Cins, Sayı: 107: Irkçılık, Siyonizm, Yahudilik
Birbirine o kadar tamamlıyor ki bu üç kavram: Irkçılık, Siyonizm, Yahudilik. Dünyanın başındaki birçok belanın kaynağı bu üçlüde. Sınır tanımayan insanlık dışı bir savruluşla insanlığa yok etmeye devam eden soykırımcı bir zihniyet yaşamaya devam ediyor. Yahudilerin içlerindeki Siyonist cendere ortaya ırkçılığı çıkarıyor. İsabetli bir tespit olarak şunu diyebiliriz; her Yahudinin içinde ırkçılık vardır.
107. sayısında Cins dergisi, “Irkçılık, Siyonizmdir Siyonizm, Irkçılıktır” diyerek çıktı.
Derginin Giriş yazısından…
“Olan şu; Yahudiler, 10 aydır, çoğunluğu kadın ve çocuk 40 binden fazla insanı öldürdü. İsrail değil, Siyonistler değil. Bunu yapanlar, New York’ta Sinagogların altında kazdıkları cinayet odalarından ortalığa bebek pusetleri ve kanlı yataklar saçılan hastalıklı güruhun ta kendisi. Bu barbarlığa itiraz eden birkaç Yahudi varsa eğer, Yahudileri onlar üzerinden değil, çoğunluk üzerinden tanımlamamız daha doğru olmayacak mı? Kanlı ellerindeki ‘antisemitizm’ etiketini itiraz eden dilimize yapıştırmak için fırsat kollayanların timsahlıklarına aldanacak değiliz.”
Kuru Üzüm Sevenlerin Ahı Sizi Yıkacak
Mustafa Çiftci ne anlatsa ne konuşsa hepsi de hikâye tadında. Hayatın içinden ses veriyor Çiftci. Bizi gündemden alıyor geçmişin siyah beyaz günlerine götürüyor. Yaşanan ekonomik krize farklı ve ironik bir bakış atıyor, kuru üzüm tadında.
“Peki şimdi ne oldu da bu yazıyı yazıyorum? Mesele şu. Benim kuru üzüm ile perhizimi ayakta tutma çabam kuru üzüm mafyasını rahatsız etmiş olmalı ki üzüm fiyatını ha bire artırdılar. Şimdi sormak isterim yahu kuru üzüm temel gıda maddesi değil, harıl gürül insanlar kuru üzüm tüketiyor değil, kuru üzüm olmadan yaşayamam diyen bir kitle de yok. Peki ne demeye kuru üzüm fiyatıyla oynarsınız? Kuru üzümden ne kadar kâr elde etmeyi düşünüyorsunuz?”
Suçlu Modernite!
Barış S. Barkçin, akıp giden zamanda yaşanan tutarsızlıklara, sapmalara kılıf olarak gösterilen modernite hakkında yazmış. Gerçekten suçlu kim?
“Müminler özgün, özel ve özgül kişiliklerini terk etmiş durumda. O yüzden en dindar söylevler bile en ahlâksız niyetleri, en bozuk kişilikleri ve en yamuk işleri kamufle edebiliyor. Oysa dinimizin dedikodusunu yapmak yerine muhabbetle, ölçüyle, ahâkla Allah’ın kulu olarak yaşamaya çalışmalıyız. Sözümüzü özümüze bağlamaya, sözümüzün insanı olmaya gayret etmeliyiz. Dünyada ve âhirette zillete düşmemek için tek çare bu.”
Faiz İnsana Açılmış Bir Savaştır
Halil Güreşli, Melih Oktay’la yeni kitabı İktisatçılarına Tutarsızlığı: Faiz Hilesi merkezinde ekonomi, değişen düzenin çarkları ve hepimizi içine çeken bir girdap olan faizi konuşmuş.
“Faiz krediye bir bedel biçer ve kredi artık piyasada alınıp satılan, diğer mallar gibi üzerinden kâr elde edilen bir mala, bir emtiaya dönüşür. Kredinin yani borcun (karzın) ticari bir mala dönüşmesiyle birlikte etkisi tüm yeryüzüne yayılan zehirli bir ekonomik süreç başlar. Sahaya kredi tüccarları çıkar ve kâr elde etmek için kredi hacmini ençoklaştırılmayı hedeflerler. Böylece dünya borca boğulur.”
“Faiz bir malın aynısının/mislinin daha fazlasıyla değiştirildiği, menfaat sağlayan bir tür kredi işlemi. Milyonda bir bile olsa faiz borcun düşükten alınıp yükseğe satıldığı bir süreci başlatmış olur, borç emtialaşır. Faiz yasağı borcun emtialaşmasını ve böylece ekonomiyi felce uğratmasını engeller.”
“Faiz üzerine yapılan araştırmalarda şunu da gördük ki, vadeli mevduata yatırılan paralar esasen bankaya verilen faizli bir borçtur. Böylece Yahudiliğin şiarlarından biri olan faizcilik tüm topluma yediriliyor, azıcık bir sermayesi olan bile vadeli mevduatlar aracılığıyla ribahor Yahudi gibi davranmış oluyor, Yahudileşiyor. Azıcık nüfuslarına rağmen insanlığı Yahudileştirerek nüfus(z)larını artırıyorlar.”
İlk ırkçı, şeytan!
Peren Birsaygılı Mut, mazlumlara ırkçı saldırılarını durdurmayan ve hiçbir kural tanımayan Yahudilere sesleniyor; “Hey sen, ilk ırkçı, şeytan!” diyerek. Tüm zulümlere karşı dimdik ayakta duran Türkiye var Mut’un yazısında.
“Bizim hikâyemiz çok güzeldir ve başımızın sana karşı hep dimdik oluşu da bundandır işte. Sana yoldaşlık edenlere karşı sesimizin bu kadar güçlü çıkmasının sebebi de budur. Bizim bütün o soylu öfkemizin sebebi de budur. Bizim seninle olan kavgamızın hikayesi çok eskidir. Çok eskidir bu seninle olan meselemizin başlangıcı. Büyük kumandanımız Selahaddin Eyyübi’nin kabrini tekmeleyen İngiliz General Edmund Allenby’ı da biliriz bizler. İngilizlerin, kendi ürettikleri kumaşlar satılsın diye binlerce Hintli terzinin parmaklarını nasıl kestiğini de biliriz. Fransızların, Suriye’de ya da Cezayir’de insanları nasıl kurşuna dizdiklerini de biliriz, Amerikan askerlerinin Irak’ta yaptıklarını da…”
“Daha önce defalarca geçmişizdir aynı yollardan çünkü. Sayısız kere aynı tuzakları atlatmışızdır. Elbette bugünleri de alnımızın akıyla atlatırız. Biz seni önemsemeyiz, senden korkmayız. Zavallı bir yoldan çıkarıcıdan öte bir anlamın yoktur gözümüzde. Sen ve sana yoldaşlık ederek kendi ülkesinde beşinci yol faaliyeti yürütenler ucuz birer sahtekârdan fazlası değildir bizler için. Kolayca üstesinden gelmeyi de biliriz o nedenle. Bizim buralar, yani İslam toprakları ne ile doludur biliyor musun?”
Mesut Karaşahan ile Söyleşi
Servet Sena Sorkun, Mesut Karaşahan ile İslam’da milletler ve ırkçılık üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş. Irkçılık, sömürgecilik, kölelik düzeni gibi birçok konu ele alınmış söyleşide.
“Daha yakınlara gelelim, mesela eski İran edebiyatında siyahi / Afrikalı olanın kötü ve aşağı olduğu tezine rastlama mümkündür. 11. yüzyılda Firdevsî, Şâhnâme’sinde, 13. yüzyılda Sa’dî-i Şîrâzî, Bostan adlı eserinde Zenci’yi karanlık ve meşum bir varlık olarak tasvir eder. İlginçtir, İran edebiyatında olumsuz stereotipler ve önyargılar özellikle siyahileri hedef alır; köleleştirilen diğer halklara aynı derecede olumsuz vasıflar atfedilmez. Bu durum, köleliği meşrulaştırma gayesinden ziyade İran toplumundaki ten rengi hassasiyetinin bir sonucu gibi durmaktadır.”
“Son 10 yıl zarfında özellikle Suriyeli sığınmacılar bağlamında ciddi bir zihinsel kayma yaşandı. Suriyelilerin misafir edilmesi konusunda bu toplum maalesef iyi bir sınav vermedi. Otobüste, metroda çocuklu kadınlar saldırıya uğradı. CHP’li belediyeler Suriyelileri uzaklaştırmak için bazen su faturasını fahiş fiyattan belirledi, bazen nikah bedelini normalden 25 kat daha fazla almaya kalkıştı. Seçimlerde bu tarz ırkçı vaatlerin oy toplaması endişe verici bir durum.”
Noksan mıyız Fazla mı?
İnsanlık büyük bir çıkmazda. Doyumsuz bir hal alan istekler ordusu insanlığı tüm hücreleri ile esir aldı. Yok yok diye diye kendine bile sığmayan bir iştiha var. Şükretmek denen o ulvi duygu toplumda değişen bir algıyla birlikte anılıyor. Neyin noksan neyin fazla olduğunu bile idrak edemeden sıradağlar gibi diziyoruz arzularımızı. Sertaç Timur Demir, noksanlıklar ve fazlalıklar arasında sıkışan insanı yazmış.
“İnsan tuhaf bir varlık sahiden. Bir vakte kadar merak ediyor, araştırıyor, öğreniyor. Sonra, yani belli bir yaştan itibaren, o güne dek biriktirdiklerinin altında ezilip, yola devam edebilmek için yüklerinden kurtulmaya çalışıyor. Varlığın ve eşyanın hakikatini kavrar gibi olduğundaysa ömrü son buluyor. Yani onca sancı hiç yaşanmamış gibi göçüp gidiliyor. Geride sayısız adıma rağmen ne bir iz, onca sese rağmen ne bir ifade kalıyor.”
“Fakat biliyorum yine açılacak paketler, yeni yerine düzülecek eşyalar, farklı sorular gündeme gelecek, dünya tekrar araya girecek… Ama olsun. İyiliği/ni muhatabının iyiliğinde bulan bir dostun benim gibi şüpheci ve kaygılı birini teslimiyetli dokunuşuyla ve mütebessim bakışıyla eritebileceğini bilmek, hatta bunu bir kez olsun tatmış olmak çok güzel! Ayaklanıp odanın kapısını hafifçe kapatırken, o anın fani ömrümün en muazzam hatırası ve hülasası olarak kalacağından eminim.”
Bekir Biçer ile Söyleşi
Derginin son söyleşisi Prof. Dr. Bekir Biçer ile yapılmış. Avrupa’da yayılan ırkçılık ve Müslümanların ırkçılığa karşı tutumu hakkında Servet Sena Sorkun’un sorularını cevaplamış Biçer.
“Batı dünyasında ırkçılık, modern çağın en önemli olguları arasında yer alan sömürgecilik ve onunla bağlantılı kapitalist sistemin oluştuğu şartlar altında sömürgeciliğe meşruiyet tanıyan bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Tarih boyunca Batı kolonyalizmi ve kapitalizminin gelişme aşamalarına bağlı olarak ırkçılık da farklı tezahürlerde gelişmiştir. İlk aşamada Amerika ve Karayipler’in yerli sakinleri olan Kızılderililer sömürgecilerin apaçık talan ve soykırımına mâruz kaldılar. Avrupalılar tarafından, birer “eksik insan” olarak görülen siyah Afrikalılar, yüzlerce yıl köle olarak kullanılmışlar, ABD ve Avrupa’nın ekonomik kalkınmasında “emek gücü” olarak kullanılmışlardır.”
“Modern dünyada milliyetçilik ve milli devletler insanlığın en önemli gerçeğidir. Milliyetçi düşüncelere rağmen, milliyetçiliği yok saymak mümkün değildir. Bütün mesele milliyetçiliğin nasıl tanımlandığı ve içinin neyle doldurulduğudur. XX. yüzyıl Türkiye ve Arapların tarihlerine ve birbirlerine karşı tutumlarına bakıldığı zaman bazı milliyetçilikten çok ırkçlığın öne çıktığı açık olarak görülebilir.”
Fütûhât-ı Medeniyye
Fütûhât-ı Medeniyye hakkında yazmış Yusuf Kaplan. Gençlik aşısı, dinamik ruh, Gazze ve Gazze’yi diriltecek ruhtan bahsediyor Kaplan.
“Toprakların fethi değil, öncelikle gönüllerin fethidir Fütûhât-ı Medeniyye. Terra incognita’ların: Keşfedilmemiş kıtaların yani. Gönüllerin ve zihinlerin, elbette ki. Taptaze, her tür şirkten, kötülükten, şer şirretten, daemon’dan arındırılmış bir zihnin inşası. Zihnin hicret etmesi gönle. Yerleşmesi. Zihnin gönle hicret etmesiyle ruh yeşerecektir. Ruh yeşerecek ve diriltici bir aşı yapacaktır insana, topluma ve toprağa, keşfedilmemiş kıtalara… Diriltici, ruh aşısı, gençlik aşısıdır işte.”
“Bir avuç inanmış ve adanmış genç adam, ruh dolu bir gayretle, inançla Medine’yi diriltip ayağa kaldırıyorlar, Mekke’de inşa edilen Müslüman Zihni’nin Medine’de Müslümanca Yaşama Zemini’ni tesis etmesi kolaylaşıyor.”
“Gençlerin tarih yapacak bir atılım yapabilmeleri onların enerjilerini sinerjiye ve ruha dönüştürecek, tarihi değiştirecek atılıma ve açılıma yol verecek bilgelere ihtiyaç vardır.
Gençlerde enerji vardır, bilgelerde ruh.”
Ebedi Cehennem
Dünyayı egemenliği altına almış bir kötülük var. Herkes bu kötülükten payına düşeni alıyor. Bunca kötülüğün neticesi olarak da cehennemi dünyada yaşıyoruz. Mustafa Ulusoy, cennet ve cehennem yazılarında ebedi cehennemi anlatıyor. Sınırsız kötülük varsa dünyada o zaman ebedi cehennem de beklenen sonuçtur.
“Psikiyatri literatürü iki türlü şiddetten söz eder. Birincisi fiziksel şiddettir. Bir insanı dövmek, işkence etmek, fiziksel varlığının bütünlüğünü bozacak davranışlar bu gruba girer. Mesela çocukluğunda sürekli dövülen bir çocuk fiziksel şiddete maruz kalmıştır. İkinci şiddette emosyonel/duygusal şiddettir. Birini aşağılamak, tahkir etmek, yok saymak, değersiz hissettirmek, sevgisiz ve ilgisiz bırakmak bu gruba girer.”
“Cehennem de cennet gibi Mutlak Varlık’ın insana ve kâinattaki mahlukatına verdiği sonsuz değerin göstergesidir. Yarattığı varlıkları o kadar önemsiyor ki, onların zerre kadar fiziksel ya da ontolojik haksızlığa maruz kalmasına mutlak adaleti müsaade etmiyor ve gasp edilen haklarının hesabını soruyor. Cehennem dahi O’nun sonsuz merhametindendir bu yüzden.”
Başlama Vuruşu’nda Kadir Tepe Var
Kadir Tepe ve şiirini severim. Hayatı ve şiiri en uç noktalardınan seviyor Tepe. Yaşamın sıcaklığı kendini dizelerde hissettiriyor. Şiirle dünyasını çevrelemiş durumda; hem şair olarak hem de editör olarak şiir mesaisi devam ediyor.
Cins’in bu sayısının Başlama Vuruşu’nda Kadir Tepe şiir dünyasının kapılarını açıyor.
“Zaman içerisinde kendimi keşfetmeye doğru ya da benliğimi tanıma arzusu dahilinde çeşitli sanat dallarına sarkıntılık ettim. Yine bir tedavi biçimi halinde resme yöneldim: Aslında benim için resim çocukluğumdan arta kalan bir sanattı. Özgürlük hissi zihin dünyama işledikçe bir çeşit dışa vurum artistliğini benimseyerek hayal dünyamı çizdim, resmettim. Ta ki şiirin, yanı başında herhangi bir sanat dalını yanında barındırmama (kıskanma, biriciklik) yönünü keşfedene dek çünkü ben şair olacaktım, yalnızca şair…”
“Yayıncılık açısından değerlendirdiğimiz vakit ise biz M. Burak Çelik ile her yeni güne sürprizler ile uyanıyoruz. Gerçi yayıncı, editör olarak daima uyanık-lık hâlinde bu yolu yürümemiz gerekiyor diye zikrediyor, yine tartıyorum. Biz sürekli olağan durumlarla karşılaşırken okuyucunun da her an birtakım sürprizlere hazır olması gerektiğini belirtebilirim. Hedefimizin de önümüzdeki günlerin de tamamen sürprizlerden ibaret olduğu fikrindeyim. Ne de olsa: Yayıncılık ve dergicilik sürprizdir!”
Cins’ten Bir Hikâye
Arslan Karadayı – Hayret
“Melih’in büyüklerinden duyduğuna göre, ilmin sırlanıp zahir olmadığı yerde bilgiyi batından alıp semadan arza indiren gayretin adıydı şuur. Hakikatin, o gün otogarda aşikâr olup kendini Melih’e şuur edeceğini de kim bilirdi? Otobüs saatini beklerken, otogara gelen giden otobüsleri ve yolcuları izlemek, onun en keyif aldığı seyirlerdendi. Her bir otobüsün önünde yazan güzergâh tabelalarından, kâh hatıraları kâh o coğrafyalardan tanıyıp bildiği ahbapları üzerine mânalar diziyordu tahayyül rahlesinde. Mevsimin azizliğindendir, sahil memleketlerine giden otobüsler dolu ve dolayısıyla onların uğurlama alanları da kalabalıktı.”
Melih hem şaşkın, hem üzgün, hem dinginleşmiş hissetti kendini. “Hey gidi Rıza… Hakiki meşin he…” diye mırıldandı ayağa kalkarken. “Buyur abi?” diyen garsona “Yo yok bir şey, eyvallah. Bu Rıza’ya iyi bakın aman” dedi ve camın dışında perona yaklaşan otobüsünü gördü. Hızlıca otobüse doğru yürüdü. Rıza civarda geziniyor, şoförlere bir şey anlatıyordu. Melih kendi otobüsüne binerken oradakilere konuşan Rıza’nın sesini duydu belli belirsiz: “O hakiki meşin top bende olacaktı ki, görecektim ben o zaman bu dünyayı!”
Şehir ve Kültür, 121. Sayı
11. yılın ilk sayısı ile karşımızda Şehir ve Kültür dergisi. Derginin sayfalarında aynı ruh ve heyecan devam ediyor. Bu heyecan devam ettikçe dergi şehirlerin sesi olacak ve bizler her yeni sayı ile farklı coğrafyalara yelken açacağız.
Ümit Meriç ile Burgazada’dayız
Ümit Meriç, bu ay bizleri Burgazada’ya götürüyor. Elbette Sait Faik’le de karşılaşıyoruz adada.
“İstanbul, dünya istiridyesinin incisi. Adalar, İstanbul’un incisi. Burgaz, Adalar’ın incisi. Benim bahçem, Burgaz’ın incisi derken Marta Koyu’nun ortasına döşenen borularla denize püskürtülen Burgaz lağımları cennetimi cehenneme çeviriyor. Mehtap çamlar arasından süzülmekten vazgeçiyor, Prens Adaları’na tatile geldim diye şımarırken 18. yüzyılın pencerelerinden sokağa lâzımlıklar dökülen Paris’inin dar, fakir sokaklarının çıkmazlarına girip yolumu kaybediyorum.”
İki elimle başımı tutmuş bu çirkinleşmiş, daha doğrusu çirkinleştirmiş olduğumuz dünyada yarın sabahı nasıl edeceğimi düşünür iken iğrenç kokuya muafiyet kesbetmiş bir deniz motorunun Marta Koyu’ndan geçerkenki gürültüsüne bir şarkının sözleri karışıyor. “Boş vere boş vere ne hale geldik”
Dünyadaki Rant Ekonomisini Rızk Ekonomisine Dönüştürmek
Nazif Gürdoğan göçünü toplayıp ayrıldı aramızdan. Ondan çok şeyler öğrendik. Çok güzel yollar açtı önümüze. Kalbinin tüm güzelliğini herkesle bir ömür paylaştı. Ağabey, hoca, dost ve daha birçok ruha şifa sıfat kullanabiliriz onun için. Şehir ve Kültür’de de her sayı şehir ve ekonomi üzerine notlarını paylaştı. Bu sayıda da dünyadaki Rant Ekonomisini Rızk Ekonomisine Dönüştürmek isimli yazısıyla yer almış hocamız. Kendisine Allah’tan rahmet, yakınlarına ve sevenlerine baş sağlığı diliyorum.
“Türk ve İslam dünyasıyla birlikte bütün ülkeleri etkileyen rant kültürünü, risk kültürüne dönüştürmenin küresel öncüleri, Ahilik kültürüyle yoğurulmuş girişimciler olacaktır. Onlar kuruluşlarını sürekli yenileyerek, hayatın bütün alanlarında sürükleyici bir işlev yüklenirler. Kutsal kültürde risk almadan rızkın bulunmayacağı, risk ekonomisinin rızk ekonomisi olduğu bilinir. Ekonomi dünyasında Ahilik kurtla paylaşmak, çobanla ağlamak değildir.”
Yüzen Şehirler ve Ötesi
Alper Lütfü Göncü ile uzun soluklu deniz seyahatine çıkıyoruz. Büyük, çok büyük gemilerle denizleri aşıp okyanuslarla buluşuyoruz. Gemi yolculuklarının inceliklerine dair notlar da var yazıda.
“Denizciliğin ve gemilerin tarihi insanoğlunun tarihiyle birlikte yazılmış olup denizlere hakim olan uluslar dünyaya da hakim olmuş, denizcilikte ileri giden toplumların refah seviyeleri sürekli yükselmiştir.
Denize kıyısı olan ülkelerin halkında denizcilik ruhunun gelişmiş olması beklenir. Deniz ile haşır neşir olanlar, ufkun arkasına sarkan hayalleriyle daha yaratıcı ve daha maceracı kişiliğe sahiptirler.”
“Son yıllarda yeniden yıldızı parlayan kruvaziyer turizminin konforu bir yana, dezavantajları da yok değil. Gemilerin, yanaştığı limanlardaki kalış süresinin kısıtlılığı, gidilen şehri tam manasıyla gezememeyi beraberinde getiriyor. Buna ilâveten, yüksek sezonun kuru kalabalığı ve gürültü kirliliği de bu tür dev gemilerle yapılan seyahatin eksileri arasında sayılmalıdır.”
Lizbon’da Endülüs’ün İzinde
Dr. İsrafil Kurulay, bir söyleşi için gittiği Lizbon’daki Endülüs’ü anlatıyor.
