Edebiyat Ortamı, 99. Sayı
Edebiyat Ortamı dergisi, 99. sayısıyla karşımızda. 100. sayıya bir adım kaldı. Bu sayıya yakışan bir başlangıç ile başlıyor dergi. Doksan Dokuz’un (Hû Şiirleri) Hikâyesi’ni yazmış Erdal Çakır. Edebiyat Ortamı’nı okumanın en güzel sebeplerinden biridir bu dergide Erdal Çakır’ın varlığı.
Erdal Çakır- Doksan Dokuz’un (Hû Şiirleri) Hikâyesi
“2008’in bahar aylarıydı. Ankara-Bahçelievler’de ikamet ettiğim evin mutfağında, biraz sonra mana dünyamda kopacak kıyametten habersiz bir şekilde tek başıma oturuyordum. Kuşluk vaktiydi. Mutfak masamda, evde bir başına olmaklığın uçsuz bucaksız keyifliliğini tamamlayan ve keyfin nirvanası bu olsa gerek dedirten iki nesnenin varlığı ise, varlık sekeratının ‘an’a vurulmuş mührü gibi duruyordu önümde: Birinin buharı tütüyordu diğerinin dumanı.”
“2010 yılının Nisan’ında bir vesileyle Konya’ya gittiğimde Sadreddin Konevî hazretlerini ziyaret ettim ilk defa. Muhteşem bir karşılamaydı. O gün orada yaşadıklarımı burada anlatamam. Bir gün izin verilirse belki…
İlk ziyaretimi takip eden zamanlarda düzenli olarak, Hazreti Konevî’yi bazan tek başıma bazan dostlarımla birlikte ziyaret ettim. Bu hala böyle devam etmektedir.”
“Doksan Dokuz’un tamamı dört ayda yazıldı ve akabinde kitaplaştı. Burada garip bir tecelliyi de anmadan geçemeyeceğim. HÛ şiirleri, yazılma sürecindeyken, oturduğum ev 99 bin TL’ye satıldı. 99’un yazıldığı evin 99 bin TL’ye satılması elbette ilginç bir tevafuktu. Şayet param olsaydı, hiç düşünmeden bahsini ettiğim o küçücük odanın hatırı ve hatırası için evi satın alırdım. Orada neler yaşanmadı ki.”
Muharrem Demirci ile Yaban Ağrısı Üzerine
Derginin ilk söyleşisi Muharrem Demirci ile Yaban Ağrısı kitabı üzerine yapılmış. Kitaba ve şairin şiir yolculuğuna dair soruları Can Ülgen sormuş.
“Yaban” bizde çağrışımı kuvvetli bir kelime. Akla hemen Yakup Kadri’nin Yaban romanı ve bunun etrafında dönen tartışmalar geliyor. Aydın-halk çatışması, aydının sorum(suz)luluğu… İnancımızda dainsan dünyada yabandadır, yabancıdır, dünyaya yabandır. Varoluşçu bir dille söylersek o fırlatılmışlık hâli. Önü ve ardı aklı aşan o fırlatılmışlığın ortasında kalakalmışız, şaşkınız. Felsefi anlamda böyle. Şahsi maceramda ise yabancılığı 12 yaşımda Kars’ın bir köyünden İzmir’e taşınınca şiddetli bir şekilde hissettim. Tabi o yaşta hissediyorsun ama çok anlamlandıramıyorsun. Ötekiyle karşılaşınca insan kendini yeniden tanımlamaya başlıyor ve ötekinin tasallutu altındaysan vay haline. Onun tanımı senin konumun oluyor ve yabancılaşma kaçınılmaz hâle geliyor.
“Hadi abartarak söyleyeyim, varlığımı mekân üzerinden anlamlandırma çabası, göçebelik kaygısını dindirecek vatan tutma telaşı. Tabi çocukluk masumiyetini kuşatacak bir şiir olmadı, hırpalanmış ama umutları her daim diri tutması umulan bir Türkiye imgesi çıktı ortaya.”
”Şiirde şiirsel her birim (bu harfe kadar indirilir) şiir yükü taşımalı. Ama bu her birimde aynı oranda olmuyor tabi. Kimi birimler “smaç dize”ninkontrastına hizmet edecek atmosferi oluşturmakla yükümlü kılınıyor. Aynı şey şiirler için de geçerli. Bir şairin şiirsel serüveni bazı şiirlere ulaşmak için olabiliyor, onları zirveye çıkarmak ve orada tutmak için.”
Şeyda Başer Eroğlu ile Söyleşi
Şeyda Başer Eroğlu ile kitapları, öykü yolculuğu, roman yazma serüveni üzerine Oğuzhan Öztürk bir söyleşi yapmış. Eroğlu’nun yazı dünyasına giriş yapıyoruz bu söyleşi ile.
“Kendimi bildim bileli hayal kurmak, sanatın başka dallarıyla ilgilenmek nefes almak kadar önemli benim için. Yaşadığım ortamı muhakkak bu bakış açısıyla değiştiririm. Yeni aldığım ahşap dolabın köşesine bir lale çiziveririm mesela, eşyaları boyarım, kırık ayna parçalarından bir tablo yapabilirim. Çocukluktan itibaren yazdıklarımı saymazsam yaklaşık on iki yıldır kelimelerin de anlatılarımın süsü olduğunun farkındayım.”
Esasında “11.15”, “Huzurun Tarifi Yok”tan önce yazmaya başladığım bir eserdi. Öykü dosyam ondan sonra ortaya çıkmıştı fakat “11.15”in araştırma gerektiren süreci nedeniyle öykü dosyamdan geride kaldı. “11.15” i yazarken belirli amaçlarım vardı. Bunlardan biri içerisinde yaşadığımız toplumda bir anti-kahraman nasıl tezahür eder, bu soru üzerine düşündüm ilkin. Edebiyat tarihimizde anti-kahramanın güçlü örnekleri var. Mesela Yusuf Atılgan’ın Zebercet’i ya da “Aylak Adam” romanının aylak adamı, Puşkin’in “gereksiz adamına benzeyen, “Bay C”si hiçbir şeye inancı olmayan oradan oraya savrulan biri.
“Tezgâh karışık ve kalabalık. Önce İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü desteğiyle hazırladığımız önümüzdeki ay okurla buluşacak bir çocuk kitabımız var. Ardından bir öykü dosyam daha var. Henüz üzerinde çalışıyorum. Yine üzerinde çalışmaya devam ettiğim iki senaryo dosyası var. Umarım hepsinin altından kalkabilirim.”
Hasan Nalçacı ile Savaşı Kaybettiğimiz Yer Üzerine Söyleşi
Ahmet Şevki Şakalar’ın sorularını cevaplamış Hasan Nalçacı. İlk kitabı Savaşı Kaybettiğimiz Yer, benim de severek okuduğum ve hakkında yazdığım bir kitap. Kendi sesini bulmuş bir şairin şiirin serencamına da şahit oluyoruz bu söyleşide.
“Söyleşiye en zor sorudan başladığımızı söyleyebilirim. Taşra mevzusu epey karışık. Taşra, nerden baktığınıza göre değişen bir kavram. İstanbul’dan bakarsanız her yer taşra. Anadolu’dan bakarsanız Bursa, Konya, Ankara, Erzurum gibi şehirler de bir merkez ve onların da kendine göre taşrası var. Hem hayat hem edebiyat açısından bu böyle. Ben ikisinin de dışında yüz bin nüfuslu bir ilçede yaşıyorum. Taşranın okuma ve yazma eylemi açısından insanı hem besleyen hem de körelten bir yanı var.”
“Bu kitap baştan aşağı benim kitabım. Yanlış anlaşılmasın ukalalık olsun diye söylemiyorum. İyi özetlemişsiniz, bu coğrafyada yaşayan herkesin içinde ne kadar ben varsam, bahsettiğiniz herkes benim içimde bir yerlerde yaşamaya devam diyor.”
Bireyin Modern Dünyadaki Çıkmazı
Modern dünya ve yaşanan çıkmazlar… Çok sık dillendirilen bir mesele bu. İnsanın huzura ermesi gereken vakitlerde yaşanan çıkmazlar buhran anının bir savruluşu mudur, bunu da düşünmek gerek. Beste Bekir, Kafka üzerinden ele alıyor meseleyi. Dönüşüm, Dava, Şato kitaplarından hareketle yaşanan varoluş krizlerini detaylandırıyor Bekir.
“Franz Kafka, XX. yüzyılın en önemli yazarlarından biri olarak eserlerinde yabancılaşma ve yalnızlık temalarını derinlemesine işlemiştir. Kafka’nın romanları, modern bireyin karmaşık ve çoğu zaman anlamsız görünen dünyada yaşadığı varoluşsal krizleri yansıtır. Bu temalar, Kafka’nın anlatım tarzı, karakterlerinin yaşadığı zorluklar ve eserlerinin genel atmosferi aracılığıyla okuyuculara aktarılır. Kafka’nın eserlerinde yabancılaşma, bireyin hem kendisinden hem de çevresinden kopukluğu olarak sıkça karşımıza çıkar. Bu durum, bireyin kendi benliğini ve toplumsal bağlarını sorgulamasına yol açar.”
“Kafka’nın dünyasında, bireyin anlam arayışı sürekli olarak engellenir ve bu engeller karşısında birey, kaçınılmaz bir yalnızlık ve yabancılaşma içine sürüklenir. Modern bireyin varoluşsal krizlerini, yabancılaşma ve yalnızlık temaları üzerinden işleyen Kafka, bireyin kendisi ve toplumla olan ilişkilerini sorgularken, modern dünyanın karmaşıklığı ve anlamsızlığı karşısında bireyin yaşadığı çaresizlik ve umutsuzluğu güçlü bir şekilde anlatmayı başarır ve eserleri aracılığıyla okuyucularına derin bir düşünsel ve duygusal deneyim sunar.”
Ve Lale ve Turuncu ve Kara
Ali Ömer Akbulut, Seyyid Hüseyin Nasr’ın Ebedi Hikmetin Peşinde kitabının kapağından ilhamla bir yazı kaleme almış. Lalenin duruşundan hikmetler çıkarmak da mümkün. Yeter ki bakmasını bilelim. Bize iletilen mesajı hikmet burcunun rengine buluyor Akbulut.
“Lale yaratılışı temsil etmesi yönüyle aynı zamanda Yunus’un işaretine istinaden yaratılana sevgi ve şefkatin [siz ona barış da diyebilirsiniz] de sembolüdür. Laleyle aynı kökten gelen eğlal bağlılık anlamı taşır ve teslimiyet ifade eder. Buna bağlı olarak hemen hatırlanmalıdır ki lalenin şekli de elif misalidir, tabii ki Tevhidi anlatır. Elif deyince aşk hatıra gelmez mi; aşığın vazgeçilmez yâranıdır lale. Bütün âlemin güzelliğini taşır üstünde lale:
Yoktur bu âb u tâb ne mihr ü ne jâlede
İzhâr-ı kudret eylemiş Allâh şu lâlelede”
“Cemal yüzünüze yansımış renginiz iç huzuru vermiştir cana, canana. İrfan kalbiniz istila etmiş, kalbiniz içinizde doğrulmuş ve özünüzü aşikâr eyleyerek taşıp coşmuştur; esvabınız coşkunluğunuzdur, coşkunluğunuz irfanınız gibi turuncu. Gece açan karaşın karası, renk değil renksizlik alâmetidir. Kemal sahibi arınmıştır renklerden, çünkü Allah’ta fanidir. Haktan halka döner, lakin dönünce halka şefkatle onun taşıyabileceği, şevk alabileceği bir renk taşır; turuncudur halka dönen Hak aşığının rengi. Hilkatin ve kulluğun coşkusuyla O’ndan ayrılığın hüznü yansır arifin yüzünde.”
Veysel Karanî’de Bir Gün
Cahid Efgan Akgül, mezarlıklardan bahisler açtığı yazısına Bursa’da bulunan Veysel Karani Türbesi ile devam ediyor. Bir türbenin hallerini yazmış. Türbenin hikâyesi yanında gençlerin türbelere karşı tavrına da değiniyor Akgül.
“Kabristan gezmeyi severim. Özellikle mezar taşı eski ve mümkünse yosunlanmış olanları. Son yıllarda edindiğim bir alışkanlık. Neredeyse hobim oldu diyeceğim. Pandemiden önce, “Seni hiç görmediğin bir yere götüreceğim.” deyip, Ahmetpaşa mezarlığına götürmüştüm karımı. Evet evet, insan sevdiğini kafelere, parklara, sinemalara, yemek salonlarına falan götürür ama ben mezarlığa götürdüm o gün. Hayatımın kasvetli bir döneminde keşfetmiştim orayı.”
“Veysel Karanî Hazretleri’nin bir türbesi de Bursa’da. Bilenler bilir, Bursa ahalisi sünnet merasiminden önce sünnet çocuklarını buraya getirir, dua ederler. Bu kabir eve giderken yolumun üzerinde, bir caminin avlusundadır. Neredeyse her gün önünden geçerim, selamlaşırız Veysel Karanî ile. Bazen de avludan içeriye dalar bir Fatiha okur, çıkarım. Ama aklımda bir soru vardı. Bursa’da Veysel Karanî türbesinin ne işi vardı?”
“Veysel Karanî Türbesinin hikâyesini sordum, onu da anlattı. Türbe ve caminin bulunduğu arazi ve hatta mahallenin hatırı sayılır bir kısmı bir kadına aitmiş vakt-i zamanında. Rüyasında Veysel Karanî Hazretleri’nin türbesini kendi arazisinin üzerinde görmüş. Hemen yanında da bir cami. Sonra tutup buraya bir türbe ve cami yaptırmış. Aslında cami belediyenin projelerinde 100 metre ötedeki bir arazide planlanmış ancak kadının rüyasına istinaden camiyi buraya kondurmuşlar.”
Anayurt Oteli Üzerine
Sadık Yalsızuçanlar, Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli romanı üzerine yazmış. Romana dair özel notlar, detaylı bir inceleme dergi okurlarını bekliyor.
