Halis şiir anlayışıyla şiirler kaleme alan ve şiir geleneğimizden özellikle bu anlamda beslenen Yahya Kemal, “yeni şiir”in yarattığı çeşitliliğe eleştirel bir görüşle yaklaşır. Asırlardır canlı bir biçimde süregelen eski şiirin gücünü kaybetmesi ve bu durumun şairin devrine rastlaması onda büyük bir hayal kırıklığı yaratır. Öyle ki şair, 19. yüzyılda artık geleneksel bir cemiyetten uzak olduklarını kalanların ise kaybolan bir cemiyetin artıklarından başka bir şey ifade etmediğini düşünür.”
“Kemal’e göre yeni edebiyat çevresinin doğurduğu sorunlardan bir diğeri, Türk şiirini iyi-kötü kıyaslamasıyla parçalamaya kalkmasıdır. Söz konusu kıyaslamayı divan şiiri ve halk şiiri arasında yapan yeni şiir, öteden beri bir bütün hâlinde yaşayan cemiyetin temellerini sarsar.”
Burak Biçer – Sezai Karakoç ve Gelenek Hakkındaki Görüşleri
“Sezai Karakoç, İkinci Yeni içinde özel yeri olan bir şairdir. İkinci Yeni şairlerine baktığımızda hiçbirinin poetikasında din ve inanç konularının yer almadığı görülür. Oysa Karakoç’un poetikasındaki tüm kavramların temelinde din ve inanç vardır. İslam inancından yola çıkarak düşüncelerini şekillendiren Karakoç için en önemli kavram diriliştir. Diriliş özelde bireyin genelde ise İslam âleminin içinde bulunduğu atalet içindeki ruh hâlinden çıkıp yeniden canlanmayı imler. Kavram temelde İslam inancındaki ölümden sonra dirilişi (ba’sü ba’del mevt) inancından kaynaklanır.”
“Karakoç, şiirin belli bir seviyenin üstüne çıkabilmesi için “sanatın amentüsü” olan metafizik ve soyut kavramlarını barındırması ve sanatçının da kalıcılığı sağlayabilmesi için bu kavramları şiirinde işlemesi gerektiğinin altını çizer. Bu nedenle şairin sanat görüşünde metafizik ve soyut kavramları sanatın olmazsa olmazıdır.”
Gülnar Davudova – Şiir Henüz’de Hilmi Yavuz’un Gelenekle İlgili Görüşleri
“Hilmi Yavuz hem Doğu hem Batı edebiyatını araştıran şairlerden biridir. Her iki medeniyetin özelliklerini kendi şiirine yansıtabilmiş olması onun kendine özgü bakış açısından kaynaklanır.”
“Yavuz, üretkenliğini şiirin özünü bulma hedefi üzerine inşa eder. Şiirin özünü ise geçmişte yani gelenekte arar. Şairin geleneğe bağlı kalması gerektiğine inanan Yavuz, kendi şiirini de bu inanca bağlı kalarak üretir. Bunu yaparken eskiyi olduğu gibi kopyalamayı değil, hem divan şiirini hem halk şiirini dönemin şartlarına uygun değiştirip dönüştürmeyi seçer.”
Cemil Kavukçu ile Yazma, Yaşama ve Öykü Üzerine Söyleşi
Elif Turanlıgil, Cemil Kavukçu ile bir söyleşi gerçekleştirmiş.Kavukçu’nun öykücülüğü, mekânları, yazma mücadelesi gibi konular ele alınmış.
“Yazmaya heveslendiğim gençlik yıllarımda okur olarak bile öykünün uzağındaydım ve roman özentisi kısa metinler olarak görüyordum öyküyü. Sanki yazarın daha uzununu yazacak gücü yokmuş da elinden ne kadarı geliyorsa onu yapıyormuş gibi. Bu yüzden de ne kitapçıdan ne de kütüphaneden alıp okuyordum öykü kitaplarını. Benim için varsa yoksa romandı; o da çeviri romanlar. Dolayısıyla başlarda ben de roman yazmaya çalıştım. Roman karalamalarımı okuyan bir arkadaşım beni öykü yazmaya yönlendirdi. Okuyarak birikim edinmediğim, inceliklerini bilmediğim bu türde nasıl yazacaktım? O güne dek farkında olmadığım, içimde uyuyan öykücüyü uyandırmıştı arkadaşım.”
“Mekânlar benim için önemli; seçtiğim açık ya da kapalı mekânların okurda canlı görüntüler oluşturması için özen gösteriyorum. Bunun için de öyküdeki mekânı bütün detaylarıyla önce benim görmem gerekiyor. Bu bir sokak, park, dere boyu, ev içi ya da meyhane olabilir. Kuşkusuz, yazmadan önce benim gördüğümle öyküyü her okuyanın zihninde canlandırdığı görüntüler farklı olacaktır.”
“Sinemanın önemli bir yeri var yaşamımda. Bir filmi izlerken etkilendiğim sahnenin sözcüklerle nasıl anlatılabileceğini düşünürüm. Ele aldığım mekânların, kişilerin, yaşadıkları durum ve olayların okuyanın gözünde canlanmasını, onları görmelerini isterim. Bunun için de işlevsel ayrıntıları seçip kullanmaya çalışırım.”
Sezai Karakoç ve Fethi Gemuhluoğlu İlişkileri
Salih Yılmaz, Mehmet Erdoğan’ın Sezai Karakoç’un Hatıraları üzerine kaleme aldığı yazıya bir itiraz yazısı yazmak istemiş. Hatta yazıya; “her türlü haddi ve edebi aşan yazısı” diye de bir giriş yapmış. Yılmaz’ın yazısını okuyunca bu sert çıkışın cevabı olacak cümleleri yazıda bulamadım. Hatta yazının sonunda Yılmaz’ın şu ifadesini de nereye koyacağımı tam olarak anlayamadım.
“Daha sonra, Sezai Karakoç Fethi Gemuhluoğlu’nu 5 Ağustos 1974 tarihinde ziyaret eder ve Ruhun Dirilişi adlı kitabını “Aziz ağabeyimiz Fethi Gemuhluoğlu’na, Saygıyla.” diye imzalayarak takdim eder.
Sezai Karakoç Hatıralar’da bunlara değinmez, üstelik bu mektubu da çok farklı yorumlar, bu tavır da vefa kavramıyla hiç bağdaşmamaktadır.”
Karakoç ve Gemuhluoğlu ilişkisine de dair birkaç not var yazıda.
Ben Neden Eleştiri Yazısı Yazamam
Resul Tamgüç, ironik bir başlıkla eleştiriyle olan mesafesini anlatıyor. Eleştiri yapmak, hayata eleştirinin penceresinden bakmak konularına değinirken Fethi Gemuhluoğlu’nu da muhabbete ortak ediyor.
“Eleştiri yazısı yazamam. Tek tedrisatını nefsinin elinden gözünü körleştirme, kulaklarını sağırlaştırma, benciğini kabartma olarak yapanlara neyi gösterip neyi anlatabilirsiniz? Büyük bir ahlaki erozyon yaşanırken tüm yeryüzünde, sağından soluna, yukarıdan aşağıya edebiyat mevzi ve itibar kaybederken saçı sakalı ağarmış, dökülmüş insanların küçük toptancı akılları ile kurdukları dayanaksız cümlelerine ne cevap yazılabilir ki?”
“Fethi Gemuhluoğlu kırk sene söz orucu yirmi, yirmi beş sene de yazı orucu tuttu, okur-yazar değildi, insanı okudu insana yazdı, bir veda gibi sözler söyledi. “Hâl sârîdir” buyruldu ya ondan şevk, cezbe ve aşk sârî oldu. İşte bu yüzden eleştiri yazısı yazamam; şevk, cezbe ve aşkı zevk etmek, meşk etmek varken yazamam, uğraşamam, beceremem…”
Roman ve Eğitim
Roman, bir eğitim aracı olarak kullanılabilir mi? Bunun cevabını edebiyatımızın romanla tanıştığı yıllara giderek bulacağız. Burcu Çakın Erdağ, “Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı’nda Roman Türünün Bir Eğitim Aracı Olarak Gelişimi” isimli yazısında dönemin romanlarından örnekler vererek roman ve eğitim konusunu işliyor yazısında.
“Namık Kemal, sorumluluk sahibi bir yazarın elinde hikâye ve romanların halkın terbiyesine inkâr edilemeyecek hizmetler ettiğini düşünmektedir. Yazarlar, eskilerin sadece eğlenceli ve öğretici olmak amacıyla akıllarına ne gelirse yazma eğilimlerinden sıyrılıp insan doğasını tahlil etmeye çalıştıkça bu hizmeti başarıyla yerine getirebilirler. Edebiyat tarihimizde iz bırakan iki romanında da Kemal’in yapmaya çalıştığı budur.”
“Ahmet Mithat’a göre kitaplar arasında en faydalı ve eğlendirici olanlar romanlardır. Roman sadece ilginç bir olayın merak uyandıracak biçimde anlatılması değildir. Olay anlatılırken yazar ister istemez birkaç bilim dalına, tarih, coğrafya ve felsefe alanlarına temas edecektir. Eğer bu fırsatları iyi değerlendirip okuyucuyu aydınlatacak bilgileri eserine serpiştirirse roman okuyucunun bilgisini ve görgüsünü artıran bir vasıta olur.”
“Romanın bir informal eğitim aracı olarak vazifesini yerine getirebilmesi için okuyucunun esere mantıkî ve bilinçli bir şekilde yaklaşmasının yanı sıra yazarın da birtakım sorumlulukları vardır. Öncelikle yazar eserinin muhtevasını İslam’ın ve Osmanlılığın menfaatine uygun biçimde seçmeli ve düzenlemelidir.”
Türk Edebiyatı’ndan Hikâyeler
Özay Erdem – Elektrik Kapısı
“Yarı yıl tatili gelince beni bir sıkıntı basardı. Babam kar kış dinlemez köye çıkalım diye tuttururdu. Üstelik ablamla eniştem de nasibini alırdı bu inadından. Arayıp, “İtiraz istemem, siz de geliyorsunuz.” derdi enişteme. Sonra gümüş atım diye sevdiği Doblo marka arabasını soğuk havaya aldırmadan bezle silip güzelce temizler, geniş bagajına yiyecek ve içecek namına ne varsa doldururdu. Cümbür cemaat -benim kusmamak için kendimi zor tuttuğum- yılan gibi kıvrımlı yollardan geçerek bilmem kaç rakımlı tepedeki köyümüze güç bela ulaşırdık.”
“Dedemin evinde eski de olsa bir televizyon vardı. Tüplü olanlardan hani. Ama o da soğuk odalardan birinde duruyor ancak yaz aylarına doğru seyretmek mümkün oluyordu. Buzlar çözülüp havalar ısınınca her odada rahatça oturup kalkabiliyordunuz. Dedemin konağında televizyon seyretmek sezonluktu yani. Zaten onun deyimiyle de sadece birinci kanal çekerdi.”
“Sonraki günler yollar açılsa da gizli buzlanmadan çekinerek yola çıkmak istemedi babam. Ses çıkarmadım. Akşamında kar serpiştirince zaten anladım ki bu tatil köyde bitecekti. Kabullendim.”
“Annemin öfkesi geçti sanıyordum babama. Fakat, aylar sonra, yaz gelince bir kadının ne kadar sabırla zamanını beklediğini gördüm. Her hafta sonu pikniğe giderdik bizim yaylalara sıcaklar dayanılmaz olunca. Babam çay semaverini yakar, portatif sandalyesini açıp bir ağaç altı bulurdu kendisine. Bu sefer öyle olmadı. O yaz babam piknik tüpünde kaynayan çaydanlıkta içti çayını. Annem semaveri Gülsüm’ü hatırlatır diye kaldırıp saklamıştı.”
Tarık Özcan- Küpe
“Sabahleyin kuzuları otlamaları için bahçeye getirmişlerdi. Boşa akan suların üzerine vurulduğu bahçede otlar doğal hâllerinden fazla uzamışlardı. Toprağı görmek mümkün değildi. Sonrasında çocukluklarının peşi sıra giderek oyuna daldılar. Bu oyun vişneden kiraza, kayısıdan elmaya inip çıkılan bir oyundu, ama onun aklı babasının bile dikildiği tarihi bilmediği ceviz ağacında idi. Bu üç kökten ibaret ulu ağaç karşısında büyüleniyordu. Kökleriyle toprağa bağlı olan ağaç, dallarıyla gökyüzünün sonsuzluğuna yol açıyordu, aynı zamanda, dut ağaçlarıyla birlikte dededen oğula kalan miraslarıydı. Gölün beyaz suyu bahçeye girince renk değiştirerek yemyeşil bir ışığa dönüşüyordu. Gölge ve ışığın eşliğinde ağaçtan ağaca uzanan bir ışık demetiydi. Bu manzara onda bahçeye bağlı bir dalgınlığa ve rüya hâline dönüşüyordu.”
“Gerçekten de sağ kulağındaki küpesi yerinde yoktu. Kontrolden sonra aramaya başladılar. Arklardan akan suyun şırıltısı, huzursuz bir gürültüye dönüşmüştü. Bir yandan ağlıyor bir yandan da arıyorlardı. Otların karabasan gibi her yanı bastığı bahçede küpe bir yana, kiloluk taşı görmek bile imkânsızdı. Bulmaktan yana ümitlerini kesince hep birlikte büyük bir korkuya kapılarak eve doğru koşmaya başladılar. Avluda ocağı tutuşturmaya çalışan annesi seslerini duyarak telaşla dışarıya çıkınca “Küpe, küpe!” diye korkunun kuşattığı bir sesle annesinin kucağına yıkıldı.”
Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
Yol, uzundur yoldan, küçükken
Ay, aydan büyük, sorudur deniz
Açıklayamaz büyümeyi hiçbir sayı
En yakınındaki engeller
Daha uzaklara bakmayı
Mustafa Ruhi Şirin
Huysuzluk diyorum işte
Kıpırtısız zaman aralığında saklı
Ne çok şey var
Gereksiz ve dahi anlamsız
Yeryüzünde
İnsanın yalnızlığından başka
Yazgımız kadar yalnızız
Bunca kalabalıklar içinde
Selim Tunçbilek
düştükçe aklıma ateşin tavı
kendimi ancak suyla kandırabilirim
bir cennet sebiliydi
ruhumu kandıran gözlerin
akıyordu ol dem suyum ve ateşim
İhsan Tevfik
On parmağın/da on ırmak
Farklı usulü, edası
Seni görünce şairin
Deniz oluyor dünyası
Mehmet Aycı
Şehir ve Kültür, Sayı 110
Şehir ve Kültür dergisi 110. sayısına “Bursa’da Zaman” diyerek girdi. Bursa’nın ve özellikle Ulu Camii’nin serinliğini içimizde Ahmet Hamdi’nin dizeleriyle hissettik. Ümit Meriç’in Bursa yazısı da derginin kapak kompozisyonunu tamamlar mahiyette bir yazı. Meriç, Bursa izlenimlerini anlatmaya başlamış. İlk yazı bu sayıda. Şehrin tarihini onun cümleleriyle bir kez daha yaşamış olacağız.
“Süleyman Peygamber’in, “Cennet burası!” dediği Bursa, burası. Şehrin isimleri suda seken bir taş gibi, beni alıp tarihin derinliklerine çekiyor. Zaman perdesi aralandıkça aralanıyor ve o aralıktan önce filinin üstünde, yıllarca kuşattığı Roma’yı alamamanın derin yeisiyle, yaşlı Anibal giriyor tarih sahnesine. Babası İspanya’daki Barcelona şehrinin kurucusu Barca; kendisi Bitinya’daki Prusias şehrinin… Nasıl mı?
Bitinya Kralının Romalılara karşı savaşırken kendisine gösterdiği yakınlığa bir teşekkür olarak, karlı dağ silsilesinin orta yerinde, eteklerinde ovanın yeşil bir halı gibi uzandığı tepeyi, üç taraftan surlarla çevirtip küçük birşehir kurdurup Kral Prusias’a hediye ediyor. Bu küçük kent asırlar boyu ne Argonat’ların kolonisi olan Gemlik’le (Kios) boy ölçüşebiliyor ne Hıristiyan konsillere ev sahipliği yapacak olan İznik’le (Nikaea). Önündeki ovadan nice akıncı ve istilacılar gelip geçiyor: Romalılar, Persler, Araplar, Bizanslılar ve Selçuklular.”
30 Yıl Sonra Semerkant
Prof. Dr. Abdulhamit Avşar, ilk defa 1993’te gittiği Semerkant’ı 30 yıl sonra giderek kıyaslamalı bir yazı kaleme almış. Aradan geçen 30 yılda elbette şehirde büyük değişimler olmuş. Özgürlüğüne kavuşan Özbekistan’ın değişen çehresini de görmüş oluyoruz. Bunları örneklerle anlatıyor Avşar.
“Semerkant’a ilk defa 1993 yılında gitmiştim, Sovyetler Birliği yıkıldıktan hemen sonra denilebilecek bir tarihte. O günler, karmaşa günleriydi. Bağımsızlıklarını elde eden cumhuriyetlerin yönetimleri henüz tam anlamıyla teşekkül etmemiş; korkular, endişeler, gelecekle ilgili belirsizlikler tüm gücüyle hüküm sürmeye devam ediyordu.”
“Geçen 30 yıl içinde ise Şah-ı Zinde, şanına uygun bambaşka bir yer haline gelmiş. Bir tepenin sırtına yan yana sıralanmış, o muhteşem Türk rengiturkuaz çinilerle bezenmiş türbeler ta uzaktan insanı sarmalıyor ve alıp tarihin içine çekiyor artık. Çünkü Özbekistan hükümeti, burayı aslına uygun bir şekilde restore etmiş, toprak içinde kaybolmuş yollar ortaya çıkarılmış, son derece rahat yürünecek hâle getirilmiş, ziyaret etmek kolaylaştırılmış.
Mescit büyüklüğündeki camiyi ise cemaat dağıldıktan sonra görme fırsatım oldu. Ahşap direkler üzerine inşa edilmiş, duvar ve tavanı, geleneksel kök boya kullanılarak farklı motiflerle bezenmişti. Aslında alandaki yapı kalıntılarına bakılırsa burasının geniş bir külliye içinde yer alan bir mescit olduğu anlaşılıyor. Timur’un mezarının bulunduğu yer de bu külliyenin bir parçası olsa gerek.”
Roma mı Medine mi?
Prof. Dr. Nazif Gürdoğan soruyor; “Roma’nın Savaş Yolu mu? Medine’nin Barış Yasası mı?” Dünyanın üzerinden savaş çığlıkları eksik olmazken tüm insanlığın kurtarıcı bir rehbere ihtiyacı var. Aklı selim ile hareket etmek en doğrusu. İnsanlığın kazanacağı bir zafer için yolumuz belli.
“Barış sanatların en eskisi, bilimlerin en yenisi olma yolunda ilerliyor. Silahlı güçlerden daha çok silahsız güçlerin önem kazandığı dünyada, Roma’nın savaş yasaları önemlerini yitirirken, Medine’nin barış yasalarının önemleri artıyor. Savaş yasaları kadar barış yasalarını geliştirmeye çalışmayan ülkeler, güçlerini ve etkilerini yitiriyorlar.”
İstanbul’un Musikî Sesleri
Mehmet Kamil Berse, uzun soluklu bir yazı dizisi ile Balıkesir’i anlatmıştı bizlere. Şimdi de İstanbul’un musiki seslerine başlıyor. Dimitri Kantemir’in anıları eşliğinde müziğin sesine kulak vereceğiz.
“Dimitrie Cantemir (Kantemiroğlu, ö. 1723), Türk müziğinin sözcükler arasındaki oran ve ölçü bakımından herhangi bir Avrupa müziğinden daha mükemmel olmasına karşın, anlaşılması güç olduğu için dünyadaki en büyük sarayın bulunduğu Konstantinopolis kentindeki müzisyenler ve müzik sevdalıları arasında bile bu sanatın esasını anlayan ancak üç-dört kişinin bulunabildiğinden söz etmiştir. Kantemiroğlu’nun adlarını saydığı müzisyenler: Osman Efendi (Kasımpaşalı Koca Osman Efendi) ve onun öğrencileri Hafız Kömür, Buhurcuoğlu (Buhurî- zade Itrî), Memiş Ağa, Küçük Müezzin(Mehmed Çelebi), Tespihçi Emir; her ikisi de Kantemiroğlu’nun hocası ve her ikisi de Rum olan mühtedi Kemanî Ahmed ve Ortodoks Angeli; Çelebiko lakabıyla bilinen Yahudi bir sazende; Türklerden Derviş Osman (Nâyî Os – man Dede), Kurşuncuoğlu, Taşçıoğlu (Taşçızade Recep), Sinek Mehmed ve Bardakçı Mehmed Çelebi, Kamboso Mehmed Ağa, İstanbullu bir Rum soy – lusu olan Ralaki Eupragiote, Hazine- darbaşı Davul İsmail Efendi ve Hazi- nedar Latif Çelebi. Bir kısmı hocası, bir kısmı öğrencisi, bir kısmı tanıdığı olan bu müzisyenlerin müziği bilen birkaç kişiden birileri olduğu belli.”
Lambalı Kadın
Necla Dursun’un biyografik yazılarını beğeniyle okuyorum. Çok tanınmış isimlerin farklı yönlerini ve özellikle bizimle olan bağlarını ön plana çıkararak farklı bir üslupla kaleme alıyor yazılarını. Sıradan bir portre yazıları değil Dursun’un yazıları. Okudukça anlatılan isme kendinizi daha yakın hissediyorsunuz.
Dursun bu sayıda “Florence Nightingale”i anlatıyor. Elbette bizlerle kesişen yolunu da okuyoruz yazıda. Hastanelerdeki “sus” işareti yapan hemşireden Florence Nightingale’e uzanan keyifli bir yazı bu.
“Film, dizi ve reklamlardaki hastane sahnelerinin vazgeçilmez karesi Bayan Sus’un kim olduğunu merak ettiğiniz oldu mu hiç? Ben ettim. Yıllarca sağlık çalışanı sanılsa da aslında o bir turizmciymiş. Adı da; Dilek Tunca. Subay emeklisi babayla terzi bir annenin kızı. Cağaloğlu’ndaki reklam ajansında, Haseki Hastanesi’nin başhemşiresin- den ödünç alınan formayla kameralara sus işareti yaparken takvimler 1976’yı gösteriyormuş.”
“1854 Kırım Harbi’nde İngiltere, Osmanlı Devleti’nin yanında yer almıştı. Rusya’ya karşı verilen savaşta son derece yetersiz barakalarda hasta ve yaralılar tedavi edilmeye çalışılıyordu. 34 yaşındaki Florence Nightingale, bu tedavi merkezlerinden biri olan Üsküdar Selimiye Kışla Hastanesi’ne İngiliz askerleri tedavi etmek için geldi. Başta ön yargılı bir yaklaşımla karşılaşan hemşire zamanla tüm ön yargıları kırdı. Hastane personelinin güvenini kazanarak içinde bulunulan şartların iyileşmesi için uğraş verdi. Bürokratik engellerin aşılması ve hastanedeki sıhhi tıbbi koşulları iyileştirilmesi çabalarının en önemlileriydi. Onunla gelen disiplin, temizlik, düzen, itinalı hasta bakımı ve sağlıklı beslenme olumlu sonuçlar verirken ölüm sayısı büyük ölçüde azaldı. Hatta bazı kaynaklara göre özveriyi hususi hayatına taşıyarak; Üsküdar’daki evini çamaşırhaneye dönüştürdü. Hastalara temiz kıyafet ve sarf malzemesi temin etti.”
Necla Dursun’la Söyleşi
Fahri Tuna, söyleşilerine dolu dizgin devam ediyor. Kadın yazarlarla kendine has üslubuyla kısa ve keyifli sohbetler gerçekleştiriyor. Necla Dursun’u konuk etmiş Tuna. Söyleşideki birçok satır beni alıp çocukluğuma götürdü. Karakamış, Ozanlar, Karaağaçdibi, Adapazarı ve Sakarya. Anılarımı tazelemek için bu yaz buralara gittim, vakit geçirdim. Değişiyor elbette her şey. Karakamış’ın boyumuzu aşan mısırları azalmış, okula gitmek için her gün içinden geçtiğim Ozanlar büyük bir semte dönüşmüş. Olsun, yine de her şey çocukken güzeldi diyerek aynı şevkle sevmeye devam ediyorum ben bu şehri.
Karakamış: Tek katlı, sarı boyalı, iki küçük sınıfıyla 5 yıllık temel eğitim aldığım, doğduğum yer. Bu detayları anımsamak devamında ilkokul öğretmenim Sadettin Vatan’ı anımsatır bana. Bir de okul numaramı: 158.
Ozanlar: Eskiden Perşembe günleri halk pazarı kurulurdu. İşte o büyük halk pazarının kurulduğu caddesini boydan boya gezmeye doyamazdım Ozanlar Mahallesinin. Çocukluğumun aromatik kokulu semtidir Ozanlar.
Adapazarı: Resmi bayram geçitlerini Gümrükönü’nün en yüksek binasından, Sümerbank’ın üstündeki sanayi odası katının balkonundan izlediğim çocukluğumun coşku dolu şehri. Bir de ticaret odası binasının çay ocağını işleten halam oğlu rahmetli ve değerli Ahmet Mürselim Abimin “Hem izle hem meşrubat iç Necla.” deyişleri hala kulaklarımda.
Şehir ve Kültür Dergisine Dair
Muhsin İlyas Subaşı, şehir ve Kültür’e dair izlenimlerini yazmış.
“Dergi, bütün olumsuzluklara rağmen, niteliğinden taviz vermeden 110 aydan buyana yayınına devam ediyor. Umarım daha birkaç yüz ayı devirecektir. Çünkü inanmış bir ekip ve ona sadakat gösteren bir yazar kadrosu var. …Bugüne kadar sayısız dergide yazdım. Hiçbir dergi bana ‘bu ay yazın gelmedi’ diye bir uyarı yapmadı. Ancak ne gönderdimse onu da yayınlamayı ihmal etmedi. Mehmet Kamil Berse Bey ise, öyle yapmadı, yazmada geciktimse, yazım için uyarısını ihmal etmedi. Bu tavır, yazarın keyfiyetini ve bunu fark eden bir insanın ona verdiği değerin ifadesidir. Bu değerlendirmelerimin ilgi görmesi, beni bu defa burada çıkan yazılarımdan oluşan bir kitap çalışmasına yönlendirdi ve “Şehirden Kültür”e adıyla, bir eser oluştu. Bu kitabı Kayseri Büyükşehir Belediyesi yayınladı.”
İstanbul ve Mimar Sinan
Mimar Sinan’ın İstanbul’a kattığı güzellikleri saymakla bitiremeyiz. En görkemli ve devletin gücünü ifade eden yapılar hep onun elinden çıkma. Sadece bir yapı ustası değil aynı zamanda bir gönül ustasıdır da Sinan. Sadece taşları binaya çevirmekle kalmamış, o taşlara ruh da vermiş bir ustadır o.
Sabri Gültekin, İstanbul’daki Mimar Sinan’ı Prof. Dr. Gülru Necipoğlu’nun kaleme aldığı “Sinan Çağı: Osmanlı İmparatorluğu’nda Mimarî Kültür kitabı eşliğinde anlatıyor.
“Türk mimarlık tarihi içinde bir güneş gibi parlayan Sinan, üstün başarıları ile tarihte kalıcı iz bırakmıştır. Vakfiyesinin girişinde onun için “seçkin mühendislerin gözü, kurucular erkânının süsü, zamane üstatlarının üstadı, dönemin bilge kişilerinin başı, imparatorluğun mirası ve hakanlığın hocası” sıfatları kullanılmıştır. Çağını aşan ve evrensel bir değer olan Sinan, böylece bütün zamanların en büyük mimarı ve mühendisi olmayı hak etmiştir.”