“Belem bölgesini dolaşıp yoruldunuz yine bu tarihi bölgenin mütemmim cüzü olan Belem Pastanesi’ne yolunuzu düşürerek kahve eşliğinde Pastel de Nata isimli meşhur muhallebiyi yiyerek yorgunluğunuz atıp programınızı tamamlayabilirsiniz. Biz de öyle yaptık bir akşamüstü Belem Pastanesine vardık. Çok kuyruk olur dediler ama biz gittiğimizde kalabalık değildi. Natamızı yedikten sonra tramvay yolundan yürüyerek otelimize vardık. Tarihi mekânlar gece çok güzel aydınlatılmış Belem ışıklar altında başka bir güzel.”
Çeşm-i Cihan Amasra
Fatih’in selamını almış ve muhabbetini kazanmış bir beldedir Amasra. Belki de bu yüzden farklı bir cazibesi de vardır. M. Nihat Malkoç Amasra’yı anlatmış yazısında.
“Dağdan aşağı inerken Amasra’nın güzelliklerine bir an evvel kavuşmanın sabırsızlığı kapladı yüreğimi. Zira bu sisli havada bile denizin koynunda nazlı bir yavuklu misali bekleşen şirin Amasra, uzaktan bakan gözlere adeta ziyafet çekecek kadar güzel ve alımlıydı.”
“Cihan İmparatoru Büyük Fatih, Bartın’dan yola çıkarak Amasra’yı tepeden gören bugünkü “Bakacak” mevkiine gelerek Amasra’yı seyre dalıp şöyle der: “Lala, lala, çeşm-i cihan bu mu ola?” diyerek Amasra’nın doyumsuz güzelliklerine olan hayranlığını dile getirir.”
Trakya’da Bir Avrupalı: Günebakan ve Van Gogh
Yoldan hızlı bir şekilde geçerken bile gördüğümüz günebakanlar bir anda durmamızı sağlayacak bir davetle dururlar tarlalarda. Öylesine güzel bir manzaradır ki bu durup izlemek bile ruha huzur verir. M. Hülya Günay, Van Gogh’un “ayçiçeği de galiba biraz benim” dediği çiçeği anlatıyor. Mekânımız Trakya.
“Vincent van Gogh için ayçiçeği, yaşama bağlanması için bir umuttu belki de mutluluğun simgesiydi. Beş farklı sarı renk tonunda çiçeği tuvale yansıtırken, hayatın farklı evrelerine dikkat çeker. Bir tomurcuklanmadan çiçek açıp, yaprak dökmesi, gün gelip çürümelerine kadar âdeta insan hayatının doğumdan ölüme kadar olan akışını, yolculuğunu kişileştirip anlatır.”
Adapazarı Kültür Sanatının Yaşayan Tarihi
Necla Dursun, Fahri Tuna’nın Organizatör Hamdi kitabından hareketle Hamdi Özarutan’ı anlatıyor yazısında. İşin içinde Adapazarı olunca ben de ilgiyle okudum Tuna’nın bu kitabını.
“Sekiz bölümden oluşan ‘Organizatör Hamdi’ öyle bir kitap ki; Hamdi Özarutan’ın hayat hikâyesi olmakla birlikte bir o kadar kültür sanatla, Adapazarı’nın kültür sanat tarihiyle iç içe. Daha kitabın ilk sayfasında ‘Tarihi yok kültürü yok neyi var şu Adapazarı’nın?’ diyen Neriman Hanım’ın şehri ziyareti sonrasında söylediği ‘Adapazarı’nı değerli ve önemli yapanın yetiştirdiği insanlarıymış!’ cümlesindeki şehrin değerlilerinden biri Hamdi Özarutan.”
“Cem Karaca, Barış Manço, Seyyal Taner, Ajda Pekkan, Orhan Gencebay yakın dostudur Hamdi Özarutan’ın nam-ı diğer Organizatör Hamdi’nin. Aslen ziraat mühendisi olsa da İzmir’de bir kuaförde güzellik uzmanı olarak çalışan Minik Serçe Sezen Aksu’nun, bir Ordu turnesinde keşfettiği Kamil Sönmez’in, bir Antep turnesinde Edip Akbayram’ın hayatında yeri olan biridir.”
Beş Minareli Kale Şehir Bitlis
Bitlis’in adını duyduğumuzda dilimize ister istemez “Bitlis’te beş minare “ türküsü takılıyor. Böylesine birbiriyle bütünleşmiş bir şehir ile türkü. Mehmet Mazak, Beş Minareli Kale Şehir Bitlis yazısında anlatıyor Bitlis’i. Tarihiyle, kültürüyle Mazak’ın dilinden ve gönlünden Bitlis’i adımlıyoruz.
“Günümüzde Bitlis şehrinin çekirdeğini kalenin hemen eteğindeki dar ve dolambaçlı sokaklar boyunca sıralanmış evlerle çarşıdan meydana gelen sıkışık kesim oluşturmaktadır. Şehrin en önemli tarihî eserlerinden olan Ulucami de şehrin bu en alçak kesiminde yer alır.”
“Dicle’nin kollarından olan Botan suyuna karışan Bitlis çayının Güneydoğu Toroslar arasında açtığı dar ve derin bir vadide, deniz seviyesinden 1400-1450 m. yükseklikte kurulmuş olan Bitlis şehrinde kulaklarımıza eski tınılar gelmeye başlamış, burnumuza büryan kebabı ve tütün kokuları arasında Selçuklu ve Osmanlı harmonisi bir şehir karşılaşmıştı bizleri.”
Sharm El Sheikh’te Bir Mercan Cenneti
Şifanur Özçelik Şirin’in Mısır izlenimleri devam ediyor. Onun anlatımı ile bir ülkeyi adeta baştanbaşa keşfediyoruz. Anlatımındaki içtenlik bunu hemen hissettiriyor. Şehirlere, ülkelere gönül gözüyle bakmanın bir sonucu bu. Bu kez Sharm El Sheikh şehrindeyiz.
“Mısır’ın en güzel tatil beldelerinden biri olan Sharm El Sheikh (Şarm El-Şeyh) şehrindeyiz. Mısır’a seyahat etmeyi planlıyorsanız, bu doğal ve tarihi güzellikleri keşfetmek için Ekim-Nisan ayları arasını tercih etmek en iyisi olacaktır, çünkü bu dönemde hava daha ılımandır ve nem oranı daha düşüktür. Ancak şunu söylemek isterim ki Şarm şehrine yılın her zamanı rahatlıkla gelebilirsiniz ve denize girebilirsiniz. Denize Ocak ayında bile çok rahatlıkla girilebildiğini söyledi otel yetkilileri.”
“Şehrin bir diğer gözbebeği ise Süveyş Körfez ve Akabe Körfezi’nin buluştuğu yerde bulunan Ras Muhammed Milli Parkı’dır. Sina Çölü ile Kızıldeniz mercan resiflerinin bir araya geldiği bölge, dalış yapanlar için nefes kesici manzaralar sunmaktadır. 250’den fazla mercan türüne ev sahipliği yapan milli parkta 1000’in üzerinde endemik balık türü yaşamaktadır.”
Menekşe
Bilâl Arıoğlu, bu sayı menekşeleri anlatıyor bize. Şiirler eşliğinde menekşelerin dünyasına giriyoruz. Benim için de menekşe demek annem demektir. Bu sebeptendir ki annemden bir emanet olarak her zaman en yakınımda durur ve sık sık şiirime konuk olur menekşeler.
“Çok yaygın ve bilinen bir çiçek olduğu için hemen hemen bütün şairlerin değindiği bir çiçek olmuştur. Ömer Hayyam için menekşe gömleğine mor boyalar süren çiçektir.”
“17.yüzyıl şairlerimizden Naili için menekşenin boynunu eğmesi imkansız bir sevginin ifadesidir. Sümbül tüm görkemi ile sevgiliyi temsil etmektedir. Natürvan (zayıf) menekşenin çemende çaresizce boynunu eğmesi bunun içindir;
Çıkmaz benefşe sünbül ile başa n’eylesin
Durmuş çemende boynun eger nâtüvânlar”
Edebiyatımızın İçten Sesi
Gökhan Özcan hakkında yazmış Erbay Kücet. “Hiçbişey” ile tanımıştım Özcan’ı. Daha sonra diğer kitapları, gazete köşe yazıları geldi. Birçok programda da birlikte bulunma şansını yakalamıştım. Kücet de Özcan’ı çalışmaları, yazıları ve eserleri ile anlatıyor.
“İlk kitabı “Hiçbişey” de, modernizmin hayat algısını boşlukta kalmış bir kahramanın gözünden anlatarak okurlarıyla derin bir bağ kuran Gökhan Özcan, için Necip Tosun, “Bu kitapta aynı anlatıcı, aynı bakış açısıyla olaylara ve durumlara yaklaşıyordu” diyor.”
“Masallardan fantastiğe, büyülü gerçekçilikten şiirsel melankoliye pek çok anlatı alanlarında gezinir. Fantastik mizah ve ironi, tercih ettiği anlatım türleridir” Öykücü kimliği ile öne çıkan Gökhan Özcan, deneme türünde ve çocuk edebiyatı alanında da eserlere imza atmıştır. Eserleri, okuyucusunu derin düşüncelere sevk eden, hayatın anlamını sorgulatan, içsel yolculuklara çıkaran birer rehber niteliğinde, edebi dünyamızda kendine özgü sesi ve tarzı ile unutulmazlar arasında yerini almıştır…”
Şehirde Dijital Yalnızlık
Canan Coşar, şehirdeki insanın yalnızlığını yazmış. İnsan ister istemez yalnızlaşıyor. Bunu aşmak dijital çağda zor olsa da Coşar sohbet ortamı kurmanın yollarını yazmış.
“Salgın hastalık günlerinde temeli atılmıştı insanı yalnızlaştırma yolu. İnsan ilişkilerinin yani aile, kardeş, akraba, komşuluk ilişkilerinin yoğun yaşandığı özellikle Anadolu bölgelerinde yalnız kalmak kimsesiz, sessiz, soluksuz kalmak gibidir. Şehir kültürünü oluşturan özelliklerden en başta gelenidir duygusal paylaşımlar; yardımlaşmak, kapısını çalıp hâl hatır sormak, evde yaptığı yemekten bir tabak komşusuna ikram etmek, çayını demleyip ya da kahvesini pişirip yorgunluğunu sıkıntılarını sohbet içinde paylaşarak dinginliğe ulaşmak bunun gibi birçok örnek vardır şehir insanı için.”
Ay Vakti, Sayı:211
Ay Vakti dergisinin giriş yazılarını çok önemsiyorum. Bir manifesto gibi kuşatıcı bir havada kaleme alınan değerlendirme yazıları bunlar. Ülke ve dünya gündemi hakkındaki bu değerlendirmeler derginin duruşu hakkında da net bilgiler veriyor.
Derginin Giriş yazısından…
Dünya, yeni olay ve olgulara gebe…
“İki büyük dünya savaşının öncesinde yaşanan olaylara benzer manzaralar cereyan etmeye başladı. Reel politikle hiçbir ilgisi olmayan, olabildiğine fevri hatta akıldışı diyebileceğimiz olaylar “sıradan, normal ve olağan” gösterilmeye çalışılıyor.
Kaos her yanda…”
“Tesadüf yok…
Bütün bu kronoloji ve yaşanan hadiseler bize çok şey ifade ediyor. Uyanık ve akıllı olmak mecburiyetindeyiz. Siyonist akıl, “Tanrı’yı kıyamete zorlarken” biz ne yapıyoruz? Zaman, şuurla kuşanma zamanıdır. Zaman bir ve beraber olma zamanıdır.”
Tenezzül Makamı
Birçok şeyi kaybettik bu çağda doğru da insan yanımızı da yitirmeye başladık. Tahammülsüzlük her yanımızı kuşattı. Sudan bahanelerle her şey yarım kalıyor. Bizden olanı bile görmezden gelen bir eksiklik tüm bünyeyi kuşattı. Görünmez dağlar gibi mazeretlerimiz var. Salih Uçak, tüm bunları Tenezzül Makamı’nda anlatıyor. Yol gösteren, gönüllere dokunan notlar var yazıda.
“Kimin ne söylediğine bakma, sen yalan dolana tenezzül etme, daima dürüstlerden ol. “Yahu biraz da siyaset yap, bu çağda bu kadar doğru olmak biraz da saflıktır” diyene sakın tenezzül etme! Kendisinden “emin olunan” ol, öyle ki hiç kimse senin doğruluğun hakkında tek bir an dahi şüpheye düşmesin.”
“Öfkeden uzak dur, öfke; doğru muhakemeyi engeller. Basit olana tenezzül etme, düşün! Hal ve hareketlerin yarına atılmış imzan olacak, öyleyse öfke anında fevri davranışlardan kaçın, sağduyulu ve bilge ol.”
“Gelin tenezzül makamında buluşalım. Hak ve hakikat şemsiyesi altında bir olalım. Bütün ikilikleri bertaraf ederek birler hanesinde mukim olalım. Adamlık elbisesi giyerek yola revan olalım. Nice azlar çoklara galebe çalar. Bırakın “onlar” çok olsun, biz “hayırlı az” olmakla övünelim.”
Temmuz Sıcağı ve Divan Şairi
Bu yaz herkes sıcaklardan şikâyet etti. Aslında her şey zamanında güzel. Yaz demek sıcak demektir. Benim için değişmez mevsimdir yaz. Severim sıcağı. Divan şairleri de herhalde temmuz sıcaklarından oldukça muzdarip olmuşlar ki bu sıcakları şiirlerinde anlatmışlar. Hasan Doğan, temmuziyyeler hakkında yazmış.
“Nef’î’nin temmuziyye kasidesinin en dikkat çekici beyitleri dağlardan akan nehirler üzerinden kurduğu mübalağalı hayallerdir. Şöyle ki şaire göre denizleri bile kurutan bu sıcak havada dağlardan akan su değildir. Dağlardaki dere ve ırmakları dolduran güneşin yakıcılığı sebebiyle eriyen dağ kılıçları ve erimiş çelik madenleridir:
Böyle germâda ki deryâları huşk etdi hevâ
Kûhdan zâhir ü cârî olanı sanmanız âb”
“Şairlerin temmuz sıcağını anlatırken zaman zaman hüsn-i talil sanatına başvurdukları da vakidir. Örneğin Celîlî’nin Leylâ vü Mecnûn mesnevisinden alıntılanan aşağıdaki beyitte şair zambağın beyaz çiçek açmasını, temmuz sıcağından korunmak için başına ak bir arakiye/takke takmış olması şeklinde güzel bir nedene bağlar:
Görüp bu hevâ-yı germi zanbak
Bir ak ‘arakiyye giydi ancak”
Hz. Hüseyin’den Hüseyin Kâşifî’ye Hz. Fuzûlî’den Âşık Çelebi’ye
Prof. Dr. Mustafa Kara Ehl-i Beyt, Hz. Hüseyin ve Kerbelâ konusunda yazmış.
“İslâm dünyasının en hassas konularından biri olan Ehl-i Beyt ve Kerbela meselesini gönül diliyle anlatan Hüseyin Vâiz Kâşifî, Sebzevar’da Sünnîlik, Herat’ta Şiîlikle itham edilmiş ve sıkıntı çekmiştir. Fikir ve yorum farkını “rahmet”e dönüştürememenin getirdiği bu taassub, bütün büyüklerin karşılaştığı bir engeldir, onların diliyle bir imtihandır. Kâşifî’nin oğlu Fahreddin Ali Sâfî de (ö.1533) Nakşibendî büyüklerini genişçe tanıtan Reşehât Aynü’l-Hayat isimli tasavvuf klasiğimizin yazarıdır. Bu eser de Buhara Bursa Bosna güzergâhının en yaygın ve bereketli eserlerinden biridir. Eseri Mustafa Özsaray yayınladı.”
Hayatını Sanata Mecbur Kılan Tutku!
Necmettin Evci, hikâyeci Tarık Buğra hakkında yazmış. Romanları ile tanınan Buğra’nın hikâyeci yönünü de tanımak gerek. Bu yazıda yazarın hikâyeciliğine dair önemli notlar var.
“Tarık Buğra öncelikle has bir romancı olarak edebiyat dünyamızın yüz akı sanatçılarındandır. En yaygın takdir ve teveccühe ‘Küçük Ağa’ ve ‘Osmancık’ romanlarıyla mazhar olarak haklı bir şöhret kazanmıştır. Romanlarıyla tanınıyor olmakla birlikte edebiyata hikâye, ondan da evvel ağır ceza reisi olan Babası Nazım Bey’le birlikte çıkardıkları haftalık gazetede fıkra yazarak başlamıştır. Kısa zamanda basın dünyasında önemli yer edinen Tarık Buğra Milliyet’ten, Tercüman’a kadar birçok ulusal gazete ve mecmuada muharrir ve yönetmen olarak çalışmıştır. Muharrir olarak yazdıkları, kültürden, sanata, siyasete kadar geniş yelpazede, aktüel ilgileri, ana espri ve çerçevesi içinde tartışmıştır.”
Hayatın Rahminde Büyüyen Hikâye: Gazze
Gazze değişmez gündemimiz. Olması gereken de bu. Mazlumların yanında olduğumuzu her daim göstermeliyiz. Ali Bedir, Hayatın Rahminde Büyüyen Hikâye: Gazze yazısı ile Ay Vakti’nde.
“Haysiyetli iddianız, bizim de iddiamızdır; Gazze özgür kalacak. Mevsimler bile size selam duracak. Hayat sizin için sakladıklarını yeniden çiçek gibi açacak. İşte o zaman dilerim ki gökyüzünün mavi örtüsü altında hep beraber güleriz. Kadim zeytin ağacına yaslanıp portakal yiyerek bu kutlu destanı bir kahraman yazacak elbette. Üstünüzdeki kirli, zalim ve acımasız eller kırılacak. Kim bilir, daha neler olacak.”
Cürüm ve Yüzsüzlük
Şeref Akbaba, kitabın ortasından konuşmaya devam ediyor. Söylenmesi gerekeni en gür seda ile dile getiriyor durduğu yeri ve durmamız gereken yeri. Gazze’de dünyanın gözü önünde yaşanan soykırımı yapan yüzsüzleri anlatmış yazısında.
“Sizi durduracak sizin söylemleriniz, sizin kuruluşlarınız değil elbette. Ama işlevini yitiren insan hakları beyannamesinin evrensel olduğunu Müslüman ülke çocuklarının zihinlerine kazıdınız. Farklı kuruluşlarla dünya halklarının ve ülkelerin elini kolunu bağlayıp, uluslararası kuruluşların kararlarını hiçe sayarak katliama devam ettiniz.
İsmet Özel yıllar önce ifade etmişti, bunların insan haklarından kastettikleri Yahudi haklarıdır.”
Ay Vakti’nden Öyküler
Sema Saraç – Ona Ne Söyleseydim?
“Penceresiz bir odada, daha doğrusu karartma perdeleri kapalı yarı karanlık bir odada, odanın bir köşesinde o bir köşesinde ben sessiz oturuyoruz. Sessizliğin belirsizliği hüküm sürüyor. Ne olacağı ne yapılacağı belli değil. Harekette bir sesmiş gibi (sese sebebiyet verebileceğinden olsa gerek) hemen hemen kıpırtısız bir şekilde oturuyoruz. İstenmeyen konuğu muyum odanın, bilmiyorum. Bunun bir önemi de yok. Bu odaya kim girse benim durumumda olacak. Çünkü o, hep yalnız kalmak ve hep susmak istiyor. İyi değil. Söz kaldıracak durumda hiç değil. Ama bu hâl, bu suskunluk nereye kadar? Ne zamana kadar?”
Nurşah Karaca- Kaknüs’ün Kanadı-I
“Aylarca beşik gibi sallanan bir ummanın ortasında başımda mavi gök, ayaklarımda azgın deniz, sevdiğini arayan Seyfelmülûk’un hikâyesiyle avundum. Dünya dediğin bir avuç kuru toprakla biraz hava, biraz suydu. Ne diye onu gelin gibi allayıp pullayıp sonra da eteklerinin dibinden ayrılmıyorduk?”
“Kaknüs’tür benim adım. Bir yangının çocuğuyum ben. Önce yakan, kavuran, kül eden sonra o küllerden yeni bir can peyda eden alevlerin çocuğuyum. Ölüm müjdeler beni; ben ölümden doğarım, ölüm benden doğar.”
Seher Özden Bozkurt -Dost Eli
“Üşür gibi oldum. Sırtımdaki şala iyice sarındım.
İki zeytin tanesi, azıcıkta ekmekle açtım orucumu. İştahım hepten kesildi. Bazen iftardan sonra çay demliyorum kendime. Bir bilemedin iki bardak ancak içiyorum. “Çayı şekersiz iç.” dedi doktor. Zor oldu ama alıştım.”
“Tespih çekerken daldım yine. Hacı annem beyaz tülbendiyle odadan odaya geçti sanki. Kayın babam camiye gitmek için abdest almış. Gömleğinin kolları dirseklerine kadar katlanmış. Aksakalında birkaç su damlası. Eşim sokak kapısında. Yüzünde o aydınlık gülümseme. Hasır seccadesi koltuğunun altında.”
Ay Vakti’den Şiirler
Dirim, içimde kin güder sanığına
Doygun ölümlerin resmidir taziye evleri
Yutkunurken aydınlığı kara bir betim
Devrilir kum saati ve zaman durur;
Ali Yaşar Bolat
otur da diline türkü bas yaralı yüreğine köz kanlı gözlerine yağmur
belki getirir bir yemenli rüzgâr seher vakti kuşların sesiyle hu hu
belki de kendi gelir gülüşünü bir bebeğin dudaklarından alarak
Selami Şimşek
herkes yaralı sanki ben hariç
herkes en ağır dertleri kendinde biliyor ben hariç
herkesin yükü dünya kadar ben hariç
herkesin gönlünde sönmez bir ateş ben hariç
herkes haklı sonuna kadar ben hariç
herkes hak ediyor sevilmeyi ben hariç
herkes iyi herkes güzel ben hariç
ve ben hariç herkes gülüyor sorun yok
ve şimdi gene ben hariç herkes…
Ferhat Öksüz
Yapamadıklarımdan yana o kadar dertliyim ki
Hayat benden alacaklı diye korkunç bir endişe içindeyim
Zaman ellerimden uçup gidiyor
Ve ben bu çaresizlikle savrulup duruyorum
Ne bir anlam katabiliyorum ne de halimi arz edebiliyorum
Bir anlatılmazlık ve anlaşılmazlık içinde sürüp gidiyor hayat
Yapılması gereken ise “Ya tahammül ya sefer”
İsmail Bingöl
Siz kolay bilirsiniz çocuk olmayı.
Bilemezsiniz,
Bilemezsiniz
Çünkü Siz Gazze’de çocuk olmadınız.
Çünkü Siz savaş ortasında unutulmadınız.
Hatice Sakallı
Bu kadar sessizlik fazla geliyor dünyaya bakılsa
Yer yüzünden gök yüzüne nefes aralığı kadar
Merhamet aralığı kadar yalnızlık coğrafyasından
Çoğaltalım sessimizi diyebilmek için biraz da
Kuş sesi mi gerekiyor ölümlerin üzerinde acaba
Kuşlar çocuk ölümlerini kanatlanıp uçuverseler
Olur mu o zaman insafa gelir mi dünya âlem?
Nurettin Durman
Karabatak’ta Mevlana Dosyası
Karabatak dergisi 75. sayıda Mevlana Celalettin Rûmi dosyası ile karşımızda. Dosyanın birinci bölümü bu sayıda. 76. sayıda da devam edecek aynı konu.
Ali Ural’ın Giriş yazısından…
“75. ve 76. Sayımızın dosya konusu: “Mevlâna Celâleddin Rûmî.” Birliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde Mevlâna’nın kaynaştırıcı duruşunu hatırlayıp hatırlatmak istedik. Zira o bu toprağı vatan kılan manevi dinamiklerimizin başında geliyor. Tanpınar, hocası Yahya Kemal’e bir gün “Üstat, biz Viyana kapılarına kadar nasıl gittik?” diye sorduğunda şu cevabı almış: “Pilav yiyerek ve Mesnevî okuyarak.” Bu yüzden Mevlâna’ya düşmanlık milletimize yapılmış bir düşmanlıktır.”
Mevlana Celalettin Rûmi Dosyası’ndan
Hasan Akay – Mevlânâ ve Mesnevî’nin Stratejisi!
“Onu, bir inanç deryası veya unsuru olarak okuyan da var, bir imaj çalışması olarak tertipleyen de algı operasyonlarının enstrümanı veya kurbanı olarak kullananlar da… Onun boyutlarından haberdar olanlar da olmayanlar da. Deniz’i dalgasından okuyanlar olduğu gibi, köpüğünden okuyanlar da, yüzünü yırtarak okuyanlar da, dibini boylayanlar da var… Bunlar, hemen her kıssa veya hikâyeli anlatımda örtük biçimde gösterilen stratejik “şikâyet” ve esrarlı eleştirinin tabir caiz ise, “dördüncü boyutu şöyle dursun, üçüncü boyuttan bile mahrum satıh cüceleri”dir. Oysa aslı usûl, “denizi denizle birlikte görmek”, okumak ve yorumlamaktır.”
Sadık Yalsızuçanlar – İki Güneş: Hz. Mevlana – Hz. Şems
“Mesnevî’yi böyle böyle kurar Hz. Mevlânâ. Hz. Musa’ya Hızır ne ise, Hz. Pîr’e de Şems odur. Şems, güneştir ve ne Doğulu ne de Batılıdır. Yıllar süren ilim tahsilinden sonra devrinin en yetkin âlimi olan Hz. Pîr’le Konya sokaklarında karşılaştığında tepeden tırnağa aşk kesilmiş bir alıcı kuştur. Hüma’dır, Anka’dır, doğandır. Hz. Yûnus Emre’nin beyânı üzre, ‘Yûnus bir doğan idi kondu Taptuk koluna…’daki sır ne ise, Hz. Pîr’in Şems Hazretleri’nin gönlündeki yankısı odur. Hz. Pîr de, bir doğandır, avcı kuştur ve onun koluna konmuştur. Kendi beyânı üzre; Hz. Şems, murâddır, Hz. Pîr ise, murâdın muradıdır.”
Prof. Dr. Selamı Şimşek – Mevlânâ’nın Mizah ve Nükte Dünyası
“Mevlânâ, her hâlükârda toplumdaki kavgaları, gürültüleri, düşmanlıkları yok etmenin peşindedir. Bunun için öylesine ince ve derin düşündürücü nükteler söyler ve mizahlar yapar ki muhatapları neye uğradıklarını şaşırarak derhal kavga ve döğüşe son verip barışırlar, dost olurlar:
Mevlânâ Hazretleri bir gün mahalleden geçiyordu. İki yabancı şahıs birbirleriyle kavga ediyorlar ve birbirlerine sövüp sayıyorlardı. Mevlânâ da uzakta durup bunları dinliyordu. Biri ötekine: “Bana mı diyorsun? Eğer bana dersen, benden bin işitirsin” diyordu. Mevlânâ bunu işitince ilerledi ve “Hayır hayır söyleme, buraya gel ne diyeceğin varsa bana de. Eğer bin desen benden bir tane bile işitemezsin” dedi. Bunun üzerine iki düşman baş koyup Mevlânâ’nın önünde barıştılar.”
Yılmaz Daşçıoğlu – Diriliğin ve Dirilişin Kaynaklarından: Mevlâna
“Edebiyat tarihlerinde birkaç satırla anılıp geçilen, hakikatte de bir heves görünümünde ve etki bakımından pek cılız kalan Nayiler, bir yandan da geçen yüzyıl başındaki arayış çalkantıları içerisinde dikkatlerin ilk yöneldiği isimlerden birisinin Mevlâna olmasını göstermesi bakımından kayda değer bulunabilir.
Öte yandan asıl ona doğrudan atıf yapan kimi şairlerin hem kendi şairane güçleri hem de Mevlâna’ya yönelen dikkatlerinin niteliği modern edebiyatımız içerisinde onun aynı zamanda bir özü temsil etmesi bakımından önemlidir.”
Mustafa Özçelık – Beşşehir’de Mevlâna ve Konya
“Mevlâna, şair ve sûfi olmadan önce bir bilgindir. Konya medreselerinde dersler vermiştir. Tanpınar, bu hadise üzerinde hiç durmadan sözü Mevlâna’yı şair ve sûfi sıfatıyla ele almaya başlar. Bu tercihte Tanpınar’ın bir sanatkâr oluşunun büyük payı olsa gerektir. Onu Mevlâna’nın bilgin yönü değil şair ve sûfi yönü çekmektedir. Bu yüzden Mevlâna ile ilgili anlatımları hep bu çerçevede devam eder.”
Prof. Dr. Dursun Alı Tökel ile Söyleşi
Ahmet Akarsu’yun sorularını cevaplamış Prof. Dr. Dursun Alı Tökel. Hayatı, edebi ve akademik çalışmaları, divan edebiyatı ve sinema üzerine düşünceleri gibi birçok konunun işlendiği geniş yelpazeli bir söyleşi Karabatak okurlarını bekliyor.
“Evet, en genel hatlarıyla söyleyecek olursak; bilim terimle, felsefe kavramla, sanat imgeyle yapılır. Buna yeni katılan alanlar da oldu son çağlarda. Fransız filozof Gilles Deleuze, son çağın icadı olan sinema üzerine yönetmenlere yaptığı konuşmada onlara bir soru soruyor: “Biz felsefeciler kavram üretiriz, sanatçılar imge üretirler, siz ne üretiyorsunuz?” sonra da cevabı kendisi veriyor: “Siz hareket-bloglar üretiyorsunuz” Bilahare, muhteşem bir konuşmayla bunun ne anlama geldiğini anlatıyor ayrıntılarıyla. Peki, bunlar birbirine karıştığında ne oluyor?”
“Bir gün bir Türk sineması olacak ve bu sinema bizim metinlerimizden bizi bize ve dünyaya anlatacak ve izlenme rekorları kıracak filmler çıkaracak mı? Evet bu olacak. Ne zaman mı? Ayşe Şasa merhumun dediği olduğu zaman, yani bir gün derviş eline kamerayı aldığı zaman. Şimdi bize o dervişi beklemek düşüyor.”
“Fakat bütün bunlar bir yana; Türk edebiyatı tekkeden, tasavvuftan doğmuştur. En büyük verimlerini bu alanda vermiştir. Lakin Edebiyat Fakültesi’ndeki Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde Tasavvuf Edebiyatı kürsüsü yoktur, anabilim dalı yoktur. Bu büyük edebiyat, Halk edebiyatının bir küçücük köşeciğine sıkıştırılmış, bir iki kelamla kendini ifade için kekeleye kekeleye insanlığa bir şeyler anlatmaya çalışmaktadır. Oysa aradığımız kendimiz tam da orada ve biz, hep yanlış yerlerde aramaktan bir türlü kendimize ulaşamıyoruz.”
Projektör’de Güler Ekiz Var
Kitapları ve çalışmaları üzerine soruları cevaplamış Gülay Ekiz.
“Çocukla neşe yan yana, el ele yürüme – li. Bir çocuğun neşesi bulaşıcıdır. Çocuk çevresini de neşelendirir. Maalesef, bu, her çocuk için mümkün olmuyor. Ben de kitabı yazarken çocukların neşesinden ilham alarak, sevinci eksik kalmış çocuk – lara aynı neşeyi aşılamak istedim. Yayılan bu güzel duygudan sadece çocukların değil, yetişkinlerin de faydalanmasını he – defledim. Çünkü neşe, her yaştaki insana yakışır. Zaman içinde üstünü örttüğümüz bu duygu, yeniden canlanmalı ki hayatı – mızdan keyif alalım.”
“Kesinlikle oyun hayatın bir provası. Her oyunun bir kuralı olduğu gibi hayatın da başarılı ve huzurlu olmak için kuralları var. Mesela istopta, top atıldığında, dikkatle takip etmez, topu yakalayamazsanız oyundaki tabirle yanarsınız. Hayat bundan farklı mı? Doğru yerde, doğru hamleyi yapmadığınızda ilerleyemiyorsunuz. Oyun yapılan hamlelerin, iyi ya da kötü sonuçlarını göstererek çocuğu hayata hazırlıyor.”
Mekânın Nitelikli Dönüşümü
Orhan Gazi Gökçe, son zamanlarda Konya’nın kültür sanat çalışmaları bağlamında gözde mekânlarından olan Depo No:4 hakkında yazmış. Mekânları ince dokunuşlarla günümüz insanının hizmetine kazandırmak da bir ustalık ister. Birçok şehirde bu türden mekânlara sık sık rastlamaya başladık. Olması gereken de bu.
“Konya’da son yıllarda tarihten bugüne devreden mirası anlamlı ve nitelikli bir şekilde günümüze aktarılması konusunda bazı başarılı çalışmalar yapılıyor. Sadece Selçuklu dönemine ait eserlerle sınırlı kalmayan Darü’l-mülk projesi kapsamında Konya Büyükşehir Belediyesi birçok mekânı bugünün diliyle hayatın içine katmaya çalışıyor. Bu çabalara örnek gösterilecek çalışmalardan birisi Kürkçü (günümüzde Şükran) Mahallesi’nde, Mevlâna Caddesi’nin Alâeddin yönü girişinde, Nu. 4’te yer alan ve Tekel Genel Müdürlüğünün 1930’lu yıllardaki genişleme çalışmalarına bağlı olarak Sivas, Afyon ve Antalya gibi bazı Anadolu şehirlerinde inşa ettirdiği idare binalardan birisinde gerçekleştirildi.”
Karabatak’tan Öyküler
Hümeyra Yabar – Sâki Kayboldu
“Kopan teller, uyurgezer insanlar ve buzdan kütleler… Sâki’yi bulmaya çalışırken siyah ipek gömlekli adamların taşıdığı dev kâğıt gemiyi gördüm. Konser alanındaki güvenlik görevli – leri buraya sevk edilmişti. Yolculuk organizas – yonun bir parçasıydı demek. Geminin yanına kimseyi yaklaştırmıyorlar, kara boncuklu bir kolyeye benzeyen uzun yolcu sırasına girme – mi işaret ediyorlardı. Sâki, tedbirli adamdı. Canını, kâğıttan bir gemiye emanet etmezdi. Yine de bu sıralar ondan beklemediğim şeyler yapmıştı. Yolcuları gözlerimle seçip içlerin – de Sâki’yi aradım. Bulamayınca tekrar başa döndüm. Kolyenin ipi kopana kadar aradım. Sonunda gemi suya inmiş yolcular içine doluş – maya başlamıştı. Gözlerimle uğurladım onları. Sâki’ye benzeyen bir yüz yoktu aralarında.”
Saliha Şahin – Papağanın Tırnağı
“Bu çığlıkları duyunca Erdal Bey’in hepten eli ayağına dolaştı. Şu son tırnağı da kesip bir an önce kaçmak için acele ediyordu. Sonra ne hâlleri varsa görsünlerdi. Telaşla arka tırnağın birincisini kesti sıra ikinciye yani sonuncuya geldi, çıt, onu da kesti. Son tırnağı çıtlatır çıtlatmaz kuş can havliyle kurtuldu ve kaçıp koltuğa kondu. Anne o sırada oğlanı balkondan içeri aldı ve ortalık birden sessizleşti.
Kuş nefes nefese konduğu koltuktan diğerine uçtu. Kalktığı yerde “şıp” bir kan damlası. Konduğu yerde şıp yeni bir damla kan! O telaşla son tırnak biraz derin kesilmiş olacaktı. Neyse iş bitti ya şükür! Kuş koltuklarda yer değiştirdikçe arkasında kırmızı noktacıklar bırakıyordu. Bembeyaz koltuk şimdiden benek benek olmuştu.”
Karabatak’tan Şiirler
Her sahradan yeni bir sahra iç içe geçmiş susuzluk
Gözlerini değil gözlüklerini silecekler haberin olsun
Beden toz, bedesten dediğin bir parça kadife ten
Bir testi yağmur suyu yüklen ırmaklar şahidin
Şikâyet seddiyle kesme, ummana varacak sus
A.Ali Ural
İnsan ne yapabilir ki dört duvar arasında
Ya dışına çeker havayı ya avluyu boynuna dolar
Bir kuş sesinde ya da bir köpek havlamasında
Yaralı bir manzara parçalanır duvarda
Sensiz gelecek günlerin gün benzi solar
Hüseyin Akın
tanıdım seni
kâğıttan şavkıyan elvan
mürekkep aynasında yüzün
bir eliyle peçesini örter
diğer gözünde işveli bir bakış
ben her hâlinde yine kanıyorum
çünkü sen koynunda
gece ışıkları dalgalanan bir vadi
denizlerinde balıkları takla dönen
kanatlarını gerip güneş altında gökte
yeniden ayak ucuna düştüğümsün
Şafak Çelik
tiksinirim otellerden
zamanı öteler titanlar orada tutulur ateş sağnağına
yaprakları plastik tutuşur sahte palmiyelerin
bir intikam şeklidir oteller paranın haysiyetten
unutulan babalardır unutulan analardır yanıp söner
hamiyet katilidir beş yıldızlı deniz üstüne
ağacın gökyüzüyle denizin dağ ile arasındadır oteller
arasındadır hatırların hatıraların ırasıdır dünyeviliğin
kasavet çöker dikildiği yere
Yunus Emre Altuntaş
Anladım buğdayı kimin gönderdiğini
Kim için yağdığını yağmurun
Ellerine adını yazan çocukların
Sapanlarında saklı hayatlarını
Ve dervişlerin koca bir ömrü
Niçin deniz seviyesinde yaşadığını
Ercan İriş
hikâyede yalpalayan bir kayık
kapının önünde kılık değiştiren gölgeler
koşuyor durmadan eteğinde çamur izleri
kekemeyi taklit ederken nar bülbülü
öpmek için avuçlarından
o ilk anne dediği günü arıyor
Müyesser Çelik