“Anayurt Oteli’ne konu olan olaylar, 1963 yılının yirmi ekiminde, Pazar günü başlar, yirmi iki gün sonra yine bir Pazar günü biter. Zebercet, oteldeki ortalıkçı kadını öldürür, kendini asar ve bizi de o kahredici, muazzam boşluğun içine iter. Atılgan’ın diğer romanı Aylak Adam’dakinden de az, oldukça sınırlı, dar bir kişiler kadrosu, az mekân ve kısa süreli bir zaman boyutu içinde olup biter her şey. Romanın yine konu edindiği dönem, yani 1960’lı yıllar, Türkiye toplumsal kültürünün alabildiğine politize olduğu bir evredir. Cumhuriyet modernleşmesinin nirengi noktası, Doğu’lu bir toplum olmaktan çıkıp Batılı bir ulus/topluma dönüşmektir.”
“Grameri, anlatımı, sözlüğü, betimlemeleri, karakter oluşturma biçimi ve nihayet olaylar örgüsü bakımından da Anayurt Oteli, yetkin bir yazarın kaleminden çıktığını göstermektedir. Atılgan birkaç metniyle, modern Türk öykü ve roman tarihinde müstesna yerini almayı başarmış bir yazardır. Kişilerin ruh durumunu yansıtırken, büyük dünya yazarlarınınkine benzer bir dil/anlatım genişlemesi/derinleşmesi yaşar. Tasvirleri olağanüstü etkili ve özgündür. Özellikle kafa sesi kullanırken, çağdaşı yazarların çoğundan daha yetkin bir performans sergiler.”
Nesillerin Ağabeyi Fethi Gemuhluoğlu
Fethi Gemuhluoğlu isminin geçtiği her yerde akla gelen Dostluk Üzerine kitabı hakkında edebiyat dünyası ile az çok irtibatı olan herkes bilgi sahibidir. Hem bu kitap hem de onun dervişane yaşantısı bugün de onu rahmetle anmak için bir vesiledir. Yunus Nadir Eraslan, Hece Yayınları arasında çıkan Gıyaseddin Dağ’ın hazırladığı Nesillerin Ağabeyi Fethi Gemuhluoğlu kitabı hakkında yazmış.
“Öncelikle kitabın sonunda yer alan kaynakçaya baktığımda Gıyasettin Dağ’ın titiz bir tarama yaparak Fethi Gemuhluoğlu hakkında yazılan tüm yazılara, hakkında yapılan tezlere ulaştığını görüyoruz. Merhumun çok az yazdığı kendi hakkında hiç konuşmadığı bilinir. Hal böyle olunca hazret hakkında kapsamlı bir biyografiyi ortaya çıkarmak için ya dostlarına, talebelerine ulaşmak ya da dostlarının, talebelerinin hakkında yazdıklarına ulaşmak gerekir. Gıyasettin Dağ da ikinciyi tercih etmiş.”
“Kitapta altını çizdiğim satırların hemen hepsi ömrünün her anını aşkla yaşayan yüce gönüllü sadık bir veliye çıkıyor.
Sadık Yalsızuçanlar’ın tanımıyla, saf insan makamında kravatlı bir velinin elli beş yıla sığdırdığı insana hizmetle geçen bir ömür, gayretli bir araştırmacının kaleminden iki yüz yirmi sayfaya sığdırılmış.
Gıyasettin Dağ’ı çabası ve emeğinden ötürü kutlamalıyım, elbette Hece Yayınlarını da…”
Fatma Nur Uysal Pınar’la Miyase Çıkmazı Üzerine
Öykülerini dergilerde büyük bir beğeni ile okuduğum bir isim Fatma Nur Uysal Pınar. İlk kitabı Miyase Çıkmazı, Loras Yayınları arasında çıktı. Benim de okuma listemde bulunan kitap hakkında Aleyna Uçar’ın sorularını cevaplamış Pınar.
“Yazmak değil ama yayımlatma işi biraz meşakkatli. Eğer titiz bir çalışma tarzınız varsa zorlanıyorsunuz, her şey mükemmel olsun istiyorsunuz ama ufak tefek pürüzler gözünüze batabiliyor. Bunlar işin tuzu biberi elbette. Sabırla beklemek gerekiyor. Sabır ve sebat yazının ve yazıda devamlılığın şartı zaten. Kitaptaki öykülerin tamamı daha önce dergilerde yayımlandığı için onları bir araya getirmek zor olmadı. Hepsi editör masasından geçmişti, bunun avantajını yok saymak olmaz.”
İnsan, hayata aramak için gelmez mi? Öykülerde de yalnızlığın olması bu açıdan çok normal. Yalnızların öyküsünü yazmak gibi bir gayem yoktu. Yazdıktan sonra okurda karşılık görünce fark ettim. Bana ilham olanların çoğu yalnızmış demek ki. Bir öykümde şöyle demiştim: “Yalnızlık. Hani şu elini tutsan yakan ateş, boyunu aşsa boğan su, içine düşsen kurtulamayacağın kuyu. Tamlayanı söylenmemiş tamlama misali biri eksik olsa da anlamı bozmayan. Kâğıt kesiğinden beter acıtan. İnsanın, insana önce içini soğutan sonra insanı sonsuz sonda unutup uzaktan, çok uzaktan eserinin seyrine bakan… Yalnızlık.”
“Öykülerdeki karakterlerin çoğu çıkmazda. Kabul görmüyorlar. En yakınlarından bile… İnsanın kendini en yakınına uzak hissetmesi çok acı. Bu acıdan ortaya çıkan gerçeklere göz yummamış olabilirim. Öykünün kalemime konması ve yüreğime dokunması için beni ciddi anlamda bir şeylerin rahatsız etmesi gerekir. Anlamlandıramadığım her şeyi yazıyorum ben de. Yazarken belki anlamlanır diyorum ama bazen bu mümkün olmuyor. Çabalamakla kalıyoruz.”
Rukiye Saran Aydın ile Söyleşi
Rukiye Saran Aydın’ın ilk öykü kitabı “Beli Bükük ile Mezar Taşı” bir mücadelenin ve hayata dair notlar düşmenin bir yansıması olarak okuyucularla buluştu. Aydın, yazma serüvenine ve kitabına dair Süheyla Karaca Hanönü’nün sorularını cevaplamış. Özellikle yazmak isteyen gençlere özel notlar var söyleşide. “Bu uzun bekleme süresi içinde çok okudum, az yazdım.” cümlesi bile başlı başına yüreklere işlenmeli. Çünkü artık gençler, okumadan yazmanın ardına düştüler ve ortaya renksiz, tatsız, köksüz cümle yığınları çıktı. Ve dergi takip etmenin de önemini vurguluyor Aydın.
“Bu uzun bekleme süresi içinde çok okudum, az yazdım. Kur’an kursu öğretmeni olarak göreve başladım. Evlendim ve dört çocuğum oldu. Sizin de malumunuz olduğu üzere insanoğlunun anlatma ihtiyacı diye bir olgu vardır. Doğumundan ölümüne kadar hikâye anlatmak ister. Bu, sözel de olur, yazılı da. Öğretmenlik görevini de sevdim. Talebe yetiştirdim. Yani anlatmalarımı sözel yapmış oldum. Yazdıklarımı edebi yönden yeterli bulmadığım için kitaplaştırmadım. İlk gençlik yıllarımda yazmaya günlüklerle başladım. Sonra şiir, daha sonra hikâye. İlk hikâyem “Duanın Açtığı Kapı” bir gazetede yayınlandı. Daha sonra haftalık “Vahdet” gazetesinin kültür sanat sayfasında, bir de merhum Yaşar Kaplan’ın çıkardığı “Bu Meydan” dergisinde yazdım. “Mektup” dergisinde de şiirim yayınlandı.”
“Önceleri roman yazmayı düşünüyordum. Sonra kısa, ama vurucu, insanı sarsıcı öyküler, ya da novellalar, okudum. Örneğin: Ömer Seyfettin, Anton Çehov, Sait Faik, Gabriel Garcia Marquez, James Joyce, Rasim Özdenören, Tomris Uyar, Ferit Edgü, genç yazarlarımızdan Emin Gürdamur, Sema Bayar, Handan Acar Yıldız, Cihan Aktaş, Selvigül Şahin ve ismini burada sayamayacağım kadar çok öykü yazarı okudum.”
“İç monolog, diyalog, tasvir, tahkiye, iç çözümleme, geriye dönüş. Bu teknikler hemen her öykümde vardır. Metinlerarasılık tekniğiyle yazdığım öyküler: Ölüm temalı “Erken Gelen” adlı öykümde hadis-i şerifleri satır aralarında sezdirerek kullandım örneğin.”
Edebiyat Ortamı’ndan Öyküler
Ayşe Yazıcı Yavuz – Hüsnüniyet Caddesi
“Bugün, hem mübarek gün olması sebebiyle hem de kasabanın hafta günü olduğu için Hüsnüniyet Caddesi çok kalabalık. Bugün yine civar köylerden bir sürü insan alışverişe gelir. Hem giysi pazarı hem de sebze pazarı çok kalabalık olur. Ben de özellikle bugün erken uyanırım. Çünkü bugün esnafın miskin olanı bile hiç değilse bir saat kadar erken uyanıp açar dükkânını. Çaycı Veli’den yeni demlenmiş ilk çaylar söylenir. Herkes birbirine ‘Günaydın’ der aymamış yüzlerle.”
“Bu boş dükkânın sağında da bir fotoğrafçı var ki ben hem en çok orasını sevip hem de en çok oradan nefret ederim. Anlatayım efendim. Bu dükkânın sahibi yaşlı bir Kore gazisiydi. Kiracısı ise evvelce Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş mert bir adamdı. Adı Yavuz. Kendi yavuz… Üç yıl oldu Rabbine kavuşalı. Mekânı cennet, komşusu Nebi olsun inşallah. Bu mert adam bundan otuz sene evvel bu dükkâna kiracı olarak geldiğinde yanında ailesi yoktu. Garip kuş gibi gurbete göçerken karısı ile iki evladını köyünde bırakmış.”
“Deniz kendini öyle bulunmaz Bursa kumaşı sanıyordu ki arkadaş seçerken bile en süslü olanları tercih ederdi. Tesettürlü bayanlar içinde de ancak çok gösterişli giyinenler yanına yaklaşabiliyordu. Tesettür onun için asla bir farz değildir. Tesettürün bile derli toplu olanını değil şatafatlı olanından yanadır.”
Dilek Altundağ – Uzakta Kalan Bahçeler
“Seni anlamam, tahmin etmem için mekân ve uzak mesafelerin ne hükmü vardı? Bir evlat, anasının yüreğine yabancı olabilir miydi hiç? Senin acılarını hissetmez miyim sanırdın? Her gün aynı saatlerde, kocam işe gittiğinde, arıyordum seni. Aramamı beklediğini bilirdim. Bazen telefona komşuların çıkardı. Bazen de telefonu babam açardı çoğu kez. Sesimi duymak istemezdi, anlardım. Sesim, adım yoktu onun yanında. Sen hastasın, diye bana cevap vermek zorunda kalır, sesi histerik helezonlar yaparak yuvarlanırdı ahizenin diğer ucunda. Senin uyuduğunu söylerdi hep. İlaçlar, vücudunu hassaslaştırır, unuturdun beklediğimi.”
“Son zamanlarda ciğerlerimdeki ağrılarım artmaya başladı. Halbuki ağrı eşiğimin çok düşük olduğunu söylemişti hemşire. Benim gibi hastalığın dördüncü evresinde olanlar kıvranıyormuş sancıdan. Beterin beteri var diyorum, dilimin döndüğü kadar susup.”
Ahmet Şevki Şakalar- Hikâyenin Ağırlığı
“Otelim Balıklıgöl’e beş yüz metre. Yürüyebilirim galiba. Taş çatlasa on beş yirmi dakika sürer. Ağır adımlarla yürüyorum. Yolumun üzerinde kaldırım kenarında bir ayakkabı boyacısı duruyor. Yıllardır burayı mesken tutmuş sanki. Tek noktaya dikmiş gözlerini. Öyle bir dalmış ki önünden gelip geçenleri fark etmiyor. Vücut dili, derdim var, anlatacaklarım var, diyor. Yaklaştım yanına. Anlat! Dedim. Dinliyorum. Anlat! Birkaç saniye baktı, anlattı. Karısının bitmek bilmez ihtiyaçlarından, şükürsüzlüğünden, hasetlik kuyusunda debelenen yuva yapmaz gelinlerinden, kumara düşmüş küçük oğlundan… Ne uzun ve katmanlı bir hikâyeydi. Anlatası varmış adamın. Bir işaret, bir kıvılcım bekliyormuş. Adam derdinin ağırlığından, hikâyenin ağırlığından kurtuldu.”
Ramazan Kayaoğlu- Biz Dünyayı Çok Sevdik Ölüm Bizden Uzak Olsun
“Hâlbuki ölmek için daha güzel zamanlar vardı?” Bahçe kapısının önünde kendisini bekleyen Ali’yi görünce Hasan’ın ağzından istemsizce bu cümleler döküldü. Arabanın kapısını açıp hiç konuşmadan Ali’nin yanına oturdu. Sonra montunun fermuarını sonuna kadar çekip kabuğuna çekilen bir kaplumbağa gibi bir süre öylece bekledi. Homurtular eşliğinde araba hareket etmeye başlayınca başını yavaşça kaldırıp etrafa baktı. Bu sırada sokak lambalarının zayıf ışıkları, arabanın ön camına çarpıp uykulu gözlerinde kayboluyordu.
“Bir süre ikisi de sustu. Hatta Hasan doğrulup teybi kapattı. O an ne düşündü bilinmez ama Ali, şöyle bir baksaydı Hasan’ın gözlerinin yaşardığını, gecenin bu karanlığında bile rahatlıkla görebilirdi. Gerçi bu kadar uzun bir birliktelik, bakmadan da bazı şeyleri görünür kılıyordu. Ali de Hasan’ın gözyaşlarını, bu yüzden muhakkak bakmadan görmüştü. Zaten Hasan’ın omuzuna usulca dokunmasının bundan başka bir sebebi olamazdı.”
