Muhit’ten Güzel Merhamet Dosyası
Muhit dergisi, 60. sayısında merhamet konusunu işliyor.
İbrahim Tenekeci’nin Giriş yazısından…
“Merhametsiz kimselerle yaşamın her alanında karşılaşıyoruz. Kadın ve çocuklara uygulanan şiddet, zalim komşu, tabiatı hor kullanma, savunmasız hayvanlara yapılan zulüm ve daha nicesi. Özellikle iş hayatında merhametsizlik, kibir ve nobranlıkla sınanıyoruz.”
Güzel Merhamet Dosyası’ndan…
Kemal Sayar- Merhametin Kanatları
“Merhamet içimizde bir yerlerde sönmeye yüz tutmuş insanlık kandilini yeniden tutuşturan ve bizi en temel hâlinde insanlığımıza geri çağıran bir duygu. Verecek hiçbir şey yoksa bile elinde, kardeşinin acısı için kendini verebilir; kendi ruhunu, dostluğunu, kardeşliğini ikram edebilirsin. Hayatlar, merhametin ve onun iyileştirici güçlerinin farkına varmakla dönüşür. İnsan, kendi sınırlarının ötesinde bir alana gittiğinde sadece kendisi için değil, başkaları için de var olduğunu hissettiğinde daha güçlü bir canlılık ve daha büyük bir özgürlük bulacaktır.”
Dilara Ayşe Akdeniz – Yüklerin En Kıymetlisi: Merhamet
“Kalbin ve rahmetin konusu. Merhameti rahmetle kesiştiren yer de tam burası. Biz hesap görme arzumuzdan kurtulup merhamet edince bizi aşan bir üst hesaba biat etmiş oluyoruz. Ve çiçekleniş burada başlıyor. Merhamet edince bize de merhamet ediliyor. Ve bir merhamet yangını başlıyor. Öfkeyi uzun süre muhafaza edemem, ne bana ne başkasına bir faydası var. Kırgınlığı bir müddet muhafaza ederim, bir süre sonra bana zararı var. Ama merhameti daima muhafaza etmek isterim, hem bana hem ötekine daima yararı var. En büyük duam, daima merhamet edebileyim.”
Erol Göka – Kalbin Temel Eylemi, Merhametten Maraz Doğmaz!
Merhametin künhüne varamıyoruz, tamam ama ondan önce uğraşmamız gereken bir sıkıntımız daha var. Maalesef bizim popüler kültür dilimize de bazı hatalı merhamet kavrayışları sızmış vaziyette. Mesela “Merhametten maraz doğar” diyoruz. Onları da bir an önce restore etmemiz, düzeltmemiz gerekiyor. Bu nedenle bir süreden beri, her fırsatta şöyle ifadeler kullanmaya gayret ediyorum: “Lütfen dağarcığınızdan atın bu sözü! Merhametten maraz doğmaz. Maraz doğacaksa bizim gösterdiğimiz merhametten değil, marazi kişinin kişiliğindeki merhametsizliktendir.”
Mehmet Dinç – Benim Ondan Ne Farkım Var?
“Hayatta herkes farklı rolleri oynuyor. Bir tarafta parasını sayamayan insanlar varken diğer tarafta çöpten ekmek çıksa sevinen insanlar var. Bir tarafta yazlığı kışlığı, oteli, devre mülkü gibi her türlü imkânı olan insanlar varken diğer tarafta parkta yattığı banktan kovulan insanlar var. Bir taraftan anne, baba, teyze, hala, dede, babaanne, abla, kardeş gibi çok sayıda seveni olan insanlar varken diğer tarafta ona sıcak değil, akraba yüzüne sıcak nazarla bakıp başını okşayacak kimsesi olmayan insanlar var. Bir tarafta ruh ve beden sağlığı yerinde, taşı sıksa suyunu çıkaracak insanlar varken diğer tarafta türlü hastalıklardan, engellerden mustarip havayı doya doya içine çekmeye hasret insanlar var.”
Ahmet Edip Başaran – Şiirin Merhameti, Merhametin Şiiri
“Merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez!” buyurmuş Hak Resûl. Nefsin ayak oyunlarına, çeşit çeşit vadilerin aldatıcı vaatlerine kanmayan şiir, Cebrail nefesinden ödünç alınmış bir hakikat remziyle bize bir hikmeti ve sonsuz güzel inceliği hatırlatır. Sözün şuuru, şuurun sözlerine dönüşür. İnsan o şiirin sözüyle yeni baştan kurar kendini. Duyguların değişken tabiatı içinde asıl özü, cevheri keşfeden insan için sadece baktığı yer değil, durduğu yer de önem kazanır. Çünkü durduğumuz yer, durmakta ısrar ettiğimiz yer varlığın özünü ve varoluşun güzelliğini çağırdığımız yerdir.
Gökhan Ergür – Önce Kendine Merhamet
“Hepimizin başarılı, zengin, planlı, istikamet sahibi, güzel, yakışıklı, becerikli, popüler olması mümkün değil. Bu durum tabiatın kanuna aykırı. İçimizden bazıları da hayatın bazı alanlarında başarısız olacak, belki de hayatın her alanında başarısız olacak, olabilir. Aylaklık eden, dikili bir fidanı olmayan, girdiği her yarışta sonuncu gelen insanlara da ihtiyaç duyar dünya. Dedik ya yaratılmış her insanın dünyayla baş etme becerileri, yetkinlikleri, gayreti farklılık gösterebilir. Bu alanlardaki eksiklikler, bizim şahsiyetimizdeki bir noksanlığı işaret etmez. Bizim temel ve insani değerimizden bir şey eksiltmez.”
Taha Burak Toprak – İnsan Neyle Mükellef?
Neredeyim ben, neredeyiz biz? İnsanı “düzeltmeye” çalışan o “haşmetli kalabalık” nasıl bir yöntemle nasıl bir hedefin peşindeyiz? Nasıl bir iç dünyamız var ki başkalarının acılarına doğru açılacağız… Necip Fazıl’ın “Reis Bey” filminden bir tirat geliyor aklıma: “Etmeyin Reis bey! Siz ağlayamazsınız! Ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz. Siz merhametten, acıma duygusundan yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız. Yerine göre haklısınız. Fakat ondan ne büyük iyilik doğacağını unuttuğunuz için en büyük hakkı kaybediyorsunuz.”
Gözümüzün Kökü Ankara Hastaneleri
Ankara başkenttir. Bu, ülkemizin her noktası için aynıdır. Fakat Anadolu için Ankara aynı zamanda bir derman kapısıdır da. Ankara’ya gitmek hastane kapılarında sabahlamaktır. Derman bulmak için kapıları aşındırmaktır. Mustafa Çiftci, Ankara’nın hastanelere açılan yüzünü anlatmış yazısında.
“Ankara hastanelerine Çankırı, Çorum, Yozgat, Kırıkkale ve diğer çevre illerin hastaları gelir. O illerde şifa aramanın “essah yolu” Ankara’ya doğrudur. Biraz dikkatliyseniz hasta hikâyelerinin bir yerinde muhakkak hastanın yolu Ankara hastanelerine düşer. Çünkü merkezden taşraya gelen doktorların yanlış teşhisleriyle doludur hikâyeler. Mesela taşrada doktor “kesin ameliyat” demiştir. Hasta sahibi bu teşhisle yetinmez, Ankara yollarına düşer. Ankara doktorları da aynı hastaya bakarlar ve anlaşılır ki hiç ameliyata gerek yoktur. Bir antibiyotikle mesele çözülür. Bu kadar zıt teşhisler hep hastaları tedirgin eder.”
Halil İbrahim İzgi – Yargılayanları Yargılamak
Halil İbrahim İzgi, Gazze’yi anlatmaya devam ediyor.
“Gazze’yi ana konulardan biri hâline getirmeden, dünya üzerinde söylenebilecek hemen hemen her konudaki her söz, çok büyük ihtimalle yanlış, eksik veya art niyetlidir. Gazze, bugün için sadece Gazze sınırları içindeki insanların etkilendiği ve sadece Gazze’ye saldıran Siyonist çete tarafından işlenen bir suç değildir. Bu, başta yapay zekâ olmak üzere teknolojik, askerî, psikolojik, hukuki, akademik, ekonomik ve felsefi birçok yönüyle suç ortakları olan, büyük kapsamlı ve üstü örtülemez bir soykırım hikâyesidir.”
İbrahim Tenekeci – Görünce Sevindiğim
İbrahim Tenekeci, Cevat Olçok için kaleme aldığı bir mektup ile Muhit’te. İçtenliği sıcaklığı, göndermeleri ile ruha şifa bir mektup olmuş bu.
“Can Arkadaşım, Kaç vakittir insanı ve hayatı yeniden düşünüyorum. Tenhaya çekilip tefekkür ediyorum. Yaşamak maceramı gözden geçiriyorum.
Bazen bir yanlışın yaptığı tahribatı bin doğru düzeltemiyor. Özellikle gençlik yıllarında yaptığımız bir yanlış, kalan ömrümüz boyunca bizi olumsuz etkileyebiliyor. Yanlışlarımla birlikte şunu da hakikat biliyorum: Şiir yazmak suretiyle kendimi dünyadan ve insandan koruyorum. Yüzme bilmeyenin suya tutunmaya çalışması gibi.”
Dursun Çiçek – Bir Türkünün İzinde: Sabreyle Gönül
Türküleri, bozkırı, Anadolu’yu anlatıyor yazısında Dursun Çiçek. Yazıyı okurken kendinizi bir türkü deryasında bulacaksınız.
“Türkü bize tarihimizi anlatır, geleneğimizi hatırlatır; inancımızın, ahlâkımızın, hayat ve dünya tasavvurumuzun tezahürlerini görürüz onda. Sadece hatırlatmaz, öğretir aynı zamanda. Dedemin diliyle: belletir. Önemli isimleri, pek çok kitabı, en sırlı hikmetleri, en büyük arifleri türkülerle belleriz. Muharrem Usta, vakti zamanında Şakir dedemin elmalığında tabakasından çıkardığı tütününü sararken herkesin “Zahidem”e sahip çıktığı bir dönem bana hikâyesini anlatmıştı. Arap Mustafa’yı, Cenderin Özü’nü, Kartal Kayalıkları’nı “Zahidem”in izinde öğrenmiştim. Leyla’yı ve Aslı’yı da elbette. Bir türkünün izinden gitmenin ne demek olduğunu belki de o zaman anlamıştım.”
Muhsin Macit – Dost Dosttan Ayrılmayınca
Muhsin Macit, Sadık Battal’ın ardından kaleme aldığı yazısı ile dergide yer alıyor. Muhabbetleri, dostlukları ile içli bir veda yazısı olmuş. Rahmet diliyoruz Battal’a. Mekânı cennet olsun.
“Son yıllarda yüz yüze görüşmek kısmet olmadı ama sürekli telefonlaştık. Her konuşmamızda Eskişehir’e beni ziyarete geleceğini yineleyip durdu. Bölümündeki öğrencileriyle şiir ve öykü üzerine sohbet etmek, yaratıcı yazarlık üzerine konuşmak için beni birkaç kez Tekirdağ’a davet etti. Benim bu konularda başkasına söyleyecek fazla sözüm olmadığı için davetlerini hep kibarca erteledim. Fakat yakında yayına hazırladığım nefes ve deyişler güldestesinin çıkacağını, kitabım basıldığında bir sohbet imkânı olursa memnuniyetle iştirak edeceğime dair söz verdim.”
“14 Ekim günü sosyal medyaya bir haber düştü: “Sinema yönetmeni ve akademisyen Sadık Battal kalp krizi sonucunda İstanbul’da vefat etti.” Bana da bu beklenmedik ayrılığa ve telafisi imkânsız ihmalkârlığıma hayıflanarak aziz dostumun ardından ağlamak düştü.”
Necdet Subaşı – Entelektüel Biyografi Üzerine
Necdet Subaşı, entelektüel biyografiyi anlatıyor yazısında. Bu türün klâsik biyografiden farklarını örnekler eşliğinde veriyor Subaşı.
“Entelektüel biyografi yazınının kapsamı, İslâm medeniyetinin düşünsel birikiminden Batı düşünce geleneğine, klasik paradigmalardan modern epistemolojiye uzanan geniş bir spektrumu kucaklarken dijital çağın sunduğu teknolojik olanaklar, bu alana yeni metodolojik boyutlar kazandırmaktadır.”
“Modern entelektüel biyografi yazımı, disiplinlerarası metodolojik yaklaşımıyla çağdaş akademik literatürde özgün bir konuma sahiptir. Bu sofistike yazım geleneği, sosyolojinin toplumsal çözümleme araçlarını, psikolojinin bilişsel süreç analizlerini, tarihsel araştırmaların dönemsel bağlam incelemelerini ve edebi anlatının etkileyici tekniklerini bütünleşik bir metodoloji içerisinde harmanlar. Bu çoklu metodolojik yaklaşım, düşünürün entelektüel serüvenini farklı disiplinlerin analitik perspektifleriyle buluşturarak bize derinlemesine kavrama olanağı sunar.”
Zeynep Merdan ile Söyleşi
Zeynep Merdan ile bir söyleşi yer alıyor Muhit’te. Merdan, yeni kitabı İçini Açan İnsan’a dair Nahide Nagihan Akyol’un sorularını cevaplamış.
“Keşif ve tutku arasında iki hâl bu. Yazıya da sirayet ediyor. O serinkanlı bakışı veren keşf bakışı; diğeri tutku bakışı. Birisiyle asla yetinemiyorum ki yeterli de gelmiyor. Psikolog, psikoloji üzerine bir eğitimim yok ama psikanalizi seviyorum. O sosyopsikolojik ton gündeme, dünyaya dair ilgimin ve meselemin başladığı yere tekabül ediyor. Çünkü ben yalnız estetik kaygı güden, sanatı sadece sanat için yapabilen biri değilim.”
“Işık’a âşığım. Ama karanlığa da meftunum. Bahar en sevdiğim mevsim ama güzün o mahzun yüzünü de seviyorum. Estetik hazları sevdiğim gibi dönüştüren, derinleştiren acıyı da seviyorum. Güneş’i sevdiğim gibi Ay’ın tekinsizliğini de seviyorum. Geceyi çok seviyorum. Uçmayı çok, çok seviyorum. Ama bazen düşmeyi de seviyorum. Dibe vurmayı da. Gök’ün sonsuzluğuna erişmeyi ve aynı zamanda uçurumun en dibinin keşfini de evet… Çünkü yaşam böyle muhteşemdir.”
“Benim tutkuya dönüşen bir dikkatim var. Bir şeye keşif duyabilecek kadar tetiklenmem gerekiyor. Ve o tetiklenme olduktan sonra ona düşüyorum. Dipsiz bir kuyuya düşer gibi, uçurumdan süzülen bir kartal gibi, uçsuz bucaksız bir ormanda ak bir geyiğin peşine takılır gibi… Hoşnut bir hazla düşüyorum. Her zerresine. Ve o keşif arzusu duyduğum şeye sadık bir tutkuyla hemhâl oluyorum sonra.”
Muhit’ten Şiirler
Handan Acar Yıldız – Galata Kulesi’nden Atlamayanlar
“Yine sırtını kulenin duvarına dayamış, başını gökyüzüne kaldırmıştı. Kulenin gökyüzüyle birleştiği noktaya gözlerini ayırmadan bakıyordu. İnsanın yalnızca yukarıdan aşağı bakınca başının dönmediğini, aşağıdan yukarı bakınca da döndüğünü bilirdi. Ama o alışıktı. Çünkü bu, onun yağmur damlalarını yutma rutiniydi. Göğe doğru açtığı ağzına dolan yağmur damlalarını yutuyordu. Eğer bir gece önce ağlamışsa ertesi gün yağmur yağması için dua ederdi. Çünkü ancak yağmur damlası yuttuğu zaman akan gözyaşlarının yeri dolardı. Aksi hâlde gözleri kurumaya yüz tutardı. Yine yağmur damlası avına çıkmıştı işte. Yutuyordu damlaları.”
Aynur Dilber – Kaderin Çalar Saati
“Aktar, kimsesiz bebeyi bir sepetin içinde, çeşmenin yanı başında buluverdi. Gördü; bir eski çula sarılmış, elleri yumuk yumuk, yüzü ay, şirin mi şirin bir bebek. Suratına serçeler kondu aktarın. Gülüşünde oynaştılar. Ahali, diye ünledi. Ahali meydanda, koca gürgenin altında eski, hasır iskemlelerden kalkıp aktarın yanına üşüştü. Haber taştan, tahtadan çatılmış en ufak çatlaklara varasıya ev içlerine dek yayıldı. Çoluk çocuk, genç yaşlı oradaydı.”
“Ben Mansur. Kimsesizmişim. Hancı sahiplenmiş beni. Hanın işlerine bir köle lazımmış. Tahtalar mı silinecek, odun mu taşınacak, boyu boyumu aşan kazanlarca yemek mi pişirilecek, pişirilen yemekler yolculara mı ikram edilecek… Hah, işte tüm bu işleri kotaracak olan ben, Mansur.”
Muhit’ten Şiirler
İnanıyorum hâlâ kirli tırnaklı çocuklara
Çünkü onlar gıdıklıyor cumhuriyetin ayaklarını
Sivri kanatlarıyla uçmanın kamelyasını
Koynumuza bırakıyorlar halisane bir edayla
Gözlerine mil çekilmiş nehir
Bulutlara, eşkıyalara, ıtır çiçeğine inat
Süzülüp ruha yuva kuruyor, orada
Sofra bezi seriliyor yere
Mehmet Fatih Öz
Benim rüyalarım aslanağzında
Kirli bir ihtilâl ruhumu sarmış
Bu nasıl bir hüsran günüdür böyle
O selâm şehrinin sokaklarında
Çocuklar yolumu bekliyorlarmış
Nurullah Genç
Bir mürekkebin içinde dağıldı yüzüm sonra
Dağıldı sis, dağıldı şenlik, dağıldı pazaryeri insanları
Şarkılarla büyük bir kışa hazırlık yapılıyor sonra
Sonra korkunç bir yalana dönüşüyor akşam buluşmaları
Sonra tek kişilik koltuklarda bilmediğim yollarda
Görmediğim otogarlarda bir sabah uyanmak telaşı
Mehmet Tepe
benim keşfim dersem hadsizlik olur
akıp dururken su gibi aziz
solduran sop dolduran top filan
selvi boy karınca bel kiraz dudak
bulunmaz yine de o nar tanesi
dünyayı ufalayıp kalbura koysak
Mehmet Narlı
İyi ki kan var gömleğimde
yoksa nasıl yaşardım
nasıl uyurdum geceleri
Ölürsem ölürüm bundan sana ne
ben nefesi kanaryanın
kan kardeşin, kardeş kanın.
Yunus Karadağ
Bu kedisiz evlerin hayalet makaslarında
Her gece intihar ediyor üst kattaki derviş
Tentelere çığlık ciğerde kan suresi bakır küpeler
Çıngıraklı bir kapıdan çıkmışsın gibi yaralanıyor
Latincesi daha ağır -söylesem yorulursun
Sabahın niyetlerinde tarhlar açıyorum buğdaylara bakıyorum
Atkımın ucunda besliyorum vaşak yavrularını
Seni içli hayvan gibi bağrımda soluyorum
Süleyman Unutmaz
Çünkü yağmur topraktan fışkırmıyorsa artık
ve buğday gökten inmiyorsa rahmet rahmet,
bir tohum yalnız silah zoruyla çatlar.
Mümkünse hâlâ toprağın şanına bir türkü
ve kaldıysa al kısrağı yeniden doğurtacak yürek,
bize yağlı urgan ancak kulelerden sarkar
Rıdvan Kadir Yeşil
İki gündür dünya hayatı da
Üçüncü gün kıyamet
Dışarı çıktığında kar boran soğuk
İçeri girdiğinde deprem
Şehrin bütün giriş çıkışları tıkanmış
Dünya, her gün nereye gitsem deyip
Yer bulamadığın yerdir
Ömer Yalçınova
Biliyorsan söyle İbrahim Abi
Vefanın ömürden çıkası mı var?
Gönlümüzden düşüp dururlar bir bir
Hasedin dostluğu yıkası mı var?
Korudum, gözettim, sevdim cananı
Bir tek küffar ile verdim kavgamı
Kemgözün verdiği yağlı urganı
Feleğin boynuma takası mı var?
Aziz Kağan Güneş
Senden suskun gözlerin, hazan hüzün mevsimin
Yollar yangın göklerin, bakmam dersin bakarsın
Dünden yorgun yaşamak, günden geçtin geceden
Dağlar kadar kavuşmak, kıştan çıkmış baharsın
İbrahim Tenekeci
Güfte Edebiyat, Sayı: 21
Güfte Edebiyat dergisi 21. sayısında hazırladığı saat- zaman dosyası ile dopdolu bir içerik sunuyor okuyucularına. Dergi, dosya konusunu tüm sayfalarına yayıyor. Şiir, deneme, öykü türlerinin tümünde dosya konusunu işliyor. Bu da derginin konularını daha detaylı işlemesini sağlıyor.
Saat ve zaman insan hayatının ömür denen çizgisinde hep en yakınındaki kavramlardan. Ne anlatırsak anlatalım aslında dolaylı ya da dolaysız yönden fark etmez konu hep zamana çıkıyor.
Dosyadan…
Fahrettin Bilge Keyvanoğlu – Halit Ayarcı’nın Enstitüsü Ve Ayarlamaya Çalıştığımız Saatler
“Kapitalizm, iktidarı ve sermayeyi elinde tutar. Kapitalizm, baktığı her şeyden azami faydalanacağı, onu kâra geçireceği bir parça bulmaya çalışır. Kapitalizm, amaçları uğruna halkın kutsal değerlerini de uygun şekilde kullanmayı bilir. Kitabı okuyanlar Ahmet Zamanî Efendi’yi hatırlayacaklardır. Kapitalizm, ortaklık ve fırsat eşitliği görüntüsü altında insanları ve kurumları işleyişine dâhil eder fakat gerçek güç her zaman kendi elindedir, işleyişe dâhil olan kişi veya kurumları zamanı gelince gözden çıkarmakta tereddüt etmez. Kapitalizm, saat vasıtasıyla insanların zamanını bölümlere ayırıp onları bir düzene uymaya mecbur eder. Şimdi bu bölümdeki “kapitalizm” ifadesi yerine cümlelere “Halit Ayarcı” ismini yerleştirin. Roman boyunca gördüğümüz, Batıya ayak uydurmaya çalışan bir toplumu, saatleri doğru ayarlayıp “çalışma felsefesi” adı altında kesin ve sarsılmaz bir düzen içinde yaşamaya yönlendirmeye çalışan pragmatist ve oportünist bir karakterdir.”
Tuba Taş- Yelkovanın Kaçtığı
“İnsanoğlunun dakikalarını karanlık ve bu karanlığın ateşi olan kan bürüdü. Buna olduğu sanılan, oldurulmaya çalışılan “sanal alem” denip geçildi, her anlamdan çabucak geçildiği gibi. Bu âlem, varlığı yokluğa çevirmek için yakıtı insan olan cehennem âleminin dünya denilen zemindeki yansımasıydı belli ki. Âlemler arasında yalpalayıp duran “araf”ta yetişen nesiller var olmaya çalıştı. Bir zamana, ruha ait olamama girdabında nice güzellikler heba edildi, nice hayatlar yok oldu. Saatin narin ve huzur veren “tik tak”larının yerini “dıt dıt dıdıtttttttt” sesleri çınlattı, bilinmez sonsuzluğa doğru.”
Büşra Künteci Günay – Tik Tak Saat Çığlığı
“Tik Tak: Elimi uzattım alyans kondu. Gelinlik ile süslendi. Akrep eş zamanlılığa inandı. Yelkovan sevgiye. Saatim sadakat.
Tik Tak: Patiler anlamına ilerleyen zamana adanmışlık. Akrebim her anı kedi. Tüyleri kadar zamanı var içimde. Tüm paralel evrenlerimin sahipleri. Saatim evlat kedilerim.”
Berrin Yüksel- Saatleri Durdurmanın Gerekliliği Üzerine
“Zamanı durdurmak anlamlı bir yaşam için şart. Kişi kendini beslemeden yani durmadan ilerleyemez. İkilem gibi duruyor, değil. Büyük büyük üretmeler için biraz durmak gerekir. İçimizde kumbara misali ne biriktirdiysek bu anlardan. Dolu dolu yaşamak için saatleri yaşamaya kurmak. Bizden ne çıkacaksa güzel olan, işe yarayan; bir fikir olur, bir hayal olur, bir ışık. Böyle anlardan doğacak. Yani kendini sevindirmek, kendini beslemek yine koşturduğumuz dünyanın hizmetine dönecek. Dönsün gam değil. Yeter ki biz kendimizi nasıl başlayıp nasıl bittiğini anlayamadığımız haftalar, sayamadığımız saatler, sudan hızlı akan dakikalar ve saniyeler içinde yitirmeyelim.”
Başar Yılmaz ile Söyleşi
Başar Yılmaz ile ilk öykü kitabı Kara Kışın Gün Işığı’na dair bir söyleşi yapılmış. Kitaba, yazma serüvenine, öykülerine dair Bayram S. Taşkın’ın sorularını cevaplamış Yılmaz.
“Romandan sonra öyküye yöneldim diye tarif edebileceğim bir süreç değildi aslında. Şimdi veya ileride edebiyatın bu iki türünde kategorize edilmek de istemem. Öykü, roman veya inceleme yazıları… Yazıyorum ben. Yazmaya dair arzu duyduğum hikâye, mesele, karakter hangisinin yatağından akmaya hazırsa öyle yol buluyor bir bakıma. Kendimi belli bir kalıba sokmaktan sakınıyorum.”
“Kendi perspektifimden konuyu ele aldığımda, yaşadığım coğrafya, gördüklerim, hissettiklerim, duyarlılıklarım beni yazmaya sevk ediyor. Kendimizi ideolojilerle sınırlamayalım hatta diyelim ki bu edebiyata ihanet olur. Fakat hayata baktığım bir pencere var benim. Samimiyetten söz edeceksek benim için aksi hâli samimiyetsizlik olur. Kimseye bir şey öğretmek veya bir şeyi dayatma çabasında değilim elbette. Ben hikâyelerimi bahsettiğim unsurlardan damıtıyorum. Bunun bir alıcısı var deyip ajite edilmiş duygularla, ayağı yere basmayan fikirlerle yazmıyorum. Bunlar benim gerçeklerim.”
Kıbrıs Barış Harekâtı 50 Yaşında
Tarihimizdeki önemli bir dönüm noktasıdır Kıbrıs Barış Harekatı. Nagihan Ölmez bu konu hakkında yazmış.
“20 Temmuz 1974 tarihinde başlayan Kıbrıs Barış Harekâtı 1967 yılında TBMM’de hükûmete verilen yetkiyle yapılmıştır. 15-20 Temmuz 1974 arası dönemde MGK, Bakanlar Kurulu, TBMM’nin toplanması, parti liderleriyle olan görüşmeler, yabancı temsilcilerle olan temaslar ve bütün siyasi ve diplomatik çabalardan sonra gelen Kıbrıs Barış Harekâtı…. Kıbrıs Türkü’nün 1963-1974 arası dönemde uğradığı şiddeti, katliamı ve izolasyonu bitiren Kıbrıs Barış Harekâtı 50 yaşında.”
Güfte Edebiyat’tan Öyküler
Huriye Emre – Göğüme Bir Yıldız Taktım
“Bir kızın simsiyah saçları gibi gökyüzü, üzerine gümüş rengi simler serpiştirilmiş. Gözleriyle okşuyor Seyhan, kızın saçlarını. Pencereden gelen esintiyle vücut hatlarının kıvraklığını sergileyen perdeden fırsat buldukça öpüyor Seyhan’ın yanağını dolunay.”
“Kendi kendine konuşurken gündüz bulduğu çanta geldi aklına. Yengesi çatıdaki eski sandığı görmüş, boyayıp evine götürecekmiş. İçindekileri çatıya boşaltmış. Sandığı aşağı indirmek için de Seyhan’ı çağırmıştı. Çatıya çıkınca görmüştü Seyhan bu lila çantayı. Ortaokulda iş eğitim dersinde makrome ipinden örmüştü. Çantayı da sandıkla beraber aşağı indirdi. Kalabalıkta yemek ve temizlik işi bir türlü bitmediğinden bakamamıştı içindekilere.”
Songül Uslu – Mahkûm, Cellat ve Şeytan
“Hücremin penceresi darağacına bakıyor. Üç aydır görebildiğim tek manzara bu. Yedi kez yağmur yağdı. Yedi kez urgan ıslandı. Yedi kez büyük fırtınalar çıktı. Darağacının devrilip parçalanmasını diledim. Yalnızca sarsıldığı ana şahit oldum.”
“Ellerimle yüzümü yelliyorum. Gözlerimi, izleyip durduğum avludan alıp ayağa kalkıyorum. Küçük odada attığım voltalar, içimde harlanan panik ve korkuyu artırmaktan başka bir işe yaramıyor.”
“Derin bir nefes çekiyorum içime. Yan gözle baktığım pencereden, hareketlenen avluyu görüyorum. Art arda gelen yutkunmalarım, boğazımdaki kuruluğa fayda vermiyor. Her an kapının ağzında belirecek olan gardiyanın beklentisiyle sıkıntı içerisindeyim.”
Kıymet Nokay Öztürk – Zamanın Dışında Kalmak
“Sustu Salih Efendi. Bıçak ağzı gibi ince, etsiz dudaklarını büzerek, titrek hâlleriyle sustu. Yetmişine gün sayan Mahzure Hanım’ın, yaşından diri hâllerine şaşırmadan pürdikkat dinledi onu. Çünkü ertesi gün rahmetli kocası için okutulacak mevlidin hazırlıklarına daha bir titizleniyordu.”
“Günlerdir her şey ince ince düşünülmüş, tüm ayrıntıların üzerinden defalarca geçilmişti. Bu arada Salih Efendi’nin üzerinden kim bilir kaç kez geçilmişti, bilinmez. Mahzure Hanımların apartmanına kapıcı olmak zor işti. Böylesi özel günlerde daha bir çekilmez ve yorucu oluyordu bu kadın. Kocası nasıl dayanmıştı buna bir ömür, ara sıra onu düşünürdü de içi acır, üzülürdü rahmetliye. Hemen sonrasında aklına onun da… Başını sallar işine bakardı sonra.”
İsmail Uluöz – Gerçeğin Kıyısında
“Gök, dörde bölünmüştü. Aynı anda hem kar hem dolu hem de yağmur yağıyor, kalan kısımda da sonbahar rüzgârları esiyordu. Adam, bir süre karların arasında yüzüp devasa kardan adamlar yaptı, sıkılınca ışık hızıyla yağmurlu bölgeye geçip yağmur damlalarıyla çeşitli şekiller meydana getirdi, ondan da bıkınca dolu tanelerini bilyeye dönüştürüp taş niyetine denizde sektirdi.”
“Sofranın hazırlanmasına yardım etmek istediyse de annesi ona yorulmasını istemediğini söyleyerek bunu reddetti. Hüzünlü bir sessizlikle geçen yemeğin ardından adam bu kez de sofranın toplanmasına yardım etmek istedi lakin annesi buna da müsaade etmedi. Kırk yılın başı çıkıp gelmiş oğluna iş yaptırmak istemiyordu. O otursun, keyfine baksındı. Sofranın toplanmasının akabinde kardeşi, arkadaşlarıyla buluşacağını söyleyerek dışarı çıktı. Şimdi anne ve babasıyla baş başa kalmıştı. Fakat yemekteki o hüzünlü sessizlik ortama hâlâ hâkimdi.”
İbrahim Gürel – İmbikten Geçen Zaman
“Âdem Efendi’nin gaipliği tescillenmiş zamanla. Öldü mü, kaçtı mı Allah bilir diyor kasabalı. Uzun yaşamanın güzel olduğu kadar acı yönleri de var. Biricik kızı yirmi yedi sene önce toplamış dünya göçünü. Bu yaşlarda kolay değildir sevdiğinin üzerine toprak atmak. Sırayı bozan ölüm meleğine de kırılmadı değil, diyordu geçenlerde eski muhtar Ali amca. O gün bugündür zaman bir imbikten geçer olmuş Hamiyet teyze için. Kolundaki oyuncak saati de yirmi yedi senedir takıyormuş. Saat de saat yani, üzerinde baharın binbir rengi.”
Hatice Eğilmez Kaya – Duvar Saatindeki Guguk Kuşu
“Duvar saatindeki kuş bir çırpıda dışarı çıktı yuvasından, ürkek fakat merakla baktı dünyaya. Tam yedi kere “guguk” dedi. Demek saat sabahın yedisiydi.”
“Dışarıda, yani eski kulübede ses seda yoktu. Yaşlı ormancı dışarı çıkmış olmalıydı. Tik tak, tik tak dedi duvar saati. Akrep yerinde duruyor gibi, yelkovan ona nispet hareketliydi. En küçük zaman diliminden asırlara, hatta bin yıllara ulaşan uzun, belki de çok kısa bir yolun üzerinde minicik adımlarla yürür gibiydiler.”
Züleyha Yılmaz – Akrep Ve Yelkovan
“Tik tak tik tak… Uzandığı kanepeden kalktı.
Akrep ve yelkovan yarışını dinlemeye gücü yetmedi. Bu yarış ona dünyadaki zamanının azaldığını hissettiriyordu. Annesini hastane odasında kaybettiği geceye döndü birdenbire. Ailenin tek bekâr kalan üyesi olduğu için refakatçilik ve hasta yükünü hiç konuşmadan ona vermişlerdi. O da annesine olan bağlılığından susmak zorunda kalmıştı. Bu gece aynı onun gibi belki de son saatlerinin geldiğini bilmeden o anları yeniden yaşıyordu.”
“Zaman epey geçmişti. Bulunduğu odadaki kanepeye uzandı. Düşüncelerle boğuşurken uykuya daldı. Rüyasında annesiyle eski evlerinin balkonunda çay içiyordu. Annesi konuşmuyor, sessizce yüzüne bakıyordu. İçeride misafir odasında herkes vardı. Tüm aile önemli bir şey için toplanmışlardı.
O sabahki doktor kontrolüne hiçbir zaman gidemedi.”
Mustafa Işık – Kamber’in Balıkları
“Hepimiz biraz yoksunuz, biraz eksik. Aitsiz oluşumuzla kıymete değer buluruz kendimizi, ayağı yerden kesilmiş insanlığımızla. Kaygılardan nasibimize düşeni taşımayadır bütün gayretimiz. Günebakan çiçeği gibi gülüşe açılan dost yüzüne çok hasretiz. Bir merhaba şavkı açılsın diye yüreğimizde, gelip geçenle bağdaş kurarız vuslat demini. Gözlerimiz hep ufukta, yüzümüz doğacak güneşe açılacak kapıda. Bekleyip dururuz.”
Emine Tutu – Masal
“-Yıldızların kanatlarına küçük pembe evler yapmışlar. O evlerde daha dünyaya gelmemiş canlıları misafir ederlermiş. Kuşların bile ruhunu orada misafir ederlermiş. Bir insanın ruhunu da toprağa karışmadan önce orada sevgiyle, bilgiyle harmanlayıp dünyaya öyle gönderirlermiş. Ahmet diye bir çocuk da varmış içlerinde. Öyle güzelmiş ki kaldığı ev. Galaksilerin, yıldız tozlarının, gezegenlerin arasında evrenin yaşam şarkısını dinleye dinleye tamamlanıyormuş güzel ruhu, yıldızların kanatlarındaki pembe evinde. İşte şimdi benim kardeşim olarak göndermişler dünyaya. Ablası öyle seviyormuş ki onu seve seve bitiremiyormuş bu yakışıklıyı. Şimdi uyusun, sonra büyüsün diye… Küçükmüş daha. Uyurken unutmayacakmış. Ruhunun hamuru sevgi ve bilgelikmiş.”
Şefa Abdulla – Timsah, Veba, Sivrisinek
“Bu yollar neden bu kadar kaygan? Evdeki parke döşeme cilalandığında da böyle parlıyordu. Ama döşeme yapışkandı, yollarsa kaygan, üstelik buz gibi… Bir de yol dediğin taş olur, asfalt olur, zift olur ne bileyim toprak olur, kum olur… Tahtadan da yol olmaz ki…”
“Bir yamaçta biten iri kangal dikenlerinin arkasından görünüyor timsah, o iğrenç yaratık! İlahi, bu kadar büyük timsah olur mu? Üstelik timsahın deri rengi de farklı, alışılmışın dışında bir renk. Bunun derisi daha çok kurbağa derisine benziyor. Şekli, biçimi de… Daha doğrusu boynu, başı, boynundaki kat kat derisiyle foka benziyor. Ama görüntüsü çok ürkütücü.”
Güfte Edebiyat’tan Şiirler
seni bir yalandan koparıp büyütürüm
ki tohumların her seferinde başka çiçekleri örselese
işgalci bir soluk gibi kalsam kendi çitlerimden içeri
insanın kendinden bıktığı yerde başlasa anlam mücadelem
beni yalandan koparıp büyütsen de
gerçeğe çınlayan bütün saatlere seve seve kurulurum
çünkü aşkın bir yarım karar olduğu yerde
geri kalan her şey senden olanın durgunluğu
Rıdvan Ardıç
Akrep, kadranın asıl söz sahibi
Kiminde akil kiminde tutuyor akrepliği
Sinmeyince dizelerime sevgilinin gözleri
Aşk kadranıma zerk ediyor zehrini
Hem kendini öldürüyor
Hem de sensizliğin anlamsız vakitlerini
Alaattin Bakır
Ve hayat bir kırpıntı
İki çiğdemlik göz kadar
Yolunun yolcusu ben değilim
Ömrünün zulasında başkaldırıyorum sana
Bayram Kaçuk
döndüm dedim ey kalbim
neden benimle gelmiyorsun
burada akşamken
orada sabahı yaratan Allah
burada yasın tülüne sarılırken sen
ölümün kokusunu
ölen o kelebek söyledi
hayret ettiğim
imtinayla sığındığım ne varsa
yaşamla gelen
ve göçen her şeyin adıyla
dedemin ölümünü
siyah bir kelebek söyledi
ölümden dem vurmak
yârin ölüsü soğumuşken
kolaydır diyor dilruba
sen ölü ağzınla ölümden bahis açma
Rona Arslan
Bahçedeki nektarı da kurumuş, dedi.
Nasıl güzeldi nasıl tatlı bir şeydi.
Neler neler kurumadı ki o bahçede, dedim.
Erik ağacı, gencecik kiraz ağacı, bir uçtan bir uca
Mor çiçeğim, peygamber çiçeği, bir kız çocuğu,
Bir güzel kadın, belki şimdi bir adam, kim bilir?
İçimden söyledim
Zeynep Kasap
Gönül ağyar can’ı tende
Bülbül ötmez gül içinde
Varsam aşsam yol ilminde
k’anar durur hudutlarım…
Nil’ce çağlar inler kalbim
Musa’dan bir selâm ile
Asiye’den nilüferler
Ruhum koklar, ben ağlarım
Nilüfer Z. Aktaş
Yaman sıxılıram mən bu şəhərdən,
Köhnə xatirələr, köhnə zamanlar,
Çox adam anlamaz məni bu yerdə,
Yalnız həmin dərdə düşənlər anlar.
Famil Şiraliyev
Yolcu dergisi, Sayı:110
Yolcu dergisi 110. sayısını “Olan Oldu Olacak Olan da…” diyerek çıkardı.
Ömer İdris Akdin’in Meseleye Notlar’ı ile başlıyor dergi. Akdin’in derin analizleri, Türkiye ve dünya meselelerine dair notları derginin bir klâsiği olarak okuyucu ile buluşmaya devam ediyor.
“Eskiden ‘Kahrolsun Amerika’ sloganları atardım. Bıraktım. Meğer kahrolması gereken Amerika, içinde olmayı istediğimiz hayat düzeninin kendisiymiş. Yani Amerika gibi olamadığımız için kahrolsunmuş. Evet sömürgeci, katil, katliamcı vs… Bu ayrı konu. Lakin günümüzde herkes Amerikan dilinde konuşup, Amerikanvari tepkiler veriyor. Ve tüm icraatlarını Amerikan iletişim düzeni üzerinden ortaya koyuyor. En mahrem tavır ve davranışları Amerikan iletişim hatları tarafından teslim alınmış bir topluluğun ‘Kahrol Amerika’ demesinin Tanrı’nın yanında bir değeri olabilir mi?”
Abd ve İsrail Armageddon Evanjelizm Eskatoloji Yeni Dünya Düzeni
Herkesin hedefinde yeni dünya düzeni var. Kendi planının peşinde koşan bir düzen aslında bu. Kendi hakimiyetini kurmak ya da sağlamlaştırmakla ilgili bir düzenin planı. Şimdi Abd ve İsrail’in sinsi, hain ve sınır tanımaz planını izliyoruz. İç içe geçmiş bir hain düzeneğinden başka bir şey değil bu. İsmail Korkmaz Abd ve İsrail’in kurmak istediği yeni dünya düzeni hakkında yazmış.
“Bugün AMERİKA’DA aktif olarak faaliyet gösteren “PROTESTAN EVANJELİKLER”, “İSRAİL DEVLETİ’NE” siyasal, sosyal ve ekonomik olarak destekveren iktidarları iş başına getirmektedirler. Her gelen hükümet bunun bilincinde olduğundan doğal olarak dinsel görüşlerinisinsi bir planlamayla hayata geçirmektedirler. Bunlar için önemli olan dünya siyaseti ya da ülkelerinin ekonomik olarak kalkınması değil “ARMAGEDDON’CU fantastik dinsel istemlerinin” bir an önce uygulanmasıdır. Dünyanın kaotik biryapıya sürüklenmesini isteyen bu Fundamentalistler, teolojik-ya da daha doğrusu ideolojik-bir mantıksal planlamayla, olguları, süreçleri ve düşünceleri, “Kıyamet Komplosuna” uygun olarak yönlendirmektedirler.”
“Batıda ortaya çıkan “Fundamentalizm” kavramı, bugün tüm dünyayı işgal etmiştir. Linguistik olarak irdelersek tanım olarak, “Koyu İncil taraftarlığı ve Fanatik bir İSA sevgisi ile yoğrulan, Hıristiyan dininin mensuplarını” karşılayan bu kavram, bugün diğer dinler için de kullanılan negatif bir kavram haline getirilmiştir. Oysa bu kavram reel olarak kendisini “Evanjelik” olarak gören İSA inananlarının teolojik duruşlarının saptamasında kullanılan bir kavramdır. Fanatizm ile şekil alan ve dinsel olarak katı bir perspektiften olgulara bakanların durumlarını tespit etmek için kullanılan bu kavram, bugün diğer coğrafyalarda faaliyet gösteren inanç gruplarını tarif ve tasnif etmede de kullanılmaktadır.”
Özde Ahlak
Her işin başı ahlak. Ne olursa olsun özde ahlak yoksa çıkan sonucun çok da kıymeti olmaz. Ahlakını yitiren toplumların ayakta kalması da zor. İsmail Delihasan, ahlak üzerine yazmış. Ahlakın insana kattığı değer, toplum nezdinde ahlak, iman ve ahlak gibi birçok yönden ele alınmış konu.
“Ahlakıve karakteri düzgün olmayanın, aklıve düşüncesisağlam ve sağlıklı olamaz. Düşünceler, karakterin ve aklın aynasıdır. Düşünceleri bozuk olanın, ahlakı da karakteri de bozuktur. Zekâ ve akıl aynı şey değildir ve zeki dürüst olmayabilir. Oysa aklın değeri dürüstlüğüyle ölçülür. Güzel düşünen insanlar, güzel ahlaklıdırlar. İyi insanlar iyi düşünürler. İşini iyi yapmak en temel ahlaktır.”
“Utanmak ahlaklının fiilidir. Allah’tan utanmak, doğru insan olmaktır. Kul gördüğü için ondan utanmak; Allah’tan gücünü ve varlığını bilip, kabul etmek olarak korkmaktır. Allah’tan korkmak manası; O’nun gücünü ve varlığını bildiğinden, günah işlememek; O’na karşı gelmemek, hakkı tanımak; mümin olmaktır. Öcüden ve zalimden korkar gibi değildir. Bu korku Şeytan korkusu değil, Rahman korkusudur. Kendini-nefsini yenen herkesi yener. Utanan ve Allah’tan korkan güçlüdür.”
Göbeklitepe’de Hz. İbrahim Silüeti
HasanTülüceoğlu, Göbeklitepe’yi ve Hz. İbrahim’i anlatıyor yazısında. Bir tapınaktan yola çıkarak aslında iman hakikatine ulaşmanın tarihsel süreçteki serencamını izliyoruz.
“Göbeklitepe’deki modern insanın anlamakta güçlük çektiği bu yapının bir tapınak olduğu kesindir. İnsanlar yaratılıştan kısa süre sonra öngörünün aksine ilkelliği yaşamak yerine kendi yaratıcılarını unutup kendi uydurdukları ve adlarına anıtlar diktikleri putlar inşaa etmişlerdir. Bir anlamda inançta cehalet ve ilkellik yaşamışlardır.”
Ayrılık Rüzgârları
Faik Öcal; Mekke’den, ezandan, vakti kuşanmaktan ve geride bıraktıklarından bahsediyor yazısında.
“Ey Mekke! Unutma bütün gariplerini, yetimlerini, kölelerini, sürgünlerini ve muhacirlerini. Sende başlayıp senden bitecek olan bütün ayrılık rüzgârlarını. Hiç uzak değil gitmek ve ölmek. Hiç uzak değil, vuslat ve hayat. Ve sen Hizran bütün ayrılıklarını son sabah ezanına sakla ve yola düş Ramda’dan Şam’a, Medine’den sonsuzluğa karış.”
Prof. Dr. Richard Falk ile Söyleşi
Prof. Dr. Ricdhard Falk ile 7 Ekim’i ve Hamas’ı konuşmuş Naman Bakaç.
“İsrail soykırımının ikinci aşamasının en canlı göstergesi belki de, Batı hükümetlerinin desteklediği şey ile giderek daha fazla vatandaşının desteklediği şey arasındaki uçurumu gözler önüne serme konusunda dolaylı bir etkiye sahip olan husus, dünyanın dört bir yanında üniversite kampüslerinde gerçekleşen yaygın protestolardı.”
Prof. Dr. Sadık Kartal ile Eğitim Üzerine Söyleşi
Prof. Dr. Sadık Kartal ile geçmişten günümüze eğitim öğretim sorunları üzerine b ir söyleşi yapılmış. Sorular; Faik Öcal’dan.
“Türkiye eğitim sisteminin temel kodları batılı olmak, pozitivizm ve milliyetçiliktir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana batı yaşam tarzını benimsemiş, pozitivist bilim anlayışına sahip ve Türk milliyetçisiyim diyen bireyler yetiştirmek temel hedeftir. 1960’lı yıllardan sonra Türk milliyetçiliği Türk İslam sentezi halini almıştır. Son yıllarda sayılan kodlara küresel değerler veya 21. Yüzyıl becerileri olarak tarif edilebilecek anadilde ve başka dillerde iletişim, dijital okuryazarlık, fen ve matematiksek beceriler,vatandaşlık gibi kodlar eklenmiştir.”
İlişkiler ve Yabancılaşma
İnsan, hayatı boyunca bir ilişkiler yumağının içinde çırpınıp duruyor. Her ilişki bir yüktür insana. Bülent Sönmez, ilişkileri yabancılaşma çerçevesinde ele alıyor.
“İnsan ilişkilerinde ve insana bakışta hiçbir sosyal ve psikolojik gerçeği dikkate almadan üretilen ötekileştirici anlayışla bu ilişki biçiminin insani bir zemine sahip olduğu söylenemezdi. Daha sonra 12 Eylül askeri darbesi oldu. İnsani ilişkiler bağlamında büyük kentlerde – darbe sürecinde- hemşehricilik ve köylülük anlayışı gelişti. Dava ilişkileri insanların apolitizasyon sürecinde, hemşericilik ilişkilerine evirildi. Şehir kasaba ve köy isimleri ile ilgili dernekler, vakıflar vesaireler kuruldu.”
“Adamı önceden tanıyorsunuz. Tanıdığını zannediyorsunuz ya da. İnsanlığın yüce hedefleri için gece gündüz çalıştığınız dönemlerden kalma bir hüsn-ü zannınız var adama karşı. Bir ara bir yerde karşılaşıyorsunuz. Önemli bir makamı işgal ettiğini görüp ufaktan seviniyorsunuz. heyecanlı heyecanlı gelecekteki projelerden maddi hiç bir değer taşımayan, insanlığı daha üste çıkaracak; kemale ilişkin hedeflerden söz ediyorsunuz. İnsana hala inanıyorsunuz, insanın hala maddi olandan fazlası olduğunu düşünüyorsunuz…”
Dipnotsuz Kitaplar Müellifi: Sezai Karakoç
Aydın Hız, Sezai Karakoç üzerine kaleme aldığı yazısı ile Yolcu’da. Karakoç’un okuma serüveninin yanında Karakoç’u okuma biçimlerine de değiniyor yazısında Hız.
Sezai Karakoç’un kitaplarında sadece yazarların, bilginlerin ve şairlerin isimleri ve düşünceleri geçmez. Uygarlıkları ve bu uygarlıkların var kılan mitolojileri de sık sık anar yazılarında. Bütüncül medeniyet okumaları yapar. Eski Yunan’dan, Hind Medeniyetine, Uzakdoğu mitolojilerinden, Çin tanrılarına varıncaya değin düşünce havzaları oluşturmuş yapıları anlamlı bir bütün içinde analizlerini sunar. Karakoç, bir medeniyet bekçiliği yapar aynı zamanda. Dinin, salt psikolojik veya sosyolojik bağlamına hapsedilmesine karşı tavır alır, İslam Medeniyetinin modern çağda yeniden dirilişine katkı sunar böylece. Medeniyet ile ilgili yazılarında bir tarih felsefesi görülür.
Dünün Günleri
Selçuk Küpçük dünün günlerini anlatmaya devam ediyor. 2000’li yıllardayız.
“4 Mayıs 2000 / Ordu 18 çocuk geldi bugün ziyaret için bir köyden. Aralarında ilk kez şehre inenler var. Esmer, küçük bir kızı getirdiler yanıma. Babası içiyor ve sürekli dövüyormuş. Anlatırken ayakuçlarına kadar titriyordu. Ağlamak geldi içimden. Dedim, “Dünya! ne kadar ağırsın sen”.
5 Mayıs 2000 / Ordu Üniversite yıllarına dönüp arkadaşları aradım telefonla bu gece. Ahmet’in iki çocuğu varmış. Dinçer henüz beşik sallıyor. Mehmet Kul’un izini kaybetmişler. Yazın buluşsak diyoruz.”
“7 Ağustos 2000 / Ordu Hava kararırken deniz kıyısına inip kumsalda yürüdüm. Büyük bir böcek gelip aniden sol göğsüme kondu.
8 Ağustos 2000 / Ordu Unutmak mümkün değil. Hayatın acı olan ağırlığı sürekli cebimde.
9 Ağustos 200 / Ordu Babamın kitaplarını çıkartıp koltukların üzerine yaydım. Onlar da hava ve güneş görmeliydiler. Yaşamak için. Hepimiz gibi. Annem bu manzara karşısında yine söylendi.”
Yolcu’dan Hikâyeler
Müştehir Karakaya – Mistik
“Siz kimsiniz, diye sordu doktorlar, bak biz doktoruz, iki kişiyiz,siz de üç kişisiniz,siz kimsiniz, nesi oluyorsunuz, neden o sokaktan geçtiniz, sizi çağıran, sizden yardım dileyen mi vardı, anlatın, bunu buraya nasıl getirdiniz…”
“Meczup öyle birkahkaha attıki aydınlık birden karanlığa gömüldü, gök puslandı, gündüz geceye döndü bir an, doktorların ve onu getiren adamların gözlerine perde indi…”
Ömer İdris Akdin – Kapının Ardında
“Zeytinlerin hasat mevsimiydi. Ilık bir günün ikindivaktinde kapımız çalındı. En küçük kızım koşarak gitti. Bir süre sonra bizi çağırdı. Dört kişi… Erkek ve dağınık sakallı olanı, uzak yerlerden geldiklerini, perişan ve aç olduklarını söylediğinde diğerleri boyunlarını bükmüş ayaklarına bakıyordu. Kızım kapıdakilere doğru birkaç adım attı ve onlardan biri olan kız çocuğunun elini tuttu. Annesine dönerek, Tanrı misafiri, dedi. Evin hanımı bana baktı, içeri, mutfağa gitti. Kollarımı açarak, hoş geldiniz, buyurun dedim.”
“O gün anne ve kızı yine evde kaldı. Baba ve oğlu bizimle, artık son zamanlarında olan hasatı bitirmek üzere bahçeye girdi. Öğle vakti eve geldik ve hep birlikte öğünümüzü yedik. Baba ve oğlu kendilerine izin vermemi, evde kalmak istediklerini söylediklerinde uygun buldum. Hatta bir sorunlarının olup olmadığını bile sordum. Teşekkür etti baba. Artık bir şeye ihtiyaçlarının olmadığını söyledi.”
Yolcu’dan Şiirler
Madem öldüğümde yitecek anlam
Neden kurmak için bu kadar düşledim
Oysa kaç sabah temize çekmiştim düşlerimi
Kaç geceye çakmıştım cigaramla.
Tanrım
Yoksa yeniden dikeldiğimde
Verecek misin düşlerimi
Diyecek misin
Kaygılanma hepsi burada diye
Eğer vermeyeceksen
Söyle lütfen
Ne anlamı var yaşamanın
Ne anlamı var dünya denen bu meydanın?
Ömer Vural
Kınalı alıcın kurdu
Alıcı kemirdi durdu
İki kurt avcısı çıkıp
Alıcın kurdunu vurdu
Say ki başak terlemesi
Terin teni yerlemesi
Aşk, bir büyülü sızının
Atını eyerlemesi
Mehmet Aycı
kuş dili bilen Süleyman da kalmadı
hüsnüyusuf yüzü gösterecek kuyu da
kim kurtaracak bizi darıdünyada
hak’tan gayrı sahibimiz mi var?
Mustafa Işık
Öylesine yaşıyorum sahnede, ötede ölüm yağarken
Bana yalnızlığı ulak salmışlar, yaşımın sınıra erdiğine
Beni sözcüklerin vurduğu yerdeyim hala, aynı umut
Her şey aynı ama ben onulmaz acıların eşiğine bırakılmış
Keşkelere vurmuşum kendimi, yalnızlık haddime
Olmuşlara çare aramak gibi beyhudeyim.
Müslim Kılıç
Şehir ve Kültür, Sayı: 125
Şehir ve Kültür dergisi 125. sayısına da Ümit Meriç ile başlıyor. Bu hem dergi için hem de bizler için çok büyük bir kazanç. Meriç’in birikimini yansıttığı bu yazılar bir şehri, mekânı daha iyi algılamamızı ve anlamamızı sağlıyor. Meriç bu sayı Yahya Efendi Dergâhı’na 1977 ve 1998 yıllarında yaptığı iki ziyareti karşılaştırmalı olarak anlatıyor.
“İşte Yahyâ Efendi. Boğaz’ın dört mânevî bekçisinden biri. Onun huzurundayım. Öbür uçta Telli Baba, Karadeniz’e kollarını açmış, gelen geçene bir düğüne gelenleri karşılar gibi, “Hoş-âmed” ediyor. Boğaz’ın öbür Karadeniz girişinde kabrini Yahyâ Efendi’nin keşfettiği Hazret-i Yuşa. Diğer uçta Sultantepe’de Özbekler Tekkesi’nin bahçesinde Buhara’dan gelip Mekke’ye giden Yesevî evlatları. Yahyâ Efendi ile beraber şehrin mânevî hayatını koruyan bu isimlere ve onları bir talebe iken bizlere tanıtan Çamlıca Kız Lisesi’nin Edebiyat hocası Mahir İz’e rahmet dualarımı yolluyorum.”
Aradan 21 yıl geçti. Ben artık çok değiştim. Zira namaz kılmayı biliyorum. Ama acaba Yahyâ Efendi Dergâhı’nda ne değişti? Zil çalıyor. Bir arkadaş, “Bu güzel bahar gününde bir Boğaz turuna ne dersin?” diye soruyor. “Olmaz.” diyorum, gidiyor. Derken bir daha zil çalıyor. Bu sefer hareket saham daha da daraltılmış. “Yıldız Parkı’nda bir çay içmeye ne dersin?”
Düğün Gecesi
Aralık ayı Mevlana’nın ölüm yıldönümü. Sevgiliye kavuşma günü olarak adlandırılan bu gece hakkında Kâmil Uğurlu yazmış.
“Ve ölümüyle, Hz. Mevlânâ ile küçük Alâaddin’in ve hemşehrilerinin ve müritlerinin arasını açmıştır. Bu sevgili mürşidin kanı aralarına girmiştir.
Mıknatıs gibi çekici, müthiş bir şahsiyeti olduğu muhakkaktır. Hz. Mevlânâ ile sohbetlerinde ona, menakıb kitaplarında yazılı olanlardan çok daha farklı şeyler söylemiştir.
Belki de hiç konuşmamıştır. Çünkü Eflâki, bir ara, Şems’in halk içinde konuşmak gibi bir âdeti olmadığını söyler. Belki sadece sükut ederek, bakarak ve mevcudiyetiyle çevresini etki altına almaktaydı.”
Gözyaşlarıyla Yoğrulan Acılı Bir Şehir: Hatay
Hatay’ı anlatmaya başlamış M. Nihat Malkoç. Medeniyetlerin buluşma noktası olan şehir ne yazık ki şimdilerde daha çok acılarla anılıyor. Elbet acılar da geçecek ve yine güzel günlere kavuşacak Hatay.
“Antik kentleri, müzeleri, inanç turizmi merkezleri, tabiî zenginlikleri, birbirinden güzel yaylaları ve zengin mutfağı ile gidilip görülmeye değer turistik yörelerimizin başında gelmektedir Hatay… Cami, kilise ve havraların iç içe olduğu Hatay’da herkes sevginin, dostluğun ve barışın izini takip ederek saadete erişmenin azim ve gayreti içerisindedir.”
Tulus’tan Carcasson’a Hayat ve Müslümanlar
Dr. İsrafil Kurulay, Tulus’tan Carcasson’a Hayat ve Müslümanlar yazısı ile gezi izlenimlerini aktarıyor.
“Fuardan çıkarak şehir merkezine gitmek üzere tramvaya bindim. Tramvaylar temiz, yolcular ise oldukça renkli görünüyorlar. Araçlarda her renkten her ırktan insan var. Sonra metroya bindim. Metro araçları daha küçük her vagon bir minibüs havasında görünüyor. Daha çok kuzey Afrikalı ve siyahiler dikkat çekiyor. Bizim bildiğimiz sarı saçlı mavi gözlü Fransız sayısı oldukça az. Bölgenin Afrika’ya yakın olması nedeniyle Faslı ve Cezayirlilerin çok olduğunu öğrendim.”
“Tulus’ta başka ibadet mekânı Mirail Camisi. Capitole’den bindiğimiz metronun son durağı Mirail Basso-Cambo’da indikten sonra geniş bir park alanından geçtikten sonra Mirail Camisine varıyoruz. Bu camide külleye şeklinde yapılmış ve tarafına kalem tarzında bir minare kondurulmuş.”
Avrupa’nın Kudüs’ü
Ahu Cetres, Avrupa’nın Kudüs’ü diyerek Saraybosna’yı anlatıyor.
“Osmanlı’dan ayrılan diğer tüm topraklarda olduğu gibi buralara da uzun süre eski huzur gelmemişti. Büyük badirelerden (I. ve II. Dünya Savaşları) sonra şimdilerde onun nesli, bir zamanlar, her dinden insanı kardeşçe kucaklayan gerçek Kudüs’te değiller ama, burada, Saraybosna’da, bir avuç kalanıyla yaşamlarını huzurla sürdürmeye devam etmektedirler.”
Haydarpaşa Erkek Sanat Enstitüsü
Menekşe Özkaya Tutum, Haydarpaşa Erkek Enstitüsünü tarihi süreçte anlatıyor. Bir okulun yaşadığı değişimleri, zamanın şartlarına göre değerlendiriyor.
“1897 yılında Sultan Abdülhamit Han tarafından yaptırılan, tarihî ve halen kullanımda bulunan Alman mimarisi bina ve çevresindeki 28 bin metrekarelik arazide “Haydarpaşa Erkek Sanat Enstitüsü” olarak 1959 yılında 142 öğrenci ve 25 öğretmen ile öğretime başlamıştır.
Daha sonraki yıllarda okulun kurucu müdürü Ali ERKAN’ın gayretleri ile çevredeki 16 bin metrekarelik alan okul bünyesine katılmıştır.”
Sonbaharda Üşüyene Boza Verir Güzel Neşe
İstanbul’u, sonbaharı, serinleyen akşamları boza ve şiir tadında anlatmış Hülya Günay. İnsanın kuş olup uçası, İstanbul’a gidesi ve bir bozayı yudumlayası geliyor yazıyı okuyunca.
“Sonbaharda özellikle de soğuk kış gecelerinde gönülleri ısıtan bir ses gelirmiş sokaktan “Bozaaaaa, Bozaaaa” bu satırları okurken, o sesin hatırası ile kulakları çınlayanların duygularına lisan olabiliyorsam bahtiyarım. Fatih’in bazı mahallelerinde geçtiğimiz birkaç yıla kadar bozacıların sesleri gönülleri ısıtmaya devam ederdi, yeniden hayat bulması dileğimizdir.”
Zamana Yenik Düşmeyen Safranbolu
İbrahim Yasak, bir seyyah gibi şehirleri adımlamaya devam ediyor. Bu kez yolumuz Safranbolu’ya düşüyor.
“Zaman bir kez daha akıp gidiyor Safranbolu’da ve tüm dünyada… Saat odasının dört ayrı yöne bakan küçük pencerelerinden Safranbolu’yu seyrediyoruz 360 derecelik panoramik görünüşüyle… Safranbolu, yeşillikler içinde iki üç katlı, kiremit kaplı binalarıyla…”
“Ve Safranbolu’nun tarihî simgelerinden biri olan kesme taşlarıyla bir kale gibi heybetle yükselen Cinci Han’a birkaç basamaklı merdivenlerinden inerek giriyoruz. Yaklaşık dört asırlık tarihî bina 1645 yılında Cinci Hoca olarak bilinen Safranbolulu Karabaşzade Hüseyin Efendi tarafından yaptırılmıştır. Ortası avlulu iki katlı revakların ardında odaları bulunan bir mekân burası. Tarihî bir kervansarayın avlusundayız.”
Ahmet Günbay Yıldız’a Dair
Ahmet Günbay Yıldız’ın hayatımdaki yeri çok önemlidir. Hem Tokatlı olması hem de okumayı öğrendiğim yıllarda ilk onun kitaplarını okumuş olmam Yıldız’ın değerini gözümde ve gönlümde hep canlı tutmuştur. Erbay Kücet, Yıldız’ı ve romanlarını hidayet bağlamında ele almış.
“Ahmet Günbay Yıldız topluma ayna tutarken yaşadığı zamanı ve toplumsal eleştiriyi ihmal etmez. Bu sayede, edebiyatının toplumsal gerçekçilik akımıyla örtüşmesi, sadece yazdıklarıyla değil, yaşantısıyla da uyum içindedir. Halkın konuşma diline yakın, samimi bir üslubu tercih ederek karmaşık tasvirlerden ve ağır bir dilden kaçınarak hitap etmeyi başarmıştır.”
“Toplumsal çatışmalar, bireysel ikilemler ve inançsal kararların önemi sıklıkla vurgulanır. Onun romanlarında karşılıksız aşk, gençlik çağının iniş çıkışları ve insanın hayata karşı direnci, edebî bir dille ele alınır. Bu yönüyle, eserleri hem okuyucunun gönlünde yer edinir hem de edebî bir derinlik sunar.”
Prizren’e Yolculuk
Fahri Tuna yol hikâyelerinde Kadir Korkut’un sorularını cevaplamaya devam ediyor. Bu sayı Prizren’deyiz.
“Şehri boydan boya yukarıdan aşağıya kesen Akdere’nin kıyısına 1615 yılında Sofi Sinan Paşa tarafından yaptırılan nefis bir camidir. Elli metre kadar yakınında, küçük meydanın ortasında, tadına doyulmaz Şar Dağı sularını bizlere sunan şadırvan. Ki, bir içenin yedi kez daha Prizren’e geleceği söylenir. Ben çok içtim. Yirmi iki kere gittim. Dördüncü yediye döndüm yani.”
“Prizren’de benim ilk kahramanım, ilk dostum, ilk ağabeyimdir ressam ve şair Zeynel Beksaç. Yaşından saçından başından söz etmeyeceğim. Nüfus kâğıdındaki yaşı yetmişi aşsa da o her zaman Türkçenin nöbetinde on sekiz yaşında, dinamik, korkusuz, yorulmaz bir genç.”
“Bu söyleşideki son sözüm: Prizren, bir Türk için, dünyada mutlaka görülmesi gereken ilk beş şehirden birisidir. Görülmesi, gezilmesi, dokunulması. Ve sevilmesi.”
Lavanta
Çiçeklerin modası olur mu, olur. Lavanta kokulu zamanları yaşıyoruz. Şehirlerde, köylerde, tarlada, bahçede lavantalar çıkıyor karşımıza. Bilal Arıoğlu lavantayı anlatıyor bu sayı.
“Lavanta eski dönemlerden beri zarif duruşu ve kokusu ile öne çıkan çiçeklerdendir. Tüylü yap rakları ve buğday başakları gibi açan mor çiçekleri ile de arıların ve kelebeklerin üzerinde dans ettiği çiçeklerden birisidir. Kokusu eski dönemlerde tanrıçaların kokusu olarak bilinir. Onun için biraz da saray çiçeği olmuştur. Çünkü onun mor çiçekleri biraz da asaleti ve temizliği temsil ediyordu. Bunun için İlhan Berk’in aşkla büyüttüğü çiçeklerdendir lavanta. Nazan Bekiroğlu’nun sırlarını döktüğü çiçektir. Ahmet Muhip Dranas’ın Olvido şiirinde geçmişin anıları ve yalnızlık lavanta kokan kederlerle gelmektedir.”
Bir Bekleyişin İki Yalnızı
Necla Dursun bizleri bir tiyatro oyunu ile tanıştırıyor. Bu oyun sıradan bir eser değil. Bir acının, tarihi bir olayın senaryosundan oluşuyor. Bekleyişin, yitirilişin, umutsuzluğun sahneye yansımasına şahit oluyoruz.
“Çağdaş Balkan Türk Edebiyatının önemli isimlerinden biri olan İlhami Emin’in kızı Bilge Emin’in çevirisi ve yönetmenliğini üstlendiği, tek perdelik bir oyun ‘Parmak’. Tek perdelik oyunun süresi 1 saat 20 dakika.”
“Batı Balkan Oyun Yazma Yarışması’nda ‘En İyi Çağdaş Oyun’ dalında birinciliği kucaklayan oyun 2013 ‘de Saraybosna’da düzenlenen Uluslararası MESS Tiyatro Festivali’nde ‘En İyi Balkan Oyunu’ ödülüne layık bulunmuş.”
“On koca yılın kısa kesitini izlerken empati kurmamak elde değil. Hele bir de benim gibi oyuncuyla aranızdaki mesafenin 1 mt kadar olduğu düşünürseniz kendinizi oyunun içinde hissedersiniz. 1 bekleyişin 2 yalnızı nasıl tükettiğini izlemek için en iyi adreste olduğunuzun ayırdına fazlasıyla vararak.”
Ay Vakti, Sayı: 213
Ay Vakti dergisi 213. sayısıyla 2024’ü tamamlıyor. Derginin giriş yazısı yine manifesto gibi bir içtenlikle kaleme alınmış. “Vicdanî Körlük” diyerek yaşadığımız günlere göndermeler yapılıyor.
“Gözlerimize gaflet perdesi indi.
Körler tiyatrosunun müdavimi olduk vesselam. Bazen seyirci, bazen figüran. Senarist yazdı, biz oynadık! Her gösteride “itaatkâr kitle”yi temsil ettik. Sorgulamadık rolümüzü hiç… Bir pandomime evrildi hayat. Flu bir perdeden baktık hep. Biraz sisli ve dumanlı, biraz da gölgeyle karışık. Buğulu camın arkasında belli belirsiz ışığa doğru gittikçe daha çok uzaklaştık kendimizden. Tuzaklarla bezenmiş yolda sahteliklere inanır olduk. Kutsal bir ritüel gibi düştük körlüğün kuyusuna. Ne sarkan bir ip ne kova ne de bir kervan. Gözler kör, kulaklar sağır, izanlar kapalı…”
İlkeler ve Ülküler
Dünyada zulüm çarkının döndüğü bu günlerde bize düşen birlik ve beraberlik içinde zulmün karşısında durmamızdır. Şeref Akbaba yaşananları ilkeler ve ülküler bağlamında ele alıyor.
“Birliktelik, ortak hedeflere yönelme, sağlıklı oluşum ve eylem için önemlidir. İnsanlar bir mefkûre etrafında toplanır ve ortak çalışmalar yaparlar. Bu birliktelikte, bireylerin kabiliyetlerine göre sorumluluk almaları hem mühim, hem de ortak hedefe ulaşmak için elzemdir. Bir gaye ve hedef doğrultusunda yürütülen çalışmalarda kişisel kabiliyetlerin geliştirilmesi ve korunması, ortak çalışmalara değer katar. Ferdin dâhil olduğu birlikteliğin yakın ve uzak hedefleri olduğu gibi kendine ait hedefleri de olabilir.”
“Doğu Türkistan ve Gazze’de süregelen, yeryüzünün farklı bölgelerinde var olan zulüm, ölüm ve işgallerin had safhaya ulaştığı günümüzde, oluşumlar birlik ruhunu korumalı, kardeşlik bağlarını güçlendirmeli, cihanşümul teşekküllerde sadece kınayan değil, müdahil olan bir yapıya dönüşmelidir. Bilkuvve var, bilfiil de var olarak…”
Sanat Kuramı Üzerine
Recep Garip sanat kuramı üzerine yazmaya devam ediyor. Sanata, zanaata, geleneğe dair notlar var yazıda.
“Sanat ve Zanaat arasındaki birkaç farktan bahsetmekte yarar görmekteyim. Uzun yıllardır resim sanatıyla uğraştığım, kendimi bildim bileli şiirle, edebiyatla yoğunluğum sürdüğü için belli farkları yaşayarak gördüğümden bir değerlendirme olsun arzu ediyorum. Herhangi bir esere yoğunlaştığında asla neden ve niçin böylesi bir resim diye düşünmeksizin resme odaklanmış olduğumuzdan, hesabi bir durum asla aklımızdan geçmez.”
“Geleneğin takibi elden ele, dilden dile ve gönülden gönüle taşınıyor ve aktarılıyor. İmalat, kullanım alanlarına göre şekilleniyor. Meslek sahibi olabilmek için sabır gerekiyor. Çıraklık gerektiriyor. Dini, dili, kökeni, coğrafi durumu hem mekânların oluşmasına, hem dini vecibelerin öğrenilip yerine getirilecek mahallerin açılmasını sağlamıştır.”
Mustafa Özdamar ile Kırk Kandil ve Eserleri Üzerine Söyleşi
Selami Şimşek, Mustafa Özdamar ile eserleri üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş. Eserlerine dair tüm ayrıntılara söyleşide ulaşmak mümkün.
“Evsen Efendi’nin o ilk görüşmede bana verdiği virdler arasında “Yâ Selâm” da vardı. 100 istiğfar, 100 salavat, 100 ism-i celâl, 100 yâ Selâm! Selâm ism-i şerifinin koruyucukollayıcı özelliği var der büyükler. Selâm zaten barış ve esenliği çağıran çağrıştıran bir ismi şeriftir. “Yâ Selâm” dediğin zaman hem ism-i şerifin zâtına hitab vardır, hem de söylenen kişiye “güzel Allah seni barış ve esenlikle sarsın, bürüsün” anlamını taşır. Barışa ve esenliğe herkesin ihtiyacı var.”
“Yaşım kadar kitap sayısına gelince, yazıp yayınlananlar kadar yırtıp attıklarım kaybettiklerim de var! Mehmet Önder, sanat tarihi hocamızdı. İlk derste kendisini tanıtırken söyle bir cümle kullanmıştı: Hocanız yeryüzünün üçte birini dolaşmış, yaşı kadar kitap ve makale yazmış bir insan! Hoca o tarihlerde 30-35 yaşlarında bir delikanlıydı. Bu cümleler beni çok heyecanlandırdı, çok hoşuma gitti. Yıllar sonra fark ettim ki güzel Allah bana da yaşım kadar kitap yazdırmıştı. Övünme yok, şükür elhamdülillah!”
“İdeolocya” Etütleri
Necip Fazıl’ın düşünce dünyasına giriş kapısıdır İdeolocya Örgüsü. Salih Uçak, bu eser üzerinden bir etüt çalışmasına başlıyor. Doğu-batı meselelerine Türkiye merkezinden bir yaklaşım var yazıda.
“Oryantalistleşmeden, özgün ve otantik düşünen münevverler sadece dün değil, bugün de benzer bir biçimde yok sayılmaktadır. Hiçbir derinliği olmayan, sığ ve taklitçi zihniyete sahip kimi yazar-çizer, hayran olduğu Batı terminolojisiyle gündem ve güncel kalabilmektedir. Şu hâlde dün ne ise bugün de odur. Yazık ki bu gidişle yüz yıl daha geçse korkarım ki bu zihniyet ve bakış değişmeyecektir.”
“Yaşam hakkını, hukukunu ve geleceğini Barbar Batı’nın şapkasız kovboylarına değil, bizzat kendi imanına ve ihlasına umut bağlayanlara muhtacız. Düşmanın silahıyla silahlanan, fikri ve irfanıyla hür, mütekabiliyet esasıyla hareket eden şuurlu bir nesle muhtacız. Kendi ideolocya örgüsü içinde oyun kuran dimağlara muhtacız.”
Şiir Tarihi
Şiirin tarihsel yolculuğunu anlatıyor Hayrettin Taylan. Şiire bakış açısı, şiir algısının yaşadığı değişimler, şiir-dil arasındaki bağ gibi konular işleniyor yazıda.
“Şiire ve şiirselliğe yönelik yaklaşımlar, tarih boyunca farklı söylem ve kuramlarla devam etmiştir. Her kuramcı, her ekol, her edebî anlayış ve her kültürel doku, şiire farklı bir perspektiften bakmıştır. Şiir, biçim-içerik ikilemini korumuştur. Her çağ, kendi kültürel dokusunu oluşturur. Çağın sosyoekonomisi, inançları ve diğer büyük dinamiklerine bağlı bir şiir oluşur. Lirizm, dize, ses, imge, ilham, simge gibi birbirine bağlı ve değişmeyen şiirsel edimler tarih boyunca konumunu korumuştur. Şiirin temel özü budur.”
Ay Vakti’nden Öyküler
Züleyha Kayaoğlu Eker – Körler Sağırlar
“Ömer, oldukça tedirgin adımlıyordu ormanı bir uçtan bir uca. Kafasındaki binbir düşünce, önüne çıkan dallar kadar karışıktı. Arkasına bakıp duruyordu boyuna. Ardıç, sedir ve menengiç ağaçları yolunu kesiyordu. Güneşin çiselediği son ışık çizgileri dallardan seke seke yerlere çarpıyor, yerdeki börtü böceği bazen saklayıp bazen açığa çıkarıyordu. Gün batmaktaydı. “Gece olmadan kahveye bir kavuşsam.” diye söyleniyordu arada bir.”
“Askerliğini geçen yıl yapmış, gelmiş ve işlerin başına geçmişti. Babası artık yavaş yavaş çekiliyordu kenara. Yaşlı adam sürekli hayvan alıp satıyor ve bu nedenle köyde “cambaz” diye biliniyordu. Ömer onun ikinci evliliğinden olmuştu ve annesinin gözbebeğiydi. Evleri köyün güzel evlerinden biriydi. Büyük bir bahçenin içine oturtulmuştu ve oldukça genişti. Havuz başında iri pembe gülleri vardı. Ömer çok kere arkadaşlarını burada ağırlardı. Misafir eksik olmazdı yani. Düğününde burayı renk renk lambalarla ve masalarla donatmışlardı. Bahçede, kazanlarda yapılan yemekler gelenlerin damaklarını şenlendirmişti.”
Mehmet Sali – Koridor
“İnsan bir kere ölüyor.
Bu gerçekle yüzleşmek birçoğumuz için zor mesele. Yaş kemâle erince derler ya, işte o zaman yüzleşmek daha mümkün belki de.”
“Hiç lafı eğip bükmeye gerek yok, hastaneler sevmediğimiz mekanlar. Geniş, soğuk, yankılı, pürtelaş koridorlarında ölümün kol geziyor olmasından belki de. Ölümü sevmediğimiz ya da ölümden korktuğumuz için değil; koridorlarda ölümle yüzleşme ihtimali bizi tedirgin eden, arafta bırakan.”
“Yeşil ya da mavi elbiseler, donuk renkli duvarlar, içerisi buz gibi, doktorlarda uzmanlık alametleri, birbirlerine hafiften şakalar, “Ben varım burada hey, şakanın sırası mı?” Etrafta onlarca tuhaf alet edevat, sabahın erken saatleri…”
Ay Vakti’nden Şiirler
İnsan bir çakıl taşının ağırlığında
Bir kum tanesinin hafifliğinde
Dalgaların kıvrımlarında mıdır ki
Şurada burada hıçkırık gibi
Kıyıya vurduğunda dalgalar.
Böyle sere serpe böyle hercai
Kaç hayat bir kıvılcım eder acaba
İkindi gelsin bakalım ne olacaksa
Şirazesi bozulmuş bu dünyada.
Nurettin Durman
Saate bakıp dışarıda kalanları işaret ettim, sofraya geçmeden önce
Yoksullarla yolcuları iki yanıma alarak oturdum birer daire çizip
Her daireye bir çocuk, soframıza kandil olsunlar diye
Her çocuğun eline de birer Alâaddin lâmbası ve elma şekeri!
-Siyah atlar, yeşil rüyalar, dağlarda uçan karıncalar
Ey uçsuz bucaksız düşlerimiz, çocukluğumuz, o afili duruşlar
Adem Turan
soluyor bir daha soluyor üzerimdeki yamalı elbise
sokaklar taşlıyor bedenimi, recm iyi uygulanıyor.
karanlığın öte yakası bitimsiz ve derin bir su,
batıyor artık akşamüstlerini sorgulayan gemilerin
paslı güverteleri. yas tutmak, o da artık korkakların işi!
Ferhat Öksüz
ve çirkinin güzeli olmaz deme celâldeki cemâli seyret perdenin arkasından
bak su çeşmedir ırmaktır çağlayandır yağmurdur seldir dalga dalga mavi deniz
gülün boynundaki dikenleri nasıl öper âşıklar tevhid meydanında bir görseniz
anladım aşk dipsiz bir kuyu vuslat içindeki su ipi özlem kabı hayy’li yürek
ondan hûş der dem olur nakşbendiler hâcegân sofrasında halka halka
ondan semâya durur mevlevîler bir top güllesine döner bedevî dervişleri
Selami Şimşek
Asırlık bir değirmen gibi döner
Kırar ellerini, bilekten kırar ta ki
Durduramasın akışını oyuklardaki kanın
Gözlerde yağın.
Yağı yaralara merhem eden,
İlaç eden umursamazlık
Kaygı ile birleşerek,
Kader ile gülüşerek,
Gece ile güreşerek doluyor boş kovanlara.
Silahı aksine tutmuş
Terse değil aksine.
Suda görünen kendi sandığı.
Yavuz Ertürk
Yaşadıkça kaçtığım yerler, serseri ruhum
Umudumu çalıyor cebimdeki aynam, gösterişli yalanlar
Yaşanmamış acılar şiir gibi bir şey
Nehrin dudaklarından dökülüyor
Korktuğum yer, onarılmış düşlerim
İçimde bir orman sesi gibi
Sabahın uzun kavgasıdır hüzün
Güzel bütün yalnızlığıyla bir annenin eli…
Ahmet Tepe
Aynı teranelerle söz israf, sükût salamura susam, bahara.
Geçerliliği yok, vahye telmih üç beş dizenin yıllık planlarda
Ölenler bahtiyar, kalan sağlar haberdar mı bir tas filtresiz sudan?
Ardından kuşburnu yerine sitem topluyor gözlerim mezarlardan
Giden gelmiyor buralarda, naylon terlikle çıkıyorum çarşı pazara
Göç ediyorum güneşe, hicretten sayılmıyor devesiz adresler de
Entelektüel birikim, ahlak ve cesaret timsali birkaç sert adım
Gül yüzün memleket biraz, üzüm, ayva ve sepetlerce hüzün.
Yasemin Kuloğlu