Teferrüc, Sayı:25
25. sayısı ile yazdan sonbahara geçiyor Teferrüc dergisi. Derginin genç sesi yine okuyuculara heyecan ve güç verecek.
Ercan İriş derginin giriş yazısında önemli mesaj ve göndermeler yapıyor. Yazının başında aramızdan ayrılan D. Mehmet Doğan’ın vefat haberini alınca hissettiklerini yazmış. İşin daha hazini, derginin bu sayısında yazısı olan Nazif Gürdoğan da yükünü topladı bu alemden. İki kıymetli büyüğümüze Allah’tan rahmet; yakınlarına, dostlarına, sevenlerine başsağlığı diliyorum.
İriş, yazının devamında özellikle edebiyat dünyasına önemli göndermeler yapıyor. Bahsedilen durum aslında çağımızın bir akıl tutulma hastalığı. Hatta buna kendini ve yerini bilmeme durumu da diyebiliriz. Bizde buna “ne oldum delisi olmak” denir. Ayaklarının yere sağlam basması ya da kendini bilmek denen hasleti kuşanmakla geçecek bir illet bu.
“Dostum, dedim. Daha ilk şiiri yayımlandıktan sonra kendine ismine şair lafzını ekleyen, hele bir de kitabı baskıdan dağıtıma çıkınca üstad(!) olduğunu düşünen, derdi ne millet ne vatan ne dava olan, burnu ile gökyüzü arasındaki açıyı sıfırlayıp en güzel sözleri kendinin yazdığını ifade etmekten çekinmeyen; lakin mazide söylenmiş sözleri terennüm etmekten ileri gidemeyen, lafa gelince tevazu okyanusu gibi konuşan ama gerçekte gariplik sofrasında bir lokma yemeyen şairlerin(!) döneminde: Azdık daha da azaldık.”
Necip Fazıl’da Teşkilat ve Gençlik Tasavvuru
Necip Fazıl, sadece bir şair değil aynı zamanda gençlere yol gösteren ve onları bilinçli bir ruhla donatan aksiyoner kimliği olan da bir dava adamıydı. Onun gençliğe verdiği önemi eserlerine bakınca daha iyi anlayabiliriz. Hep onları hedef alan ve onlarla birlikte yol yürüyen bir duruşu da vardı Üstad’ın. Recep Garip, Necip Fazıl’da Teşkilat ve Gençlik Tasavvuru yazısında Üstad’ın bu yönlerine dikkat çekiyor.
“İslam’da her asrın bir yenileyicisi olduğuna göre 15. Asır yenileyicisine çevre teşkil etmek şerefi tam kırk yıldır, suyu kan ve tuzu gözyaşından ibaret olarak teknemizde hamurlaşmasına çalıştığımız ve şimdi, şükürler olsun, sayısının milyonları aştığını gördüğümüz yeni nesle, Türk ruh kökünün davacısı nesle, senin nesline, sana düşüyor!”
“Hâsılı, İslam’ı topyekûn genişliğine madde ve derinliğine ruh planında sen temsil edecek, sevdirecek, sindirecek, yayacak, döşeyecek, cihazlandıracak, nakışlandıracak ve dipsiz fezayı ören bunca yol arasında sen tekleştireceksin!”
Tatil Cinnetine Merhaba
Tatil diye bir gerçek var. Bazılarının hayatlarını sadece tatile endekslediği zamanlardan geçiyoruz. Tatil için yaşamak diye de bir durum bu. Yusuf Özkan Özburun, tatilin insan ruhundaki yerinden, zamanından, halinden bahsediyor.
“Şairler, yazarlar, düşünürler, hülyalı aşıklar, neden hep denizle sonsuzluk arasında ilişki kurmayı yeğlemişlerdir? Bu ilişkiye genellikle denizin uçsuz bucaksızlığı, ufkun ötelerine uzanması gibi özelliklerin sebep olduğu yaygın bir anlayıştır.”
“Yıl boyunca en fazla bir aylık tatilin hayalini kuracak, lafını edecek, anılarını anlata anlata bitiremeyecek, birkaç ay öncesinden zayıflama kürlerine girecek, kalçandaki göbeğindeki kıvrımları düşünüp düşünüp üzülecek, hatta belki depresyona bile gireceksin… Neyse canım, çözümü var, sen de bikini değil mayo giyersin… Büyük ve titiz araştırmalardan sonra geceliği bilmem ne kadar olan, komün hayatının bir türünü andıran otele haldır haldır gidip, denize çivileme yapacak ve bağıracaksın: – Gel, gel! Su çok ılık, valla!”
Mehmet Akbulut ile Mülakat
Ali Bal, Mehmet Akbulut ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Benim de uzun yıllardır tanıdığım, kitaplarını severek okuduğum Akbulut, tarihi gerçek kaynaklardan öğretmeyi kendine şiar edinmiş bir yazar. Popülist bir yaklaşımla değil faydacı bir yönelişle tarihe bakarak gençlerin ruhuna dokunacak eserlere imza atıyor. Yazarlık serüveninden, kitaplardan bahisler açıyor Akbulut. Çocuklarımıza gerçek tarihi öğretmek için Mehmet Akbulut’un kitapları çok iyi bir tercihtir.
“Okunan her bir kitap, okurunu bir basamak yükseltir. Basamak diyorum, yani mücessem bir merdivenden bahsediyorum. Tek bir merdiven. İnsan aynı anda kaç merdivenden çıkabilir ki? Yan yana konulmuş iki merdivene iki ayrı ayağınızı koyup çıkabilirsiniz tabii ki. Fakat bu çıkışta seyir keyfi olmaz. Düşme tehlikesi diğerine göre daha yüksektir. Basamakların sizi çıkardığı noktada yüksekliğin keyfini çıkaramazsınız.”
“Ben kitapları da yediğimiz yemekler gibi görüyorum. Nasıl ki bir lokantanın sergilediği yemekleri herkes mide zevkine göre seçiyorsa kitapları da zihin zevkine ve ihtiyacına göre tercih ediyor. Ben, bu ihtiyacı gençlerimizin tarih alanındaki eksiklikte gördüğüm için o alana yöneldim.”