Hicret Birik- Çarıklışah
“Çarıklı Şah azap içerisinde dualar ederken dünyaya ait zaman ve mekân durumları bu duanın kabul olması için gereken kıvama gelmekteydi. Kasiyun Dağı’nın eteklerindeki memleket yüzlerce tufan, zelzele, savaş ve yıkıma uğramış, yerini bilmem kaçıncı dünya devletlerinden birine bırakmıştı. Zaman ve mekânla birlikte insanlar da değişmiş fakat geçmişten gelen bazı söylentiler unutulmamıştı. Bu söylentilere inanan insanlar çeşitli yerleri kutsal sayarak şifa ve umut kapısı haline getirmişlerdi.Kasiyun Dağı’nın kırk beşkilometre aşağısındaki, Çarıklı Şah’ın boğularak öldüğü nehir de bu kutsal yerlerden birisiydi. Civar şehirlerden ve köylerden birçok insan yakalandıkları hastalıklardan iyileşmek için ayın ilk evresinde bu nehrin yanına gelir, önce nehrin içine bir yumurta atar ardından suyundan üç yudum içtikten sonra içine girip yıkanırdı.”
Canan Coşar – Çelişki
“Dilimin ucunda yerden aldığım küçük bir taş parçasını sakız gibi evirip çevirip yürüyorum. Aldığım her nefeste ağzımdaki taş parçası burnuma toprak kokusunu getiriyor. Avuç içim terledikçe sarı sarı benekler ellerim sanki pas tutuyor. Yağmur yağmadan sarmıştı her yanımı toprak ve demir kokusu. Demir eksikliği böyle bir şey miydi?”
“Fırından ekmeği alır almaz dayanmak mümkün mü sıcak ya da soğuk fark etmez kokusu hep burnumda. Ucundan bir parça koparıp dalıp gidiyorum sokak arası gezmelere küçük bir çocuk gibi bir kedinin peşinden bazen de evlerde yükselen seslerin eşliğine dalan bir ihtiyar seyrinden.”
“Kanımdaki demir eksikliği sokaktaki pas kokusu birbirini ağırlıyor ikram yarışı yapıyor sanki. Güzel anlaşıyor olmalılar. Ben sessiz kaldıkça pas kokusu artıyor. Ah anne neden köfte göndermek yerine o kapıyı bir hışımla çalıp Seher teyzeyi kurtarmadın ki? Ellerimdeki pas lekesi nasıl temizlenecek. Neydi o reklamlarda bahsedilen deterjanın adı?”
Rukiye Saran Aydın – Bulmaca
“Şehir içi otobüs yolculuğumu bu defa bulmaca çözerek geçirdim. Önce bilindik kelimeler çıktı. Kolay olduğu için tadı çıkmadı. Tam çözmeyi bırakacakken bilemediğim bir kelime çıktı. Yatay çözmeye çalıştım olmadı, yukarıdan aşağıya çalıştım olmadı. İşte o zaman bulmacanın tadı çıkmaya başlamıştı. Düşünmek, akıl yürütmek, araştırmak, incelemek çok güzel… Düşünürken beynim fırtınaya tutuluyor, kelimeler savruluyor, heceler savruluyor, harfler savruluyor, sonra bir kelime oluşuyor, tamam işte oldu. Tam aradığım kelime buydu: “Sergüzeşt.” Sami Paşazade Sezai’nin romanının adı. Ne esaslı bir kelime ama.”
“Ey Rabbim! Bize gönderdiğin en büyük ve sonsuz mucize olan mesajında, birçok yerde bizi düşünmeye davet ediyorsun. Neden düşünmüyorsunuz, diyorsun. Aklınızı neden kullanmıyorsunuz diyorsun. İlmin, bilmenin, bilmemekten daha değerli olduğunu belirtiyorsun. Bize düşünme kabiliyeti verdiğin için sana sonsuz şükürler olsun…”
Edebiyat Ortamı’ndan Şiirler
Adınla…
Zatına baktın, bir’i yarattın
Aczimi mübarek kıl
Suyu ateşe verdim
Uyandığımda uyku yaratılmamıştı
Uyku değildi uyandığım
Sende bildim,
Senden geldiğimi,
Senden geldiğimi sana geleceğimi
Senden sana geleceğimi.
Gelen ve giden kimdi
Sendeydim
Cenneti taşırınca varlığım
Yükseldim yeryüzünden ismine tutunarak
Erdal Çakır
Şu haziran
Ve bu çapraz deneyle
Bak! İşte bu masmavi denizlerde daha nice gemiler batacak çıkacak
Çok sıcak bir yazdaki o soğuk sularla o eski altın çağın çocukları yıkanacak
Davut Güner
meçhul gökyüzü altında yenik ordu alna yapışmış günahtır
nerden bakarsan bak kaybolan insan hep bir yalnızlıktır
hayalhanesi uçurumlarla berkitilmiş depremlerle seyrelmiş
bir muamma imiş semerkant fotoğraflarda kalan esatirmiymiş
ölü çocuklardan oluşan yolu tufeyli seyyarelerden geçen
bir eski zaman alacasında akmayı unutmuş söylencelerden
Kadir Ünal
bu çok eskidendi elimi tuttum
incir yapraklarına huzur diledim
döndü oysa istikbale
gönül koyan bitkinliği yüzünün
eski güz sislerinden bir ses vardı
getirdim yüzündeki karanfil kırığına
ihtimal sedye olur
sisin gizlediği sese
Ali Sali
Yazıyla iki milyar mıymış güya neymişiz
Sonumuzdan kaç sıfır atalım ne dersiniz
Sıfır atıktı nasıl olsa pirüpaktı dedelerimiz
İçine çekmiyormuş kimse zikir çekerken
Çoğu dudak tiryakisi Allah’ın haberi yok
Çoğu babam sağ olsun geri dönüşümleri yok
‘Bir zamanlar biz de millet hem nasıl milletmişiz’
Melâlden geçtik meâli anlamayan nesle aşina değiliz
Hepimiz sınıfta kaldık Filistin sınavından
Kopya bile çekemedik ‘Elin Gâvuru’ndan
Boş verdik kağıdımızı boş verdik Allah’a
Yaşar Akgül
Güzel şiirler dinlemek
Senin de hakkın
Yeter ki çiçeklensin
Saksıda karanfil
Nehir kıyısını süsleyen yavru ağzı
Ve iyi dilekleri ile gelen
Komşu kızı.
Elinde bir demet yasemin
Hemen almalısın
Acele ediver lütfen
Boş bir vazo
Yorulur beklemekten.
Gökhan Akçiçek
Korsan kitaplar okudum, korsan kasetler, karışık kimi filmler
Kimi, sevince direkten dönen falsolu sevgililer, kimi sevince
Bu yüzden tuttuğum takımın maçlarını ve seni şimdi çok legal
Seni bağışlanmış kan gibi şırıngaya çektiğim damar ve cesur iğne
Terkisinde bir atın, karıştırmak gibi yüzünü iki kuluncumun arasına
Omzum, eskisi kadar sağlam değil yine de kesin gözüyle baktığım
Çarşafını ve dişlerini hazırlayıp “iyi geceler”uykusuna almak gibi seni
Demek gözümün üstünde kaşım var, az ötede az işlenmiş cinayetler
Olsun, söylenmemiş bir günaydına uyanır her sabah, sana “iyi geceler”
Sami Uluğ
İçimde cismi olan her şeyi çift yaratmış Allah
Duasıyla dağı, örselenmiş canı, büyülü ırmağı
Ben zaten üstüne har yağan geceyle ıslanırım
Gövdemden gölgeme dönenen Hû sesiyle
Duyarım. Kırılan aynaların anlattığını
Yerkürede her ruhun aradığı hep yarım.
Çift yaratmış Allah mekânla aldatılan zamanı.
Nuray Alper
dil sürçmesi
iki yakamı da bazen ilikliyorsa
lekedir sözcüklerle
bir yalnızlığa haykırmak
kasımlarda çıplak üşür
kendi uykusuzluğunda
maviliklere ben
annemin alın teriyle yorgun
Yunus Karakoyun
Nedir hayatımız
Melonkolik bir oyundan başka?
Kandan bir sahnede
Kayıtsız, sıkkın bir seyirciye
Fonda blues müzik
Kulakları tırmalar
İleri geri koşturan ayak sesleri
Keman tellerinde yay gibi
Feryatlarla titreşir kasvetli kalabalıklar
Nereye kaçmalıyız amansız dronelardan
Gölgeler gibi kaçıyor insanlar
Sırtlarında Sisifos’un kayası
Tırmanıyorlar ölüm uçurumunu
Gerilir parmakları uzanıp
Filizlenen dallara
Dipsiz karanlığa karşı
Haya Abu Nasser
Çeviren: Cüneyt Fatih Yaylacı
Mahalle Mektebi, Sayı: 78
78. sayısı ile yine gönüllere dokunuyor Mahalle Mektebi dergisi. Dergide bu sayı Ertuğrul Aydın ile yapılan söyleşi var. 1991- 1994 arasında Aydın’ın çıkardığı Âvâz dergisi merkezli bu söyleşinin soruları Selçuk Küpçük’ten. Küpçük’ün, hem dergilere olan muhabbeti hem de dergiler üzerine çalışmaları düşünülünce ortaya keyifli bir söyleşi çıkmış.
“Âvâz, sadece bir okul dergisi olmak istemediğinden ilk sayıdan başlayarak Türkiye geneline yayılmaya başladı. Çıkış yeri İstanbul dışında, kısa zamanda oluşturduğu Aydın, Balıkesir, Çanakkale, Elazığ, Erzurum, Kars, Tokat, Trabzon, Rize ve Yalova’da temsilcilerine gönderildi. Bu temsilciler daha önce benim yerel medya-Anadolu basınından iletişim kurduğum isimler ile dergi bünyesindeki arkadaşların tanıdığı isimlerdi. Bu isimlerin bir kısmıyla bugün de haberleştiğimizi söylemeliyim. Meselâ, Tokat temsilcimiz işitme engelli bir ahbabımız olarak diyalogu sürdürdüğümüz bir isimdir.”
“Âvâz’ın okuyucu karşısına çıkmadan önce, Türk dergicilik tarihinde nereye konumlanacağı sorusunu düşünmüştük. Rol/model olarak ismi anılan dergilerden Genç Kalemler ve Küçük Mecmua 1928 öncesi eski yazı-Osmanlıca çıkan dergilerdir. Bu iki dergide de Ziya Gökalp imzası önemlidir. Ki, Küçük Mecmua Ziya Gökalp’in Diyarbakır’da kendi çıkardığı, dönemine göre uzun soluklu bir dergidir.”
“Dergilerin genel kapanış sebeplerinden biri olan maddi zorluklar Âvâz içinde geçerliydi. Reklâm almayan, abone sayısı sınırlı olan bir dergiydik. Diyebilirim ki, dördüncü sayıdan itibaren bir sonraki sayı zor çıkar noktasındaydık hep. Bu şekilde 15. sayıya kadar geldik. Belki yine çıkarız düşüncesiyle bir kapanış yazısı koymadık. Nitekim iki-üç yıl sonra derginin çekirdek kadrosundan Ayhan Önder, “on altı” diyerek bir sayı daha çıkardı. Bu sayıda bambaşka bir kadro ve kısmen tarz-içerik değişimi de olmuştu. Ancak bu girişim de tek sayıda kaldı.”
Tanrı’nın Matematiği
Sayıların da bir dili var. İfade edilen anlamla otaya çıkan ve hakikat evrenine seslenen bir anlam derinliğini de sayıların dünyasında bulmak mümkün. Ne olursa olsun aslında sonuç aynı; her şey O’nu anlatmak için var. Ayşe Gürsoy sayılar evreninde günümüze yansıyan meselelerine de göndermeler yapıyor. Sayılar sadece sayı değildir dünyada.
“Bir kişiyi öldürmek tüm insanları öldürmeye, bir canı kurtarmak da tüm insanlığı kurtarmaya eşit tutulmuştur. Matematiksel açıdan baktığımızda bir kişinin ölümü bir kişinin ölümüne denktir. Sayısal olarak bu veri bir kişi öldü şekilde ifade edilir. Bir kişinin kurtarılmış olması da sayısal olarak bir kişi kurtarıldı şekilde ifadesini bulacaktır. Ancak Allah’ın matematiği şeklinde baktığımızda bir kişinin öldürülmüş olması geriye kalan 8 milyar kişinin ölümüne denktir. Bir insanın değeri, geride kalan tüm insanların değerine eşit kılınmıştır.”
“Günümüzde insanların çoğu mallarını daha fazla kazanç elde etmek için bir kısım yatırımlar yapmaktadırlar. Sonucunda mallarının çoğalmasını arzu etmekte ve bu niyet ile ancak mallarını üçüncü bir kişiye ya da kuruma bırakabilmektedirler. Neticede ne kadar kazanacaklarını bilmeseler de kaybetmeyi ya da mallarında azalma olmasını asla istemezler. Ancak günümüzde bu şekilde bir kazancın varlığından bahsetmek zordur. Çünkü birçok yatırım aracının ne kadar kazandıracağını ya da kaybettireceğini bir kısım tahminler dışında kesin olarak belirlemek mümkün değildir.”
Felsefe-i Zenan ve Özgürlük
Necati Mert, Ahmet Mithat Efendi’nin “Letâif-i Rivâyât” adlı kitabında yer alan Felsefe-i Zenan hikâyesinden hareketle özgürlük, erkek egemenliği, kadına bakış gibi birçok konuyu işliyor yazısında.
