Cins’in 100. Sayısı

Cins dergisi, 100. sayısı ile selamladı 2024’ü. Kapağından duruşuyla, özgün içeriğinden, Cins bölümleriyle 2015’ten bu yana ruhumuzu besleyip duruşumuzu pekiştiriyor Cins.

100. sayıya dair birçok ismin görüşlerine yer verilmiş dergide. Birkaçını buraya alıyorum.

Güven Adıgüzel:İlk olarak şu; Türkiye’de herhangi bir basılı yayının yüz sayıdır ayakta olması bile başlı başına anlamlı, güzel. Üstelik Cins yalnızca ayakta değil, aynı zamanda atak, özgün ve kendi meseleleri olan bir dergi. Cins’in Türkiye’nin kültür ortamındaki varlığını önemsiyorum, bu bağlamda bir boşluğu doldurmak için değil, mevcut boşluğu sarsmak için yola çıktığını da söylemeliyim. Peki, iddiasının altında kaldı mı? Yüz sayılık yolculuğunda uçuruma taş atıp ses beklediği de oldu zannımca, asıl gündemimiz olmayı hak eden meseleleri bütün gücüyle kuşandığı da. Kültürel söylemi Türkiye’nin lehine belirlemeye çalışmak ya da mevcut tek sesliliği dönüştürmeye çabalamak, bir derginin gücünün sınırlarını aşan bir şey. Ama Cins ne yaptığının ne anlattığının ne söylediğinin farkında. Nice yüz sayılara.”

Ali Nuri Türkoğlu: “Cins, adı itibariyle bir hasret, bir dua gibi geliyor bana. ‘Cins kafalara’ cins bir çağrı. Bu kadar “akıllı uslu” hale getirilmiş bu dünyada edepli deli olmaya devam etmeli.”

Kaan Murat Yanık: “Cins’in entelektüel hayatımıza can suyu olduğu aşikâr. Bilhassa uzun yıllardır tekdüze ilerleyen kültürel hatta yeni kollar açtı. Benim naçizane beklentim derginin dünya edebiyatına ve dahi farklı coğrafyalarda cereyan eden kültürel ve sosyal değişimlere daha fazla odaklanması.”

Said Yavuz: “Cins bugüne kadar isminin hakkını verdi. Olaylara farklı bir zaviyeden ve diğerlerinden daha üstte bir bakışla bakmasını bildi. Hakikatin yanında oluşu onu cins yapan. Yüzüncü sayı Bin fersah koşacak o cins atın yeniden ve güçlü soluklanışı olsun.”

M. Nezihi Pesen: “Cins’i ben bir kale olarak görmek istedim hep. Kal’a. Sınırda. Savunma ve hücum için tahkimat sağlayan bir mevzi yeri. Burçlarından altı ciheti tarassut edebileceğimiz bir mekân, bir alan. Türkiye’de bu sağlamlığı ve sarihliği sağlayacak imkanlara çok ihtiyacımız var. Aklı, kalbi, zihni berraklaştıracak, arındıracak, kavileştirecek kelimeler için bir kale. Anadolu için. İstanbul ve Bağdat için. Buhara ve Semerkant için. Bu dünyanın bütün mazlumları için bir direniş kalesi. Filistin ve bütün Türkistan için. Kesintisiz bir mücahede ve murakebe yurdu. Yeryüzünün her bir yerine neşvesini yitirmeyen bineklerle akınlar düzenleyen bir kale. Bir korunak. Bir tepe. Esenlik bildirisi. Selam yurdu için.”

Anton Şalhat ile Filistin Edebiyatı Üzerine

Anton Şalhat, Akka/Filistin doğumlu araştırmacı, yazar, çevirmen ve edebiyat eleştirmeni. Yaptığı çalışmalarla Filistin edebiyatını dünyaya tanıtan isimlerden olan Şalhat, Peren Birsaygılı Mut’un sorularını cevaplamış.

“Şunu söylemek gerekir ki, Filistin Ulusal Kültür Hareketi’nin “erken başlangıçları”, Siyonist baskı altında 1948 Nekbe’sinden sonra aktif hale gelmeye başlamış ve kısa sürede ulusal kimliğin korunmasına vesile olmuştur. Ve bildiğiniz gibi iki temel özelliği vardır. Öncelikle unutturulmaya ve unutmaya karşı bir isyandır. İkincisi de Filistin halkının kolektif hafızasını inşa etmek ve yaşananları dünyaya duyurmak.”

“Filistin edebiyatında kimlik motifinin yanı sıra toprağa bağlılık motifi de güçlü bir şekilde yer almaktadır. Bu ise Filistin edebiyatının “savaşçı” bir edebiyat olmasına yol açmıştır. Semih el-Kasım, bir defasında Filistin edebiyatının rolüne işaret ederken şair ile kahramanın ikiz kardeşler olduğunu söylemişti. Altmışlı yılların ortalarında Lübnanlı bir eleştirmene verdiği bir söyleşide de Filistinlilerin, kendilerini buldukları şiddet ortamı içinde, bütün ritim unsurlarıyla geniş halk kesimlerinin kalplerine hitap eden bir modern şiir üretmeye mecbur kaldıklarını söylemişti.”

“1948-1967 yılları arasındaki başlangıç evresi, küllerin kalbinden yükselmek için özenli bir edebi girişimdi. İkinci aşama yani 1967 ve 1987 yılları arasında ise, daha da politikleşmiş yazma aşaması olarak adlandırılır. Arap bağlılığından ziyade Filistin kimliğine net bir şekilde odaklanılmıştır. 1987 sonrası ise Filistin edebiyatının artık olgunluk aşamasına eriştiği dönemdir.”

İstiklal Marşı Birleşeceğimiz Değerlerin Aynasıdır

Mehmet Zana Özgenç, Prof. Dr. Yılmaz Daşçıoğlu ile Mehmet Âkif ve İstiklâl Marşı konulu bir söyleşi gerçekleştirmiş. Daşçıoğlu’nun marşımıza dair söylediği birçok cümle var altı çizilecek.

“Esasen bir modern şair olarak Mehmet Âkif’in şiiri genel yapısı itibariyle yazıldığı zamana çok bağlıdır. Onun poetikası da aktüel zamanın içindeki gerçeği yansıtmak üzerine kurulmuştur. Buna karşılık epik ve mistik nitelikli dizelerinde aktüel zamanın kayıtlarının dışına çıkar. O şiirler yazıldığı koşulların geçici sınırlarını aşarak her devrin insanına hitap edecek duruma gelir. Bu Âkif şiirinin önemli özelliklerinden birisidir. İstiklâl Marşı, hem manzumenin yüksek ses gücü bakımından hem alabildiğine hareketli sözdizimi özellikleri bakımından hem de bu teknik özelliklerinin kaynaştığı içerik faktörleri bakımından yazıldığı dönemin olduğu gibi şimdinin ve geleceğin okurlarınca da severek okunacak bir şiirdir.”

“Âkif’in şiiri bireysel duyuşla kolektif ruhu kaynaştıran örneklerle doludur. Bütünüyle Safahat, bir bireyin gözünden aksettirilen tarih levhalarını taşımakta iken bu gözlem gücü aynı zamanda muhatap olunan toplum ile yoğun ve aktif bir empati duygusuyla birleştiği için onun şiirleri aynı zamanda eskilerin “maşeri vicdan” dediği kolektif ruhla kaynaşmış durumdadır.”

“Modernleşme dönemi aydınları ve giderek toplum arasında Batıcı-hümanist zihniyetle, yerli değerlere bağlı düşünce arasında kıyasıya bir mücadele bulunmaktadır. Cumhuriyet’in kuruluş sürecindeki devrimlerden bir kısmının toplumsal kabulündeki direnç ile bu direnci gösteren toplumsal çoğunluğun ve onların referansı durumundaki aydınların baskıya ve dışlanmaya maruz kalmaları bilinen bir olgudur.”

Deyr Yâsin Yetimlerinin Annesi;Hind El Hüseyni

Peren Birsaygılı Mut Filistin çalışmalarına devam ediyor. Birçok farklı Konu ve bakış açısı ile Filistin’in sesi oluyor Mut. Bu kez de Hind El Hüseyni hakkında yazmış. Filistin, yetimler yurdudur. Binlerce yetimin hayat mücadelesi verdiği bu topraklarda bu çocuklara kucak açmak da herkese nasip olmuyor. Hind El Hüseyni anne oluyor yetimlere. Hem de son nefesine kadar.

“Kudüs yakınlarında Deyr Yasin adında güzeller güzeli bir Filistin köyü vardı. Köy halkı, 9 Nisan 1948 akşamı hoparlörlerden gelen “Köyü terk edin!” anonsları ile uyanmış ve daha ne olduğunu anlayamadan, hepsinin evi ateşe verilmeye başlanmıştı. Kaçmak isteyenler yakalanıp kurşuna dizilmiş, çocuklar annelerinin gözleri önünde öldürülmüş, hamile kadınların karnı deşilmiş ve cesetleri de kuyulara atılmıştı. Üstelik silahsızdılar zira kısa süre önce çevredeki kibutzlarda yaşayan Yahudi komşularıyla saldırmazlık anlaşması imzalamışlardı.”

“O gün, orada 55 tane yetim çocuk bulacaktı Hind el Hüseyni. Kimisi henüz 2-3 yaşında, kimisi de daha büyük. 55 tane kız ve erkek çocuk toplamayı başarmıştı yıkıntılar arasından. Bazıları hiç konuşmuyor, hâlâ titriyordu. Onları hemen Kudüs’e götürmeliydi. Cebinde sadece 138 Filistin lirası vardı, kimsede para yoktu ki. Ancak aile dostları Adnan Al Tamimi imdadına yetişti. Ve Adnan Bey’le birlikte çocukları toparlayarak, Kudüs’ün en eski mahallelerinden olan Souq Al-Hasr mahallesindeki iki odalı bir eve yerleştirdiler.”

“Arap Çocuk Evi ve okul binası, 1967’deki Arap-İsrail saldırıları esnasında hastaneye dönüştürüldü. Hind el Hüseyni’nin hayatını kurtardığı çocuklar artık büyümüş, hatta bazıları doktor ve hemşire olmuşlardı. Yaralıları onlar tedavi ediyordu. Okul binası, daha sonra İsrail tarafından özellikle hedef alınarak bombalandı ancak çalışanların gayretleri sonucunda yeniden inşa edildi.”

Başlama Vuruşu’nda Ömer Yalçınova

Bu sayı Ömer Yalçınova’nın şiir yolculuğuna eşlik ediyoruz.

“Avize dükkanında tek başına vakit geçirmeye çalışırken şiir yazıyordum. Ortaokul ikinci sınıf öğrencisiydim henüz. Yaz tatillerinde avizecide çalışıyorum. Patronların karşı tarafta bir de elektrik dükkânı vardı. İşte kablo, ampul, dinamo, priz, düğme satılan yer. Patronlar daha çok orayla meşguller. O yüzden benim oturup sıkılmaya vaktim oluyordu. Eh, avizeyi o zamanlar sadece zenginler alabiliyor. 1993 veya 1994 yılları. Maraş’ta henüz orta gelirliler palazlanmamış, avize nedir bilmiyorlar ya da gerekli görmüyorlar onu.”

“Benim şiire başlayışım sanırım Osman amcanın bu “Tüh ya!” dediği andır. Binlerce şiir yazdım. Kimse “Oku bakalım, dinleyelim” demedi. Ama çevremdeki, hayatımdaki herkes şiir yazdığımı biliyordu. Çevremde olmayanlar da öğrendi sonra bunu. Tanımadığım insanların, “Şu şiirinizi okudum” dediklerinde yaşadığım şaşkınlık bu yüzdendir. Ben hala o dükkânın içinde şiir yazıyorum. Babam ve arkadaşı geliyor. Sonra patron geliyor. Sonra onlar dağılıyor. Ama ben şiir yazmaya devam ediyorum.”

Dergi Dosyası

Cins’te dergicilik üzerine dosya boyutunda çalışmalar da yer alıyor. Yazılardan bir örneği ve Vahdettin Işık ile dergicilik üzerine yapılan söyleşiden bir bölümü buraya alıyorum.

Türkiye’de Dergiciliğin Tozlu Tarihi

Beyza Karakaya, dergiciliğin tarihi üzerine yazmış. Tarihi süreçte ilk dergilerden başlayarak, özellikle düşünce akımlarına yön veren dergilere dair ayrıntılar var yazıda.

“Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı’da da bilinen ilk Türkçe dergiler bilim alanında yayınlar yapmışlar bu alandaki ihtiyacı karşılaşmışlardır. Bilinen ilk Türkçe dergi 1849-1851 yılları arasında çıkan ve 28 sayı yayımlanan bir tıp dergisi hüviyetindeki Vaka-i Tıbbiye’dir. Münif Paşa tarafından 1862 yılında kurulan Cemiyet-i İlmiyeyi Osmaniye derneğinin dergisi Mecmua-i Fünun ise, fizik, kimya, felsefe, ruh bilim, toplumbilim, tarih ve coğrafya gibi konularda yayın yapmış, nitekim dernekle birlikte 1869 yılında kapanmıştır. Aynı dönemde Mecmua-i İbritname, Takvim-i Ticaret, Ayine-i Vatan, Tuhfet-ülTıb, Cüzdan adlı dergiler de çıkmıştır. Her ne kadar bu dönemde pek çok başka dergi de yayına başlasa da ömürleri çoğunlukla bir sayılık olmuştur.”

“15 Nisan 1921-5 Ocak 1923 tarihleri arasında 15 günde bir yayımlanan Dergâh Dergisi’nin mesul müdürü Mustafa Nihat Özön’dür. Dergi büyük ölçüde baş yazarı olan Yahya Kemal Beyatlı’nın fikir, görüş, zevk ve estetik anlayışı doğrultusunda yayın yapmıştır. Yahya Kemal yalnız yazdığı makalelerle değil, dergide yazan diğer yazarlara da yön vererek derginin çizgisini tayin etmiştir. 1923 yılında yayın hayatına ara veren dergi 1990 yılında Ezel Erverdi yönetiminde Mustafa Kutlu editörlüğünde yayın hayatına yeniden başlamış, Dönemin önemli yazar ve şairlerine ev sahipliği yapmış aynı zamanda genç yazar ve şairlerin yetişmelerinde önemli katkılar sağlamıştır. Derginin editörlüğünü 2016 yılından itibaren yazar ve şair Ali Ayçil üstlenmiştir. Nitekim Dergâh’ın 2022 yılının Şubat ayında yayınlanan bir bildiri ile yayın hayatına ara verdiği duyrulmuştur.”

“Necip Fazıl Kısakürek’in 17 Eylül 1943 tarihinde kurduğu Büyük Doğu Dergisi 5 Haziran 1978 tarihine kadar aralıklarla 35 yıl yayın hayatına devam etmiştir. Tek Parti iktidarı ve Demokrat Parti iktidarı dönemlerinde muhafazakar ve milli muhalefetin temsilcisi olmuştur. Büyük Doğu Dergisi aynı zamanda Necip Fazıl’ın kurduğu Büyük Doğu Hareketi düşünce sisteminin de adıdır. Necip Fazıl derginin çıkış sebebinin ülkedeki düşünce ve ideoloji bakımından husule gelen eksikliğin giderilmesi olduğunu söylemiştir. Dergi 35 yıllık yayın hayatı boyunca Sait Faik, Özdemir Asaf, Oktay Akbal, Salih Murad Uzdilek, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Peyami Safa, Nurettin Topçu, Nihal Atsız, Cemil Meriç, Şevket Eygi, Sezai Karakoç, Sabahattin Zaim gibi pek çok önemli yazara ev sahipliği yapmıştır.”

Vahdettin Işık Söyleşisinden…

“Görebildiğim kadarıyla günümüzdeki dergilerin gündem oluşturma ve taşıma bakımından 80’li, 90’lı yıllara göre etkisi oldukça zayıfladı. Bunun çeşitli sebepleri var. Çünkü bilginin dolaşımında yeni imkanlar ve zeminler ortaya çıktı. Mesela dijital zeminler insanların kendilerini ifade etmesinde çok ciddi bir mecraya dönüştü. Bir de dün kendilerini ifade etmek için çok fazla kurumsal imkana sahip olmayan insanlar bugün hem kendi fikirlerini derinleştirmek için hem de muhataplarına ulaşmak için yeni zeminler buldular. Mesela akademi ve sivil entelektüel platformlar bu açıdan büyük bir zemin oldu. İnsanlar bu zeminlerde kendilerini ifade ediyor. Tabii bu durumun başka yansımaları oldu.”

“Hem okuyucu olarak hem yazar olarak hem de dergi çıkarma süreçlerinde bulunmuş birisi olarak söylüyorum, dergilerin kitap ve gazetelere göre bir farklılığı var. Gazete çok aktüel ve güncel olanı, gelip geçici olanı daha çok konuşuyorken kitaplar ve dergiler daha kalıcı emeklerin, sonraki kuşaklara kalacak birikimlerin, meselelerin odaklandığı yayınlardır. Dergiler biraz daha hem ciddi hem güncelle irtibatlı olmalıdır doğası gereği. Onların olmadığı bir düzlemde uzun tecrübelerin ve onlardan damıtılmış fikirler yarına taşınamayacaktır.”

Gölgenin Başlattığı Karanlık

İbrahim Varelci, gölgeyle başlayan karanlığı yazmış, yani insanın görünmeyen yüzünden başlayan ve dünyaya açılan suretinden… İnsan mı gölgesini takip eder gölgesi mi insanı…

“Sen görebiliyordun gölgemizi. Sana hep seyretmek düştü, bana hissetmek. O gün arkama dönüp gölgeye bakmadım. Korktuğumdan mı? Ben hiçbir şeyden korkmuyorum. Fakat orada, duvarda iç içe geçmiş silüetimizin bozulmasını istemedim. Gözlerin hep gölgemizi izliyordu. Orada konuşan biz değil miydik, sadece gölgelerimiz miydi? Gölgeler birbirine sarılmış, öpüşüyorlardı. Gölgeler bizden daha cesurdu, bizi de aşarak, bizim kalbimizden geçerek, bizi geçerek, bizi yıkarak, bizi umursamayarak, unutarak tüm yasak düşünceleri, duvarda bizden habersiz aşkın silüetini çiziyor. Sen aşka hürmetinden gölgeden ayırmıyorsun gözlerini, orada izlediğin aşkın en saf hali.”

“Gölgemiz hep orada kaldı. O duvarın gövdesinde, duvarın bacaklarında, duvarın karnında, duvarın kalbinde, duvarın yüzünde. Eminim oradadır her akşam üzeri. Nice âşıkların önünden dalgınlıkla geçtiği bir duvarda. Gerçekten âşık olabilselerdi o gölgeyi görürlerdi.”

“Gölgeyi gözümde canlandırırken, neden orada değil de buradayım sorusu zihnime derin bir oyuk açıyor. Hiçbir zaman cevabı olmayacak bir sorudur belki de. Daha birçok şeyi bilemeyeceğim. Kendimi bilmenin renksizliğinden, ruhsuzluğundan, rahatından azat ediyorum. Hissetmenin o yakîn bilgisinden de. Aklımı terk ettiğim uzun yolculuklarda aslında onu yanıma hiç almak istemediğimi anladım. Yük gibi geliyordu sanki.”

Şehir ve Kültür, Sayı:114

Şehir ve Kültür dergisi 114. sayısıyla girdi 2024’e. İstikrarlı, şehrin kalbini dinleyen, geniş bir coğrafyanın sesi soluğu olan dergi her sayı sunduğu zengin içeriklerle edebiyat dünyamıza renk katmaya devam ediyor.

114. sayının kapağını Kapadokya ve atlar süslüyor. Kapak yazısı da Şifanur Özçelik Şirin’den. Yazdığı şehir yazıları, ardı ardına çıkardığı kitapları, yaptığı programlar ile Şirin, 2023’ü en verimli geçiren isimlerden oldu. Edebiyatın bir disiplin işi olduğunu da çalışmalarıyla perçinleyen Şirin, Şehir ve Kültür’ün 114. sayısında Atlar Diyarı Kapadokya yazısı ile yer alıyor.

“İlk durağımız, Kapadokya sınırlarında yer alan Ürgüp ilçesiydi. İç Anadolu Bölgesi’nin önemli gezi alanlarından olan Nevşehir, biz seyyahlar için birbirinden güzel ilçeleri ile görsel şölen yaşatmaktadır.”

“İlçe merkezinde bulunan Ürgüp Müzesi müze severler için mutlaka ziyaret edilmesi gereken yerlerin başında gelmektedir. Müze tarihe ışık tutan yüzlerce parçayı içerisinde bulundurmaktadır. Hristiyanların yaşadığı dönemlerden, Osmanlı Dönemine kadar farklı medeniyetlerin ortak noktası olarak korunmuş olan kültürel parçalar da müze içerisinde yerini almıştır. Müze yapısal olarak küçük olmasına rağmen içerik bakımından oldukça zengindir.”

“Kapadokya’nın da önemli motiflerinden olan Tarihi Avanos Evleri ilçenin tam merkezinde bulunmaktadır. Kızılırmak manzarasının görüntüsüyle birleşen bu evlerin bulunduğu yerlerden özellikle günbatımında eşsiz fotoğraflar çekebilirsiniz.”

Mesnevi’ye Dair

Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, Mesnevi hakkında yazmış. “İnsanlığın ortak bilgi ve bilgelik hazinesi” olarak adlandırmış Mesnevi’yi Gürdoğan. Mevlana’ya dair de özel notlar var yazıda.

“Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir kimse, bilinen sorulara bilinmeyen cevaplar arayan Mesnevi’den usanmaz. Dünyanın neresinde olursa olsun, Mesnevi okuyan Mesnevi’de kendini bulur, Mesnevi’yle yeniden doğar…. Mevlana iki dünyanın üzerindeki örtüleri kaldırarak, iki dünyayı bütün çirkinlikleriyle ve bütün güzellikleriyle insanların gözlerinin önüne serer. Mevlana’nın düşünce ve eylem dünyasında, çirkinlik arayan çirkinlik, güzellik arayan güzellik bulur. İnsan iki dünyada da neyin peşindeyse, peşinde koştuğuna kavuşur. İyilik peşinde koşanlar iyiliklerle, kötülük peşinde koşanlar kötülüklerle karşılaşırlar… Mevlana ne Doğuludur ne de Batılıdır, Mevlana bütün dünyalıdır. Onun ana vatanı, insanlığın atalarının yitirdiği, bir buğday tanesi karşılığında vazgeçtikleri “Yitik Cennet”tir. Mesnevi Ytirilen Cennet’in yol haritasıdır. Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürür.Nerede bir insan ölüyorsa, Mevlana oralıdır.Mevlana ölenle ölendir. Ölümümün Asyalısı,Avrupalısı,Amerikalısı yoktur.”

Balıkesir Tren Garında Tarih

Mehmet Kâmil Berse, Balıkesir’i anlatmaya devam ediyor. Bu kez tren garındayız. Gar ve çevresi demli çay kıvamında verdiği huzurla tarihe de not düşülen bir mekân olma özelliğini Koruyor Balıkesir’de.

“Yıllar öncesinin İstanbul Balıkesir seferini anlatmamım bir nedeni Balıkesir Tren gar binası ve çevresini anlatmak içindi. Mekânlara insan ruhunu yansıtmak isteyişimdendir…

O yıllarda Balıkesir şehrinin giriş noktası bu meydandır. Karşısında Otobüs garajı, garajın bir tarafında yüksek öğrenim Öğrenci yurdu bulunuyordu. Meydanın bir tarafında zamanın en iyi oteli Kervansaray otelinin yer aldığını ifade edeyim. Bugün Kervansaray yok.”

“Haydi kalkalım dendiğinde çay muhabbetinde konuşulanlar yolda devam eder, vaktin durumuna göre, Bu caddeye çıkmadan Lütfullah efendi camiinde vakte göre görevi ifa etmek yükümüzü hafifletir. Yola devam ederiz…”

Zeyrek Çinili Hamam’ın Öyküsü

Hülya Günay, Zeyrek Çinili Hamam’ın öyküsünü anlatıyor. İstanbul’un gizli hazinelerini ortaya çıkarıyor Günay. Zeyrek’teyiz. Fatih’te bir semt Zeyrek. Semtin belirgin özelliklerinden sonra çinili hamamı anlatıyor Günay.

“Osmanlı donanmasının kaptanı deryası Barbaros Hayreddin Paşa Zeyrek yamacının üstüne bir hamam inşa etmesi için sarayın başmimarı Mimar Sinan’ı görevlendirir. 1530-1540 yılları arasında, mavi- beyaz İznik çinileriyle süslenmiş, erkek ve kadınlar için ayrı bölümleri olan çifte hamam inşa edilir. Hamam zaman içinde, “Hayreddin Paşa, Kaptanpaşa, Tezgâhçılar, Zeyrek, Çinili Hamam” gibi adlarla anılır. 17. yüzyıla gelindiğinde, Zeyrek dükkân işletmeleri ile ticaretin canlandırdığı, çoğunlukla orta sınıfa mensup ve Müslüman nüfuslu bir yerleşim yeri halini alır. Çinili Hamamı takip eden, Haydarhane, Azebler ve Çukur gibi bölgenin gözde hamamları inşa edilir. 1633, 1660 ve 1693 yıllarında çıkan bir dizi yangın Zeyrek semtini de etkiler ve derin hasarlara neden olur. 1718, 1756 ve 1782 Cibali yangınları İsatanbul’un en yoğun nüfuslu bölgelerini etkiler. Çinili Hamam bu dönemde saraçhane olarak kullanılır. Hamamın ilk özel mülk sahibi Ali Bey, 1833-1850 yılları arasında kapsamlı restorasyonlar yaptırır. Bu sırada 1874’te hamam çinileri antikacı LudovicLupti’ye satılır. Sultan II. Abdülhamid’e sunulan bir layihadan Lupti’nin çinilerin çoğunu Paris’te sattığı biliniyor. Söz konusu çiniler bugün, Vitoria, Albert, Louvre gibi müzelerin özel koleksiyonlarında bulunuyor.”

“Çinili Hamam Müzesi’nde kazı buluntularından, müzeye bağışlanan eserlere kadar zarif parçalarda bir dönemin ruhuna, yankısına, şiirlerine, yaşantısına yolculuk yapmak kıymetli bir tecrübe.”

Dört Yüzyıl Sonra Bir Büyük Adam

Mehmet Sermet Molu, tarihten ilham alan çini ustası Fâik Kırımlı hakkında yazmış.

“Bir insana ismi bu kadar mı yakışır?.. Istanbul’un imrenilesi terbiyesi ile yetişmiş kibarlık örneği mübarek kadın… Ve onun yetiştirdiği çok özel bir evlât Fâik Kırımlı… İnsan sanatçı ruhu ile doğmuş ise her şeyi farklı biri oluyormuş. Dörtyüz yıldır başarılamamış bir işi başarmak başka türlü mümkün olabilir mi?.. Şimdi bu konuya kısacık da olsa değinmeden elbette geçmemeli… Dünyada, tarihin hiçbir döneminde daha güzeli üretilemiş, saraylarımızın, camilerimizin güzelliğine güzellik katan, dünya müzelerinin baş köşelerine kurulmuş İznik çinilerinin en büyük alıcısı, sanatın ve sanatçının değerini çok iyi bilen, bunun için hiçbir fedâkârlıktan kaçınmayan Osmanlı Devleti…”

“Fâik Kırımlı imzasını taşıyan başarı, 16.yy’ın sonundan itibaren üçyüz küsur yıl boyunca hiçbir uğraşın, hiçbir denemenin, hiçbir araştırmanın elde edemediği şeydir… Bu büyük başarının sâhibinin çok özel bir kişilik olmasından daha doğal ne olabilir ki?.. Eserlerinden mi yoksa kişiliğinden mi daha çok etkilendiniz derseniz kolay cevap veremem..Eserleri kadar kendisi de kıymetli olmak böyle birşey olsa gerek… Varlığından yeni haberdâr olduğunuz biri ile, tanışır tanışmaz yakın dost olmak hepimize şaşırtıcı gelebilir..Ama o, herkesin ilk görüşte kolayca farkedebildiği gibi “kimselere benzemez” kimselerdendi… Maddeye bakışı farklı, dostluğa bakışı farklı, dünyaya ve sanata bakışı farklı çok özel kişi…”

Gümüşhane’nin Saklı Güzellikleri

M. Nihat Malkoç, Trabzon’un komşusu Gümüşhane’yi saklı güzellikleriyle anlatıyor.

“Gümüşhane, Kuşakkaya’nın eteklerinde kurulmuş, Harşit Çayı’yla ikiye ayrılmış, dağların koynunda uyuyan nazenin bir güzeldir. Burada tarih ve doğal güzellikler bambaşka bir sentez oluşturur. Bu güzel şehir Tarihî İpek Yolu güzergâhı üzerindedir. Adını çok zengin gümüş madeni yataklarından almaktadır. Fakat burada gümüşün yanında altın gibi başka kıymetli madenler de bol miktarda vardır. Doğuda Bayburt, batıda Giresun, kuzeyde Trabzon ve güneyde Erzincan ile komşu olan bu şirin şehir, düşlerinde 1210 metre yüksekten bakmaktadır masmavi denizlere. Denizden uzak düştüğü için dağlarla söyleşmektedir gece gündüz…”

“Gümüşhane’nin en yakın komşularından biri Trabzon’dur. Trabzon’da da çok sayıda Gümüşhaneli vardır. Gümüşhane’nin Trabzon’la diyaloğu diğer şehirlerden çok daha fazladır. Bu iki şehrin birbirine uzaklığı 100 kilometre civarındadır. Gümüşhane’yle Trabzon arasında hemen her saat başı ulaşım imkânı vardır. Bu durum, ilişkileri sıcak tutmaktadır. Öte yandan Trabzonlular kendi şehirlerinin dışında çalışma mecburiyetinde kaldıklarında Gümüşhane’yi tercih etmektedirler.”

Soğukçeşme Sokağından Yükselen Nâme

Mehmet Mazak ile sokakları adımlıyoruz. Sokağın sadece sıradan bir mekân olmadığını edebî bir pencereden bakınca anlıyoruz. Huzurun, samimiyetin korunaklı durağıdır sokaklar. Soğukçeşme Sokağı’ndayız. Tarihin damıtıldığı bir sokak burası.

“Sokakların dili vardır, bazıları lal olmuştur, bazıları ise en güzel nâmeleri ile hikayelerini anlatır. İstanbul kuşkusuz dünyanın en güzel şehri ise en güzel sokakları da içinde barındıran şehirdir. İstanbul’un çok özel ve güzel mekanları vardır insanı çağıran ve içini ısıtan. İstanbul’un göbeğinde Payitaht-ı rûy-ı zemine sırtını yaslamış “Soğukçeşme Sokağı” en güzel nameleri ile görenleri ve duyanları kendine ram eden bir mekân olarak selamlar bizleri.”

“Soğukçeşme sokağında gezerken hâlâ ahşap pencerelerinde kadife perdelerin, salonlarında büyük konsol takımların bulunduğu ahşap konaklardan sokağa yayılan nameler eşlik eder size. Sokak ağzı olarak sinirlenen ve kızan birinin muhatabını korkutmak için halk arasında kullandığı “canımı sıkma duvara yapıştırırım seni…” ifadesi Soğukçeşme Sokağında mecazi olarak değil tam gerçek olarak karşınıza çıkar. Bu sokakta bütün ahşam evler ve konaklar Topkapı Sarayı dış surlarına yapıştırılmış vaziyette inşa edilmiştir.”

“Tarihi evleri, çeşmesi, sarnıcı, İstanbul Kitaplığı, lokanta ve konaklama yerleri ile Soğukçeşme sokağının bir ucundan girip, diğer ucundan çıkmak birkaç dakika sürse de zamanın durduğu dakikalardır bu süre. Osmanlı’nın son dönemi film şeridi gibi gözünüzün önüne gelir, dakikalar seneler gibi geçer bu sokakta. Bir tarafınızda Topkapı diğer tarafınızda Ayasofya gibi abidevi medeniyet eserleri olduğu halde cumbalı ahşap evlerin seyrine doya doya ilerlerken Arnavut kaldırımı döşeli yollar size her adımınızda bir Udun telleri gibi Davudi bir ses verirler.”

Müzikli Maarif Takvimi

Mehmet Cemal Çiftçigüzeli, müzikli maarif takvimi hakkında yazmış. Geçip giden zamanı müziğin ritmiyle yorumlamanın adıdır bu takvim. Olup bitene notAları şahit tutmaktır. Müziğin evrensel dilinin en somut göstergesi olan takvimi örnekler eşliğinde anlatıyor Çiftçigüzeli.

“Bilindiği gibi Müzikli Maarif Takvimi Türkiye ve Dünyadaki yaşanan ay içindeki gelişmeleri, bir sanatçı veyahut bir şarkı ile ötüştürerek açıklamalı bir etkinlik olarak kültür hayatımıza girdi. Çok da iyi oldu. Benim yüreğimde TURİNG Başkanı Dr. Bülent Katkak binlerce gence kucak açarak onları kucaklayan, kuşatan, uzmanlıklarını geliştiren, atölyelerle hobilerini yeşerten, iddialı hale getiren, yurtiçi ve dışı tecrübe kazandıran, ufuk açan, hafta sonları çeşitli etkinlik ve gösterilerle dinlendiren ve bilgilendiren, kitap ve muhit kazandıran bir rektör gibidir, bir üniversite hocası gibidir. Eğer Sevgili Bülent Katkak olmaza müziğimizdeki bu yenilikleri bilmeyecek ve öğrenemeyecektik.”

“Aralık ayında neler olmuş; İstiklal Marşı Yazarı Mehmet Akif Ersoy ve Klasik Türk Müziğinin Hafızası Prof. Dr. Nevzat Atlığ vefat etmiş, bir gelenek olarak devam eden şeb-i aruz törenleri yapılıyor. Başta Ermenilerle anlaşma sağlanmış.”

“Mehmet Akif Ersoy’un şiirlerinden bestelenmiş bir repertuvar bir ayrı fasıl. Aynı zaman diliminde gerçekleşiyordu böylesi bir program da. Akif ile bağlantılı 100 yıllık bir operetin öyküsünü Beşir Ayvazoğlu, Nilgün Doğrusöz ve projenin sahibi sanatçı Hüseyin Kıyak’tan dinlemek ayrı ve çok yeni bir bilgilendirme. Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı’nın programında Şef İhsan Özer yönetimindeki, sanatçılar Yahya Geylan ve Canan Sezgin Geylan bu çalışma ile musiki tarihimizin sayfalarında yer aldılar.”

Erzurum’dan Örnek Bir Dergi; Ukalâ

Okul dergilerini çok önemsiyorum. Öğrenciyi, müfredatın ve sınavların dışındaki dünyaya çağıran en özel çalışmalardan olan okul dergileri; gençlerin kendilerini gösterebilecekleri ve geleceğe kalacak cümleler kurabilecekleri özel bir alan. Elbette dergi çıkarmanın maddi yükü yanında önemli bir sorumluluk ve iş yükü alanı da var. Biz genelde iki ve üçüncü maddeye takılıyoruz. Maddiyat bir şekilde hallediliyor da bu işe omuz verecek ve bu işin önemine gönülden inanacak kişilere ihtiyaç var. Dersler bir şekilde öğreniliyor, sınavlar gelip geçiyor ama otaya bir eser hassasiyeti ile konan çalışmalar gençlerin gelecekleri için de önemli bir yol haritası olabiliyor.

Erzurum Türk Telekom Nurettin Topçu Sosyal Bilimler Lisesinin çıkardığı Ukalâ dergisi 7. sayıya ulaştı. Öğrencilerin çalışmalarının dergide kendine yer bulduğu ve okulun kimliğine de yakışan bir çalışma ortaya çıkmış. Vali, kaymakam, milli eğitim, okul idaresi, öğretmen ve öğrenciler bu derginin bir köşesinden tutmuş ve Ukalâ dergisi yüz akı olabilecek bir içerikle yarınlara notlar düşmeye devam ediyor. Bu tür çalışmaların tetikleyici bir gücü de olmak zorunda. İmkânlar olur ama bunları hareket geçirmek de bir maharet ister. Bu anlamda okul oldukça şanslı. Günümüz edebiyatının yakından tanıdığı şair ve yazar Vahdettin Oktay Beyazlı bu okulun edebiyat öğretmenlerinden. Bun şansı çok iyi değerlendirmiş okul ve ortaya böylesine güzide bir çalışma çıkmış. Ben dergiye emeği geçen herkesi canı gönülden kutluyorum. Bu çalışmanın yurt genelinde örnek olmasını diliyorum.

100. Yılda Edebiyat Soruşturması

Cumhuriyetin 100. yılı dolayısıyla birçok alanda olduğu gibi edebiyatta da 100 yıllık değerlendirmeler yapılıyor. Ukalâ’da da hikâye, roman, şiir, eleştiri gibi başlıklarla edebiyatımızın yüz yılı hakkında bir soruşturma yapılmış. Çok değerli isimlerin görüşleri var soruşturmada. Arşivlik bir çalışma ortaya çıkmış. Ben soruşturmadan birkaç örneği buraya alacağım.

100. Yılında Cumhuriyet Hikâyesi

Dr. Âlim Kahraman- XIX. yüzyılda edebiyatımızda bir kırılma ve değişim yaşanmış, Batı’daki örneklerine bakılarak roman, tiyatro, öykü gibi yeni türler Türk edebiyatına da girmiştir. “Kıssa” dediğimiz sonunda bir ders çıkarmak üzere anlatılan hikâyelerin geçmişi bizde çok eskidir. Bunlara örnek olarak Mevlana’nın “Mesnevî” adlı eserinde konu içinde geçen kıssaları verebiliriz. Ayrıca Türk edebiyatının klasiklerinden “Dede Korkut” kitabında yer alan hikâyeler, destanın bazı özelliklerine de sahip olsa bile sade dili, insan hallerini hissettirici anlatımıyla bugünkü modern dönem öykücülerine de örnek olabilecek bir enerjiyi içinde taşımaktadır.

Sadık Yalsızuçanlar- Modern öykü, bizde, daha çok on dokuzuncu yüzyılın başlarında ilk örneklerine tanık olduğumuz yeni bir tarz/tür olarak kendini gösteriyor. SamipaşazâdeSezâî’nin ve benzeri yazarların ilk örneklerini verdiği modern öykünün, kurucularından en değerli isim olarak, kurguya dayalı, olay hikâyesinin babası, Ömer Seyfeddin anılmalıdır. Seyfeddin’in dili son derece yalın, hikâye etme, olay anlatma, olaylar örgüsünü sımsıkı örerek yansıtma bakımından da nadidedir.

100. Yılında Cumhuriyet Romanı

Prof. Dr. Nurullah Çetin – Cumhuriyet’imizin kazandırdığı bir başka önemli değer, romanımızın ve diğer edebiyat türlerimizin Anadolu’ya açılmasıdır. Cumhuriyet öncesi süreçte Türk romanında Anadolu yok denecek kadar azdı. Ahmet Midhat Efendi’nin “Bahtiyarlık” adlı hikâyesi, Nabizade Nazım’ın “Kara Bibik”, Ebubekir Hazım Tepeyran’ın “Küçük Paşa” adlı romanlarının dışında Anadolu’dan bahseden romanımız yok gibiydi. Cumhuriyet öncesinde romanımız çok büyük ölçüde İstanbul’u konu alan İstanbul merkezli bir romandı. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Ankara merkezli bir Anadolu devleti olarak kuruldu.

A.Yağmur Tunalı –Elli altmış yıl önce en güzel örneklerini verdiğini düşündüğümüz romancılığımız bugün bambaşka bir çizgidedir. Peyami Safa, Tanpınar, Sâmiha Ayverdi, Kemal Tahir, Tarık Buğra ve hatta Attila İlhan gibi yazanlar olmaması tabiidir. Onlar insanı ruh derinlikleriyle ele aldılar. Bugün fizik yaşayış hususları daha öndedir.

100. Yılında Cumhuriyet Şiiri

Doç. Dr. Mehmet Sümer – Cumhuriyet Dönemi Türk şiirini surlarla çevrili müstahkem bir eski zaman şehri gibi tasavvur edersek şehre giriş kapısının önünde iki sütun gibi iki şair durur: Yahya Kemal ve Ahmet Haşim. Onlardan sonra gelenler, bu iki sütunla kavga ederek veya onları takip ederek ama şu veya bu biçimde bu iki şairi dikkate alarak var olmaya çalışmışlardır. Ahmet Hamdi, Necip Fazıl, Yedi Meşale şairleri, Cahit Sıtkı, Ziya Osman, Orhan Veli vs. Bütün bu şairleri bir biçimde bu iki şairle ilişkilendirerek anlayabilir ve anlatabiliriz. Arada Nâzım Hikmet gibi aykırı bir ses vardır. Belki yalnızca onu bu iki şairle ilişkisi üzerinden anlamak mümkün olmayabilir. O da aslında şiir hayatının erken dönemlerinde yine bu iki şairle ilişkidedir. Fakat bu ilişki, Nâzım fenomenini izah etmeye yetmez ve bu yönüyle o istisna kalır.

Yunus Emre Altuntaş100 yılın şiiri ve şairi söz konusu olduğunda hiç şüphesiz bu pâye İstiklal Marşı’nın ve onun kutlu şairi Mehmed Akif’in olacaktır. İstiklal Marşı öyle bir şiirdir ki yeryüzünde onun benzeri bir metin yazılmamıştır. 10 kıtalık bir şiirde koca bir milletin tarihini, inancını, mücadelesini, aşkını, kültürünü ve irfanını bu denli veciz ve etkili bir şekilde anlatabilen başka bir örnek yoktur. Bu sebeple olsa gerek Mehmed Akif büyük bir tevazuu ile “İstiklal Marşı’nı milletime hediye ettim… Zaten o milletin öz malı ve eseridir. Ben yalnız gördüğümü yazdım.” demiştir.

100. Yılında Cumhuriyet Edebiyatında Eleştiri

Prof.Dr. Mustafa Kurt – Cumhuriyet’in ilk yıllarında Tanpınar, Sabahattin Eyüboğlu ve Suut Kemal Yetkin’in; hemen arkasından Nurullah Ataç’ın yazdığı eleştiri metinleri genel olarak öznel eleştiriye çok yakın durur. Daha sonra Mehmet Kaplan ve Berna Moran gibi isimler akademik eleştirinin ilk örneklerini verirler. Takip eden yıllarda Hüseyin Cöntürk, Fethi Naci, Asım Bezirci ve Tahsin Yücel gibi isimlerin farklı eleştiri anlayışlarını benimseyen çalışmaları önümüze çıkar. Türk eleştiri geleneğinin en öne çıkan özelliklerinden birisi, kendisi de yazar veya şair olanların ürettiği eleştiri metinlerinin yoğunluğudur.

Eray Sarıçam- Yüzyıl boyunca karşımıza birçok farklı eleştiri görüşü çıktı. Nesnel, öznel, dilbilimsel, göstergebilimsel, sosyolojik, Marksist, postmodernist, feminist veya metin merkezli eleştiri. Bu eleştirilerden bugüne, nesnel eleştiri ve onunla bağlantılı olan düşünceler kaldı diyebiliriz. Çünkü Türk şiirinin dinamikleriyle en uygun olan nesnel eleştiridir.

100. Yılında Cumhuriyet Edebiyatında Deneme

Prof. Dr. Muharrem Dayanç Edebî türlerin prototipi olarak görüyorum bu yazı çeşidini. Hemen belirteyim, anıdan günlüğe, mülakattan kent/gezi yazılarına, portrelerden ölüm/anma metinlerine, mektuptan gazete makalelerine kadar felsefî, eleştirel, kültürel, tarihî nitelik taşıyan birçok yazı türü denemedir benim gözümde. İnsan, kullandığı diğer araçlarda olduğu gibi dil vadisinde de daha iyiye, güzele, nitelikliye giden yolu denemelerle bulmuş, geliştirmiş, genişletmiş, zenginleştirmiştir.

Cengiz Dağcı Kaleminden Ölüm

Cengiz Dağcı üzerine yazmış Bahtinur Çekenoğlu. Dağcı’yı okumak, anlamak ve anlatmak gerek. Millet olma duygusunun, bir toprağı sahiplenmenin insan ruhunda tuttuğu yeri anlatan önemli eserlerin yazarıydı o. Çekenoğlu, Dağcı’nın eserlerindeki ölüm temasını yazmış.

“Cengiz Dağcı’nın konu bağlamında bahsedeceğim son kitabı “Badem Dalına Asılı Bebekler” olacak. Kitap Haluk adlı küçük bir çocuğun gözünden dünyayı anlatır. Kitapta birçok kişi ölmesine rağmen beni en çok, annesinin ölümünden sonra Haluk’un yaşadıkları ve düşündükleri etkiledi. Haluk, annesi öldükten sonra kendisince “evin kadınının öldüğünde evin de öldüğünü” söyler. Yazar burada bize sadece bedenlerin değil, bedenlerden farklı şeylerin de ölebileceğini hatırlatır. Dört beş yaşlarındaki bir çocuğun böylesine derin düşünmesi, bana Haluk’un çocukluğunun öldüğünü düşündürür. Haluk bir gün evlerinde annesinin gelinlikli fotoğrafını görünce duygusallaşır ve kendisinin bir taş olduğunu düşünür. Ağlamak ister fakat kendisine ağladığında “çocuk olma” dediklerini anımsayıp haksızlığa uğradığını düşünür.”

Millî Mücadele’mizin Kadın Kahramanları

Erzurum, milli mücadelenin en önemli duraklarından biri. Dergide milli mücadele konulu yazıların yer alması da oldukça isabetli olmuş. Bu ruhu daima canlı tutmak gerek. Ayrıca, öğrencilerin bu yazıları kaleme almış olması daha da umut verici. Rüveyda Polat ve Bengüsu Aygül, milli mücadelenin kadın kahramanları hakkında yazmışlar. Nene Hatun’un torunlarına da bu yakışır.

Ayşe Altuntaç, Fatma Seher Erden, Gördesli Makbule, Nezahet Baysel ve Şerife Bacı anlatılmış yazıda.

“Türk kadını, tarihin her devrinde yılgınlık nedir bilmeyen azmiyle her türlü zorluğu göğüsleyen fedakârlıklarıyla bu toprakların yurt kılınmasına vesile olmuştur. Varlığımıza göz diken, vatanımıza musallat olan emperyalistlere karşı yirminci yüzyılın başında Cumhuriyet’imizin kuruluşuna giden yolda kadın kahramanlarımızın gösterdiği insanüstü çaba, bunun en net göstergesidir.”

Benim Şehirlerim

Kerim Çırakoğlu, şehirlerine dair kaleme aldığı yazısı ile Ukalâ’da. Şehirler iz bırakarak geçer hayatımızdan. Anılar, acılar, sevinçler geride kalır bir şehrin kalbine sığınarak. Biz şehirleri biriktirmeye devam ederiz.  Çırakoğlu ile Kayseri ve Erzurum’u adımlıyoruz.

“Hayatımızın durakları vardır. Buna şehirleri demek daha doğru olur sanırım. Çünkü şehir tatlı, munis ipil ipil, ışıltılı sözcük. Mavi kanatları ile gelir günlerimizi renklendirir. Her şeyi daha güzel, daha çekilebilir kılmak için gönlümüze girer. Başarır da bunu. Kafamız çalışıp, gönlümüz savruldukça hayaller kurarız, dünyayı daha çekici buluruz bu şehirlerde. Hayata biraz daha istekle sarılırız. Yarınlarımızı daha iyi yapmak için sıcak terler dökeriz soğuk ve yalnız kaldırımlarına.”

“Kayseri, İç Anadolu’nun kalbi. Erzurum ise Doğu’nun merkezi. Kayseri, geniş caddeleri, büyük parkları, modern alış veriş mekânları ve bir gelin edalı, nazlı, tılsımlı, Erciyes’i ile yüreğimdeki yerini almıştır. Erzurum ise camileri, çeşmeleri, medreseleri, kümbetleri, tabyaları, Abdurrahman Gazisi, karı, kapanan yolları, soğuk geceleri ile silinmez izler bırakmıştır gönlümde.”

Nurettin Topçu Mektebinde Muallim ve Talebe Ahlakı

Nurettin Topçu’yu tanımak her Türk gencinin boynunun borcudur. Tanıtmak da eğitimlerin asli görevi olmalı. Sude Naz Taşar, Topçu’yu anlatıyor.

“Baba tarafından Erzurumlu Topçuzadeler ailesine mensup olan Nurettin Topçu, 20 Kasım 1909’da İstanbul’da dünyaya gelmiştir. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi İstanbul’da bitirmiş; yükseköğrenimine Avrupa’da devam etmiştir. “İsyan Ahlâkı” (conformisme et révolte) adlı tezini, Sorbonne Üniversitesinde sunmuş ve üstün başarı ödülü kazanmıştır. 1934’te Türkiye’ye dönmüş ve 1974 yılına kadar öğretmenlik yapmıştır. Topçu 1975’te İstanbul’da vefat etmiştir. “Türkiye’nin Maarif Davası”, “Yarınki Türkiye”, “Ahlak Nizamı”, “İsyan Ahlâkı” ve “Var Olmak” gibi kitapların yanı sıra uzun yıllar yayımlanan Hareket dergisini çıkarmıştır.”

“Günümüz eğitimcileri; mektep, muallim ve talebe konusunda Nurettin Topçu’yu, yalnızca okumamalı. Fikirlerini derinlemesine düşünmeli, anlamalı ve hayatına yansıtmalıdır. Topçu’nun tabiriyle “Öğrenmek zekânın, yapmak ahlakın işidir.” Evet, bu çağın bir talebesi olarak ben de diyorum ki şimdiye kadar zekâmızla aldıklarımızı, bundan sonra ahlakımızla göstermeliyiz.”

Sâmiha Ayverdi ve Eski İstanbul

Dergide dosya boyutunda Samiha Ayverdi konulu yazılar var. Ayverdi’yi eğitim, gelenek, şehir kültürü konuları bağlamında okumak gerek. Muıhammet Özer’in yazısından bir bölümü buraya alıyorum.

“Sâmiha Ayverdi, eski İstanbul’u unutmamızdan “İstanbul Geceleri” kitabında şöyle bahseder: “Amma ne hazin ki, güzelliği görmek imtiyaz ve nasibi dahi bu günkü insanın kaybettiği mânevî hazineler arasındadır.” Biz insanlık olarak çok hazine kaybettik aslında. İstanbul değil, biz değiştik aslında. Sâmiha Ayverdi de bunun farkındaydı, insanların sayesinde İstanbul’un ne kadar da değiştiğinin. Bazı semtlerini anlata anlata bitiremezken bazılarından ise utanır olmuştur. Şükür ki 2000’lerin İstanbul’unu göremedi. Şu an yaşasaydı İstanbul’u bu kadar sever miydi acaba?”

Gönül Tahtında Bir Ozan: Âşık Veysel

Âşık Veysel de dergide dosya boyutunda ele alınana isimlerden. Bu tür çalışmaları öğrencilerin kaleme alması da ayrı bir güzellik. Fatma Berra Aktoprak’ın yazısından paylaşım yapacağım.

“Âşık Veysel’in sanat tuvaline kazıdığı eserlerin başında gelen “Uzun İnce Bir Yoldayım” şiiri, birçok dile ve gönle pelesenk olmuş bir başyapıttır. Yediden yetmişe herkesin kulak misafiri olduğu bu şiirde belki de nice acı, nice aydınlık sezilir. Yazar, bahsettiği yolun sonsuzluğunu sanatkârlara ince bir işçilikle anlatmaktadır. Satırlarından sızan mana dünyasından bir damlanın peşinde olan sanatkârlara; mananın kavranmasındaki önemin farkında olan aydınlara; yaş, cinsiyet, ırk fark etmeksizin gönlünün sesine kulak vermeyi seçen ince ruhlulara; hayatın ince ayrıntılarının peşinde olanlara atfeder tuvalindeki her bir fırça darbesini. Bazen ölümün karanlık yüzünü resmeder, bazen vefanın o uzun soluklu aydınlığını, bazen gafletten uyandırır, bazen de hayatın güzelliklerine çevirir meraklı bakışları.”

Mustafa Kutlu Eserlerinde Kadının Yeri

Aynı çağda yaşamaktan mutluluk duyacağımız isimlerdendir Mustafa Kutlu. Hikâyemizin yaşayan sesi ve soluğudur o. Hikâyelerindeki her tema ayrı ayrı ele almayı hak edecek bir yoğunluğa sahip. Balım Nisa Narlı, Mustafa Kutlu Eserlerinde Kadının Yeri isimli yazısı ile dergide yer alıyor.

“Mustafa Kutlu’nun eserlerinde de bazen yatalak kocasına ve iki çocuğuna bakmak için temizliğe giden Hatice’nin veya yaşlı annesine bakmak için bekâr kalan Huriye’nin fedakârlığını görür ve hayran oluruz bir kez daha. Ya da bir kadının çocuğunun karakterini şekillendirmede ne kadar önemli olduğunu anlamak mı istiyoruz? O zaman Atalay’ın annesinin ona daha küçükken elifba öğretmesini ve zaman sonra Atalay’ın annesiyle beraber namaz kılmaya başladığını görürüz. “İyiler Ölmez” adlı eserini okurken çok beğendiğim ve tekrar tekrar okuduğum bir bölümü paylaşmak isterim sizinle: “Zaten Atalay Elmas’a bir cinsel obje gibi bakmamış, bu hususu aklından geçirmemişti. Elmasta merhamet dolu bir kalp, şefkat ve incelik vardı. Yetmez mi!” Mustafa Kutlu burada kadının değerinin toplum tarafından kalıba sokulmuş güzelliğine, görünüşüne değil de merhamet dolu kalbine bağlı olduğunu vurgulamıştır.”

Ukalâ’dan Şiirler

hangi yeşil düşüme girdinse
annem oldun her dokunduğumda
avuç avuç merhamet sürüyorsun dalıma yaprağıma
vaktin körebesinden kaçan şair telaşıma
avurtlarımda ters taklaya döner ölüm hamlığı
her manevran fatiha sıcaklığı yasin kuvveti
vakfedebilsem mahcupluğunu şair sanrılarımın
beynimde ve ruhumda milenyumun hüseyni ıslıkları
ezelî bir sancı topaklanır boğazımda
âdemelması âdem “elmas”ı âdem el

Vahdettin Oktay Beyazlı

konuşmayı öğrendik öğreneli
her birimizde bir dil
birimiz bir şey söyleyecek olsa
edimdeki söz kadar sefil
kalbimin hizasına, bir çift kelebek kanadına
“allah’ım, beni sözsüz bırakma”
kanatlar, göğe dikili gözümün imdadına
yüzümün yüz yerinde yüz farklı dil
perçemimden dökülene gözlerim sefil…

Eray Akpınar

uçurumun eşiğindeki son kelimelerin şairin
yuvarlanıyor şiirin kucağına
heceler anlamlarıyla yerine oturuyor
şiir bağışlanıyor ebediyete
yürüyor şair kaybolduğu boşluğun derinliklerine
usulca
ve sessizce
şiirin ruhu yavaşça işliyor içine
doluyor gönlünün en derinliklerine
usulca
ve sessizce

Şevval Kurtbaş

Yitiksöz, Sayı:20

Yitiksöz dergisi 20. sayısında detaylı bir Ali Emre dosyası hazırlamış. Kitaplarını merkeze alan  yazılar ve Süleyman Ceran’ın sorularından oluşan bir de söyleşi var dosyada.

Ali Emre ile Söyleşi

Ali Emre’yi en iyi tanıyan isimlerdendir Süleyman Ceran. 90’lı yıllara uzanan bir dostluktan bahsetmek mümkün. Yitiksöz’de Süleyman Ceran’ın sorularını cevaplamış Emre. Detaylı, incelikli ve Emre’yi daha yakından tanımak isteyenler için özel notların olduğu bir söyleşi bu.

“Şiire daha genelde edebiyata yönelmemde, küçük yaşlarda temeli atılan okuma cehdinin, öğrenme merakının, kitap sevgisinin etkisi var. Bir de yokluğun, yoksulluğun. Annemin de babamın da okuma yazması yoktu. Onlar, okuyan biri olmamdan büyük bir sevinç ve memnuniyet duyarak büyüttüler beni. Okuma yazma öğrenir öğrenmez, evde onlara kitaplar okudum. Yıllarca hem de.”

“Her yerin, her şehrin insana kattıkları, sundukları kadar insandan alıp götürdükleri de var şüphesiz. Doğrusunu söylemek gerekirse Ankara belimi epeyce büktü. Ömrümü tüketme, törpüleme noktasında elini hiç sakınmadı. Cevretmede çok cömert davrandı.”

“Ben 80’li yılların ve dolayısıyla öğrenciliğimin sonlarında Müslümanları izleyerek, severek, onların yapıp ettiklerinden, dostluklarından, içtenliklerinden, birikimlerinden, tutunma çabalarından ve direngenliklerinden etkilenerek İslamî dünya görüşüne bağlandım biraz da. O dönemde bunları az yaşadım ama öz yaşadım. Sonra Sivas’a geldim, on yıl kaldım Sivas’ta. Hep müslümanların içinde, İslamî öbeklenmelerin arasında oldum. Onlarla birlikte büyüdüm, direndim, öğrendim, acı çektim, talim ettim, paylaştım, kafa tuttum, ürettim. Onlarla ders yaptım, halkalar oluşturdum, arındım, cezaevlerini ziyaret ettim, tebliğde bulundum, eylem yaptım, coplandım, tasaddukta bulundum. Ankara yılları da bunun bir süreği. Zorlu fakat güzel günlerdi.”

“Şairler cesur insanlardır deyip ilave edeyim: Bir alanda yoğunlaşmayı değerli bulsam da hayat gibi edebiyata da daima bütünlüklü bakmaya çalıştım öteden beri. Kendimi insanî çabaların, birikimlerin hiçbirine müstağni ya da bigâne tutmadım. Çocukluğumdan beri her türde okudum. Yazdıklarımız da okumalarımızın ve tanıklıklarımızın hasılası aslında. Tarihî romana yönelmemde de bu tür okumaların etkisi olmuştur öncelikle.”

Ali Emre Dosyasından

Mehmet Narlı – Ali Emre Deyince

“Tam insandır Ali Emre. Umuduyla, yolculuğuyla, milletine karşı duyarlığı ve sorumluluğuyla tam insan. Tam derken bütün varlık katlarını kendinde buluşturmuş bir üst insandan falan söz etmiyorum. Elmanın elma olması, güvercinin güvercin olması, suyun su olması gibi bir gerçekliği işaret ediyorum. Yani varlığın kendi tabiatında kalmasından, kendi tabiatına sahip çıkmasından bahsediyorum. Bu tabiatın, iman, iyilik, sorumluluk, umut, çalışma gibi lütuf ve edimleri kapsadığını söylememe gerek var mı? İşte bu bağlamda tam insandır Ali Emre.”

Abdullah Harmancı – Ali Emre Şiirinin Apoetik Görünümleri

“Ali Emre şiirinin içinden taşan poetika, toplumsal ve politik başlığında ifadesini bulur. Şairin dünyaya toplumsal, dinî endişelerle baktığı, hayatı bu endişelerin ışığında algıladığı tartışma götürmez. Mehmet Akif ’i, içerik olarak izleyerek İslam milleti için acılar çeken bir ben’in ruhundan taşan mısralardır Ali Emre’nin altı kitabında okuduklarımız. İşin ilginci, geçen bu zamana rağmen, İslam milletinin hâli pürmelalinde bir olumlu değişim olmamış gibidir. Modern Batı medeniyetinin sonuçları sadece Batı dışı toplumları değil, Batı’nın kendisini de zehirlemektedir. Üstelik insanlıkta bu zehirlenmeye karşı geliştirilmiş bir duruş, bir düşünce de görünmemektedir. Toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel bağlamda bir kokuşma, çözülme bütün dünyayı sarmış olduğu hâlde insanlarda buna karşı bir direnç de oluşmamıştır. Bu düşüncenin içinden konuşan şair, neşesini, umudunu veya büyük hüznünü mısralara döker.”

D. Mehmet Doğan – Mehmed Âkif’in Romanını Yazmak…

“Ali Emre, tecrübeli ve edebî geçmişi olan bir yazar olarak Âkif ’in romanını yazıyor. Ele aldığı şahsiyete hörmeti büyük. Onu örseleyecek, zihnimizdeki Mehmed Âkif tahayyülünü zedeleyecek bir eser ondan beklenemez. Bu hem şahsiyete hem tarihe sadakat gerektirir. Gerçekten Mehmed Âkif romanında bu sadakati her safhada görüyoruz. Elbette yazar Âkif ’i anlatırken bir biyografi kitabı yazmadığını bilerek hikâye etmenin gerektirdiği bir anlatma yolu tutturmuştur. Bu dramatik unsurların gerçek hayat hikâyesi ile kıyaslanmasından çok, konu edilen şahsiyetin hayatını anlatmaya hizmeti üzerinde durulmalıdır.”

Mehmet Aycı Kalenin Burcu Burcun Kalesi

“Edebiyat muallimi… Öğrenmeden öğretmiyor, edebiyatla birlikte hayatı da talim ediyor.

Kıyamet Mevsimleri, Milyon Sesli Mızıka, Meleklerden Bir Umman, Yeryüzüne Dağılan, Meryem’in Yokluğunda, Çeyizime Bir Kefen ve Güzel Bir Gün Gördümse bu talimden arta kalan, o anda söylenmiş, biraz destana biraz marşa çalan şiirlerden oluşan kitaplar… Destansılığı yahut marşa çalması da şiire dâhil…

İshak kuşunu “Çıfıt” sananlara da acıyor, peygamber emaneti sananlara da…

Yaratılan her şeye hürmeti kendinden önde… Hakkın hoş görmediğine surat ekşitme sanatını titizlikle icra edenlerden…”

Yıldız Ramazanoğlu – Ali Emre İçin

“Ali Emre şairdir yazardır ve çok kıymetli tarihî romanlar kazandırmıştır edebiyatımıza. Emeğine eserlerine büyük saygı duyuyorum. Fakat benim için her şeyden önce 28 Şubat’ın çetin yıllarında yol arkadaşım kardeşimdir. Özgür-der başta olmak üzere sivil toplum örgütleriyle birlikte saf temiz ve her türlü çıkar duygusundan uzak haklarımız için mücadele verdiğimiz zamanlar. Birbirimize güvendiğimiz inandığımız edebiyatın sanatın da ötesinde insan ve Müslüman kalma çabası.”

Erol Çetin – Çağının Vicdanı Olan Bilge: Aliya İzzetbegoviç

Erol Çetin, Aliya hakkında kaleme aldığı bir yazısı ile Yitiksöz’de. Bu çağı anlama ve anlamlandırma çabasına girerken Aliya gibi değerlerin düşüncelerine göz atmak gerek. Çünkü fikri altyapısı dolu ve kaynağı Kuran olan bir düşünce adamı idi Aliya. Çetin yazısında onun dünyaya bakış açısını değerlendiren örneklere yer veriyor.

“Aliya İzzetbegoviç ele aldığı hususları varoluşsal bakış açısıyla değerlendirir. Zira o, teorik bilginin insanı ve hayatı anlama noktasında yetersiz kaldığının bilincindedir. Varlık, insan, ahlâk, siyaset, kültür, medeniyet, özgürlük, değerler gibi düşünce tarihinin temel konularını felsefi bakış açısıyla ele alan ve aynı bakış açısıyla çözüm önerisinde bulunan bir düşünürdür.”

“Aliya için din rahatlık değildir. Aksine din bir çağrı, sorumluluk ve taleptir. Ona göre dinî ve ahlaki gerçekler hayata ve insanın kaderine ilişkin yegâne gerçekliktir. Bu bağlamda Kur’an’ın literatür değil hayatın kendisi olduğunu ve onu bir düşünce sisteminden ziyade yaşam biçimi olarak görmemiz gerektiğini belirtir.”

1930’lu Yıllarda Tan Gazetesinin Mehmet Âkif’e Bakışı

Mehmet Akif’in çilekeş bir dava adamı olduğunu artık herkes biliyor. Bunun sebebi de yaşadığı dönemde İslam’ı savunan, mümince yaşamayı her şeyin en başına koyan düşünce yapısına sahip olması gösterilebilir. Yaşarken de öldükten sonra da adının etrafında gelişen tartışmalar hiç bitmemiştir. Anıl Ersoy, Tan gazetesinde Akif üzerine yazılan yazılardan hareketle dönemenin şair ve yazarlarının ona bakışını anlatıyor yazısında. Bu yazılanlarda da görüyoruz ki kimse Akif’in şairliğiyle ilgilenmemiş çünkü onun şairliğine söylenecek söz yok. Onu İslamcı kimliğiyle vurmaya çalışmışlar.

“İlk eleştirel yazı Şükûfe Nihal’den gelir. “Bana Göre Mehmet Akif ” başlıklı yazısında Âkif ’in ancak din bayrağı altında, İslâm camiası içinde bir vatancılığa kıymet verdiğini öne sürer. Onun “Türk Arapsız yaşayamaz, kim ki yaşar, der, delidir.” sözüne karşılık; “Lâkin işte biz Arapsız yaşıyoruz. Daha şerefli, daha sağlam, daha başımız göklerde olarak ve bütün dünyaya gösterdik ki, biz, deli değiliz! Pek akıllı, pek ne yaptığını bilir insanlarız.” diyerek karşı çıkar. Âkif ’in Türk ahlâkının son direği olduğu için dine sarıldığı yönündeki görüşlere karşılık “çürümüş bir direğe yaslanacak kadar taassubun esiri değiliz!” sözlerini sarf eder. Şükûfe Nihal, Âkif ’in dini, milliyetin önüne koymasını olumsuz karşılar.”

“1939’da Muallim Ali Süha, Mehmet Âkif ’e hücum eder. Ali Süha önce Tevfik Fikret’in gençlere yurt sevgisini, hürriyeti aşıladığını; Ziya Gökalp’ın millî şuuru yarattığını; Ahmet Haşim’in öz şiir ile ebedi lezzetlerin örneklerini verdiğini dile getirir. Buna karşın Âkif ’in ümmet devrine ait bir din şairi olduğunu, dinciliği ve Osmanlıcılığı savunduğunu, zihniyetinin din havasıyla dolu olduğunu söyler. Onun Türkçeyi aruza uydurmasındaki başarısını hutbelerini yaymak amacıyla yaptığını belirtir. Ali Süha, laik Türk toprağı üzerinde duyulacak millî heyecanı Tevfik Fikret, Ziya Gökalp ve Ahmet Hâşim gibi millî kıymetlere saklamak gerektiğini düşünür. Ona göre bu millî kıymetler varken Mehmet Âkif ’in anılması yerinde olmaz.”

Âşık Veysel’den Fıkralar

Hüseyin Cılga, Âşık Veysel’i farklı bir yönü ile tanıtıyor bizlere. Veysel’in yaşadığı olaylara fıkralar eşliğinde yorumlar getirdiğini anlatarak örnek fıkralara yer veriyor yazısında.

“Âşık Veysel, sohbetlerinde bir konuyu anlatırken, çoğu zaman fıkralardan örnekler verir. Bu fıkralar ise bazen Bektaşî fıkraları bazen hayvan temalı fıkralar bazen de kişilerin birbirlerine anlattığı halk fıkralarıdır. Zaten fıkraların asıl amacı da konuşmalara canlılık katmak, ileri sürülen bir fikri desteklemek değil midir?”

“Âşık Veysel, tüm yaşamı boyunca Türkiye’nin 67 vilayetinin 40’tan fazlasını gezer. Bu yüzden çok geniş bir çevrede dostluklar edinir. Bu konu kendisine anımsatıldığında şu fıkrayı anlatır;

Tilki, bir köye gelmiş. Bir köylü:

-Aaaa tilkiye bak tilkiye, demiş. Bir başkası da: -Sahi tilki, bak, diye tekrarlamış. Tilki, konuşanlara dönüp bakıp:

-Yahu, bunların hepsi beni tanıyorlar, ama ben hiçbirini tanımıyorum, demiş. Biz de böyle olduk, tanıyanımız çok.”

Mücahid Ocakden’in İlk Kitap Heyecanı

Mücahid Ocakden, ilk kitabı Yatağı Küften Bir Çocuk’un kitaplaşma aşamasını anlatıyor. Yazma mücadelesi, dizelere tutunan bir yürek ve heyecanla kavuşulan ilk kitap…

“Şiir, yaşadığımız olaylar ve içimizde biriken duyguların bir çağrışımla ortaya çıkmasıyla meydana geliyor. İlham ile geliyor ve üzerinde çalışılarak bir hüviyete sahip oluyor. Şiiri, anlam derinliği olan ve içinde insanın olduğu bir tür olarak görüyorum. Anlam bütünlüğünün yanında, imgesi, sesi ve dizimi bir bütün olarak şiirin içinde yer almalı elbette. Şiirin, şairin iç âleminden dökülen bir çağrışım olduğunu düşünüyorum ve okurken de yazarken de metafizik anlamı yakalamaya çalışıyorum.”

“Şiir kitabımın çıkışını heyecan, merak ve korkuyla bekledim. Nasıl bir his olacağını, elime aldığımda ne hissedeceğimi merak ediyordum. Kitabın çıkışı şubat ayının başında meydana gelen Kahramanmaraş depremine denk geldi. Depremden üç gün sonra şair Şakir Kurtulmuş kitabın matbaadan geldiği müjdesini verdi. Deprem nedeniyle ülke olarak yaşadığımız büyük üzüntü nedeniyle sevinemedim. Toplum olarak gözümüzün ve gönlümüzün deprem bölgesinde olduğu bir zamanda kişisel sevinç ve mutlulukların bir değeri olmuyor. Kitabı elime aldığımda buruk bir sevinç yaşadım. Kimseye kitabım çıktı diye söyleyemedim. Üzerinden bir hafta geçtikten sonra şiir kitabımın çıktığını dillendirdim. Böyle bir zamanda yayımlandı kitap. Farklı bir tecrübe ve heyecan oldu benim için.”

Yitiksöz’den Öyküler

Hasan Keklikçi – Nöbetçi Oyuncakçı

“Günlerdir dolup taşan Ökkeş Usta’nın evinde bu gece mevlit okundu. Mevlit okuyan hocanın “Geldi bir akkuş kanâd ile revân/Arkamı sığâdı kuvvetle hemân” dediğinde, hanımlar elleriyle birbirlerinin sırtlarını sıvazladılar. Gül şerbeti dağıtıldı. Okunan mevlidin duası deşirilirmeye başlamadan da her misafirin önüne içerisinde üç tane çörek, bir küçük kese kâğıdında nohutlu şeker bulunan paketler bırakıldı. Mevlit duası bittikten sonra millet dağıldı.”

“Ökkeş, Sarayaltı Camii’nin minaresinden yayılan ezan sesiyle uyandı. Sabah namazını camide cemaatle kıldı. Neredeyse bir haftadır bakkala ekmek almaya gitmiyordu, bakkal kendisi bırakıyordu. Her defasında başka bir şey isteyip istemediklerini de sormayı ihmal etmiyordu.”

“Çete Bayramı’na bir hafta var. Her yer ay yıldızlı bayraklarla süslenmiş. Şehir davul zurna sesleriyle yankılanıyor. Çeteler halay çekiyor. Yerler komple kar ve buzla kaplı. Yolların güneş gören yerleri gündüz biraz eriyor, güneş gittiği anda suyun uzandığı yere kadar yeniden buzla kaplanıyor. İnsanlar yavaş yavaş işlerine gidiyorlar.”      

Tuğçe Öcal – Pencereyi Açamayan Kıble Rüzgârı

“Yamacında bulunan tüm döküntüleri telaşla topladı. Gelişigüzel çantasının içine atıp salondan ayrılmaya çalıştı. Kasvetli bir günün içinde dağılıp nefessiz kalan bu salon henüz bir saat önce kahkahalarıyla çınlıyordu. Oysa şimdi bir tımarhaneden farksız gözüküyor gözüne. Ruhu inim inim inliyor. Kulağında bulanık sesler var. Burnuna leş kokuları çalınıyor. Ayağına yarım yamalak geçirdiği ayakkabılarıyla tedirginlikle hareket ediyor. İçinden geleni dinleyip koşmaya kalksa, olduğu yere kapaklanıp düşüverir ya da yalınayak kalmaya razı gelir. O ikisini de yapmayıp ağır aksak yürümeye devam ediyor.”

“Kliniğe girdiği zaman buraya bir kadın eli değdiğini hemen anladı. Her köşede farklı bir çiçek vardı. Hasır saksıların içine özenle yerleştirilmiş devetabanları, paşa kılıçları, aşk merdivenleri, dağ palmiyeleri bembeyaz odayı genişletip ferahlatmakta pek mahirdi.”

“Genç doktor verecek bir cevabı olmadığı için midir bilinmez susuyordu. O esnada güçlü bir kıble rüzgârı pencereyi açmak için zorluyordu. Adam bir elindeki kana bir doktorun dudaklarına baktı. Elinden damlayan bir damla kan bembeyaz parkede bomba misali patladı.”

Gülçin Yağmur Akbulut – Bağ Bozumu

“Evren bilmedi sırtıma yağan karı, görmedi âdemoğlu saçaklarımın buzlandığını. Gidişiyle söküp aldı ömrümün üzerindeki güneşi. Uçurum kenarlarında dolaşıyordu gönlümün mavi hazeranı. Son kırlangıç göçene kadar bırakmadı avuçlarım avuç içlerini.”

“Kırdım bütün aynaları. Saçların, kaşların aynı yerinde kalmalıydı. Yakın uzak demedim. Şifa dağıtan her hekimden şifa diledim. Şehir şehir dolaştım bütün hacı hocaları. Bir medet! Bir umut! Dua istedim. İçinde kalmasın diye arzuların. Sırtına sırt dayayıp seni Nemrut’a götürdüm.”

“Bak, yine geldi güz. Güneşin ışığı da ısısı da az. Günler yağmurlu ve ayaz. Birkaç güne kalmaz göçleri başlar kuşların. Gündüzler iyice kısaldı, bir naz. Ey sevgili! Çam, servi, göknar, ladin ve mazı hâlâ canlı ve yavuz. Neden onlara benzemedin ki biraz.”

Yitiksöz’den Şiirler

Bugün inecek olsaydı, bir ikinci sefer
Allah’ın son elçisi, Hira’dan,
Çukur tümsek, çukur tümsek, ‘Yol’u düzeltmek
Ve raftan indirip, tozunu almak için
Yüce ve kutlu, ama tozlanmış öğretisinin,
Nasıl biri olurdu ümmetinin gözünde
Göz nuru, gönül ışığı, Hz. Muhammed?

Araba kullanmasını bilir miydi, sözgelimi?
Marka seçer miydi, çoğumuz gibi?
Pahalı giysiler içinde,
Yakada beyaz mendil, ipek kravat…
Hız düşkünü, ün düşkünü bir nebi!
Aklınız alıyor mu bunu,
Aklınız alıyor mu böyle bir mizanseni?

Cahit Koytak

Cennette dahi bulunmayan Roknabad’ın suyundan şerbet sun şimdi bize
Musalla’dan kuş sesleri, Şiraz’dan da siyah benli bir güzel getir bize

O güzel ki elde ederse eğer şu gönlümüzü, tutup esir ederse bizi
Onun siyah benine cihanı bağışlarız da, Timur bile hayran olup taltif eder bizi

Adem Turan

Kuyudan çıkarılacak Yusuf olursun
Yusuf ’u kaybolmuş Züleyha
Günahkâr bir çarmıh olursun
Kendini gerersin bir daha bir daha
Kuşlar oradadır hâlâ
Cıvıl cıvıl umut oradadır
Sızım sızım kanayan yara oradadır

Necip Evlice

En ağır yenilgidir
Sınıf tekrarına kalmak temayül yoklamasından
Yorulmadım tadını çıkarıyorum yenilgilerin
Sen mağarada mahsur kalan üçüncünün duasıydın
Çocukluğunun kabuğunu soydun kayıpken mendilin
Belki de yetecekti bize bir yarım tufan
Ölümün o hasarlı güzelliğini onarmak için

Hüseyin Çolak

Ellerin avuçlarımda açan çiçek
birer kucak bahar ellerin
ellerinde demetlenir huzur
ve rüzgârın değdiği yapraklar
bir kristal sabah getirir
müjdeler getirir sesinden
ellerin bir krizantem yortusu
gökkuşağı bir glayöl demeti
nasuh bir dokunuş ellerin
ellerin çiçeklenir saçlarımda

İnci Okumuş

daha zalim değildir oysa
hezimete uğramış insan yüreğinden
harbetmen gerekecek daha sakin
daha huzurlu bir hayat için
deniz dalgalarıyla

Ali Sali

Yaşamak kafamda gezdirdiğim bir ırmak
Her mevsim artıyor tortusu
Bırakarak ulaşılmayan mendereslerinde anılarını
Yıkılan ne varsa topluyor sancılarını

Mücahid Ocakden

Ayaz bir gecenin sonunda
Yerin kulakları sağır eden uğultusuyla
Kabuğuna çekildiği andan beri
Aylak bir gün ışığını süpürür Hayri Efendi
Süpürdükçe savrulur ışık zerreleri
Ömrü gibi, yel gibi
Aydınlık gözlerimi kamaştırıyor, der gibi

Ayşegül Sözen Dağ

Ey !
göğsünde avutan,
sabahı başucunda doğuran
barındıran sessizce doyuran ömürleri,
ırmakları sonsuz yaşatıp toprağıyla savuran
yağmura aç insanı yaşatan, üstümüzde gölgesi
uçuşan, canları besleyen dağlarıyla, tenha, çiçekleri bezenen
yeryüzünü, dirilten memleketi bulmalı, ileri almalı maviye saati

Cahit Küçük

Yolcu: Sayı 108

Yolcu dergisi yine efsane bir kapakla ve zihinlere çakılacak duruşuyla “Ben hâlâ buradayım!” dedi. Zor zamanda en gür sedadan konuşmak en  çok da Yolcu’ya yakışıyor. “Sonsuz devirleri aşarak / savaşçılar geldi / ve karanlığın ipi kesildi” Ebu Ubeyde’ye ve tüm savaşçılara selam olsun.

Meseleye Notlar…

“7 Ekim sonrası yaşadığımız olaylar ilk kez Müslümanların oyun kurucu olarak gündem oluşturmalarını sağladı. Jeopolitik belirleyici olarak Direniş Ekseni, küresel istibdadın uzun süredir oluşturmak istediği bölgesel dengeleri içinden çıkılmaz hale getirdi. Öznel bir hareket olarak direniş, kendisinin belirlediği zaman ve yerde kurulmak istenen sistemi bloke etti. İnsanlığın vicdanı evrensel düzeyde harekete geçerek kuklayı ve kuklacıyı afişe etti. Etkisi uzun yıllar devam edecek olaylar dizinini başlatan bir sürece şahitlik edeceğiz. Bu durum yalnızca Filistinlerin kendi kaderini tayin etme hakkının ötesinde başka bir şeye işaret ediyor. Ortadoğu olarak işaretlenen coğrafyada küresel güçlerin çizdiği rota, dünya halkları tarafından reddedildi. Yaşanan panik halini, küresel güçlerin savaş makinelerini bölgeye yığmasından anlayabiliyoruz. İkinci Dünya Savaşı sonrası bölgemizde yapay sorunlar için üretilen Siyonizm eksenli yapay çözümlerin anlamlı bir karşılığının olmadığı görüldü. Dahası, Müslümanlar açısından asıl soruna odaklanmayı perdeleyen şii-sunni ya da etnik meselelerin, küresel sistemin çıkar çatışmalarında birer enstrüman olarak kullanıldığı net olarak anlaşıldı. Hasılı bizler açısından şu soru anlamlı hale geldi: Sen değilsen kim; bugün değilse ne zaman?”

Türk Sosyolojisi Üzerine Söyleşi

Ahmet Gökçen, İlyas Sucu ve Mesut Hayati Avan; Baykan Sezer merkezli bir söyleşi gerçekleştirmiş. Türk sosyolojisinin tarihsel sürecinin konuşulduğu sohbet tadında bir söyleşi Yolcu okurlarını bekliyor.

İlyas Sucu: Batıda sosyolojiyi bir bilim olarak biçimlendiren kurucu isimleri düşündüğümüzde, gerek sosyolojinin çalışma nesnesi gerekse bilgi edinme yöntemi hususlarında her birkurucu ismin bir diğerinden ayrıştığını rahatlıkla izleyebiliyoruz. Birinin toplum olarak tanımladığı inceleme nesnesini bir diğeri kurum, sınıf, eylem vb. olarak tanımlıyor.

Ahmet Gökçen: Yerlilik, yerellik, millilik ve milliyetçilik etrafında Türk sosyolojisinin tarihsel süreci ve bu süreç içerisindeki kilit isimler üzerine yoğunlaşarak müzakereye sunduğunuz katkı için teşekkür ederim. Türk sosyolojisinin önemli isimlerinden Baykan Sezer’in bu noktadaki görüşlerine değinmeden olmayacak tabiki. Sezer, bu noktada Türk Sosyolojisinin Ana Sorunları’nda üç güzergahtan bahseder: a) Batılı kavramsallaştırma ve tanımlamalar, b) Batılı teori ve yöntemler c) Türkiye’ye özgü yeni yöntem ve açıklamalar. Bu güzergahlardan üçüncüsü üzerine yoğunlaşarak şöyle açar: “Türkiye’de sosyoloji, sorunlarını ortaya koyarken aynı zamanda kendi gelenek ve yöntemlerini de kurmak zorundadır. Ancak o zaman gerçekten Türk toplumuna ışık tutabilir. Yöntem, gerçeklerin anlaşılması amacıyla izlenmesi gerekli yoldan başka birşey değildir. Karşımıza çıkan sorunlara göre biçimlenecektir. Yöntemin gerçeklere değil de gerçeklerin yönteme uyacağını sanmak mümkün değildir.”

Mesut Hayati Avan: Sosyoloji ile uğraşmanın belirli kategoriler içine sığdırılması mesleğin inceliklerine hasıl olma adına yerinde bir durum gibi görünüyor. Fakat bu bariyerler birazda sosyoloji yapmayı sınırlayan yeni bir durumu da beraberinde getiriyor. Zira günümüzde sosyoloji yapma adına ortaya konan faaliyetin dayandığı ana akım tartışma büyük oranda klasik sosyologların çıkış dönemlerinde yaşanan teorik tartışmaların inkârına ya da çağdaş isimlerin gündemde tuttuğu meselelerin kabulüne dayanır. Özellikle kabul ya da red kategorilerine indirgenmiş sosyolojik düşünme ya da sosyolojik uğraş sadece bu ikililikten dolayı bile birçok arızayı bünyesinde barındırmaktadır.

Karanlığın İpini Kesen Savaşçıların Dillerindeki Mısralar

Naman Bakaç, 7 Ekim’de başlayan direnişin anatomisini mısra mısra sıralıyor yazısında. Dünya bir intifadaya daha şahit oluyor.

“Esirgeyen bağışlayan direnmenin adıyla başladı 7 Ekim sabahı. Aslında 1987’de birinci İntifada’ya, 1948 yılında Nekbe’ye, 1935’te İzzeddin-El Kassam’ın 500 İngiliz askeri tarafından kuşatılıp şehit edilişine, daha da aslında 1917 Balfour Deklarasyonu’na, evveliyatı ise Hayber’e, Babil’e yani konuşulacaksa şayet milat öncesine kadar kökleri toprağın ve tarihin derinliklerine kadar uzayıp gidecek bitimsiz bir davaydı bu.”

“Direniş, yine bir güz büyüterek kan(lar)ında gölgelerin o kan emici ordularını tarla tarla, sokak sokak çiğnemekte. Ekim’de bak, ölüm güzü kıskanıyor iken, artık sadece güz mevsimi değil dört mevsimi aşka ve direnişe çağıran ebabil kuşları beliriverdi Gazze Şeridi’nin gök mavisi derinliklerinde.”

“Ölümlere ulanmakta ustadır bu topraklarda diye haykırmalarına rağmen, dünya binlerce kez sessizliğe gömülmekten geri durmadı her seferinde. Ama bilsinler ki bizim için hayatsa bir başka hayata karşı dimdik durmakla geçirilmelidir diye kuşandılar umudu, direnmeyi.”

“Dört duvarın, tel örgünün, meşhur yasakların sahipleri olan envaı çeşit emperyalist yavruları, yığdıkları silahlara, verdikleri bombalara, uçurdukları savaş uçaklarına ve savaş gemilerine rağmen bu yürekli esmer Filistinli ve yerli Kızılderili savaşçı abilerin şenliklerini bir türlü bozamadılar.”

İnsanlığa Mektup

Hepimiz insanlığı arıyoruz. Kaybolan insan yanımızı… Acılar büyüyor, zulmün çarkı ilerliyor ve insanlık acı kayıplar veriyor. Aydın Hız, bu girdapta insanlığa bir mektup yazıyor. Aradığımız ne, bulacağımız neresi, neyi kaybettiğimizin farkında mıyız?

“Şu annenin gözyaşları nasıl da gerçek gibi duruyor yanağında. Ya gözlerindeki acı… Sanki biraz önce yavrusu kucağında can vermiş gibi sahici. Bu kana benzettiğimiz kırmızı, gerçeklik algımızla oynayan bir boya olmalı. Parçalanmış vücutların gerçek olduğunu bilsem, benim de yüreğim parçalanırdı.”

“Bu topraklar, kadim bilgeliği taşır yüreğinde. Dağlarında, ovalarında ve çöllerinde Davut Peygamber’in güzel sesi yankılanır hala. Zalim Calut’un ordusuna karşı demirden bir kale, mazlum insanların yanında Zebur’dan merhameti çağıran içli ayetlerin sesi duyulur.”

“Filistin bu çağın vicdanına işlenmiş bir gül oyasıdır; kanattıkça güzelliğimizin lekeleneceği biryaşmaktır. Kanla süslenenlerin kırık aynalarına sızar gerçekler, âyan olur vakti gelince. Vicdanlarına ihanet edenler bilsin ki, sırtımızdaki bıçak yarası size ait!”

“Benim bedenim, insanlığın da vicdanı enkaz altında.”

“Biz Hangi Dünyada Yaşıyoruz”

Abdülkerim Suruş’un sorusunu yöneltiyor Bülent Sönmez. Görünen tarafıyla hepimiz aynı dünyadayız ama yaşananlara verilen tepkiye bakınca kim nerede, kimin yanında, kiminle diye sormadan edemiyor insan. Dünyalar mı farklı zihniyetler mi? Belki de zihniyetler yeni dünyalar icat ediyor.

“Dünya görüşü ve ideolojilerin kişiyi kendine yabancılaştırması şeklinde tezahür eden kişilik parçalanması (benin tahrifi) beraberinde kişinin duyarlılık düzeyinde kendine yabancılaşmasını da getirebilmektedir. Kişi evrenin işleyişinden bağımsız olarak kendi içinde yarattığı bir dünyaya kendini hapsedebilir. Orada değer hiyerarşi kendi hazları ve çıkarları ekseninde oluşur. En üstte kendi haz ve çıkarları söz konusudur. Bu tam anlamıyla insan oluştan ve varlık bütünlüğünden kopuşun göstergesidir. Kendini diğerinden koparan parçalanmış bir algı, dipsiz bir uçuruma yuvarlanma ve yabancılaşma durumudur.”

“İnsanın doğası ve ahlaki yön arasındaki ilişkiyi; insanda ahlaki boyutun varlığını insandaki içsel çatışma ile temellendirmemiz mümkündür.”

“Biz Müslümanız Allah insan ve tabiat arasında bağ kurmamızı sağlayan öğretimiz var. Geçmiş ve şimdi arasında bağ kurmamızı sağlayan bir öğretimiz var. Bu yüzden Filistin’in olduğu bir dünyada yaşıyoruz, Afganistan’ın olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bir gülün soluşu da üzüyor bizi bir bebeğin parçalanışı da.. Onlar ve biz aynı bütünün parçalarıyız.”

Bir Anti-Totaliter Olarak Hannah Arendt

Kemal Aksu, Hannah Arendt üzerine kaleme aldığı yazısı ile Yolcu’da. Totaliter rejimlerin karşısında sağlam bir duruşun hayata karşı verdiği mücadeleye de şahit oluyoruz bu yazıda.

“Hannah Arendt hayatı boyunca totaliter ideolojilerle savaştı. O hep bireyselliği aradı, ötekini önemsedi. Totalitarizm aynılaştırır, akıl özgürleştirir. Bu açıdan Arendt’in Sokrates’in doxa’ları karşısında duruşu farklıdır. O doxa’ların olduğu gibi korunması değil, zamana ve koşullara göre geliştirmek gerektiğini söyler. Totaliter ideolojiler kendilerine göre yorumladıkları doxa’larla herkesin onlara itaat etmesi gerektiğini söylerler. Bu açıdan iktidarın çıkarlarını korumak bakımından Sokrates’in doxa’sı ile geleneksel İslamcılığın nas görüşü birbirine benzemektedir. Nasta da muktedirler kendilerine göre Allah’ın kelamını ve peygamberin hadisini yorumlamaktadır.”

“Arendt’e göre insan başkalarıyla iletişim kurabildiği müddetçe, başkalarıyla konuşabildiği müddetçe, kendi özgür düşüncesini elde edebilir, kendi olabilir.Fakat totaliter rejimler tam da bunun karşısında yer alırlar. Totaliter rejimlerde düşüncenin tek elde tutulması ve herkesin onların dayattığı görüşlere göre düşünüp hareket etmesi gerekir. Bu görüş, bütün felaketlerin sebebidir. Bütün savaşlar totaliter rejimlerin sonucudur. Totaliter ideologlar kendi gibi düşünmeyenleri kabul etmezler, onu yok etmek için her yola baş vururlar. Totaliter ideolojiler özgürlüğün ve özgünlüğün, kendi olmanın ve ötekilerin düşmanıdırlar.”

İnanç Ve Güç Ve Filistin

Filistin’i ayakta tutan en büyük güç; inanç. Her şeye rağmen inancını yitirmemişlerin yurdudur Filistin. Mustafa Everdi bu güçten bahsediyor yazısında.

“Dünyanın vicdanı her ülkede haykırışlarla mazlum Filistin’e sahip çıkarken, çağdaş imparatorlukların, devletlerin, siyonizmin gücü zirveden aşağı tepetaklak düşüşe mi geçiyor? Zalim payidar olma umuduna mı yaslanıyor?

İnsanlığın evrensel vicdanı, siyasetin, devletlerin, orduların dışında ve üstünde ortak bir haykırışla sese ve Filistin atkısıyla görünürlüğe mi yöneldi? Teknolojik silahların, orduların desteğine rağmen İsrail ve Amerika ve batı, caddelere doluşan gerçek insanların haykırışına yenildiğini de görecek miyiz?”

Hükme Akıl Erdirmek

Akıl erdirmek, aklı ermek, aklı ermemek… Aklın ermekle ilgili bir sorunu olduğu muhakkak. Olup bitene aklı ermeyebilir insanın bazen. Bu gayet normal çünkü yaşananların bazen şirazesinin kaydığına şahit oluyoruz. Hasan Tülüceoğlu, akıl erdirmek üzerine yazmış.

“’Aklı ermek ifadesine Türk Dil Kurumu Türkçe sözlük anlayabilmek, akılca olgunlaşmak anlamı vermektedir. Birşeyi tüm etrafıyla anlayıp ayrıntılı olarak kavramak olarak da tarif edilebilir. Daha çok çocuklar için kullanılır. Çocukta soyut kavramlar tam oluşmadığı için onların görünüşe görünüş anlamına göre konuşmaları henüz aklı ermiyor, çocuk işte akıl erdiremiyor diye ifade edilir.”

“Her ne kadar ‘hükme akıl erdirmek’ diye başlık atsak da burada hükmü geniş anlamda kullanıyoruz. Sadece ilk algılandığı şeklinde hâkimin hükmü değil yöneticilerin verdikleri kararlar yaptıkları uygulamalar kişilerin vardıkları kişisel kararları da kastetmekteyiz. Hz. Adem’in cennette konulan yasağa karşı vardığı kararda bu bağlamdadır. Bu durum fiili olarak ifade edilmekle birlikte öncesinde Adem yasak eylemi yapmaya karar vermiştir.”

Bir Şehirde “Yaşamıyor Gibi Yaşamak”

Selçuk Küpçük, Ordu’yu anlatmış yazısında. Onun şehrini ondan okumak da ayrı bir keyif. 1997 yılında Küpçük’ün misafiri olarak ilk kez gitmiştim Ordu’ya. Bir gün kalıp dönecektim, tam bir hafta kaldım Ordu’da. Gökhan Akçiçek’in misafiri oldum, ilk şiir geceme Ordu’da çıktım. Benim için Ordu; Selçuk Küpçük, Gökhan Akçiçek ve şiir demektir.

“Nereli olduğumu ifade eden bir şehirde doğmadım. Öyküm, nüfusa kayıtlı mekanımı gösteren resmi belgenin çok uzağında bir Akdeniz ilçesinde başlıyor. Babam Ordu’nun Ulubeyilçesi, annem ise şehir merkezine çok yakın bir köyden. 1969-70 döneminde Perşembe Öğretmen Okulu’ndan mezun olunca babam, annemi de alarak ilk atandığı Antalya’nın Alanya ilçesinin bir yörük köyüne gidiyor. Ordu’ya dönüşleri 1973. Fatsa, Ulubey, Gülyalı gibi Ordu’nun farklı ilçelerinde yaşadıktan sonra nihayetinde 1990’da şehir merkezine yerleştik.”

“Benim aslında yaşadığım şehir ile kurduğum aidiyet ilişkisi biraz sorunludur. Yıllar içerisinde kitaplar, makaleler falan derken ben hiçbirindeki özgeçmişime nereli olduğumu yazmak istemedim. Oysa Ordu’yu inanılmaz biçimde seviyor, hatta yaşım ilerledikçe şehrin içine daha da gömülmek arzusu duyuyorum. Bu daha çok, insan ilişkilerine yönelik benim mesafeli tutumum ve küçük, taşra şehirlerinde yaşıyor olmanın getirdiği yüz göz olma durumuna yönelik bir tedbir ile de ilgilidir belki.”

“Benim bu, yaşadığım şehre yönelik boynumun borcu biçiminde düşündüğüm meselelere ilişkin yapabileceğim tek eylem olarak yazı yazma pratiği zamanla derinleşerek ayrı bir başlık biçiminde hep varlığını sürdürdü. Kitapları, farklı makaleleri ya da şarkıları kayda geçirirken biryandan da bana huzur veren bu mekana dair ilgim kendi hususi kanalında devam etti yolculuğuna.”

İkizini Yemiş Biri Olarak Uyanmak

Bilal Can’ın iç konuşmasına eşlik ediyoruz. İnsan en çok da kendini sorgular. Kör sağır dünyada bu da önemli. Yerini tayin edememiş fanilerin bulduğu bir yol olarak çıkışa yaklaşmak ya da sonsuza kadar kaybolmak an meselesi.

“Üzerime giydiğim bu kendilik benim mi, dünyaya ikizini yemiş biri olarak uyanmış gibiyim.

Bu ağır, bu çağın vebalı durumu üzerimde büyük bir yorgunluk ve yılgınlık bırakarak ilerliyor. Yılların geçtiğine kim inandırdıysa bizi bu inancın bir gölgelikten yoksun olduğunu söyleyebilirim. Çünkü ben halen eski zaman sarhoşu gibi, tünediğim mağarada mavi gözlerin yankısını izliyorum. Üzerimde gölgeleri geziyor karanlıkların, ışıktan murat nedir, karanlığı kaçırmak mı?”

“Ben sanki doğduğumdan beri aynı sancı ve aynı yaşta dönenip duran ve bu devridaim içerisinde kendi unutkanlığımı başarı olarak gören biriyim. Unutmak. Bazen unutmanın elzemliği bazen ise kötülüğü üzerine bir savaş halindeyim. Benim olmayan hiçbir şeyi unutmak bir yerlerde, üzmemeli değil mi. Buna kendim de dahil. Kendini unutmak bir yerlerde.”

“Çağrılmayan Yakup’um. Beni kendi unutuşum yasladı bir ağacın dibine.”

Yolcu’dan Öyküler

Vaqıf Sultanlı – Çizgili Yuva

“Sığınma kampının yanında bulunan kuru gölün etrafındaki sazlığa uzun zamandan beri bir sürü sahipsiz köpek yuvalanmıştı. Eski bir vagondan bozma okulun yolu kuru gölün yanından geçtiğinden köpeklerin çocuklara zarar verebileceği ile ilgili şikayetlerini kamp yönetimine defalarca bildirseler de onları kale alan olmamıştı.”

“Artık oğlunu okula göndermenin imkânsız olduğunu anladığından kafası allak bullak olmuş, ne yapacağını bilemiyordu. Kampın bulunduğu ilçe hastanesinden gelen psikiyatrist, çocuğu sabırla muayene ettikten sonra bunca yıllık tecrübesine rağmen böyle bir durumla karşılaşmadığını söyleyerek üzgün bir şekilde nasıl bir öneride bulunacağını bilemediğini anlattı.”

“Çocuk ölmüştü. Sırtüstü yatağına uzanıp kalmış,kemirerek şeklini bozduğu kolları yanlarına doğru açılmış, gözlerinin karası kaybolmuştu. Solmuş yüzüne çektiği ıstırabın kederli çizgileri kazınmıştı.

Ağır ağır kafese doğru yaklaştığında yastığın üzerinde toprak renginde bir engereğin kıvrılıp yattığını gördü.

Yılan ayak seslerini duyar duymaz kafasını kaldırdı, avurtlarını şişirerek tısladı, sonra köpek gibi havlaya havlaya sürünüp çadırın köşesinde kayboldu.”

Mustafa Alagöz- Sarmısaklı Yoğurt Kokusu

“Sahibinin oğlu ile aralarında yıllardır süren bir husumet vardı. Çoban eşeği, sahibinin oğlunun her türlü hakaretini hep görmezden gelmiş, içine atmıştı. Belki kabahat biraz da kendisindeydi. Çünkü kendisi de bir yerde durmuyor, onun başına hep olmaz işler açıyordu. Hem sahibinin oğlunda hem de kendisinde gençlik yıllarının verdiği serkeşlik vardı. İkisinin de deli zamanları idi. Akılları bir karış havadaydı.”

“Zürbe ince yapılıydı. Boyu, yaşıtlarından daha uzundu. Burnu tıpkı dedesinin burnu,kemerli, kısa süren yazın dışında hep akardı. Dizden aşağı bacakları içe doğru kavisliydi.Fakat çevikti. Saçları sarıydı. Cevval bir gençti, teke tek kavgada asla dayak yemişliği yoktu. Birden fazla kişi dahi saldırırsa içlerinden kolayca sıyrılırdı. Hele ki o meşhur iki alaca sarı köpeği yanında olsun, koca bir oba gelse geri adım atmazdı. Kendisine atılan ilk değneğin takırtısında köpekleri saldırırdı. Zürbe zamanla yağız bir delikanlı olmuş, halasının güzel kızı Gevez ile nişanlanmıştı. Askerliğini bitirmiş, köye yeni dönmüştü. Bu yıl yayla dönüşü büyüklerin kavli üzerine evleneceklerdi.”

“Kuzular sabah ve akşam olmak üzere iki kez emzirilirdi. Kuzu katımı esnasında bir curcuna başlar, her koyun kuzusu ile buluşuncaya kadar sürerdi. Sütünü erken bitiren kuzular ortalıkta hoplar zıplardı. Derken ortalık bir türlü durulamazdı. Bazı haylaz kuzular annesinden sonra diğer koyunların da sütünü emerdi.”

“Zürbe gece soğukta keçesiz, aç, susuz ve en önemlisi tütünsüz kalmıştı. Sabaha kadar soğukta kaval çalmış, sevgilisini düşünmüştü. İhtiyar teke yanı başında bir gölge gibi beklemiş ona gece boyunca yarenlik etmişti. Zürbe, bir yandan fena kızmış, rest çekip sevdiğine kaçtığı için eşeğe bir yandan da gıpta etmişti.”

Yolcu’dan Şiirler

bir dağ büyüyor içinde, belki bir isa nefesi
tan vakti, şafak vakti taş atan çocuklar dayansın diye
sana yaslandık, elini çektin sırtımızdan; sığınaksız kaldık
ansızın bir dağ ölür, zeytindağı ölür

bir dağ büyüyor içinde, zulüm her yerde
hesap dediğin şey nerede, nasıl görülür?
uzun süren bir çölde kalakaldık ey musa
ansızın bir şehir ölür, kudüs ölür

Burhan Sakallı

sokaklardaki öfkeyi
toplayıp İsrail’e götürelim,
İsrailoğullarının
şu kendilerini kapattıkları
büyük toplama kampına…
dünyanın her yerinde
meydanlardaki öfkeyi,
mabetlerdeki öfkeyi,
mekteplerdeki öfkeyi,
yüreklerdeki ve zihinlerdeki
özgür ve yaratıcı öfkeyi,
özgür ve yaratıcı acıyı,
yaratıcı kederi,

Cahit Koytak

buranın adı gazze
burada ölümü kuşanır her cümle
her cümle
ölür anlama ulaşırken
çünkü gazze’de söz
kıyısı olmayan kelimelerle başlar
ve ölüme kadar uzatır başını
gazze varsa
ve kanıyorsa kendi parselinde bir çocuk
kendi yurdunda elleri kan altındaysa
ölüm bile işinden istifa edebilir
var olan her şeyin artık
adı vahşetse bu dünyada
ve zulüm tutmuşsa gelecekleri
sevda terk etmişse sokaklarını insan mülkünün
umut bütün vaatlerinden vazgeçebilir
aşka yeni girmiş genç kızlar ve delikanlılar
bir adım sonrasında
başka bir şeye değil
sadece ve yalnızca
ölümün o sinsi sesine ayak uydurabilir
çünkü göremez hiç kimse kendi aksini bile aynalarda
gazze varsa ve öyle duruyorsa kendi halinde bir vicdan
sakatlanmadan en yufka yerinden
utanmadan kıvranmadan
öyle yolmadan saçını başını
nasıl nefes alır ve nasıl soluyabilir
sonra rahat yatağında bir insan
bu sorumsuzlukla
posa haline gelmeden nasıl dinlenir beyler
nasıl uyuyabilir

Mustafa Karaosmanoğlu

insanın beyni çatlar gibi
çatlıyor beton
uzanan bir el görüyorum
bana doğru
ama
o da beton

insan, saklandığı duvarın içinden bildiriyor;
-ben kendimi gözlerimden tanırım!

Fatih Tezce

Bir ıssızlık yayılacak dağlara taşlara, kopkoyu yalnızlık.
Bir bıçak gibi saplanacak acısı yüreğine.
Köyleri sorma babam.
Köyler şiirini, türküsünü kaybetti;söndü ışığı.
Derin bir sükût çöktü sahipsiz hanelere, simsiyah bir hüzün.
Köyün mesut insanlarından geriye çaresiz yaşlılar kaldı ölümü bekleyen.
Bir de dağlar.
Buraların her daim bekçisi dağlar.

Tuna Eselioğlu

Geriye sakın bakma
Yürü özgürlüğün yeşerdiği yerlere
Dokun düşlerin sıcak kıvrımlarına
Varsın denizler boğulsun mateme
Gökyüzüne öykünen sevdanla
Kalk ve yürü
Güneş sunmak için karanlıklara
Süregelen bir savaşımız var
Tevhid ile şirk arasında
Ulu önderimizin çağrısıyla başlayan
Kutsal Mekke sokaklarında

Bünyamin Doğruer

Sustuk, susmalarımız sığmadı sözcüklere
Marş söylemekten tarazlandı dilimiz
Mükedder bir akşam öptük yağmuru
Kangren bir yaşamak ellerimiz
Gözlerimiz kınından sıyrılmış müfreze

İşte bu yağmur, ey çocuk!
Bu senin yağmurun gülümse
Şu dünyanın mil çekilmiş kalbi…
Şu kesik damarlarda terleyen dünya
Herkesin biraz faili olduğu meçhul bir çığlıktı yüzün…

Hikmet Kızıl

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir