Türk Edebiyatı’nda, Edebiyat ve Psikanaliz Dosyası
2024’ün son sayısında hazırladığı Edebiyat ve Psikanaliz Dosyası ile bu yılı sonlandırıyor Türk Edebiyatı dergisi. 2024’te, ses getirecek ve arşivlenecek özgün dosyalara imza atmıştı dergi. Bu dosya da aynı özelliklere sahip, titiz hazırlanmış bir içerik sunuyor dergi okurlarına.
Edebiyat ve Psikanaliz Dosyası
Cafer Şen – Psikanalitik Edebiyat Kuramı mı? Yoksa Ruhsal Aygıtın İmgelerinin Analizi mi?
“Psikanaliz, analizanın/analiz edilenin bir hakikat ve anlam kurması için hermeneutikin yoruma dayalı yöntemine başvurur. Bu noktada Lacan yapıların da semptomlar kadar yüzeyde konumlandığını, her bir semptomun birer gösteren olduğunu iddia ederken aslında yorum için bir metne nasıl yaklaşılacağı hususunda bize bir yöntem sunar. Dilsel gösterenleri, aşkın metafizik yorumlarından uzak tutmaya, bu tür yorumları ortaya çıkaracak şekilde gündelik gerçeklikten koparmayı engellemeye çalışır. Bu noktada yorumun hedefi ve hakiki odağı, aşkın/öte bir anlam aramak veya kurmak olmamalı, ulaşılabilir görülen üzerinde odaklanmak olmalıdır.”
Şahika Karaca- Semboliğin ve Semiyotiğin İmkânları
“Sembolik alanın ihlaliyle ortaya çıkan şiirsel dili Kristeva, anne bedeninden kopuşun şiirsel dille görünür hâle gelmesi olarak ifade eder. Çünkü kültür içinde dürtüsel söylemin/semiyotiğin devam etmesi kültürel hayatın arızalanmasına ve psikoza yol açacaktır. Ancak kültürel yapı içerisinde olumsuzlanan dürtüsel söylem edebiyatta şiirsel dille yapıbozumuna uğratılmaktadır.”
Sevgi Serdaroğlu- Necip Fazıl Kısakürek’in Tiyatrolarındaki Varoluşsal Suçluluk Duyumuna Psikanalitik Bir Bakış
“Vicdan rahatsızlığını, suçluluk bilincinden gelen bir tür kefaret anlayışı olarak görmek mümkündür. Suç ve cezanın içselleştirilmiş yapısı, söz konusu duyumun ağırlığının ancak kefaretle diğer bir değişle gerçek yahut simgesel alanda çekilecek acıyla hafifletilebileceğini önceler. Foucault, buradaki psikolojinin klasik adalet anlayışının tersine dönmüş bir imgesi olduğunu düşünür. Buna göre daha evvel nesnel olarak işleyen yargı artık öznel hâle gelerek yer değiştirir. Suçun sonucu olarak ceza, içsel yargı mekanizmasında işlemeye devam eder.13 Nam-ı Diğer Parmaksız Salih piyesi, bahsedilen suç ve ceza dinamiğini gözler önüne serer.”
Küçürek Öykü Yazabilmek
Turhan Yıldırım, küçürek öyküyü konu alan yazısı ile Türk Edebiyatı’nda. Küçürek öykünün dergilerin gündemine bu şekilde gelmesi önemli. Sözü yormadan, öyküyü en minimal seviyede kurmaya dayalı bir tür olan küçürek öykünün okunmasından önce anlaşılmaya ihtiyacı var.
“Küçürek öyküyü diğerlerinden ayıran özelliklerden biri de bir ya da birkaç fotoğraf karesinin hikâyeleştirilmesidir. Metin bizlere yukarıdaki örnekte olduğu gibi tek anı da birbiriyle ilintili birden çok anı da anlatabilir. Bu öykülerle bize aktarılansa sanki üst üste birkaç kare çeken bir fotoğrafçının anı hapsetme çabasının yansımasıdır. Böyle metinlerde anlatımın zamanı çok uzamaz, olay ya da durum fazla detaylandırılmaz. Fakat tıpkı Ali Teoman’ın kitabında da olduğu gibi her zaman çığlık atmaz, okuru şok eden bir sonla bitmez. Anların fotoğraflanması kimi zaman gören için şaşırtıcı bir etki yaratabilir ama bazen de amaç yalnızca o karenin kendisine baktırmaktır.”
Kaşgar’dan İstanbul’a Vatan ve Millet Davasına Adanan Bir Ömür: İsa Yusuf Alptekin
Ömer Kul, İsa Yusuf Alptekin’i konu edindiği bir anma yazısı ile Türk Edebiyatı’nda.
“Merhum İsa Yusuf Alptekin, Doğu Türkistan’ın bayrak şahsiyeti olarak anılmayı kanaatimce Doğu Türkistan davasına yaptığı hizmetler dolayısıyla sonuna kadar hak etmiştir. Bugün bile İsa Yusuf Alptekin’in Doğu Türkistan’ın kurtuluşuna dair düşüncelerinin real politik açıdan gerçekliği onun ufkunu göstermesi açısından önem taşımaktadır. Onun fikirlerinin doğruluğu ve tutarlılığını anlamayan ve anlamak istemeyen Doğu Türkistanlıların olması maalesef çok acıdır. Fani dünyaya veda etmesinin üzerinden 29 yıl geçmesine rağmen bugün Çin Komünistleri hâlâ daha İsa Yusuf Alptekin adını duymaktan, onun adına kurulan bir vakıfta faaliyetler yapılmasından rahatsızlık duyuyorsa ve onu karalama kampanyası yürütüyorsa bu İsa Yusuf Alptekin’in büyüklüğünü, davasına sadakatini ve daha nice on yıllar hatta asırlar boyunca yeni nesillerin İsa Yusuf Alptekin’i öğrenmesi yeter de artar bir sebep olarak tarihteki yerini alması anlamı taşımaktadır.”
Türk Edebiyatı’ndan Hikâyeler
Yıldırım Türk- Öykülerde Yaşamak
“Dönüp dönüp bakıyorum, kimin seslendiğini bir türlü göremiyorum. Acele ettikçe gölge gibi takip ediyor beni. İyice tedirgin oluyorum. Tekrar bir ses geliyor daha yakınımdan. Bu defa yakaladım diyorum kendi kendime, kaldırımda tomur tomur çiçek açmış erik ağacına bakıyorum. Bunca zaman önünden geçtiğim ağacı yeni fark ettiğime şaşıyorum. Yolun karşısında kızgın ve hızlı adımlarla söylenerek giden Sait Faik çakısıyla kalemini yontuyordu. Çıldırmış gibiydi. Ardından koşuyorum. Birden gözden kayboluyor, gökyüzünde esmer lekeler…”
“Kesme taşları arasında yer yer otlar bitmiş harabe bir kalenin gedik açılmış surlarına güç bela çıkıyorum. Bütün şehir seriliyor ayaklarımın altına. Aman Allah’ım! Okuduğum çoğu öykü kitabının kahramanları ve yazarları burada. Gözlerime inanamıyorum. Hayal şehri mi, öykü şehri mi burası? Kurguyla gerçeklik arasında kalıyorum. Kitaplar kendi adını taşıyan evlere dönüşmüş. Kahramanlar kelimelerden sıyrılıp bu evde, bu şehirde mi yaşıyorlar?”
Muhammed Ali Polat – Siklamen
“Kar uğultuyla birlikte dik yamaca doğru yığılırken ağaçların sarkık, yere yakın dalları kar içinde kalmıştı. Sıcacık odadan birdenbire dışarı çıkan ihtiyar, yıllardır dokunmadığı mavzerini sırtına asıp kapı önünden yamaca bakmaya başladı. Karı yararak yamaca çıkan yolu yürüdü. Dağın eteğine geldiğinde ise dönüp duman tüten evine baktı. Ayağı gerisin geriye döndü. Sonra tekrar gözleri yamaca ilişti. Vakit kaybettiği hissine kapılarak hızlı adımlarla tepeye doğru yürümeye başladı. Adımları ihtiyarlığına güvensizdi fakat hisleri bu korkuyu yeniyordu.”
“İsmet, silah alana kadar köydeki en iyi silah ihtiyarın silahıydı. Silahı aldığı günlerde orada burada hep İsmet’in silahı konuşuldu. Her gördüğüne kasılarak “Mermisinin eşi benzeri yok, çekirdeğinin rengi bile farklı, kocaman, eşek kadar.” deyip durdu. Bir keresinde ihtiyarın avdan döndüğünü görünce yanaşıp “Hedefe ateş edek mi?” demişti de ihtiyar hiçbir şey demeden gülümseyip yoluna devam etmişti.”
Özay Erdem – Hikâye Nerde?
“Bir ümit bakışlarımı mağazanın karşısındaki otobüs durağına çevirdim. Bir öğrenci koşarak kendisini bekleyen servise bindi. Sonra birkaç işçiyi servisleri gelip aldı. Belediye otobüsünü bekleyen küçük bir kalabalık oluştu bu süre zarfında. Pembe bere takmış genç bir kız ayrıldı bu kalabalıktan. Telefonunu çıkarıp mağaza sahibinin park yaparken kullandığı tahta saksıya yanaştı. Bu önemli bir an diye düşündüm. Dikkat kesildim. Genç kız saksıya doğru hafifçe çömeldi. Fotoğrafını çekti farklı açılardan.”
“Üzerinden kaç gün geçmişti ama kurulan cümleleri bu netlikte hâlâ hatırlayışıma şaşırdım. O akşam eve yürürken karşılaşmıştık Nergis ile. Ellerinde poşetler vardı yine. Mevsimin bütün yeşilliklerini almıştı. Ayrılırken yemeğe çağırmıştı beni. Ciddi miydi anlayamamıştım. Tebessüm ederken utanmış, başımı sallamıştım nezaketen.”