“Bu eleştiri, bu ütopik istek Felsefe-i Zenan’da da var. Hikâyeyi kişileştirilmemiş bir anlatıcı yürütür –diyelim yazardır bu anlatıcı. Fakat yer yer bırakır anlatmayı, anlatıcılık hikâyenin asıl kişileri olan üç kadına geçer. Mektuplaşırlar. Felsefe-i Zenan’ı farklı kılan, erkek egemenliğine kadın bakış açısıyla yapılan bu eleştiridir işte1 . “Lakin daha da önemli farkı varoluşsal düşünümün işlemeye başladığı kadın zihnidir.” Bir de önemlice bir ek: Felsefe-i Zenan – bildiğim- mektup anlatım tekniğinin kullanıldığı ilk hikâyemizdir.”
“Evet, evlilik, kadını özgürlüğünden eden bir kurumdur. “Adaletsiz bir birlikteliktir.” Evli kadın horlanır, köle gibi kullanılır evlerde –hele ki dönemin erkeklerince. Fazıla bir çeşit sakınma refleksiyle eve ve kitaplara sarılır. “Özgürlüğü için yaptığı seçim” budur: Kaçış. Akile “kendini cesaretten uzak dinginliğe bırak(ır).” Onunki de bir çeşit kaçış. Şundan ki on yedi yaşına vardığında yörenin olgun ve bilinir ailelerinden isteyenler olmuş, ama Akile “kocaya varmamak hakkında olan karar-ı kat’îsini [kesin sözünü] özür göstererek kabul etmemiş … idi.”
Nazım Hikmet Şiirinde Umut İmgesi
M. Ali Özdoğan, Nazım Hikmet şiirini umut imgesi yönüyle ele almış. Umudu yeşerten bir şairdi Nazım Hikmet. Hayata ve mücadeleye dair bir umuttu bu.
“Nazım Hikmet’in şiirinde umut kavramı iki ana güzergahta ele alınabilir. İlki şairin bireysel dünyasıyla bağlantılı iken ikincisi toplumsal yaşamla alakalıdır. Nazım Hikmet’in kişisel yaşantısı, şiirindeki umut imgesinin temellerinden birisidir. İnişli çıkışlı bir hayatı olan şairin dünyasında çıkışın adı umuttur. Sözgelimi aşk hayatında yaşadığı hayal kırıklığını telafi etmek amacıyla yazdığı “Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın ve Hanımelleri” şiirindeki mavi göz, şairin geleceğe dair umudunun simgesidir. Onun mavi tonlara duyduğu ilgi umut imgesinin hem bireysel hem toplumsal ayağında karşımıza çıkmaktadır.”
“Umut imgesi, tevekkül kavramıyla ifade edilebilecek dini alt yapıya ait bir mefhum olabileceği gibi daha seküler düzeyde bir sosyopsikolojik arka plana sahip olabilmektedir. Buradan hareketle Nazım Hikmet’in şiirlerindeki umut, genellikle bireyin ya da toplumun sıkışmışlığı üzerine bina edilmiştir. Nazım’daki umut, bireysel olduğu kadar evrensel göndermeler içeren seküler bir çatının altında kullanılmıştır. Nazım, kişisel yaşamında çektiği sıkıntıları şiirleriyle hafifletme yoluna gitmiştir.”
Kalp Yolunu Bulur
Hayat devam ederken kalp de bir yolculuğa çıkar. Gidilen mesafe ne kadar olursa olsun kalbin menzili bellidir. Kalbin şifası Allah’ı zikretmektir. Allah’ı anarak kalp yolunu bulur. Gönül Fedakartürk, kalbin çıktığı yolculuğu anlatıyor.
“Bizler yaşadığımız, şahit olduğumuz durumları sorgularken teslimiyetimizi, samimiyetimizi, acz ve fakrımızı da gözden geçirmemiz gerekiyor. Fakr Allah’ a olan ihtiyacımızdır. Bizlerin Allah’a olan ihtiyacımızı bilmemiz ve gözle görünmeyen bir mikrobun dahi bizi hasta edebileceği acziyetini kabul etmemiz gerekir. Kuvvetli bir inanca sahip olmanın yolu ancak manevi değerlere riayet etmekten geçer; çünkü sağlam kökler bünyesinde sağlam inançlar barındırır…Ve son olarak, empati bu dünyadaki en iyi davranış bilimi ve iletişim şeklidir. “Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi, sen de başkasına yapma” hassasiyetiyle karşımızdakini doğru anlama ve duyma halidir. Keşke herkes birbirini hakkıyla duyabilseydi… Eğer haksızlık karşısında susuyor ya da bir kalbin kederine sebebiyet veriyorsak, muhakkak kırdığımız o kalbin yansımasıyla hemhal olur ve manen ağırlığı altında ezilebiliriz.”
Birbiri ile Birleşen Ev İçleri
Mustafa Furkan Özren ile yıllar öncesinin Adapazarı’na gidiyoruz.
“Çocukluğumda yaşadığım Adapazarı da böylesine orta halli bir şehirdi. Hiçbir zaman zihnimdeki Adapazarı imgesini büyük semboller, abidevi eserler üzerinden düşünemedim. Halen de benim için Adapazarı’nı özel yapan şeyler üzerine düşündükçe aklıma ev içlerinden, esnaf vitrinlerinden çocukluğumun geçtiği bahçelerden izler gelir. Sıradan hayatımızın bir parçası olan bu mekânlar bilhassa umulmadık eşyalar üzerinden eski zamanların izlerini taşıyanlar kendilerince inşa ettikleri bu özel kimliğin ifade ettiği anlamlarla dolu olurlar.”
“Özellikle gecelerin uzun olduğu kış akşamlarında Adapazarı manzaralarıyla süslü (bana çok uzun gelen) yürüyüşlerle tanıdıklarımızın evlerine misafirliğe giderdik, onların ısrarıyla bazı zamanlarda yatıya da kalırdık, Annemin babamın böylesi teklifleri kabul etmeleri beni hem şaşırtır, hem de mutlu ederdi. Beraber yaşanacak büyük bir maceranın heyecanı içimi sarardı.”
Deneme Üzerine Bir Kalem Tecrübesi
Deneme üzerine kaleme aldığı bir deneme ile Mahalle Mektebi’nde Fatıma Can. Deneme, yazması da okumasına da en keyifli türlerden. Alanı geniş, anlatımı rahat olan denemenin okuyucuyu kolayca kuşatma gibi bir hüneri de vardır. Can, denemenin tarihçesi de dahil olmak üzere birçok detaya değiniyor yazısında.
“Deneme, düşünce yazısı okumaktan ayrı bir zevk alıyordum henüz bu alanda yazılar yazacağımın farkında olmadan. Her zaman gerçekçi olmuşumdur, şakaları bile ciddiyetle dinleyen biri olarak. Hayal gücümün zayıf olmasından öyküye değil daha gerçekçi, düşünsel olan denemeye yönelmiştim. Bilinçli olarak yöneldiğim bir alan değildi. Kendimi gizlemeden gündemimde olan bir konuyu bütün açıklığıyla anlattığım, en az edebi kaygı içerisinde olduğum bir tür olarak deneme, edebi türler içinde kendimi en rahat ifade edebildiğim en geniş alan.”
“Betimleme, bilgi, bir konu hakkında gözlem bilgi içerebilir, edebi bir kaygı gütmeden rahatlıkla ifade edebilirsiniz söylemek istediğiniz her şeyi… Denemelerde yazar, her konudan söz açarken söylediklerini kendi bakış açısına dayandırır. Bununla birlikte, her deneme metninde anlatım tutumunun aynı olduğu söylenemez. Kimi metinlerin bütününde tek bir anlatım tutumu söz konusu iken kimi metinlerde yazar tavrına bağlı olarak değişen kısmî anlatım tutumları dikkati çeker.”
Beldelerden Bir Güzel: Fas
Merve Yentürk ile Fas’tayız. Ülkenin tüm gizemini bize adeta yaşatıyor Yentürk. Renklerin ve masalların ülkesindeyiz.
“Uyandığımda karşılaştığım manzara harikaydı. Çiçeklerin arasında rengarenk duvarlar, el oyması kapılar, renkli cam pencereler ve renkli zemin. Otelin her detayı harikaydı. Kahvaltıda dikkatimi çeken detay ise köpürtülerek demlendiği için bu şekilde servis edilen geleneksel nane çayı ve taze sıkılmış portakal suyu.”
“Sabah erken saatlerde Fes için yola çıkıyoruz. Yollar çok güzel ama hız sınırı var ve önemli. Burada ceza yemeniz an meselesi. Bu sebeple yolculuk süreleri hep normalin üzerinde. Yola erken çıkmakta fayda var. Yol üzeri rotası olarak Kazablanka’nın başkenti Rabat‘a uğradık.”
“Kazablanka Fas’ın en büyük şehri ve önemli bir liman kenti. Marakeş, Fes gibi şehirlere göre daha modern bir şehir. Burada da gezilecek belli başlı yerler mevcut fakat ilk olarak en çok merak ettiğimiz II. Hasan Camii’sine geldik. Bu cami Atlantik Okyanusu’nun yanında yer alan dünyanın en büyük camilerinden biri.”
Söyleşiler Geçidi
Bu sayıda da dört isimle yeni kitapları üzerine söyleşiler var dergide. Söyleşilerden paylaşımlar yapacağım.
Safiye Gölbaşı ile “Sesini Görüyorum” Üzerine…
Sesini Görüyorum, Safiye Gölbaşı’nın 3. öykü kitabı. Öyküye karşı tutkusunu bu yeni kitapla iyice pekiştirmiş oldu Gölbaşı. Sorular: Dilek Altundağ’dan.
“Ben çok uzun zamandır öykü yazıyorum, uzak bir yoldan geldim, hâlâ yürüyorum. Bu uzun yolculuk esnasında elbette pek çok şey değişti, gelişti, kayboldu, keşfoldu. Ama galiba benim de fark ettiğim ya da belki de ancak benim fark edebileceğim en belirgin gelişme şu ki başlangıçta hikâyeler bana daha fazla hâkimdi, onlar beni yakalayıp kendilerini yazdırıyorlardı. Şimdi önümden geçen, aklıma düşen, hayalime gelen hikâyeleri ben yakalıyorum ve aralarından seçerek, istersem yazıyorum. Kalemim, yolculuk esnasında biraz daha seçici ve serinkanlı oldu sanırım.”
“Çocuklar için yazmak daha zor ama itiraf edeyim daha güzel. Esasında çocuk edebiyatı “büyük bir metin” yazmak için daha müsait bir alan. Sözdeki o çok anlamlılığı ve çarpıcı duruluğu yani sınırları aşarak insanın ortak dilini yakalayabilirseniz şahane bir şey yapmış olursunuz. İşte bu vaatkâr ufuk beni çocuk edebiyatının içinde tutuyor.”
Murat k. Murat ile “Tuhaf Olan Onlar” Üzerine…
Murat k. Murat “Tuhaf Olan Onlar” kitabı üzerine Abdullah İpek’in sorularını cevaplamış.
“Zaman zaman çocukların fazlasıyla zalim olabildiklerini düşünüyorum. Kuşkusuz bunun ardında maruz görülebilir bir bilişsel kapasite var. Görsel çağın idealize ettiği kalıplar ya da -etik bağlam da dahil- deneyim aktarımındaki kırılmalar, sözünü ettiğiniz türden “hırpalanmalara” saha sık tanık olmamıza neden oluyor. Bu biraz da kendimizi haddinden fazla önemsememizle alakalı sanki. Böylelikle kendimizin (çocuklarımızın) zorbaca tavırlarını meşrulaştırıyor ya da buna maruz kaldığımızda daha derin yaraların açılmasına neden oluyoruz.”
Zeki Altın ile “Ormanda Bir Park” Üzerine…
Osman Hasdemir’in Ormandaki Bir Park kitabı üzerine sorularını cevaplamış Zeki Altın. Benim de severek okuduğum bir kitaptı bu. Altın, şiirinde kendi sesini bulmuş bir şair. Bu ilk kitap da bunun bir göstergesi.
“Şiirde hep bir arayış vardır. Gerek içerik gerekse biçimde olsun şiir dünyasında sürekli bir farklılık arayışı mevcuttur, öyle de olmaya devam etmelidir diye düşünüyorum. Öykü formunu şiirde deneyen birçok şairden biriyim. Bunun geçmişi bizde mesnevi, batıda epopelere dayanıyor. İlla ki bunun hem olumlu hem olumsuz etkileri olacaktır. Ben olumlu yanına odaklanarak yazmaya çalışıyorum. Şiirin bence kendi türünün içinde sınırlandırılması ona daha çok zarar verebilir.”
“Ben de kendimi artık dil üzerinde yoğunlaşarak şiirimi oluşturduğumu söyleyebilirim. Kelimelerin çok farklı sentak ve semantik bağıntıları zihnimde imgesel olarak yeni çağırışımlara kuluçka oluşturabiliyor. Bu yeni bağıntılar üzerinde şiirimi meydana getiriyorum. Buna örnek olarak Mahalle Mektep’inde yayınlanan Kitapuzakta, Panoptikon Papyonlu Paris şiirlerini örnek verebilirim.”
Esra Kılıç Türedi ile “Kırık Kalemler Dükkânı” Üzerine…
Esra Kılıç Türedi “Kırık Kalemler Dükkânı” kitabı üzerine Fatma Nur Uysal Pınar’ın sorularını cevaplamış.
“Öykülerimi ortak bir tema gözeterek yazmadım ama bir araya geldiklerinde aslında benzer dertleri olan karakterleri anlattığımı fark ettim. Karakterler; Kırık Kalemler Dükkânı’nın kapağındaki o kurumuş, nahif, kırılgan çiçek gibi hayatlarının sayfasında başını doğrultamamış; aidiyet hissetmedikleri yerlerden uzaklaşmak için o yeşil bandı söküp atma cesaretini gösterememiş, hisleriyle bağlantılarını yitirmiş ve bu nedenlerle de özlerinden uzağa düşmüş kişilerdi. İçlerindeki o kırılgan taraf aynı zamanda onları bazı yüzleşmelere ve sorgulamalara da sürüklemiş, bu kez de değiştiremedikleri onca şeyle mücadele etmek zorunda kalmışlardı. Ben her hikâyenin insanla başladığını ve hayatın bu çatışmalarla örülü olduğunu düşünüyorum.”
