Muhit 56’da; Dostluk Üzerine

Dostluk, kardeşlik, muhabbet, uhuvvet gibi konuları sayfalarında en çok işleyen dergilerimizdendir Muhit. Her şey geçer dostluk kalır. İnsanı ayakta tutan değerlerin başındadır çünkü.

Dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

İbrahim Tenekeci – Dostluklar Neden Biter?

“Yaşamımızda keskin dönemeçler vardır. Savrulabilir, yorulabiliriz. Usanç gelebilir, bıkkınlık oluşabilir. Yahut beklentilerimiz artabilir. Bazı meseleleri eskisi gibi düşünmeyebiliriz. Bakış açımız değişmiştir, toyluk yerini olgunluk ve tecrübeye bırakmıştır. Hayal kırıklığı, şaşkınlık, umduğunu yahut yerini bulamamak; nihayetinde her hâl insan içindir. Sevinç ile üzüntü daima beraberdir.”

“Yeni insanlar iyidir. Kendi iklimleriyle birlikte hayatımıza girerler. Değişiklik olur. Tatlı dil ve güler yüz, bunlar hep aradığımız şeylerdir. Fakat dostlukta kıdem esastır. Yeni arkadaşlar nedeniyle eski dostlarımızı ihmal edemeyiz. Onlar bizim hafızamızdır. Hani, şurada bir ağaç vardı, hatırladın mı? Evet.”

Kemal Sayar-Dostluk, Varlığın Aynasıdır

“Dostluk, varlığın aynasıdır. Kendimi ancak dostun yüzünde görürüm. Dostluk aynı zamanda kabahatleri bağışlamayı bilmekle kaimdir, bizi affetmeyi bilen ve bizim de affedebildiğimiz insanlarla aynı yolu yürürüz. Gölgeli yerlerimizi, karanlığımızı ona tutmaktan korkmadığımız kişidir dostumuz; kırılganlığımızı saklamadığımız, saklama ihtiyacı duymadığımız kişidir.”

“Dostluk onarır, iyileştirir. İnsan insana şifa verir. Mehmed Âkif’in İstanbul’un buz ve kar kestiği bir günde, sadece söz verdiği için çok uzun saatler yürüyerek ve neredeyse donacak hâlde dostu Eşref Edip’in evine gitmesi bilinen bir örnektir. Sadakat; iyi günde ve kötü günde azığını, sevincini, öfkesini, kederini bölüşmektir. Sadakat ruhuna, ülkülerine, değerlerine paha biçmemektir. Sadakat, insanı miyara vurur.”

Erol Göka – Aşk ve Âşıklar Hâlâ Var ama Ya Dostluklar?

“Bana öyle geliyor ki dostluk da aşk gibi insan varoluşunun daha çocukluk yıllarında kökleşmiş temel koreografisinde sağlam bir yere sahip. Sanki rekabeti de öğrenmek zorunda kaldığımız aile ortamında, kardeşlik hisleri kana kana yaşanamadığı için kalbimizde “ideal kardeşlik” için bir yer açılıyor ve hayatımızın içinde ruhları ruhumuza değen, ortak erdemler de buluştuğumuz az sayıdaki insanı o makama yerleştiriveriyoruz. O yüzden “Kardeşin duymaz, eloğlu duyar”, “Dostun bir tek fiskesi yâreler beni” diyoruz. Yeniden, üstelik bu kez idealleştirerek kardeşleşiyor, dost oluyoruz. Yani bünyemiz, varoluşumuz dostluğa müsait…

Mehmet Dinç – Zor Kazandık, Kolay Kaybetmeyelim

İhmal etmeyelim: Çocukluk ve gençlik dönemlerinin aylak vakitleri zamanla azalır; insan işe güce bulaşır, çoluk çocuğa karışır da dostlara artık vakit yetmez olur. Başka insanlar öncelenir. Bazen iş arkadaşları daha çok vakit ayrılan, daha çok önem gösterilen, daha çok özenilen olur. Zannedilir ki ilişki çıktığı noktada kalır. Keşke öyle olsa ama olmaz. Dünyadaki her şey gibi ilişki de emek, ihtimam, bakılmak, beslenmek ister. Köklerine güvenip susuz bırakırsak bir noktada görürüz ki ne güçlü olsa kökler susuz yaşayamazmış. Bu yüzden az da olsa, kısa da olsa, hızlı da olsa ihmal etmeyelim. Azı, kısayı, hızlıyı yaşatır da yoku yaşatamaz dostluk.

Sibel Eraslan -“Kardeşlerini Pek Seven Biri” Diye Kaydetsinler Bizi de

“Arkadaşlarımızın vefatlarıyla artlarında bıraktıkları şey, boşluklu asap bozucu bir teste benziyor. Büyük boşluklar, büyük yalnızlıklar, büyük teğet geçişler, büyük sessizlikler, büyük içe kapanışlar, helalleşilemeden havada kalmış kırgınlıklar, kalp burukluğuna dönüşen kırıklıklar, vicdan azapları… Hayat bir kere daha verilmiş olsaydı bize… Olmaz ya, mesela “Vefat eden arkadaşınızı bir saatliğine geri göndereceğiz” deselerdi ne yapardık? Hangi kırgınlık, hangi ertelenmiş tebrik, hangi kucaklaşma, hangi küsüşme, hangi tartışma, hangi inatlaşma, hangi tahammülsüzlük, hangi hasret yarışabilir ki ölümle? Ölümün karşısında galip çıkacak koç yiğit var mıdır dünyada?”

Gökhan Ergür – Kendiyle Boğulan İnsan

“Arkadaşlık ve dostluk ilişkilerini zedeleyen en büyük faktörlerden birisi de araya giren fiziki mesafeler. Birbirimize sadece online vakit ayırabiliyoruz. Sürekli mesajlaşmak, komik videolar göndermek, görüntülü aramalar yapmak iletişimde olmak demek değildir, sadece irtibatta kalmaktır. İletişimde olduğumuz kişinin duygularını, düşüncelerini, jestlerini, mimiklerini doğrudan ve en gerçekçi hâliyle görebiliriz, hissedebiliriz.”

“Sürekli kendimizle muhatabız, kendimize gömülü hâlde yaşıyoruz. Kendine gömülü hâlde yaşayan kişi, bir yerden sonra kendisiyle boğulur. Tüketerek tükenen insan ne yazık ki kendisiyle boğulmuş hâlde. Arkadaşlık, dostluk, yoldaşlık, kardeşlik bizi bu bataklıktan çıkartacak tek eldir. O ele sımsıkı tutunmak umuduyla.”

Müslim Coşkun-Dostun Yarısı

“Kurduğumuz arkadaşlıklar dostluğa giriş kapısıdır. O kapıdan giriş yapmak için birçok sınavı başarmak, çaba göstermek, gayretli olmak gerekir. Önümüze çıkan her zorlu sınav, dostluğa atılmış bir ilmektir. İlmek sayısı ne kadar çok olursa dostluk da o oranda muhkem olur. Sert esen rüzgârlar bile bu dostluğu sarsamaz. Dünya hayatı, dostların ve dostlukların meydan yeridir. Kurulan ya da kurulamayan dostluklar bunun neticesidir. Sınanmış dostluklar uzun ve kalıcı olur.”

Hüsrev Hatemi’nin Okuma Notları

Hüsrev Hatemi okuma notlarını paylaşmaya başladı. Bu tür çalışmalar çok kıymetli. Usta isimlerin okuma notları bizlere yol gösteren önemli çalışmalardır. Hatemi ile bu sayı Mevlana’ya, Divan şiirine doğru bir yolculuğa çıkacağız.

“Ey Çeng, İsfahan makamından nağmeler istiyorum senden.” Mevlânâ’nın bu gazeliyle ne zaman karşılaşsam sevinirim. Bu sıcak temmuz gününde kıdemli dost Yakup Şafak Bey’in Divan-ı Kebir’den Seçmeler adlı eserini (Say Yayınları, 2012, Sayfa 112- 113) tesadüfen açışımda karşıma yine bu gazel çıktı.

Gazel

İsfahan perdeleri istiyorum ey Çeng
Hoş ve yakıcı inleyişler istiyorum ey Ney
Irak perdesinden Uşşak’a armağan götür
Rast ve Bûselik gibi hoş ezgiler isterim.

Bu gazeli sonuna kadar okudum her zamanki gibi. Fakat bu gazelle her zamanki karşılaşmamızda olduğu gibi, bir defa okumak yetmedi. Tekrar tekrar okurken ilk defa Bûselik makamının adına takıldım. Bûselik, birçoğumuz için öpüşlük demektir. Ben de öyle düşünürdüm. Fakat Mevlânâ döneminde, “yani Anadolu Selçuklularının sonu henüz gelmemişken, Anadolu topraklarında Yunus Emre, Kadı Burhaneddin ve İran Azerbaycanı’ndan Nesimi, Abdûlkadir-i Meragi ortaya çıkmış değil, çıkmak üzereyken bir klasik müzik makamı nasıl olmuş da Farsça bûse kelimesiyle başlayıp Türkçe son ek ‘lik’ ile bitmiş” diye düşünmeye başladım.

Süleyman Ceran – Gazze İçin Renkler ve Harfler

Her türlü engele rağmen dünyanın birçok yerinde Gazze direnişine destekler devam ediyor. Dünyanın bir vicdanının olduğunu gösteriyor bu destek eylemleri. Eurovision Şarkı Yarışması’nda yaşananları bu bağlamda ele almış Süleyman Ceran.

“İsveç’in Malmö kentinde düzenlenen Eurovision Şarkı Yarışması, Filistin’de yaşanan soykırımın âdeta bir cephesine dönüştü. Filistin’in Malmö cephesi. İzlanda, Norveç, Danimarka ve Finlandiya İsrail’in yarışmadan çıkarılmasını dillendiren ülkeler oldu. Bu çağrılara rağmen işgalci İsrail’in yarışmaya katılımı engellenmediği gibi finale kadar yükseltildi. İrlanda başta olmak üzere İsviçre, Norveç, Danimarka, Litvanya, Finlandiya, San Marino, Belçika, Portekiz ve İngiltere’yi Eurovision Şarkı Yarışması’nda temsil eden sanatçılar, Gazze’de acil ve sürdürülebilir ateşkes çağrısında bulundu.”