“Konfordan kalite çıkmaz diyorum. Bunu bulunduğum ortamlarda, sohbetlerde de dile getirdim, getiriyorum da. Bazı şeylerden mahrum kaldığında insan, o mahrum edildiği ya da kaldığı şeyin kıymetini daha iyi anlıyor. Çocuklarımızı bazı şeylerden mahrum bırakmak lazım. Önlerine her türlü imkânı, kolaylığı sunduğumuz zaman elde edecekleri bir şey kalmıyor ki.”
Dünyadaki Rant Ekonomisini Rızk Ekonomisine Dönüştürmek
Nazif Gürdoğan hocamız da bir yazısı ile Teferrüc’de. Bunların hepsi bir anı olarak geriye kalacak hocamızdan. Yol gösteren, ağabeylik yapan hallerini, gülen yüzünü hiç unutmayacağız. Nazif Hocamıza Allah’tan rahmet, yakınlarına ve sevenlerine baş sağlığı diliyorum.
“Türk ve İslam dünyasıyla birlikte bütün ülkeleri etkileyen rant kültürünü, risk kültürüne dönüştürmenin küresel öncüleri, Ahilik kültürüyle yoğurulmuş girişimciler olacaktır. Onlar kuruluşlarını sürekli yenileyerek, hayatın bütün alanlarında sürükleyici bir işlev yüklenirler. Kutsal kültürde risk almadan rızkın bulunmayacağı, risk ekonomisinin rızk ekonomisi olduğu bilinir. Ekonomi dünyasında Ahilik kurtla paylaşmak, çobanla ağlamak değildir.”
Ahmet Köseoğlu; Gonya’nın Kültür Sanat Nâzırı
Fahri Tuna’nın cümlelerine bu kez Ahmet Köseoğlu konuk olmuş. Köseoğlu’nu tanıdıysanız içindeki samimiyeti, dost sıcaklığını hemen hissedersiniz. Yapmacık bir tavır yoktur onun davranışlarında. Tuna’nın anlatımıyla daha yakından tanıyacaksınız Köseoğlu’nu.
“Kültür sanat otağını kâh Alaaddin’e, kâh Türbeönü’ne kâh Meram’a kuran bir bakandır o. Bir ayağı Türkistan’da Hoca Ahmed Yesevi Ocağında, bir ayağı Üsküp’te Murat Paşa bucağında. Bakarsınız, bir gün Bakü’den, ertesi gün Lefkoşa’dan ses verir Ahmet.”
“İyi de, bu adam bir yazar yahu. Ödüllü, iyi de bir yazar. Şehirler üzerine kafa patlatan bir adam aslında o. Arada dergilerde görüyorum adını son yıllarda. Ne çok seviniyorum, bilemezsiniz. İbâdetkâr bir ruhla kadim şehirleri gezen, sezen, yazan adamdır, zira.”
Çiftçi’nin Toprak Kokan İmgeleri
Ersin Karaca, Mustafa Çiftci üzerine yazmış. Onun özellikle Anadolu kokan yönüne eğilmiş Karaca. İyilik Hikâyeleri’ne konuk ettiği Çiftci’nin programından bir derleme sunuyor Karaca bizlere.
“Mustafa Çiftçi, hayatta tanıdığım ve etkilendiğim nadir insanlardan biri. Kendisi Anadolu’nun bozkır şehirlerinden birinde, mütevazı bir hayat yaşayan nadir yazarlarımızdan.”
“Şimdi insandaki mekanizmanın yazar kısmının nasıl işlediğine dair tahminler var, psikologlar “hikaye nasıl doğuyor” sorusunu araştırmışlar. Benim çok basit ama çok işe yarayan bir tarifim var: kuzuların yediği ot nasıl süt oluyorsa bu da öyle bir şey.”
“Yani yoksulluk, açlık ve benzer sıkıntılar insanları hırsızlığa, yanlış yollara itebilir. Biz terbiyemizi dinimizden ve geleneğimizden aldığımız için bu tür sıkıntılara sabretmeyi, kanaat etmeyi öğrenmişiz. Bizim dinimiz ve geleneğimiz ahlakımızı şekillendirmiş. Bunlar benim yoksulluk ile ilgili hissiyatım.”
Küfeki Taşına Asılı Hayatlar
Mücahid Akıncı, taşların içinde sakladıkları sırrı anlatıyor bize. Küfeki taşını örnek olarak ele almış. Üzerine biriken ne varsa ona değer katan bir taştır bu. Hayat ile taşların bir yerde buluşması diyebiliriz buna.
“Küfeki taşından lale işledim
Leyla’yı bilmeyen yolcular için. Taşlar,
başka âlemlere açılan kapılardır. Manevî dünyanın maddî dünyaya tesir iksirleridir. Gözyaşı gibi dökülür dağların bağrından ovaların yanaklarına. Keşfedilmeyi bekler çoğu zaman. Kimi dünyanın var olduğu günden beri kimi yüzyıllar boyunca hep sahibini bekler. Üzerinden geçen katarlara söyler selamını. Bir çift yalın ayağa verir tüm sırrını. Tek istediği anlaşılmaktır taşların. Bu yüzden konulur evlerin başköşelerine. En güzel desenleriyle süsler mabetleri. Yaşayıp gördüğü her şeyi anlatmak ister.”
Türk Edebiyatında Gazetelerin Yeri
Gazete denince aklımıza bugünkü gazeteler gelse de edebiyat dünyasında gazetenin yeri çok önemlidir. Edebiyat tartışmalarının yapıldığı, romanların tefrika edildiği bir mecra idi gazeteler. Tanzimat’la birlikte hayatımızda yer edinmeye başlayan gazeteler, özellikle edebiyatçıların sayesinde ses getiren yayın organı olma özelliklerini sürdürmüştür. Filiz Toklu, Teferrüc okurları için gazeteler tarihi yazısı hazırlamış. Derli toplu, emek mahsulü bir çalışma bu. Kısa bir değerlendirmeden sonra gazeteler hakkında bilgiler veriyor Toklu.
“Türk düşün dünyasında gazeteciliğin önemi sadece halkı siyasi ve sosyal gelişmelerden haberdar etmekle sınırlanamaz. Nesir dilinin gelişiminde ve dilin sadeleşmesinde doğrudan etkisi vardır. Nesir dili bilimin gelişmişliği ile doğrudan ilintilidir. Nesirden ancak bilimsel yönden ilerlemiş toplumlarda bahsedilebilir. Çünkü bilim matematikseldir. Bilim ve iletişim ikinci bir anlama ihtimal vermeyen göstergesellikle sağlanır. İlk gazetelerle birlikte görülmeye başlanan dilde sadeleşme, bilim ve nesir dilinin de müjdecisidir.”