Mahalle Mektebi’nden Öyküler
Mesut Doğan –Çağıran
“Bu bir kaçış mıydı? Zamanın gideceğimiz tüm yolları, geçitleri ve çabaları önceden işaretlemesi ve genişletmek için çırpındığımız çemberi gittikçe daraltması? Bizi bir kartopu gibi yuvarlayıp önce büyütmesi sonra küçülüp geldiğimiz yere döndürmek için eritmesi?”
“Burada, bu terkedilen ıssız köyde bizi yaşarken sayısız kapılardan geçiren ve karanlık bir tünelde sırası gelenleri bir uçuruma atıveren zamanın insanı nasıl aldattığını ve hilelerini gördüğümde, onun tükenmekte olan bir nefes gibi benden kaçmaya çalıştığını hissettim. Geçmişin bilmediğim bir noktasından ve yakın bir gelecekten kesilmiş film şeridi gibi yaşadıklarımı gözümde canlandırması ise en acı olanıydı.”
“Dereyi geçince yılanlı kör kuyunun yanındaki toprak yoldan gitmek zorundaydık. Yaz tatilinde şehirden gelen komşunun torunlarının getirdiği Zagor, Tommiks Teksas kitaplarını yılanlı kuyunun hemen yakınındaki badem ağacının dalına çıkıp saatlerce okurdum. Oysa ağaç kurumuş ve dalları kırılmıştı. Çocukken devasa görünen ağaç bir çalı yığını gibi kalmıştı. Çocukluğumuz nesneleri büyük mü gösteriyordu?”
Zübeyde Andıç – Bir Korkunun Dile Gelme Biçimi
“Bir kuş kanadı, bir uzun hava, havada kalmış bir el, ara ara göz kırpan bulutlar ve daha nicesi içimdeki boşluğu doldurmak için zihnimde dolanıp dururken yanıma bir kadın oturuyor. Oysa bileti alırken Ankara’ya kadar yanımın boş olduğunu söylemişlerdi. Yol üstünde alınan yolcuları hesaba katmadığımdan daha yolculuğun başında ilk sürprizle karşılaşıyorum. Selamlaşıyoruz.”
“Kadının beni izlediğinin farkındayım. Yanlışlıkla koluma değmiş gibi yapıp başka bir konu açıyor. Hastalığından bahsediyor. Grip olup olmadığımı soruyor. Hastaysam yanımdan kalkacak kadar tedirgin oluyor birden. Biriktirdikleriyle taşmak üzere olan bir kadını geri çevirmeyi kendime yediremiyorum. İlk mola yerinde inecekmiş zaten.”
“Bozkırı yara yara uzayıp gidiyor yol. Sarı tepeler sıralanıyor iki yanımda. Kırmızı toprakların üstünde yaşlı bir adamın on günlük sakalı gibi duran ekin tarlalarını geride bırakıp mola veriyor otobüs. Karşı masadaki adam, bir ekmek arası dönere bir bardak ayranı yetirmeyi başarıyor. Ben de dudak izi unutulmuş bir bardak çayla iki sigara içmeyi… Ne eksik ne fazla!”
“Kadının kısmaya çalışsa da kısamadığı ses, beni garip bir biçimde başka bir hikâyeye dâhil ediyor. Onu dinliyor olmaktan bir taraftan içten içe utanırken bir taraftan da bu hikâyede beni çeken şeyin ne olduğunu merak ediyorum. Kadın, her arayana hemen hemen aynı cümlelerle durumunu anlatmaya devam ediyor. Ara ara da başka olaylara geçiyor.”
Sibel Oğuz – Vebal
“Sabah kalktığınızda hayatınızdan hiçbir şey eksilmeyecek, yalnız yirmi dört saat dışında.
Ellerimde siyah eldivenler, herkes peşimde. Ben bir hırsızım fakat hiç kimseden hiçbir şey çalmadım. Her şey yerli yerinde, olması gerektiği gibi. Zaman durgun, ağır, aksak… Masanın üzerinde akşamdan kalma yenilmiş çekirdek kabukları ve kristal bardaklarda yarım bırakılmış çaylar. Bu bir uygarlığın sonu mu? Ah Tanrım! Şimdi bir hırsız olarak anılacağım. Ellerime kelepçeler takılacak. Dönüp dönüp kitaplığıma bakacağım. İçimden bir ses yükselecek, çaldıklarım kendi hayatımdan ve ben ancak kendimle helalleşeceğim!”
“Kafamı çeviriyorum. Bir kedi döktüğü süte hayıflanarak dilini ağzında gezdiriyor. Önünde beyaz plastikten boş bir kap. Pişmanlıklar kişiden kişiye ve bir kediye göre değişebilir şey mi? Ben kimim, neden hırsızlıkla suçlanıyorum? Çalmanın haram olduğunu biliyorum oysa. Kanıma giren kim? Kötüler aynı günahın kurbanı mı? Adem ve Havva ile aynı mı şeytanımız? Şimdi kendime karşı işlediğim kabahatlerden ötürü cennetimden mi kovulacağım. Sen affetmeyi sevdiğini söylüyorsun. Ben ise hatalarımı tekrar edip duruyorum. Ah! Tanrım! Şimdi cennetimi soracaklar Serap, diyeceğim. Bütün kaynakların suyu çekilecek. Çorak topraklarda onu arayacağım.”
Mahalle Mektebi’nden Şiirler
Suyu suyla yıkadım dinsin diye sızısı
bir dağın sırrını başka dağa yasladım
çocuklar birden büyüdü, büyüdü acılar da
bense bir kalp ağrısı gibi öylece kaldım
Mustafa Könecoğlu
Bu yerlerden öldün gittin; gidişinden
Bir çatkın suratlar atlası kaldı senden
Geçenlerde buldum o atlası; yıpranmış
Denizleri döküldü bu yerlerin; gidişinle
Baktığın, bıraktığın gibi değiliz buralarda
Böyle oluyor artık bu işler, ulu orta söylenir oldu
kime ne’liğin nesi?
Vural Kaya
vadiyi terk et, kalbine yaklaş, bana yaklaş diyen sesi
tüylerin diken diken, dudağına konan o meleği hatırla
en çok vadiyi hatırla, seni terk ettiğinde bir akşamüstü
iki makas arasında kesildiğinde bir kağıt gibi: hatırla…
Zeki Altın
bir şenlikti, bir şenlikti, serildikçe kurcalanmış o akış
saadet popülerdi ve yukarılarda delirmek kolay
taraşın başına dikilmiş adamlar vardı elbet – iadeiziyaret
(gazel filtreli bir albüm, ısrar dibimizde bitsin de gör)
yeğinliğin eksilse belki gece seni tanıyamaz
kale adalar ve yeşil bir vaaz – evini mi yıktılar?
Kemal S. Sayar
Meryem Meryem bu heceler senin
Cümleler kuruyorum
Seni bulmak için
Köylerde şehirlerde uzun trenler gibiyim
Su kenarlarında ağaç kovuklarında
Niye hiç görünmezsin
Soğuk yosunlarla örtülmüş
Değerli taşlara mı örneksin
Film adları çarşı gülleri sonu gelmiş bu bulvar
Hiçbir evde yüzün görünmemiş
Avizeler çekmiyor mu seni, sahi neredesin
Kadir Korkut
Bütün vaktimi alıyor yaşamak
yorulduk ama
lan çok güzel okuyor namussuz
okuyor ha canımıza ha akan neyi varsa
iyi ki geldiniz ama bir siz eksiktiniz
az önce ellerini yıkamıştı iki yüz adam
az kalsın biz de inanacaktık inanmış gibi bile yaptık
hele bir siyah vardı ne işi varsa
ellerini hep yanlış zamanda kaldırdı
lan çok güzel okuyor namussuz
Ömer Korkmaz
Yolcu; Sayı: 109
Yolcu dergisi 109. sayısında da yine Gazze’yi kapağına taşıyarak çıktı. Durduğu yer hiç değişmedi Yolcu’nun. Mazlumun yanında en gür sesiyle durdu ve “Sen değilse kim, bugün değilse ne zaman?” dedi.
Ömer İdris Akdin’in Seyir Defteri’nden
“Özgürlüğün dili Direnişin dili. Tarihin, coğrafyanın ve zamanın dili. Kendimize ait bir dünya kurmanın dili kendimize ait kelimelerle, kendimize ait kavramlarla kendimize ait cümlelerle inşa edilebilir. Kendimize ait tanımlarımız yoksa tanımlanmış nesnelerden farkımız yok!”
“Siyonizm ile mücadele sahası yalnızca işgal edilmiş Filistin toprakları değildir. Yeryüzünün her bir tarafı Siyonist denen şeytan sürüsünden arındırılmalı. Bu, her renge ve her şekle bürünebilen ilenç çetesi afişe edilmeli.”
Yeni Yüzyılın Holokost’u: Gazze Soykırımı
Tam anlamıyla bir soykırım yaşanıyor Gazze’de. Yahudiler sınır tanımadan dünyanın gözü önünde bir halkı yok ediyorlar. Susmamak, anlatmak, gündemde tutmak gerek Gazze’yi.
Ahmet Gökçen, İlyas Sucu ve Mesut Hayati Avan Gazze’deki soykırımı konuşuyorlar.
“Ahmet Gökçen: Modern yapıların eleştirisi, her ne kadar modern sosyal bilimlerin ortaya çıktığı yüzyılda belirginleşse de -kavramın tartışmasını bir kenara bırakarak- postmodern dönemin sosyal bilimcileri bu konuda çok daha yoğun tartışmalar sürdürmüştür. Sosyoloji yazınına onlarca eser kazandıran Zygmunt Bauman, bugün bu sosyal bilimcilerin en önemlileri arasında kabul edilmektedir. Bilindiği üzere Bauman’ın modernite eleştirisinin en radikal boyutunu “Holokost” kavramı oluşturmaktadır.”
“Mesut Hayati Avan: 90’lı yıllar, Türkiye’nin toplumsal yapısını anlamak adına önemli yıllardı. Darbe sonrası kendine gelmekte olan bir ülkenin, doğru yanlış demeden aldığı kararlar ülke insanlarını bizzat etkilemekteydi. Güvenlik politikaları, irtica gündemi ülkenin ana akım sorunu olarak belirginleşiyordu.”
“İlyas Sucu: Elbette ki mevcut epistemoloji ve metodolojilerle Gazze’de gerçekleşen soykırımın sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesi yapılamaz. Bunun birkaç nedeni olduğunu düşünüyorum. İlki; sosyal bilimlerdeki Yahudi kökenli düşünürlerin ağırlığıdır. Mesut hocamın bir önceki cevabında ifade ettiği gibi Habermas ve Zizek gibi sosyal bilimlerdeki etkili isimlerin konuya yaklaşımları bunun açık örneğiydi. Gerçekten de sosyal bilimlerde en başından itibaren böylesi bir etkiyi izlemek mümkün. Bunun sebebinin bir taraftan Yahudiliğin sürgün tarihiyle diğer taraftan da Yahudiliğin teolojik açmazlarıyla ilişkili olduğunu düşünüyorum. Sürekli sürgün, Yahudileri para ve bilgi gibi kolay taşınabilir şeylere yöneltmiş gibi duruyor. Bu ikisinin toplumsal etki gücü de cabası.”
Kırık Dünler Atlası
Zaman geçiyor ve insan kendindeki kırıkları biriktirerek yaşamaya devam ediyor. Acılar atlasının tam ortasında yaşamakla ilgili bir durum bu. Ömür Yaşar Kondel, dünden gelen kırıkları yazmış bir iç geçirme eşliğinde.
“Yıldızımın bir türlü barışmadığı dünya ile ne çok al ver yaptım. Takmak zorunda kaldığım türlü maskelerden geriye yorulmuş bir beden, hırpalanmış bir ruh kaldı yani ki insan posası. Hafızasında yer edindiğim için pişman olduğum çok insan kaldı geride. Bir de aklına gelmek için tüm yolları, tüm araçları denediklerim elbette. Mahşer yeri gibi kafamın içi, bu iki grubun bir birine karıştığı, , kimin hangi tarafta olduğunu kestiremediğim araf günleri yaşıyorum. Ruh halimin tüm dengesizliğine çıkardığım fatura bu olmalı. Araf günlerin hasılatı kırık dünler atlası gerili, yüreğimin en gösterişli köşesine.”
“Kalabalıklar herkesleştiremediğini çemberin dışına atmakta bir sakınca görmez hatta büyük bir zevkle yapar bunu. Kendinden menkul iç huzurlarını bozmaya namzetkim varsa yeri kapının önüdür. Tadımız kaçmasın diye canhıraş mücadele eden kalabalıkların tadın tanımını yapmaktan aciz olduklarını gördükçe üzüntüm bir kat daha artıyor.”
İnsanın Olmazsa Olmazı: Vicdan
Vicdanımızı yoklayıp durduğumuz zamanlardayız. Dünyada o kadar acılar yaşanıyor ki vicdanının sesine kulak verenlerle vermeyenler arasında sıkışıp kalan bir insanlık var. İsmail Korkmaz, vicdan üzerine yazmış.
“Yaratıcının yüreklerdeki sesidir; Vicdanı olmayanın imanı, imanı olmayanın ahlakı, ahlakı olmayanın da dini olmaz. Vicdan sadece acıma hissine sahip olmak değildir. Bunun yanında belki de daha fazlası içinde adalet barındıran bir vicdana sahip olmaktır. Eğer Müslüman olan bir kişi başka coğrafyalarda hiç tanımadığı insanların çektiği zulüm ya da acı için gözyaşı dökecek kadar imana, vicdana ve sorumluluğa sahip değilse onun gerçek manada bir inanan olduğu asla söylenemez.”
“İman konusunda da yine aynı şekilde vicdani kanaat akla uygun olmayan bir tavır sergileyebilir. Yani vicdan bir tercih sorunudur. İyi ya da kötü algısının verdiği bir iradeyi ortaya koyma şeklidir. Vicdan bazen akla uygun olmayan kararları da veren insandaki bir duygu kırılmasıdır. Bu bağlamda cevaplandırılması gereken asıl soru: akıl ile mantık arasında duygusal bir ilişki var mıdır yok mudur?”
Dirilişsiz Hakikat, Hakikatsiz Diriliş Olmaz
Cenan Kuvancı ile Abdullah Aktaş bir söyleşi gerçekleştirmiş. Kuvancı’nın yeni kitabı “Sezai Karakoç`un Sanat Felsefesi” merkezli bu söyleşiden paylaşımlar yapacağım.
“Sezai Karakoç`un metinlerine yönelik ilgim, öncelikle içine doğduğum ve içinde bulunduğum kültürel ve akademik çevreden, daha sonra varoluşsal ve entelektüel tercihlerimden gelmektedir. Sezai Karakoç, milletimizin varoluşsal ve entelektüel soru ve sorunlarına hem düzyazıları hem de şiirleriyle cevap vermeye çalışmıştır. Sezai Karakoç`un yazdıklarına olan ilgim, salt entelektüel bir ilgi olmanın ötesinde, varoluşsaldır.”
“Sezai Karakoç`a göre, diriliş, ruh metamorfozu olayıdır; ortam tazelemesi işidir. Kişi ve toplum, materyalist bir havada bunalıp kalmasın diye, ruh âleminin tüm gizli definelerinin yeniden gündeme getirilip devreye sokulması amaç ve metotlarının bütününe diriliş diyebiliriz.”
“Şairin görevi, bilim adamının yaptığı gibi zaman mekân koordinatları içinde olanı değil, aksine, olabilir olanı, yâni, olanaklı olan şeyi anlatmaktır.”
“Açıkça ifade edecek olursak, Sezai Karakoç`a göre, sanat ya da şiir, dış dünyayı olduğu gibi resmeden taklidî bir etkinlik değildir. Sanatçı, hakikatini bilmediği bir şeyin sadece benzerini/çakmasını çıkaran ya da kendi psikolojik yönelişlerinin yumağında hareket eden (oyun oynayan) biri değildir. Ne dış dünyayı olduğu gibi almak, ne de psikolojik hâllerin olduğu gibi tasviri sanat faaliyetinde bulunmak için yeterlidir. Çünkü sanat, dış dünyanın yerine taklidini geçirmek gibi bir kaygıdan tamamen uzak, hatta sanatkârın ferdiyetinden de bağımsız bir arayıştır.”
Sabiha Ünlü ile Söyleşi
Yolcu’nun ikinci söyleşisi Sabiha Ünlü ile yapılmış. Sorular Faik Öcal’dan. Mazlum Der’e, çalışmalarına, kadınlara dair soruları cevaplamış Ünlü.
“Kadın ya da erkek… Malum İnsan bu iki cinsiyetten birine ait olarak doğar. Aynı zamanda ait olduğu cinsiyetin, ömür boyu gerekli olan tüm fiziki ve ruhi donanımlarına da sahiptir. Peki ne olur da insan; Rabbinin kendisi için takdir ettiği fıtri cinsel kimlikten hoşnutsuzluk duymaya, rahatsız olmaya başlar ve fıtrat dışı cinsel tercihlerden mutluluk yolu arar?…”
“Cinsel kimliğinden rahatsızlık duyup değiştirmek isteyen bireylerden bazılarının yaşam öykülerini dinlediğimizde; erken yaşlarda bozuk ilişkilere ve istismarlara maruz kaldıklarını görürüz. Düşünce yapılarının, davranışlarının, beyinlerinin nasıl olumsuza şekillendiğine tanık olur, büyük üzüntü duyarız. Bu fertlere öncelikle; suçlamadan, dışlamadan, tehdit ve hakarette bulunmadan, samimiyetle yaklaşmak önemlidir.”
“İşte Filistin, işte Gazze. Dünyanın gözü önünde yalnızlığı, çaresizliği yaşıyor. Vücudunu yakan, organlarını kavuran, bedeninde onulmaz yaralar açan kimyasallar da dahil, her türlü silahla katlediliyor. Dededen toruna, anadan yeni doğan yavruya kadar istisnasız binlerce cana hunharca kıyılıyor. İnanılır gibi değil ama gerçek. Amerika izin vermedikçe İslam dünyası; değil adım atmak, kımıldayamıyor bile. Feryat eden Kardeşlerine hiçbir şekilde ulaşamıyor. Ne hazin ne onur kırıcı ne veballi bir durum değil mi?..”
Cemil Meriç ve İslam
“Cemil Meriç ve İslam. Zor bir mesele.” diyerek giriş yapıyor yazısına Şahin Doğan. Neredeyse her konuda fikrini beyan eden ender isimlerdendi Meriç. İslam konusunda da birçok konusunda değiniler yapmıştı. Doğan, konuya Meriç’in eserleri bağlamında değiniyor.
“Bazen inanmış, bazen inanmamış, bazen kuşkulanmış. Ama daha çok kuşkulanmış. İslamcıları, muhafazakarları, Osmanlı’yı, medreseyi, Said Nursi’yi kimi zaman göklere çıkarması bir çaresizlikten, bir sığınma ihtiyacından. Onu herhangi bir kalıba koymak onu sınırlamaktır. Cemil Meriç her düşünceye açık hür-endiş bir düşünce adamıdır. Kökü mazide olan atidir. Ama bu mazinin neliği ve niteliği pek umrunda değildir hazretin. Başka bir coğrafyada gözlerini açsaydı mazi dediği şey oranın mazisi olurdu. Son nefesine kadar Marksistti diyor Dücane Cündioğlu. Kanaatimce Marksizm hayatının sadece belli bir safhası için belirleyicidir, hayatının bütünü için değil. Düşünce dünyasının bir yanında Kerim Sadi, bir yanında Said Nursi vardır. Cemil Meriç bir terkiptir, bir hamuledir, umumî bir şemsiyedir. İslam itikadı açısından bakılırsa Cemil Meriç bir agnostiktir, bir mütereddittir, arafta bir entelektüeldir. Belki müslüman ama kültürel bir müslüman.”
Sezai Karakoç’un Sanat Felsefesi
Ne kadar anlatsak, hangi yönden ele alsak fark etmez; bitmeyecek bir hazinedir Sezai Karakoç. Gündemde tutmak, anlatmaya devam etmek gerek onu ve düşüncelerini. Bu kurak iklimde en çok da buna ihtiyacımız var. Aydın Hız, Cenan Kuvancı’nın “Sezai Karakoç`un Sanat Felsefesi” kitabı merkezli bir yazı kaleme almış.
“Karakoç’un bir şair olmasından dolayı Cenan Kuvancı, araştırmasında şiir ve şairle ilgili görüşlerine sık sık başvurduğu görülür. Bir okur olarak ben de sanatla ilgili teorik düşüncelerinin yanı sıra, pratikte de bir karşılığının bulunmasından dolayı şiir ve şairle ilgili konularına yoğunlaşmasının anlamlı bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Kişisel deneyimlerinin, mistik duyuşlarının ve metafizik tecrübelerinin de sözlerine sızdığını düşündüğüm düz yazılarında Sezai Karakoç, gerek benzetmeleri, kullandığı kelimeler ve tamlamalarıyla adeta şiir yazar. Düşüncelerine estetik bir form katar. Cenan Kuvancı ise ciddi bir emek vererek Karakoç’un farklı kitaplarındaki yazılarını derleyip, karşılaştırmalar yaparak, onun zihin dünyasının bir haritasını çıkarır adeta. Konuyu derinleştirmek için alıntıladığı dipnotlar ve kaynakça incelendiğinde sahip olduğu felsefi formasyonla, ortaya çıkardığı haritayı oylumlu bir bakışla yorumladığı görülür.”
Dünün Günleri
Selçuk Küpçük günlüklerine devam ediyor. 1995-1999 yıllarına ait notlar var bu sayıdaki günlüklerde.
25 Ağustos 1995 / Ordu Hasan abi (Sağındık) birkaç gündür misafirim. Geçen gece yol ettik ama Fatsa’da aracı bozulunca beni aradı. Babamla gidip aldık. Citroen marka aracının parçası burada yok. Bir hafta bekleyecek. Onu misafir etmek güzel.
28 Şubat 1998 / Konya Bir şiir etkinliği. Küçük bir konser verdim etkinliğin ardından. Bahaettin Karakoç, İbrahim Demirci, Mustafa Özçelik, Nurettin Durman, Bülent Sönmez şiirlerini okudular. Aşiyan dergisinden Mehmet Ali Köseoğlu ve Hamdi Gökçe Zebunoğlu davet etmişti.
7 Mart 1999 / Isparta Konser. İlk kez geliyorum buraya. Organizasyon çok iyi. Hasan abi ile birlikteyiz. İskenderpaşa’ya bağlı arkadaşlar düzenlemiş. Gece bize tahsis edilen öğrenci evinde kaldık. Çok temiz ve düzenli bir ortam. Ve nazik insanlar.
25 Ağustos 1999 / Ordu İşte bu son yağmurlar ile bir deniz mevsimi daha sona erdi. Deniz çocukluk ve ergenliğimdeki kadar temiz değil artık. “Godot’yu Beklerken”i bitirdim dün. Garip bir kitap. Kendilerini bir türlü ağaca asamayan iki adam.
26 Aralık 1999 / Ordu Salih Zengin ve Mehmet Şeker’le geçen iki gün… Kitap fuarındaki şiir okuma yarışmasına jüri olarak geldiler. Gecenin biryarısı onlarla Boztepe’de hamsi yemek güzeldi. Mehmet Şeker’le Doğuş Edebiyat, Erguvan dergileri ve ortak tanıdıklarımızı konuştuk. “Sen bütün bunları nereden biliyorsun, yaşın kaç?” dedi sonunda şaşırıp çayını yudumlarken.
Yolcu’dan Bir Öykü
Tuğba Kişmir – Yol Baba
“Sabah namazını ortalık ağarırken kıldı Aziz Efendi. Birkaç lokma atıştırıp dağdan yukarı vurdu kendini. Günlerdir taş dizdiği patika yol, sonunda bitmek üzereydi. Bu yol yüzünden az kavga etmemişti oğullarıyla.”
“Aziz Efendi, İl Özel İdare’den emekliydi. Yıllarca o dağ senin, bu dağ benim, yollar açmıştı. Yol götürme sevdası rahmetli anacığından kalmaydı.”
“Emekli Kâzım amca tesbih ustasıydı, o da yıllarca bedava konu komşuya dağıttığı sermayesini taşıdı, imameyi de Yol Baba Yolu’ndan aldığı taşlarla yapınca tesbihler daha bir paha biçilmez oldu. Tuhafiyeci Emin Efendi, Yol Baba’nın kabrine yakın, ufak bir dükkân kiraladı. Kur’anlar, Yasin cüzleri, seccadeler, kokular satmaya başladı. Kapıya da ilahi düzeneğini kurunca bizim yatır Yol Baba, oldu türbe Yol Baba.”
Yolcu’dan Şiirler
sizin beyler
bize verdiğiniz şeyler
bunlar olmadı ama
yüzümüze karşı söylediğiniz yalanlar
bizden birilerini yanlışa yönelttiğiniz
sinsi planlarınız
arkadan kuyumuzu kazarken
yüzümüze söylediğiniz süslü ve gereksiz sözler
boşuna yere ettiğiniz kardeşlik yeminleri
tuzağa düşmemiz için kurduğunuz kapanlar
büyük sahtelikleriniz
yörenizde yanınızda
sonsuzluk iksiri diye
bize sabah akşam sunduğunuz ölümleriniz oldu
rahat yaşamanız adına
gösterişli dünyanızda
Mustafa Karaosmanoğlu
Toplayıp dünyanın orta yerine
Ateşler salalım üzerlerine
Tozacak kadar zerre kalmasın
Gök suladıkça toprak soğursun.
Korkutmasın seni istediklerim
Bulandım, bunaldım, kalmadı ferim
Bir teklifi yok artık insanoğlunun
Yazı, cümle, harf, bekleyedursun.
Ömer Vural
su yanılgısıyla uyanıyor ateş
ta içimizde kırılmış kalbimizin
çocuklar heyecanla, sular koşarak
üzülmeden yağmurlar
dinmesini buyuruyor ateşin
nefes yakınlığında sürmüyor hikâyeler
azsız uzsuz, deresiz ve tepesiz,
kim bu beşiği sallayan
ve nehirde ıslanan yalnız başına
bu sepetin sahibi kim
Fatih Tezce
Sen
aşkı bilince
dağ ile taş ile
yürür toprak
ve göğsümde ay büyür
öyleyse
güneşler biriktir
şehir alfabeme
şefkati unutursam
son iki harfini yak
ismimin
Yasin Mortaş
Bu ben değilim dediğim bütün fotoğraflar yüzüme çarpılıyor
Her cam kırığı parçalanmış ayrı coğrafya
Evinden sökülen bir zeytin fidesi gibi
Damarlarım yerinden çekiliyor birer birer
Emerek sızısı dinecek patika bir hüzün kesiği
Yerini kaybeden eklem boşluğunu arıyor
Kanaviçede yerini sevmiş nakış ipliği gibi
Durur durur sahibini bekler Maraş sandıklarında
En çok mahcup bir gülümseme yakışır kadınlara
Ahmet Şevki Şakalar
Sana kadim tarihi gösterecekler
Sakın inanma!
O, başını kitaplardan hala koparamamış
Bazı canlı türlerinin uzun kış gecelerinde
Birbirlerine ısınmak için anlattıkları, sadece
Medeniyeti hatırlatacaklar, geç onları.
Bir daha geleceksin dünyaya
Bu sefer bir Yahudi anadan
Ve alacaksın intikamını en başta Musa’dan.
Faysal Soysal
Efendimizin Cibril’i, Musa Nebi’nin Hızır’ı…
bana da yoldaş gerek, derviş miyim
tespihin şakırtısı mı örtünüp sarındığım
çıkıp görünsem bir kez bahçıvanın eli
benim de kalbimi yeşertsin gül diye
Mustafa Işık
Anne öptüğün gözlerim kanıyor
Tut elimi anne
Güller söze dönüşmüyor
Güneşler vurmuyor gülüşlerimize
Her şeyin bittiği yerde
Bize doğru uzanan bir yol ölüm mü anne
Artık seni göremeyeceğim
Kalbimi denizlere bırakıyorum
Özgürlüğün maviliklerine
Bir tek gözümle gönderdiğim hüzünlü bulutlar
Bir gün gelecek elbet
Sükutun göklerinde beklenen bulutlar
Bünyamin Doğruer
Güfte Edebiyat, Sayı:19
19. sayısına ulaştı Güfte Edebiyat dergisi. Dergide öykünün ağırlığı hissediliyor. Bundaki en büyük pay Ayşe Ay ve Veli Ay’ın öykücü olmasıdır. Öykü, şiir, deneme, inceleme yazıları da derginin sayfaları arasında okuyucularını bekliyor. Ayrıca dergide bu sayı dosya boyutunda “kalabalık” teması işlenmiş.
Fatma İçyer ile “Teyzeler ve Maymunlar” Üzerine
Dergi, Fatma İçyer ile yapılan söyleşiyle aralıyor sayfalarını. İçyer’in ilk kitabı; Teyzeler ve Maymunlar genç bir öykücüsünün serencamını dile getiren bir iç dökme seansı olacak öykülerden oluşuyor. Kitaba ve yazma serüvenine dair Bayram S. Taşkın’ın sorularını cevaplamış İçyer.
“Bazen yazmak ve seyahat etmek arasında bocaladığım olsa da yazmayı içsel olarak seyahat etmekten daha önce keşfettim. Çok küçük yaşlarımdan itibaren yazmaya karşı nereden ve nasıl edindiğimi anlayamadığım bir tutkum vardı, okumayı bilmediği zamanlarda parmaklarıyla duvarlara yazı yazan o çocuk bendim.”
“Burada anlatılmamış çok fazla hikâye var, öncelikle bunun altını çizmeliyim. Ulaşabildiğim ve okuduklarımı baz alırsam bazı eserler var ama maalesef çok az. Benim Almanya serüvenim de -yaklaşık 10 yıl- yeni sayılır. O yüzden o hikâyeleri henüz sindirebildiğimi söyleyemem. Ara sıra hissediyorum bazı hikâyeler usulca içimin çekmecelerine yerleşiyor.”
“Öykülerime içime sinen bir isim koyabilmek için çok zorlandım. Hatta zaman zaman birkaç kıymetli dostum öykülerimin ismini koydular, sağ olsunlar. Genelde öyküyü yazarken ve çalışırken bir ismi olmaz, bazen geçici bir başlığı olur. Metin tamamen bittikten sonra ona en uygun ismi bulmak için kıvranmaya başlarım. Öykünün ismi hem ondan bir haber vermelidir hem de öykünün gizemini korumalıdır. Klişeden kaçmak da fazladan mesai ister. Bu sancılarla doğar o isim.”
Uğultu Değirmeni
Kalabalığız. Küçüklü büyüklü kalabalıklar tarafından kuşatılmış haldeyiz. Biz de bu kalabalığın bir parçasıyız. Ne yaparsak yapalım gönlümüzü bir tenhaya emanet edemeyeceğiz. Yunus Laçin, Ahmet Hamdi’den ilhamla uğultu değirmeni haline gelen kalabalığı yazmış.
“Kalabalığın, cemiyet ve cemaat kavramlarından ayrıldığı nokta; yüzeysel bir ilişki olması, ortak bir duygu, düşünce ve ülkü etrafında birleşmemiş olmasıdır. Kalabalık bir amaç uğruna oluşmuşsa orada bireyler ağacın yaprakları gibi cüz’üyle küllü tamamlayan bir yapboz parçası olur ve bir cemiyet zuhur eder. Amaç birlikteliği yoksa orada bir kakofoni söz konusu olur.”
“İnsanın iç sesini ve basiretini bağlar kalabalıklar, onu tüketim paydaşı olarak programlar. İnsanda araçlar amaca evrildiğinde, insan ruhunu şeytana sattığında hissiz bir taşa dönüşebilir. Mesela Gazze’deki zulüm ve soykırım karşısında bazı insanların vicdanlarında yaprak kımıldamıyor.”
Kalp Kanseri
Kalp, kanser olur mu? Hiç duymadık değil mi? Yağmur Koçyiğit, kalp kanserini yazmış.
“Bence her şeyin denge içindeki dengesizliği makbuldür. Bireyselliğin de kalabalığın da. Peki bu mümkün müdür? Hele ki yaşadığımız anlar içinde “yalnızlık’’ kelimesini kalabalıktan kaçmak için bulduğumuz birkaç fırsat anından başka hiçbir şeyle ilişkilendiremediğimiz, sevmediğimiz, saygı duymadığımız, koruyamadığımız, kendimizle tanımlamaktan korktuğumuz hâlde.”
Necip Fazıl’ın Hüsrev’i
Necip Fazıl ve Hüsrev isimleri yan yana gelince hemen Bir Adam Yaratmak zihnimizde canlanmaya başlıyor. Üstad’ın başyapıt eserlerinden olan bu tiyatronun başkahramanı Hüsrev, bocaladığı bir hayatı yaşarken ölümün soğuk yüzüyle yaşadığı gel gitlerle anılan bir isim. Talip Sınırtepe, ölüm teması üzerinden Hüsrev’i işlemiş yazısında.
“Ölümsüzlüğü arzulayan Hüsrev, bu arzusuna ulaşmak için bir arayış içindedir. Nihayet ölümsüz olmanın yolunun yaratıcı olmaktan geçeceği zehabına kapılır ve kendince bir adam yaratmaya karar verir. Bunun da en iyi yolunun bir piyes yazmakla mümkün olacağını düşünür ve “Ölüm Korkusu” adını verdiği bir tiyatro eseri kaleme alır. Bu eser, onun dünyada ölümsüzlüğe ulaşma ve bâki bir yaşam sürme hayalinin bir iz düşümüdür. “Bir Adam Yaratmak” isimli başyapıtta yazarın kaleme aldığı eser ile eserin kahramanı Hüsrev’in yazmış olduğu “Ölüm Korkusu” adlı piyes, ustalıkla iç içe aktarılmış ve muazzam bir ahenkle birbirini tamamlamıştır.”
“Hülasa ölüm, metafizik bir olgu olan ruhun bedenden ayrılmasıdır. Necip Fazıl’ın bu eseri de ölümün mistik yönü üzerinde durur. Bu yönüyle “Bir Adam Yaratmak”, İmam Gazali gibi büyük üstatların ölüm üzerine yazmış oldukları eserlere modern bir şerh mesabesindedir ve eserde ölüme ilişkin hakikatler, Hüsrev’in dilinden aktarılmıştır.”
Bolulu Ethem Şef
Şifanur Özçelik Şirin, Mısır seyahati izlenimlerini yazmaya devam ediyor. Bu seyahatte tanıştığı Bolulu Ethem Şef’i anlatıyor yazısında.
“Binlerce şefin katıldığı yarışmada Asya’nın en iyi iki yüz şefi arasına giren ve “başlangıç tabağında” Orta Doğu’nun en iyi şefi yarışmasında birinci olan Bolulu Ethem Şef’le, Mısır’da Sharm El Sheikh’te tanışmanın hayreti içinde bulduk kendimizi. Nefis yemeklerinin yanı sıra, klas duruşuyla işinin hakkını veren bir Türk’le, yabancı ellerde sohbet etmek tarifi imkânsız bir güzellik kattı anılarımıza.”
“Türkiye’den sonra Arabistan, Özbekistan, Gürcistan, Hindistan, Ukrayna, Rusya, Mısır olmak üzere yedi ülkede şef olarak çalıştı. Kırk iki senedir bu meslekte olan Ethem Şef, günümüzde şef olmak isteyen gençlere, “Lisan bilmeleri çok önemli. Tamam olmadan erken uçmasınlar, iyice yetiştikten sonra mesleği yapsınlar.” şeklinde tavsiyelerde bulundu.”
Hangi Kalabalık?
Çok kalabalık vardır acaba hangi kalabalık bize aittir ya da biz hangi kalabalığın bir parçasıyız? Berrin Yüksel, kalabalıklar arasından sesleniyor bize Hangi Kalabalık diyerek.
“Nerede daha kalabalığım? Dışımda mı içimde mi? Dışımda cıvıl cıvıl bir dünya. Tüm sıcaklığıyla yaz, efil efil insanlar. Gülüşler, kalabalıklar. İçim her mevsim yaz. Yani hep kalabalık. Kafamın içi hikâyelerle dolu; insanlarla, düşüncelerle, şekillerle… İçim dışımdan daha kalabalık. Nasıl sığıyorlar bilmem oraya.”
“Şiir kitaplarıyla yalnızlığım, kalabalıklığım, geceyi sever. Kırmızı, turuncu mum sever mesela. Didem gelir ahh, dedirtir. Nazım gelir, aldatılacağını bile bile vurulursun. Ahmet Erhan gelir, Eloğlu gelir. Nurullah Genç gelir, bir “Rüveyda” der, içim titrer. Bazen kitaplardan seçtiklerin bazen yıllardır ezber ezber ettiklerin. Bazen bir dergiden görüp “Kimsin sen?” diye merak ettiklerin.”
Güfte Edebiyat’tan Öyküler
Ayşe Ay – Sağ Kol
“Çığlık çığlık bir ilk akşam. Cadde kalabalık. Hınca hınç. Koşuyor. Nefes nefese. Binanın kapısında çarpıyor kalabalığa. Korna sesleri, alkışlar, sloganlar… Yok. Aslı astarı yok söylenenlerin. (Yemin billah ediyor) O gün koşmuş peşinden. Tam olarak özür dilemek değil de hani nasıl demeli, gönlünü almak da değil de işte kendini açıklamak için.”
“Açar mı hiç telefonları? Açmıyor. Günlerce. Engellemiş Durmuş’u. Yoksa… Haftalarca evinin oralarda dolanıyor. (Neydi o park, getiremiyor adını.) Üç gece de evinin karşısındaki parkta uyuyor. Ne yapsaydı daha başka? “Daha ne yapayım?” diyor.”
“Yüzüne bakılacak adam değil ya… İşte ne yaparsın teşkilattan. Düşünüyor tabii Durmuş. Her şeyi. Seven adam düşünür. Şunun ağzını yüzünü bağ evinde bir temiz dağıtsın. Yapar da… Boyuna bakmayın, korkaktır o, diyor. Üniversitede bir kavgada solcular sıkıştırınca karı gibi ağlamış. Kendi anlattı, diyor. Kaç kez içme bahanesiyle götürüyor yavşağı bağ evine. İkisi, bir de Allah. Yok, yapamıyor. (Serde, diyebilse) Teşkilatçılık var.”
Songül Uslu – Bir Yumru Kadar Ağır Çilek Reçeli
“O gün eve döndüğümde, annemi koca bir tencere çilekle beraber mutfakta bulmuştum. Ayakları paslanmış plastik bir masada, çocukluğumun bütün haşarılıklarına şahit olmuş o eski masa örtüsünün üzerinde pembe bir leğenin içinden kıpkırmızı çilekleri alıyor, artık ezber edilmiş bir bıçak darbesiyle saplarını kesip kalanını önündeki tencereye atıyordu. Bu çilekler bizim bir kış daha yaşayacağımızın teminatı gibiydi onun gözünde. Allah ile yapılmış bir ahitti. Allah ağız tadıyla yedirmeyi nasip etsin, diyerek mühürlenmiş ve bir kışı daha garantiye almış bir ahit. Yalnız da kalsa bu ahdini hiç ihmal etmemişti demek ki.”
“Fasulyeyi bırakıp resmen parlayan bir tebessümle baktı yüzüme. Aklına İzmir’in geldiğini bakar bakmaz anlamıştım. Babam gittikten sonraki ilk sene. Devlet su işleri kampı. Ben on yaşındayım annem de otuz ikiydi muhtemelen. O tatil otuz iki yaşında hayata yeniden başlamış bir kadının ilk molasıydı. Benim için deniz ve dondurmadan ibaretti ama onun için başardığının ispatıydı. Gidelim, dedi bir süre bekleyip. Ardından da ayağa kalkıp mutfak çekmecelerinin birinden uzun bir sigara paketi çıkardı. Sigarasını yakıp konuşmasına devam etti sonra.”
Gamze Kaya Uz – Kalabalıkta Durdu Zaman
“Gözleri hummalı bir kalabalığın içinde gelip beni bulmuştu. Herkesle göz göze gelebilir insan ama bu bambaşka bir durumdu. Gözleri gözlerimin içinde aniden yuva kurmuş, geçip başköşeye oturmuştu izin almadan. Yakıcı bir güneş gibiydi. Geçmişten bir zaman makinesine binmiş de gelip bana “Haydi gel kaçalım birlikte!” diyecek tarzdaydı. Dersten kaçıracak okul arkadaşımdı. Mahallede saklambaç, körebe oynadığım çocukluk anılarımın kan kardeşiydi. Nasıl anlatsam sanki ruhumu ele geçirmiş bir hayaletti. Bir film sahnesinde yavaşlatılmış veya durdurulmuştuk. O an durmuştu zaman, evet…”
“Firari bir suçlunun, sığ bir tünelde çıkış yönünü bulamadığı yanlış kaçış planları vardı. Özgürlüğüne kavuşmak isterken daha da tutsak olan hayalleriyle göçüğün altında kalmıştı. Sonra mı? Sonra geçip gitti yanımdan ve “an”dan kopup yoluma devam ettim. Bir “an”a sığar mıymış bir ömür, dedim kendi kendime.
Sığıverdi işte o an.”
Dilek Eker Özyurt – Uğultu
“Niçin orada olduğumu unutturmuştu içimdeki ardışık sorular. Geceden beri zonklayan başım hatırlatmıştı, yorgunluğumun nedenini. Yaşlı anacığımın nazları, niyazları olmasa hastane kapısına gideceğim yoktu. Seksene dayanmış yaşında hâlâ genç kız diriliğinde olmanın hayalinde hayıflanıyordu kimi görse. İnsanların bir sona tabi olduğunu kabul etmek istemiyordu. Hayattan hem şikâyet eden, hem de hiç ölmek istemeyen o ruhu nasıl canlı tuttuğuna hayretler içinde kalıyordum çoğu zaman.”
“Dalıp gittiğim düşüncelerimden hemşirenin seslenmesiyle irkildim. Annemi taburcu ettiklerini alıp götürebileceğimi söylüyordu. Annemin ağır işitmesi hemşireyi epey yormuşa benziyordu. Omuz hizasına kadar uzanan sarı saçları gece boyu nasıl yorulduğunun kanıtı gibiydi. Solgun simasına dağılan saç tellerini ötelemeye bile fırsat bulamadığı donuk bakışlarından anlaşılıyordu.”
Fatma Tutak – Caddede
“Karanlığa gözlerini kısıp bakarsan içinde o ana değin fark edemediğin aydınlık bir nokta belirir ve büyür büyür… Benzer bir etkiyi güneşe bakmaya çalışırken de yaşarsın. Kirpiklerin birbirine değecek kadar indirirsen şayet göz kapağını, bu kez kızıla çalan bir karanlık kaplar ortalığı. Bu hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığının kanıtıdır. Aslında bunu her an gözümüze sokan bir parmak vardır ama görebilene.”
“Ava giderken şikârın okuyla avlanan yaman avcının sınanışı karşısında hayret ettim. Karşılıksız aşkın saflığını derunuma aksettiren sendin. Bir aynaydım ben, bir aynaydın sen ve bu hengâmede duyurduğun Nil kıyılarından gelen taptaze nefesi ciğerlerime çektim. Beyabanın ortasında rast gelinen vahanın nimetlerine erdim seninle. Kadimden günümüze hoş seda bırakmışların tatlı nağmeleriyle meşk ettim.”
Züleyha Yılmaz – Denizin Sırrı
“Sessizliği paylaşmak için bile birini aramak. Dedemin belki de yaptığı hep buydu. Kimseyle konuşmayan, ne istediğini anlamadığım, garip, belki biraz deli belki de biraz meczup bir adamdı. Mavi renge düşkünlüğü vardı. Neden o kadar maviyi severdi? Ülkenin içine doğru konumlanmış bir şehrin köyünde yaşayan tam bir bozkır adamıydı.”
“Ortalık karıştı o an. Sesler birbirine karıştı. Herkes senelerdir içinde ne kaldıysa birdenbire oturduğumuz odanın orta yerine kustu. Şaziye teyzem sevemedi beni bir türlü babam, dedi. Anneannem öyle deme, dedi.”
Huriye Emre – Yalnız Ağaçlar Fotoğrafçısı
“Yüzleşmek zordu. Kabullenmek zordu. Yerini doldurmaya çalıştım ama olmadı. Daha çok eksildim. Bu yüzden kabullendim toprağımda obruklarla yaşamayı. Çatlaklıkları görmemek için yüzümü hep göğe döndüm. Ondan gökyüzüne hayranlığım.
Video bitene kadar içimde ne çok muhasebe döndürdüm. İçim kıyıldı yokluktan. Arkama dönmeden “Çok güzel ama bu gösteriyi yapabilecek kaç baba var sınıfında?” diyorum çatallaşmış sesimle.”
“Ben bu yollarda fark ettim yalnız ağaçları. Bu yollarda sahiplendim onları. Suyun olmadığı, kimsenin bakmadığı bozkırda tek başına var olmaları ilk ne zaman etkiledi beni bilmiyorum. Bildiğim tek şey çoğunun hayıflandığı yol, benim öğretmenim. Dokuz ağaç ve doğum.”
Mehmet Zeki Erkozan – Karanfil Diyelim Zamana
“Uçsuz bucaksız manzaraya açılıyordu pencere ve bütün çıkmaz sokaklar silinip gitmişti önümüzden. Mevsim soğukları git gide çekiliyordu ve ben çıkıp gelmiştim işte. Kaç zaman oldu bilmiyorum, belki de hep sendeydim ve biz iki ırmak gibi yüzyıllarca akıp durmuştuk kendi yataklarımızda. Akarken hiç değmemiştik, belki de farklı denizlerin özlemi cezbetmişti ikimizi de kim bilir… Sonra nasıl olduysa birdenbire birbirimize çevirdik gözlerimizi. Ve şimdi burada, karşındayım. Hiç olmadığı kadar yakınında.”
“Sözcüklerimizde külleri havalandırırken yorgun mesafeler açığa çıkıyordu. Ve sen ödediğin bedellerle uzlaşmaya hazırlanmışken tüm siperleri yerle bir ediyordun. Ben ağzımda karanfil taşıyarak, soyunduğum maskelerimden bir “amok koşucusu” gibi rüyalarına koşuyordum.”
Emine Tutu – Ses
“Kapısını yumuşakça kapadı. Sobasının alevini harladı. Dışarıda kıyamet kopuyordu. Yağmuru, karı, rüzgârı hepsi bir saldırıyordu. Seviyor mu dövüyor mu? Akıl sır eremez, aynı yola doğduğu dava arkadaşlarının canı talan etmek istiyordu.”
“Kimselere boyun eğmeden, kıyamı ile nesillerine onurlu bir yaşamı öğreterek gidiyordu. Uzun ince bir yol ile Francis’in dostluğu ve sobasının sıcaklığı ile rüzgârlarına ne bir merhaba ne bir hoşça kal sunabilmişti. Beşerî hâli ile dünyadan yavaşça kaçıyordu. Öyle hazırlamıştı ki ailesini kimseler üzülmemişti arkasından. Bütün ailesi büyük öğretmeninin masum vedasını izleyerek hayata nasıl güzel veda edilir notları tutuyordu.”
Feyza Cengiz Dündar – Lavanta Sokak
“Uzun süredir oturup soluklanabileceği, kitabını okuyabileceği bir mekân arayışındaydı. Umduğu onu bulmuştu birdenbire. Mucizelere pek inanmazdı ama bu, büyük bir mucizeydi. Marketi de alışveriş listesini de unutmuştu o anda. Hemen kitap kafeye girmek istiyordu. Adı “Mucize Kitap Kafe”ydi. Mucize kelimesinden hiç hoşlanmazdı ama bu defa çok sevmişti. İçeri girerken o da masa ve sandalyeleri kenara doğru çekiyordu. Havada yağmur kokusu vardı çünkü.”
Muhabbetinin ruhunda nasıl çiçekler açtırdığını, nefesinin nasıl tazelendiğini, hayatı o yarım saatte nasıl unuttuğunu o an daha iyi fark etti. Mucizelerin ansızın geldiğini o yağmurlu ikindi vaktinde anlamıştı. Güzel düşüncelerle yeniden kitaplarını okumaya koyuldu. Oturduğu koltukta uyuyakalmıştı. Normalde koltukta uyuyakaldığında her yeri ağrıyarak uyanırdı. Ama bu sefer aşırı enerjik uyanmıştı. Hiç olmadığı kadar mutluydu. Mutfak balkonunun tam karşısındaki tabelada yazan “Lavanta Sokak” yazısını görmek mutluluğundan daha farklı bir mutluluktu bu!
Esin Gülümser – Yazı Tura
“Ofisin penceresinden baktığımda dışarıda çok da iyi şeyler olmadığı hissine kapılmıştım bir anda. Genelde gündüzleri çok iş biriktiğinde böyle kurguların müptelası olup çıkıyordum. İki üç dakika mola vermek işin ayrı bir tarafıydı sanki. Lakin patronların sevimsiz bakışları üzerime çullanırdı büsbütün. Ehemmiyeti yoktu bunların lakin hiçbir şeyi bugünlerde riske atamazdım. Merdiven boşluğundan ona bakıyordum, gitmiş miydi acaba? Kim bilir belki de gitmişti.”
“Yel değirmenleri bütün sadakatini avuçlarımın içine resmen konduruvermişti. Yeniden rüzgârını savuracaktı benim üzerime. Benim bu esnada gözlerim kamaşacak ve birkaç toz zerresinin gözlerimde yarattığı kaşıntıyla beraber yeniden ellerimle ovuşturacaktım gözlerimi.”
Güfte Edebiyat’tan Şiirler
Kime ait olduğu belli olmayan gecede
Zebra desenli küçük çantaya sığmadı,
Kalabalıklardan çalıntı mutluluklar.
Patlayan dikişlerin arasından fırladı,
Arsız korkular.
Sükûnetin kekemeliğinde,
Yalnızlık örtüsü ile örtündü yüzler,
Sahipsiz kaldırımlar nöbetteyken.
İğne deliğinden geçirilmiş yalanlarla örülü gülüşler,
Usulca tüketir usu.
Karıştırır, dağıtır durmadan
Ceplerdeki nefesi; vicdanlar.
Melek Çakıcı
Köpük dağları sustuğunda
Toplansa etrafına ıssız ağaçlar
Çekilse kalabalıklar
Doğacağı vakte kadar
Mor dokulu pullu ardıçlar
Bir kez daha
Hayat köşkünün zarif bahçesinde
Hayale uzar bu tılsımlı geçit
Sır bağlayan kirkit
Sıcak turuncular sarar geceyi
O sıra
Topaç durduğu vakit.
İlknur İşcan Kaya
bir göynük ağacı mıyım ben heyula
arsız bilirdim gölgeme dökülen yeryüzü otağını
meğer bir oluş bir kaçış yüküymüş kabuğuma çekilen
ve bende yiten yolun içağrısıymış ruhumda eriyen
sıkıntıdayım heyula, çağır kaçkın aynanın suyundaki şifayı
çağır da görsün bulandığım toprağı, sarıldığım yangını
hatırımı sorsun, düşüme girsin göğsümde deliren
kedere nem veren uykunun olsun gözümde büyüyen
Ercan Şeherli
gel benim nazlı sardunyam
kıyamete salalım diyet pazarlarının kalabalığını
ve sonra kıyama duralım selası okunmayan bütün toyları
dardı, sığmadı gülüşleri dünyaya
şimdi cennette bahar
evlerine geri dönüyor çocuklar
Meryem Genel Çilingir
ölgün ışık denizinde boğulmadan bul beni
saçlarının koyuluğunda saklanayım
gözlerinin yeşilini sür yalnızlığıma
adını yazamam duvarlarım yıkıldı
daha sert bir çentik atıyorum toprağa
seni bana getirsin diye
kaçak uykular
birikiyor gözlerimde
üstelik çentik atacak derman da kalmadı ellerimde.
Akif Dut
Kirpiklərim yorulur,
Baxışıma dən düşür.
Əlim sevincə uzaq,
Ovucuma qəm düşür.
Dünya üçün insan nə?
Qapılma çox zənninə,
Yerin göyün bətninə,
Bir ruh bir bədən düşür.
Aygül Özüvətən
Fərhad dağları dəldi, qovuşdumu Şirinə?
Məcnun çöllərə düşdü, tapmadı Leylisini
Məhəbbətin alovu hopdu iliklərinə,
Kərəm yandı kül oldu, almadı Əslisini
Məhəbbət, əl çatmayan ülviyyətin adıdır,
İllərlə yorulmadan yollarda qoşmaq kimi
Gecələr ay şavağı, günəşlərin odudur,
Yamaçlardan çağlayıb, çaylarda coşmaq kimi
Elsever Alizade
Ben geldim can yakınım, ben geldim kıble yanım.
İçli bir vaveyladır, bu ahval-i beyanım.
Yine hicran yine sen, yine bulanık keder.
Sevdanın diyetini, hep evlatlar mı öder?
Hasret ne yaman duygu, hasret katran karası.
Bir baba nefesiymiş, can evimin çırası.
Bir sûr sesiydi sanki uzaklara gidişin.
Sensiz bayramlar oldu, bana zulmedişin
Şu seki tahtın idi, tütününü sarardın.
Delinmiş ceplerinde, bozuk para arardın,
Düşerdim kanardım da kül basardın yarama.
Yüreğinde kaldım ben, beni bende arama.
Koca çınarım benim, Süphan Dağı’m, Fırat’ım.
Senin koyu gölgende, verilmişti beratım.
İbrahim Şaşma
Ruhum azadlıq tapsın Əbədi Göy Üzündə,
Eşit məni burdayam Çingiz xanın buludu
Dilə gəlib söylədi bədənimdən min parça,
Tanrı yerə baş çəkmir, Tanrı bizi unudub?
Nicat Hunalp
Dönüp baktın geriye
Mazi hoş eder bazen
Onulmaz dertlere de
Yol ilaç olur bazen
Sırat-ı müstakime
Vasıl olmaksa murat
Ferden kesilse dizin
Yokuş düz olur bazen
Nilüfer Zontul Aktaş
Gəl, yığışdır bu könül içrə toz olmuş qəmimi,
Necə öldürmüsən insafsız, ürək həmdəmimi?
Mən yıxıldıqca tutan olmadı, əfsus, biri sən,
Necə sevdin ki məzar içrəyəm, ancaq dirisən…
Vüsalə Vətənxan
Göremezdi ateş kılığına giren dünler
Taze toplamıştı yağmurları
İkinci cemrenin soluğundan
Gündüz güneş, gece ay ışığını giyinen
Kol damarlarıyla dereden şarkı toplayan
Seçkin bir ayrılığı yanına alan
Yalın ayakları özgür
Sınırlayıcı yüksekliğe adım atmadan
Toprağın salıncağında sallanan
Kazım Gök