“Yarışmanın her yerinde politik mücadele vardı. Yarışmacılar bir yandan, yayıncı kuruluş ve yarışma heyeti başka bir yandan sembolik savaşlarını sürdürdüler. Filistin asıllı İsveçli şarkıcı Eric Saade, sahneye bileğinde Filistin kefiyesiyle çıktı. Herkes Gazze’de yaşananları küresel gündeme yerleştirmeye çalışıyordu.”

Gün Olur Asra Bedel

Halil İbrahim İzgi, kovid günlerinde Azerbaycan’ın Ermenistan ile süren savaşını ve İstanbul’dan Azerbeycan’a uzanan kutlu yolculuğu tarihi süreçte yaşananlar ışığında anlatıyor.

“Yıl 2020 ve dünya, evine kapanmış durumda. Sü uyur, düşman uyumaz, derler. Sü, asker demek. Karabağ’da Ermeniler Ruslardan aldıkları güçle küstahlaşıyor, işgal sınırlarını dahi yetersiz görerek kendi toprakları içinde Azerbaycan askerlerine rahat vermiyorlardı. Azerbaycan’ın ise kırılmış gururu, toparlamaya çalıştığı ekonomisi ve bir de Türkiyesi vardı. Türkiye’nin içinde benim de olduğum insanlar vardı. Umudu kesmeyen ama umudu nerede bulacağını da pek bilemeyen…”

“İstanbul’da yolculuk öncesi Karaköy’de bir kafede Sernur’la vedalaşıyorum. Anlamakta güçlük çekiyor yolculuğun serencamını. Uçakla gitsen, diyor; kara yolunun daha iyi olduğunu söylüyorum. Çıkmadan önce testlerimi yaptırmam gerekecek. Kimse kimseye yanaşmıyor. Herkes izole ama biz kavuşma niyetindeyiz. Yardım araçlarının üzerinin giydirilmesi konusu var. Öyle ya bu tarihî bir yolculuk, bakan herkes görmeli, gören herkes anlamalı; Azerbaycan yalnız değil. İstanbul Boğazı’ndan geçen Sovyet gemileri geliyor aklıma, orak-çekiçli gemiler. Geçen yüzyıldan hayal meyal kareler. Şimdi dünya başka bir yer, Sovyetler Birliği yok artık, sosyalizm kültürel bir çeşit olarak, bir nostaljik tat olarak menüleri süslüyor.”

Yetimi Hor Görme Sakın

Sadettin Acar, yetim çocukların kalbine dokunan yazısı ile Muhit’te.

“Yetim demek, merhamet demektir. Herhangi bir sebepten dolayı kararan kalbimiz, yetimle temas kurduğumuz her anda kendine gelir, içinde merhamet filizleri yeşermeye başlar. Aslında İslâm, üzerine yaratıldığımız saf fıtrata bizi sürekli çekmeye çalışıyor. İnsanın fıtratından uzaklaşmaması için ona ödevler veriyor, kurallar koyuyor, emir ve yasaklar belirliyor. Dolayısıyla yetimle temas kurmak sadece bir yetime, bir çocuğa bir şey vermek olmuyor. Bu temas neticesinde ondan aldığımız, verdiğimizden çok daha fazladır. Yani yetime temas etmek, ona muhabbet duymak, onun hakkını korumak, sadece o yetime yaptığımız bir iyilik olarak görülmemeli.”

Muhtacız Merhamete, Ekmek Gibi Su Gibi

Dünya her gün biraz daha merhamet duysunu yitirdi. Ondandır ki acılar hiç eksilmiyor üzerimizden. Herkesin içinde var olan ama bir türlü canlanmayan bir duygu olarak merhametin tekrar dünyayı kuşatması ile acılar nihayete erebilir. Bu mümkün mü? Umut etmekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Muhammet Enes Kala, merhamet üzerine yazmış.

“Mahreminde başka canlara yer açmasını bilen, kendi faydasının başkasının hayrından neşet edebileceğini akledebilen kişinin merhamet kubbesi o kadar güçlüdür ki merhamet sahibi bahtlı kişi, sadece yaşama zevkinden değil, yaşatma ahlâkından da pay alır. Bilmeliyiz ki insan, “üns”e bağlı ve sevdalı bir varlıktır. Yaşama becerisinde yekdiğerinin mevcudiyetine ihtiyacı vardır, o olmadan hep eksiktir.”

“Merhamet, diğer erdemler gibi birbiriyle güçlü bir iletişim ve birlikte varoluş ağına sahiptir. Tamamlayıcı erdemler onu güçlü kılarken o da diğer erdemleri takviye eder. Bir rahim ve yaşam kubbelerinden birisi olarak tavsif ettiğimiz merhameti taşıyan güçlü sütunlar vardır. İlk sütun adalettir ki bu sütun, aynı zamanda merhametin varlık ekseninden neşet eder. Merhamete varoluş gayesini kazandırır. Böylece bizler onun muhabbetle birlikte tüm mevcudatın var olabilme ve var kalabilme imkânına işaret ettiğini görebilir, anlayabiliriz. Bir hiyerarşiler manzumesi olan âlemde yatay ve dikey ilişkiler ağının her bir unsuru esasında merkezî önemi haiz olarak vazife görür.”

Dağların Ardı

Harun Yakarer, şiirin kelime evrenini anlatıyor yazısında. Kelimelerden kurulu kocaman bir dağ var karşımızda. Bir de şiirin arka yüzü var. Görünmeyen, gizemli. İmgelerden kurulu bir dünyadan bahsediyor Yakarer.

“Şiirin söz hakkını aldığı yer burası. Çünkü şiir, genelin gerçeğinden kaçışın ilk adımıdır. Bazen sessiz, bazen gürültülü… Ama herkesin gidemeyeceği, herkesin dâhil olamayacağı, herkesin istese de nüfuz edemeyeceği bir alana geçişin güzellik anahtarıyla açılan kapısı. Dil, yukarıda Refik Halit’ten ilhamla dediğimiz gibi bir vatansa eğer, vatanın sınırları görünürde olmasa da genişlemiş demektir şiirle. Tıpkı Türkiye’nin sadece kendi sınırlarından ibaret olmadığı gerçeği gibi.”

“Şiir, bir başkaldırı sanatıdır. Haksızlığa, adaletsizliğe, olup bitenlere karşı bir itirazdır, isyandır. Çivisi çıkmış dünyada ipini koparan her insanın, toplumun, şirketlerin, devletlerin karşısında kendine sadık kalabilmenin dille mümkün olan aracı şiirdir. Başka bir dile çevrilemediği gibi paraya da çevrilemez şiir. Çünkü rağbet gösterilebilir bir basitliği yoktur onun.”

Senden Evvel Ölem

Mustafa Çiftci, hikâye tadında bir yazısı ile Muhit’te. Eşler arasında geçen; erkeklerin eşlerinden önce ölme isteğinden başlayıp yaşlanan erkeklerin yaşadığı zorlukları hazin bir dille anlatıyor Çiftci.

“Memleketimizde erkeklerin bir duası, hanımlarından evvel ölmektir. Nesilden nesle korkular, beklentiler, dualar da aktarılıyor. Hanımdan evvel ölmek duasını ben dedemden belledim. Yaşım o kadar çok değil ama hanımdan evvel ölmek duasını ben de ediyorum. Dua, ölümü istemek değil çünkü ölüm dilemek caiz değil. Bu duanın yaşla da ilgisi yok. Duanın temelinde yalnız kalmak, kişisel bakımını yapamamak, aciz duruma düşmek, bir de evlada muhtaç olmak korkusu var.”

“Beni en çok üzen tablo, herkesin onlarla bağırarak konuşmalarıdır. Yaşlı erkekler sağır olacak diye kural mı var? Dedemle de öyle konuşanlar olunca dedem başını yana sallar, ya sabır çeker ve dönüp bize sorardı: Neden bağırıyor bu adam?”

Muhit’ten Öyküler

Güray Süngü – Hikâye Hırsızları

“Günlerden bir gün bir şey olur ve o olandan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz; her şey, olanla başka bir şeye dönüşür, o gün de öyle bir gündü, o olan da öyle bir olandı. Günlerden bir gün, insanların milyonlarcasının kullandığı sosyal medya uygulamalarından birinde, kadının biri bir hikâye paylaştı.”

“Kadın hikâyeyi paylaştı ve hikâye önce biraz görüldü başkaları tarafından, sonra başkaları tarafından da kadının profilinden paylaşılmaya devam ederek yayıldı. Sonra iyice yayıldı. Sonra acayip derecede yayıldı. Sonra bir bakıldı ki kırk sekiz saatte milyonlarca görülmüş, yüz binlerce paylaşılmış. Sonra başka bir kadının biri bu paylaşımı paylaşarak şu notu düştü: bu hadise benim başımdan geçti, bu hesap benim yaşadığım hadiseyi benim profilimde görüp kopyalamış, yani çalmış ve paylaşmış, filan. İspat olarak da kendi profilinde paylaştığı bu hikâyenin daha önceki bir tarihi içeren görüntüsünü iliştirdi paylaşımına. Sonra ne oldu? Hiçbir şey.”

Ayşegül Genç – Evde

“Gece göz kapağı gibi ormanın üzerine kapanınca ve şiddetli fırtına dalları birbirine ekleyip ve kırarak birbirinden ayırınca, yapraklar toprağa dokununca o hariç, her canlı bir kuytu buldu kendine, endişesiyle ortada kaldı. Baykuşlar için içi boş ağaçlar vardı, yarasalar çatıların eksik kiremitlerinden içeriye girdi, tavşanlar oyuklara sindi, tarla kuşları eğildi, toprakla bir oldu. O da evini hatırladı, koştu, fırtınadan önce evine vardı, fırtınadan önce kapıyı çaldı, kapıyı vuran da kapıyı açan da kendisiydi. Evdeydi.”