Yavuz Ahmet – Hep Aynı Hikâye
“Bazı akşamüstleri kahveye takılırdı. Kahvenin önündeki, Ankara gibi kışları soğuk geçen bir memlekette nasıl yetiştiğine akıl sır ermeyecek asırlık defne ağacının gölgesine o da sığışırdı. Çoğunluğu emeklilerden müteşekkil müdavimler muhabbete dalmış olduklarından, Adnan Bey’in selamını fark etmezlerdi bile. Ziya Küçük’ün ölümü konuşulurdu, adliye kâtibi Hasan Şerefçioğlu’nun ilginç maceraları hatırlanırdı, Kazım Bey’in disk jokey olmak isteyen oğlunun ne yaptığı merak edilirdi.”
“Edebiyat toplantılarına katılmayı severdi. Ömrünce anlatılmaya değer tek bir hikâyesinin olduğuna inansa da yeni hikâyeleri keyifle dinlerdi. Usta yazarlar, hikâyenin de bir hikâyesinin olduğundan hareketle, yeni yayınlanmış kitaplarının hazırlık evresinden söz ederlerdi. Genç yazar adayları, edebiyatta meselenin önemine hâlâ inanıyor olduklarından, neyi hangi amaçla yazmak istediklerini büyük bir inançla anlatırlardı. Hayalî kahramanların yolculukları girerdi işin içine; uzayan yollar, bozulan otobüsler, file benzeyen bulutlar, ayrılıklara gebe yağmur önceleri…”
Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
Mahvolsa yarısı, yarısı kalsa,
Çiçeği kurusa, arısı kalsa.
Hep önceki gibi dünya böylece,
Yarı toprak olsa, yarı su kalsa,
Barışamıyorum bu dünya ile…
Dağı da taşı da suyu da tanış,
Baharı, güzü de yayı da tanış.
Hep önceki gibi dünya böylece,
Yarı yad görünse yarı da tanış,
Barışamıyorum bu dünya ile…
Faik Balabeyli
Dizlerimin bağı çözüldü
Kalbime kadar üşüdüm
Önce yüreğim, sonra ellerim kaydı
Saçlarından süzülerek okyanuslara düştüm
Gitme! Beni okyanuslarda bırakma
Bir zıpkın at, vur
Çek götür ardın sıra
Beni kıblesiz sularda bırakma
Şahin Kabakuş
Âşinadır bizge her dem cihân-ı âhir perest
Hâlimizden bilmeyendir zâhid-i zâhir perest
Etmezem ikrah, etimden sabah akşam yerse de
Müfteri hoş görmemiz ta yazılub rûz-i elest
Lütfü Şahsuvaroğlu
Yoktur, gölgesi olmayanın salt gövdesi.
Ey ellerim, hangi gül bu kadar kolay kanar?
Bu kadar çabuk vazgeçer, şem pervaneden.
Giden gider. Bin hüzünle yoklar kalır. Biz, kimiz?
Bil ki Leyla’dır çağıran yurduna bir Mecnun’u…
Tarık Özcan
Daha sen başını kaldırmadın kardelen
Bayram arifesinde adaklar adayan kim
Nemrutlardır yurdumuzda boy veren
Titriyor haritada gezinen elim
İbrahim İbrahim
İsmail kurban düştü
Bu Türk’ün cezir çağı
Ağla ey Tanrı dağı
Yıkıldı han otağı
Haneme figan düştü
İmdat Avşar
haydi
dağ bayır kıyılmadan toprağım
atlara diriliş şiiri koşalım
kişnesin yüzyıllarca lirik ağzıyla
koşsun güneş gören seferlerine
herkes
aşkla mahmuzlasın şiir ve atları
Yasin Mortaş
İskele. Yıl:1 Sayı:1
Bir derginin üzerinde yazan yıl:1 sayı:1 ifadesini her zaman bir şiir gibi okurum. Çünkü bu; umuttur, heyecandır, söze olan inancın devam ettiğinin en somut göstergelerindendir. Şimdi bu umutları ayağa kaldıran ses, soluk, deniz esintisi İskenderun’dan çıkageldi. İskele dergisi, yıl:1 sayı:1 diyerek yola düştü. Derginin adının bile belli olmadığı günlerden başlayarak uzaktan da olsa tüm heyecanına şahitlik ettiğim için ortaya böylesine bir güzelliğin çıkacağını az çok tahmin ediyordum.
İskele dergisi İskenderun İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünün uhdesinde çıkan bir dergi. İskenderun’un adını büyük acılarla andığımız bir zamanda böylesine güzellikler yüreklere adeta su serpiyor. Dergicilikte otuzcu yılına girmiş biri olarak şunu belirtmek isterim, dergi inanmaktır. İnançla kuşanılmış yüreklerin bir eseridir dergi. Tıpkı İskele’de olduğu gibi.. Derginin çıkışında büyük paya sahip İskenderun İlçe Müdürü Ali Haytaz ve Mukadder Uçar Beyoğlu hocalarımı canı gönülden kutluyor, çalışmalarında kolaylıklar diliyorum.
İstanbul dışında çıkan dergilerde görmeyi arzu ettiğim en önemli özellik, edebiyat dünyasının tanıdığı isimlerin yanında şehrin sesi, soluğu olan isimlerin de dergide kendine yer bulmasıdır. İskele dergisi bunu ilk sayısında başarmış. Şunu da gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki İskele tam anlamıyla bir edebiyat dergisi özelliklerini içinde barındırıyor. Devamını diliyorum.
Ali Haydar Haksal ile Söyleşi
Dergiden yapacağım ilk paylaşım Ali Haydar Haksal ile yapılan söyleşiden olacak. Haksal, ömrünü dergilere, yayıncılığa vermiş bir isim. Onun söyleyeceği her söz, günümüz edebiyatı için bir ışık olacaktır. İlk sayıya böyle bir başlangıç da isabetli olmuş.
“Biz kendimizi, önce Büyük Doğu, sonra da Diriliş Akımı ekseninde bulduk. Bizim nasibimiz burası imiş. Daha doğrusu tercihimiz oldu. Büyük medeniyetimizin izleğinde, yeni bir dil, bir çizgi ve tarzı benimsedik. Bundan da sonuçları itibarıyla memnunuz. Çünkü sözünü ettiğimiz akımların kendi içinde karışıklıkları var. Bunu bir eleştiri olarak belirtmiyorum. Farklı akımlarda olunmasına karşın ortak düşünüşleri de var.”
“Necip Fazıl Büyük Doğu ile anılır. Sezai Karakoç Diriliş, Nuri Pakdil Edebiyat, Cemal Süreya Papirüs, Memet Fuat Yeni Dergi ile anılır. Memet Fuat dergicilikte başlı başına bir isimdir. Birçok derginin merkezinde yer almıştır yönetici olarak. Dergiler aynı zamanda kendi yazarlarını ve hatta okurlarını oluştururlar. Belli düşünce çevrelerine bağlı dergiler kendi yazar ve şairlerini yetiştirip olgunlaştırırken ister istemez kadroları da oluşur. Her akımın kendine özgü bir ruh ve ortamı var. Bunlar belli dünya görüşünü hem şekillendiriyor hem de olgunlaştırıyorlar.”
Altaylardan Gelen Gücümüz: Türkçe
Türkçe en büyük derdimiz, davamız. Dili güçlü olan milletlerin ayakları yere sağlam basar. Kültürel olgunlaşması daha sağlam temellerde kurulur diliyle diri kalan milletler. Mehmet Küçük, Türkçeye dair yazmış.
“Türkçe aynı zamanda dünyanın bilinen en eski dillerinden biridir. Hatta yapılan son kazılar ve araştırmalarda Sümercenin, Türkçenin kökeni olduğu kuvvetle ihtimal kazanmaktadır. Bu kanaate varılmasının sebebi Türkçe bilen araştırmacıların Sümerceyi okuyabilmesi ve Sümercede takriben 70 Sümerce kelimenin bugünkü Türkçede aynen kullanılmasıdır. Türkçenin bilinen ilk yazılı kaynağı 732-735 yıllarında kaya üzerine yazılan Orhun Abideleridir. Orhun Abideleri, bugünkü yazı dilinden farklı yukarıdan aşağıya yazılan Göktürk alfabesi ile yazılmıştır.”
Ne’si Olur Amalekler Kabil’in ve Biz Ne’yiniz Oluruz Sizin?
Dünya zulüm çarkıyla dönüp duruyor. Zulmü yapan eller değişse de mazlumlar hep aynı. Tüm bu olup bitenin karşısında peki biz neredeyiz? Deniz Eroğlu, bizim durduğumuz yeri sorgulayan bir denemesi ile İskele’de.
“Her şey görmesi gerekenlerin gözlerinin önünde, gözlerini taammüden kaparken oldu (olmakta). Oysa Hama’nın tülbenti burada, burada onbeşlinin yırtık kasketi, Trablus elinin muhtarı, Türkmen Dağı’nın mihmandarı, Nesibe’nin aziz kılıcı, Prizren tuğlası, Buhara hamuru burada, elinde malası dilinde türküsü bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlı vatanını yine yeniden yaparken, -mahallemizin utanmaz suskunluğunda-, Haliç serinliğinde gölgelenirken etekli adamlar, tepsi tepsi israfı yalarken parmaklarından, az ötemizde medeniyet(!) böğürürken en dişi sesleriyle, surların arkasında kulaklarına hayatı tıkayanlar, daha dün Cihan Harbi’nden çıkan biz değilmişiz gibi, ‘’savaşsan ölsünler, savaşmasan ölecekler’’ diyenleriyle, bir kapıdan görünüp, diğerinden çıkanlarıyla, hülasa iblisi kıskandıranlarıyla her şey burada oldu(olmakta).”
Âşıkların Şiirinde “Siyah” Rengi
Prof. Dr. Bülent Arı ve Tolga Akkuyu, siyah rengin âşık edebiyatındaki çağrışımlarını konu ettikleri makaleleri ile dergide yer alıyor. Âşıklık geleneğinden, bu geleneğin içinde yer alan imgelerin oluşumundan, siyah rengin çağrışımından bahsettikten sonra örnek şiirlerle konu detaylandırılıyor.
“Âşık, 15. Yüzyılda Selçuklulardan sonra Anadolu’ da ortaya çıkan sanatçı tipidir. Bu yüzyıl Türk milletinin refah içinde olduğu bir dönemdir. Âşık, böyle bir ortamda ortaya çıkmıştır. Anadolu öncesindeki halk kültürünün sanatçı tipi ozandır. Türklerin sosyal yaşamdaki değişimlerinden sonra ozan yerini aşığa bırakmıştır. Yeni kültürel değişim ve gelişimle İslami öze bağlı olan âşık tipi, eski kültürün temsilcisi olan ozanın yerini almıştır. Âşık sanatçı kişiliği, adı ve sanı ile ortaya çıkacak kadar gelişmiş ve 15. Yüzyılda yeni sanat anlayışının temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır.”
“Âşıklar şiirlerinde duygularını, düşüncelerini, inanışlarını ifade etmek için renk unsurlarından yararlanmışlardır. Bu durum âşıkların, söylemek istediklerini daha net ve rahatça ifade etmelerini sağlamıştır. Siyah/kara renk kimi zaman yası, matemi veya ölümü çağrıştıracak olumsuz bir durumu ifade etmek için kullanılırken, kimi zaman da sevgilinin güzellik unsurlarının ana hatlarını belirtmek için kullanılmıştır. Âşık şiirinde “kara toprak, kara yer gibi ifadeler ölümü, kötülüğü, zor durumu anlatmak amacıyla kullanılmıştır. “Kara göz, siyah saç, kara benli” gibi ifadeler de aşığın, sevgiliye olan sevgisini belirtmek ve güzelliğini övmek için kullanılmıştır.”
Tiyatro Gerçeğin Kendisidir Aynası Değil
Tiyatroya dair bir yazı var İskele’de. Bu iyi. Derginin; edebiyatın yanında diğer sanat dallarına da sayfasını açması önemli. Göktan Güçlü tiyatroya dair yazısı ile dergide yer alıyor.
“Sadece bir eğlencelik izlence değildir. Baştan başlarsak; önce bir metin olmalıdır bir oyun sahnelemek için. Bu edebiyatın en zor alanlarından birisidir. Onca karakter yaratmak, onları olaylar yumağı içerisinde konumlandırmak, birbirleri ile olan iletişimi sağlamak, ruh hâllerini objektif biçimde irdelemek, sebebi-sonucu ilintilendirmek, örselemeden belki kırarak ama asla dışlamadan ve sonunda ortaya çözümü koyabilmek. Tüm bunları yaparken de yabancılaşabilmek.”
İskenderun’un Çok Katmanlı Kimliği: Tarih, Ticaret ve Kültürel Etkileşim
Dergide İskenderun üzerine yazıların olması çok önemli. Derginin yereldeki sesini ülke geneline duyurur bu tür çalışmalar. Dergide İskenderun üzerine birçok yazı yer alıyor. Fahreddin Osmanca’nın yazısından bir bölümü örnek olarak alıyorum.
“İskenderun’da ticaret kentin sosyal, kültürel ve ekonomik yapısını derinden etkilemiştir. Ticaretin varlığı, mimari açıdan yeni yapılar ve mekânlar ortaya çıkararak şehrin kimliğini şekillendirmiştir. Bu mimari gelişmeler, günlük yaşamı zenginleştirerek insanları bir araya getiren sosyal etkileşim alanları oluşturmuştur. Günlük yaşamda ticaretin getirdiği çeşitlilik, toplumsal normları ve değerleri değiştirerek yeni sosyal dinamikler doğurmuştur. Sonuç olarak, İskenderun’un tarihi boyunca ticaret, şehrin kimliğini ve gelişimini şekillendiren temel unsurlardan biri olmuştur.”
Eğitim Yolculuğunda Yeni Bir Rota: “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”
İskele dergisi tam anlamıyla bir edebiyat dergisi. Milli eğitimin bir yayın organı olması dergideki yazıları ve yazanları da yakın plana almamızı gerektiriyor. Çünkü milli eğitim kurumu, edebiyatın da kalbidir. Bu bağlamda Mahire Gonca Özyıldız’ın Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli konulu yazısı yer alıyor dergide. Bu model, hakkıyla yerine getirildiğinde köklerine sımsıkı tutunan milletimizin umudu gençlerimizi tekrar ayağa kaldıracak bir güce ve inanca sahip. Yeter ki hakkını verelim.
“Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, Türk eğitim sisteminde önemli bir dönüm noktasıdır. İlk aşamada zorlanılsa da gayret ve sabırla üstesinden gelinecektir. Modelin başarılı olup olmadığı, uzun vadede elde edilecek sonuçlarla ortaya çıkacaktır. Program geliştirmenin canlı bir süreç olduğu düşünülürse tüm paydaşların (öğretmenler, veliler, öğrenciler, eğitimciler) ortak bir amaç doğrultusunda çalışması ve programı sürekli olarak değerlendirmesi gerekmektedir. Iğdır’dan, İzmir’e; Sinop’tan, Hatay’a kadar Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Eğitim Programı’nın başarıya ulaşması için gerekli tüm çabayı göstermek eğitimciler olarak hepimizin ödevidir. Özlediğimiz insanlık modeline ve huzurlu topluma kavuşmak dileğiyle…”
Eğitimde Yapay Zekâ
Hayatımızda artık yapay zekâ diye bir gerçek var. Bunu inkâr etmek imkânsız. Önemli olan bunu doğru kanallarla kullanmak. Çünkü çok kolay suiistimal edilebilecek bir zemini var yapay zekânın. Bestami Aracı, eğitimde yapay zekâ yazısında bu konuyu işliyor.
“Yapay zekâ, eğitimde birçok avantaj sunuyor. Öğrenciler için kişiselleştirilmiş öğrenme deneyimleri sağlarken, öğretmenler için sınıf yönetimini ve öğrencilerin öğrenme süreçlerini kolaylaştırıyor. Özellikle zor konuların daha kolay anlaşılmasını sağlamak, öğrenme sürecini hızlandırmak ve öğrenci performansını detaylı analizlerle izlemek mümkün hâle geliyor.”
“Yapay zekâ teknolojileri, eğitimde büyük bir potansiyele sahip. Milli Eğitim Bakanlığı’nın öncü projeleri ve Yapay Zekâ Lisesi gibi girişimler, Türkiye’nin bu alanda ilerlemesine katkı sağlıyor. Yapay zekânın sunduğu fırsatlar sayesinde, öğrencilerin bireysel yetenekleri daha iyi değerlendirilmekte ve eğitimde yeni bir çağ açılmaktadır.”
İskele’den Bir Öykü
Tülin Yangın – Karahindiba
“Her şeyin hızla akıp gittiği bir zamanda o, kabuk tutmaz bir yara gibi öylece duruyordu, yol hasretiyle. Yıllar önce okuduğu bir şiirin dizesi gibi duruyordu. “Gitmek… hep gitmek biçiminde”
Durma, çık, bul, diyordu bir ses. Ara. Yerinden et kendini, uzaklaş sırtının kamburu bu yerlerden.”
“Bahar geldiğinde tüm çiçeklerin birlikte açacağını unutma, tüm kuşların birlikte uçacağını. Birlikte güleceğini tüm kadınların. Güneşin zerresinden büyüyen o çiçeği, karahindibayı, unutma. Bir karahindiba gibi takip et rüzgarı.”
İskele’den Şiirler
Ah! Bağışla korkağım çok fena!
arka cebimde sustalı
yaka cebimde kelebek ölüsü gezdirmem
anlatamaz gençliğimi
Elli birime nişan
ölümümle yaşıt
içimdeki demir kelebek
bu ara!
Hüseyin Alemdar
Dağlarcaya gitmiş olmalıyız evcek
şiir bahsinde annem babamdan daha heyecanlı
okul kitaplarında adı olan şair hayatta demek
saf ve tenha üç adım da olsa zennedir adlar
Dağlarcayı karşımda görünce usum şaşırdı önce
Serap Aslı Araklı
gönül akkor bir plakta kanatırdı yürekleri
nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım
yanan şarkı bahçeleri sarardı
gamdan kuşlar havalanır
gecenin bir vaktinde
yaralanırdım
Tayyib Atmaca
Bir bardakta soğumayı bekler gibi olmalı,
Her yudumda gönle akmalı insan.
Tat vermeli bardağın sahibine,
Ferahlatmalı kimi zaman.
Üşüdüğünde ısıtmalı elleri,
Süzmeli dertleri bir bir onun ruhundan
Gülden Savaş
Benzimiz saramadan biz seninle
canına tak diyen bu hayattan
sözlerle ulu orta
kuralım başkalaşan bir dünyayı
Sonra hiç aldırmadan
amansız iklimlerden geçip –yelkenler fora-
cümle dalgasını yara yara
köpüklerle oynaşalım
Mukadder Uçar Beyoğlu
Cins, Sayı:111
Cins dergisi, 111.saysısında da yüreklere balyoz gibi inen sorularla ve sıkı bir duruşla yoluna devam ediyor.
Yusuf Genç giriş yazısında, Parlak Pembe Giysiler İçin Sorular yöneltiyor.
“Kredi kartlarını kimler yaptı / Kim alıyor en yüksek vergi muafiyetini / Irkçılığa Hayır Konferansı’ndan çekip giden kim ya ırkçılıktan parayı götürenler / Cezayir’den, Libya’dan, Haiti’den, İran’dan, Irak’tan, Suudi Arabistan’dan, Kuveyt’ten, Suriye’den, Mısır’dan, Ürdün’den ve Filistin’den Zengin olanlar kim / Ya Kongo’da insanların ellerini kesenler kim / Kimdi Aids’i icat edenler / Kim bir yıldır Gazze’de işlenen soykırımla ilgili tek bir kelime bile etmeyen?”
Şöhret ve Efsane
Hüseyin Atlansoy, Yedi Güzel Adam’a dair kaleme aldığı yazısı ile Cins’te.
“Menziller’de gül ışımış Zarifoğlu içinde koşuşturaduran canlıların dizginlerini ele almış aynı şair olarak sözlerini bir Müslüman duyarlılığı ile yine sakınmadan -“Çoğalmak” şiirine bakın- aynı soğuk akıl ile şölen lokasyonuna çevirmiştir. Bu lokasyon, kâbusa dönen şölen fotoğrafına “Stad” şiiri ile ulaşır. Stad ve stada giden insanlar önce çocukları ellerinden alınarak nesilsiz kılınmaya çalışılmış, -LGBT tartışmalarını hatırlayın- sonrasında bir mahşer tablosunda resmedilmiştir. Fakat akıl yani zemin asla kaybedilmez. Sultanahmet, Ayasofya ve ortada Beyazıt Kulesi soğuk aklın aylak göz ile kaydedilmesini bize sunar.”
Kapalı Havada Dostoyevski Okumak
Mustafa Çiftci, Dostoyevski okumanın inceliklerini kendi üslubuyla anlatıyor.
“Ben de D okurken yakışır herhalde diyerek adını zor söylediğim bir piyano sanatçısını dinlemeye başladım. Kendisi pek meşhurmuş. Güzel çalıyor. Hakkını yememek lazım. Adından emin değilim. “Yevgeni Grinko” olabilir ve bu şekilde yazılmayabilir ama yabancılar nasıl ki bizim adımızı doğru telaffuz etmiyorlar ben de bu bestecinin adını doğru yazmak gayretine düşmeyeceğim. Yazar tamam, besteci tamam, okumaya devam.”
“Bu arada yanlış anlaşılmasın ben D okumaya karşı değilim. Haşa o şekilde bir densizliğimiz olmaz. Bazen romandan sıkılıyorum ama çabuk toparlıyorum. Şimdi sizden ricam ; bir D romanı alıp deneyin bakalım kapalı hava nasıl bir tesirde bulunuyor. Maksadımız edebiyata hizmet yoksa hava durumu ile bir sıkıntımız yok vesselam.”
Ana Yurt Özlemi
Sadettin Acar, insanın asıl yurdunu anlatıyor yazısında. Fanilik gömleğini giymiş insanın ana yurduna duyduğu özlem bitmeyecek gibi. Gurbet insanın hep içinde kalacak.
“Fanilik hakikatte ebedi olanla baş edecek bir güce, kudrete sahip değildir. Bu yüzden fani olan, eksikliğini çeşitli arzularla, şehvet ve ihtiraslarla, oyun ve eğlencelerle tamamlamaya, güçlendirmeye daha doğru bir ifadeyle örtmeye çalışır. Geçici olanın en büyük gücü yedeğine aldığı bu ayartıcı zevklerdir. Bunlar insanı büyük meselesinden uzaklaştırmak için bin bir türlü entrikaya baş vurur, baştan çıkarıcı ahlaksız tekliflerle onu yolundan alıkoymak ister. Bu yüzden insan hem içerden hem de dışardan saldırılara maruz kalmaktadır.”
Çabuk Konuşma’nın Konusu Konut sorunu
Rıdvan Tulum’un bu sayı evden, evin hallerinden, konut sorunundan bahisler açan sorularını cevaplıyor Erol Göka.
“Ah evet “apartman bir sefer tası” ve biz o avuç içi kadar, hepsi birbirinin aynı dairelerde birbirimizi yemeye çalışıyoruz. Solo yaşıyoruz mümkün olduğunca…”
“Yenilik, yenileme, yenilenme sevdasına düştük maalesef. Kocaman, güzel ev almış, seneye para kazanırsa onu satıp daha büyüğünü alma peşinde… Evler de amaçlar da insanlar da ilişkiler de şeyleşmiş, eşyalaşmış… Böyle hatıraların kıymetini bilmeyen insan, böyle hayat mı olur?”
Fil Ambarı
Ali Oturaklı, anı tadında anlatımı ile bizi İstanbul’un keşmekeşine davet ediyor. Nefes nefese bir hikâye bu.
Viral tanıtım metni: “Üsküdar Çengelköy’de Kuleli Caddesi üzerinde bulunan Osmanlı Fil Ambarları, 1800’lü yılların başında fil ambarı olarak inşa edilen ve daha sonraları silah deposu olarak kullanılan taş binalardır. Yapının; inşa edildiği yıllarda denize sıfır olduğu ancak zamanla denizle arasına mesafe girdiği söylenmektedir. 2018 yılında bir binası restorasyona başlayan yapının diğer binasında eskiyi anımsatan otantik bir kafe-restoran bulunmaktadır.” Manşet: “Oğluna Kendine Anlatamayan Bir Yazarım” Telefon: “Para, ağacında yetişmiyor boş ver baba. Ben idare ediyorum.”
Ömer Erdem’den Ferdi Tayfur Yazısı
Ömer Erdem, Sanatlı Türkiye Tarihi’ne Ferdi Tayfur ile devam ediyor. Geçmişten günümüze Ferdi Tayfur’un mücadelesini anlatıyor Erdem.
“Saf ve köylü Anadolu çocuğu, entrika nedir bilmez, duygularının yokuşunda sırtında yük taşımaktan çekinmeyen, kalender insan tipi, önce plaklar, teyp kasetleri ve videokasetleri halinde bütün Türkiye’yi gezer. Verilen rakamlar doğruysa Çeşme filmi 12 milyon kişi tarafından izlenir. Yüz bilinirliğinin sırf sayısal değil, duygusal üreyişidir bu. Ferdi Tayfur; tıpkı ses tınısı, tıpkı ses değerleri, tıpkı duyguların bir tren katarındaki benzeri vagonların uyumla birbirini takip etmesi gibi aynı müzikal tutarlıkla şarkı söyler. Türkiye’nin değişim sosyolojisi nasıl yekpare ise onun müziği de yekparedir. Kavgaya kolay kolay girmez. Haklı ve ezilmiş insan maskını temsil eder.”
“Sonuçta müziğin içeriği ülkenin döngüsel geçmişidir ve Ferdi Tayfur, acıların yurt değiştirdiği bir dünyada, bir orta sınıf iştiyakının azimle kendi etrafında döne döne yok oluşunun göstergesidir. İdealize ettiği masum insan tipinin boşluğa vuran gergin bir yay gibi kıvılcım çıkarması ise zamanın bir anlık göz kırpış cilvesi diye okunabilir, pekâlâ.”
Günaydın Kudüs Esma Tubi
Peren Birsaygılı Mut, Kudüs’ü anlatmaya devam ediyor. Esma Tubi’den bahsediyor Mut.
“Radyo bürosundaki erkeklerin arasında oradan oraya koşuşturan bu ufak tefek kadın, ileride Filistin’in önemli yazarlarından biri olacak Esma Tubi’den başkası değildi. Programı haftalık olacaktı. Bütün hafta boyunca hazırlanır ve öyle çıkardı dinleyicilerin karşısına. Özellikle “Arap Annelerine” isimli konuşması öyle beğenilmişti ki. Filistinli kadınların âdeta nefeslerini tutarak dinlediği bu konuşmasında, Arap çocuklara aşılanması gereken önemli üç özelliği anlatıyordu: Dürüstlük, haysiyet ve görev bilinci… Konuşmasının başından sonuna kadar ses tonu neredeyse hiç alçalmamış, kelimeleri büyük bir cesaretle art arda sıralamıştı.”
“1983 senesinde Beyrut’ta vefat eden ve vefatına değin aralıksız çalışan Esma Tubi, Filistin kültür hayatının en önemli kadınlarından birisi olarak unutulmaz bir iz bıraktı. Ve bu olağanüstü kadın, Filistinli kadının gücünü gösteren bir figür olarak nesilden nesile anlatılmaya devam ediyor.”
Mustafa Armağan ile Söyleşi
Mustafa Armağan, Eray Sarıçam’ın sorularını cevaplamış. Cemil Meriç’ten Yerliliğe, Harf İnkılabından Modernliğe kadar birçok konu işlenmiş söyleşide.
“Eskiden “savaş çıkmaz” diyenlerdendim ama artık dilimi ısıranlardanım. Bilelim ki İkinci Dünya Savaşı’nın defteri henüz kapanmadı. Savaşa son veren bir savaş umarım çıkmaz ama Ukrayna-Rusya Savaşı’nı gördükten sonra artık çıkmaz diyemiyorum. Tayvan bir başka kriz noktası. Çin derinden geliyor. Dünya ticareti yön değiştiriyor. Kuzey Buz Denizi trafiği şimdiden canlandı. Batıdan doğuya giderdi kervanlar, şimdi karşılıklı. Gazze’nin zamanlaması tam bu araya sıkıştı maalesef. Kimse kımıldayamıyor. Türkiye muhakkak ki bir şeyler yapıyor. Sivil toplum kuruluşlarımız da iyi kötü faal. Fakat İsrail katliamları hız kesmiyor, Nazilerinkini geçti çoktan…”
“Cemil Meriç, harf inkılabının irfanımızda meydana getirdiği tahribatı Cumhuriyet aydınları içerisinde en ısrarla vurgulayan kalemlerden. Şu sözlerindeki teorik şiddete kulak kesilelim: “Bu milletin bütün kütüphanelerini yaktılar. 1929’da ilk mektebi bitiren nesil kendini bir çöl ortasında buldu. Yeniden başladı alfabeye ve ölünceye kadar alfabede kaldı.”
Öfkeyle Kalkan…
Öfkeyi anlatmış yazısında Mustafa Ulusoy. Öfkeli haldeyken ortaya çıkan insanlık durumlarından bahsediyor Ulusoy.
“Ayet, bize öfkelenmeyeceksiniz dememektedir. Rabbimizin bizden istediği; öfkemizi yutmamız, dışarıya yansıtmamamız, kontrol altına almamızdır. Ayetin hem bolluk hem darlıkta infak etmenin ve insanlara bağışlayıcı olmanın tavsiye edilmesinin öfke kontrolünde bir etkisi olacağı da muhtemeldir. Ayetin, ‘‘Allah iyilik yapanları sever.’’ sözü ile bitmesi de bollukta ve darlıkta muhtaçlara infak etmenin, bir insana öfkeyi bastırıp söze dökmemenin ve insanlara affedici olmanın iyiliğin zirve noktalarından biri olduğunu da anlıyoruz.”
Ölüm Yalnızca Sessizliktir
Güven Adıgüzel, bu sayı Arnold Böcklin’in Ölüm Adası tablosunu ele alıyor. Ölüm ve sessizlik üzerine yoğunlaşıyor Adıgüzel. Renklerin, denizin ve sessizliğin ölümle buluşmasına dair göndermeler var yazıda.
“Yunan mitolojisinden ilham aldığı düşünülen bu tasvirin, zift renkli Sticks Nehri üzerinde gerçek dünyadan gönderilen cesetlerin ölüler diyarına taşınmasını sağlayan kayıkçı Karon’a hizalanması oldukça anlaşılır. Ama Böcklin’in bu mitolojik hikâyeye, kendi maharetlerini, ayırt edici üslubunu ve hayatından sızan anlamları ustalıkla yerleştirdiği de ortada. Ressamın Ölüler Adası’nda kurduğu anlam dünyasını karşılayan tasvirleriyle ilk bakışta ürpertici, karanlık bir kasvetin içinden seslense de, aslında tablonun bütünündeki duygu huzura daha yakındır ve dinginliğin derin hâkimiyeti katre katre yayılmıştır sanki denize.”
“Ölüler Adası, hayatın gerçek serinliğe ulaşabilmesinin, ancak ölümün huzurlu gölgesinde mümkün olacağını hatırlatıyor bize. Ve evet, bütün ürperticiliğine rağmen; huzuru betimleyen, ölümün sükûnetini çağıran ve yaşamı sonsuzlukla yücelten bir tablo bu. Dünyanın acısını, derin sessizliklerle durularken, telaş ve hırsın karşısına ebediyeti hizalıyor Böcklin. Geçiyor dünyanın acısı.”
Tanrı’yı Dünyadan Kovmak
Kavram karmaşası hayatın her alanında devam ediyor. İçi doldurulamamış bir boşluk özellikle gençleri içine çekmeye çalışıyor. İşte bunlardan en etkilisi deizm. Farklı olma yarışının hız kesmediği bir durum var. Muhammed Yazıcı, deizm hakkında yazmış.
Deizmin, felsefî bir hareketi ifade eden söz konusu aslî anlamı dışında bugün kazandığı yeni anlamını; “bir yaratıcı olduğuna inanan fakat din konusunda herhangi bir bilgisi olmadığı için nübüvvetin ve dinin varlığı, gerekliliği, hikmeti vb. hususlarda hemen hiçbir cevabı olmayan ya da ilgi, alaka eksikliği/farklılığı nedeniyle bu hususları hiç düşünmeyen ve önemsemeyen dolayısıyla da dinin varlığı ile yokluğu arasında bir fark gözetmeyen hatta yokluğunu varlığına tercih edenlerin düşüncesi olmaktan öte bir arzusu ya da boş vermişliği” olarak ifade edebiliriz. Bugün, “Deizm yükseliyor.”, “Gençlik deizme kayıyor.”
İzliyorum O Halde Varım
Dünya dönüyor, biz ilemeye devam ediyoruz. Şaşırmadan, tüm hayret duygularımızı bir kenara bırakarak yapıyoruz bunu Mert Mevlüt Gökçe, izlemenin insan ruhundaki etkisini anlatıyor. Artık her şeyin olağan geldiği, sıradanlaştığı bir dünyadayız.
“Kemalin zevali var. Ama biz zevalin kemaline eriştiğimiz günlerde yaşıyoruz. Geçmişin şimdiye saldırmasına tarih diyoruz. Felaket, yıldızların yol açtığı musibet anlamına geliyor. Biz yıldızların ışığı altında birer arzu makinesi olarak, içimizdeki boşluğu kaç taksite böldüreceğimizi hesaplayarak ölüme yaklaşıyoruz.”
“Kolektif delilik revaçtaysa bireysel delilik şiddetle reddedilir. Çünkü kendilerini kolektif delilikten koruyan sadece onlardır. Deliler özgündür. Hiçbir deli kimseye, hatta başka bir deliye bile benzemez. 1908’de İngilizlerin İstanbul sefiri Sirkeci İstasyonu’na adım atınca şehrin gençleri sefirin arabasını çeken atları söküp kendileri arabayı çekmişler. Kolektif delilik bazen İngiliz atı olmak ister. Biz deli değiliz. Altıncı hissi para olanlar arasında nefes alıp veriyoruz, kendimizin de en güçlü hissinin dolar ve altın kuru olduğunu kabul etmeden hem de.”
Kendi Macerasının Altını Çizen Bir Ruh: Ayşe Şasa
Fatma Okçu, Ayşe Şasa’yı anlatan yazısında Şasa’nın hayatına dair notları paylaşıyor.
“81 veya 82 yılı… Hayatındaki büyük değişim gerçekleşiyordu. Fusûs’u okumaya başladı. Az çok bir felsefe temeli olduğu için o derinlikli kavramları birazcık idrak edebiliyordu. Fusûs’u okumaya başladıktan bir müddet sonra sanki büyük bir sevinç ışığı, bir aydınlık deniz beliriyordu. İçinden “Ayşe, bugüne kadar hiç bilmediğin bir kaynakla karşı karşıyasın, bu okuduğun hiçbir şeye benzemiyor!” diyordu.”
“Ayşe Şasa’nın hayatından bazı çizgiler: Aile, toplumsal gerçekler, sorgulamalar, niyetler ve lütuflar… Bizim de hayatımızda beliren bu çizgilerin bizi; bir düşünme şevkine, hafızamızın altına kendi imzamızmış gibi çekeceğimiz çizginin şekillerini belirlemeye ve buhranlı gençliğimizde önümüze çıkacak olan o lütfu ıskalamamamıza bir vesile olsun, duasıyla.”
Samed Karataş’tan Günlükler
Samed Karataş; hayata dokunan, sorgulayan notlar paylaşıyor. Yeni günle başlayan ve devam eden bir sorgulama bu.
“Başımıza gelen her şey bizim yapıp ettiklerimizden dolayıdır. Başımıza gelen her şeyden biz sorumluyuz. Bu cümle bir suçlama gibi görünse de temelde mesuliyeti alan, Allah’ın insana verdiği halledebilme kabiliyetine işaret ediyor. Başkalarına göre mutlu olan, mutsuz olan hiç kimse hür değildir. Buna insanlar gibi ülkeler de dahildir.”
“Sabah uyandığımda yüzümü yıkar yıkamaz beynim hafıza kataloğundan bir suç aramaya başlıyor. Bir çocuk gibi beynimi izliyorum. Onu avlamaya çalışıyorum. Özellikle günün suyla olan ilk temasında yani yüz yıkama esnasında konuşmaya başlıyor. Güncel bir suçluluk bulamayınca çocukluğuma götürüyor beni. Gözüne kum kaçıp kör olan arkadaşımı neden kurtarmadığımı soruyor. Neredeyse suçu bana atacak. 5 yaşında olduğumu söylüyorum.”
Cins’ten Öyküler
Güray Süngü – Banka Soygunu
“Keriman Bayatoğlu bazı şeylerin sadece filmlerde olacağını bilen insanlardandı. Zaten adından da memnun değildi. Kız olacağı düşünüldüğü için adı doğumundan önce babası tarafından “Neriman” olarak tasarlanmıştı. Ebesinin elinde baş aşağı vaziyette ciyaklayan bebeğin bir sapı olduğu görülünce anne bebeğinin adını “Ömer” koymak istemiş ama baba yine devreye girerek “Neriman”a yakın bir isim olan “Keriman” diye tutturmuştu. O zamanlar evde babaların dediği oluyordu ve öyle oldu. Tabii pek çok kişi, “Keriman da erkek ismi değil.” dediler, ama baba buna pek aldırmadı. Bu tuhaf isim hadisesi ile alakası yoktur tabii ama Keriman Bayatoğlu hayatı boyunca bir baltaya sap olamadı.”
Kaan Murat Yanık-Bir Lahza: İsmail Aras
“Haydarpaşa Numune Hastanesi İç Hastalıkları Polikinliği. Koridorlar muayene sırasını bekleyen insanlarla dolu. Çeşitli renkler ve şekillerdeki gözlerden bıkkınlık, alerji ve kaygı okunuyor. Oyalanmak için kısa ya da uzun adım atarak dolaşanlar var ekseriyetle erkekler.
Oyalanmak için ayakkabıları izleyenler var daha çok kadın…”
“Kadın zayıf, küçücük omuzlu, yetmişlerinde gibi. Adam kırk beş-elli yaşlarında görünüyor. Kırlaşmış saçlarının ön kısmı dökülmüş, kilolu ve elleri titrek, yorgun gözüküyor. Onların tam karşısında ise zaman geçirmek için telefonuyla oynayan bir delikanlı oturuyor. Mavi şişme mont, dar bir kot ve incecik bedeniyle karikatürleri andırıyor.”
Arslan Karadayı – “Bir Türkü Tutturmuşum, Anlıyorsun Değil mi?”
“90’ların başı… Bir yaz sabahı. Güneş yükseliyor. Biz; yani ben, dayıoğlu, komşu çocukları Ethem ve rahmetli Halil İbrahim ile oyun kurmaya çabalıyoruz. Dedemin kerpiçten yapılma tek katlı evi bize hem gölge hem oyun için malzeme desteği… 1970 yılındaki Gediz depreminden sonra, bir odasını bugünün teknolojisinde kazık temelli ve ahşap kafesli inşa ettirdiği için bu evi çok seviyoruz. Depremden filan anladığımız yok da dedemin “Ben burayı hususi yaptırdım, deprem evi!” deyişi başımızı döndürüyor. Evin, Seyyid Battal Gazi Külliyesi’ni ve uçsuz bucaksız ovayı gören muhteşem bir de manzarası var!”
Bizim kasabadan Kadıköy’e yüzyıllık yolu aşmış gibi içimde bir çocuk gülüyor. İçimde bir çocuk ağlıyor. Bir çocuk içimde oyun kuruyor. “Bir türkü tutturmuşum, anlıyorsun değil mi?”
Hece, Sayı; 336
Hece dergisi 336. sayısına İbrahim Demirci’nin Mekmet Âkif Denince yazısı ile başlıyor. 27 Aralık Mehmet Âkif’in ölüm yıldönümü. Her fırsatta anmak gerek onun adını.
“Âkif ’in Hak ile hak ve hukuk arasında herhangi bir ayrılık gördüğünü sanmıyorum. Dolayısıyla bu cümle bağımsızlık, özgürlük, kişilik, irade gibi erdemlerin ancak hakseverlik, hukuk, eşitlik gibi değerler sayesinde vücut ve hayat bulabileceğini -de- haber vermiş oluyor. Toplumlar için geçerli olan bu haber, kuşkusuz, bireyler için de geçerlidir.”
Çalıkuşu Dosyası
Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanı hakkında hazırlanmış bir dosya var Hece’de. Çalıkuşu gibi bir romanı dosya konusu yaparak hem yazarı hem de eseri gündeme getiriyor Hece. Bu anlamda oldukça özgün bir çalışma dergi okurlarını bekliyor. Dosya editörü; Aslıhan Keleş Kurtoğlu.
Editörün Sunuş Yazısından…
“Bu sayıda dosya konusu olarak işlediğimiz Çalıkuşu ülkemizin zor zamanlarının ürünü. Yazıldığı dönemde vatanımızın her köşesinde insanımızın var olma savaşı, millî bir mücadele hâlini almıştı. Bu mücadele içinde -ne kadar bir aşktan kaçıyor olsa da- Feride’nin İstanbul’dan ayrılışı, aydın zümrenin de İstanbul’dan ayrılmasını zorunlu kılıyordu.”
“Güntekin, altmış sekiz yıl önce bugünlerde, 7 Aralık 1956’da aramızdan ayrıldı. Onu HECE gibi Türk edebiyatının önde gelen dergilerinden birinde Çalıkuşu ile konuk etmek; Türk dili, edebiyatı ve eğitimine kırk yıldan fazla hizmet etmiş bu şahsiyete borcumuzun bir kısmını ödediğimizi hissettiriyor.”
Dosyadan…
Selim İleri – Yarın Yine Çalıkuşu
“Sis perdesinde bu kez film, “kordela” Çalıkuşu: Türkan Şoray Feride. Beyoğlu’ndaki Lale Sineması’na gidiliyor. Seyirciler kuyruğa girmişler. Bu hafta bu filmin birinci bölümü gösterilecekmiş: İki bölümden oluşan bir filmle ilk kez karşılaşıyorum.
Sonradan saptadım: Osman Seden bu filmi Türk sinemasının bir oyuncular gösterisi gibi sunmuş. En küçük bir rolde bile ünlü bir oyuncu rol alıyor. Sözgelimi Çolpan İlhan birkaç saniyelik bir öğretmen rolünde, Kerim Avşar o hüzün dolu, mutsuzca Feride’ye aşık Yüzbaşı İhsan, çocuk yıldız Zeynep Değirmencioğlu (Ayşecik) Munise…
O siyah beyaz, Osman Seden’in başarıyla yönettiği dört saatlik filmde birçok etkileyici güzel sahne vardı. Ama ben ısrarla Munise’nin ölüm sahnesini anımsıyorum.”
M. Fatih Kanter- Türk Romanında Çalıkuşu’nun Yer
“Çalıkuşu romanının bir gelecek projeksiyonu çizmesi, Atatürk’ün eseri heyecanla okuyup takdir etmesine sebep olur. Zira bir kadın öğretmenin İstanbul dışına çıkarak Anadolu’da zorluklarla mücadele edişi ve bu zorlukları aşması, gelecek nesilleri yüreklendiren bir umut ışığı olur. İdealist bir kadın olarak Feride, aydın bir kadın olarak “elinin emeği ile” “Anadolu vilayetlerinin birinde bütün hayatını çoluk çocuk arasında şen ve mesut geçirmeyi” hayal ederken karşılaşacağı zorlukların farkında değildir.”
Kerime Firdevs Efe – Çalıkuşu’nda Din Ve Toplum Analizi
“Güntekin, Çalıkuşu romanında toplumdaki hurafelerden ve batıl inançlardan bahseder. Hurafeler; akıl ve mantığa aykırı, gerçek dışı kabul edilse de toplumda itibar gören inanç ve uygulamalardır. Genellikle sihir ve büyü gibi olguları içerir. Batıl inançlar ise boş ve temelsiz inançlardır; çoğunlukla insanların korkuları, çaresizlikleri veya özlemleriyle şekillenir. Örneğin, romanda da yer alan evlenemeyen bir kadının Eyüp’teki “Niyet Kuyusu”na gidip kısmet araması1 gibi olaylar, âdeta bireylerin çaresizlikle bir çıkış arayışını yansıtır.”
Hale Sert ile Söyleşi
Hale Sert, Edebiyat Devrimi: Cumhuriyet Aydınının Yeni Bir Dil ve Edebiyat Kurma Telaşı (1930-1950) kitabı üzerine Hatice Bildirici’nin sorularını cevaplamış. Hale Sert’in kitabına ve bu içeriğe dair söyleşini Tokat’ta dinleme şansını da yakalamıştık. Konuları oldukça detaylı kaynaklara dayanarak ele alan bir çalışma ortaya koymuş Sert. Söyleşi de kitaba karşı ilgiyi arttıracak bir içtenliğe sahip.
“Alfabe ve Dil Devrimleri’nin edebiyata etkisi bütünlükle ele alınmış bir mevzu değildi. Meydan okumak mı bilmiyorum ama gerçekten bu etkinin neler olabileceğini çok merak ediyordum. Konu o güne değin okuma yazma kolaylığının sağlanması ve medeniyet değiştirmemiz bağlamında ele alınıyordu.”
“Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin ve yapılan devrimlerin başarılı kılınmasına duyulan inanç diye adlandırabiliriz bu durumu. Diğer yandan da bir geç kalınmışlık var; modern, Batılı, güçlü, ilerlemiş bir ulus olmaya geç kalınmışlık. Bu iki motivasyon nedeniyle o dönem aydınları özellikle dil ve kültür alanındaki boşluğu doldurmak için telaşla düşünüyor, tartışıyor ve yazıyorlar. Bu da aslında cumhuriyet devrimlerinin sadece tek bir kişi tarafından değil dar ya da geniş bir aydın kitlesi tarafından sahiplenildiğini gösteriyor ve bence önemli bir kısmı da samimi bu çabalarında. Yani sadece iktidara yaranma çabası değil.”
Ayşegül Genç’in Yazma Hikâyesi
Bu sayı Ayşegül Genç yazıya niçin ve nasıl başladığını anlatıyor.
“atların şahı kırat’ı bilir misiniz, menkıbelere basa basa gelir, geçmişten gelip geleceğe gider, geçerken bağlı atların iplerini çözer, atlar, kuşlar ekler yanına, gelip benim de ipimi çözdü bir gün, o gün hangi gündü hatırlamıyorum ama bir geçişin/geçemeyişin memuru olduğumu hatırlıyorum, insanlar da atlar gibi gelip geçerler, köprüden, yoldan, döngüden, kapılardan… kimi olur, kimi olmaz, kimi bulur, kimi bulmaz, kimi bulur bulmaz geçer, kimi olur olmaz geçer, yazarın imtihanı geçememektir, asıl imtihan tanıklıktır, şahitliktir, olmanın ve olmamanın ortasında durmaktır, yazmak ortada durmaktır”
Bir Sandığım Vardır Sırmadan Telden
Naftalin kokulu yazısı ile Tuba Dere, bu sayı sandıkların gizemli ve büyülü dünyasına davet ediyor bizleri. Sandık denince benim aklıma naftalin kokusu gelir çünkü annemin sandığı hep naftalin kokardı. Dere de bizlere sandığın ifade ettiği anlamları tüm inceliği ile anlatıyor.
“Ahşap ustaları tarafından yapılan, ailenin bütçesine göre düz, oymalı, sedef kakmalı, bakır yahut telkâri işlemeli çeşitleri olan, yüzyıllardır kadınların el emeği, göz nuru sanat eserlerini muhafaza eden sandıklar bizzat kendileri de birer sanat eseridir. Depolama ve taşımayı kolaylaştırma amacıyla ortaya çıksalar da zamanla eşya tarihinin üst sıralarında yer almayı başarmışlardır. İçlerindekini yıllarca saklamaları gerektiğinden malzemesi de özeldir sandıkların.”
Osman Özbahçe ile İsmet Özel Özel Sayısı Üzerine
Hece’nin Ocak 2024 sayısı İsmet Özel, Özel Sayısı olarak hazırlanmıştı. Özel sayının editörlerinden biri de Osman Özbahçe idi. Özel adına hazırlanmış en kapsamlı böyle bir çalışmayı ortaya çıkaran Özbahçe ile Fatih Türkyılmaz bir söyleşi gerçekleştirmiş.
“İsmet Özel’in şiiri Türkiye refleksidir. Özel’in şiirinden bahsetmeye başladığınızda düşünce dünyası tetiktedir. Onda şiir düşünceyle tetikte gider. Düşünce dünyasından bahsetmeye başladığınızda da hayat hikâyesi tetiktedir. Onda insan ve dünya, şiir ve düşünce iç içedir. Otomatik süreçtir onun şiiri.”
“Özel sayı harika bir sayı oldu. Bu sayının hazırlıklarında birlikte çalıştığımız Faruk Uysal ve İbrahim Tüzer’le birlikte mükemmel bir iş çıkardık. Burada en çok teşekkürü Hece dergisi hak ediyor.”
Sözün Simyası: Arthur Rimbaud’un Poetikası
Şiirleri kadar değerli buluyorum Yunus Emre Altuntaş’ın poetik yazılarını. Bakış açısı ve şairin şiirine getirdiği özgün açılımlar olarak okuyucu nezdinde yeni ufuklar açan bir tavrı yazılarında sergiliyor Altuntaş. Hece’de, Arthur Rımbaud’nun Poetikası hakkında yazmış.
“Rimbaud, şiire dair düşüncesini müstakil bir eserde dile getirmese de kimi mektupları ve şiirlerinde poetikasının ipuçlarını vermiştir. Kâhinin Mektupları olarak bilinen bu mektupların ilki 13 Mayıs 1871’de öğretmeni Izambard’a, ikincisi ise 15 Mayıs 1871’de şair Demeny’ye yazılmıştır. Bu iki mektupta Rimbaud yeni estetik anlayışını ve şiirde benimsediği “görülmeyeni görme” yöntemini açıklamıştır. Şair bu iki mektupta âdeta poetikasının temellerini ayrıntılı olarak izah etmeye çalışmıştır.”
Tarık Buğra’yı Eşi Hatice Bilen Buğra ile Konuştuk
Hatice Bilen Buğra ile Tarık Buğra’ya dair bir söyleşi yapmış Safiye Önal. Buğra’yı eşinden dinlemek büyük bir anlam içeriyor. Önal’ın incelikli soruları keyifle okunacak ve bol bol not alınacak bir söyleşi ortaya çıkarmış.
“Kendi içine kapalı, ama yüreği sonsuz bir iyilik duygusuyla dolu bu insan kapıdan içeri girince, evimiz insanın içini ısıtan, aynı zamanda huzurla, süknetle dolduran yumuşak, manevi bir havayla dolardı.”
“Tarık Buğra adını, ilk defa, babamın eve getirdiği bir gazetede gördüm ama günün sosyal ve politik meselelerini konu edindiği yazıları ben okumazdım. İlgimi çekişi, Küçük Ağa romanının gazetede tefrika edileceğini duyuran ilanı görüşümden sonradır.”
“Tarık Buğra, kendisinden söz etmekten hoşlanmazdı, yazı hayatı boyunca karşılaştığı olumsuzluklardan söz edilmesini değil, kişiliği işe karıştırılmadan, eserleri üzerinden romancılığının konuşulmasını, tartışılmasını tercih ederdi.”
“Yazı makinesiyle yazardı. Ara vermez, geriye dönmez, ilerisi için notlar alarak çalışır, düzeltmeleri sonraya bırakırdı. O çalışırken evimizde yazı makinesinin ve hafifçe duyulan klasik müziğin sesinden başka bir ses olmazdı.”
Matematik-Şiir Düzleminde Mehmet Özger
Matematik ve şiir dendiğinde aklımıza gelen ilk isimdir İbrahim Eryiğit. Dizeler arasındaki sayıların ahengini en iyi o yakalar. Çünkü o çok iyi bilir ki hiçbir sayı rast gele bir şiirin içine misafir olmaz. Mehmet Özger şiirine matematiksel düzlemden bakıyor Eryiğit.
‘Sayılara nasıl mahcup olunur?’ şeklindeki bir sorunun cevabı ya saymayı bilememek ya da kafadan işlem yapamamak olabilir düz bir mantıkla. Basit anlamda dört işlem (aslında iki işlem var: çıkarma toplamanın, bölme çarpmanın tersidir) bilen biri sayılara mahcup olmaz. Buradaki mahcubiyet duygusu, gündelik hayattaki alışveriş sisteminin vahşi kapitalizmin sınır tanımaz ezici gücünden kaynaklanıyor olsa gerek. Hele de market raflarından alınan bir ürünün fiyatının, kasaya gelinceye kadar arttığı yüksek enflasyonist ülkelerde, cebinizdeki para miktarının ödenilecek para miktarından eksik çıkması kaçınılmazdır.
Yapay Zekâ Sanatının İçe Dönük Döngüsü: Dijital Boşluk
Yapay zekâya dair kafanıza takılan konulara dair soru işaretlerini gidermek için Ahmet Melih Karauğuz’u takip etmeniz birçok soru işaretinin cevabını size verecektir. Konuya en vâkıf isimlerin başında geliyor Karauğuz. Bu kez konuyu dijital boşluk bağlamında ele alıyor. Kusursuz görünenin karşısındaki boşluğa dikkat çekiliyor yazıda.
“Yapay zekâ tarafından üretilen eserler, ilk bakışta büyüleyici ve etkileyici bir teknik beceri sergiler. Kusursuz çizimler, ritmik olarak mükemmel parçalar veya metinler her ne kadar görsel ve işitsel bir tatmin sağlasa da bu tatminin altında yatan bir boşluk hissedilir. Eserler, bir anlam derinliğinden yoksun, sadece yüzeyde dolanan ve hiçbir zaman daha derin bir gerçekliğe dokunamayan nesneler olarak kalır. İnsan eliyle yaratılan sanat, tarih boyunca duygulara hitap etmiş, ötekine ulaşma çabası gütmüştür; sanatın amacı sadece bir haz aracı olmak değil, bir başkasına bir şey anlatmaktır. Oysa yapay zekâ sanatı, bir başkasıyla bu bağı kuramaz; onun üretimi, sadece kendine yöneliktir.”
Tolstoy’un Shakespeare Eleştirisi
Mehmet Kurtoğlu, yine edebiyat tarihinden ilginç bir konuyu günümüze taşıyor. Tolstoy ile Shakespeare var karşımızda.
“Shakespeare hakkında gerçek anlamda en güçlü tenkidi Tolstoy yapmıştır. Zira o dönemde ve bugün Shakespeare hakkında eleştiri yapmak genelde Batı’nın özelde İngilizlerin kutsalına sövmek gibidir. Tolstoy’un Shakespeare tenkidini bu denli güçlü ve cesurca yapması onun Ortodoks olmasından dolayıdır. Katolik Batı ile Ortodoks Ruslar arasındaki mezhep kavgası aynı zamanda siyasi ve kültürel olarak da devam etmektedir. Dostoyevski’nin Batı’yı gezdikten sonra Batı aleyhtarı düşüncelerini dile getirmesi, Slav milliyetçiliğine daha çok sarılması oldukça anlamlıdır.”
Hece’den Şiirler
Böylece Gazze oldu bir kulağımız. Ramazan’da eğlence
tertipleyen belediyelerden tiksindik böylece. İki
kulağımız da Gazze zira. Zira Pîrî de çekip gitti bu
dünyadan “Zor be” diye diye. Ben ne diyeceğimi
biliyor muyum Gazze’de çocuklar bombalar
altında kuşlara yem verirken? Kalplerinden
çivilere asılırken? Üvey babaları çölde kızarırken?
Büyük, kanlı, katışıksız, hiç geçmeyecek
bir umutsuzluk çöktü annelerle aramıza.
Şible çay ocağında gece kaça kadar oturabiliriz artık?
İhsan Deniz
Bir hatıra ipliğine sarmışlar kundaktaki tabutu
İnsan ölünce çocukluğa geri dönermiş -kaldıysa
Kundaktan yani dünyadan cibinlikler yırtarak
Bulgurdan ve semizotundan silme utanarak
Ve yerken yediğimiz ekmek bizden utanarak…
Ahmet Edip Başaran
Artık yetsin feryadın şiirini kurduğumuz
Yetsin Hızır’ı beklediğimiz Kadir için oturduğumuz
Biz gidelim Hızır’a beklesin bizi Kadir
Bir Ömer mektubu lazım içimizdeki ırmağa
Eğer sendense süvariler gibi koşan suyun menbaı
Said Yavuz
dışarıda dünya, dışarıda şeyler, dışarıda…
içim hasretlerle örülü ebedî yol
sen hasretlere düşen
bir yol tutturamayan şaşırmış yolcu
gözlerinden akan uyku
başını koyacak sineyi arıyor
yaslan göğsüme sevdiğim
benim göğsüm sina’ya varıyor.
Emre Demir
Karışık bir imladan ibaretmiş meğer isimler
Allah âdeme bilmediklerini öğretmezden evvel
Çerçevelere kadar düşmüş yüzümüzün kırıklığı
Soğuk algınlığı ayarında bekletilmiş kerahetler
Bir aşabilsek saat yönünden akreplere doğru
Sinan Davulcu
Ömür bahçesinin sepeti dolu
Ayvaya, turunca, nara yetiştim
Ah ciğerim, neyi sarsam sineme
Beydağı’nda yanan kara yetiştim
Yüreğinin bu en güzel çağında
Kalem atmış hikmet varmış ağında
Umut çiçeklenip açmış bağında
Yeisi çektiği dara yetiştim
Aziz Kağan Güneş
Düşler’sen, Yıl:1 Sayı:2
Düşler’sen, Kırıkkale’de yayın hayatına başlayan bir dergi. İki aylık olarak çıkan derginin elimdeki ikinci sayısı. Heyecanını, umudunu her satırda hissettirmeye çalışan dergi, okuyucuyu da yolculuklarına davet ediyor.
“Düşler’SEN yakın,
Düşler’SEN mümkün,
Düşler’SEN kolay…”
Her şey düş kurmaktan ve o düşü gerçekleştirmek için gayret etmekten ibaret. Dergi bunu yapmış ve kurduğu düşleri bizlerle buluşturmuş. İçtenlik ve samimiyet kokan bir dergi daha kazanmış oldu edebiyat dünyamız. Düşler’sen diyerek yola çıkan dergi dostlarını tebrik ediyorum. Nice yeni sayılara ulaşmaları dileğiyle.
Dergi ikinci sayısında yol dosyası hazırlamış. Yol varsa yolcu da vardır, şiir de hikâye de… İnsan bir kez yola düşmeye görsün, dünyanın tüm renkleri serilir yollarına. Dergide bu renkler bir demet yapılıp sunulmuş okuyuculara.
Yol Dosyasından…
Yıldırım Türk – Yolculuk Nereye?
“Karmaşık duygularla otobüsün koltuğuna gömülüyorum. Farlar gecenin karanlığını yırtarak İstanbul’u geride bırakıyor. Önce devasa binaların göz alıcı ışıkları Boğaz’ın durgun sularına düşüyor, sonra gecekonduların arkasında birer birer kayboluyor.”
“Cep telefonum elimde sağır ve dilsiz bir külçeye dönüşüyor. Çocukların iç çekişleri arasından cızırtılı radyonun sesi duyuluyor. Her yer kar… Dışarıda bir kızılca kıyamet, içeride çaresizce bekleyiş… Karlı dağlara, ovaya sessizlik çöküveriyor. Rüzgâr, çam ağaçlarının iğne yaprakları arasından ürkütücü sesler çıkarıyor. Ormanın derinliklerinden uğultular geliyor.”
İfakat Kamanlı – Yolun Sonu Yine Yol
“Omuz ağrısıyla gözlerini açtı. Saate baktı 02.43. Omuzları yolculuğun etkisiyle mi yoksa onca taşıdığı yükten mi ağrıyordu kestiremedi. Olsundu kahrıyla, lütfuyla seviyordu yürüdüğü yolu. Kaderiyle barışmıştı. Sahi başka çaresi var mıydı? İçinde bulunduğu kader kendi tercihlerinden örülmüş kutsal bir yerdi ve sonucu itibarıyle onu en mutlu edecek yoldu.”
“Arka koltuktaki iki adam ağızları ishal olmuş gibi konuşuyorlardı. Sohbetleri rahatsız edecek kadar iştahlıydı. Mehir, müziğin sesini arka koltuktaki iki adamı duyamayacak kadar açtı. Zira kendi sesi kendisine ziyadesiyle yetiyordu. Kafasını cama çevirdi. Otobüs ağaçlı bir yoldan geçiyordu. Yağmurlu serin bir ekim gecesiydi.”
Nusret Kılıç – İstasyon
“O soğuk taş duvarlar her iki duygu seline de şahitlik ederler. İnsanların bu hâline bakıp belki derin bir iç çekerler. Belki de aynı manzarayı sürekli yaşadıklarından, duygu diye bir şeyleri kalmamıştır, yani taşlaşmıştır. Zaten taş değil mi onlar?”
“Bekleme salonundakilerden hangisinin yolcu uğurlamaya gelenler; hangilerinin gelecek dostlarını bekleyen insanlar olduğunu kolayca anlayabilirsiniz.”
Hülya Çelik Sevim – Sonsuz Bekleyiş
“Zaman bu kadar çabuk mu geçer anlamadan, farkına varmadan dinlenmeden? Ne kadar yol yürüdüğü insanın gözlerinin önünden geçer. Sanki dün gibiydi der kendi kendine.”
“Yolun sonlarına doğru binbir umutla geçtikten sonra yine aynı yerde kalakalır insan. Ondan dolayıdır ki zamanın ne kadar çabuk aktığının farkına varmaz. Ama sabırla gelecek zamanı ister ya insan… Kuş uçmaz, kervan geçmez ıssız ve çorak topraklarda bir yol kenarındaki kupkuru bir ağaç gibi sonsuza kadar bekleyebilir mi?”
Süheyla Genç – Sisli Yollar ve Babalar
“Bir öğretmen olarak bu yoksunlukları elbette gideremezdim ancak hafifletebilirdim. Dokunmaya çalıştım yaralarına. Kanatmadan, incitmeden sarmak istedim. Aslında yapmaya çalıştığım kendi yaramı iyileştirme çabasından ibaretti. Öğretmen olmak benim için bir tedavi biçimiydi. Hem iyileştiğim hem de iyileştirdiğim…”
“Babalar… Bir evin mihenk taşı, mutluluğunun ya da mutsuzluğunun mimarı. Bazı babalar vardır güneşli yollar gibidir. Mahallemizdeki Adem amca gibi. İşe bir hışımla gider, sakince süzüle süzüle gelirdi. Poşetiyle köşeden göründü mü önce babama benzemesi sebebiyle sevinçle koşacak olurdum. Sonra onun olduğunu anlayınca çocuklarını arardım. Tepkilerini izler, babalarına koşuşlarını seyrederdim. Poşetleri yüklenirler ve gülüşerek evlerine çıkarlardı. Bazı babalar ise sisli yollar gibidir. Varılamaz, gidilemez, aşılamaz…”
Demet Karakaya – Balkanlarda Üç Gün
“Ohrid’e ulaşmak için sabırsızlanıyorum. Ben sabırsızlandıkça yolculuk uzuyor gibi geliyor. Nüfusunun azımsanmayacak kısmı Türklerden oluşuyor. Türkçe konuşan esnaflar ile çarşıda karşılaşmak artık şaşırtmıyor beni. Kendimi Türkiye’de gibi hissetmeye başlıyorum. Ohrid, incisi ile meşhur Türk işletmede sedeften nasıl inci yapıldığını izliyoruz. İşletme bizi misafirperverliğiyle ve ikramlarıyla mest ediyor. Fiyatlarda her bütçeye hitap ediyor.”
Merve Keskin – Evvel Refik Ba’del Tarik
“Sevmek başlı başına yücelik olgunluk bilgelik dervişliktir. Yaradan’ın nurundan mahrum olmuş yüreklerde olmaz sevgi ancak. Tüm varlık türlerinin bağlayıcısıdır sevgi. İşte dost dediğin, yoldaş dediğin fani karşılık beklemeksizin hakiki sevendir.”
“Gerçeği arayan talebelere yolu kaybetmemeleri ve güvenle yolculuk yapabilmeleri için önce “Refik” yani arkadaş, dost; sonra tarik yani yol diye tavsiye edilir. İkilik olmadan olmazmış birlik. Önce ikilik sonra birlik. Önce yoldaş sonra yol.
Şimdi bir bakalım aynaya. Nereye gidiyoruz? Kıblemiz ne taraf? Yoldaşımız kim? Ve yolumuz neresi?”
Deliliğe Övgü’den Don Kişot’a Himanizm
Bergüzar Şarlayan, karşılaştırmalı bir inceleme yazısı ile dergide yer alıyor. Bu tür yazıları çok önemli buluyorum. Hem tarihi süreci takip etme anlamında hem de iki eserin belirgin özelliklerini yakından görmemiz anlamında ufuk açıcı sonuçlara ulaşılmasını sağlıyor bu tür yazı ve yaklaşımlar. Deliliğe Övgü ile Don Kişot var karşımızda. İkisi de sıradışı eserler. Bu eserleri hümanizm bağlamında ele almış Şarlayan.
“Deliliğe Övgü, üç günde yazılıyor ve insan şaşırıyor böyle bir kitap üç günde nasıl yazılır? Temellerini de Thomas More isimli arkadaşını İngiltere’ye ziyarete giderken yolda atıyor, kitabı da o arkadaşına ithaf ediyor ve ekliyor: “Sana gelirken yolda boş boş oturacağımı sanmadın herhâlde, ben de bir şeylere övgü yapayım dedim ve seçtiğim şey, delilik.” diyor. Erasmus delilikten bahsediyor ama “Ben deliyim, bunları söylerim.” şeklinde deliliğin arkasına saklanmıyor “Bilgelik bir delilik hâlidir ve bu konudaki bilgeliğin bana delilik katıyor ama sizden çok farklıyım bunun da farkındayım.” diyor.”
Düşler’sen’den Hikâyeler
Derya Dim – Saçlarımdan Dökülenler
“Kuaföre gittiğinde daha iyi hissedeceğine olan inancı getirmişti onu buraya adım adım. Yıllar yılları nasıl kovalamışsa anılarını birbiri ardına tespih taneleri gibi dizerek gelmişti mahallenin tek kadın kuaförüne. Kirli gri kapı kolunu tutup açtı, içerisi tam bir curcunaydı. Geldiğini kimse fark etmemişti. Öyle çok gürültü vardı ki fön makinelerinin sesi dedikodulara karışıyordu.”
“Çekti ellerini saçları arasından ve bir tomar teli kaldırıp yere attı kuaförüyle göz göze gelmemeye çalışarak. Sonra kısaca anlattı mecburen istediği tek modeli. ‘’Yıkayalım mı?’’ sorusuna ‘’İstemez!’’ diye cevap alınca kuaför, aldı eline tıraş makinesini ve tam ortasından yürüttü saçlarının. Sonra bir sağdan, bir soldan devam etti.”
Rabia Arslan Durak – Geride Kalan Defne
“Okulda çalışan memur, ev tutmasına yardımcı olmasının yanı sıra ihtiyacı olabilecek zorunlu ev eşyaları bulmasını da sağlamıştı. Evli ve üç çocuk babası H. çok babacandı. İlk gün eşi E. ile birlikte davetlerine icabet etmediği için ellerinde yemek tepsisi ile kapısını çalmışlar, evinde yalnız kalma heyecanına ortak olmuşlardı.”
“Zaman iyi insanların yanındayken, iyi mekânların içindeyken hızlı akarmış. Yolculuk hayata dair yeni kapıları açan anahtardır. Gittiği her yerde bir dünya kurar insan, bir iz bırakır arkasında. Yaşadıkça değişen gelişen dönüşen bir dünya…”
İsmail Çakmak – Ütüsüz Gömlek
“Hava ayazdı. Tabiatın eşsiz senfonisinde kış çoktan kendini belli etmeye başlamıştı. Keşke yaşam da böyle olsaydı, bazı şeylerin akıbetini çok önceden görebilseydik. Ama bu mümkün değil maalesef. İnsan, yaşama karşı ne kadar ihtiyatlı bir tavır sergilese de olanların önüne geçebilme gibi bir kudrete sahip değil. Sadece ufak tedbirlerle yoluna devam edebilme derdinde. İpler de düğümler de bizden çok ırakta sanki. Ve garip bir tecelli, bu çağda erken soluyor insana dair şeyler.”
“Son dersin zili çaldı. Çocukların koridordaki sesleri okulu inletiyordu âdeta. Hava iyice kararmıştı, yağmura teşne. Merdivenlerden inerken pencerelerden gelen soğuk her yanımı buza çevirmişti.”
Düşler’sen’den Şiirler
Desteksiz bir yaşamın
Münferit bir yolcusuyum artık
Hayat kadar kısa
Dertsiz bir baş kadar infilak olmak üzereyim bugün
Elimdeki valiz kadar cakalı değil hâllerim
Küskün bir hâl almış faniliğim
Pınar Pekgöz
Sancağımdan akan hür gözyaşı, getirdi kor dolu hüsran
Muharebede yükselen feryad ü figan, seferi hicran
Zannetme ahval bu şekil devam eder, döner elbet devran
Rengârenk yalana bürünür her ruh, fark etmezler sadece
Yusuf Ayaz
Acep sonsuz mu yoksa bu yol biter mi dersin?
Ay ışığı sana Emre, sen gölgene rehbersin.
Ne başından çıktın yola, ne de vardın sonuna.
Yol bitmedi, söz bitti, gerisi geyikler kırkımına..
Hüseyin Emre Keskin