TAKVİM-İ VEKÂYİ: 11 Kasım 1831’de yayımlanmaya başlayan Türkçe ilk resmi gazetedir. II. Mahmut’un teşvikiyle yayım hayatına başlamıştır. Gazetenin en büyük yararı ıslahat çalışmalarından halkı haberdar edip yayılmasını hızlandırmak ve siyasi gelişmelerden haberdar etmektir.
TASVİR-İ EFKÂR: 28 Haziran 1862’de yayınlanır. Namık Kemal ve Şinasi’nin, hürriyet ve medeniyet yazılarının yer aldığı gazeteyi daha sonra Recaizade Mahmut Ekrem teslim alır.
Sandık Başında Hayatı Andık
Eskileri karıştırmak diye bir şey var. Sadece eşya anlamında değil bu. İnsan her şeyden kendine pay çıkarır. Bir küçük eşya bizi alır yıllar öncesine götürür. Nilüfer Zontul Aktaş, sandık başında anıyor bu duyguları. Bir şair yüreğiyle bakıyor “eski”ye.
“Dünya ahvali ve toplanmış ahali üzerine de epeyce tefekkür ettim.
Ayrılığın kıyısından kavuşmak!
Bize uzak gelen o kıyıdan manzaraya mazhar olmak gayretinden çok, ürperti ile kendimize dönüp, gidenlere el sallamak.
Oysa üstadın dediği gibi” çok seneler geçti çok seneler geçti dönen yok seferinden.” Fiziken giyindiğimiz elbiseler bir örtünüş bir örtüştür de! üryan halimize dönüşü unutmadan yol veriştir hayata. Kıyıdan yüzme haline geçişin, derinlere vasıl oluşun başlangıcıdır maddeden soyunukluk. Elbise, hakikate bürünmüşlüğün c’ismi olmalı idi!
Ahh sandık şimdi beni nelerle yüzleştirdin diyorum.”
Teferrüc’den Öyküler
Özcan Ünlü – Hotel Moskva
“Hava puslu. Şehrin çatılarından süzülen yoğun sise tutunan yağmur damlaları caddelere serilmiş araçların tavanlarına her vurduğunda metalik notalar savruluyor. Önce insanların kulaklarına, sonra yorgun duvarlara, Arnavut kaldırımlarına…”
“Aklıma takılıyor. Gerçeküstü bir öykünün içinde olabilirim. Bu hâl devam ettikçe aklım bana farklı oyunlar oynayabilir. Şimdi benim penguen piyanistim de bu oyunun bir parçası ise… Yani bana çarpmadı ise, ben düşmedi isem, dizim ve kolum boş yere ağrıyor ise.. ya üstüm başım! Kırık gözlüğüm…”
Ramazan Kayaoğlu – Delirmeyecek de Ölek mi?
“Annemle tartışmanın anlamsız olduğuna karar verip yavaşça doğruldum. Selma abla, gülerek bana baktı. Neye güldüğünü anlayamadan annem tüh Allah cezanı vermesin deyip yüzüme tükürdü. Sonra bir afrayla dışarı çıktılar. Ne olduğunu anlamak için şöyle bir etrafa baktım sonran kendimi süzdüm. Gözüm baksırıma ilişince hafifçe kızardım sonra istemsizce gülmeye başladım. Zaten benim sonum bu gülmelerim yüzünden olacak.”
“Selma ablanın bana bakıp sırıttığını görünce vazgeçtim. Hiçbir şey demeden sessizce odama geçtim. Ben odama geçerken annem, babama; “Bir beş yüz lira daha versen de şu çocuğu yine doktora götürsek, bak sokağa çıkacak yüzümüz kalmadı. Hadi herif, beni kırma!” diye yalvarmaya başlamıştı. Aha buraya yazıyorum, bunlar çok kalmaz beni tımarhaneye tıkarlar.”
Yavuz Ahmet – Film Şeridi
“Perdede ne vakittir aynı görüntü donup kalmıştı: Siyah beyaz bir zaman. Mevsimlerden kış olmalı. Görüntünün ana kahramanı şapka takmış. Aslında renginin kırmızı olduğunu fakat deklanşörün marifetsizliğiyle renk değiştirip siyahla gri arası bir renge dönüştüğünü ancak o siyah beyaz anın renkli tanığı olma şansını yakalamış olanların bilebileceği bir şapka bu. Kahraman, genç bir kadın.”
“Ne olmuştu acaba? Sorun neydi? Çok uzun bir zamandır, başrolde kendisinin oynadığı o filmi izliyordu. Ayağı takılıp düşüyordu en başlarda, çok küçük haliyle perdeye yansımıştı, bir kadın geliyordu, beyaz yaşmaklı bir kadın, onu öpüyordu. Sonra okul önlüğünü giyip yolda yürürken bir köpek fırlıyordu önüne, kaçayım derken yandaki çitin telleri ellerine batıyordu, kıvırcık saçlı bir adam onu sırtına alıp hastaneye götürüyordu, beyaz önlüklü bir hemşire üzerinden hâlâ buhar tüten cam şırınganın ucuna iğne takıp ona aşı yapıyordu.”
Hülya Varol – Önümde Duran Adam
“Uyandıktan sonraki ilk on saniye, insan ne düşünür? Hangi birimiz buna dikkat eder ki? Mesela ben dünden kalma o hisleri gözümü açar açmaz içimde bulurken “bu düşüncelerde bir şey olmalı beni nasıl bu kadar erken buluyor” diye neden sormadım? Belki de bu sabah üzerimden yorganı atmasaydım bunu da anlamayacaktım. Ben değil de sanki yorgan adeta fark etmemi istiyordu, hep bir şeyleri çaktırmakla meşguldü.”
“Seni hiç göremedim. Hiç bilemedim böyle birini. Herkesin giden adım seslerini duyarken seninki olduğu yerde duruyordu. Hatta yıllarca.
– Beni görmediniz. Peki neden onu bana gösterdiniz? Göremeyişinizi örtmek için miydi?
– Evet, bir örtü söz konusu. Ama bu senin kelimelerinin üzerinde. Onu açmak için benim gitmem onu da görmen gerekiyordu.”
Özden Balcı – Üveyik
“İki tarlanın arasında yemyeşil çimenlerle kaplı sınırın eğimine sırtımı yaslayıp beleş bir havuza benzeyen gökyüzüne bakıyorum. Herkesin kolayca birlikte görebildiği tek şey olduğundan mı nedir, başını çeviren bir anı yakalamış gibi dalıp gidiyor. Ben de payıma düşen hatıraları yakalamaya çalışıyorum. Uzak geçmişimden…”
“Usulca kapanan iki kapı çekip alırken beni, dua ediyorum, “Muhabbetiniz hoş olsun.” Araba uzaklaşırken sesi de azalıyor yavaş yavaş…
Taa uzaktan iki nokta gibi dolana dolana geliyor bir çift üveyik. Yan yana konarak dala, huzur veren bir şarkı başlıyor tekrar. Gugukta guguk…”
Teferrüc’den Şiirler
devşirmeye vaktimiz kalır mı yaradan
yarada çiçekler açar
yüzüne müzahir
gözlerini kaçırman gerekir ihtimal
yürüyüşünü bozar damarların bu keder
Ali Sali
biz seni bulduk yağmuru yurdundan etti yüzün
biraz zorlasak belki varırdık ertelenen sulara
biz seni yitirdik lodosların gayri resmi uğultusunda,
gölgeni kundaktaki bebeler bile yağmalamış bildik
konuşmak bir adı söylemeye yetmezmiş mezar taşları
olmasa
toprakla su arasına sığar mıydık şu ömürlük yalnızlığımız
olmasa
Sinan Davulcu
İnsan üç günlük misafirken sofralarda
Kendi kaşığını arar oturduğu her masada
Bütün dünyayı doldurur küçük sürahiye
İçmeden biter her şey, kalır öyküsü
İnsan bu, Adem’in hatırası olduğunu nereden bilsin
Ercan İriş
cennet çocukları fotoğraflardan havalanıyor diye
gülücükler sızıyor
kabuk bağlayan sevincimden
yaşadığımın kanıtıdır
gözlerimin önünde çiçek açan uçmalar
Kazım Gök
Geceleri sırlarını fısıldadığın yastık
Yeni vatanı mı yağmur bulutlarının
Ne varsa içinin kıyılarına vuran
Zembereği kopuk korsan lehçelere aldırma
Kalbine koy ellerini, güneş orada
Cihat Barış
Kaç kovuğun yeli esiyor çatlayan yaraya
Ay ışığından habersiz birileri
Gaz lambasından alıyor öcünü
Gerçek olamayacak kurgulardan ibaret zaman
Hoyrat ve deli taylar bilge yamaçlarına yöneliyor
Hanife Coş
Bir dağ devrilir içimde bir dağ öylece
Gece saçlarını örerim üstümü örter gece
Bilirim kalbimin attığı yerdesindir hep
Seninle yürürüm şehirlerin içinde
Mehmet Baş
Ey beni buraya getirip getirip bırakmış o yanlış telaş
Şimdi aramızda bir gül günlerin müzevir sularına
Elime bir elmadan çocukların şiirden ölümlerine
Siperlere gömüyorum yanlış anlamların taş dilini
Ellerinden anlaşılmış o ayettin son ağıdını söyledim
Kuşandığın zırhı çıkarıp kendime sana ermenin aldanışıyla
Burhan Tuz
Hece Öykü, Sayı:124
124. sayısına Emin Gürdamur’un Ya Yargıçsın Ya Öykücü yazısı ile giriş yapıyor Hece Öykü dergisi. Gürdamur’un bu giriş yazıları hem günümüz öyküsüne derli toplu bir bakış olarak hem de durum değerlendirmesi yaparak özellikle genç öykücüler için de yol haritası çizmiş oluyor.
“Öykü kahramanları, antikahramanları, başkişileri, figürleri muhayyilemizin bize emanetleridir. Bulunması gerektiği yerde bulunan, yapması gerekenleri yapan, konuşması gerekenleri konuşan bu imgesel varlıklar, metnin en gizli niyetinin vuku bulması için vardırlar ve kurguyu ayakta tutmalarına karşılık yazardan tek bir şey isterler: Yargılanmamak. Yazarın görevi yargıçlık değil, olanca serinkanlılığıyla insan hâllerine dikkat kesilmektir. Kahramanın içindeki çarpıklıkları keşfetmek, bir ceylanın fotoğrafını çekmeye benzer. Yaklaşırken nefesimizi tutmalı, gürültü çıkarmamalı, onu ürkütmemeliyiz.”
Öyküde Küre, Piramit, Dikdörtgen Prizma Yapı
Handan Acar Yıldız, öyküde mimari bölümünde bu sayı; “Öyküde Küre, Piramit, Dikdörtgen Prizma Yapı” konusunu ele alıyor. Öyküdeki anlatının karşılık geldiği geometri ile tanışıyoruz. Sözcüklerle kurulan yapısal zenginliğin öyküde kendine bulduğu şekillerin sesi de diyebiliriz buna. Yıldız’ın öykünün yapısını bu türden anlatımlarla ele alması anlatım yoğunluğun boyutlarını da göstermiş oluyor.
“Diyalog şeklinde devam eden anlatıları ise dikdörtgen prizmaya benzetebiliriz. Binanın sıkıcı, kasvetli olmaması için burada da taşların dizimi (cümleler) bir önceki yapı kadar önemlidir. Ancak yapıda kilit taşı hissedilmez. Tıpkı içine girildiğinde ileri bakma ve yürüme refleksi oluşturan yapılardaki gibi ilerlersiniz metinde.”
“Tanrı yazar tarafından yazılmış metinleri ise küresel yapıdaki anlatılar olarak değerlendirebiliriz. Bu anlatılara hem diyalog hem de monolog hakimdir. Tanrı yazar karınca yuvasından gökyüzündeki güneşe kadar her yerde olup bitenden haberdardır. Karakterlerini doğumlarından itibaren tanır.”
Kendi Işığında Görmek
Fırlatma Rampası’nda bu sayı Ali Necip Erdoğan, nesnelerin ışığıyla kurulan ünsiyetin öyküdeki yansımasını ele almış.
“Her nesnenin kendine ait bir ışığı (aurası) vardır. Bu ışık iki şekilde belirginleşir: İlki var olmakla ki bu her nesnede zorunlu olarak vardır, ikincisi var olma biçimiyle ki bu da potansiyelinin açığa çıkmasıyla kazanılır. Kimisinde parlak kimisinde daha zayıftır. Işığı görenlerde de iki tür körlük oluşur: Ya gözleri kamaştığı için hiçbir şey göremezler ya da ışık zayıf olduğu için bizzat kendi ışıklarıyla o ışığı güçlendirirler, yani onda olmayanı ona atfederler, yüklerler.”
Define Odası’nda İzzet Melih Devrim Var
Kaybolmuş değerleri ortaya çıkaran Define Odası bölümünün konuğu; İzzet Melih Devrim. Serkan İnce, Osmanlı dönemi bürokratlarından olan İzzet Melih Devrim’in edebi çalışmalarından, aşkları, evlilikleri, ayrılıkları, çocukları arasında sıkışıp kalan bir ömürden bahsediyor. Uzun ve detaylı bir çalışma kaleme almış İnce.
“Bu dönemde, İzzet Melih’in ailevi açıdan işleri arapsaçına dönse de kariyeri tam aksine iyiye gider. Reji yönetiminden yirmi yıllık çalışmasının karşılığı olarak epey yüksek bir tazminat alır ve bunu New York Borsası’nda başarılı şekilde değerlendirir.”
“1948’de Anadolu Ajansından emekli olan İzzet Melih, kalan yıllarında Yeni Sabah gazetesinde köşe yazıları yazar. 1957’de Paris Yazarlar Birliği daimi üyeliğine seçilir. Kızıltoprak’ta muhteşem bir ahşap beyaz köşke sahip olan varlıklı Fatma Hanım ile son evliliğini yapar. İzzet Melih’i çok seven Fatma Devrim, yazarın mutlu olması için elinden geleni yapmaya gayret gösterir.”
Gündüz Vassaf ile Sanat, Edebiyat ve Hayat Üzerine
Gündüz Vassaf; sanat, edebiyat ve hayata dair Rüveyda Durmaz Kılıç, Ali Necip Erdoğan, Emin Gürdamur’un sorularını cevaplamış.
“Milliyetçilik, komünizm vb. Edebiyatı başka bir şeyin hizmetine koyduğunuz zaman o artık edebiyat olmaktan çıkıyor, sipariş oluyor. Bunun için bana zor geliyor bu. Edebiyatçının sorumluluğu, herhangi birisinin sorumluluğundan daha fazla olmamalı.”
“Muhafazakârlaştığımızı düşünmüyorum. Toplum olarak daha çok açılıyoruz artık. Okunan kitaplardan, daha fazla yapılan seyahatlerden, farklı insanlarla tanışmamızdan belli.”
“Ben giderken herhalde tek söyleyeceğimiz söz; kimseyi korkutmadım, kimseye zarar vermedim. Bu bile su götürür. O zararı bilemezsiniz.”
Bünyamin Demirci ve Öyküleri
Necati Mert, Bünyamin Demirci hakkında kaleme aldığı yazısı ile Hece Öykü’de. Necati Mert’ten cümleler okuyor olmak hepimiz için büyük şans. Sağlık ve afiyet diliyorum kıymetli hocamıza. Demirci’nin öykü dünyasına usta işi bir bakış atmış Mert.
“Öykü, bütün güzelliğini işte bu kısalıktan alır. Fakat şuraya dikkat! Kısalıktan kasıt, gerekli olan sözün altında söz değil. Fazlası olmayan söz demek. Yani ne eksik ne fazla. Tam gerektiğince… Ya da şöyle: Kurgusunca.”
“Bünyamin Demirci bileşik cümleye yüz vermez. Az kullanır. Bir asıl yargıyla ona bağımlı ve onun tamamlayıcısı yargılar bulunur bileşik cümlede; yargılar ve yargıları taşıyan tümleç görevli yan cümlecikler fiilimsilerle sağlanır ve salkım salkımdır; dolayısıyla açıklama, tartışma gibi didaktik metinler için elverişlidir daha çok.”
Selim İleri ile Söyleşi
Rüveyda Durmaz Kılıç, Selim İleri ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Günümüzün yaşayan en büyük yazarlarının başında gelir İleri. Onun yazmak üzerine söylediği her cümleden pay alacak birileri mutlaka vardır. Çünkü İleri, usta işi bir bakışla yoğunlaşıyor yazma eylemine.
“Çok insan iz bıraktı. Edebiyat dünyasından, kendisini bir kere görmeme rağmen Behçet Necatigil. Ayrıca onu burada görüştüm. Oktay Rıfat. Sinema dünyasından Lütfi Akad. Cüneyt Arkın çok yakın arkadaşımdı. Türkan Şoray elbette. Sayısız insan var.”
“Mümkün olduğu kadar çalışma üzerine kurulu bir yaşam biçimini aradım. Geç yatarım ama ona rağmen erken kalkmaya gayret gösteririm. Çok geç saate kadar çalışırım, hele şimdi büsbütün öyle oldu. Sabah ezanında kalkmaya gayret ediyorum.”
“Mario Levi yakından takip ettiğim isimdi. Çocuğum sayılır. Benimle arasında yirmi küsur yaş var. Çok erken kaybettik. Ben Teşvikiye’de evde oturuyordum. Elinde dosyasıyla hikâyeleriyle bana geldiğinde on dört yaşındaydı. Yayınevini kendi buldu.”
Rukiye Saran Aydın ile Söyleşi
İlk kitap söyleşilerinin bu ayki konuğu Beli Bükük ile Mezar Taşı kitabıyla Rukiye Saran Aydın. Özge Korkmaz’ın sorularını cevaplamış Aydın. Kitabın oluşum aşaması, yazma mücadelesi, öykülere dair özel notlar söyleşide Hece Öykü okurlarını bekliyor.
“Doğadaki her şey bana bir şeyler fısıldar. Gözümdeki perde açılır, sanki başka bir dünyada yaşıyor gibi olurum. Doğada müthiş bir devinim ve güzellikler silsilesi var. Kısacası her güzel şey beni etkiler. Sadece doğada değil tabii. Çevremizde yaşayan insanların sevindirici, üzücü, etkileyici sayısız hikâyeleri var. Bunları gözlemleyerek duygulanır, yazarım.”
“Okuru tekdüzeliğin yoruculuğundan korumak için değişik türlerde yazıyorum. Örneğin, kaybettiğimiz erdemlerin alegorik hikâyesidir “Eski Sandığa Kapatılanlar”. Gerçekçi öykülerimden “Güvensizlik Yoldaşım”, büyülü gerçekçi öykülerimden “Çıkmaz Cadde” ve “Öte’nin Gölgesi”, psikolojik bir öykü olarak da “Yakışmanın Büyüsü” var. “Aslımla Ben” ise felsefi öyküm. “Erken Gelen” adlı öykümde anıştırmalar, bazı öykülerimde de mizahi dil vardır: “Görevliler” adlı öyküm bunlardan biri.”
Hece Öykü’den Öyküler
Selma Maşlak –Çarkıfelek
“İnsan, eltisini bu derece beğenir mi, diyorsun. Beğenilecek olduktan sonra insan eltisini de beğenir görümcesini de. Sen bilmezsin, kasabanın gözündeydi o.”
“Hiçbir kişioğluna hayrı dokunmamış dahi olsa sadece kocasına tahammül gösterdiği için seversin. Bak, karşıda, şu kerpiç duvarın güneşli yüzünde, gelenlere hoşbeş eden çiğ benizli, şaşı beş adam yok mu, işte o kaynım olur.”
“Bu kadın beceriksizliğiyle otursa iyi. Elindekine bakmaz dışarıda bir mendile, bir duvarın rengine ya da bir güzel söze haset eder. Komşunun ineği dişi doğurdu diye dünyası kararır, uykuları kaçar.”
Emrah Kanlıkama – +1
“İlk defa gelenler için içinden çıkılmaz bir bulmacayı andıran yerleşkenin uzun koridorları günün her saati oradan oraya koşturup derdine derman arayan hastalar ve hasta yakınlarıyla dolup taşıyor. Suratsız hasta bakıcıları, bakımsız temizlik görevlileri, moda tutkunu kayıtsız hemşireleri ve ağzından kerpetenle bile laf alınamayan masa başı çalışanlarıyla iletişim kurabilmenin çoğu zaman hastalıktan daha can sıkıcı olabildiği bu mekânın tek güzel tarafı ise kuşkusuz hijyene verdiği aşırı değer olsa gerek. Başınızı ne yana çevirseniz pırıl pırıl yanan fayanslarda aksinizi izlemeniz mümkün.”
“Ekrana yansıyanları incelerken yüzünde tatsız bir ifade belirdi. İçeriyi tekrardan derin bir sessizlik kapladı. Sadece floresanlardan çıkan kulak tırmalayıcı tiz bir vınlama mütemadiyen işitiliyordu. Başındaki ağrı sol gözüne kaydı. Soğuk havalar, kronikleşmiş sinüzitini iyice azdırıyor, böyle zamanlarda da gün bitmek bilmiyordu.”
“Dergâhın önünde bir süre durdu. Sığınacak başka liman yoktu. Yük limana teslim edilecekti. Doğacaktı. Batarsa batacak, çıkarsa çıkacaktı. Çantasına uzanıp eşi hakkında uzaklaştırma kararı bulunan kâğıdı aldı, parçalara ayırdı.”
Rümeysa Oğuz – Ben Bir Yıldız Olsaydım
“Dur kız, derisini yüzdün çocuğun. Peki, durdum. Durunca çocuğa baktım. Sırtı kıpkırmızı olmuş. Elime baktım. Kesenin üstü katmer katmer kir. Katmer katmer deri. Dur, demese. Çocuk korkudan sesini yutmuş. Gözlerini belertmiş, dehşetle bana bakıyor.”
“Ayaklarıma bakıyorum. Ayağımdaki siyah patiklere. Ne oldu yine, diye başlıyor Melahat Abla. Niye delirdin de hırsını çocuğa yükledin. Yükledim de mi Melahat Abla? Bunu içimden söylüyorum, duymuyor. Aklıma annem geliyor ona bakınca. Aslında anneme hiç benzemiyor. Zayıf bir kere. Uzun boylu. Esmer. Anneme hiç benzemiyor.”
Kaldığı Yerden
Kaldığı Yerden bölümünün bu ayki konukları; Esra Kılıç Türedi, Emrah Atiş, Fatma Nur Uysal Pınar. Baykuş Rüyası isimli öykünün parçalarını tamamlıyor öykücüler.
Esra Kılıç Türedi: “Derin bir nefes. Usulca yayıldı odaya. Kıvrıldı, döndü, eğildi, büküldü; kokusu, rengi, duruşu, biçimi değişti, rüzgârı andıran bir çehreye büründü, sallandı, salındı, köşe başlarına sızdı; eşyaların tenindeki tozlara, perdelerin kıvrımlarına, kapıya tutturulmuş üzerlik otuna, sararmış takvim yaprağına, pencerenin mermerindeki saksıya, çerçevenin içinde donakalmış birkaç bakışa, duvardaki geyiklerin boynuzlarına, bozuk bir saatin yelkovanına, minderde ağaran çiçeklerin yapraklarına dokuna dokuna ilerledi; ahşabı gevremiş, ayakları sarsak bir sehpanın üzerindeki suyu halka halka dalgalandırdı.”
Emrah Atiş : “Sesi çatallaştı, toklaştı; karnındaki dağ sırtındaki kamburla birleşti, gürleşti. Karşı tepenin karına çarpıp geri geldi. Yer duydu, gök duydu ama adam duymadı. Elindeki soğuk demiri havaya doğru kaldırdı. Dipçiği sağ omzuna dayayıp yere çömeldi. Suratına hınzır bir gülümseme gelip yerleşti. Kadın adamın baktığı yöne doğru döndü. Namlunun, dallarına çaputlar bağlı bir çınarın dibinde uyuyan geyiği gösterdiğini fark etti. Bu, az önceki geyiklerden biri değildi. Baktığı gibi anladı.”