“Eve dönmek düşlediği gibi olmayınca, evinin yanından geçip gitmek de ağır gelince yolculuğuna bir paradoks eklenir: Yolda olmak başka şeyleri mülk edinmeye engel değil. Belki de yolu da mülk edinecek.”

Handan Acar Yıldız – İpek ve Pusula

“Pusulayı tutuşturdu. Dumanını ciğerlerine çekti. Ne alkol ne tütün… O, pusula tiryakisiydi. Markası ise kör pusulaydı. Günde üç kez kör pusulayı tutuşturup dumanını içine çekiyordu. Sonra dünyanın bütün yönleri yavaşça gözden düşüyordu. Kuzey siliniyordu önce, sonra tek tek diğerleri. Güney, batı, doğu… Ama hepsi silinse bile o doğunun ne tarafta kaldığını adı gibi bilirdi. Henüz bütün ışığını kaybetmemişti.”

“Daha önce gördüğü hiçbir kuşa benzetemediği Hüma Kuşu, göğsünün üzerine oturmuştu. Hem çok estetik hem de vahşi bir kuştu. Bakanı hem ürpertiyor hem de hayran bırakıyordu. Güzelliği, korkutuculuğunun ardından bile seziliyordu. Durduğu yerde kanat çırpıyor ne ileri ne de geri hareket ediyordu. Mor ve lila renklerindeydi. Başı yeşil, gagası siyahtı. Başının üzerindeki tüyler narçiçeği rengindeydi. Onun da üzerinde sarı tüyler vardı.”

“O boşluğa yuvarlanmıştı. Yeniden yüreğine tampon yapmak için suzanîyi aramaya koyulmuştu. En güzel ve en çok kumaş çeşidinin yer aldığı Kozahan’a doğru yola çıkmıştı. İpek Yolu’na doğru uzanan yolculuğu da böyle başlamıştı.”

Muhit’ten Şiirler

Kalebentler ve kelebekler arasındaki tuhaf ilişki
Küçük uykulardan yapılma o büyük rüyalar
Ellerimde aşkî bir imar izniyle kurduğum şiir şehirleri
Ellerimde ellerinde asırlardır beklediğim o haber.

İnsanölçerler henüz icat edilmedi, ruh tartıları hileli
Ölüm çarşılarında cirit atıyor karaborsa yaşam fedaileri
Kim kurtaracak beni çoğala çoğala var olmaktan
Beni kim göğsüne bastırıp büyüten o büyük süt devleti.
Ahmet Edip Başaran

bana umudun diliyle seslen
Gazzeli çocukların taş atan ellerinden

bana aşkın diliyle seslen
sevdiğini bekleyerek yaşlanmış kadın yüreğinden
Arif Ay

Dışarıda çayırlardan bembeyaz sisler yükseliyor
Uçak helezonlar halinde Budapeşte’ye inerken
İnsan bir şehre girerken başka
Ondan ayrılırken başkadır
Tıpkı bizim gibidir şehirler de
Nereye gidersen git
İster Arap çölü, Aztek imparatorluğu
Antarktika kıyısı, karla kaplı Alpler
İster Kuzeybatı geçidi, Kongo nehri
Latince saçlarıyla karşı kıyıda seni bekler
O çok Avrupa, o çok kaçkın kıta
Mustafa Akar

Rüzgâr koparamadığı yaprağın
Ağacını devirmesini bilir
Kesmediği acılar var bıçağın
Doğradığı gövdelerde silinir
Sır saklanıyor ya her insana bir…
Mehmet Aycı

Yenisey’den bir kuş uçsa kanatsız
Fırat’ın kalbinde ölür balıklar
Sadira’yı aldatırsa bir kadın
İtibarı nasıl korunur aşkın
Görmez misin yine öldü turnalar
O me’yus aldanış, derin istila
Unutturdu yâdımızı, her sabah
Akbabalar yuva yaptı pervasız
Geceyi toprağa döken vadiye
Nurullah Genç

yüzünü güneye sırtını kuzeye vermiş evlerde
herkes ötekinin içinden geçsin diye kapılar
susamışlar için sürahi yorulmuşlar için sandalye
sonsuz bir ürperiş doğurmuştur bir kere
ne bırakıp giden olmuş ne dönen geriye
Mehmet Narlı

Uzaktan görünen bir köy kadar sessizsin
Herkes konuşuyor, herkes konuşur
Neden senin sözlerin her seferinde boşluğa düşüyor
Arada pencereye bakıp dalıyorsun
Ağaçların hafif kıpırdanışlarında hissedilen rüzgâr
Durduğun oda sanki kocaman bir boşluğa dönüşüyor
Ömer Yalçınova

Bir örümcek ağına takılmıştır şimdi
nereye baksa bir tavşan gibi zıplayan ölüm
kaçmak istediği bir şey var belli
gitmek istediği bir yer yok

Adam sümbülü koyarken masaya
bir Kerkük türküsü mırıldanıyor
Yunus Karadağ

Çok zaman oldu sen gideli
Dünya her gün biraz daha sensiz
Dünya biraz daha unutuyor biraz daha habersiz
Desem ki çok zaman oldu sen gideli
Bu sözü hemen yalanlıyor kalbimiz
Az önce kalktınız yerinizden efendim
Az önce kuru et yiyen yetimiydiniz bir annenin
Az önce ateş çıkaran gürzü
Parçalanan kayanın yanına bıraktınız
Said Yavuz

Türk Edebiyatı, Sayı:610

610. sayısında dosya konusu yok ama yine dopdolu içeriklerle karşımızda Türk Edebiyatı dergisi. Edebiyat tarihinin kalbi bu dergide atıyor desek yeridir.

Dergiden yapacağım ilk paylaşım A.Yağmur Tunalı’dan. Milliyetçilikten, milliyetçi duruşun tarihinden ve edebiyata yansımasından başlayan anlatım Ahmet Bican Ercilasun ile devam ediyor.

“Fırtınalı yılların kabına sığmayan çocuklarıyız. Dinmeyen tufanlar, boralar, yangınlar içinde daima ileri atılanlarız. İnsanlığın macerasından birazcık anlayan, bizi destanlar çağında zanneder. Meydan savaşlarına girişen ordular sevk edenlerimiz ve her şartta tam böyle hissedenlerimiz çoktur. Bir ayağı bugüne sağlam basan, bir ayağı tarihin çağlarında başı dik yürüyenleriz. Gözümüz ufuktadır. Doğacak güne zafer muştuları çığıran, yenilmez, ezilmez ruhların son olmayacak, son göz ağrılarıyız. Bizim için yaşamak budur.”

“Ahmet B. Ercilasun, milliyetçiliğin entelektüel hareket olduğu devirlerden gelen bir isim. Atsız’dan Zeki Velidi’ye, Reşit Rahmeti’den Şükrü Elçin’e kadar Türklük alanının ve Türkçülüğün büyüklerini tanıdı. İnsan, insan içinde ve insanla yetişir. Kitaplar yardımcıdır. Okul önemlidir ama çevre daha önemlidir. İnsan çevresiyle insandır. Aileden çıkarak asıl manasında çevresinin çocuğudur.”

“Sanatla iç içe olmayan bunları yapmayı düşünemez ve başaramaz. Ercilasun, edebiyatın her türüyle beraber müziğe, tiyatroya, diğer sahne sanatlarına yakındır. Kültür meselelerinde düşünen ve yazanlardandır. Dilcilerin ön safında yer aldığı gibi kültür üzerinde düşünen ve yazanlar arasında da öndedir.”

Mevlevî Maârifleri

Mevlevî Maârifleri hakkında yazmaya başlamış Ziya Avşar. Yazının ilk bölümünde Bahâeddin Veled ve Maârif’i hakkında bilgiler veriliyor. Yazının ilk bölümünde  Mevlevî geleneği içerisinde Maârif özelliği taşıyan beş eserden bahsediyor Avşar. Daha sonra Bahâeddin Veled’in hayatı ayrıntılı olarak ele alınıyor.

“Bahaeddin Veled, mana âleminde kendisine sultanü’l-ulema ünvanının verildiğini müjdeleyen bu rüyalar üzerine dualarının kabul olunup düşmanlarının lanetlendiği sonucunu çıkarır ve fetvalarında bu ünvanı kullanmaya başlar. Ancak Vahş’ın dinî otoritesi konumunda olan Vahş kadısı, Bahaeddin Veled’in fetvalarında kullandığı bu ünvanı hâliyle onaylamaz ve onun fetvalarındaki bu ünvanı sildirir. Bahaeddin Veled’in Vahş kadısı ile ilgili nakilleri bize hazret ile kadı arasında pek de iyi gitmeyen bir ilişki olduğunu gösterir. Hazrete göre Vahş kadısı kendisine karşı beslediği düşmanlık yüzünden fetvalarındaki bu ünvanı silmektedir. Vahş kadısının bu tutumunu değiştirmesi için Allah’a dua ettiğini belirten hazret, kadının bu teşebbüsü sırf ününü artırıp arzularını tatmin etmek için yaptığını belirtir. II Bahaeddin Veled’in Belh’te Harzemşahlar yüzünden ters dönen talihi, Harzemşah ülkesini terk edip geldiği Gurlulara tabi Çap Han’ın yönetimi altındaki Vahş’ta da yönünü değiştirmez. Hazretin Vahş kadısı İbrahim ile iyi gitmeyen münasebetleri, sultanü’l-ulema ünvanı yüzünden tamamen bozulur. Bahaeddin Veled’in manevî bir lütuf saydığı bu ünvanı kullanmadaki kesin karar ve ısrarı kadı tarafından tasvip görmez ve iş, kadının fetvalardan bu ünvanı sildirmesine kadar varır. Sultanü’l-ulemadan hoşlanmayan kadı, bu ünvan meselesini fırsat bilerek hazretin itibarını sarsacak hamleler yapmakta gecikmez.”

Ülkücü Romanın Mimarı: Peyami Safa

Lütfü Şehsuvaroğlu, Peyami Safa’yı anlatıyor. “Ülkücü romanın mimarı” olarak tanımlıyor Safa’yı. Bu konuda söz söyleme salahiyetine sahip bir isimdir Şehsuvaroğlu. Hem roman hem de ülkücülük kavramlarının içini tam anlamıyla dolduran bir isimden Peyami Safa’nın bu yönünü okumak büyük keyif ve kazanç. Yıllar önce gazetedeki köşesinde okumuştum bu yazıyı. şimdi dergide tekrar yer alması önemine binaen oldukça isabetli olmuş.

“Peyami Safa, bizim ve bizden evvelki kuşağın entelektüel milliyetçiliğinin başvuru adreslerinin başında gelir. 19. yüzyılın son yılında doğan Peyami Safa, çözülüşün, dağılışın, kopuşun sonra kopan parçaların birleştirilmesinin, yeni rejimin, yeni rejimin yenilenmesinin ve onun bin yıllık köklerle irtibatının kendi sanatkâr kişiliğinde kavramsal inşasını bulan bir devir vicdanıdır.”

“Peyami Safa, yeniden okunmalı ve anlaşılmalı. Zira yazdığı günden bu yana Türkiye’de hiçbir şey değişmemiş ve dolayısıyla eserleri de güncelliğini yitirmemiş gibi… Sosyal psikolojik bünyemiz (Bünye… Bünye.. Bizim için her şeyden evvel bu.) aynı hastalıklarla boğuşuyor; modern ile klasik, eski ile yeni, Batı ile Doğu, hakikat ile yalan ilişkisi aynı çapraşıklık içinde. Bugün belki de eskisinden daha ziyadesiyle hakikatin gölgesinde yalan var.”

Şiirin Sokaklarında Tenha Gezen Yıldızlar

Kâmil Uğurlu, uzun soluklu bir yazı kaleme almış. Şiirden, şairden, şiirin hallerinden bahisler açıyor yazıda. Daha sonra sözü Ali Uğur Gündem’e ve M. Ali Köseoğlu’na getiriyor. İki şairin kitaplarından şiir yolculuklarından örnekler sunuyor yazıda.

“Ali Uğur Gündem, hukuk eğitimi almış, Konya’nın saygın avukatlarından biridir. Üniversitede dersler anlatır. Tevazunun boyut kazanmış şeklidir. Yayınladığı kitapları da aynı alçakgönüllülük ve iddiasızlık yolunda yürürler. Ve şairin iç dünyasını, sıradan olmayan zenginliğini yansıtırlar. Onun kitaplarından birine ön söz yazan Mehmet Sevgili, “okuyucuya şiirden bir köprü kurduğunu” söyler. Ve Ali Uğur Gündem’in şiirini cam sütunlar, cam kolonlar üzerine inşa ettiğini, kelimeleri böylesine dikkatle seçtiğini ve onun kelimelerinin kendi vicdanlarıyla hesaplaştığını, bu sebeple ortaya çıkan sonucun benzersiz olduğunu anlatır.”

“Köseoğlu’nun şiir serüveni uzundur. Bu konakların hepsine konup göçmüştür. Dili iyi kullanır. Kelimelerin musikisi önemlidir. Milletin kullandığı kelimeleri kullanırken ikirciksizdir, rahattır. Mütemadiyen, mütebessim, ihtimal, meşhur, menü… Kelimelerini mimarisine uygun yerlerde kullanmazsanız her biri tehlikeli ve sevimsiz kılarlar çevrelerini. Ama şair bu kelimeleri öylesine sevimli ve müzikli kullanıyor ki, onlar Köseoğlu’nun mısralarında özgür papatyalar gibi güzellikler saçıyorlar.”

Postmodernizme Karşı Sosyal-Buluşçuluk

Nereye sürüklendiğimiz belli değil. Dünyanın ortasında bir karmaşayı yaşıyoruz. Hızlı, dağınık ve çokça tutarsız. M. Sadi Karademir, bu savruluşu taşımış yazısına. Postmodernizm yaşıyor mu yoksa başka bir yol mu bulacak içimizdeki evren?

“Bütün dünya bir çamaşır makinesinin içinde dönüyor. Dıştan bakınca kapımız şeffaf; her şey -kendi irademizle sandığımız- aslında içeriye tıkıştıranın izniyle hareket hâlinde. Arada bir etrafımızı kaplıyor sular. Birbirimize dolanıyor, sürülüyor, köpürüyoruz. Nefesimiz daralıyor, kırışıp buruşuyoruz. Yalnız ufak bir sorunumuz var. Herkesin ve her şeyin karıştığı bu parlak tambur, içinde yıkanan her şeyi kirli çıkarıyor dışarıya. Bir kez daha deneyecek miyiz durulanmayı, bir kenara atılıp öylece bırakılacak mıyız? Her şey belirsiz. Liberal kapitalizmin bir neticesi olan postmodernizm işte bu belirsiz ve kirli bulamaçta yüzdürüyor insanlığı.”

“Belirsizliği yönetenler, günümüz sanat ortamında toplumsal olan her konuyu -içini boşaltarak- yeni insandan uzaklaştırdılar. Postmodernizmle birlikte, yaşadığımız çevre, kurumlar, kültürler, gelenekler ve inançlar, sanatsal görüşler, duruşlar, ahlaki değerler yok edilmek istenmekte. Orijinal kavramı, özgünlük kavramı, irade, karakter kavramları önemli ölçüde tahribata uğradı. Sanatçılar “dünya için yeni yollar aramak”tan vazgeçirildiler.”

Keley, Dionysos ve Keloğlan

Masallar dünyasına Keloğlan’ın “kel”inden  bakıyoruz. Emrecan Doğan masal kavramını ele alarak başlıyor yazısına. Daha sonra konuyu kel, kellik ve Keloğlan’a getiriyor. Kellik deyip geçmemek gerek.

“-Kal, -Kel kelime kökeni, mitolojik anlatılarda ve halk masallarında pek çok kahramanın adının kaynağıdır. Bu yaygın kullanıma rağmen ne anlama geldiği bilinmemektedir. Yakut Türklerinin mitolojisinde yer alan şamanların yardımcı ruhu Keleeni’nin adı buradan gelir. Aynı zamanda mitolojide kam iki ruhludur. Onun öbür dünyada yaşayan ruhuna İye Kığıl denir. İye Kığıl’ın başka bir adıysa -kel veya -hel’dir. Bu açıdan Yakut Türkleri -kel, -hel ya da -kal kökünü şamanla ilişkili ruhlar için kullanmaktadır. Sözcüğün kökeni de ruhla alakalı olabilir.”

“Dionysos’un verili düzen ve iktidardan yana olmadığını, aksine onun karşısında konumlandığını belirtmiştim. Peki, Keloğlan kimin karşısındadır? Onun Apollon’u kimdir? Padişah. Keloğlan’ın yolu, masallarda sık sık padişahın sarayına düşer. Padişahın da bir kızı bulunur. Kimi masallarda Keloğlan ile kız birbirine gönül verir, kimisinde kızın veya padişahın başına korkunç bir felaket gelir ve onu def edene padişah kızını verir.17 Bazen de ortada hiç padişah kızı olmaz, Keloğlan padişahın kendisiyle mücadele ederek tüm imkansızlıklara rağmen ona galebe çalar. Padişah burada düzeni ve iktidarın kendisiyken Keloğlan onun karşısında yer alan Dionizyak karakterdir.”

Türk Edebiyatı’ndan Hikâyeler

Özge Korkmaz – Hâristan

“Meryem, 78 yılının en soğuk gecesinde, ağzından çıkanların cezası olarak kerpiç evlerinin kapısından yaka paça atıldığı o gece, soğuktan moraran ellerini havaya kaldırıp Yaratan’a yalvardı.”

“O gece soğukta dizlerini karnına çekmiş, nefesinin sıcağıyla ısınmaya çalışmıştı Meryem. Kendine değil de karnındaki yavrusuna acımış, yazmasını karnına dolamış, üstüne de hırkasını iyice sarmıştı. Gece sonlanıncaya dek Mahmut’a ilendi de ilendi. “Ettiğini çek Mahmut, senden olan gün yüzü göstermesin sana. O çenen çekilsin inşallah!” dedi. Gün ağarmaya yakın artık tüm gücünü yitirdi. Soğuğun da etkisiyle gözleri yavaş yavaş kapandı, uykunun kollarına sindi.

“Günler geçti, mevsimler değişti, Seyit yetişti, sekiz aylık oldu. Emeklemeden yürüdü. Meryem oğlundaki değişikliklere şaşırsa da rüyasında gördüklerini hatırlayınca onun korunduğunu düşündü. “Allah, çektiğim acıları gördü de oğlumu anasına Hızır misali yetişsin diye gönderdi.” dedi.”

Fatih Selvi – Unutursun

“Apartman kapısı zangırdıyor. Her eylülde kuzeyden esen soğuk rüzgârlar geldiklerini böyle bildiriyor. Çürümeye yüz tutmuş ahşap evin her tarafı bir lisan hâli üzerinde. İç karartan fısıltılar duyuluyor. Düzeni bozuk yağmur bir serptirip bir duruluyor. Pencereleri istediği desenler beziyor, yağmaktan sıkıldığında gökteki kabuğuna çekiliyor. Boz karganın çatıda sekişini işitiyor Fikret Hanım. Çatının müdavimi kuş, kursağını doldurmuş, biraz dinlenerek akşamı bacada bekleyecek.”

“Derin bir iç çekişten sonra burnundaki sızıyı parmaklarıyla kıstıracak. Avucunu nemli toprağın üzerinde, kocasının saçlarında gezdirircesine dolandırırken geçen vakti unutacak. En derin unutkanlıklardan ayılıp evine giderken onuncu adımda arkasına dönecek. Evden son kez, işe diye çıkan kocasına baktığı gibi mezara baktığını bilmeden. Onun yanından artık istese de ayrılamayacağı güne kadar bu hep böyle olacak.”

Dilek Altundağ – Terzi

Giyim mağazası ile manavın ortasında küçük bir dükkân. Dükkânın içinde dört dikiş makinesi. Baştaki pedallı dikiş makinesi babanın. Üçüncü makinede ortanca, dördüncüsünde küçük oğlu oturuyor. İkinci makine boş. Köşedeki tezgâhın üstünde kumaşlarla rengarenk iplikler var. Hemen yanında uzun, siyah kablolu buharlı bir ütü ve masası. Boyası sökülmüş duvara dikilen elbiseler asılmış.”