“Kitapta, yarım asır boyunca Osmanlı Dev leti’ne mimarbaşılık yapan, taşlara hükmeden, kubbeleri semaya taşıyan, azgın azgın çağlayan sulara köprülerle gem vuran, susuz beldelere kemerlerle su taşıyan, yuvasız kuşlara ev yapan, dünyaya hükmeden Cihan Sultanlarına huzur içinde yatacakları ebedi istirahatgâhlar inşa eden, nice ulu mâbedin harcını alın teriyle karan, dahası 3 kıtada yaşayan Kayseri-Ağırnaslı Koca Sinan’a dair çok az bilinenlere yer veriliyor. Bizim gördüklerimiz, farkında olduklarımız okyanustan bir katreymiş meğer. Medeniyetimizin baş tâcı, dünyanın en güzel şehirlerinden İstanbul’a mührünü vuran bir insan ancak bu kadar güzel anlatılır.”
Egzotik Bir Ağaç Ceviz Ağacı
Elif Mert, ceviz ağacı üzerine yazmış. Ceviz ağacının köklerine kadar iniyoruz. Ceviz, hem ağaç olarak hem de meyvesi olarak çok değerlidir. Şifa kaynağıdır aynı zamanda.
“Binlerce yıl öncesine dayanan zengin bir tarihe sahip olan ceviz, M.Ö. İran’daki anavatanından İpek Yolu’nun başrol oynadığı Orta Asya ve Çin’e gelir. Ceviz önce Büyük İskender’in orduları aracılığıyla Yunanistan’a, daha sonra Orta Doğu’dan Romalılar aracılığıyla Avrupa’nın geri kalanına geldi. Orada, dünyanın kalbinde, meşe ve akçaağaçların yanında bir orman ağacı gibi, çalı şeklinde önceden var olmuştur.”
“Cevizin kendisi kırışık benzeri kıvrımlarla kaplıdır ve tıpkı insan kafatası gibi sert bir kabukla kaplıdır. Yani ikisi benzer görünüyor. Tesadüf mü? Hayır. Kâinatta hiçbir şey tesadüf değildir. Her şeye kadir olan Allah, doğadaki yiyeceklerin çoğunu insan vücudunun parçalarına benzeterek yaratmış ve insanlığın yararınsa sunmuş….. Tüm bunlardan anlaşılıyor ki ceviz, hem görünüşüyle, hem de içindeki besin ve mineralleriyle beyne benzemesi mucizevi meyvelerden biri olduğunu kanıtlıyor. Bu yaradılışı düşündüğümde yüz yılı aşkın süredir canlılığını koruyan, durgun denizin kıyısındaki ceviz ağacına yaslanıyorum.”
Kentsel Dönüşüm İçin Zihinsel ve Ahlaki Dönüşüm
Büyük bir dönüşüme ihtiyacımız var. Hem de her alanda yenilenmemiz gerekiyor. Bunu yaparken ahlaki değerleri de göz ardı etmememiz lazım. Cem Eriş, Kentsel Dönüşüm İçin Zihinsel ve Ahlaki Dönüşüm isimli yazısında gözetilmesi gereken hassas dengelerden bahsediyor. Özelde Almanya, genelde Avrupa örneğinden hareketle kentsel dönüşüm konusunu işliyor.
“Asırlar boyunca sosyal, kültürel, iktisadi onca badirelere karşı koyabilen Müslüman şehirlerimiz, özellikle son iki yüzyıllık dönemde emperyalizmin iktisadi ve kültürel eylemleri ile vahyi reddeden, ona savaş açan kapitalist batı medeniyeti tarafından adeta teslim alınmış gibi gözükmektedir.”
“O halde dönüşümün öncelikle nefsin baskısı altındaki ihlas-riya arasında gidip gelen gönüllerimizde ve zihinlerimizde olması gerektiği, ihlas ile hareket edildiği takdirde Rabbimizin razı olacağı dönüşümlerde başarılı olunabileceğini ve bunun fizik mekana yani şehre de zaten ruhunu vereceğini anlamamız, idrak etmemiz ve en önemlisi de gereğini yapmamız gerekiyor. Nasıl ki kul hatasından tövbe edip af dileyebiliyor ve bağışlanma umut edebiliyorsa şehrin de tüm sosyal-kurumsal yapılarıyla tövbe etmesi ve tövbesinde kararlı olması gerekiyor.”
Kazlıçeşme Sanat
Hülya Günay bizleri bu ay Zeytinburnu’na götürüyor. Kazlıçeşme Sanat Merkezi’ndeyiz. “Kültürel Mekân Yaklaşım” ödülüne layık görülmüş bir mekân burası.
“1984 yılında Zeytinburnu Belediye Başkanlığı binası olarak düzenlenip, ek hizmet binalarıyla birlikte 30 yıl hizmet verirken, Belediye Başkanlığı yeni inşa edilen binasına taşınınca, Zeytinburnu Belediyesi’nin projelendirmesi ile restorasyon çalışmaları başladı ve üç yıl sürdü. Kültür Merkezi olarak açıldı. Zemin katı sanat galerisi olarak hizmet vermeye başladı. Kasım ayı ile birlikte de açılışı yapılarak, Kazlıçeşme Sanat adı altında yeni hayatına başladı.”
“Sanat Kütüphanesi adından da anlaşılacağı üzere, sanat ile ilgili alanlarda çalışması olan, mimar, ressam, ilgili bölüm öğretmenlikleri, lisansüstü öğrenciler, akademisyenler ve sanatçılara hizmet veriyor. …Kütüphane, kitap olur da kedi olmaz mı? Kütüphane bir de kedi sahiplenmiş. Ah Müezza, çok özel, asil bir kedi, her türlü marifetini gösterip, ziyaretçilerinde bağımlılık yapıyor. Müezza sanatseverleri çok seviyor, sanatseverler de onu.”
Prof. Dr. Ali Kurt’a Dair
İsmail Bingöl, geçen yıl aramızdan ayrılan Prof. Dr. Ali Kurt hakkında yazmış. Dostluğu, muhabbeti ile hocayı yâd ediyor Bingöl.
“Ali ağabeyi anlatmaya nereden başlasam bilmiyorum. Onunla “yaşadıklarımdan öğrendiğim” hangi bir şeyi dile getirmeliyim. Hele de hatırası henüz bütün canlılığıyla dostlarının, tanıyanlarının çevresinde dolaşırken… Yaptığımız sohbetlerin arasına ya bir sözüyle, ya bir düzeltmesiyle ya da yeri gelince anlattığı bir hatırayla misafir olur. Önce gülümsetir bizleri bu durum, ardından yokluğunun farkına varırız ve bir hüzün bulutu kaplar ortalığı… Vefatının üzerinden nerdeyse bir yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, her daim ruhuyla yanımızda yöremizde dolaşmaktadır adeta… Çünkü onu tanıdığımdan bu yana geçen bu kadar yılda (1988-26 Ocak 2022) haftada birkaç kez görüşüp sohbet etme, etkinliklere katılma, seyahat etme gibi daha birçok acı tatlı zamanları paylaşmış olmak, kolayca yazılır, dile getirilir bir şey değil.”
“Dost ve arkadaş çevresini, malına, mülküne, statüsüne göre değil; sanata, kültüre değer verişine ya da samimiyetine göre seçen Ali ağabeyin, bence en büyük özelliklerinden birisi buydu. Yaptığının ne kadar isabetli ve ne kadar anlamlı bir tercih olduğunu vefatında ve vefatından sonra adının geçtiği, hatırasının anıldığı sohbetlerde daha yakından gördük.”
Hayal Bilgisi, 50. Sayı
50. sayısına ulaştı Hayal Bilgisi dergisi. Bir umudu yeşertmenin adı olarak görüyorum ben bu dergiyi. Adı iyilik olan bir umut bu. İşin başında, sonunda iyilik varsa açılıyor bütün yollar. Ben Hayal Bilgisi’ne emeği geçen herkesi kutluyor, dergiye nice 50.sayılar diliyorum.
50. sayıya dair söylenenlerden…
Erciş Karakoyunlu geçmişi ile, Ercişli Emrah’la tarihimizin ve edebiyatı mızın hafı zasında kazılıdır. Hayal Bilgisi’ne hayat veren damarları geçmişe götürmek istenirse, güçlük çekilmez. Yine de el ele ve gönül gönüle vermiş iki kişinin bu dergiye vücut verdiğini unutmamalıyız. Hayal Bilgisi’nin 50 sayıya ulaşması kutlanacak bir hadise. Emek verenlere, ilgisini eksik etmeyenlere kültürümüz ve edebiyatı mız adına teşekkür borçluyuz.
D. Mehmet Doğan Türkiye Yazarlar Birliği Onursal Başkanı
Bugün yaktı ğınız meşale yarınlara ışık olacak, belki de sonraki zamanlarda toprağı çatlatacak sanat ve edebiyatçıların yeti şmesine vesile olacaktı r. Ay Vakti Dergisi ve şahsım olarak sizleri tebrik ediyor, Erciş’e selamlar gönderiyorum. Allah sa’yinizi meşkur eylesin. Devam İnşallah.
Dr. Şeref Akbaba Ay Vakti Dergisi Genel Yayın Yönetmeni
Bunca yıldır derginin yolculuğunu edebiyat ve iyilik üzerine sürdürmeleri şahsen beni heyecanlandıran bir durum. Nice edebî kalem sahiplerinin varlığı ve sevgili Cihat Albayrak ve eşi Ayşe Albayrak’ın samimi gayretleri ile 50. sayıya ulaşan dergimizin nice sayılara ulaşması dileğiyle emek verenlere şükranlarımı sunuyorum. Edebiyat ve iyilik birlikte her yere ulaşsın Hayal Bilgisi ile.
Ünsal Ünlü Okur Yayın Grubu Genel Yayın Yönetmeni
Şiirin Üç Durağı
Arif Onur Solak, şiirin üç durağını yazmış. Şairler için şiirin ifade ettiği anlam ruh hallerine göre şekil alır. Şairin şiirden ne beklediğinin cevabıdır bu. Sorgulamak ve yolunu bulmak da şairin kurduğu şiir dünyasının olmazsa olmazıdır. Solak’ın üç durağı da şairler için geçerliliği olan kıstaslardır. Şiir şahittir, Şiir ihtiyacı olanındır, Şiir hakikattir diyerek duraklarını sıralıyor şair.
“Şiir nedir sorusunun cevabını vermek oldukça zordur. Ancak her şair, şiiri kendi özgünlüğüyle tanımlar ya da kendi poetikasıyla anlamlandırır. Fakat nasıl tanımlanırsa tanımlansın, tüm bu tanımlardan azade, şiir; şahittir.”
“Şiir yalnızca estetik bir görüntüye sahip olmaktan ve güzel sözlerin yan yana dizilmesinden ibaret değildir. Ve evet, şiir estetik bir yapıya sahip olmalıdır. Ama yetmez. Çoğu kimsenin düştüğü yanılgı şiirin salt duygu ile ifade edilmesidir. Hâlbuki şiir yalnızca duygu ile ifade edilemeyecek kadar düşünsel bir eylemdir. Yani aklın olmadığı yerde şiirden bahsetmek eksik kalacaktır.”
Bizim Zekeriya
Birini anlatırken “bizim” demek çok özeldir. Bizim olmak ayrı bir güzellik. Bizden olmak, biz gibi olmak… Erciş’te yaşayan bizim Zekeriya’yı tanıyoruz. Müslüman olmadan önceki adı John Zacharias Crist. Müslüman olunca bizim Zekeriya. Daha ne olsun. Şereflerin en güzelin nail olmuş Zekeriya. Hayal Bilgisi bizlere bir söyleşi ile Zekeriya’yı tanıtıyor.
“Ailem Hristiyandır. Babamın tarafı Katolik, annemin tarafı Protestandır. Ancak babam Katoliklikten hoşlanmadığı için annemle evlenmek için Protestan olmuştur. Ezcümle Protestan kilisesine giderdim çocukken; sadece dedemi ziyaret ettiğimde veya amca/halalarım evlendiğinde Katolik kilisesine giderdim. On üç yaşında Hristiyanlıkta tasdik töreni var; bir yıl boyunca papazla eğitim alıyoruz ve sonunda pazar günü vaaz veriyoruz.”
“Ateist olmak tepkisel bir karar idi. Etrafımda Hristiyanlıktan başka bir din olmadığından dolayı tecrübesiz ve dünyadan bîhaber kafam, bir kişinin ya Hristiyan ya da ateist olabileceğine cahilâne hükmetmiştir. Biraz büyüdüğümde on yedi yaşımda şuurlanıp Hristiyan-ateist ikileminden daha geniş düşünmeye başladım.”
“Minnet ve bir vefa borcu. Sadece kısacık dünyevî hayatımı değil, ebedî âhiret hayatımı kutarmaya vesile kılınmışlar. Müslüman olmama vesile olan kişi, kendisini arabayla Çin veya daha uzak bir yere götürmemi istese, Allah’ın izniyle tereddütsüzce yaparım.”
“Türkiye’deki edebî seviye bence düşüktür. Amerika ve İngiltere’de ortaokul öğrencileri Shakespeare’in 1500’lu yıllarda yazdığı eserleri asıl hâllerinde okurlar. Evet, en başta anlamazsak da anlayana kadar eğitim görürüz. Amerika’nın İstiklâl Beyannamesi 1776’da yayınlandı. Onu da ilkokulda okuruz. Türkiye’de 100 sene önce yazılan metinlerin Latinize hâlleri çok zor diye okunmaz. Hatta durum o kadar vahimdir ki her gün gördükleri Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni anlayan liseli çok azdır. Bu çok büyük bir eksiktir.”
Elli Soruda Cihat Albayrak
Hayal Bilgisi’nin mimarı Cihat Albayrak’tır. Gönlünü ortaya koyarak çıktığı yolda büyüyen ve yayılan iyilik hareketinin de kaptanıdır. Fahri Tuna, ellinci sayıya özel elli soru hazırlamış Albayrak için. Birkaç soruyu buraya alıyorum. Devamı dergide.
“Van? Müştehir Karakaya. Metropolden kaçmış bir kelebek. Dostluğunda samimi, eleştirilerinde sert. Birlikte yol yürüyebildiğimiz için mutluyum.”
“Niçin Cihat? Allah’ın sevdiği kul olsun diye. Derdim, gayem, emeğim bunun için.”
“Victor Hugo? Sefiller. Pek çok kişi için de öyle. Ama benim için öyle mi?”
“Hayal Bilgisi adı? Üniversitedeyken açtığım bir sosyal medya hesabı için düşünüp bulduğum bir isim. Çok hayal kuran ve çok ders çalışan bir okur – yazar için akla ilk gelen ifade.”
“Hayal Bilgisi’nin bundan sonraki yayın hedefi? Bir hedef değil de hayal diyelim; evladımızın da bir gün dergide yazması.”
Toroslar Der ki, Anlatın Benim de Güzelliklerimi
İmdat Akkoyun, dağları anlatıyor tüm serinliği ile. Hayatın içinde de dağlar var. Konan, göçen, insanı alıp uzak diyarlara götüren dağlar var. Yeter ki dağların çağrısını duyalım. Akkoyun, Torosları anlatıyor.
“İçinde derin anlamları taşıyan şiirler gibidir dağlar. Sayısız sırrın ifadesi deruni mısralar ne ise bağrında sayısız polenleri saklayan çiçekli dağlar da odur. Katlanmış gül yaprakları gibi sarmal sarmal halleriyle her katın altında yeni bir gizi fısıldarlar. Yalnız çiçekleriyle kalmazlar ruhları çiçeklendirecek kadar da cömerttir dağlar.”
“Dağ bir leyladır. Güzel alımlıdır. Çekicidir. Fıtratan daima bütün gözlerin kendinde gezdiği, bütün bakışların kendinde toplandığı, bir kez tutulanın bir daha ayrılmaz bir tutkuyla bağlanacağı tutkulu bir aşktır.”
“Yetmişlerde üzerinde çadır kurulmadık tepe olmayan yer şimdi derin bir sükûta ram. Eteklerinde seyrek sepildek son gelen son misafirlerini ağırlamakta. Bunun dışında zaman zaman gelip geçen heveskâr gençlerden oluşan dağcılar. Isparta Aksu ve Antalya Serikli yörüklerin diyarı Toroslar şimdilerde daha sessiz.”
Şeyler
“Şey” deyip geçeriz hayatta birçok “şey” için. İçi dolu, boş, uzak, yakın, güzel, çirkin ve her şey bir şeyden ibaret. Kübra Zor, şey deyip geçirdiklerimizi yazmış.
“Kelimelerin hayatımızdaki derin boşluklarını dolduran, nerede bahsetsen oraya bir varlık kazandıran, oysa kendi başına yalnızlıktan başka bir anlamı olmayan ama olası bir ihtimalle olabilecek potansiyeli içinde barındıran bir ifadenin adı şey.”
“Ne çok şey var değil mi son zamanlarda daha fazla sorgulanması gereken? Gündemi sarsan, geçmeyen, bitmeyen, iz bırakan şeyler… Kaybettiğimiz ne çok şey var içimizde kazanmak hırsı varken. Başarmak isteriz, bir arada olmak bir olmak belki birlikte olmak. Ama basit bir şey, adını unuttuğumuz belki anmak istemediğimiz belki oldukça farkında olduğumuz ama olmak istemediğimiz o şey var ya işte… O bütün hırsları temelinden sarsar. Kazanmak bir yana dursun yerle bir eder kasıp kavurur. İyiliğe bürünmüş, güzel olana sarılmış ne varsa ezer geçer.”
Kahve Köpüğü ve Hatır
Nilüfer Zontul Aktaş, kahve kokulu bir yazı ile Hayal Bilgisi’nde. Tarihiyle, telvesiyle, hoş kokusuyla kırk yıllık hatır tadında buyrun kahveye.
“Bakır bir cezvede mis gibi kahve kokusunun eve yayılması ile başladı bu yazı. Bir kahveye yüklediğimiz anlamlara eğildi kalbim.”
“Kırk yıl hatır bırakan dostluktur o. Sevgi penceresinde vefayı sımsıkı kucaklayan bir kültürün ikramıdır. Cismî değil de kalbî olarak içilen kişilerle, ruhlar hemhal olur, yaralar iyileşir, dertler azalır.”
“Sıyırdıkça köpüğü; telvesindeki dünyada gizli olduğumu öğrendim. Yere yakın dibe yakın içe yakın. Hatırşinas kılan izinden, uçuşan tüm köpüklerden azade. Hatırın kerametini köpükten alıp zemine yükleyip. Damağımda sahici bir tatla yürüyorum. Cezbeden fiilin öz haliyle; gösterişten sıyrılan köpükle, ayaklarıma gömülen telve rengiyle. Yürüyorum.”
Hayal Bilgisi’nden Öyküler
Ayşe Nur Kırcalı – Tekrar-ı Rüya
“Annem için ağlıyorum önce. Sonra babamı da yitirdiğim geliyor aklıma. Canım yanıyor, yüreğim dağlanıyor. Acımı sıraya koysam da bir anneme ağlasam bir babama… Yok, olmuyor. Karanlık bir odada bir başıma boğuluyorum. Annem sesleniyor içeriden. Gerçekten annemin sesi. Hep olduğu gibi sevgi dolu “kızım” diye sesleniyor. Gözümü açıyorum. Yataktayım. Aaa rüya imiş meğer. Annem değilmiş ölen. İçimde serin bir rüzgâr esiyor.”
“Kazadan sonra her gece aynı rüya aynı uyanış aynı karmaşa… Zaman zaman önce babamı kaybediyorum, annem için babamla ağlıyorum. Sonra annem geliveriyor. Format aynı mekan değişiyor. Bir ağlıyorum bir seviniyorum. Sonrası yine hüzün. Bu böyle aylarca devam etti. Sabahları akıl sağlığım için endişelenerek geçti gitti. Sonra yavaş yavaş rüya haftada iki üç güne düştü.”
“Bilinçaltımı açığa çıkarayım bakalım ne olacak. Bunca özelimi cümle âleme yaydıktan sonra da bu gece yine aynı rüyayı görürsem bu kez de kederimden ağlarım. Boşa gitti, der, gelir silerim.”
Cihat Albayrak -Bütün Yalnızlar Adına Tek Başına
“Daha küçük bir demliğe geçeli on iki yıl olmuştu. Yine de fazla geliyordu demlediği çay. Kaynamış suyu, artan çayı dökmek küçük bir günahtı. Her gün biraz daha az dolduruyordu, hep daha azı yetiyordu.”
“Çoğu günler radyoyu geceleri de kapatıyor ve söylenen türkülere eşlik ediyordu. Radyo bir arkadaş gibi teselli ediyordu onu. Kulağındaki çınlamayı tahammül edilebilir kıldığı için bir ağrı kesiciydi aynı zamanda.”
“Perdeleri açık olur bu evlerin. Günışığı misafirdir, buyur edilir. Yoldan geçenler şahit olurlar yalnızlıklara tıpkı benim gibi. Yandaki apartmanda da aynı yalnızlık hüküm sürmektedir, karşıdakinde de; çünkü şehirli olmak bunu gerektirir, geçinebilmek telaşı aile büyüklerinden daha önemlidir ve toplum size bu konuda hak verir. Çünkü herkesin yaptığı şey kabahat olmaktan çıkar. Balkonlarında oturan, gün boyu yoldan geçenleri izleyen bu insanları fark ettiğim günden beri günlük hayatlarını düşünüyordum.”
“Bir sabah, ben henüz çok uzaktayken balkondan sabırsızca el salladı bana. Bir şey mi oldu diye korkarak koştum. Kahvaltı hazırlamış, onunla birlikte kahvaltı yapmak isteyip istemeyeceğimi sordu. Bu öyle güzel bir davetti ki, kahvaltı yapmış olsam da reddedemezdim.”
Erdal Şahin – Beyaz Sakal
“Geçen gün şehrin sokaklarında gezindim bir başıma. Beraber yemek yediğimiz lokantanın, çay içtiğimiz kahvehanenin önünden geçerken burnumun direği sızladı. Bu duygular içerisinde gezinirken şehrin caddelerinde, sonradan fark ettim sürekli beraber olduğunuz iki arkadaşını, iki kadim dostunu gördüm kaldırımda, hemen önümde yürüyorlardı yan yana. Sen yaşasaydın şimdi mutlaka onlarla beraber olacaktın çünkü çarşıya her çıktığında hep onlarla bir araya gelir, ya bir parkta ya da bir kahvehanede saatlerce oturup çay içer muhabbet ederdiniz.”
“Çok zorlu bir kış mevsimiydi. O günlerde çektiğim bazı zorluk ve sıkıntılar bu soğuk kış mevsiminden daha da zordu. Artık dayanacak mecalim kalmamıştı, bir kopuşun eşiğindeydim. Kararımı vermiştim başımı alıp gidecektim buralardan artık. Belki bu kararımı senin sevgini daha çok kaybetmemek değersizleştirmemek için almıştım. Çünkü görüyordum gün geçtikçe istenmeyen bazı şeyler yaşandıkça bu sevgiye bir halel geliyor ve değersizleşiyordu. Kimi ayrılıkların sevgiyi besleyip büyüttüğünü de biliyordum. Evet, ayrılık sevgiyi çoğaltan onu ziyadeleştiren bir etkendi.”
“Gasilhane kapısından içeri girmiştim. Önümde koskoca bir dünya, varlığımın sebebi sen boylu boyunca yatıyor, sessizce duruyordun öylece.”
Rabia Otacı – Yüzbin Kilometre
“Başın sağolsun.” demişlerdi. Böylesi acıyla çarpışınca sanki sağ kalabilmek mümkünmüş gibi. Dilimi döndürmeye gücüm olsaydı bunu onlara bir çırpıda anlatırdım ama; buna ne dilimin gücü vardı ne de onları bir şeye inandırmak kalbimin umurundaydı. Böylesi tuhaf taziye dileğinden sonra o güne dair anımsadığım ikinci şey, kat be kat giyinmiş olmam. Buna rağmen yine de boyumca karların içine gömülmüş, kanım damla damla karları boyarken yavaş yavaş ölüyormuşum gibi hissetmiştim.
“Mevsim neydi? Hangi düşüncem gerçekle uyumluydu, ölçüp biçemedim. Öfkem onu kaybettiğimi peyderpey hatırlatmakla görevli bu insanların aynı hızla yitip gitmelerine miydi yoksa aslında hiç gelmemeleri gerekli olduğuna inanışıma mıydı? Bilmiyordum. Bunu şu anda da bilmiyorum.”
“Bak yine aynı üşüme. Onca terden sonra olacağı buydu elbet. Beynim tarıyor bu bilgiyi belki tek salisede. Vücudum titremekten kitleniyor, kıpırdayamıyorum. Boyumca karlar yetmiyormuş gibi yağdıkça yağıyor mübarek. Onun kafa derime dokunuşundan beynim uyuşuyor. Zar zor gözlerimi ayaklarıma çevirebiliyorum. Kanlar fışkırıyor damarlarımdan.”
Hayal Bilgisi’nden Şiirler
beni tanırsın
hüzün bekçisi
orta doğu’dan asya’dan afrika’dan
heybesi hüzün dolu adam
acıları toprağa zerk edilmiş
kan kusup kızılcık içmiş
bir yurdun çocuğu
insan
ama
biraz gözyaşı, su, sel, fırtına
et kemik ilik
biraz yağmur kar dolu
bulut
“temerru merra sehab”
geçen ömür
Ahmet Kurbani Özdaş
şimdi vur kirpiğinle sensizliği hatırlatan gecenin boynunu
vur ki dağılsın her sabah kapımızı çalan ayrılık telaşı
gül kokuları sinmiş mektupları okurken
bitir artık gözlerimin yollarla yaptığı savaşı
Akif Dut
paramparça vicdanların soğuğu var kentin üzerinde
bir sürgünün ayak izleri tutsak ediyor kendine
zemheri soğuk duvarlar var aramızda
görüyorum
düş kırıkları batıyor yüreğine
umudun fazlası da mı ziyan dersin
gittikçe uzaklaşıyor barışı kucaklayan ellerin
Elif Ergin
iki sıfır öndeyim artık geri dönemem
boynumu uzatınca annecim rüzgâra bak
bir kere en azından hoşçakal demeliyim
kokusunu özledim portakal kabuğunun
geçen yazdı, karpuzlar ve incir ağaçları
kız ben senin irileşen gözlerini öperim
aslında küçülse de öperdim ama işte
annen razı olmadı ben de üstelemedim
Ercan Sağlam
şarkıların mülhemi tutunduğu bu ateş
içinde ummanların taşır enginliğini
ilk ne vakit gördüyse kaptırmış yüreğini
ruz-i mahşere kadar bu aşk elinden tutar
bir özge zaman gelir doğar her gece mehtâb
uçsuz çöllere ağar yüklü yağmur bulutu
dönen yüzü göklere Rabb’i ile müeyyed
Allah azze ve celle mübteda ve münteha
kor mu seni hiç yere böylesi kalbi kırık
Mehmet Osmanoğlu
bu gayret tuttuğun elmastan kolye
usta bir elin maharetidir
hangi şehre yürüse o şehir yürür
hangi ağacın altında gölgelense
cennet bostanından yemişler verir
ah, şurda uzanmak varken
yıldızları ipe sarmak
yürümek bir çamurda kızgın ellerle
ey bahtın ilmeğine kör düğüm atan
gel öldür içimde kini
Müştehir Karakaya
Emeğine, kalemine sağlık… Bu çalışmaların, araştırmaların seni ne kadar zenginleştirdiğinin farkındayım. Dilerim, i indeki bu yazma ve okuma- araştırma tutkusu daha da bereketlendirsin. Bu bölümde sadece Muhit dergisindeki değerlendirmelerini okuyabildim. Sindire sindire okumanın güzelliğini yaşamak ve anlatılanların özüne vakıf olabilmek için parça parça okumayı yeğledim. Teşekkürler…