Fatma Nur Uysal Pınar: “İncirin yakılmış kökünü kadının boynuna beşibiryerde takar gibi taktı adam. Kırmızı yazmanın çiçekli oyasına değdi incir. Kırk gün sonra kendiliğinden yeşillenirse kök, bir daha gitmeyeceğim, dedi. Kadının gözü; dağı, adamı, ormanı aşıp eve ulaştı. Artık orman ve ev birbirinin aynıydı. Alabildiğine yeşil, gözlerini kamaştırdı. Niye geldin, diye sordu adam. Adamla yer değiştirmiş gibi bir his içten içe rahatsız ediyordu kadını. Karnındaki dağa baktı kadın, dağ yoktu. Elini kalbine götürdü, bekledi, kıvrandı, sızladı… Boşluk… Göçebe ağıtlar koptu içinde. Vardı, yoktu… Ters rüzgâra kurban verilmiş küçük dağın kaybı, uğundurdu kadını. Bir kişilik yer var, dedi kalınca bir ses. Onu alacaklar, kurtar, dedi kadın. Gidelim evimize…”
Kurşunlu dergisi, 10. Sayı
Kurşunlu dergisi 10. sayısında.Ağır ve emin adımlarla yolunu alıyor dergi. Bu sayıdaki dosya konusu; aile. Arslan Karadayı da Giriş yazısında bu konuya değiniyor.
“Dünyanın, irfandan yoksunlaşıp adeta bir ceset haline irtica etme temayülü taşıdığı çağımızda, belki de dünyayı yeniden inşa etmenin en mühim merhalesi olarak “Aile” kurumumuzu bu sayımızda dosyamıza not düşelim istedik. Zira malumu olduğumuz üzere talep’in arz’ı belirlediği iktisat düzleminden, arz’ın talep’i inşa ettiği, “postmodern” bir iktisadî cihana evrilmiş durumdayız. Bu modelin tatbikinde en büyük emare, elbette olması arzulanan “tek tip insan” pazarı! Ki böylece cinsiyetsiz, kimliksiz, medeniyetsiz, sözsüz, kalemsiz, dahi kelamsız; tüketmek için yaşayan ve biriktirmek için çalışan yığınlar, çılgın bir mazisiz köksüzlükle ve atisiz nesilsizlikle savrulsun. Kurşunlu dergisi olarak, bu mevzuda tüm dünyaya ulaşıp anlatmayı hayal eder miyiz, vallahi hayal ederiz! Ancak biz ulaşabileceğimiz tek kişi dahi olsa, o bir kişinin de peşindeyiz!”
Aile Dosyasından
Ahmet Urfalı – Yeryüzünün Cenneti : Aile Hayatı
“Eski Türk topluluklarında eğitime son derece önem verilirdi. Her Türk çocuğu zamanın şart ve ihtiyaçlarına göre gerekli bilgileri alırdı. Kendisi ve toplumu ile barışık, kendi kendine yeten, ata binen, kılıç sallayan, ok atan, töreyi tanıyan nesiller yetiştirmek başlıca gaye idi. Alp tipi insan, duygulu, iyilik ve cömertliğe önem veren, büyüklere saygı gösteren…”
“Geçim sıkıntısından doğan huzurluklar, çatışmalar, kavgalar, boşanmalar ve bunlarından ardından gelen çocuklarda görülen davranış ve tutum sapmaları, gelecek konusunda endişe ve kaygı boyutlarını zorlamaktadır. Aşırı bireycilik, aile içi ayrışmalara, eşlerin ve çocukların birbirine yabancılaşmalarına sebep olmaktadır. Ailenin bir anonim şirket olmadığı bilincinden uzaklaşılmaktadır. “Biz” yerine “ben” duygusu ikame edilmektedir.”
Gültekin Güllü – Şehir ve Aile
“Şehrimiz de evimiz gibidir. Evlerimiz de şehrimizi anlatır. Evlerimiz için gösterdiğimiz çekidüzen ve özeni aynı şekilde şehrimiz içinde göstermeliyiz. O yüzden, şehrin ve meskenlerin iyi planlanması, kullanışlı olması, ihtiyaçlarımıza en güzel şekilde hizmet etmesi önemlidir. Günümüzde aileyi barındıran evlerin yerine inşa edilen şehirlerimizi istila eden apartmanlar, apartlar ve rzidanslar sanayi devriminden sonra batıda ortaya çıkan kapitalist değerlerin ürünüdür. Batı medeniyetinin ürünü olan apartman, apart, rezidans ve kapalı site kültürü, bize yansımış ve şehirlerimiz bu yapılar ile istila edilmiştir. Bu kültür, kapitalist değerler ile insanların nasıl bir çevrede ne tür sosyal ilişkilerle yaşayacağına uygun olan bir kültürdür.”
Rumeysa Betül Doğan- Anne Merhameti Baba Bilgeliği
“Hayat, inişli çıkışlı birçok yoldan ibaret mücadeleler bütünüdür aslında. Bazen üzüntülerimiz, bazen ise mutluluklarımızdan dersler çıkartıp, yaşamın bizlere verdiği mesajları alarak yolumuza devam ediyoruz… Ve sürdürdüğümüz hayatı anlamlı kılan da bu tecrübeler sanırım… Ve ne zaman çıkmaz yollarda kaybolsak, ne zaman düşsek yanımızda ilk olanlar anne ve babalarımız oluyor… Üzüntülü anlarımızda annemizin iyiliğine ve merhametine sarılıyoruz… Alacağımız kararlarda ise babalarımızın düşünceleri bizlere ışık oluyor… İşin manevi boyutuna bakarsak da hayatımızda kötü giden her ne varsa anne baba duasıyla işlerimizin yoluna girebildiğini görüyoruz zaman zaman…”
Muzaffer Ekinci – İnsanlığın Kadim Vebası
İnsanlığın Kadim Vebası olarak tanımlamış göçü Muzaffer Ekinci. Topraklarından ve özellikle de sevdiklerinden ayrılmak insanlığın yaşadığı en büyük dramlardandır. Geçmişinin üzerini kapatmaktır göç. Yaralarının üstünü örtmek gibi. Ekinci, insanlığın göçle yaşadığı sınavı yazmış.
“Göçler; bireyi sevgisiz bırakarak yarı insanlık seviyesine düşürür, yaşanmış aşağılamalarına yenilerini ekler durur. Gittikleri mekânlarda yeryüzünün lanetlileri olarak görülürler göçe maruz bırakılan mazlumlar. Bu aşağılanmalar duygusal olarak çoğunu yıkarken, kimilerini ise çifte su verilmiş kılıçlara dönüştürmekte. Göç olgusunu vücuda getiren güçler ise göçün tüm olumsuzluklarının vebalini bir yafta olarak bu biçarelerin zayıf boyunlarına asmak suretiyle kendilerini temizlemeye çalışırlar.”
İslam Okunan Değil Yaşanan Bir Din
Okumak ve özellikle okuduğu ile amel etmek İslam’ın baş şiarıdır. “Neden yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?” sözü de tamamen fiiliyata işaret eden bir uyarıdır. Hasan Gök, yaşanan din İslam hakkında yazmış.
“Ve ey ehli İslam! Biz metottan çok uzaklaştık. Biz, hayattan çok uzaklaştık. Biz, tohumunu bedenlerimizde yaşattığımız, çocuklarımızdan çok uzaklaştık. En garibi kendimizden, kendimizi kendimize getireceklerden çook uzaklaştık.
Bizler, insanların hayatını değiştirmekle mükellefiz. Bunu da gaye ediniyorsak, kendi hayatımızı değiştirmeden ve bu değiştirilen hayatı, topluma enjekte etmeden, istediğimiz hedefe asla varamayacağız. Kürekler omzumuzu yorduğuyla kalacak.”
Karagöz’ü Yaşatmaya Çalışanlar
Uğur Demirezen, Karagöz sanatını ve bu sanatın ustalarını anlatmış yazısında. Bu sanatı yıllarca yaşatmış ve günümüzde de yaşatmaya çalışan ustaların da adını anıyor Demirezen. Ben bu listeye ek olarak Tokat’ta uzu yıllardır kurduğu oda tiyatrosu ile hem tiyatroyu hem de Karagöz sanatını yaşatmaya çalışan Kemal Atangür’ün de adını eklemek istiyorum bu listeye.
“Evliya Çelebi’nin 10 Karagöz sanatçısının adını vermesinden, (Bursa’nın o zamanki nüfusu da dikkate alınırsa) Karagöz’ün çok yaygın ve popüler bir eğlence olduğu anlaşılır. Kaynak olmadığı için aradan geçen 400 yıl boyunca kimlerin Karagöz oynattığı hakkında çok ayrıntılı bilgilere sahip değiliz. Ancak, karagözcülerin saray (huzur) karagözcüsü ve halk (köşebaşı) karagözcüsü diye ikiye ayrıldığını bilmekteyiz.”
“Karagöz figürlerini perdeye yansıtmak bu sanatı meslek edinenler dışında zevk için bu sanata gönül verenler de vardır. Ünlü şair Orhan Veli Kanık da bu sanata gönül veren sanatçılardan biridir.”
Kurşunlu’dan Öyküler
Mesut Doğan – Kum Tanesi
“Bir kum tanesiydim o sonsuz çölde. Belki de kumlarla yazılan bir kitabın herhangi bir satırında her an dökülüp kaybolacak bir harftim. Bir hayal bir su damlası sanki. Sayısız kum tanelerinden yalnızca bir tanesi. Bir yöne doğru akıp gidiyorduk bilmeden. Rüzgâr nereye savurursa oraya gider gibi. Her kum tanesi gibi bitkin, yalnız ve kederliydim. Güneşin kavurucu sıcağı öğle vakti olduğunda içimizi yakıyor ve kum tanelerinin yolculukla ilgili endişelerini bir buhar gibi yükselterek sıcak havada asılı bırakıyordu.”
“Yolculuğun başlarında başka bir kum tanesine yapışık olarak gidiyordum. Yolculuk hiç bitmiyordu ve sürekli yorgun düşüyorduk. Bu sırada kanla besleniyordum. Herkes bir ağacın gölgesinden bahsediyordu. Ama o gölgeye bir türlü varamamıştık. Beni taşıyan kum tanesi de bu yüzden daha çok yoruluyordu.”
Sonra iki kum tanesini demirciler çarşısında çekiç sesleri eşliğinde aşkla sarhoş olup dönerken gördüm. Vaktiyle Bağdat sokaklarında bir ırmağın peşinden giden koca deniz, “ay parçamız sevgilimiz” dediği diğer kum tanesine şöyle fısıldıyordu. “Önümüz bir su damlası sonumuz bir kum tanesi, madem denizi özlüyoruz katre olmaktan, çölü özlüyoruz kum tanesi olmaktan kurtulmak gerekir”.
Arslan Karadayı – Evvel Refik
“Sırr-ı hikmet Allahualem bir maden misal kimseye sezdirmediği ağırlığıyla ruhunun altında ezilen bedenini, meydandaki kahvenin avlusunda bir sandalyeye bıraktı Refik… Evveli ahirinde mesul her kuldaki mündemiç hesap makamında, ruhu sızlar hâl fikrindeydi…”
“Refik güldü, Musa Efendi güldü. Onlar görmediler amma az ötedeki baharatçının kızı, dükkândan Refik’i izleyen Hatice de güldü… Güldüler. Kim bilir, refik gülünce belki tarîk de güldü…”
Kurşunlu’dan Şiirler
Şu burçlardan âli bulutları
Gökten Yaradan indirmiyor
Oluklarca akan kanı
Dövülen dizler dindirmiyor
Yağmurlar yeryüzünden yukarı yağıyor
Bütün bir cihan gözlerden yaş sağıyor
Şahit ol dehr-i dünya ağlıyor
Beden küçüğün işte heyhat
Kara toprak sindirmiyor
Alperen Durusu
Asırlık bina akıncı, asil
Mavi ahşap penceresi aşiyan
Tepesinde milenyum icadı
Bilmem kaç kat apartman
Rahlesini özlemiş bir kitap
Menziline yürüyor dörtnala
Pusulası besmele, yüzünde
Tevekküli bir eda
Cihat Barış
Sızlayan yetim kalbimi
Onaran yalnız sensin.
Annemin sıcacık elini
Yanağıma yeniden konduran, sensin.
Kimsecikler olmazken geceleri
Rüyamda sevdiren beni, sensin.
Sensin,
Burayı yıkıp
Yeni bir yer kuracak.
Anneler çocuklarla, baharla süsleyip
Sonsuz yapacak.
Ömer Selim Yazgı