“Baba, bir şeyler anlatıyordu takım elbisesini tamir ettirmeye gelen müşterisine. Berberler de konuşmayı sever, bu başka ama. Terzi dertli. Çok kızgın. Üzüntülü. İçini dökecek. Arada bir işini bırakıyor, müşterisine bakıp konuşuyordu boyun damarları gerile gerile. Sonra makinenin ipliğini takıp kumaşı masada yüzdürüyordu.”

Sıram gelmişti. Terzi ayağa kalkarak:

“Buyurun, beyim!” diyerek üç ayaklı iskemleyi altıma çekti. Oturdum. Pantolonumun paçalarını gösterip kısaltılmasını istedim. O sırada çaycı çırağı geldi.Terziye sormadan birer çay bıraktı dikiş makinelerin üstüne. Öğle sıcağı iyice bastırmıştı. Çabuk yürümüş, terlemiştim. Çay hararetimi kesebilirdi. Hemen içtim. Ben de bu dükkâna uğrayan müşterilerden biriydim. Terzi, beni tanırdı. Çocuklar hâlâ konuşmuyordu. Önlerindeki işe odaklanmışlardı.

“Delikanlı artık dükkâna uğramıyor herhalde.” dedim boş makineye bakarak.

Türk Edebiyatı’ndan Şiirler

Dalgınlığını besler, dünyayı giyinirsin
Dünyayı soyunursun uyandığında
Kimliklerin, rollerin aynasından geçerek
Ellerinden, saçlarından, gözlerinden geçerek
Takılardan, dövmelerden, nakışlardan geçerek
Kendini soyunursun, giydirilmiş ne varsa
O zaman fark edersin, yerinde nasıl dursun
Seni anlamlı kılan, dönüp, dönenen dünya
Mehmet Aycı

Biraz İstanbul oldu Süleyman
Saçları dalgalı, uzun ve dokunmasam karanlık
/ dokundum dokundum
Ayetel Kürsi’yi de okudum
Gözlerine bakınca Boğaziçi
Aceleci ve telaşlı ve kalabalık
M. Ali Köseoğlu

Âteşin dağlarında ruhum hâlâ dağınık
Nasıl şekillenmezse tuttuğunda kan ve kum
Kendinin ırağında kaybolan evler gibi
Kirpiğime düşmeyen kuyu dibinde uykum

Tutunur gelmeyecek günlerin telaşına
Giden nadimse yârdan kalana birkaç sızı
Yolunu gözlediğim şarkı içimde duran
Götürür belki bir gün üç doğru bir yanlışı
Nuray Alper

Öyle sanıyordum tekçe benimsin,
Sakince gezdiğim öz çemenimsin,
Her gülün, çiçeğin bana açıyor,
Her kokun, her ıtrın tekçe benimdir.
Önüme konulan bu dolu tabak
Kıymetli hazine, külçe benimdir.
Reşad Mecit

Birnokta, Sayı: 271

Yaz sıcaklarıyla birlikte geldi Birnokta’nın 271. sayısı. Giriş’te yine Mürsel Sönmez’den durum değerlendirmesi var.

“Memleket sınırlarının iki ucunda mevzilenmiş ve güç tahkimatı yapan “büyük şeytan amerika” bir yandan sinirlerimizi gererken, diğer yanda Gazze’de, insanlığın kanının en çok döküldüğü yerde, bir katiller ordusu var ve soykırımını belki tarihte hiç görülmemiş bir biçimde fütursuzca sürdürüyor. Ukrayna’daki savaş, üçüncü dünya savaşı söylemleri de cabası. Bunlar olurken emeğin ve helâlin yolu tıkanıyor; faizin, haramın, vurgunun, sömürünün saltanatı sürüyor. Sürekli vurguladığımız gibi, hayatına kattığı hiçbir doğru ya da değeri, tutum veya davranışı sorgulamadan kabul eden; aklı, kalbi hatta hayal gücü tutuklanmış, kişilik oluşturmaktan uzak ve oyun hamuruna dönüştürülmüş bir insan tipi ile de karşı karşıyayız.”

Bir İsim Hikâyesi

Hasanali Yıldırım, anılar eşliğinde isminin hikâyesini yazmış. Her ismin bir hikâyesi vardır da aslında geçip giden zaman unutturuyor birçok şeyi. Bazen isimleri bile.

“Birkaç gün taraflar kendi tekliflerinde ısrar edip durur. Garip bir şekilde dedem, kızı tarafından verilen kendi ismi yerine, en sevdiği arkadaşının isminde ısrarcı; kızı ise babasının adını biricik oğluna lâyık görmekte ve belki de ilk kez babasına diretmekte. Belli ki oğlunda Hz. Ali’den bir iz olsun istemekte.”

“Artık beni kapı komşuları kadar sık görmeye başlayan memurlardan biri, evvelâ yüzüme ince ince baktı, sonra o ince bakışlar kalınlaştı, nihayet kabalaştı. Neler saymadı ki bana? Yok efendim, hüviyetimle ben mi oynamışım? Adımı niye yanlış yazmışım? Ben, ben miymişim? Bu hüviyet başkasının mıymış? Bir sürü ipe sapa gelmez lâf.”

Dostoyevski ve Biz

Dostoyevski’nin Türklere bakan yüzünü yazmış Mehmet Kurtoğlu.

“Rusya ve Türkiye! İki kadim millet! Türkler dünyaya Nizam-ı Âlem ile düzen vermeyi kılıçlarıyla yapmışlardır. Ruslar ise kalemleriyle. Rusya Puşkin, Gogol, Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev ile zihinlere ve yüreklere girmişlerdir. Türkiye yalnızca dünyaya nizam vermemiş aynı şekilde kendi halkına da nizam vermek için birçok darbe yapıp, birçok kelle koparmıştır. Cumhuriyetin ilk yüz yılında beş darbe ile halkın zapt-ü rapt altına alınması dahi, dışa açılamayan (savaşmayan/fetih yapmayan) bu “Nizam-ı Âlem” düşüncesinin içte kendi kendini yemesidir. Büyüyemeyen, büyük adamlar çıkaramayan Türkiye’nin sancısıdır.”

Ali Günvar ile Söyleşi

Ercan Ata’nın bu sayıdaki konuğu Ali Günvar. Söyleşi ve Günvar’ın şiirine dair detaylı notlar Birnokta okurlarını bekliyor. Günümüzün önemli şairlerindendir Günvar. Şiirine, çalışmalarına, Hilmi Yavuz’a dair notlar var söyleşide.

Söyleşiden…

“Çocukluğum tasavvuf edebiyatından beyitler, şiirler, nefesler okunan bir ortamda geçti. Dedem istiklal savaşı gazisi bir derviş, aynı zamanda öğretmendi. Ben de başlangıçta onun rahle-i tedrisinde yetiştim. Kısaca söz ve söz sanatlarıyla tanışıklığım kendimi bildim bilelidir.”

“Üniversite hocasıyım, ama kendimi akademisyen saymam… Akademi’nin kuralcı yaklaşımlarından pek hoşlandığımı söyleyemem. Mimarlık mesleğini hayatım boyunca severek yaptım. Zira mimarlık şiir ve bilhassa epik ile ilişkisi en güçlü meslektir.”

“Türkiye’de Rönesans dedikleri tuhaf bir Fransız kültürü kopyalamasıdır. Kanımca ciddiye alınır bir yanı da yoktur. Zira Rönesans “yeniden doğuş” demektir. Bu ifade tarihte bir “doğuş”u var da geçirdiği bir fetret döneminden sonra onun üzerine bir “yeniden doğuş” gerçekleştiriyor biçiminde anlaşılır. Ancak Fransız kültürünün doğuşu nedir ki yeniden doğuşu olsun.”

Beylerbeyi Günlükleri

Nurettin Durman’ın Beylerbeyi Günlükleri’nde bu sayı 2006 yılının nisanındayız.

“5 Nisan 2016, Salı… Bazen aranmak icap ediyor. Ya da siz birini aramak ihtiyacı duyuyorsunuz. Evimin karşısındaki Şahin Spor Tesislerine gelmiş şairimiz Hasip Bingöl. Mahallenize geldim, gelmişken bir hâl hatır sorayım istedim, diyerek açmış telefonu. Halı sahada imiş saat on dörtte top oynayacaklarmış. Zahmet olmaz, dedim çıktım dışarı. Zaten camdan bakınca görünüyor bulunduğu yer. O beni görmüyor ama ben onu görüyorum.”

“6 Nisan 2016, Çarşamba, 23: 47… Bugüne şiir yazarak başladım. Gerçi dün de bir şiir vardı ama bugüne sanki ayrı bir şey düştü. Hayatımız hakkında kendimize de sorularımız olması lazım. Bu durumu şiirlere sinmiş olan imgelerle ortaya koyabiliriz. Bunu yaparken de bize ait olan şeylerin okuyucu katında başka bir şeye dönüştüğü de olabiliyor.”

“10 Nisan 2016, Pazar… Bir ağırlık bir tembellik var üzerimde. Çoktandır bir yere bir etkinliğe gidip geldikten sonra böyle bir durgunluk oluyor üzerimde. Nedendir bilemiyorum. Öğleyin kızım Gülay ve torunum Beyza geldiler.”

Birnokta’dan Bir Öykü

Ahmet Yılmaz – Kırçıl

“Küçük oğlumun her abi deyişinde içim cız ediyor. Abi, her şeyi bilen demek onun havsalasında; dünyaya ondan önce doğmuş, daha çok güneş doğmuş üstüne, nice ay batmış. Abi, sözlük ve kitaplık; abi, babanın yarısı ve gölgesi, varisi ve vekili demek. ‘Abi, sen kaç tane yılan gördün bugüne kadar? Abi, sen yılandan korkmuyorsun değil mi? Abi, bu yılanın adı ne?’”

“Beriki donmuş kalmış. Bacaklarıma sarılıyor. Uzun, dalgalı saçlarını koklayarak öpüyorum. ‘Sen banyo mu yaptın bugün?’ Kafasını sallıyor. Ellerini açarak, parmaklarına yapışmış çamurlu toprağı gösteriyor. Üzgün.”

“Solucanı buluyorum, pek uzağa gitmemiş. Tahtaların altından sürünerek yürüyor menziline.”

Birnokta’dan Şiirler

Acı olmasın; büyüsün damla damla,
Kardeşlik peşin, sevilmek içten olsun.
Adımları atlas çakır gözlü ceylan,
Susuz kalmasın yokluğun ormanında.

Kâbus olmasın; siyah güllü Endülüs,
Rüyalarımda hep şimşek gibi çaksın.
Selâm yurdunda doğan güneş batmasın,
Kükresin çift başlı kartal yuvasında.
Arif Dülger

adem
şık bir yağmurdu
havva geçerken yanından

öyle bir ısırdım ki elmayı
kanayıp kaldı ağzımdaki azık
ağaçlarım ikindiyle silkelendi
Yasin Mortaş

okudum
can evine çıngılar eken toprakları
emzirmek için ağlayan bulut ayetini

aklettim rahmeti

alnım yeryüzünde aradı
dârülharp olmayan yeri
habil bahçesindeki seccadeyi
Kazım Gök

sözün uğultusundan e-hayat tıkırtısından
cümle şairlere bölünmüş ikindilerden geçtim
aşkın kibrine sığındım en ince yel sesine
üstüme üstüme düşen can ustasının nefesine
buğusu üstünde bir hayat bakıyor
kutsal yokluktan şair doğuran kelimelerime
hep kırk yaşındayım ve hiç tanışmadım ölüm meleğimle
usta şairin dil sürçmesi de bir söz demidir göğün resminde
mümkün ve orta yerinden
unuttum yaşam içi çevrimlerini

e-hayat tıkırtısından
sözün uğultusundan
en ince yel sesinden
Vahdettin Oktay Beyazlı

Ama şimdi Filistin, sorma nasıl Filistin
Tankların, tanıkların, utançların içinde
Üzerindeki tülü kaldırılmış Kudüs’ün
Gazze masumdur, bizim cezamızı çekmekte
Düşünde bir yudum su, gözü kuru ekmekte
Günlerdir, haftalardır, aylardır beklemekte
Cahid Efgan Akgül

ah Rim, gözleri buğulu kızım
yağmalandı şehrimiz
yıkılan evler arasından geçerken
gömdük içimizin dertle örülen yanlarını
gelip susmanın kıyısına sığındık
Akif Dut

Yitiksöz’de İbrahim Demirci Dosyası

Yitiksöz dergisi 24. sayısında İbrahim Demirci dosyası ile karşımızda. Şiirleri, çevirileri, dil üzerine çalışmaları, editörü olduğu çalışmalar derken Demirci, tam tekmil bir edebiyat adamıdır. Titizliğiyle, herkese değer veren engin hoşgörüsü ile tanımaktan mutluluk duyulacak bir büyüğümüzün usta kalemlerce anlatılması da ona verilen kıymetin bir göstergesidir. Yitiksöz, vefa anlamında çok önemli işlere imza atıyor.

Dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

Ali Ulvi Temel-Onaran Yazılar

“İbrahim Demirci’nin Hece Yayınları’ndan çıkan, Yaralı Yazılar’ını ikinci baskısından okuyorum. Kitap, yazarın, zamanında Yeni Şafak gazetesinde yayımlanmış yazılarından oluşuyor. Yazılar, Türkçe’nin yanlış kullanımlarını eleştirip düzeltirken, doğru ve güzel Türkçe yazımının örneklerini de veriyor. Yazar aynı zamanda “deneme” türünün zarif örneklerini de göstermiş oluyor bu yazılarda.”

Abdullah Harmancı – İbrahim Demirci Estetiği

“Belki de beni hayatımda -özellikle edebiyat alanında- en çok eleştiren kişidir. Çok tuhaf bu. Tuhaf çünkü kimsenin aklına (olumsuzlama anlamında) eleştirmek denince Demirci gelmez. Oysa en çok eleştirenlerden biridir. Sorgulayan. Şüphe duyan. Eksiği veya yanlışı gören. Ama incitmez. İncitmemek için bir çabası yoktur. Kendini frenlediği için incitmiyor değildir. Doğal olarak incitmez. Maksadı eksik veya hata bulmak da değildir. Aslında sorgulayıcı ve eleştirici özelliklerinin derininde durmadan işleyen bir mekanizma var.”

Duran Boz – İbrahim Demirci’de Dil ve Düşünce Dikkati

“Demirci’nin yazılarındaki lügat atıfları, onun dille ürettiği düşünceye verdiği önemi ifade eder. Günümüzde hayatiyetini devam ettiren kelimelerin uğradıkları anlam suikastının soruşturulmasına odaklar dikkatini. Âdeta dünle bugünü aynı terazide tartmak suretiyle zamanın iç anlamını idrak etmeye çabalar. Düşünce ve eylemlerinde uygarlık değerlerini mihenk alır. Uygarlık değerlerine yabancılaşmış yazarın tavrını yargılar.”

Bilal Can- Bir EDEBİYAT Adamı: İbrahim Demirci

“Uzun bir edebiyat geçmişine sahip olan Demirci’nin bir tür edebiyat hafızası olduğunun da altını çizmemiz lazım. Yazarın Türk Edebiyatı’nın geçmişten bugüne geçirmiş olduğu süreçlere dair izlenimlerini, incelemelerini, edebiyata dair görüşlerini, dil hassasiyetini birçok dergide yazdığı yazılarda izlemek mümkün. Yazım serüveninde çok önemli bir yere sahip olan Edebiyat Dergisi ile çeviri, hikâye, deneme ve şiir ağırlıklı eserleri yayınlanır.”

Metin Kaplan – Yaşamanın Kucağında Büyüyen Şair

Şair Demirci’nin “yaşamanın kucağında” adlı kitabında ne tam “azade” ne de tam “bilgece” şiir olan ama “azade” ile “bilgece” şiir arasında gidip gelen, her ikisinden de renkler barındıran çok sayıda şiir yer almaktadır. Araftaki şiirler… Örneğin şairin Yedi İklim, Hece ve Okuntu dergilerinde yayımlanan şiirleri bu bölüm içinde sayılabilir. Aslında bu tam da yaşamanın kucağında büyüyen bir şairin ve şiirin serüveninde olması gerekendir. Yaşamanın kucağında olmanın devinimi, saatin sarkacı…

Zafer Ceylan – Dil ve Çeviri Emekçisi İbrahim Demirci

“Türkçenin zenginliklerini ve inceliklerini vurgulayan bir isim olan Demirci, dilin doğru ve etkili kullanımına büyük önem verir ve bu konudaki hassasiyeti sadece kaleme aldığı eserlerinde değil, çevirilerinde de açıkça görülür. Kaynak metnin ruhunu ve üslubunu Türkçeye başarıyla yansıtması, yazarın ya da şairin özgün sesini korumaya özen göstermesi ve çeviri sürecinde eleştirel bir bakış açısına sahip olması yaptığı işlerin büyük bir beğeniyle karşılanmasını sağlar.”

İbrahim Demirci ile Hayata ve Yazıya Dair Söyleşi

İbrahim Demirci ile dosya kapsamında bir de söyleşi yapılmış. Sorular; Ümit Savaş Taşkesen’den.

“Birey olarak içinde yaşadığımız koşulların elverdiği davranışları sergilemek bir çeşit zorunluluk: yazın giydiklerimizle kışın giydiklerimiz farklıdır; bunu anlıyorum ama ekmek için, peynir için “katma değer vergisi” ödemeyi hiçbir zaman içime sindiremedim. Bir devletin lüks tüketim mallarından vergi alması olağan, hattâ gerekli görülebilir ama temel ihtiyaç maddelerinden vergi almak bana düpedüz zulüm gibi görünüyor.”

“Filistin artık sadece Arapların veya Müslümanların değil, bütün insanlığın sınav konusu. Siyonizm, Faşizme, Nazizme, Stalinizme rahmet okutacak bir küstahlık ve pervasızlıkla bütün insanlığa saldırıyor.”

“Türküler yükümü hafifletmekten çok ağırlaştırdı. Yemen türküsünü dinlemek şöyle dursun hatırlamak bile gözlerimi yaşartır. Erzurum’da akşam vakti Gazeteciler Sitesinin arkasındaki kömür atıkları arasında bir delikanlının o türküyü söylediğini işitmiş, sarsılmıştım.”

Sanat ve Politika

Sanat ve politika arasında bir bağ var mı ya da olmalı mı? Politize olmuş bir sanatın kuşatma evreninin sınırları nereye ulaşır? Günümüzde her kavramın bir biriyle harmanlandığı gerçeğini düşünecek olursak sanat ve politikanın da ortadan kalkan sınırlarının nereye gittiğini anlamlandırmamız zor görünüyor. Fatih Ertugay, bu iki kavramı işlemiş yazısında.

“Bir eserin politik olması için açık bir gönderime sahip olması gerekmez. Mesela Guarnica sanat tarihinin en politik eserlerinden birisidir. Ancak Jean François Millet’in “Başak Toplayan Kadınlar” tablosu da en az Guernica kadar politik bir eserdir. Bu durumu söze ve müziğe uyarlamak da mümkündür. Nihayetinde bir anlatım ve gösterim olarak sanat, iyi ve kötü idesinden yola çıkması ölçüsünde politik olanın sınırlarında dolaşır her daim.”

“Politik olan, diğer düzeylerden farklı olarak bunu yaparken sanat bunu aynı zamanda hissettirerek yapar. Sonuç olarak sanat eserinin politik olması için hayata, duyguya, estetiğe vb. dair “doğru eğilime” sahip olması gerekmez, “bir eğilime” sahip olması yeterlidir.”

Filistin Edebiyatının 100 Yılı

Filistin üzerine yoğun çalışmaları olan bir isim Peren Birsaygılı Mut. Filistin’i her yönüyle ele alan, orada her alanda süren mücadeleyi daha geniş kitlelere duyurmaya çalışan önemli eserlerin altında onun ismi vardır. Yitiksöz’de de Filistin Edebiyatının 100 Yılı diyerek farklı bir pencereden bakıyoruz dünyanın kan ağlayan coğrafyasına. Yazarın amacı yine aynı; “Filistin halkının davasını daha iyi anlamamıza yol açacak zira bir halkı ve bu halkın mücadelesini anlamak için üzerinde durmamız gereken en önemli noktalardan birisi, o halkın edebiyatı ve sanatı.”

“Roman, şiir, hikâye gibi çok yönlü alanlarıyla Filistin edebiyatı, Filistin ulusal kimliğini muhafaza etmede temel bir katkı sağlıyor. Düşmanlarının varlığını dahi inkâr ettikleri bir toplumu vurguluyor ve bu toplumun yaşadıklarını dünyaya haykırıyor. Ve iki önemli özelliğe sahip.

Bunlardan ilki; hafızayı sürekli canlı tutmak, ki Siyonist siyasi ve kültürel uygulamaların en önemli hedefi unutturmayı başarabilmektir.

İkincisi de, Filistin’de yaşanan zulmü bütün dünyaya duyurabilmektir. Çünkü edebiyat kadar gönüllere dokunan, kalpleri ısıtan başka bir şey yoktur.”

Âşık Tavrı Olarak Meryem Orucu

Mahmut Gider, Meryem orucunu anlatıyor yazısında. Yani susma orucunu. Bir gün içerisinde konuşmadan durmak. Hem de bunu bir ibadet amacıyla yapmak. Müslümanlar arasında yaygın bir oruç değil bu. Günümüz şartları düşünüldüğünde hiç mümkün görülmüyor bu oruç.

“İlahî dinlerde oruç ibadetinin uygulanma şekli genellikle benzer olsa da farklı formları vardır. Bunlardan biri “susma orucu”dur. İslam’da bulunmayan bu ibadet biçimi, “Yahudilerde ibadet olarak kabul edilmiş ve “sabahtan akşama kadar lakırdı etmeden imsak etme” şeklinde tutulmuştur. Hristiyanlıkta susma orucu nev’inden kabul edilen “Meryem orucu”, belirli bir süre kimseyle konuşmamak suretiyle ifa edilmiştir.”

“Susma orucunu tutmak durumunda kalan hasse “gönül”dür. Gönül, aşk ve ayrılığın tahassüs mekânıdır. Ah u zâr etme yerine meramını susmak suretiyle ifade eder. Susma, kâl diline bakan bir edim olsa da âşık gönlünü susturmak suretiyle hâl diline pranga vurur.”

Kırık Kalemler Dükkânı

İlk kitap heyecanlarını sayfalarına taşımaya devam ediyor Yitiksöz. Bu sayı; Esra Kılıç Türedi’nin Kırık Kalemler Dükkânı’nın hikâyesini yazarından dinliyoruz. Bu yazılar özellikle yazdıklarını kitaplaştırmak isteyenler için önemli bir rehber niteliğinde. Türedi’nin heyecanına biz de ortak ve şahit oluyoruz.

“Dilerim ki ilk göz ağrım, kıymetlim Kırık Kalemler Dükkânı birilerinin yüreklerindeki sorulara uzansın, içlerindeki suskunluklara ses olsun; yalnızlıklarına, anlaşılmayışlarına, kırgınlıklarına, yaralarına dokunsun ve dokunurken de oralara umut tohumları, yağmur damlaları ve ışık tozları serpsin. Bundan sonra da bana, kelimelerime, cümlelerime, öykülerime ilham olmaya devam etsin, düştüğümde beni kaldırsın, hayretimi ve şükrümü diri tutan bir ilk adım olarak hafızamın ve hayatımın başköşesinde sonsuza dek yaşasın.”

Yitiksöz’den Öyküler

Emel Karagzaedik – Gülay Abla Hakkında Konuşulanlar

“Bir sürüklenişin öznesi, babasının gülü, komşumuzun kızıydı Gülay abla. İlk görüşte güzel denilecek kadar güzel! Çok az karşılaşırdık. Bir yerlere gider bir yerlerden gelirdi. Nereye gider nereden gelirdi, bilmiyorum.”

“Gülay ablanın dedikodusunu yapıyor konu komşu. Konuşulanlara her yerde denk geliyorum. Bir veterinerle görüşüyormuş, veteriner evliymiş. Veterineri tanıyorlarmış bizim üst caddedeymiş dükkânı. Züppe, diyorlar komşular veterinere. Düşünüyorum, veterineri daha evvel gördüm mü acaba diye? Anneme soruyorum, annem kızıyor. Büyüklerin lafını çok dinliyormuşum, bana nesiymiş, ben daha çocukmuşum hem derslerime bakmalıymışım.”

Esra Kılıç Türedi – Bin Bir Başlı Şüpheler

“Bilememiştin. İnsanın şüpheyle sınanmayacağını. Hayatın da insanın da denene denene keşfedilmeyeceğini. Denerken hayatının başıbozuk bir ırmağa dönüşeceğini, en yakınındakinin de onunla sürüklenip gideceğini ve avuçlarında kırık dökük şüphelerinle kalakalacağını. Avuçlarına bak.”

“Bilememiştin. İnsanın şüpheyle sınanmayacağını. Şüpheyle sınanan bir insanın her gece sana bir düşman gibi sırtını dönüp her sabah sağ yanına yürümüş bir karınca sürüsüyle uyanacağını ve bundan hiç rahatsız olmayacağını. Her gece terli kâbuslarından uyanıp Esin’in sol eline sımsıkı yapışırdın. Yatağın yanındaki uçuruma düşüp seni bırakacağından ölesiye korkarak yapardın bunu.”

Gülçin Yağmur Akbulut – Çember

“Nabız atışımda hissediyordum kalbimde büyüyen yangınımı. İçimi tekmeleyen öfkeyle fırlatıp attım dışarıya kendimi. Karanlığın köşe başlarında amaçsızca savrulma arzusu, hücrelerime çarpan kederin tastamam yansıması olmalıydı. Gayem, hatırlanmaz bir iyilik misali cadde sokak silinip kaybolmaktı.”

“Ne çok isterdim geri dönmemeyi. Nereye sığınır, ne yer ne içerdim. Çaresizlik bir insanı bu kadar mı acizleştirirdi? Acımış bir ömür, köpürerek, çarpıp duruyordu bedenime. Annem. Bahtsız bedevi. Meraktan çıldırmış, kömüre dönüşmüştür taş bastırdığı ciğeri. Tutuşmuş bir sahra, buzlu bir kış bahçesidir şimdi içi.”

Yitiksöz’den Şiirler

Hayatın sofrada bırakıp kalktığı
Kanıksanmış bir yemeğin artığı gibi
Huzurevinde ölmektense,
Yollarda ölsem, çöllerde
Daha iyi, daha güzel olmaz mı,
Daha yakışmaz mı, şair kuluna!
Cahit Koytak

Bir ırmak diye eğildiğin şu serap
doldurur mu kuyudan çekemediğin suyu
kavuşmak öldürmenin bir çeşidi değilse
kim anlayacak senin tersten okuduğunu
Mustafa Köneçoğlu
a.
Topladığın her şeyi olduğu gibi bırak Hâce; saçında ölü kelebekler
Kapat öyleyse kapıları da Sevgilinin eşiğinde geçirelim bu son geceyi, seninle.
b.
Kapımızdaki bu bayrak yol işaretimiz olsun Hâce, hazırla kendini de gidelim
Yol sadakasıyla çıkalım; ve bir de duaları annelerimizin, ardımız sıra hüzünle gelen!
Adem Turan

eskiyen bakışları kırpıp kırpıp
çıkmaz sokaklara bıraktılar
çık çık çıkrıklar döndü
dönülmez akşamların çıkmaz sokaklarında
oysa bir serinlik bekledik
mesela bir z
raporu vardır şimdi z’nin
çünkü yeminlerimizden başka
içecek zehrimiz kalmamış
oysa kapalı göz kapakları
ve kesilmiş tırnaklar biriktirdim
kendimi görmemek için
yeminlerimi içtiğim kabın
dibini sıyırdım seninle göz gözeyken
hiç z bırakmadım kapta
Suavi Kemal Yazgıç

Ayasofya’da Fetih ve Ayasofya Dosyası

Ayasofya dergisi 35. sayısında hazırladığı “Fetih ve Ayasofya Dosyası” ile fetih ruhunu gündeme getirerek bu ruhun yaşaması için gayret gösteriyor çünkü üzülerek söylemek gerekir ki artık toplumda böyle bir ruhtan söz edemez olduk. Fetih, Fatih, Ayasofya kavramları öyle bir ablukaya alındı ki adını bile anmak mümkün değil desek yeridir. Birilerinin sistemli şekilde yok etmeye ve görmeye çalıştığı fetih ruhunu bizim dediğimiz hassas dengeler de incitiyor, yok görüyor. Bu noktaya derginin Giriş yazısında Recep Terler de değiniyor.

“Fethin 571. yılını idrak edemeden yaşıyoruz. Evet, bunu açıkça itiraf etmeliyiz ki fetih bilincini tamamen yitirmek üzereyiz. Kutlu komutan ve kutlu askerleri, günümüzden 571 yıl önce Doğu Roma’nın başkenti olan Konstantiniyye’yi fethetmiş ve adı İstanbul olarak değişen şehir, İslâm ile şereflenmiştir. Fakat bu büyük fethin kutlamaları maalesef hak ettiği kadar görkemli ve gerektiği kadar manalı geçmemektedir. 71 yıl önce Süheyl Ünver’in gayretleriyle tertip edilen 500. yıl kutlamalarının oldukça uzağındayız.”

Yusuf Emre Şen’in editörlüğünde hazırlanan dosyadan paylaşımlar yapacağım.

Gökhan Gökçek- İstanbul’un Fethi Neden Önemlidir?

“İstanbul; İslâm âlemi için bir müjde olmakla beraber dünya için de Roma’nın kalbi olması sebebiyle pek çok sembolik anlamları haizdir. İstanbul’un Fatih tarafından fethiyle birlikte şehir Osmanlı Devleti’nin başkenti olur. Osmanlı’nın küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin ihdasına kadar da Devlet-i Aliyye’ye başkentlik yapar.”

Recep Terler- Büyük Türk’ün İzinde Fetih ve Ayasofya

“24 Temmuz 2020 tarihinde Ayasofya yeniden cami olarak ibadete açılmasıyla birçok bilinçli yahut bilinçsiz olarak birçok eyleme maruz kaldı. Özellikle azınlık da olsa Pagan-Hristiyan dinî bir ritüel anlayışına sahip olan Avrupalı turistlerce köşe bucakta ayinler, kapılara, işaretlere yüz sürmeler ve yine azınlık da olsa Müslüman yerli yabancı ‘turist’ tarafından çeşitli zararlar verildiği bir gerçektir.”

Doç. Dr. Mehmet Sait Çalka – Ayasofya’nın Edebî Kimliği Üzerine

“Ayasofya Camii’ne dair Osmanlı şairlerinin kaleme aldıkları manzumeler incelendiğinde Ayasofya’nın yapı özellikleri başta olmak üzere farklı yönlerine yaptıkları atıflarla, tasvir ve teşbihlerle bu ulu mabede dair çok kıymetli bir anlam dünyası oluşturdukları görülmüştür. Bu durum, Ayasofya’nın manevi kimliğinin yanı sıra edebî bir kimliğin de oluşmasına katkı sağlamıştır. Ayasofya’ya dair kaleme alınan manzumelerle oluşan bu edebî kimlik, Türk milletinin Ayasofya Camii’ne yüzyıllardır verdiği kıymetin ne derece büyük olduğunu göstermesi açısından da oldukça değerlidir.”

Esma Polat – Türk Şiirinde İstanbul’un Fethi

“Türk şairleri İstanbul’un fethini, İstanbul’un maddi ve manevi güzelliklerini tasvirin yanı sıra Fatih Sultan Mehmet’in ve askerînin kahramanlıklarını dile getirerek anlattılar. Bununla yetinmeyerek fethin sembolü olan Ayasofya Camii’nin kıymetini millî hafızamıza nakşetme gayesiyle bu mabede dair beyitler veya müstakil şiirler kaleme aldılar.”

Bülent Özdaman – Fetih, Fatih, Ayasofya, İstanbul ve Sinema

“Mehmed Fetihler Sultanı dizisi bana göre TRT dizilerinin son dönemdeki biçim açısından kazanmış olduğu başarı çıtasını korumaya çalışıyor. Ancak tarihçi akademisyenlerin de dile getirdiği Fatih’i canlandıran oyuncunun Fatih’in çocukluk dönemini de canlandırması, olmayan savaş sahnelerinin gösterilmesi, kardeş katli meselesinde muhtemelen seyircinin tepkisini çekmemek adına öldürülen şehzadenin bebek değil de 11-12 yaşında gösterilmesi, yine dizideki birçok karakterin tarihsel süreçte gerçekte Fatih’le karşılaşmadığını düşünürsek ticari ve güncel kaygılarla yapılan hataların dizinin bu anlamdaki başarısını gölgede bıraktığını söyleyebiliriz.”

Soruşturma: 15 Ocak 2024 tarihinde Ayasofya Camii üst katı Kültür ve Turizm Bakanlığınca bir aracı şirkete devredilerek herkese açık, sabit ücretli (25 Euro) ‘müze’, giriş kat ise sadece Müslümanlara ayrılmış bir şekilde düzenleme yapıldı. Ayasofya Camii’nin bu yeni düzenlemesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Varsa alternatif model önerinizi öğrenebilir miyiz?

Ahmet Edip Başaran – Bu yeni düzenlemeyi hiç doğru bulmuyorum. Saçma sapan bir uygulama. Ayasofya fethin sembolüdür. Öyle ya da böyle, Konstantinapolis’in “Türkistanbul” oluşunun ilk mührünü ve aziz hatırasını üzerinde taşımaktadır. Ayasofya bir camidir. Kılıç hakkıdır. Devletimiz bu hakkın ve hatıranın gereğini yerine getirmiş, bu kutlu mabedi tekrar aslına döndürmüştür. Yeni düzenleme bu haktan geri adımdır.

Harun Yakarer: Ayasofya Camii Türkün mülküdür. Fethedilen her karış toprakta olduğu gibi tasarruf hakkı devletimize aittir. Türkiye dışında bir devletin ya da başka bir milletin isteği de vatanın her karış toprağında olduğu gibi Ayasofya Camii özelinde de düşmanlığımızla sonuçlanır. İçinde Yunan bayrağı açanlara ve dışında çektiği fotoğrafta tepesine haç koyan Ruslara olduğu gibi.

Koray Kamacı- Gelinen noktada 20 Temmuz 2020 tarihinde Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile ibadete açılan Ayasofya-i Kebîr Camii açıldığından beri yanlış uygulamalar ile kafalarda büyük soru işaretleri barındırmaya devam ediyor. Dilerim ki bu yanlışlıklar silsilesine bir an önce son verilir ve camii vasfını koruyarak üst kat ayrı, alt kat ayrı hususuna bir an önce çözüm bulunur.

Taha Kılınç – Dünyadaki benzer örneklerden hareket edecek olursak, abidevî binalara girişte ücret uygulamasını görmek mümkündür. Ancak Ayasofya, sadece tarihî bir yapı değil, aynı zamanda siyasi manalar da içeren sembolik bir mabeddir. Dolayısıyla “cami iken müzeye çevrilen” Ayasofya’nın on yıllar sonra yeniden camiye çevrilmesi milletimizi sevindirmiştir. Üst katlarının turistlere açılması ve ücretli olması, bu manada bir hayal kırıklığına yol açmıştır, bu da normal ve anlaşılabilir bir durumdur. Ancak makul düşünülecek olursa, ben ziyaret için ücret alınması uygulamasını yanlış bulmuyorum. İçeride “cami adabına uygun” hareket edilmesine dair kontroller sıkılaştırılırsa, sorunlar azalacaktır.

Mehmet Fatih Öz ile Söyleşi

Mehmet Fatih Öz ile ilk kitabı Sonsuzluk Bir Zamandır üzerine bir söyleşi var dergide. Şairin ilk kitap heyecanı, duyguları, şiir yolculuğu üzerine gerçekleştirilen söyleşinin soruları Halil İbrahim Karahan’dan.

“Asıl şair annemdir. Yaşadıklarıyla ve kişiliğiyle. Hazine gibi koruduğum üç kelime var. Onların kalbîmdeki yerine kimse erişemeyeceği için. Şiirlerimde kolay kolay bulmak da mümkün değil. Her şeyden ve herkesten öte anlamları olduğu için bende: Allah, anne ve şiir.”

“Kitap çıkmadan dört yıl önce ismini buldum. Ama ondan önce bir sene de düşündüm. Öncelikle, içinde yer alan şiirlerin barındırdığı izlerin tamamlayıcısı oldu.”

“Benim şiir tanımın ise şiirin okuyucusunu çarpmasıdır. Elin ateşe değip yanması veya karlı bir ormanda gece yarısı kaybolmak gibi. Metafiziğin esas olduğuna inanıyorum.”

Ayasofya’dan Bir Öykü

Tayfun Doğan -Sokağın Sesinde Hıçkırıklar

“Tâhâ Sûresi’nden bir ayetle adımımı atıyorum. Annesinin elini birazdan bırakacak bir çocuk. Henüz uyanmış değil. Yağmur çiseliyor taşların arasına. Saat 7.34’te gün boyu sergileyeceği davranışları ezberleyen bir kız geçecek. Taşlar tedirgin, yaşken eğilmek istiyorlar.”

“Otobüse bindim. Aklım hâlâ yağmurun bile ıslatmaya cesaret edemediği kâğıtlarda. Dünden unutulmuş bir yüz oluyor şehir. Bütün ağırlığıyla aydınlanıyor sabah. Güneş, yüzünü yıkıyor kalbi kırıkların… Güneş, otobüsün camındaki nefesi tanımıyor. Kimsenin içini ısıtamadığı güneş.”

Ayasofya’dan Şiirler

Hangimiz mahvetmiyor kendini Leyla
uykularda, rüyalarda ve aşkta
ben üzüm dolu bir asmaydım savaşta
şimdi avlu yok, asma yok, üzümler yok Leyla
insan nasıl yetişir bunca acıya

Ellerini tutmak için bu yaşa vardım
sular çektim, kılıçlardan geçtim
birkaç türkü öğrendim yolda unutmak için
ama doğduğum kozaya bulaşan katran
bırakmıyor beni Leyla
Yunus Karadağ

Daha kötü ne olabilir gözlerinden başka, işte geldiler
Kadınlar ve dağ gibi adamlar yeniden geldiler
Çocuklar gülümseyen bir tüccar, durdular
Bir savaşı bitirecek ellerin korkma hadi uzat, bunlar
seni yeniden oldurmanın
Azaltmanın ve tekrar çoğaltmanın kritik provaları
Ümit Çiçekli

Yedi kilo azaldım bu dünyadan son bir ayda/Ocak
Ben azaldıkça -ekmeği kestim- çoğalıyordu gözümde
dünya
Çoğalıyordu kemerimdeki kara delik, tarağımdaki saçlar
dişlerinde
Askıda büyüyen bir ceketim vardı, ben azaldıkça
çoğalıyordu ensemdeki rakamlar
Nihayet, ortalama yaşam süresi kadınlarda seksene
dayandı, erkekler ha gayret!
Bak işte, Çin’i geçti ben azaldıkça Hindistan’ın kayıtlı
nüfusu, son bir ayda
Sami Uluğ

Solmasın diye kokusunu tutuyorum aklımda
Her gün kendi yaşıyla sulanan bir toprağım
Geçer gider avucumdan isyanın kırık kılıcı
İzini bırakır dakikada yüz yıl atan nabzı
Harun Yakarer

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir