Ayasofya Dergisinde Dil Meselemiz Dosyası
Ayasofya dergisi 32. sayısında Dil Meselemiz dosyası hazırlamış. Dilimizin kimliğimiz olduğu gibi bir gerçeğin varlığı her zaman önemini korurken önemli bir dosya bu. Dilin kimlikle, aidiyet duygusuyla ve kendini ifade etme gücü ile son derece yakın bir ilgisi var. Dilin bozulması ardından gelecek kayma ve bozulmaların da ilk adımıdır.
Yetkin kalemlerden dil meselemiz detaylı olarak ele alınmış. Cumhuriyetin, dil devriminin etkileri, dilde yaşanan değişimler, edebiyat ve dil gibi geniş konu alanlarıyla işlenmiş dil konusu.
Dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
D. Mehmet Doğan- “Millet”in Dilinden Cumhuriyetin “Ulus”una!
“Din öğretiminin pozitif ilim öğretimine mâni olduğunu kim iddia edebilir? Öyle olsa idi önce Avrupa’da yasaklanırdı. Din öğretimi ancak dinsizliği benimseyen komünist yönetimlerde engellenmiştir. Latin harflerinin tek başına okur yazarlık oranını artırmadığını doksan yıldır gördük. Bu; okullaşma, öğretici kadrosu ve sistemle ilgili bir sonuç. Nitekim Japonlar Çin esaslı dünyanın en zor alfabelerinden biriyle 1930’larda yüzde yüz okuryazarlığı yakalamışlardı. Türkiye ancak yakın zamanlarda yüzde yüze yakın okur yazarlık seviyesine yaklaşmıştır.”
Ercan Yılmaz – Türkçeye Âşık Olmak
“Gençlere Türkçeyi sevdirmek Sait Faik vasıtasıyla olur.”
“Sait Faik’i okuyan Türkçenin âşığı olur. Türkçeye âşık olmak yaşama sevinci verir.”
“Abdulhak Şinasi Hisar’ı okuyunca Türkçenin sonsuz bahçelerinde dolaşırsınız.”
“Tanpınar’da Türkçe bir yaz denizi gibidir; kendine çağırır bizi.”
“Refik Halit, Türkçeye âşık eder bizi.”
“Sait Faik, Sabahattin Ali, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Refik Halit, Ahmet Mithat, Halit Ziya, Yaşar Kemal, Sâmiha Ayverdi, Kemal Tahir, Tarık Buğra, Reşat Nuri ve niceleri…
Onları okuyup Türkçeye âşık olursunuz. Bu yazarların denemelerini, şiirlerini, hikâyelerini defterinize kopya edin, incelikleri daha yakından göreceksiniz.”
Fikri Akyüz – Kışlanın Önünde Çalınır Sazlar, Yemen’e Gidene Ağlıyor Kızlar
“Arap Baharı diye adlandırılan ama emperyalizmin tezahürü olan halk isyanı neticesinde sıkıntıya giren ülkelerden biri Suriye, (dolayısıyla Şam), diğeri ise Yemen.
Biri sağ, diğeri sol demek. Hayır hayır, rejimlerini kastetmiyorum. Yön itibariyle sağ ve sol. Şöyle ki: Arapçada yamin, sağ demek. Şa’m ise sol. Yamin, Türkçeye yemin olarak giriyor.
Yamin’i kaldırmak demek, sağ eli kaldırmak demek.
Zaten yemin kavramının özünde de sağ eli kaldırmak yatıyor.
Şa’m yani sol sözcüğü ise Türkçeye şom olarak giriyor.
Özellikle Arap yarımadasında sol, hep uğursuzluk olarak bilinmiş.
Dolayısıyla şom ağızlı dediğimizde uğursuz adam demiş oluyoruz.”
Yavuz Altınışık – Bir İtikat Dili Olarak Türkçe
Bir işleyiş biçimi olarak dil düşünceye müdahale eden yapısıyla insana neyi nasıl düşüneceğinin ölçüsünü verir. Dolayısıyla her lisan tedavülde olduğu topluluğun zihninde kendi içeriğinin dayattığı bir biçimin bina edilmesinde önemli bir rol oynar. İnsan, kalben ya da zihnen konuştuğu lisanın rengiyle renklenen bir anlama bitiştiği müddetçe kendini bilir. Hayrın da şerrin de Allah’tan geldiğine inanan bir millet olarak bizler, Türkçe’ deki “hayır” ile Latince ’deki “non” un aynı anlam dünyasını çağrıştıracak bir mahiyete işaret etmeyeceğini kullandığımız lisanın itikadımızla olan merbutiyeti dolayısıyla biliriz. Türkçe’ deki hayır ünlemesinde ne Arapçanın “lâ”sında saklanan yokluk ne de Latincenin “non”suna bitişik reddediş vardır. Türk, kendi lisanıyla hayır derken hayrı ve şerri de içine alan bir kabulle kendisine sunulanı, her iki tarafın da selametini gözeten, en hayırlı olanı talep edecek bir biçimde geri çevirmek ister. Bu anlayışın derinliğine ancak İslam harflerinin okur-yazarlığına ulaşarak varabiliriz.
Mert Mevlüt Gökçe – Türkçe 4.0
“Hitabet öldü. Selası okunmadı. Nereye gömüldü belli değil. Bu kadar sessiz bir ölüm, ölenin varlığının meşruiyetini de sorgulatıyor ister istemez. Gerekli miydi hitabet? Tutarlı konuşma, mizaç haline gelmiş söylem, mantık esaslarına dayalı gramer gerekli miydi? Eğer düşüncenin ümit ve imkân olduğuna inanılıyorsa evet çok gerekliydi. Ama düşünce deyince kahredici bir monolog ve patolojik bir yatırım kastediliyorsa hayır hiç gerekli değildi. İyi ki kurtulduk hitabetten. Türkçenin yeni sürümünde hitabete yer yok. Türkçe 4.0, Türkçenin parçalı ve bağlantısız kullanılması olarak tarif edilebilir. Bilgisayar aksanıyla konuşmak da denilebilir. Dilin semantik ve sentaks katlarını budamayı görev edinmiştir bu sürüm. Cümle ve üzeri dilsel yapılar lüks hale gelmiştir. Düşünsel sefaletin Türkçede şampiyon olmasıdır bu sürüm.”
Mehmet Doruk Kandemir- Bir Zihin ve Dil İşgalcisi Olarak Reklam
“Medya, çok uluslu şirketler ve uluslararası reklam ajanslarının iş birliğiyle, reklamlara kadar yayılan küresel kitle iktidarı Hall’a göre, dilsel sınırları rahatlıkla geçebilen ve tüm dillere anında ifade edilen görüntünün; yani televizyonun egemenliğindedir. Bu yaklaşımdan hareketle televizyon reklamlarının kültürel değişimi yansıttığı düşünüldüğünde; dilin ve dolayısıyla kültürün yozlaşmasında doğrudan etkili olduğu söylenebilmektedir.”
Yıldırım Türk– Türkçemiz Akar Yolunu Bulur
“Türkçe tarih içerisinde hep akıp yolunu bulmuştur. Yeter ki biz onun yatağını değiştirecek müdahalelerden kaçınalım. Bir kelimenin Türkçesi varken yabancısını kullanmayalım, kendi ülkemizde köklü dilimiz Türkçe dururken sömürü ülkeleri gibi yabancı dille eğitim yapmayalım, art niyetle tarihimiz ve dinimizle bağlarımızı koparmak için kelimeleri çıkarmaya çalışmayalım, üç beş yılda bir kelimelerin yazımıyla oynamayalım. Yüzyıllardır medeniyet pınarımızdan süzülüp gelen Türkçe metinlerimizi okuyup biz de anlam inceliği olan, çağrışımı güçlü ve derinlikli şiirler, hikâyeler, denemeler, romanlar yazalım.”
Yusuf Bilâl Aydeniz – Zihnî Gevşeme ve Hissî Gerilme Arasında Türkiye’ye Bakış
“Dil, âdeta düşüncenin röper noktası gibidir. Dilden hareket ederek, dile olan hâkimiyetinizden mevzi alarak düşüncenin ve fikriyatın cephelerini genişletebilir ve derinleştirebilirsiniz. Çolak bir dil anlayışı ile sahih bir dil meydana getiremezsiniz. Özellikle dijital ortamda kullanılan kısaltmalar, dili tahrif ve tahfif edici bir noktaya çekmektedir. Çünkü belli bir aşamadan sonra bu yaklaşım, meleke hâline dönüşerek kanıksanacaktır. Kelime daralıp belirsizleştikçe mana da aşınıp meramı ifade etmede yetersiz kalacaktır. Ernest Bloch, sık sık kullanılan kelimeleri bozuk paralara benzetir. Bozuk paralar elden ele gittikçe nasıl kirleniyorsa, kelimeler de olur olmaz yerlerde kullanılırsa kirlenir. Kusura bakmasın kimse ama selâm aleyküm yerine “s.a.” yazmanın veya merhaba yerine “mrb” yazmanın iler tutar hiçbir tarafı yok. Aslına münasip kullanılmayan her şey son kertede zulme kapı aralar. Kelimelerin de bir canı var. Bu canı incitmeye kimsenin hakkı yok.”
Tünelin Sonundaki Işık
Ağır bir imtihan veriyor dünya. Hiçbir kural tanımayan İsrail yine ilk başta çocukları hedef alarak katliama devam ediyor. Kan durmuyor mazlum coğrafyalarda. Müslümanlar olarak ne yapmak lazım? Bunun birçok cevabı var. Herkes inandığı değerler derecesinde yerini koruyacak. Seyyid Ensar da durum değerlendirmesi yapıyor ve bir yol haritası sunuyor. “Hiç olmazsa…” diyeceğimiz ne çok şey var aslında.
“Yeryüzünde iki büyük fesat çıkaracağı haber verilen ve ilkinde Babil Kralı Buhtunnasr tarafından kıyılıp geçilen, zirüzeber edilen Yahudilerin şimdi belki de ikinci büyük fesadı çıkardıkları demde karşılarında durup onlara bedel ödetecek olan kim? Ahirde Melhame-i Kübra’nın geleceğine ve o gün, yeryüzünün iki saf hâlinde çarpışacağına inanan Müslümanlar nerede? Bugünün meselesinde Filistinlilerin yanında ve İsrail’in karşısında duran devletlerin ekserisinin lgbt meselesinde de karşı cephede yer aldığı gözden kaçırılmamalıdır.
Biz istesek de istemesek de emin olan peygamberimizin haber verdiği o güne ereceğiz. Taşlar bizi çağıracak, ardında saklananları bulmamız için. Geleceğiz!
Bu noktadan sonra imanımızı ve duracağımız yeri tahkim etmek olmalıdır tek hedefimiz. Çünkü Allah, nurunu tamamlayacaktır.”
Gerçekten Çok Uzaklaştık
Artık her şeye şüpheyle yaklaşır olduk. Kafamızda hep kocaman bir soru işareti ile dolaşıyoruz. Gerçekle yalan arasındaki çizgi gittikçe kayboluyor. Bu çağın bize sunduğu bir kısmetsizlikle baş başayız. Betül Nurata, kaybettiğimiz gerçekliğimiz hakkında yazmış.
“Kavramların karışması, gerçeğin sahtenin karışması demek oluyor. Dolayısıyla fikirlerimiz, fikirlerimiz gibi seçimlerimiz de güvenilir ve tutarlı olmuyor. Hata üstüne hata. İnsan hata yapar. İnsan her an hata yapar. Mesele yanlışı normalleştirmemekte. Fakat insanoğlu her şeyi çok çabuk normalleştirme marifetine sahip. Baktıkça gördükçe daha önce “asla” dediğine bir bakmışsın normalleşmiş. Dolayısıyla bir zaman sonra duyarsızlaşıyor “Herkes yapıyorsa doğrudur.” diyoruz.”
“Dost acı söyler. Peki, bize biri geçeği söylediğinde, neden hemen kendimizi savunmaya geçiyor, konuyu savuşturmaya çalışıyoruz? Neden anlamaya gayret etmek yerine, saldırıya geçiyor, karşımızdakini vurmaya çalışıyoruz? “Devir böyle, herkes böyle, bir sen mi biliyorsun.” deyip üste çıkıyor, gerçeği söyleyeni yalnızlaştırma yolunu seçiyoruz. Garip. Gerçekten ne garip. Şehre koşarak bir adam geliyor, ama kimse ona teşekkür etmiyor. Gıdadan ekrana, sanattan finansa durum hep böyle…”
İçindekiler
Harun Yakarer, içe doğru bir yolculuğa çıkmış.En güzel yolculuktur bu. İnsan içi uçsuz bucaksız bir evren. Önemli olan bu içi görebilmek. Bu da herkese nasip olmuyor işte.
“Gönlümüzü alıp nereye gideceğiz? Gidilecek yer ne kadar uzak olabilir? Başlangıç noktasına en uzakta olan, bitiş noktasına en yakın olandır. Nereye gidersek, ne kadar gidersek gidelim yanımızda götürdüğümüz şey gönlümüz ve ayrılık olacak. Ayrılıkla başladı yolculuğumuz, her yolculuk gibi. Kavuşmayı hak ettik mi? Oradan çok uzak, oraya çok yakınız.”
“İçimden geçenler… Geçip gidenler, gidip dönmeyenler… İçimden çok şey geçiyor ama söyleyemiyorum. Söyle bana, senin içinden neler geçiyor öyle?”
Beşer Şiir ve İnsan Şair
Şairin beşer halini yazmış Ayşegül Baytut. İnsanlık hallerinin şiire yansıması gibi bir durum da diyebiliriz buna. Beşer eninde sonunda şaşar. Peki, şiir bunun neresinde? İyi ki fıtrat diye bir şey var.
“İnsan, ruh ve bedendir/beşerdir; şair ise, ruh ve şiirdir dedik. Aslında şair, şiirini inşa ederken her gün olduğu yerdedir. Evinde, sokağında, okulunda, iş yerinde… Onu diğer insanlardan ayıran en büyük özelliği iyi bir gözlemci olmasıdır. O bakar, kavrar, çarpıtır, daraltır ve herkesin yanından geçip gittiği şeyleri, bir mısranın eliyle gün yüzüne çıkarır. Bunu yaparken ihtişamlı kelimeleri değil bize en tanıdık gelen ve bizi çok yakınımızda olmalarının verdiği şaşkınlıkla sarsan sıradan kelimeleri kullanır. Zannımca şairlerdeki bu fıtrat, bir görme kabiliyetidir.”
Ayasofya’dan Şiirler
Sinip bir köşeye bombalar düştüğünde
olacaklara ve öleceklere peşinen ağlayan
çocukluğun göz yaşları dökülüyor perdeden
bir yetim filmi olanca telaşıyla sona sarıyor
sürüyor ardına dikenli tellerin içimizden geri
terkedilmiş hayallerin yoksul kalabalıklarını
yine de yakışıyor gözlerine bahar, bunca afet
ve yine sürgünden geriye kalan ağaçlar
kumlu zeytinlerle bezeli
hüzün dökülüyor dallardan oluk oluk.
Seyyid Ensar
Ey kalbimize Müslüman mührü vurmuş
Ey peygamber ayağı değmiş coğrafyam!
Filistin sütten kesilmek istenen bir bebektir
Filistin ruhumuzun bahçesinde bir çiçektir
Filistin gönlümüzün kan akan çeşmesi
Filistin yarın doğacak olan güneştir!
Fatma Salim
İndirimde olan bir tebessüm başına gelen birkaç şeyden biri
Düzenleme için küçük detaylar fırsat bulduğunda aradığın bir dost
Herkesin sözünü ettiği o dünya ve o dünyada yarım kalan lokmalar
Mutluluğu kaç kere yaşarsın yüzünde? Mesela elinden düşen bir parça
Kimin gözü kalmış diye etrafa bakındığında paylaşılamayan bir sevgi
Filistin’den kalmış gibi. Babandan tevarüs eden o hıncı cebine koysan
anında patlar insanın suratında. Müşteriler için hazırladığımız kuponlar
Raf ömrü uzun olan devletler yüzyıl sonra bile vazgeçmeyecek
savaşmaktan
İkimizin arasında olan bir şey değil bu, aradığında meşgul çalan bir elçilik
binası
Birazdan kepenkleri kapatmak için hazırlanan market reyonu
Hiçbir şeyden haberi olmadan cebindeki öfkeyi yere düşüren o çocuk
Kapının arkasında biraz daha beklersen gelmesini umduğun o mutluluk
Bir kasiyerin suratında kalmış gibi bir gün. İçerisi hıncahınç kalabalık
Aykağan Yüce
Sen saçlarını tararsın ve sana ancak Amerikalar yaraşır
Bütün satır aralarını topla şimdi, neler söyledin say
Topal bir aklın iptal et bütün geçerliliklerini
Çünkü nereye gidersen her yer Amerika artık
Sana mantığın kıyılarında güneşlenmek yaraşır sadece
Giderken tabancanı bize doğrultmayı da unutma
Ben nedensiz ağlamasıyım kendine bakınca dünyanın
Harun Yakarer
Dünyanın en kolay işidir beni yenmek
çok sevmişimdir bir piyonu
ellerimi ona veririm
ben sık sık kaybederim ellerimi
açamam kapıları
bardakları tutamam
bir piyonun piyonu olurum
Denizler yakıp gemiler kazanmak mı,
işte benim vatanım.
Yunus Karadağ
Mahalle Mektebi, Sayı: 74
Mahalle Mektebi, 74. sayısında da yine bizlere birbirinden değerli çalışmalar sunmaya devam ediyor. Derginin artık geleneği haline gelen söyleşilerinin bu ayki konuğu Rita Felski. Dergâh Yayınları’ndan çıkan Eleştirinin Sınırları kitabı ile tanıdığımız Felski ile yapılmış söyleşinin bir kesiti alınmış dergiye.
“Eleştirinin Sınırları’nda oldukça spesifik ve sınırlı bir görev üstlendim: son birkaç on yılda edebî yorumlamanın hâkim ruh hâllerini ve yöntemlerini yeniden tanımlamak. Dolayısıyla “bağlam”ın sıklıkla nasıl kullanıldığına dair sorgulamamın, her şeyden önce bu disipline özgü çerçeveye oturtulması gerekiyor.”
“Herhangi bir toplumsal anlam, daha ziyade, izleyiciler tarafından alımlandığında gerçekleşir ya da hayata geçirilir; bu da ilgili bağlam olarak neyin sayılacağına dair çok daha farklılaştırılmış ve çeşitlendirilmiş bir vizyon gerektirir.”
“Oysa ben, edebî eserlerin ancak izleyicileri tarafından birlikte oluşturulduğunda var olabileceğini, kabul edilsin ya da edilmesin tüm bu kabul edilemez görünen faktörleri devreye soktuğunu iddia ediyorum. “Biçim”i edebî uzmanlığın tek temeli olarak görmüyorum, tıpkı yakın okumanın edebiyat akademisyenlerinin yapması gereken tek faaliyet olması gibi.”
Arınmak / Halis Olmak
İnsanlığın arınmaya ihtiyacı olduğu zamanları yaşıyoruz. Hızla kirleniyor her şey. İnsan bu hengâmede kendini korumak için yeni yol ve yöntemler arar. Çünkü arınmak da bir ihtiyaçtır.
Hilmi Uçan, insanın arınma hallerini yazmış.
“Sanat Allah ile Allah’ın evrene verdiği güzellik ve ahenkle başlar. Sanat, mükemmeli, güzel olanı, en güzeli, en sevgiliyi bulma cehdi, eşyanın hakikatini, özünü, iç yüzünü kavrama çabasıdır. Sanat bir soyutlamadır. Varlık ve olgular arasından en güzel olanı çekip çıkarmaktır. Sanat bir uygulamadır. Bu uygulamada akıl, kalp, el, yürek, duygular işin içindedir. Bu azaları da inançlar yönetir, yönlendirir. Sanatçı varlığın, nesnenin, insanın, evrenin açıklanmayan, açıkça görülemeyen özünü, hakikatini görmeye, sezmeye, keşfetmeye çalışır. Bu düşünme ve var etme eyleminde, her uygarlığın bir düşünme biçimi ve bu çerçevede bir estetik anlayışı, dünya ile, güzellikle ilgili bir ideolojisi, üzerinde durduğu bir zemin, yaslandığı bir kaynak vardır. Bu düşünme biçimine göre bir dünya kurulur. Bu dünyanın içinde dil vardır, din vardır, tarih vardır, aidiyetler, ön kabuller vardır.”
“Sanat ve edebiyatta da böyle bir veciz olma hâli, bir aciz bırakma durumu söz konusudur. Yazınsal türlerin en büyüğü, en etkilisi olan şiir de buna göre tanımlanır. Şiir bir sezgidir, keşiftir, safrası atılmış özlü ve güzel sözdür, şiir hissedilir, düzyazıya dönüştürülemez. Şiirden bir sözcük çıkarılacak olursa ya da şiire bir sözcük eklenecek olursa yapı bozulabilir, anlam dağılabilir. Şiir, yeniden söylenmesi, dile getirilmesi zor olan tılsımlı sözdür. Kur’an indirildiğinde, inanmayanlar Kur’an’daki ayetler gibi sözler söylemeye çalışmışlar, ama başarmamışladır, bu bir şair sözü demişlerdir.”
Mutsuzluğun Suçu Kimin?
Mehmet Kahraman, “Mutsuzluğun Suçu Kimin?” sorusunun cevabını arıyor. Mutsuz olmak için çok sebep var. Bu doğru. İnsanlık buna nasıl sürükleniyor? Mutluluğun farkına varmama gibi bir durum var belki de. Cevabı yazıda.
“Öncelikle mutluluktan ne anlıyoruz ona bakmak lazım. Çünkü geliri iyi olduğu hâlde mutluluğu yakalamayan çok insan gördüm. Hatta benim de bir dönemim böyle geçmişti. Yirmili yaşlarımın başındaydım. Askerden yeni gelmiştim ve işsizdim. Gelecek kaygısı büyük bir baskı oluşturuyordu. Gergindim, huzursuzdum. Sınavlara girmiş sonuçlarını bekliyordum. Bu süre içinde evden dışarı çıkmıyordum. Çoğunlukla müzik dinliyor, kitap okuyordum. Perdeleri de açmadığımdan içerisi karanlık oluyordu. Bu hâlimi gören annem üzüntüden kahrolduğu için beni teselli etmeye çalışıyordu. Dışarı çık, dolaş, kafanı dağıt diye nasihat ediyordu. O konumda biri için öğüt dinlemek tam bir fecaat; verilecek en ufak nasihat size saldırılmasıyla eş değer çünkü.”
“Modern dünya bize güzel yaşamayı, harcamayı, kendini mutlu hissettirecek aktiviteler yapmayı tavsiye ediyor. Belki bu yüzden ihtiyaç dışı alışveriş yapıyor, sosyal medyada takılıyor, geziler yapıyoruz. Bir amaç doğrultusunda yapılan bu faaliyetler yine de gerçek etkisini göstermiyor. Çünkü neden yaptığımız belli: Haz arayışı ve acıdan kaçınmak.”
“Zafer anlatıldığında güzeldir. Anlatamadığın başarı, başarı sayılmaz, birinin görmesi, dinlemesi şarttır. Sosyalleşmek, insanlarla olmak belki de bunun için vardır, bilemiyorum. Dinimiz sosyalleşmeye büyük önem vermiştir. Akrabalık bağları, komşuluk ilişkileri buna örnektir. Bu nedenle cemaatle kılınan namaz, birlikte yenen yemek, sevdiğinle seyrettiğin film hep daha güzel olmuştur.”
İbn Haldun’un Bedevilik Anlayışı
Ebrar Ergül, İbn Haldun’un Mukaddimesi’nden hareketle bedevilik anlayışını işlemiş yazısında. Bedevilikten yola çıkarak, şehir, yerleşik hayat gibi birçok konuya değini var yazıda.
“İbn Haldun’a göre öncelikle insan bedevi yaşamdadır. Söz konusu hadarî hayat, bedevî hayatın aşamalı olarak değişmesinden ve gelişmesinden meydana gelmiştir. Ancak bedevî hayat, hadarî hayatı meydana getirdikten sonra tamamen ortadan kalkmış değildir. Aksine, o da varlığını muhafaza etmektedir ve hadarî hayatla yan yana yaşamaktadır. Bu sebeple iki farklı beşerî hayat tarzı bir diğerini beslemektedir. Bedevilerle hadarîler arasında mevcut olan ve çok eski zamanlardan beri sürüp gelen münasebetler, mücadeleler, tarih ve umran bakımından son derece önemli olmaktadır.”
“İbn Haldun şehirli yaşama geçişi bedeviliğin gelişmesinin bir sonucu olarak görür. Şehirlerde yaşayan insanlar zorunlu ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra ikincil diyebileceğimiz lüks ihtiyaçları da zamanla karşılayabilecek kazanca ulaşırlar. Ne zaman ki insanın yaşamında ekonomik bir rahatlık oluşur, bolluk ve lüks ortaya çıkarsa ancak o zamandan sonra kişinin içinde bir şehre yönelme arzusu doğar. Bütün bedevi kabilelerin yaşadıkları süreç bu şekildedir.”
Putlarla Dans
İnsanlığın bir arayış içinde olduğu muhakkak. Hem de Hz. Adem’den başlayan bir arayış bu. Mahşere kadar da sürecek bu yolculuk. Kendini aramak denen bir serüven bu. Sonunu kestirmek çok da kolay değil. İnsan kendisiyle ve karşısına çıkan putlarla bir mücadele içinde. Sonucun ne olacağı belli değil. Ayşe Deniz Gürsoy, insanın putlarla giriştiği mücadeleyi yazmış.
“İnsan hiç bu kadar “dünyalı” hissetmemişti kendini. Hayret makamındayken hangi makamlara girip çıkmakta insan. İnsan bolluk denizinde kayboldu. Varlığın çokluğu gözünü kör, kulağını sağır yaptı. Onu Yaratanın bilgisi olmadan bir yaprağın dalından kopup düştüğünü unuttu. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsinin apaçık bir kitap (En’am 59.) olduğunu unuttu. Şükürle son bulacak bir teşekkürün izini dahi süremez oldu. Ah insanoğlu, yazık oldu sana! Gerçekten insan hüsrandadır dedi Yaratan. Hep pişman hep eksik hep yapamamış hissedeceksin kendini. Bunu fenomen olsan da diyeceksin mümin olsan da.”
Kadim Şehrin Çöküşü: Halep’te Bir Yüzyıl Vakti
Elif Can, Halep’i yazmış. Mimarisiyle, tarihi özellikleriyle, yakılıp yıkılan değerleriyle, Halep tam da burada…
“Şehrin gölgesindeki en eski yansıma olan Halep Kalesi, çağın zulmüne uğrayan eserlerden biridir. Yerel taş ocaklarından elde edilen sarı taşların yansımaları kalenin surlarına değer. Evliya Çelebi’nin “Süt beyazı Halep yani Halebüş Şehba” tabiriyle ifade ettiği şehrin tepesi kalenin surlarına misafirlik eder. Manalar beldesinin en eski şahidi ve bilhassa dünyanın en eski kalesi olan Halep kalesi Ortaçağ sarayı olarak adlandırılır. Çelebi’nin aktarımıyla yığma tepe üzerinde göklere baş uzatmış beyaz inci gibi’dir Halep kalesi.”
“Mimar Sinan’ın kalem izleriyle dokunan Hüsreviyye Camii ise, tıpkı Emeviyye Camii gibi mana meclislerine kapı aralayan bir başka eserdir. Osmanlı mimarisinde görülen ağaçlarla çevrili kubbeli yapı metaforu burada da karşımıza çıkar. Mimar Sinan’ın ilk yapıtları arasında olduğu için bu yapıyı çıraklık eseri olarak aktarabiliriz.”
Muhammet Erdevir ile “Karanlığı Tanıyorum” Üzerine…
Fatma Nur Uysal Pınar, Muhammet Erdevir ile yeni öykü kitabı Karanlığı Tanıyorum üzerine söyleşmiş. Kitabı ve öykü dünyası üzerine notlar paylaşmış Erdevir. Öyküye dair altı çizilecek cümleler var söyleşide.
“2010’dan beri düzenli olarak öykü yazıyorum ama ilk kez bu iki öyküde birbirini takip eden bir kurguya başvurdum. Benim için özel bir sebebi yok aslında. Öykülerimden novella veya roman çıkarmayı hiç düşünmedim inanın. Hatta çok istesem de bir gün roman yazabileceğimi zannetmiyorum. Yazdıklarım üç bin sözcük sınırını aşmıyor genelde. Açıkçası uzun bir metin nasıl yazılır bilmiyorum. Bu mekanizmayı öğrenir veya kendi çabalarımla keşfedersem roman yazmak isterim tabii ki.”
“Mekân beni büyüler. İster yaşadığım evlerin odaları ister yürüdüğüm cadde ve sokaklar olsun mekânın etkisinde kalırım. Muş benim öğretmen olarak ilk görev yerim. Murat Nehri üzerindeki Murat Köprüsü ise gördüğüm ilk andan itibaren beni büyüleyen bir yapı olageldi. Bir zamanlar ekmeğini yiyip suyunu içtiğim o güzel şehre ve insanlarına bir vefa borcuydu Muş’u yazmak.”
“Öykücülük gözlem yapmak ve bu gözlemleri analiz ederek birtakım sonuçlara ulaşmakla yakından ilgili. Bu gözlemler nadiren bilinçlidir. Öyküye nüfuz eden çıkarımlarımız bilinçdışının karmaşık işleyişinden süzülüp kâğıda dökülür. Dolayısıyla öykülerdeki bilinç veya öykülerin bilinci, bizim anladığımız manada kontrolü elden bırakmayan bir farkındalık değil.”
Mert Mevlüt Gökçe ile “Hakkımda Kaç Yemin Edilmiştir?” Üzerine…
İlk kitabı “Hakkımda Kaç Yemin Edilmiştir?” ile edebiyat dünyamıza içten bir selam gönderdi Mert Mevlüt Gökçe. Kitabına ve şiir dünyasına dair Bayram Zıvalı’nın sorularını cevaplamış Gökçe. Dergiler hakkındaki cümleleri kıymet bilmek noktasında oldukça önemli.
“Dergiler, yazdıklarımıza meşruiyet sağlayan birer filigran gibi. Ben dergiler dışında şiir macerasına girişenleri ailesiz çocuklara benzetiyorum. Ki zaten büyük şairlerimizin hemen hepsi dergilerde yetişmiştir. Şiirin ikametgahı dergidir. Hatta şiir için aslolan dergidir. Kitap opsiyoneldir. Olmasa da olur. Yahya Kemal vefat ettiğinde henüz yayınlanmış bir şiir kitabı yoktu. Dergiler aynı zamanda yeteneği kollamaları sebebiyle de vazgeçilmez pozisyona sahip.”
“Eğer şiirde ne yaptığınızı bilmiyorsanız dil ikinci maharetini devreye koyacaktır. Ben hiçbir şeyi saklamak istemiyorum. Çocukken saklambaç oynamayı da sevmezdim. Şişmandım ve kendimi saklayamıyordum. Bugün de şairim ve yine kendimi saklayamıyorum. Demek ki şairlik de bir tür gramatikal obezite.”
“Yazmanın hayatın vazgeçilmezi olduğunu sanan amatörlerden değilim ben. Ama sanatın bir kurtuluş ümidi olduğunu biliyorum. Bu bana yetiyor. Ümitvar olmanın zorunluluğundan kaçamıyorum. Ümidimi motive ettiği için şiir yazıyorum galiba. Şiirin neliğine dair sarahate sahip değilim.”
“Bugün zeki ve sıcakkanlı bir şiir yazılıyor. Kürsü şiiri çoktan emekli oldu. Şiir bütün kravatlarını çöpe attı. Büyük gerçeklere varmanın poetik repertuvarımızda yeri yok artık. Daha inandırıcı bir şiir var bugün. Ben öyle inanıyorum ki şiir her tür hakikat iddiasından vazgeçtiği zaman en yüksek ikna gücüne ulaşır. Doğru yoldayız yani.”
Estetiğin Mührü Türk Halısı
Türk halısı diye bir gerçek var. Rengiyle, deseniyle, ifade ettiği anlamlar ile sınırları aşan bir şöhrete sahiptir Türk halısı. Sümeyye Çelik, Türk halısı üzerine yazmış.
“Renkleri, motifleri, ilmekleri, figürleri ve geometrisi ile yeryüzüne serilen bu hikâyenin başlangıcını Orta Asya’ya, tarih öncesi döneme kadar götürenler var. Göçebe hayatın kendi pratik ve estetik anlayışını beraberinde taşımasıyla birçok coğrafyada hâkim olduğunu ve Türkî diye anıldığını da eklemek gerekir.”
“Türk halısının dikkat çekici özelliklerinden biri de renkleridir. Renkler Türk halısının ruhunu oluşturur. Zaman bu halılara dokunamıyor gibidir. Üzerinden akıp giden vakitler halının adeta canlı ve taze kalmasının sağlar. Her şeyi soldurup yıpratan zaman konu Türk halısı olunca ne kadar geriye gidilirse o kadar canlı renk bulma imkânı sunar. Renklerinin canlılığı zamanla demlenmiş, muazzam bir parlaklığa erişmiş gibidir.”
Mahalle Mektebi’nden Öyküler
Abdullah İpek – Eskidendi O
“Okullar açılır mı, açılırsa tekrar kapanır mı; yarı zamanlı mı olur, uzaktan mı? Bu soruların gölgesinde koca bir yılı daha bitirdik. Karne töreninden sonra Cuma vakti yaklaştığından camiye geçtim. Hoca elindeki kâğıttan hutbeyi koydu. Minberden inerken cemaate doğru bakarak hastalığın tam manasıyla bitmediğini, tedbirlere devam edilmesi gerektiğini ve yola çıkacakların da dikkatli olmaları hususunda uyarıda bulundu. Ağır adımlarla geldiğim camiden, cemaat gibi ben de koşar adım çıktım. Eve gitmeden önce çarşı merkezine uğrayıp hanımın yazlık için verdiği siparişleri aldım.”
“Bir otoriteden izin almadan bir şehirden başka bir şehre gitmenin ne büyük bir nimet olduğunu elime tutuşturulan otobüs biletiyle anladım. Parasını uzatırken bile ayrı bir zevk aldığımı söyleyebilirim. Alışkanlıklarımızla beraber korkularımızı da kolay kolay atlatamadığımızı otobüse binerken anladım. Yolcuların yarısına yakını maskeyle duruyordu. Hayatımızın üç yılını alan maskeye karşı yeterince öfkeliydim. Takmadım, takmayacaktım da. Karım bu halimi görse “E adam ben sana maskeni tak demedim mi?” derdi muhakkak.”
Esra Kılıç Türedi –Kaçış
“Selim arkasını döndü. İçimden geçirdiklerimi duymuş mudur deyip kaygılandı. Hem hepsini döke saça ona bağırmak istiyor hem de tek bir kelime bile duymasından ölesiye korkuyordu. Basamaklarda birkaç menekşe daha gördü. Ondan mı dökülmüştü? Gözlerinden mi, eteklerinden mi, ellerinden mi, kalbinden mi dökülüyordu onca çiçek? Onları bile bile mi bırakıyordu yere? Bu çiçek kırıntılarını dönüş yolunu bulmak için mi yoksa biri onu bulsun diye mi bırakıyordu ardında? Yoksa Selim onları onun evinin penceresinden mi topluyordu? Geri döndü. İlerledi. Yasaklı, kalın, mahrem bir çizgi gibi uzanan kapının ardındaki odayı düşündü. Epeydir girmemişti oraya. Başta onu orada her gün, her saat, her dakika görmeyi arzularken imkânsızlıklar bu isteğin önüne perdeler indirmeye, gerçeğin keskin ışıklarını oraya yansıtmaya, karakterleri gölge oyunlarında oynatıp Selim’in içinde ara ara parıldayan umudu karartmaya, kalbinde dönüp duran günahı hatırlatmaya başladılar. Karşılarındaki tek bir seyircinin onları izlemeye mahkûm ve mecbur olduğunu bilerek daha da iştahla sergilediler oyunlarını. Bu iştah, Selim’i acı bir iç burukluğunun yanına katık ederek gün gün çiğnedi, yutkundu ve yuttu.”
Rümeysa Oğuz – Beton Çivisi
“Günün ilk ışıklarında şehirler, makyajsız bir kadına benzer. En gerçek hâliyle, bütün çizgileri, mimikleri, kırışıklarıyla görünür gözünüze. Ne zaman yeni bir kente gitmem gerekse, oraya hava aydınlanırken girmeyi seçerim bu yüzden. Sabahları hiç bilmediğim sokakları, caddeleri izlerim. Bana ne vadettiğin umrumda değil, sen busun, derim onlara. Gülümserim. Dumanlı olur bazıları. Kömür kokar. Kimisi sisten görünmez. Berrak bir havayla şımaranları da vardır elbet. Hepsini tanırım.”
“Hangimizin kaybı daha büyük bilmeden, bir nalbur arıyorum. Derken aradığım çıkıyor karşıma. Tabelası eskimiş. Kapının hemen karşısında ahşap bir tezgâh. Duvarda hırdavatlar asılı. İhtiyar bir adam kenarda gazete okuyor. Önünde kahve. Kafasını kaldırıyor. Şöyle bir tartıyor beni. Bu kadar erken gelen olmuyordur belki. Yahut yüzümden anlaşılıyordur yabancı olduğum. Henüz bu şehri tanımıyorum. Suyuna havasına karışamadım yeterince. Toprağına dokunamadım. Üzerime sinmedi buralılık. Bütün uzuvlarım yabancı kesilmiş, ben gurbetim ve gurbetçiyim, diye bağırıyor.”
“Ben ev arıyordum, diyorum. Tabii abi buyur, diyerek ayağa kalkıyor genç emlakçı. Bir sandalye işaret ediyor. Otururken ihtiyarın verdiği poşeti ayaklarımın ucuna bırakıyorum. İçinde beton çivileri bir de çekiç.”
Mahalle Mektebi’nden Şiirler
dünyayla aramda bir yol uzuyor: iyice karanlık
eğilen gölgelerle ayağımın altında büyüyen
ayağım, sızısı topuklardan yukarı doğru
bir karıncalanma, bir uyuşukluk hâli
Zeki Altın
Düz taban kralları örselemeye geldim, siz tanrıkuş ve heva sultan
hançerelerinizde kolonizatör dervişler, belli ayalarınız sentetik
mütecaviz bir vurgu sürüklemiş sizi, hıncınızda örgütlenmiş estetik
ben geldim diye mi taşındı kanınızda uzlaşma kültürü ve misilleme
ben geldim diye mi karıldı öfke yekdiğeriyle, ben davetlisi atalarınızın
halbuki yalnızım, arkaik bir şans oyunuymuş ceberut yanılmışım
sol yanımda sezgilerinizden bir kule, yükselmek değil bir varsayım
Kemal S. Sayar
Reklam aralarında şiirle yüzleşildiğini
Barınmak için bocalayan şairden
Gres yağlarıyla yıkanan işçilerden öğrendim -ki
Yıkanmamış çamaşırları güneşlemeye bırakan anneyle
Kavgayı nefeslenirken seyrettik;
Kavganın hür, halkın var olduğu çağda
Derviş Ali Büyükkartal
Şiar’da Filistin Vurgusu
Dergilerimiz Filistin temalı sayılarla çıkmaya devam ediyor. Bir söz, ses ya da çizgi ile de olsa oradaki kardeşlerimizin yanında olduğumuzu göstermeye devam etmek gerek. Böyle bir ortamda bizi durduğumuz yerler kurtaracak. Kimin yanındayız, kiminleyiz diye elbette Hak katında sorulacak.
Şiar dergisi 49. sayısını Filistin vurgusu ile çıkardı. Kapakta sırtındaki ağır yüklerle yorgun ama ayakta olan Hanzala ile çıkan dergide kapak konusunu tamamlayan şiir ve yazılar var.
Kudüs’ü Özgürleştirmek
Osman Nazım Ertuğrul’un Kudüs yarışmalarında mansiyon alan yazısı Kudüs’ü Özgürleştirmek Şiar’ın 49. sayısında yer alıyor. Özgürleştirmek kavramına aşinayız. Bu filmi birçok kez izledik. Emperyal güçler sözde özgürleştirme bahanesiyle girdikleri her coğrafyayı kana bulamakta mahirler. Şimdi aynı oyun Kudüs için, Gazze için oynanıyor. Yazıda özgürleştirme konusuna detaylı olarak eğilmiş Ertuğrul.
“Kudüs, adeta kabuk bağlamayan bir yara. Üstelik bu yara yüreğimizde kanıyor. Kudüs’le ilgili en acıklı noktaysa bu kadim şehrin İslam coğrafyasının tam kalbinde yer alması. Onlarca yıldır yaşanan bu zulümler İslam dünyasının tam da kalbinde yer alıyor. İslam dünyası kanayan bu yarada sadece kan değil, onurunu da kaybediyor. Gözlerimizin önünde vahşice katledilen her bir Müslüman, İslam dünyasının onuruna vurulmuş bir balyoz darbesi. Ne yazık ki bugün Kudüs’te yaşananlara verdiğimiz tepkiler giderek daha da azalıyor. Kudüs’te yaşananlar bizim için normalleşiyor sanki. Kudüs meselesi, 21. yüzyılın bizlere vaat ettiği özgürlük, refah ve insan hakları gibi konularda da bir kara leke olarak varlığını sürdürüyor.”
“Müslümanlar beraber hareket ettiklerinde karşılarında ne İsrail ne de başka bir dış kuvvet durabilir. Ancak Kudüs gibi ince ve hassas bir mesele politikacıların popülizmine ve gücün yanında el pençe divan durmaya alışkın kitlelerin vicdanına bırakılamaz. Tabii ki amacım insanları sınıflandırmak ve görev ataması yapmak değil. Kudüs için ateşe su taşıyacak karıncaya bile ihtiyaç var. Ama karınca Kudüs’ü yakan ateş yerine yüreklerimizde Kudüs için yanan ateşe su taşırsa bunun sonucu ne olacak? Mesele ne yazık ki Kudüs’ten de büyük. Bütün dünya kendisine hedefler belirleyip halklarını, ekonomilerini, eğitim sistemlerini, sanayilerini ve politikalarını bu hedeflere göre şekillendirirken biz Müslümanlar neden hâlâ içine düştüğümüz bu karanlık çukurda debelenip durmayı seçiyoruz?”
Harflerin Derin Katmanlarındaki Şifalı Sülük
Nuri Pakdil üzerinden bir Kudüs okuması yapıyor Ayşe Öksüz. Mümince bakmak, bir savaşçı ruhunu kuşanmak ve Kudüs’ü hücrelerinde hissetmek gibi derin anlamlar var bu bakışta. Tam da olması gereken gibi.
“Bugün biliyoruz ki cihat yalnızca kılıçla olmuyor. Mabedi korumak için sahip olduğumuz güç yalnızca ekonomik ve de askerî alanda olmayabilir. Herkesin gidebileceği bir yolu muhakkak vardır. Kimisi milyonlarını feda ederken kimisi karıncanın kovasıyla su taşır; birileri ellerindeki aynayla zulmü dünyaya yansıtırken birileri ateş hattındaki harf müfrezelerini savaştırır.
“Doğu’dan mı Batı’dan mı yürüyecek çocuk, sorusunu sorarken “Ben çoktan Doğu’dan çıktım yola.” diyor şair. O, şövalye zırhını giyinmiş, kılıçtan keskin kalemini kuşanmış ve atına binip Hazer’i geçmişti. Yalnızca bir amaç uğruna bir araya gelmiş; ümmet şuurunu kazanmış diğer kardeşlerini beklemekte. Ümmet kardeşliği, bezm-i elestte Allah’a verdiği söze/yemine sadık kalarak, annelerinden aldıkları merhamet zırhını kuşanıp şövalyenin yolundan gitmelidir.”
Kaybolan Güzelliklerin Şairi; Kavafis
Orhan Tepebaş, Kavafis ile devam ediyor yazılarına. Her sayı dünya edebiyatından isimleri taşıyor dergi sayfalarına. Kavafis’i Yunan şiiri bağlamında ele alan Tepebaş, hayatından kesitler vererek anlatıyor ve şiirlerinden de örnekler veriyor Kavafis’in.
“Kavafis şiirlerini iki genel başlık altında toplayabiliriz. Gençliğinin duygularını topladığı şiirler ve Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerindeki ikinci derecede önemli kişilerin konu olduğu şiirler. Bir şairi şair yapan, kendinden öncekilerin yapmadığı ya da yapmayı göze alamadığı bir yeniliği mükemmel şekilde yapmasıdır. Kavafis, çoğu şair gibi duygulara büyük önem ve yer vermiştir. Ancak asıl başarısı mutluluğun kısa anlara hapsolmasından doğan hüznün altını çizmesidir. Zamanın geri gelmeyeceğini bilerek kısa mutlu anların hatta ağır yenilgilerin karşısında metanetle durabilme yetisidir. Tarihî kahramanları konuştururken de bu böyledir, kendi yaşamından kaynaklanan şiirlerde de. Kavafis hüzne ve sevincin geçici olmasına katlanır.”
Kul Oldum Dayandım
Kul olmak kabullenmektir, sahiplenmek, rıza göstermek, boyun eğmektir Yaratıcı’nın huzurunda. İnsan, kul olduğunu unutmadan yol yürürse bütün yollar açılır önünde. Semih Çar, Kul Oldum Dayandım yazısında kulluk bilincinin insana kattığı hakikat iklimini anlatıyor.
“Allah, emaneti insana henüz yüklememişken yerlere, göklere ve dağlara teklifte bulundu. Ancak onlar bu emaneti yüklenmek istemediler, korktular. Bu netice doğrultusunda insana yöneltildi. Emaneti kabul eden insanın imtihan yolculuğu da böylece başlamış oldu…”
“İki omzumda ne kadar yük taşıyabilirim bilemiyorum. Emanet sahibiyim ve emanetin getirdiği bir sınavım var. İnsanın en çok da kendini teselli etmesi zordur. Ancak yabancı olduğunu keşfeden bir insan için teselli kavramı rafa kaldırılmıştır. Teselli, bu dünyadaki arayışın bir adıdır. Genellikle günümüz toplumlarında bütün teselliler nesnelere atfedilir. Ancak nesnelere atfedilen bütün teselliler kişinin dünya içinde kaybolmasına yol açar. Dünya içinde kaybolan bir insan yabancı olduğunu dahi idrak edemez. Böylece ömrünün boşa gitmesine sebep olur.”
İlk Eserler Söyleşisinde Hasan Nalçacı Var
Vahdettin Oktay Beyazlı’nın ilk eserler söyleşinde bu ayki konuğu Hasan Nalçacı. Savaşı Kaybettiğimiz Yer kitabı hakkındaki soruları cevaplamış Nalçacı. Benim de şiirlerini dergilerden takip ettiğim bir şair Nalçacı. Şiirinde kendi sesini hissettiren ve dize bütünlüğünü sıkı söyleyişlerle kuran bir şair var karşımızda.
“Şiirin öyle kapı çalarak filan geldiğini düşünmüyorum. Şiir sadece gelir ve başköşeye kurulur. Siz bunun farkında olursunuz ya da olmazsınız bu sizin gönlünüze kalmış bir şey. Yani gelir derken şiir dışımızdan gelen bir şey değildir. O zaten vardır, ilk yaratıldığımız, kalubelada ilk sözü söylediğimiz günden beri içimizdedir. Vakti geldiğinde ortaya çıkar diyelim.”
“Anka olup ulaşamadığımız, adını koyamadığımız ne varsa Leyla benim için odur. Belki de eski bir yangından kalan közdür ne bileyim. Külleri çok fazla eşelersek yangın çıkarabilir. Kısacası Türklerin Kızılelma’sı ne ise bizim Leyla’mız odur.”
“Ölen bebekler, çocuklar, kadınlar, paramparça olmuş cesetler kimsenin umurunda değil. Gazze’den gelen katliam görüntülerini izlemeye içimiz el vermiyor artık. Peki, bilmem kaç milyar Müslüman/insan olarak biz ne yapıyoruz. Sadece kınıyoruz. Daha çok, daha büyük, en büyük biz kınıyoruz. Tarafları uluslararası hukuka, insan haklarına, savaş hukukuna filan davet ediyoruz. Toplanıyoruz, israile lanet, Filistin’e destek, gıyabında bütün ümmetin cenaze namazını kılıp olaysız bir şekilde dağılıyoruz. Şiir gerçekten kuşakta çakı olsaydı zulme sessiz kalan, destek veren ne kadar şirket, devlet, devlet adamı, ünlü, sanatçı(!), fenomen varsa hepsinin kellesini alırdık.”
“Edebiyat dergilerini, şiiri az çok takip edenler bilir. Yeni şeyler, deneyler, kuru kafalar, görsel şiir filan. Buna benzer şeyler geçen yüzyılda denendi ve tarih çöplüğünde yerini aldı. Batıdan gelen her şeyi üstün, yüce bir şey gibi bize satmaya kalkmayın kardeşim.”
“Bir şair olarak siz de bilirsiniz ki şiirin şeklini, ölçüsünü şair değil şiir belirler. Yani şiir gelirken kendi sesiyle, şekliyle gelir.”
Şiar’dan Öyküler
Hakan Osman Çaldağ – Semra’nın Kayıplara Karışması
“Sen bizim Semra’dan bahsediyorsun evladım, anladım ben. Ben onu en son, hafta sonunda, şeyde, şu, deyiversene, şu köşedeki aktar yok mu, orada gördüydüm… Ay çekirdeği almaya gittiydim. Bu yaşta tek zevkim o kaldı. Bizim aktar biraz yüzsüzdür ama uzağa da gidemiyorum yavrum, artık zor bize yürümek. İşte hanım kızımızı orada gördüm. Elinde bir kese otla bir şeyler soruyordu. Duymuştum anasının kanserini. Alternatif bir tedavi neyin bir şeyler deniyorlardı belki de. Görünce bir selam verdi sadece. Kızı görsen resmen hayalet… Zaten pek konuşmaz etmezdi de… Vah yavrucak…”
“Ana-kız birbirlerine tutunmuşlar, güç bela geçinip ediyorlardı şu İstanbul’da. E anne hasta olunca evi kim geçindirsin, Semra okula mı hastaneye mi yoksa evi geçindirmek için işe mi yetişsin… Ay neyse, içim daraldı böyle konuşunca. Nerede kalmıştım, Hızır’ım demiş işte, sonra da hasırdan bir kesenin içinde ot gibi bir şeyler vermiş, bunun çayını yapıp annene sabah akşam içir, demiş.”
“Ne olacağı da belli olmaz tabii de açık konuşmak gerekirse Semra oyun oynuyor gibi geldi bana. Ondan ciddiye alamadım herhâlde. Canı çok sıkkın, yadırgayamıyorum da… İletişime geçersem elbette haber veririm memur bey. Şey, bu arada, isminiz neydi? Vedat.”
Ramazan Kayaoğlu- Game Over
“Kapattığı gözlerini, bir kâbustan uyanır gibi aniden açtı. Sonra yeni bir oyuna başlama cesareti, bir anlık bile olsa içinde belirdiği için tüm nefretiyle kendine ve karşısında öylece duran düşmanına baktı. Küçük ve çarpık dişlerinin gıcırtılarına aldırmadan dişlerini iyice sıktı. O an nefretten daha büyük bir silahının olmadığını daha iyi anladı.”
“Haydi kalk ayağa, çok konuştuk bitirelim artık bu işi. Korkma, bak bir silah da sana veriyorum. Haydi, doğrultalım silahları birbirimize. İstersen sırt sırta da verelim, tıpkı eski günlerdeki gibi. Hatta dur bekle! Ondan geriye doğru sayalım. Bak dokuz dedim bile. Sekiz, yedi, altı…”
“Genç kadın yere yığıldı. Ağlayarak karşısındaki duvara baktı. Duvarın üstünde, babasıyla annesinin düğün resimlerinim hemen yanında küçük bir kurşun deliği. Kurşun deliğinin hemen altında ise tüm sırları içine gömen kara bir gölge.”
Sevde Yaşar Çimen – Aklını Kozmosa Kiralamış Dünyalı
“Sönmüş bir yıldıza inandı. Milyonlarca ışık yılı uzaklıkta hâlâ ışığı dünyadan görünen bir yıldıza. Bir ölüyü canlı sandı. Yanıldı. Yalnız onun için yaşıyor sandı. Yanıldı. Onunki yaşa – dığına inandığı o yıldıza karşı bir tutkuydu sadece. Anlayınca bir sigara yaktı. Seyretti dumanını, pasif içti. Biraz kısaldıktan sonra sönsün diye külüne bastırdı. Külü hafif ışıldarken as – lında sönmüş ama söndüğü dünya gözüyle görülmemiş olan yıldıza baktı. Sönmemiş gibiydi havası, sönmemiş gibiydi de sigarası. İçmediği sigarayı bile iyelik ekiyle sahipleniyor olu – şuna tebessüm etti.”
“Hele şu sönmemiş kılığında gezen yıldız yok mu, en çok onu sevdi. Kendini öyle kaptırdı ki bu sevdaya, her yıldız kay – dığında kalbi bir karış havada. Her defasında bir karış kay – dıkça sonunda kendisini kuzey kutbunda buldu. Hem de üs – tünde yazlık kıyafetlerle. Şaşkınlıkla kocaman açtı gözlerini. İnanılmazdı bu, nasıl gelmişti buraya.”
“Filler tepişiyordu, altında kalıyordu, ölüyordu ama hemen diriliyordu çünkü can hakkı bitmiyordu. Tekerrürden ibaret olan bir tarihin kalbinde attığını anlamamalıydı kimse. Oyuna, ölümüne olduğu kadar ölümsüzlüğüne devam etmeliydi. Biliyordu çünkü yıldızların ölüm potansiyeliyle insanın bir ölüp bin dirilme potansiyeli arasındaki fark sonsuzluktu.”
Şiar’dan Şiirler
gidin ölüleri sayın gidin yaralıları
her ölen için bir çentik atın kalbinize
imanınız varsa
bir şehrin şeridi olur mu allahım
Bahtiyar Aslan
Ey avcının sözleri ey dilimin boğumundaki arya
Çık git ki rüyalarım anıların kirli beşiği değil
Burada bu hizasında bulunuşum dünyanın
Eğilmedim diye ince bahçelerin sularına
Kullandım bütün şivelerini dualanmış dillerin
Bende söz söyleyecek mecâl kalmadı sana.
Esma Polat
bu kent böyle yaşanmaz evet, lakin büyümen gerek
gel seninle şöyle sağlam bir yemin edelim
bak ufukta göz kırpıyor bir kutlu şafak gülümseyerek
haydi Hanzala, bir taş da birlikte atalım, silinsin pası ellerimin.
Mehmet Osmanoğlu
Nil miydi Fırat mıydı bilinmez, bir nehirdi uykun
Rüyandı bir ebemkuşağı altından geçtin
Duaydı, hazandı, hırkaydı, kisveydi
Bileğinde güzel duran, bozuk bir saatti kız çocukluğun.
Şeyma Ergöktaş
Dilin doruklarında şaşkın şaşkın gezinen
Şehrin dağdağasından dağa sığınan şair
Ol Mustafa nuruyla aydınlanırken sema
Dağlar bile öğrendi bir dağ nasıl sevilir
Hasan Nalçacı
Allah bizimledir zikrini duysun berkitilen ağaçlar
Hazırlansın bir avuç inananlar
Ordusuyla geliyorsa Dermesil
Unutma, putların devrildiği gün yakındır
Sakın haber salma Cudi’ye
Mehri kan olan tufan yakındır
Semih Çar
İnadıma akıyor sular kerpiç bileyli seslerin üstüne
Korku bir deliğe saklanmış kahrım cesaretle
Neden diye etiketlenen kişiler yasaklı
Göğün yüzü bulutlandıkça çürüyor günden güne
Kaşını çatmış dağ yara yara kalabalıkları
Bir adam aranıyor uzaktan değil yanı başımdan
Kemikten ve kandan münezzeh ruhu inkara saplı
Bu bir cinnet taşıyla sopasıyla aşka susayan
Aradığın kavga bende üfle göğsüme
Titrersem kurusun ellerim kitap üstüne.
Sevde Yaşar Çimen
Çünkü hep bu çarşı pazar günlerinde ben
hiç düşünmedim kalbimin birlik ve bütünlüğünü
göğümde uçuş yasağıydı, aklımda altı put yedi düğüm
zerre ilerlemeyen televizyon dizisi altmış dokuz bölüm
çok tepetaklak niyetler, çok kof şehirler
yine de siyaset söylesin sen kallâvi hüzün yolla
kaçan uykularıma bir kırmızı bülten
kötü hava koşulları ver erteleneyim yarına
Salih Yıldırım
Sesinde iz var
Kente öykünen şehrin eğriliği
Kaybedilen savaşların raks alanı yüzün
Limana varamayan gemiler
Tespih taneleri gibi dizili
Menzilsiz şiirler gümüş teninde ayın
Buğulu camlarda kalbin eğirdiği söz demetleri
Cihat Barış
şakaklarımda iz bırakma telaşında paslı bir akrep
haberi yok gözlerimin sensiz geçen zamandan
kalbim kaç zamandır yokluğunu avutuyor
dağılıp düşüyorum rafa kalkan son andan
Akif Dut
Çağırdılar, çağrıldığım yere ermedi aklım
Kırlarda bir başıma dikenlerleyim bugün
Kan kaybediyor diyorlar doğduğum ırmak
Diyorlar sapanda kuşlar bakıyor falına
Babamla kırk yıl yürüyen ayaklarıma
Öğrendim aşısı tutmuyor yaşamak
Ahmet Yılmaz
Bir vuslata koşuyorsun, görüyorum
Baban o, bak yanında annen ve yetmiş yıllık özlem
Bunlar anne sütü gibi pirüpak uykuların
Yasemin, lilyum, mis zambak.
Hazır değilim baba, olmuyorum
Toprak o, bak sadece çiçeklerle güzel
Bunlar mütemadi korkularım
Nergis, zakkum, difenbahya.
Oya Barutçu
Şehir ve Kültür- Sayı:113
Şehir ve Kültür dergisi 113. sayısında da Gazze’yi kapağına taşıyarak çıktı. Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak geçen sayı başladığı yazısına devam ediyor. Kudüs ve Mescidi Aksa sevdamızı bu kez edebiyat dünyamız üzerinden anlatıyor Kızıltoprak. Şiirine Kudüs’ü konuk eden şairler geçidi var yazıda.
“Sezai Karakoç’un “Göklerde yaratılıp yeryüzüne indirilen şehir/ Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri.” olarak tasvir ettiği Kudüs, Yahudiler için Süleyman Mabedi’nin, Hıristiyanlar için haccın ve Müslümanlar için kıble ve miracın yani üç semavi dinin kutsal mekânıdır.”
“Kudüs’ü şiir dünyasının merkezine yerleştiren diğer bir Kudüs şairi Mehmet Akif İnandır. Mescidi Aksa adlı şiiri nedeniyle “Kudüs Şairi” olarak nitelendirilen Mehmet Akif İnan, Müslümanların kutsal mabedi Kudüs’ün yıllarca maruz kaldığı saldırıları mahzun ve ağlayan bir çocuk karşısında takınılan tavra benzeterek insanlığın bu durum karşısındaki tepkisizliğini dile getirmektedir. Şair şiirin diğer bölümlerinde Hz. Muhammed’in ayak izinin yer aldığı bu toprakların şimdi esaret altında kaldığını, yaşama sevgisini kaybettiğini, tek başına kaldığını haykırmaktadır.”
“Şiirlerinde Kudüs’ün maruz kaldığı yıkım ve gözyaşını dile getiren diğer bir şair Nurettin Durman’dır. Çocuk Vuruldu adlı şiirde, zulmün kol gezdiği topraklarda babaların gözü önünde çocukların katledilmesine ve yavruları ardından yakılan ağıtlara karşı bir isyan vardır. Bir anlamda masum çocuk ve kadınların katledilmesinin isyanıdır.”
Türkler, Kudüs’ün Sahibi Değil Koruyucularıydı
Kudüs’ü tarihiyle birlikte ele alıyor Nazif Gürdoğan. Tüm dinler için ihtiva ettiği anlam dikkat çekiyor, Türkler için Kudüs ne idi sorusunun cevabını veriyor.
“Kudüs yalnızca Müslümanların, yalnızca Hristiyanların ve yalnızca Yahudilerin değil, bütün İbrahimoğullarının şehridir. Kudüs Peygamber’lerin vatanıdır, bütün Peygamberler’den silinmez izler taşır. Bu yüzden Müslümanların, Hristiyanların ya da Yahudilerin, Kudüs’’ün hazinelerine tek başlarına sahip olmaları mümkün değildir. Hangi dinden olursa olsun, yalnızca biri, Kudüs’’ün bütün hazineleri üzerinde hak iddia edemez. Bunun için, Türkler, kendilerini Kudüs’’ün sahipleri olarak değil, koruyucuları olarak görmüşlerdir.”
Gazi Ve Gazi Terbiye (Enstitüsü)
Dr. Kâmil Uğurlu, Gazi Eğitim Enstitüsünü tarihi süreç içerisinde yaşadığı değişimler ve ülkenin eğitim camiasına katkıları yönüyle ele almış.
“Çoğu insanlar bilmezler. Cumhuriyetin ilk üniversitesi kabul edilen Gazi Terbiye Enstitüsü, genç cumhuriyetin haklı gururu olmuştur. Mimar Kemalettin’in çizdiği ve Malik Aksel’in “çorak Ankara’da bir masal mimarisi gibi yükseldiği”ni söylediği bu güzel mimarlık eserinin oldukça hazin bir öyküsü vardır.”
“Malik Aksel’in yazılarında Gazi Terbiye Enstitüsüyle ilgili duyulmamış, yazılmamış hatıralar mevcuttur. Onlardan biri, Türk Edebiyatı Dergisinde yayınlandı (Mayıs 1973). Yazının fonu, kişiler ve yapılan tesbitler şimdiye kadar yazılan ve anlatılanlardan farklıydı. Yazı mealen şöyleydi: Doğu Türkistan’da Uygur Türklerine yapılan baskıların arttığı ve tahammül edilemez bir çizgiye geldiği tarihlerde, yoksul bir Uygur ailesi üç çocuğunu, Allah’a emanet ederek ve emanet olarak Türkiye’ye doğru yolcu eder. Çocukların en büyüğü 18 yaşında bir delikanlıdır. Onun küçüğü yine bir oğlan çocuğu, 16 yaşında, en küçükleri ise 12 yaşında bir kız çocuğudur. Uzun, çok uzun ve binbir müşkülatla devam eden yolculuk, bazan tahammül sınırlarını aşsa da, çocuklar direnirler, sabrederler. Bu direnmenin önemli sebebi, babalarının yazdığı ve yanlarında olan bir mektuptur. Mektup Atatürk’e yazılmıştır ve çocuklar mektubu canları pahasına muhafazaya kararlıdırlar…Uzun yol çilesi sırasında gözleri gibi korudukları iki kutsaldan biri bu mektup, diğeri de küçük, nazenin, hastalıklı, zayıf kız kardeşleridir.”
İstanbul’da Tünel Ve Metro Han
Mehmet Kamil Berse, İstanbul’un sembollerinden olan Tünel’den ve tramvaydan bahsediyor yazısında.
“Çok küçük yaşlarımda yolculuk yaptığımız Tünel; benim için unutulmaz bir serüvendi, Karaköy’den trene binip hareket ettiğinde bir süre ışıksız seyahat olurdu, bu benim için lunaparkta bir eğlence aracı gibi gelirdi biraz heyecan ve biraz oyun gibi olurdu…Bu İstanbul için çok değerli ve önemli aracın serüveni de bir film senaryosu olacak cinsten mahiyeti var.. Çok yerden araştırdım ve okudum. İstanbul hikayelerinde bir gölge olarak okuyabiliriz.”
“Yeraltına inmeyi, toprağa girmeye benzeten halkın taşıta sıcak bakması için tünelin vagonuna bir de furgon eklenmesi kararlaştırılır. Bu sayede yolcular hayvanları ve yüklerinin de taşıta konabileceğini görünce taşıta daha iyi gözle bakmaya başlar.”
“Bugün İstanbul’un, Tarihi Yarımada’nın önemli ulaşım araçlarından biri olan Tünel, 149 yıllık serüveni boyunca yalnızca 2 kez kaza yapar Sabah saat 07.00 itibariyle yolcu taşımaya başlayan Tünel’in, iki durak arası yolculuğuysa 90 saniye sürmektedir..”
Kırkağaç
İmdat Akkoyun Kırkağaç’ı anlatıyor anı tadında bir yazı ile.
“Adı kendisini çevreleyen dağları aşarak bütün ülkeyi saran “Kırkağaç” kavunlarının yurdu burası olmalıydı işte. Ve bundan otuz kırk yıl öncesine kadar meskeni salt dağlar olan zeytinlerin örten yeşilliği. Git gide lezzeti sadece yiyenlerin değil, duyanların bile ağızlarını sulandıran meşhur Kırkağaç kavunlarının sarımtrak renklerini örtüyor gibiydi. Bunda kavunun zeytine göre masrafı, çilesi, uğraşımının daha fazla olması etkendi. Zeytin ise uğraşımı ve masrafı azdı. Toprak her ikisine de müsaitti. Mevsimin onca kuraklığına rağmen göz alıcı yaprakları ışıl ışıldı. Kırkağaç’ta gelenek bozulmuyor.Kasaba bir mabedin etrafında şekilleniyor. Kendisini selamlayarak geçtiğim kasabanın vitrinlerini, iki yanına açık kapı önlerinde komşu esnafların birlikte oturduğu dükkânlarını sıralandığı geniş caddelerini geride bırakarak hızla geçiyorum.”
“Şehrin merkezi denilecek caddelerini bir bir geçerek daha kenar semtlerine doğru ilerliyorum. Merkezden uzaklaştıkça yollar daralıyor, tek katlı müstakil evler, ev önlerinde kalabalıklar. Döşeme taşlı yolun sağında ve solunda insan öbekleri, çocuk cıvıltıları, kapı önlerinde kadınlar. İşte Kırkağaç.”
Doğunun Serhat Şehirlerinde Kültür Kervanı
İsmail Bingöl, TYB’nin 1-7 Ekim 2023 tarihleri arasında Ankara’dan Ardahan’a Kültür Kervanı” adıyla düzenlediği etkinliklere dair izlenimlerini yazmış. Paneller, toplantılar, şiir programları ile dopdolu geçen bu etkinlik her anıyla TYB’nin bu topraklara verdiği değerin bir göstergesi.
“Ankara’dan bir otobüsle yola çıkan ekibe, Sivas, Erzincan duraklarından sonra, “tabyalar şehri” diyebileceğimiz, geçmişte doğudaki düşmanımızın defalarca durdurulduğu, “Bu şehir sesidir baştanbaşa bir milletin/ Bu şehir bekçisidir yüzyıllardır hürriyetin” (İ.B.) dediğimiz Erzurum’da katıldık. Prof.Dr.Ömer Özden’le birlikte dahil olduğumuz ekipte, önceden tanıdıklarımız olduğu gibi, gıyaben tanıdığımız ama yüz yüze görüşmediğimiz kültür-sanat adamları da vardı. Hepsi de kendince ve kendi çapında milletinin geleceğine emek veren bu insanlar, bu kadar uzun bir yolculukta yüreklerini ve inançlarını ortaya koyarak yol alıyorlardı.”
“Kültür kervanının üçüncü durağı olan Erzurum’da son yıllarda eserleri, düşünceleri ve dünyaya bakışı üzerinde daha sıkça durulan, hakkında yazılar yazılıp, paneller düzenlenen, kökleri bu şehrin geçmişine uzanan bir mütefekkirden, Nurettin Topçu’dan bahsedildi. Oldukça seçkin bir dinleyici kitlesinin iştirak ettiği panelde dinlediklerimizde; rahmetli Topçu’nun değişik bakış açıları yardımıyla farklı yönlerine dikkat çekilerek, onun hakkında yeni bilgiler edinme fırsatı bulduk.”
Sen ki Ey Kudüs…
Kudüs’ü anlatmış Şifanur Özçelik Şirin. İçimizde sürekli büyüyen ve canlılığını koruyan bir sevdadır Kudüs. Ne kadar anlatsak az, ne söylesek eksik kalır. Bir dua edasıyla dalga dalga göğe yükseliyor Şifanur Özçelik Şirin’in yazısı. Şiir gibi, bitmeyen bir sevda gibi sesleniş var yazının her satırında.
“Sen ki Ey Kudüs, Hz. Musa ve Hz. Harun İsrail oğullarıyla Mısır’dan çıkıp Kızıldeniz’i geçince Yüce Allah’ın emriyle, onları sinende saran ağırlayan kutlu şehirsin. Hz. Musa, Mescid-i Aksâ yakınlarında vefât ettiğinde toprağına emanet oldu metfun.”
“Sen ki Ey Kudüs, Hz. Meryem, Mescid-i Aksâ’nın doğu tarafındaki hücresinde îtîkâfa çekildiğinde ona dost oldun. Hz. İsa, komşu kent Beytüllahim’de bir mucize olarak babasız doğdu, daha bebekken konuştu şahit oldun. Kudüs’te insanları hak dine dâvet etti. Hem bedenlere, hem gönüllere hekim oldu. Dost oldun. Kutlu şehirden semâlar ötesine, Rabbinin katına yükseldi. Şahit oldun ömürsün.”
“Allah’a ant olsun ki tek nefeste vermezsem. Mazlumu üzenleri tek sözümle ezmezsem. Karar anına değin rükuya eğilmezsem. Ey Kudüs sözüm olsun bir canım var hep isyan.”
Filistin’de Kadın Olmak
“Filistin’de Kadın Olmak Ateşten Gömlek Giymektir” diyor yazısında M. Nihat Malkoç. Filistin’in cefakâr, fedakâr ve kocaman yürekli kadınları anlatılıyor yazıda. Yaşanan acılar var ama buna duyarsız bir dünya duruyor karşımızda. Kadın hakları savunucuları, bir vahşetin ortasında yaşam mücadelesi veren kadınları ne yazık ki görmüyor.
“Kadınlar sıkıntıların merkezinde bulunuyor. Hayatî tehlikeler ve savaşlar bakımından dünyanın en sıcak bölgelerinden biri olan Filistin’de ölümle yaşam arasında sıkışıp kalan kadınların yaşadıklarını duyunca insanın merhamet duyguları gözyaşlarına karışarak akıyor. İsrail işgali altındaki Filistin topraklarında kadınlar kocalarının yanı başında kurtuluş mücadelesi veriyorlar. Bu kutsal davada eşlerini hiçbir zaman yalnız bırakmıyorlar. Bu kahraman kadınlar şahadet mertebesine erişmek için kendilerini silahların önüne atabiliyorlar.”
“Filistinli kadınlar ne yazık ki ya sonu hüsranla bitecek bir teslimiyetin ya da mücadelenin kaçınılmaz olduğu bir hayata doğuyorlar. Onlar onurlarını ve vatanlarını baş tacı ettikleri için teslimiyeti değil, mücadeleyi tercih ediyorlar. Bunun bedelini de çilelerle ödüyorlar. Filistinli kadınlar maalesef silahların gölgesinde yaşamaya mecburlar. Filistin’de kadınlar ateşten gömlek giyiyorlar üzerlerine. O gömlek onları yakıyor ama onu çıkarıp da atamıyorlar bir türlü. Dünyanın sözde kadın teşkilâtları (savunucuları) Filistinli kadınların bu dramını görmüyorlar mı acaba?”
Dünya Küçüldü, Şehirler Yakınlaştı
Artık her şey çok hızlı. Zaman, cihazlar, araçlar, insanlar büyük bir hıza teslim. Kimse de şikâyetçi eğil bundan. Tadını çıkarmak denen o mutlu zamanları artık kimse özlemiyor da istemiyor da. İbrahim Yasak, Sivas-Ankara arasındaki hızlı tren seyahatinde bu hızlı yaşantılara göndermeler yapıyor. Acaba bu kadar hızlı olmak bizim hayrımıza mı oldu, bunu da düşünmek gerek.
“Sivas’tan saat 13’te Ankara’ya doğru yol alan YHT’deydim. P encereden bakarken insan her ne kadar dışarıyı seyretse de iç dünyasında, geçmişinde ve geleceğinde yol alıyor daha çok…”
“Her şey çok hızlı değişti ve değişiyor. Kimisi hayatımızı kolaylaştırıyor, kimisi hayatı yaşanılmayacak derecede zorlaştırıyor, ürpertiyor ve korkutuyor. Çocukluk günlerimden bugüne baktığımda benimle aynı dönemi yaşayan kuşak bilir ki, evimizden eşyamıza, iletişimizden ulaşımımıza sahip olduğumuz her şey ama her şey o günkü şartlarda hayal edilemeyecek denli iyileşti, gelişti ve konforumuz arttı. Sevindirici. Hatta yeterli mi, hem bize hem yeni kuşağa göre yetersiz… Artık hiçbir şey bize yetmiyor, daha fazlası ve daha gelişmişi… talebimizin, beklentimizin sınırı yok âdeta.”
Bekir Sıddık Soysal İle Söyleşi
Leyla Yıldız, Bekir Sıtkı Soysal ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Sanat, estetik, mimari, şehir ve kültür üzerine keyifli bir sohbet dergi okurlarını bekliyor.
“Sanata meyilim, çocukluk yıllarında başladı diyebilirim. Bu hep böyledir, Sanat ilgisi çocuklukla başlar. Sonra iltifât, mârifet illiyeti üzerine bir seyir takip eder. İlkokul öncesi dört yaşımda, Merhum Ağabeyimin teşvik ve desteği ile okuma-yazma öğrendim. Ağabeyim özel albenisi olan defterler yapıyordu. Çok sayıda kurşun kalemler, boya kalemleri alıyordu. Yazıp çizdiklerimi iş ve arkadaş çevresinin ilgisine sunuyordu. Yoğun bir alâka ve iltifât ile ödüllendiriliyordum. Yazı ile başlayan el faaliyeti bir süre sonra resme yöneldi. Defterlerim yetersiz kaldı. Yerlere, duvarlara çizmeye başladım.”
“Dede Korkut Anıt Duvarı, Eskişehir Odunpazarı ilçesindeki Doğa Parkı’nın içine yapıldı. Yirmi metre uzunluğunda, beş metre yüksekliğinde, mermerden yapılan anıt duvarda, çini panoların alt kısmında mermer üzerine hikâyeleri anlatan metinler yer aldı.”
“Bursa, Edirne İstanbul… Hat, zirvesini İstanbul’da buldu ama yazının başlangıç noktası Bursa. Dikkat ederseniz Bursa Ulu Cami’nin duvarlarındaki hat örnekleri, Edirne’deki camilerin duvarlarındaki hat örnekleri vs. İstanbul’da da var, bu şekilde kemâlini buldu.”
Trabzon’un Ortasında Üç Hisar
Mehmet Mazak bize bu sayı Trabzon’u hisarlarıyla anlatıyor. Trabzon Kalesi’nde bulunan Kule Hisarı, Orta Hisar ve Aşağı Hisarı anlatıyor Mazak tarihi süreç eşliğinde. Rehberlerimiz Mehmet Mazak ve Evliya Çelebi.
“Bir Karadeniz şehri olan Trabzon, tarihsel geçmişiyle büyük bir canlılığa ve derinliğe sahiptir. Hitit, Asur, Milet, Arkad, Medler, Persler, Büyük İskender Makedonya, Pontus, Doğu Roma, Selçuklu, Osmanlı ve en son Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yerleşim şehri olmuş, kültürel ve demografik derinlik ve çeşitliliği bünyesinde barındıran bir yerdir.. Trabzon dendiğinde hemencecik aklıma I.Selim geliverir. Yavuz Sultan Selim şehzadeliği sırasında (1491- 1512) Trabzon’da Sancak Beyi olarak bulunmuş, sonradan Kanuni ünvanı alacak olan oğlu Sultan Süleyman burada doğmuştur. Ortahisar’ın hangi sokağına, meydanına, hanına, camisine ve konağına bakarsanız bakın sanki Şehzade Selim karşınıza çıkıverecekmiş gibi bir hisse kapılırsınız. Veya geniş bir konağın bahçesinde Şehzade Süleyman’ın oyun oynarken çıkardığı sesleri işitirsiniz. Yavuz Selim’in Annesi Gülbahar Hatun’un şehre vurduğu mührü görebilir, Karadeniz’in hırçın dalgaları ile yoğrulmuş Ortahisar halkına göstermiş olduğu şefkati ve merhamet hamurunun nesilden nesile geçerek günümüzdeki yansımasına şahitlik edebilirsiniz. Şehzade Selim’in karakterinin şekillenmesinde Trabzon mu etkili oldu? Yoksa Şehzede Selim’in Yavuz karakteri Trabzon’a mı sirayet etti? Bu şehrin sokaklarında dolaşırken bu soruların cevaplarını bulabilirsiniz.”
İstanbul’un Tarihinden Mozaik Hikâyesi
Zeytinburnu Mozaik Müzesi’ndeyiz. Hülya Günay rehberliğinde hem müzenin hem de mozaiklerin dünyasına giriyoruz.
“Zeytinburnu Mozaik Müzesi’ndeki motifler opus tessellatum tekniği ile yapılmıştır. Mozaik panonun merkezinde dalga ve örgü motifi bordürlü bir daire içine yerleştirilmiş sekiz köşeli ana motif göz doldurmaktadır. Yeşil, kahverengi, turuncu, mor renkler tercih edilmiş ve bir çiçek motifi oluşturulmuş. Kantharos, sarmaşık, lotus çiçeği, dört yapraklı çiçek bezemeleri ile düğüm motifleri ardından sekiz köşeli yıldız motiflerden oluşan başka bir kompozisyona geçiliyor. Mozaik panonun benzerleri, MS. 2. Yüzyıla ait Ulusal Roma Müzesi’nde sergilenen Tivoli’deki Hadrian Villası mozaikleri ve Knossos’taki Dionysos Villası mozaikleri içinde görülmektedir.”
Kalbimizin Sesi Mustafa Kutlu
Aynı çağda yaşamaktan mutluluk duyacağımız bir isimdir Mustafa Kutlu. Hikâyemizin güçlü ve içli sesi, Anadolu insanının yanık bağrı, büyük şehirlerde ayakta durmaya çalışan insanımızın payandasıdır o. Daha da önemlisi cümleleri aşktan gücünü alır. Bir türkü kadar sıcak ve bizden…
Mehmet Nuri Yardım, Mustafa Kutlu’yu anlatıyor. Önce kitaplarıyla, sonra kendisiyle tanışmasını anlatıyor Yardım.
“Mustafa Kutlu, hikâyecilerin hası, âlâsı. Varlığıyla iftihar etmeli, daha iyisi şükretmeliyiz. Hikâyelerinde hasretleri zaaflarıyla, sevinci kahrıyla, idealleri hüznüyle bizim insanımız anlatılıyor. Memleket ve geçim meseleleriyle uğraşan insanımızın serencamıdır bu metinler… İsimler dost, çehreler aşina… Sanki aramıza karışıp bizi dinlemiş sonra da bir kenara çekilip yine bizi ifade etmiştir. Öylesine bizden, öylesine içten… Yazarın gücü samimiyetinden geliyor. Afrasız, tafrasız bir dil, rahat ve sade bir üslup. Dertli, âşık insanımızı anlatır…. Mustafa Kutlu ismi ile hikâye türü birbirine pek yakışır, birlikte anılırlar.”
“Edibimiz, ‘hikâye’ ile ‘roman’ arasında tercihini kesin olarak hikâyeden yana koymuştur. Türkiye’de hikâye ile yazı hayatına başlayanlar, umumiyetle romana kayıyor. Aslında Kutlu’nun hikâye kitapları da bir bakıma roman gibi. Bağımsız olsa da birbirini tamamlayan, birbirine eklenen parça metinler bunlar. Okuyucuda bir roman bütünlüğü intibaı bırakan hikâye demeti için yazara yıllar önce görüşünü sormuştum. Şöyle demişti: “Roman belki menşei itibariyle bana halen Avrupaî bir tür olarak gözüküyor. Her ne kadar yerli yazarlar elinde oldukça yerlileşmiş olsa da. Ayrıca geniş bir vakit ve düzenli bir çalışma gerektiriyor. Oysa benim mizacım kısa zaman içinde yazmak istediklerimi bir çırpıda söyleyebilmek yönünde seyrediyor, hikâyelerimi çokluk bir defa yazıyorum. Ve sözü teferruat ile uzatmak yerine keskinleştirerek kısaltmak bana çok daha uygun geliyor. Bu sebeple aklımdan geçmiş olsa bile roman disiplinine kavuşacağımı o geniş vakti bulacağımı ancak umut ediyorum. Yâni belki…” O mülakatta “Hikâyemiz hikmet ve ahenge dayanıyor.” demişti.”
Şişli’deki “Papa Roncalli” Sokağının Hikâyesi
Necla Dursun, bir adresten yola çıkarak bu sayı Papa Roncelli üzerine bir yazı kaleme almış. Papanın Türkiye ile olan bağı, özellikle İstanbul sevgisi anlatılıyor yazıda.
“Angelo Giuseppe Roncalli Türk entelektüel çevrelerinde “Türk Dostu Papa” olarak tanınmıştır. Türkiye’ye olan sevgisiyle “Türk papa” olarak da nitelenir. 1958-1963 yılları arasında papalık makamında bulunmuş, Katolik Kilisesinde kayda değer değişikliklere imza atmış vizyoner bir şahsiyettir. O papalığın kurumsallaşma yolculuğunda önemli bir köşe taşıdır. Diğer dinlerle ilişkiler ve II. Vatikan Konsili’ni toplamak onun icraatlarıdır.”
“Bulgaristan’daki görevi esnasında komşu ülke Türkiye’yi çokça ziyaret etmiştir Papa. Ziyaretleri esnasında çok da İstanbul’a gelir. Çünkü İstanbul’a ayrı bir sevgisi vardır. İstanbul’a olan hayranlığıyla bilinen Papa bir müzede yaşar gibi itinayla geçirir İstanbul’daki vaktini. Mimar Sinan hayranıdır. İstanbul’da ve çeşitli illere yaptığı seyahatlerle Türkiye’ye sadece Hıristiyan mirası bakımından ilgili duymaz. Osmanlı sultanları ve onların eserleriyle de son derece ilgilidir. İlerleyen zaman içinde yaz tatilleri için de Türkiye’yi tercih eder ve bazı seneler tatilinin tümünü Türkiye’de geçirir. Gün gelip de görev yeri Türkiye olarak belirlenince ülkeye Haydarpaşa Trem Garı’ndan giriş yapar. Görev yeri Türkiye olsa da aynı zamanda Yunanistan’dan da sorumludur.”
Güle Güle Giden Adam
Dergide bir de veda yazısı var. Muhsin Duran, tanışıklıkları çok eskilere dayanan dostu Recep Seyhan’ı anlatıyor. Anılar, sevinçler, hüzünler eşliğinde veda ediyor dostuna. Ben de rahmet diliyorum hocama. Mekânı cennet olsun.
“Yıllar var ki bazı kadim arkadaşlarımızla, özellikle de Dursun Gürlek olmak üzere sık sayılabilecek aralıklarla görüşürüz. Birkaç aydır görüşemediğimiz Seyhan’a kavuşuyorum. Bir iki saatlik ziyaretimizin ilk saniyeleri hastalığıyla ilgili, biraz kasvetli ama sonraki dakikaları oldukça hayat doluydu. Kübra ile röportaj yaptılar. Hatta Dursun Hoca ile beraber olduğumuz çay sohbetlerinde olduğu gibi muzır esprilerde bile bulundu. Ama beni en fazla hislendiren ince duygu yüklü, derinlikli bir sanat erbabının; alışık olduğu ilim ve sanat çevrelerinden bir süre ayrı kalması idi.”
“Seyhun ve Ceyhun bakışlı kardeşim! Yeşilırmak gibi sükûnetle aktın, geçtiğin toprakları, bahçeleri, bağları suladın. Sonunda Yeşilyurt Köyü’nden çıkan bir pınar oldun. hemen aşağıdan geçen Yeşilırmak’a karıştın ve sonsuzluk deryasına ulaşmak için yola çıktın. Yolculuğun mübarek olsun… Mekânın, makamın cennet olur inşallah, seni çok özleyeceğiz.”