Cins’ten Sinvar’a Veda

Ümmetin bir yiğit evladı daha şehitlik mertebesine yükseldi. Cins dergisi 110. sayısında “bir kez daha vurdum Ya Allah diyerek açtığım yaralara” diyerek Komutan Yahya Sinvar’a veda ediyor.

Yusuf Genç’in Giriş Yazısından…

“Komutan şehit oldu. Gerçekten yaşayan az sayıdaki insandan biriydi o.

Yakışıklı değildi, şık elbiseleri ve iyi döşenmiş genel kurullarda çekilmiş estetik fotoğrafları yoktu. Ama bir ülke ve özgürlük için savaşacak kadar cesur bir adamdı.

Komutan şehit oldu. Koruma ordularıyla dolaştığı pahalı arabaları yoktu ve kırk kapının ardına saklanılmış steril bir hayat yaşamadı.

Komutan şehit oldu. Siren sesleriyle yerin elli kat altına kaçışan Siyonist farelerin aksine bütün izzet ve ihtişamıyla cephede, en ön safta, sırtında yeleği ve elinde silahıyla savaşarak şehit oldu.”

Dergide Yahya Sinvar üzerine yazılar da yer alıyor. Altını çizdiğim satırları paylaşacağım.

İsmail Kılıçarslan – Yahya SinvarNasıl Hatırlanacağını Seçerek Şehit Oldu?

“Yahya Sinvar için yaşamakla ölmek arasında herhangi bir fark tanımlanamazdı. Yaşama devam etmek ile ölmek arasında herhangi bir fark tanımlanmadığında Yahya Sinvar kadar cesur oluyorsunuz. Yahya Sinvar kadar kendini ortaya koyabilme kabiliyetiniz oluyor ve Yahya Sinvar kadar korkusuz şekilde ölüme yürüyebiliyorsunuz. Ama şunu da akıldan çıkarmamak lazım. Yaptığımız en büyük hata: “Kendi canımızı, dünyadaki bazı diğer canlardan daha aziz biliyor olmak.” Hayır. Bizim canımız dünyadaki herhangi herhangi bir candan aziz değil.”

Ayşe Şeyma Bayrak – Yahya Sinvar Sonsuza Kadar 33 Yaşında!

“Yahya Sinvar, Türkiye’nin sabahtan akşama kadar konuştuğu bütün modern problemlerin en köküne saldırdı. Cinsiyetçilik, modernlik, ahlak, kapitalizm vs. Artık dünya his ve düşüncenin değil, binlerce yıldır olduğu gibi davranışın yönlendireceği bir kulvara giriyor. Yaratıcıyla aynı fikirde olmak, his ve düşünce defterini değil, onun gibi amel defterini doldurmak gayretiyle: Yahya Sinvar sonsuza kadar 33 yaşında!”

İrfan Tabanca – Hepinizden (Ve Hepimizden) Büyük Komutana Selam

“Komutan Sinvar, tek başına; sayıları altı yüz milyonu bulan ve ellerindeki yeraltı zenginlikleriyle trilyon dolarlık servetleriyle Araplardan da sayıları iki milyara yaklaşan İslam dünyasından da daha büyük bir adamdı.

Yaralanan koluna, yerde bulduğu bir parça demir tel ile tampon uyguladıktan sonra savaşmaya devam eden ve bugün artık ‘Sinvar’ın Asası’ olarak bilinen odun parçasıyla gelişmiş teknolojilere karşı duran aynı çağda yaşadığımız bir efsaneden söz ediyoruz burada.”

Zihnimizdeki Resimler

Savaş S. Barkçin, tasavvurdan tahayyüle uzanan bir çizgide zihnimizde canlanan resimleri anlatıyor yazısında. Kavramları artık çok da düşünmeden kullanıyoruz. Nasıl ki her şeyi geçiştiren bir hayatımız oldu, kavramlar da bundan payını aldı. Öylesine yazıyoruz. Ayrım yapmadan, topyekûn. Barkçin, tüm bunlara tahayyülü de ekliyor resimler tam yerine otursun diye.

“Biz müminler için her tefekkür,onu başlatan niyet ve onu âleme çıkaran eylem ile değer kazanır. Tefekkür; Hakkın yarattığı ve murad ettiği, O’nun Rasûlünün (sav) de bildirdiği ve gösterdiği usul üzerine olursa makul ve makbuldür. Yoksa kâfirlerin, zâlimlerin ve sahtekârların da akılları var, onlar da düşünüyorlar!”

Ehl-i Sünnet Omurga’nın Tarihi Yeşertmesi

Tarih yapmak, tarihe yön vermek diye bir şey var. Bizim geçmişimiz tarihe yön veren olaylar silsilesiyle ilerliyor. Artık böyle bir durumdan bahsetmemiz mümkün görünmüyor. Yusuf Kaplan, tarih yaptığımız zamanlardan bu duruma nasıl geldiğimizi etkiler ve nedenler eşliğinde anlatıyor.

“Tarih yapma irademiz yok edilmese bile etkisiz hâle getirildi. Bu toplum bin yıl dünya tarihini yapmamızı mümkün kılan o tarih yapma iradesini ve ruhunu yeniden keşfedecek ve bir kez daha tarihin akışını değiştirecek uzun soluklu bir hakikat medeniyeti yolculuğuna çıkacak inşallah…”

“Tarihin akışını değiştirecek tarih yapma iradesi de ruhu da bu topraklarda var yalnızca şu çivisi çıkmış dünyada. Bu toplum içeriden zihnen ele geçirilse de genetik kültürel kodları henüz sağlam, diri. Bizi diriltecek, silkeleyip kendimize getirecek kadar muhkem, keşfedilmeyi ve harekete geçirilmeye bekleyen muazzez bir ruh bu. En zor zamanlarda fışkıracak delişmen, kabına sığmayan bir ruh. Gazze’de görüldüğü üzere, sahibine, en zor zamanlarda bile direniş, diriliş ve varoluş destanları yazdıracak bir ruh.”

Çabuk Konuşma’da Sabır ve Şükür Konusu

Erol Göka, Çabuk Konuşma köşesinde Rıdvan Tulum’un sorularını cevaplamaya devam ediyor. Bu ayki konumuz; sabır ve şükür. Yani kaybettiğimiz iki hasletimiz. Artık öyle bir hale geldik ki bir yerde şükretsek hemen “Sen de mi şükürcü oldun?” yaftası hazır bekliyor. Yani tabirle “linççiler” hazır bekliyor. Sabır ver şükürün olmadığı yerde ayakları yere basmayan, aklı bir karış havada avare bir toplulukla yaşamaya devam ediyoruz.

“Çoğu şey yetkimde olsun istemezdim, vebali çok büyük zira… Ama öyle olsaydım, kesinlikle en az haftada bir kez, tercihen cuma günleri sabah namazından sonra Cuma namazına kadar, bu gidişe hayır diyen aydınlarla, sanatçılarla, bilhassa şairlerle, itiraz sahipleriyle muhabbet ederdim ve kararlarıma onların bakışını olabildiğince yansıtmaya çalışırdım…O bir kenarda dursun, ben farazi değil gerçek Erol Göka olarak, bütün bunlara karşı uygun tavrı arıyorum zaten. Mesleğimde, aile ve sosyal yaşamımda hayatı, insan hakikatini öğrenmeye ve öğretmeye çalışıyorum. Mütemadiyen hayattan, insandan ve dünyaya geliş amacımızdan kopmamaya gayret ediyorum. O yüzden Cins’teyim kardeş.”

Ara Güler ve Görsel Tarihin Şiiri

Türkiye’de sanat ve fotoğraf dendiğinde akla gelen ilk isimdir Ara Güler. Edebiyat dünyası içinde de emsalsiz karede onun imzası vardır. Ömer Erdem, tüm halleri ile Güler’i anlatıyor. Kibirsiz, yaptığı işin farkında, ardında silinmez izler bırakan bir hayata şahitlik ediyoruz.

“Objektifi baktığı özneye, objeye veya mekâna göre değil de bakan gözün ona göre durum alması ancak poetik bir duyuşla mümkündür. Ara Güler, görsel tarihçi olmak istenciyle, bakılandan etkilenmeyi tercih eder. Baktığını etkilemeye ve buradan iktidar devşirmeye yeltenmez. Devrimci ruh mudur bu veya çok doğal bir hâl mi, önemli sayılmaz. Kamerayı soyut iktidarından indirip kameramanın, fotoğrafçının insancıllığını giydirmek önemlidir.”

“Fotoğraf, bir sanat olarak zamanla Türkiye’de hem gelişti hem de yaygınlık kazandı. Her meşrepten fotoğrafçı, ‘sanatçı’ olarak belirdi ve ciddi bir literatür oluşturdu. Başta İstanbul olmak üzere şehrin ve insanın şiirini kaydetmek ise en çok ona kısmet oldu. Şen, aksi, matrak fakat disiplini elden bırakmayan çalışkanlığıyla Ara Güler arşivi, Türkiye tarihinin vazgeçilmez bir karanlık odası vasfına büründü. Ülkedeki her tür yok oluşa karşı zapt ettikleri, bir tutunma değeri kazandı. Hasbilik onun şahsında can buldu.”

Sezai Karakoç ve Monna Rosa

Sezai Karakoç’un edebiyat dünyası dışında daha geniş kitlelerce tanınmasını sağlayan eseri Monna Rosa’dır. İşin içine biraz da magazinin girmesiyle şöhreti şairinin adının önüne geçmiş bir şiirdir Monna Rosa. Elbette diğer şiirleri ve düşünce yazılarının yanda farklı bir duruşu var bu şiirin. Hâlâ da gündemde olan ve konuşulan bir mesele olmaya devam eden bir duruş bu. Can Acer, Monna Rosa şiirin dair yazmış.

“Monna Rosa Karakoç’un, sanatının olgunluk safhasında başardıklarına yönelik bir gençlik teşebbüsü gibidir. Hatıralar’ında “Bütün değerler yere serilmiş gibi görünüyordu. Kadın: ‘tak takıştır, sür sürüştür. Muhallebiciye gel gece vakti’ çerçevesinde algılanıyordu. ‘Gül’ kavramını yeniden diriltmenin gereğini düşünüyordum hep. ‘Monna Rosa’ böyle doğdu.” diyor. Gül kavramını diriltmek için yabancı dilde bir tamlama kullanmak. İlk bakışta bir çelişki gibi. Şairin klasik kültürü yeniden “dillendirmek” için ihtiyaç duyduğu esnekliğin erken bir görünümü belki de.”

Aslıhan Eker Çakmak ile Söyleşi

Asıhan Eker Çakmak, Gazze işgaline, yaptıkları belgesel çalışmasına dair Ali Oturaklı’nın sorularını cevaplamış.

“Aslında ekip işgalcilerin tarafında olduğu için herhangi bir can güvenliği sorunu yaşamadı. Bu işgalciler, silahlı askerler tarafından korunuyordu. Ama tabii her an ifşa olmaları tehlikesi vardı. Bu nedenle belgesel süreci TRT içinde dahi gizli tutuldu, sadece yöneticilerimiz ve biz biliyorduk. Bizi en çok hayrete düşüren şey; henüz 7 Ekim’den 2 ay sonra, Netanyahu her yerde dolaşıp amaçlarının Gazze’yi işgal olmadığını söylerken, Hilltop Youth’un “Nachala” isimli yerleşimci organizasyonunun açıkça bir konferans düzenleyip Gazze’yi paylaşmaya başlamış olmasına şahit olmaktı.”

“Bu yerleşimci gruplar, yanı başlarındaki yangını umursamadan, Gazze topraklarını paylaşmaya ve satmaya girişmişti. Üstelik hem konferansta hem de botta; çocuklarını ve bebeklerini yanlarına almış, adeta bayram kutluyorlardı. Tiksindik, öfkelendik. Bu görüntüleri ve haberi o sırada dünyaya yaymak istedik. Ancak bu görüntüleri yaymamız kendimizi ifşa etmemiz anlamına gelecekti. Bu nedenle belgesele sakladık, belgeselin anlatım gücü haberin çok üzerinde oldu, bu nedenle bu kararımızdan memnunuz.”

Uyuyan Çingenenin Şiiri

Güven Adıgüzel Resim ve Şeyler’e devam ediyor. Henri Rousseau’nun Uyuyan Çengene resmine dair notlar paylaşıyor Adıgüzel. Bir resmi okumak ve yorumlamak o resmin renklerine eşlik etmek demektir. Görünmeyen yüze dokunmak gibi bir duygu. Şiir gibi. Adıgüzel bu yazılarıyla tam da bunu yapıyor.

“Çingene’nin uykusundaki saf masumiyetin koruyucu muhafızlığı, aslanın geceye kan sıçratmadan öylece geçip gideceğine ikna ediyor bizi. Günün ilk ışıklarıyla hafiften üşüyerek uyanan kadının, su testisini kafaya diktikten sonra mandolinini sırtına atıp, yeni maceralara doğru sürükleneceğini düşlemenin pekâlâ mümkün ihtimaller arasında ışıldaması gibi, evet. Kadının, vahşi hayvanların eşlik ettiğini fark etmeyeceği o tehlikeli uykularına, her seferinde yeniden kavuşacağını biliyoruz üstelik. Ama şimdi o aslanın tablodaki “an”dan sessizce geçip gitmesini istiyoruz yalnızca.”

A Noktasından B Noktasına

Ali Sürmelioğlu ile A Noktasından B Noktasına gidiyoruz. Bineğimiz at. Bu topraklarda at deyip geçmemek gerek. Derin anlamları vardır atın hayatın her köşesinde. At’a dair her şey var yazıda. Savaş meydanlarından şehrin taş döşeli yollarına kadar sürüp gidiyor nal sesleri.

“Genç Osman’ın kaderi atla karılmış galiba. Onun devriydi Boğaz’ın buz tutması. Aslında soğuktan tutmamıştı buz. Tuna boyundan kopup gelen buz kütleleri boğazı tıkayınca Sarayburnu’ndan atına binen süvari Üsküdar’a geçebilmişti. Atasözü oradan mı zuhur etti bilinmez, lakin gayet mantıklı. Osman’ın atla hikâyesi bu kadar mıydı? At-avrat-pusat üçlemesiyle erin yoldaşlarını sayan bir ülküde, talim her daim mühimdi. At üstünde cevgan oynayanlar da vardı, cirit atanlar da.”

“Şehir değiştikçe sandallar kızağa çekildi. Atlı arabaların bıraktığı tozu çöpçüler süpürdü. Arabalar yayıldı. Tramvaya binemeyenler tabanvayla yolculuk yapmaya devam etti. Elektrikli scooter yaygınlaştı. Motosikletler arttıkça Lahor’da yaşadığımızı düşünmeye başladık. Tek bir şey değişmedi: Kaos. Dolmuşçuluğu başlatan kayıkçılardı, kayıkçılığın adları kaybolurken kayıkçı kavgaları yerini başka kavgalara bıraktı: Kavga!”

Enise’ye Bir Veda Yazısı

Mustafa Ulusoy, “cennet arkadaşım” dediği ölen kedisi Enise için bir veda yazısı yazmış. Elbette içli, Ulusoy’un kaleminden çıktığı için de derinlikli bir yazı olmuş.

“Enise’yi, “Cennet Arkadaşım” diyerek severdim hep. Ona “Cennet arkadaşım” demek bana çok tatlı gelirdi. Bağlandığın bir kediyle ebedi olarak arkadaş, dost olmak, inanılmaz büyük bir nimet diye düşünürdüm ve bu düşünce, bu arzumu yerine getirecek Mutlak Varlık’a olan muhabbetim artardı. “Tamam mı ?” derdim, orada sonsuza dek birlikteyiz (elbette Rabbim cennetine koyarsa beni), çoğu zaman “miyav” derdi, bu sözüm üstüne beni onaylarcasına. Bilmiyorum, bilerek mi bilmeyerek mi yapardı bunu? Ben, ne dediğimi anladığını düşündüm.”

Rimbaud Müslüman mıydı?

Yunus Emre Altuntaş, Rimbaud Müslüman mıydı? sorusunun cevabını veriyor yazısında.Şairin hayatı, çektiği sıkıntılar, Kuran’la olan irtibatı gibi birçok detay işlenmiş yazıda.

“Rimbaud’nun asker olan babası Kur’an’ı ilk kez Fransızcaya çeviren isimlerden biridir. İşe bakın ki Rimbaud’nun da Harrar’daki yıllarında Kur’an’a olan ilgisi artacak ve 1883 yılında annesine bir mektup yazarak Kur’an’ın Hachette paralel metinli çevirisini satın almasını isteyecekti. Rimbaud daha sonra annesine “Kur’anlar” için teşekkür ettiğinden, kadın ona muhtemelen babası Yüzbaşı Rimbaud’nun elyazması çevirisini de göndermiş olabilir. Yine bu sıralarda ismini Abdullah Rimbaud olarak değiştirmeye karar verdi. Bunun bir göstergesi olarak da alışverişlerde ve sözleşmelerde kullanmak amacıyla üzerinde “Allah’ın Kulu Rimbaud” veya “Abdo Rinbo” yazan bir mühür yaptırdı.”

“Nihayet 27 Mayıs günü sağ bacağı kesildi. Yalvarmalarına karşın annesi yanında kalmak istemedi. Çünkü koyu Katolik olan anne, oğlunun tam bir Müslüman gibi olduğunun farkına varmıştı. Ömrü boyunca “ele güne karşı ne derim” mantığıyla yaşayan annesinin asıl korkusu oğlunun bir Müslüman gibi yaşadığını herkesin öğrenmesidir.”

Modern Sancıların Kıskacında Müslüman Aile

Toplumun büyük kesiminde adı konan ya da konamayan bir sancı var. Aileler de bu sancıdan paylarını aldı. En sağlam kalemizin ailemiz olması gerekiyor. Çünkü bu kale sağlam olursa nesiller de sağlam bir şekilde yetişir. Modern hayat bir kıskaçtır. İçine aldığı her şeyi sıkıştıran, dönüştüren bir cendere. Modern sancıların kıskacındaki Müslüman ailelerin durumunu yazmış Muhammed Yazıcı.

“İslâm, Müslümandan paylaşmayı, bilgiyi ahlâk ile tezhip edip, sahip olunan her nimeti başkaları için de sarf etmeyi, hemhâl olmayı, diğerkâmlığı isterken; Müslümanlar arasında “ben-merkezci” birey düşüncesi girdi. Bilgi ahlâktan koptu ve meselâ zevk doğrunun ölçütü hâline geldi. Var olan aileler birlik ve beraberliklerini, bir ekonomik dayanışma ve güç birliği derekesinde sürdürür oldular. Yeni aileler kurmak ise neredeyse imkânsızlaşmaya başladı. Çünkü hazcı dünya görüşünün cârî olduğu bir vasatta, kendisini başka insanlar (çoluk-çocuk, akraba) için herhangi bir yönden kısıtlamak kimseye doğru gelmez oldu.”

Avm’de Dolaşmanın Ruh Hali

Avm’de dolaşmak, vakit geçirmek diye bir kavram girdi hayatımıza. Sadece boş vakit geçirmek gibi bir anlam içerse de bu olay, işin içine kapitalist sistemin cenderesi girince karışıyor işler. Mevzu sadece gezmekle kalmıyor. Tüketim çılgınlığı denen ağ da kuşatıyor insanları. Sertaç Timur Demir avm’de dolaşmanın ruh hallerini yazmış. Elbette mümin bir bakış açısı ile.

“AVM’lerin kısa bir süreliğine gezilip tüketilen ve sonra da hiçbir kalıcı hatıranın kalmaksızın son bulan deneyimi, modern kültürün hızlı öğrenme ve çabuk unutma tavrıyla örtüşür. Evet, bir tüketim mekânı olarak değil; unutma mekânı olarak AVM, mukimlerine teatral bir unutma terapisi sunar. Bu bakımdan modern kültürde her yer AVM; herkes farklı düzeylerde de olsa unutmaya müşteridir. Biraz da bu sebeple AVM’lerde maneviyata yer yoktur. Yalnızca dünyeviliğin aşkınlığı söz konusudur. İbadetlerinde hassas olanlar için bile AVM’de kulluk vecibeleri ve ahlakı ya hızla ikmal edilir ya da kolayca ihmal edilir.”

Cins’ten Öyküler

Mustafa Çiftci – Göbekli Garson Korkum Hiç Geçmedi

“Taşrada büyümüş biri olarak biz ailece hiç lokantaya gitmedik desem yeridir. Hayır yoksulluktan değil. Şükür geçim sıkıntımız yoktu. Ama ailecek “dışarıda yemek” bir adet değildi. Lokantaların hemen hepsi zaten esnaf lokantasıydı. Adam el kadar yere dükkân açmış. Dört masalık yerde dip dibe pilava kaşık sallıyor esnaf. Hâl böyle olunca ailecek gidecek yer yoktu ve gitmek isteği de yoktu.”

“Bu garsonların şef garson olduğunu söylemeye gerek var mı? Göbekli garson olmuş kişinin yüzünden anlaşılan şudur: “ben bu işe yıllarımı verip bu göbeği çıkardım ortaya.” Yıllarınızı bir işe verince o işin inceliklerini ve hainliklerini de belliyorsunuz. Göbekli garson da bu hainlikleri müşteriye göre ayarlar. “Tanıdığı, sevdiği müşteriye bayat olanı vermez” demek isterdim ama öyle değil. Göbekli garson denk gelirse babasına bile bayat menü verebilir. Mesleki bozulma denilen şeyin şahsı manevisidir kendisi.”

Güray Süngü – Hayat Takası

Kemal Sakin, Ekim ayının ilk Çarşambası saat on altı kırk üçte, birdenbire çok sıkıldığını hissetti. Ofiste, çalışma masasında, önündeki bilgisayar ekranına bakarken içinde bir his doğdu, içinde doğan his büyüdü, büyüyünce şekle şemale büründü, şekle şemale bürününce tanımlanabilir hale geldi ve hissiyat, sahibi Kemal Sakin tarafından dile getirildi. Durduğu yerde durmaktayken kendi kendine mırıldandı ve şöyle dedi: “Çok sıkıldım.”

“Kapının önüne bir paket bırakılmıştı. Şaşırdı. Eğilip aldı paketi. İçine bir futbol topu sığacak ölçülerde, küp şeklinde bir karton kutuydu paket. Kırmızı bir kurdeleyle sarılmıştı, tepesinde fiyonk bile vardı. Kapıyı kapattı, elinde kutuyla masasının başına gitti. Kutuyu açtı. Kutudan bir uçak bileti çıktı. Fiji Adaları’na aktarmalı bir bilet. İstanbul’dan önce Singapur’a 13 saatlik bir uçuş, ardından iki saatlik bekleme süresi, akabinde Singapur’dan Fiji’ye 10 saatlik bir uçuş daha. Biletin yanında bir de pusula. Kuzeyi gösteren. Basit bir şey. Pusulanın yanında ise bir kart. Kartta yazanı okudu: “Hayat takasına girdiğiniz kişi Nikas Lamek.”

Kaan Murat Yanık – Kedi Merdiveni

“Tren sola sapmıştı. Uykuyla uyanıklık arasındaki o tatlı ovada cama başını yasladı. Bir müddet sağ tarafta yükselen karlı tepeleri izledikten sonra gözlerini yumdu Hamid.

Trenin raylarla kesişme sesi ninni gibi indi üstüne. Adamın sorularını düşündü bir kez daha. “Keşke duymasaydım onu.” dedi. Kabuk bağlaması için yıllarca çocuk parklarından dahi geçmeyen bir yarayı hangi hakla kanatmıştı, bu herif.”

“Eylül ayının ilk günleriydi, sert bir rüzgâr esiyordu Kâbil’de. Sabahtan beri hiçbir yerde bomba patlamamıştı. Şaşılacak şeydi. Derin bir sessizliğin kucağındaydık. Ama çok sürmedi. Akşama doğru Taliban’ın olduğu taraftan korkunç sesler gelmeye başladı. Sokakta sağa sola koşturanlardan öğrendiğimiz kadarıyla Taliban kontrol ettiği bölgeye Amerikan askerleri girmişti.”

“Züleyha gözlerime baktı uzaktan, o masum yeşil gözlerinde neler neler gördüm, anlatsam dağ yıkılır, ateş söner, denizler kurur. Çaresiz ve perişan bir halde eve döndük. Ben Züleyha’yı istiyordum. Kardeşimi orada bırakamazdım. Dedem bir daha karargâha yaklaşmamam için yalvardı bana. ‘Bunlar için insan öldürmek nedir ki torunum, beni bırakma bu kara dünyada. Gitme oraya bir daha.’ diyordu.”

Cins’ten Bir Şiir
Şabat Günü kibrit çöpü de olsa ateş yakmak yasaktır,
Gazze cehenneme çevrilebilir.

Şabat Günü vantilatör çalıştırmak yasaktır,
Kan dondurucu suçlar işlenebilir.

Şabat Günü yemek pişirmek günahtır,
Fırınlarda ceset yakılması mümkündür.

Şabat Günü alışveriş yapmak haram kılınmıştır,
Kimyasal silah satın almakta beis yoktur.

Bir Yahudi, Şabat Günü, cüzdanı da dâhil,
Üzerinde giysiden başka hiçbir şey taşıyamaz;
İsrailli siviller eline her an makineli tüfek alabilir.
Cevdet Karal

Edebiyat Ortamı, Sayı:101

101. sayısını yoğun bir içerikle çıkardı Edebiyat Ortamı dergisi. Derginin en hacimli sayılarından biri de bu olmuş diyebiliriz. Dergide 102. sayıdan itibaren editör değişikliği olacak.  Sadık Yalsızuçanlar bayrağı Mehmet Kurtoğlu’na teslim ediyor. Dergiye büyük emekleri oldu Sadık hocanın. Ona teşekkür ederken Mehmet Kurtoğlu’na da kolaylıklar diliyorum.

Dergiden yapacağım ilk paylaşım; Selvigül Şahin söyleşinden olacak. Şahin, Kar Yağarken kitabına dair Yasemin Kapusuz’un sorularını cevaplamış.

“Roman türü pek çok anlatım tekniğiyle yazılabilecek bir tür. Bu, yazara bir imkân sağlıyor bir bakıma. Metinlerarasılık, epigraf kullanmak, tür içinde tür ile zenginleşen bir anlatım romanı daha okunur kılıyor. Kahramanlarım roman boyunca içsel bir yolculuk halindeler ve tekâmül yaşıyorlar. Bu yolculuk boyunca,tekâmül ve olgunlaşma sürecinde, kendilerine yürüme, hak arayışlarıyla birlikte içsel mücadeleleriyle bir savaşın içinde var olmaya çalışırken, okumalara tutunuyorlar. Her bir kitap onlara yollar açıyor, yön çiziyor.”

“Pek çok türde yazıyorum. Bu benim yapıma uygun bir durum sanırım. Aynı zamanda resimle uğraşıyorum. “Yusufhan” bir gençlik romanı olarak yazıldı. “Kar Yağarken” önceden de dediğim gibi bir hikâyeci olarak, hikâyeye sığmayacak hayatları, yaşanmışlıkları, acıları, sancıları, sorgulamaları ancak bir roman olarak yazabilirim diye düşündüğümde ortaya çıktı. Romanda geçen konuları yer yer hikâyelerimde işledim ama bir roman bütünlüğünde yazmak benim için önemliydi şükür ki nasip oldu.”

“Romanı yazarken destekleyenler oldu tabi. Ama roman yayımlandıktan sonra tam da zamanı diyenler çok oldu doğrusu. Bir yazar arkadaşım sadece şimdi bu konuları yazmanın sırası değil dedi. Ama onun düşünceleri beni bağlamıyor doğrusu. Her kitabında kaderi vardır. Bu kitap da tam da yayımlanması gerektiği zamanda yayımlandı diye düşünüyorum.”

Tefekkürden Hikmete Ekberî Okuma

Hüseyin Pala, yazılarını okumaktan büyük keyif aldığım bir isim ama onu ne yazık ki dergilerde çok sık göremiyoruz. Pala, ele aldığı konuyu derinlemesine işleyen bir yazar. Farklı yorumları yazısında harmanlayarak okuyucunun zihninde yeni ufuklar açan bir Pala, Edebiyat Ortamı’nda Mehmet Karahisarî’nin Üsküdar Sohbetleri kitabından hareketle İbn-i Arabi’nin dünyasına giriyoruz. Ekberilik üzerine, okumak ve yazmak üzerine önemli notlar var yazıda.

“İbni Arabi hazretleri okuma ve yazmanın temeli olan kalem ile akıl arasındaki bağın yaratılışla alakalı olduğunu, bu yaratılışın doğrudan ilahi bir seçim olduğunu ifade eder. Buna göre; ilk akıl ve kalem mefhumları dünya alemi ile kökensel bir ilişki içindedir ve bu iki kavram ‘Allah’ın dünya alemini yaratmak istediğinde belirlediği ve nurun meleklerinden zuhur eden ilk yüce melek’in isimleridir. İsimlerinden biri akıl olan bu melekten ‘levha’ isminde bir başka varlık ortaya çıkar. Allah Teala kalem ve levhayı yaratıp onları Akıl ve ruh diye isimlendirmek suretiyle ruha aynı zamanda şu iki temel niteliği de vermiştir: Bilme ve eyleme.”

“Eğer insan kendisini kendisine delil edinmek üzere Allah hakkında tefekkür ettiğini zannederse, bu da apaçık bir yanılgıdır. Çünkü bu esnada kendisini biliyor iken Allah hakkında düşünür. Bir anlamın Allah hakkında geçerli olup olmadığını anlamak üzere Allah hakkında düşünürse, bu da tam bir bilgisizliktir. Çünkü hiçbir şey kendinden kendisine daha çok delil değildir. Böyle bir düşünceyi gördüklerinde ise tefekkürü terk etmişlerdir. Bu nitelikte kimse tefekkür ettiğinde ise, ihsanları nedeniyle yaratıklara teşekkür eden kimse gibi olur.”

Doğu Türkistan’dan İsveç’e Uzanan Şiirler

Mustafa Sarı, Şair Abdüşükür Muhammed’i, Doğu Türkistan’ın bitmeyen acıları şair ve şiir eşliğinde anlatıyor.

“Sessizliğin Hikâyesi ismiyle iki kapak arasına aldığı şiirlerinde, diğer vatan hasreti çeken mazlum şairler gibi “özlem, vatan, aşk, yalnızlık” gibi kelimeleri sık kullanmış. “Kalbimdeki pinhan vatan için aşk ve özlemle ah çekerim” diyen Abduşükür Muhammed, İsveç’in soğuk ve sessiz ikliminde annesini, onun yaptığı ‘naan’ı yani ekmeği, harabeye dönmüş mahallesini, ateşlere atılan melek gibi komşusu Zeynep ve Rabiay’ı özlemekte. Melekler yandıktan sonra siyah ile beyazın, gündüz ile gecenin, kış ile yazın hiçbir farkının olmadığını, hepsinin aynı renkte yani renksiz, olduğunu söylüyor şair.”

Bursa, “Şiir Gibi Bir Şehirdi”

Mustafa Başpınar, Bursa aşığı olarak tarif ettiği Turgut Cansever bağlamında Bursa’yı anlatıyor.

“Tipik bir Bursa evinde oturduklarını ifade eden Cansever, evi anlatırken dört beş odanın yan yana dizildiği uzun bir hayat ve bir bahçesi olduğunu ekler. “Bursa o zaman şiir gibi bir şehirdi.”diyen Turgut Bey, babasının “Bursa’yı ne hale getirmişler!” diye isyan ettiğini belirtir. Mimar ve bilge insanın şiir gibi bir şehir, diye ifade ettiği şehri hayal edebilir miyiz, bilmiyorum. Ancak bir de babasının daha öncesinde gördüğü bir Bursa var, acaba o nasıldı? Aynı söyleşide şu ifadeler geçer Bursa için: “Çünkü onun eski Bursa’sı bizim eski Bursa’mızdan daha güzeldi. Sokaklarında su kanalları vardı, bu kanallarda şelâleler oluşur, etraf su sesleriyle dolardı. Yeşilin her tonunun köpürdüğü bir şehirdi Bursa, bir şehircilik harikasıydı.”

Sayıklamalardan Uykudaki İç Aynamız Rüyâlara

Leyla Yıldız, rüyalara dair bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Uzak diyarlara, derin uykulara, filmlere, efsanelere kadar uzanan bir rüya alemindeyiz. Zihnin en hızlı çalıştığı bir bilinç akışında rüya aleminin sırlarını çözmek için psikanalize, bilinçaltına ve derin anlamlı zamanlara gidiyoruz. Yıldız bizi romanların dünyasına da götürüyor, birçok tandık sima ile de buluşturuyor.

“Sahi rüyâların mahiyeti nedir? Rüyâlar yol gösterici midir? Güvenilir bilgi kaynağı mıdır? İslâm emniyetle yaklaşmayı öneriyor, pozitivistler “hayır” diyor buna. Materyalistler için zaten beynin bir fonksiyonu. Psikanalistler, “bilinçaltının aynasıdır” diyor rüyâya; eski yaşantıların kılık değiştirmiş şekli. Tasavvuf ehline göre yol göstericidir rüyâ, sürrealistlere göre ilhâm kaynağı.”

“Psikanaliz… Serbest çağrışımlar dünyası. İçsel engelleri yenmek, düşünceleri serbest bırakmak. Bir nevi özgür düşünmek. Mânialara takılmadan… Sayıklamalar için de “sesli rüyâ” demiş Freud. Altında derin mânâlar taşıyan dil sürçmeleri gibiymiş sayıklamalar. İlginç! Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” romanını hatırlattı bana. Sayıklamaların bütün esrârı açılır ve bilinçaltı nükseder bu romanda.”

İskeçe’nin Mekânları ve İnsanları

İskeçe’yi anlatıyor yazısında Erdal Noyan. Mekânın ruhuna yerleşen insanları da tanıyoruz yazıda.

“Bakımsız Gümülcine-İskeçe yolu arasında sıralı Türk köylerinden geçiyoruz. Nereden anladın derseniz, minarelerinden. Bir de o köylerde inen, binen yolculardan.

Susurköy’ün (Sostis) içine dek giriyor aracımız. Evler bakımlılar ve bahçeliler. Narlıköy’de (Polyanthos) kilise de var. Demek ki Hristiyanlar da yaşıyorlar burada. Solumuzda bir göl uzanıyor. Ötesi Ege Denizi. Yassıköy (Iasmos) kasabası da Türk, Yunan karışık gibi. Yunan bayraklarından öyle düşündüm.”

“Ararsanız demleme Türk çayı içebileceğiniz mekân bulabilirsiniz, aramazsanız sallama çayla yetinmek zorunda kalırsınız. Yine dilerseniz, yemeğinizi Türklerin işlettikleri lokantalarda yiyebilirsiniz. İskeçe esnafı dükkânlarına Latin alfabesiyle yazılmış tanıtım koymadıklarından sorup soruşturarak bulmak gerekiyor.”

Güleç Yüzlü Halim Selim Bir Hocamız: Prof. Dr. Muzaffer Arıkan

Hasan Yüksel, Prof. Dr. Muzaffer Arıkan’ı anlatıyor yazısında.

“Orta boylu, sakin duruşlu babacan tavırlı bu hocamız ailemizden biri gibiydi; çekinmeden yanına gider derdimizi anlatırdık. Yönü Batı’ya doğruydu; ancak Hacı Bayram-ı Veli kadar yerliydi, sadeydi ve samimiydi. Bunun için, zorunlu kürsü dersleri dışında başka ders almak isteyenler ya Adnan (Erzi) Hoca’ya veya Muzaffer Hoca’ya koşardı. Muzaffer Hoca çelebi tavrıyla, Adnan Hoca da şöhreti veya herkese geçer not verdiği şayiasıyla öğrencilerin en çok derslerini tercih ettiği hocalarımızdandı. Milliyetçi duygularını pekiştirmek isteyenler de Bahaeddin (Ögel) Hoca’ya gelirdi.”

Elmanın Sırrı: Âdem’den Kızılelma’ya İnsanlığın Kaderi

Elma sadece elma değildir dünya üzerinde. Derin anlamlar içerir elma. Âdem’den kızılelmaya uzanan çizgide sadece bir meyve olmaktan çıkıp hayata anlam katan bir imgeye dönüşen elmayı anlatmış Emrullah Zorlu.

“Elma, yeryüzündeki varlığımızın en eski ve derin tanıklarından biridir. Sıradanlığa gömülmüş gibi görünen bu mütevazı meyve, aslında varoluşun özünü fısıldayan bir hikâye taşır. Her dalında, her çiçeğinde ve her meyvesinde, toprağın karanlığıyla göğün aydınlığı arasında sıkışıp kalmış bir varoluşun gerilimi saklıdır.”

“İnsanlık tarihini de bu kadim bilgelikle, basitliğin erdemini kusursuz bir şekilde yansıtan bu meyveyle ele almak mümkündür; zira elma, dört farklı surette, insanın hem içsel hem de toplumsal yolculuğunu, bilincin ilk uyanışını, doğayla kurduğu ilişkiyi ve sonunda dünyayı köklü bir şekilde değiştiren büyük dönüşümleri sembolize ederken, her defasında farklı anlamlar ve hikâyeler yüklenerek varoluşun en derin sırlarına dokunur.”

Seçkin Millet, Üstün Din ve Medeniyet…

Mehmet Kurtoğlu, bir milleti seçkin hale getiren özellikleri anlatmış yazısında. Kültüre, dine, medeniyete dair notlar var yazıda.

Bilindiği üzere kültür canlı, medeniyet ise ölüdür. Kültür, medeniyetten ilham alır ona zenginlik katarak canlandırır. Kültür canlılığını kaybetmesiyle birlikte medeniyete dönüşür. Her kültür bir medeniyet üzerine doğar, yaşar ve ölür. İslami literatürde bu sünnetullah olarak adlandırılır. Yeryüzündeki medeniyetler tarih boyunca hep değişim ve dönüşüm içinde olmuştur. Medeniyet tıpkı güneş gibi Doğu’dan Batı’ya, Batıdan Doğu’ya devridaim halindedir. Doğu’da battığında Batı’da, Batı’da battığında Doğu’da doğmuştur. Antik Yunan ve Roma başta olmak üzere bütün medeniyetlerin kaynağı bilgisi gerçekte efsanelerden ibarettir.”

Neyzen’in Büyülü Dünyası

Sadık Yalsızuçanlar’dan Neyzen Tevfik’i dinlemek büyük keyiftir. Onun dünyasına öylesine sahici bir adım atar ki kendinizi tarifsiz bir dünyada bulursunuz. Dergide Neyzen’i bir şathiyesinden hareketle anlatıyor.

“Neyzen Tevfik’in, “Ulu Tanrım, akıl ermez sırrına / Bin bir ismi Hakta pinhan edersin / İçirirsin sabrın peymânesini / Hikmetini sonra ayân edersin” diye başlayan ünlü şathiyyesi, şathiyye geleneğimizin ve dağarımızın en nadide, en kıymetli parçasını oluşturur. Şathiyye, geleneksel şiir birikimimizin yüzyıllardır yeni örneklerine şâhitlik ettiğimiz bir tarzıdır.”

Şathiyyenin devamında Neyzen Tevfik, Hakkın varoluş sırlarını açıklarken, O’nun aşk olup gönülleri yaktığını, Leyla olup karşımıza çıktığını, rakib olup canımızı sıktığını, özetle “vuslatını bize hicran ettiğini” söylemektedir. Hz. Mevlana’nın dediği gibi, “seven de O’dur, sevilen de O’dur, sevgi de O’dur.” Bu benzetmeleriyle, bir bilgenin şu sözlerini hatırlatmaktadır: “Sakın şu bu ne der diye düşünmeyiniz. Allah ne der diye düşününüz. Çünkü şu bu yok, Allah vardır.”

Edebiyat Ortamı’ndan Öyküler

Mehtap Gül – Yandığın O Yerde

“Asansörden çıkıyorsun. Alt katlardan merdivenleri döne döne yukarı yükselen soğan kokusuyla geçmişe sıçrıyorsun. Bedensizler gelmesin diye soğan sarımsak kokan yerde Felak-Nas okuyuver! Zihninin duvarlarına çarpıp duran bu sesten kurtulmaya çalışırken gözün ayakkabılara takılıyor. Annenin kırk iki numara ortopedik ayakkabıları, sahanlığın alacalı ışığı altında dokunaklı ve terk edilmiş bir halde kapının dışında öylece duruyor.”

“Daha evliliğinizin ilk aylarındaydınız. Adli tatildi, sana sorsalar hayat güzel değildi ama annen izin verse güzel olması kuvvetle muhtemeldi. Annen sağ olsun, her gün yeni bir gırgür. Metin gözlerini açsan göreceksin ki annen için ha sen ha yara bandı. Daha ne zamana kadar onun uzantısı olacaksın, demişti Günseli. Hadi seni geçtim benim her şeyime bir lafı var. Bütün cümlelerinde aynı alt metin: Sen oğluma layık değilsin! Duymazdan geleyim diyorum ama senin bu süklüm püklüm hallerini görünce… Hayatının dümeni daha ne kadar onun elinde olacak filan diyordu.”

Ahsen Dalca Korkutan – Eblehin Keyfi

Yerküre sarsılıyordu. İnsanlar korkuyla kaçarken nereye sığınanacaklarını bilmeden sağa sola koşuyor, çocuklarını arkalarından sürüklüyor, ağlayanlar, yere kapaklanıp pes edenlerin üstünden geçenler, acıyla bağıranlar bir kıyamet sahnesini canlandırıyordu.

Durdum. Durdum ekranı, kalkıp bir kâse çerez, bir bardak meyve suyu almak için mutfağa gittim.

İbrahim Gürel – Kahve Bahane

“Onunla kaç kez görüştüm, hatırlamıyorum. İlkinde pek tanıma fırsatı bulamamıştım. Dizginlerinden yakalamış gibiydi hayatı, bırakmaya da niyeti yoktu. Yaşının yarım asra dayandığını söylemişti söylemesine de, insanın inanası gelmiyordu. İkna oldum say dedim içimden yüzüne bakarak. Beynimden havalanan tereddüt kuşu bir türlü konmamıştı bir dala. Koskoca adam yalan mı söyleyecekti? İnanmış gibi yaptım. Aklımda beliren şüpheleri ona söylesem sohbeti yarıda bırakır, kalkar giderdi. Sustum…”

“Telefonum çalıyor aniden. Bir karşımdakine, bir ekrandaki isme bakıyorum. Telefonda taze emekli dostumun adı yazıyor. Daha geçen hafta içi görüşmüştük burada. Birden saatin on olduğunu fark ediyorum. Çetin Kaçar özlemişim güzel sohbetini be diyorum içimden.”

Zeynep Papila – Köyümün Yağmurları

“Dedem kalp hastasıydı. Kalp krizi çoğu kişiyi ilk seferde alıp götürürken dedem sayısını hatırlayamadığım kadar kriz geçirmiş, göğsünün boydan boya defalarca kesildiği ameliyatlardan sağ çıkmayı da başarmıştı.”

“Dedem biletini iki gün erkene almıştı. 23 Haziran 2005’te vefat etti, 24 Haziran günü de vefatından birkaç sene evvel kendisi için gül ağacından yaptırdığı tabutuyla köyüne doğru son yolculuğuna çıktı. O günün sabahında çok yağmur yağdı, dedem köyünün yağmurlarında yıkandı.”

Hacer Yeğin Güneş – Bir Kanama Meselesi

“Üstüne bir şeyler geçirip, sabahın nurunda çoktan uyanmış olan oğlanları hazırlamaya koyuldu. Küçük biraz huysuz bu sabah, çocuklar da hissediyor muhakkak, hatta biliyorlar belki her şeyi. Bir hafta boyunca yaşadıkları meteor yağmuruna en savunmasız yakalananlar onlar. Ne kadar uğraşsa da sanal aile kapsülünün dış tabakasına aylardır çarpıp seken kurşunlara kalkan olamadı.”

“Parkın kreşe bakan cephesinde, koşu parkurundan gelen seslerle irkiliyor. İki tane cins köpek, on beş yaşlarında genç bir kızı havlayarak parka doğru sürüklüyorlar. Sözde kızcağız köpekleri gezdirmeye çıkarmış gibi görünüyor ama aslında durum tam tersi. Çocuklar karşıda, bir kol mesafesinde. Hızla parkın çıkışına yöneliyor. Köpeklerden küçük olanı oldukça agresif, yere göğe havlıyor. Derken ters istikametlerde girdikleri kulvarın öbür ucundan gelen büyük köpek, küçüğün kışkırtmasıyla bir anda sahibinin elinden kurtuluyor. Her şey kaşla göz arasında olup bitiyor.”

Dilek Altundağ – Hamlet Kalfa’nın Son Sahnesi

“Ardı ardına korna çaldı babam. Sonra bir kez daha… Dükkânın önündeki iskemlede bir adam oturuyordu. Birazdan batacak güneşin göz yakmayan ışığının yansıdığı demir kapıya yaslamıştı belini. Geldiğimizi fark edince yerinden kaykıldı. ULUDAĞ OTO yazılı gri tişörtüne takıldı gözüm. Dükkânın ustası olmalıydı. Babam selam verir vermez meramını anlatmaya başladı. Arabanın motorundan gelen boğumlu seslerden… Ermenek’ten yola çıkıp Ankara’ya gideceğimizden… İşimizin acele olduğundan…”

“Kalfanın ustası gibi işinde titiz, ciddi olmadığını düşünüyordum. Beni yanıltması gecikmedi. Sigara içmeye yeltendi. Savruk kalfasına ellerini yumruk yaparak tumturaklı bir küfür bastı. Argoyu sevmem ama nedense Uludağlıya ağzına sağlık demek geldi içimden. Kafasını önüne eğdi numaradan. Peşinden gelen köpeklere elindeki son ekmek kırıntılarını verdi. Nihayet bizim arabaya doğru yürüdü. Ona görünmemek için yerimden kaykılarak kafamı kitabıma gömdüm.”

Halit Yıldırım – Sis

“Göz gözü görmezdi sis çökünce. Görüş mesafesi o kadar kısalırdı ki kar üzerinde dans eden dolmuş şoförleri bile sis çökünce yabani bir atın üzerinde durmaya çalışan at terbiyecileri gibi koltuklarında kasılırlar ve neredeyse hiç gaza dokunmadan rölanti ile gidip gelirlerdi. Böyle havalarda yurtlardan şehre giden öğrenciler bile gıkını çıkaramazdı. Derin bir sessizlik içinde kısık yanan sis farlarıyla titrek bir kandil gibi akıp giderdi dolmuşlar şehre doğru.”

“Edibe akıllı bir kızdı. Benim yüz hatlarımdan canımın sıkkın olduğunu anlamıştı. Ne oldu diye sormaya başladı. Israr edince dün akşam yaşadıklarımı anlattım. Çok üzüldü. Ne yapacağımı sordu. Hiçbir şey yapmayacaktım. O da bunun doğru olacağını ancak kendisi olsa bir daha onların yüzüne bakmayacağını söyledi.”

Rukiye Saran Aydın – Çamaşır Astım

“Çamaşır yıkadım, diyemeyeceğim, çünkü o işi makine yaptı. Su aldı, döndü, döndü, kirli suyu dışarı döktü, temiz suyu çekti, duruladı, işini bitirdi. Oh! Ne âlâ. Bir düğmeye basıp çamaşır, öbür düğmeye basıp bulaşık yıkıyoruz. Bir başka düğmeye basıp süpürgeyi çalıştırıyoruz, böylece ev işlerinin bir kısmını şıp şak bitiriyoruz. Önce merdaneli makineler, sonra otomatikler çıktı. Merdanelilerde çamaşır yıkanırken biz de yıkamaya katılıyorduk. Çamaşırın ucunu dönen iki merdanenin arasına sokarken parmağımızı kaptırmamak için bin bir çaba harcardık. Parmaklarını makinenin merdanelerine kaptırıp sakat kalanların hikâyelerini çok işitmiştik, bundan oldukça korkuyorduk.”

“Çamaşır asmayı, ilk gençlik yıllarımda, karşı komşumun balkonda özene bezene asmasını seyrederek öğrendim. Bir gün onun balkonundan bizim balkona makarayla ip germeye karar verdik. Onun güzelliği bambaşkaydı. O gün bugün her seferinde çamaşır asmaktan zevk aldım.”

Senanur Çelik – Anahtar

“Gözleri uzaklara daldı Sacide Hanım’ın. Bir sene önce geçirdiği felçten sonra belinden altı tutmaz olmuştu. Hiçbir çaresi bulunamamıştı. Bir senedir yatağa bağlı yaşıyordu. Her işini eşi Nedim Bey yapıyor, ona bir çiçeğe bakar gibi bakıyordu. Hiç incitmiyor, hiçbir işten yüksünmüyor, yorulsa bile belli etmiyor, Sacide Hanım’ın gönlünü hiç kırmıyordu. Hep böyle değildi Nedim Bey. Hanımının felç geçirmesinden sonra onun kıymetini anlamıştı sanki.”

“Kendi kız kardeşlerinden, çevresinden hep öyle görmüştü Nedim Bey. Kız çocukları merhametli olurdu. Kendinden önce karşısındakini düşünür, fedakarlığı hep onlar yapardı. Babalarını da hep ve çok severlerdi. Hep bir kızı olmasını istemişti Nedim Bey. Dört erkek çocuğu da belki kız olur umuduyla gelmişti dünyaya. Nasip olmamıştı o da.”

Edebiyat Ortamı’ndan Şiirler

Bir çığlık
Taşta kayada yankılanıyor
Benim bir yerden başlayıp özdeşleştiğim bir hüzün
Paramparça olmuş şehirleri, coğrafya kitaplarındaki mavi nehirleri geçerek büyük bir mateme
Dönüşüyor

Bir hüküm
Karanlıklar adına uçsuz bucaksız bir göğün altında gerçekleşiyor
Duvarlardan aralıklardan kaybettiğim bin yılın bir şiiri olan bir sevinç
Vahşetin bir istatistik verisi olarak anlaşıldığı bir zamanda, yeşil bir tabutun içindeki beyaz bir
kefenle birlikte gömülüyor
Davut Güner

VI
Âh, Allah demenin bile yasak olduğu, tek partili günlerdeymiş
Babam Allah Allah demiş, siz O’nu sahipsiz mi sandınız demiş
Babam Allah’a yardım etmiş O da babama Kur’an hediye etmiş
VII
Önce öyle bir geçer, sonra öyle bir geçer, öyle bir geçer ki zaman
Eski Said gitmiştir, görmeyeli çok değişmiştir, gelir Bediüzzaman
Şeb-i Arûs bitmemiştir, yıldızların altında, bizim düğün ne zaman
Yaşar Akgül

Vur yumruğu vur dünyaya Çocuk, bir kez daha vur çocuk!
Çatlasın okyanus ve dağılsın yerküre
Cellâtların çivilenmiş gözlerinde akmalı irin sen yerine
Alacakaranlık bu sevdiğim bağışladım kalbimi tanrıya sen niyetine!
Binnaz Deniz Yıldız

intikam için kalbini mühürle, kalbini buğzet
ölen her bir ruhla bedeninde çıkmaza oyna
rüyasında gözüken sıska vücuduyla bir baba
kurşunlar arasında oynarken bir çocukla
Zeki Altın

Belki de perdesi yırtılan mart güneşinin sarı
Sevda da bir cürüm çorak yürekler nezdinde
Tutar gibi karanlığın dibi kaynayan kan uykuda
El ele baş başa kararır kar içinde Kaf Dağı

Belki de çoğalan bulutu toz duman ülkenin
Vurdukça çoğalan dertleri kor gece yatısında
Batısında gül gülistan dönülmez gurbetler melali
Uzayıp gider gibi bir yol Kaf Dağı şarkımızda
Ersin Özarslan

Ben düşsem de kalkarım
Onlar düşse çakılır
Budur benim teminatım
Sizse verip durun herkese
Teminat mektubu, niyet mektubu
Sizi temin -edemem gerçiHafî de olsa bir niyetiniz yok

Oralı olmadı
Buralı hiç
Ona her yer tamu
Mustafa Kubur

Çorak topraklardan yükselen bir feryat gibidir
Şimdi yaralı gönülleri derin bir hüzne gark eden
Alnındaki çizgilerde geçmişin izlerinden derin bir efkâr
Vurdukça yanılgıların harap eden yıkıcı sessizliğinde
Yaşadıkça gördüklerinin tarumar olmuş iklimlerinde
Mazlumların nişanesi yeni bir isyan çiçeği açar
İsmail Bingöl

Süslü sözcüklerle kışkırtır
Yalan sözlerle ayartırlar duyguları
Selam vermezler rüşvet olmasa kimseye
Her vadide gezen bir mecnun
Her çiçeğe konan sinek gibiler!
En güzel şiir Raskolnikov
En büyük şair Donkişot!
Mehmet Kurtoğlu

İşaret verince çengiden gelir ima dolu nağmeler
Böylece gönül aynasından silinir tüm paslı perdeler

Sırları anlamak istersen gel götür sazın müjdesini
Gayri sessiz neyle ve nayla çengi perde olmadan söyler
Mekâye Cizîrî ( Çeviren- S. Ahmet Kaya)

Kimin kalbi kırılmamıştır?
Hangi hayat uğramamıştır
haksızlığa?
Besteci
dayayarak sağır kulağını
piyano kapağına, vuruyor tuşlara
acı içinde:
Aşk böyledir işte, delilik.
Birini bulmalısın
bu öfke dolu
yanan dünyada
duyacak senin hayatının büyük kaosunu
bir şarkı gibi.
Joseph Fasano ( Çeviren- Serpil Özçeşmeci)

Hece’de Gazze Karşısında Entelektüel Duruş

335. sayısında Gazze Karşısında Entelektüel Duruş Dosyası ile çıktı Hece dergisi. Dosya editörü; Hatice Bildirici. Söyleşiler ve konuya dair yazıların yer aldığı kapsamlı bir dosya Hece okurlarını bekliyor.

Hatice Bildirici’nin Sunuş Yazısından…

“Bu dosyada Gazze Soykırımı’nın birinci yılında ülkemizdeki entelektüel duruşu odağımıza aldık; okuduklarımızın, düşündüklerimizin ve yazdıklarımızın hükmünü sorguladık. Gazze için, Kudüs için, Filistin için diyor; yürüyor, okuyor, üflüyoruz ama nefesimiz yetmiyor şifaya. İşte ilerleyen sayfalarda yetmeyen nefesimizi hatta nefes üretemeyen ciğerimizi, yüreğimizi bilmek; yüzleşmek istedik.”

Nurcan Özkaplan Yurdakul İle Siyonizm Ve Filistin Meselesi Hakkındaki Cehaletimiz Üzerine                  ( Sorular – Hatice Bildirici)

Bazı Yahudi düşünür, iş adamı ve siyasiler; Yahudilerin Filistin’e göç ettirilmesi, yerleştirilmesi üzerine “Ne yapıyorsunuz siz? Biz Avrupa’yı terk edelim. Sizin derdiniz bize bir devlet vermek değil. Bizi Avrupa’dan çıkarmak” diyorlar.

“Filistin’in resmî olarak Birleşmiş Milletler’de bağımsızlığını kazanması, bunun oylanması Amerika’daki güçleriyle gerçekleşiyor. Amerika’da da seçim kazanılacak. Kampanya için paraya ve artık tartıda son bir ağırlıkla tüm oyların toplanması için Yahudi oylarına ihtiyaç var. Dikkat ederseniz Amerika’da seçimler öyle %60, %30, %70 gibi bir şeyle kazanılmaz. Genelde kıl payı kazanıldığı için oradaki son bir avuç oy para eder. Yani yükte hafif, pahada ağır bir şey o. Değeri var o oyun. Bir de tabii ki seçim kampanyaları. Parayı bulan kampanyayı yapan adamlar. İyi yapan adamlar.”

Peren Bırsaygılı Mut İle Fı̇lı̇stı̇n, Sı̇yonı̇zm ve Edebı̇yatı ( Sorular- Hatice Bildirici)

“Filistin, düşmanlarının varlığını dahi inkâr ettiği bir toplum. Filistin toprakları oradaki Arapların varlığı hiçe sayılarak işgal edilmişti. Filistin’in sadece toprakları işgal edilmemiş, kültürü, edebiyatı, inancı ve kimliği de inkâr edilmişti.”

“Filistin edebiyatının dünyada tanınmaya başlaması ülkemize göre çok daha erken bir dönemde oluyor maalesef. Batı’da daha erken tanınmasının sebebi, 60’lı ve 70’li yıllardaki gençlik hareketlerinin ve Batı solunun Filistin davasına duyduğu ilgiden kaynaklanıyor. Filistin edebiyatıyla da bu dönemde tanışıyorlar.”

Osman Özbahçe – Filistin İçin Savaşmaya Yemin Ettim

“Öle öle kazanıyor Filistin. Nazi devletinin Yahudi versiyonu İsrail’in içi dışı nefretle kaplanmış. İnsanlıktan nasip almamış. Böylesi bir nefretin rahmet bereket dünyası Filistin topraklarında yaşamasına imkân yok. İsrail’in ne devlet olarak ne millet olarak Ortadoğu’nun bir parçası olmasına imkân yok. Amerika istediği kadar desteklesin, burada kalmasına imkân yok. Parayla kurulan bir devlet İsrail. Yahudi devleti para devletidir. Plastik devlet. Yapay devlet. Dünyada kimsenin İsrail’i ciddiye aldığı yok. Herkesin gözü Amerika’da. Herkes Amerika’dan korkuyor. Doların dalgalanmasından korkuyor. Sistem dışı, dolar dışı Filistinli Müslümanların kuracağı devlet, çizeceği harita en çok Arap devletlerini korkutuyor. Halkların özgürlük kokusu almasından korkuyorlar.”

Yıldız Ramazanoğlu – Gazzeliler İçin Buluştuk

“Gazze’nin unutulmaması Yahudi halkı da dâhil hepimize şifa. Unutmak suç zaten. James Joyce Dublinliler’i yazmasaydı bir çoğumuz böyle bir şehrin varlığından bile haberdar olmazdık. Parçalanmış hikâyelerden bir şehir yarattı. Birileri Gazzelileri anlatmalı bize.  Uçuşan imgelerle hayaletler halinde çevremizde dönen ama sonra hemen unutulan Gazze billurlaşmalı. Belki o zaman kimse dokunamaz. Kelimenin ve görüntünün diline aktarılmadıkça yok sayıldığımız bir dünyadayız çünkü. Kendimiz hakkında sürekli delil toplamak durumundayız.”

Ali K. Metin – Soykırıma Karşı Yeni Bir Dünya Arayışı

“On binlerce insanın kanı ve trajedisi üzerinde gerçekleşen işbu insanlık tiyatrosunu kanıksamak, insanlıktan çıkmakla eşdeğer bir durum. Adorno, “Auschwitz’den sonra şiir yazılabilir mi?” derken, esasen yaşanan trajedinin ağırlığını haklı bir isyana ve çığlığa dönüştürüyordu. Çünkü biliyoruz, insan olma mücadelesinden vazgeçmeye hakkımız yok. Böyle bir “düşüklüğe” ne gerekçeyle olursa olsun firar edemez, razı gelemeyiz. Bu temel kaide, düşüncenin ve bilimin olduğu kadar kanımca edebiyatın da en tartışılmaz kırmızı çizgilerinden birini oluşturuyor. Gazze soykırımı karşısında hiçbir şey olmamış gibi yola devam etmek, yaşanan büyük vahşete teğet geçerek her türlü konuşma ve yazmayı mümkün kılmak/saymak gerçekte insanlığa bir saygısızlıktır.”

Âtıf Bedir – Organize Kötülük

“Evet tüm dünyanın gözü önünde organize bir kötülük yaşanıyor. Yapılan kötülük birçok aktör tarafından planlı ve sistemli bir şekilde yapıldığı için organize oluyor. Yoksa tek bir devlet aklı böyle bir kötülüğü yapacak gücü kendisinde bulamaz. Kötülük şebekesinin üyelerinin çoğu açıktan, bir kısmı da gizliden yardım ve yataklık yapma suçunu işleyip duruyorlar. Suç ortada, suçlu ortada ama şimdilik yeryüzünde bu kötülük şebekesini derdest edip cezalandıracak bir güç gözükmüyor.”

Hüseyin Akın – Olup Bitenlerin Olup Bitmemiş Olması İçin Entelektüel Duruş’a Dair Notlar

“İsrail bir yandan uluslararası yasaları çiğneyerek kendisine doğrudan ya da dolaylı destek veren Batı devletlerini arkasına alarak açıkça ve pervasızca çoluk çocuk yaşlı demeden katliamlarına devam ederken bir taraftan da bu soykırıma seyirci kalmayıp vicdan ayaklanmasını sürdüren her ulus ve her dinden insan soylu entelektüel bir duruş sergileyerek yepyeni bir cephe açıyor.”

Arif Ay- Sözün ve Yazının Anlamını Yitirmesi

“Dünyanın bir necaset çukuru hâline geldiği bu süreçte, bu çukurda boğulacakların kimler olduğu da ortada: Batının maşası kudurmuş, kuduz Yahudi ve bu vahşete, bu yangına mühimmat sağlayan, bu vahşeti, bu yangını seyreden herkes!”

Cihan Aktaş İle Yazmak ve Romanları Üzerine

Cihan Aktaş; yazdıklarını okumaktan büyük mutluluk duyduğum yazarlardan. Onun kurduğu her cümlenin dünyayı ilgilendiren bir etkisi var. Aktaş’ı okumak, anlamak, anlamlandırmak bu toprakları daha iyi anlamak ve tanımakla eşdeğerdir. Dergide  Zeynep Sati Yalçın’ın sorularını cevaplamış Aktaş.

“Elbette yazmanın herkese göre farklı sebepleri vardır. Ancak en belirleyici olan belirttiğiniz umut hissi. Başlangıçta, çok gençken, kendinizi ifade ihtiyacı öne çıkıyor. Kimim ben, nasıl biriyim? Ben buradayım ve böyle düşünüyorum, demek istiyorsunuz, kendinize ve herkese. Bir tür kendini keşfedip tanımlama, kendini belli bir mesafeden görme ihtiyacı, dünyayı anlama ve yorumlama çabasıyla buluşuyor orada.”

“Her kurgu, kısa veya uzun hiç fark etmez, bize çarpan, bizi çarpan bambaşka etkiler altında vücuda geliyor. O bize çarpar, çünkü buna açığızdır, hazırlanmışızdır. Fakat niye bize çarptı, nasıl çarptı ve ne istiyor… Cevaplanması gereken soruların peşinde bir keşiftir kurgu ve aynı zamanda esin kaynağı olan konu, olay veya kişiler bağlamında da saygı ve şükranla harekete geçen, korumaya yönelik bir hicap sürecidir.”

Ziyaeddin Fahri’nin Bir Şiiri

İbrahim Demirci, Geçmişten Gelen köşesinde tarihin tozlu raflarında kalmış kıymetleri bizlerle buluşturmaya devam ediyor. Bu sayı bizlere Ziyaeddin Fahri’nin Hicret şiirini tanıtıyor. Şairden, çalışmalarından ve bu şiirden bahsettikten  sonra şiire de yer veriyor Demirci.

Türk sosyolojisinin önemli isimlerinden Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu (1901-16 Kasım 1974) elli yıl önce aramızdan ayrıldı. Bilim çalışmalarının yanı sıra sanata ve şiire de ilgi duymuş olan Ziyaeddin Fahri’nin Erzurum Şairleri adlı çalışmasını “Latin Harflerine Aktaran ve Yayıma Hazırlayan” Dr. Erdoğan Erbay ile Dr. Dilaver Düzgün, onun eserlerini sıralarken “Şiirleri” başlığı altında şu bilgileri vermişler:

“Ziyaeddin Fahri’nin yayımlanan 18 adet şiiri tespit edilebilmiştir. Bu şiirlerin biri Erzurum Muallimler Birliği dergisinde, diğerleri ise Hayat mecmuasında yayımlanmıştır. 1924-1928 yılları arasında yazılan bu şiirlerin birkaçında “ithaf” kısmı da vardır. Daha sonraki yıllarda Fındıkoğlu’nun şiir yazıp yazmadığı bilinmiyor.” https://ekitap. atauni.edu.tr/index.php/ziyaeddin-fahri-erzurum-sairleri/

Birden yuvalara sarıldı nekbet,

Gerildi ufukta ateşten bir yay!

Yaşlı bakışlarla dediler:

                                   Hicret!..

Cepheden dönerken süngüsüz alay.

Çevirmenin Sesinde Faruk Uysal ile Söyleşi

Faruk Uysal, şairliğinin yanında birbirinden kıymetli çevirdiği çalışmalarıyla da tanınan bir şair. Çevirmenliğin dil bilgisi yanında şairlik sıfatı ile de güçlü bağları olduğunu Uysal’ın çalışmalarında net olarak görüyoruz. Söyleşi soruları; Zeynep Aslan’dan.

Neden şiir çevirisi? Büyük şairler aynı zamanda iyi şiir çevirmenleridir. Orhan Veli Kanık, Can Yücel, Melih Cevdet Anday, Behçet Necatigil, Sezai Karakoç, Ülkü Tamer, Nuri Pakdil, Cevat Çapan ilk aklıma gelenler. Şiir çevirmek, aynı zamanda daha çok şiir bilgisine sahip olmak demek. Başka bir kültürün şiirini de bilmek demek. Dolayısıyla, şair yabancı dil biliyorsa, pek doğal olarak o dilde yazılan şiirleri de merak eder, okumak ister, kendi dilinde yazmak ister. Bu bir öğrenme sürecidir. Bir kendini ispatlama işidir. Bir çeşit “challenge”dır.

Bir şiiri çevirirken, önce şairin ne demek istediğini anlamaya çalışıyorum. Şiirdeki sesi duymaya çalışıyorum. Kullanılan şiir tekniklerine dikkat ediyorum. Sonra o şiiri Türkçe ifade etmeye çalışıyorum. Ama şiirin ait olduğu kültürü, zamanı ve mekânı da olduğu gibi vermeye çalışıyorum. Yöntemim bu. Uyguladığım bir şiirsel çeviri tekniği yok. “Kelimesi kelimesine çeviri”, “şiirin düzyazı olarak çevirisi”, “uyaklı-ölçülü çeviri”, “serbest koşuk çevirisi”, “sessel çeviri”, “yorum” gibi değişik şiir çeviri yöntemlerinden söz ediliyor.

Yazarın Niyeti, Okurun Beklentisi

Yahya Kemal, Sessiz Gemi şiirini yorumlayan öğrencisine; “Çok güzel yorumladın ama ben bunların hiçbirini düşünmemiştim.” der. Şairin anlattığı ile okuyucunun  anladığı aynı şey olmayabiliyor çünkü okuyucu almak istediğini alıyor metinden. Beklentisini metin üzerinden kendi rengine boyuyor. Yazılan metinler, şiirler farklı açılımlara olanak sağlıyor. Aslında olan şu: Sen ne anlatırsan anlat, herkes alacağı alıyor. Elbette anlatan da kendini anlatıyor. Mehmet Solak, yazarın niyetini ve okurun beklentisini yazmış.  

“Bir metni elinize alıp şöyle bir baktığınızda, daha ilk bakışta, sizi sarsmıyorsa, oturuşunuzu düzeltmiyorsa gözünüze ilk çarpan sözcükler ve ilerleyen kısımlarında konfor alanlarınızı tek tek yüzünüze çarpmıyor, sizi rahatsız etmiyorsa ne gereği var o metni okumanın? Söyleyin ne gereği var! Kendinizi tasdik ettirmek istiyorsanız, sordurun en yakınlarınıza uygun, yönlendirici soruları; verin cevapları; mutmain oturun köşenizde. Neden okuma zahmetine giriyorsunuz ki? Adam yazmış, ne yapalım, biz de okuyalım bari mi diyorsunuz? O da niye yazmış ki!.. Yazmasaymış keşke!.. Boşuna yorulmuş…”

Ebet Müddet Gül- Adapazarı

Benim şehrimi anlatmış Şükriye Şen. Her karışında izim olan, adı geçtiğinde içimin titrediği şehrim Adapazarı’nı büyük bir şevkle ve gül kokusu eşliğinde anlatan Gül, bir şehri sevmenin en içli halini dökmüş yazıya.

“Kentler de insanlar gibi yaşadıkça aynı kalmıyor. Her değişim risk ve faydaları hesaplanarak yapılmalı. Çürüyen, dökülen beton, demir, taş yerini yenisine bırakacaktır. Hesapsız, plansız bir dönüşüme uğramak bu şehir için mukadder olmamalı. Zaten böyle durumda toprak silkinip çirkin bir kabuğa dönen şehri yıkıyor. Kendine dost, yatay bir mimariye izin veriyor. Şehir peyderpey kabuk değiştiriyor.”

“Bu şehir, her sakini için özel yazılmış bir kitap gibidir. Okuyan onu öyle sanır. Gelecek neyi getirir bilinmez, çok kere yıkılmış ve yeniden yapılmış bu şehrin ebet müddet gülmesi, gül kokmasıdır dileğim.”

Beytü’l Hikme’den Modern Üniversitelere: İlim Yolu

Dünyanın ilim, irfan merkezleri de değişti. Bir zamanlar dünyaya nizam veren coğrafyalar geçen zamanla birlikte etkisini kaybedince ışık doğudan batıya kaymaya başladı. Halil İbrahim Aydın, ilim yolunun değişen rotasına dair değerlendirmeler yapıyor yazısında.

“Beytü’l Hikme’den başlayan ilim yolculuğu ne oldu da farklı bir eksene evrildi ve günümüz modern insanı her geçen gün Amerika, İngiltere başta olmak üzere Avrupa ülkelerine akademik kariyer ya da farklı eğitimler almak için gitmeye başladı? Tam olarak buraların tahlil edilmesi ve var olan sorunların çözümlenmesi önem ihtiva etmektedir.”

“Bilimsel gelişme ve entelektüel derinliğin simgesi olan Beytü’l Hikme’den günümüz modern üniversitelere uzanan ilim yolculuğunda şüphesiz çok önemli bilimsel buluşlara, gelişmelere ve bilim insanlarına sahibiz. Velhâsıl-ı kelâm, Bağdat’tan coğrafyamıza değin ilim yolculuğunda nitelikli insanları kaybetmemek, beyin göçüne sebebiyet vermemek için bir bütün olarak çalışmalı, olası sorunların ve süreçlerin ise gözden geçirilmesi elzemdir.”

Esra Özdemir Demirci’nin Yazı Yolculuğu

Esra Özdemir Demirci, yazı yolculuğunu paylaşıyor bizlerle. Yazıya nasıl başladığını, onu yazmaya iten sebepleri anlatıyor.

“Çocukluk, bir yazarın hazinesi. Ben bu evreyi en güzel, en dolu şekilde geçirebildim. Kitaplar arasında nefes almayı ve sayfaların içinde dünyadan uzaklaşmayı en eğlenceli oyun bildim.”

“Hayat, karşımıza çıkardıkları kadar bizden aldıklarıyla da yazma eylemimizi destekliyor aslında. Çoğu zaman kaybın acısı, kazancın mutluluğundan da büyük olabiliyor. Yazdığım birçok öyküde yitirdiğim zamanlar kadar kaybettiğim sevdiklerim de yer buldu. Bu doğal süreci sindirmemizde yahut kaybın acısı karşısında direnç kazanmamızda yazının önemi kaçınılmaz. En büyük desteği ondan aldığım doğru. Bu nedenle kıymetini bilmeye, sevincimde de yanına koşmaya çabalıyorum. O evin bekçisi olmaktan mutluyum.”

Sedat Sağırkaya Portresi

Mehmet Aycı, bu sayı “Orada bir Dağ” diyerek Sedat Sağırkaya’yı anlatıyor bize.

“Karakterini yüzü kadar elleri de ele veriyor. Tokalaşınca bir dağla tokalaşır, kucaklaşınca bir dağla kucaklaşır gibi kendinizi güvende hissediyorsunuz.
Cömert. Otağı olsa nam olsun diye değil, sahiden ihtiyaç sahipleri nasiplensin diye yağmalatırdı.
O kadar ciddi görünmesine rağmen içindeki gökyüzü çoğu zaman yağmurlu.
Sedat Sağırkaya bu…
Arkadaşımız.”

Hece’den Şiirler

artık kimseyi korkutmuyordu tanrıların gazabı
Hypatia göklere bakmakla meşgulken
onlar tanrıları bir bir kovuyordu yeryüzünden.

kırlangıçsız geçen bir mevsimdi
ormanda ağacı göremeyenler
gördüler kurban kanıyla kabaran baharı.
Faruk Uysal

Ey ileri gelenler,
unutmayın!
mazlumun ahı aheste çıkar,
merdivenlerden
çünkü mazlum mesai çıkışlıdır
zincirlikuyu, şirinevler merdivenleri
eylem planı gereği iş bırakmıştır
yoktur yürüyecek halleri.
basamaklarda birkaç sonbahardan kalma
yığınla yaprak
ve sema bana, bize, şehre bakacak ağlayarak.
Emre Demir

meraba, ben ömer, perendeci, taklacı ömer
edebiyat dersinde ikile dedim diye
hoca beni tersledi
edebiyat dersi ölü bir ders
din dersi ölü bir ders
okul ölü bir okul
oysa şiir kalbe tesir eder
eski sokaklar, asmalı minare, gölgeli mescit
esmer camiler ezansız semtler kalbe tesir eder
orda insan
ülkesini sürükleyerek çıkarır
peşinde sürü sürü, küme küme, peş peşe gelen kuşlar
berrak bir gökyüzü taşır
Osman Özbahçe

Otursak şurada bir susku molası versek örneğin
sözleri yerinden etsek dilimiz dönse göğe yakın
haraç mezat bozduğumuz kabaran kelimelerin
bitse zengin kalkışı hiç yorulmasak sınanmaktan
Sinan Davulcu

anne kutuya, akvaryuma, avuca sığar
babaya yalı, kasır, saray, kervansaray dar

ihtiyarlık, oğula oğul olmaktır en çok
babaya oğuldan başka gidecek kapı yok

anladım neden anneler daha çok sevilir
anneler can verirken babaya yer verilir
Eyyüp Akyüz

içinden geçiyoruz kağşamış zamanların
hayret makamında zenne tartarak
kirli sakal yelekli takım beyaz gömlek kolye biryantin
eriyen bir şeyler var kıştan kalma
sermayesi buzdan serinlik
kucaklıyor kahkahaları hikâyesine ekliyor
bir puro yakıyor gerisinde beyaz gelinlik
çakarlı aracını sürüyor üzerine tedirgin gölgelerin
Yunus Emre Altuntaş

Gazali mi Rüşt mü, uzaklarda söndü okumanın ateşi
Karşı karşıya gelince dost düşmana benziyor
Bunun için mi bankalar bir daireye saplıyor insanı
Borcum yoksa kapımı kıran yeşil üniformalı kim
Pasaportum kana battı nereye sileceğim

Adım Rachel adım Rim adım Mahmut, İsmail
Ekrandan belli olmuyormuş yüzümüzdeki lehçe
Toprağa girince eşitleniyor yazgı, kayıt bitince
Ahmet Yılmaz

Yırtılırdı göğsü göğün sevebilseydim seni
Bir ağaç kuş bulana kadar bir yerde hep seni
Sular ardına savururdu rahmetle beni
Adınla büyüyen yara sebepsiz telaşların alnından ateşi
Durarak değil artık dağlar hiç değil
Adım adım yol yol göm beni
Zamandan kırpılmadan ne varsa hemen şimdi
Burhan Tuz

Şurada öylece duran hep öyle duran o dağın
Nereye baksa yalnızca senin olan kayaları var
Seni oturduğumuz her bankın önüne getiriyorum
Hiç olmazsa iyi bir icat Bosna
Ne hoş ne karmaşık
Bosna’da adını en bilmediğimiz o banka oturmaya gidiyorum.
Sedanur Yolcu

Mahalle Mektebi, Sayı: 80

Mahalle Mektebi dergisi 80. sayısına da öyküler eşliğinde başlıyor.  Dergide bu sayıda da birçok söyleşi var. İlk söyleşi Mustafa Başpınar ile yapılmış. Abdullah İpek’in sorularını cevaplamış Başpınar. Yeni kitabı Büyü Bozuldu ve öyküye dair hoş bir sohbet bekliyor dergi okurlarını.

“Kırk altı yaşındayım. Kitaplarla muhabbetim lise yıllarımda başladı. Yazıyla ise üniversite yıllarımda ilgilenmeye başladım. Lakin öğretmenlik yıllarımın başından beri okuma ve yazıyla bağımı sürekli güçlü tuttum. İçimden hep “Bir gün mutlaka ben de kendimi yazıyla ifade edeceğim!” diyordum. Bu inanç ve hayal beni hep diri tuttu. Ortada bir tane bile yayımlanmış yazım olmadığı halde hep bu inançla ve disiplinle çalıştım. Sonra işte bilinen hikâye. Mustafa Kutlu’nun öykülerime sahip çıkışıyla başlayan süreç. İşi daha ciddiye aldığım dönem. Öykü için özel zamanlar ayırdığım, sevindiğim, üzüldüğüm, hayıflandığım, kahırlandığım, heyecanlandığım günler, aylar ve yıllar.”

“Okuduklarım, gözlemlerim, tecrübeler birikti ve sonunda yazıya dökülmeye başladı. Öykü ile deneme arasında bir hayat sürüyorum birkaç yıldır. Biri diğerine mani olmuyor. Hatta bunun insanın yazabileceği ikinci bir türünün olması da ayrı bir şansmış, diye düşünüyorum epeydir. Denemelerim bir gün kitaplaştığında okurun ‘fırsat buldukça deneme de yazmış’ diye düşünmesini istemediğimden çok önemsiyorum yazdıklarımı. Yazdıklarımın edebiyatımızın zengin deneme birikimine bir katkısı olsun istiyorum.”

Bu Hız Nereye Kadar?

Hız çağında yaşıyoruz diye diye neyi nasıl yaşadığımızı bile fark etmeden geçiyor zaman. Hızın kölesi olmak gibi bir durumla karşı karşıyayız. Sıkıntı şuradaki bunun farkına varanların sayısı çok az. Esaret devam ediyor. Hüseyin Gökalp, Speed is the Devil isimli yazısında sabretmekten başlayarak bizi kuşatan hıza vurgular yapan bir yazı kaleme almış.

“Sabrı öldürdük, türbesini yaptırdık, ziyaretgâh bir makama dönüştürdük. Hayatımızda sabır yok ama lafı çok. Bunu tek başımıza yapmadık. Organize bir cinayet. Ateşi bol olsun Henry Ford, ihtiyaca göre üretim yerine seri üretime geçerek üretimi hızlandırmıştı.”

“Sabrı unuttuk. Hemen olsun istiyoruz. Allah’a dua ederken bile sabırsız davranıyoruz. Hilafetin kalkması yüzyıl sürmüştü, biz hemen istiyoruz, şimdi hemen gelsin. Hâlbuki balık tutmak, hayvan beslemek, sigaraya ya da ota bağımlı olmak hatta çay demlemek bile sabırla oluyor. Ezber yapmak sabırla, dil öğrenmek sabırla, kitap okumak sabırla, tecrübe edinmek sabırla oluyor. Müslüman kalmak, Müslüman ölmek sabırla. Sabrı öldürdük. Okumadan âlim, yazmadan kâtip olmak istiyoruz. Olmadan ölmek istiyoruz. Sabrı yok ederek kendimize büyük kötülük ediyoruz.”

Jorge Luis Borges’e Dair

Hatice Filiz Çelik, Borges’e dair kaleme aldığı yazısı ile dergide yer alıyor. Borges’in karanlık dünyasından dünyaya yayılan ışığı anlatmış Çelik.

“Hayatı boyunca her zaman çok az roman okuduğunu ve bu yüzden roman yazarı olmasının pek de mümkün olmadığını söylerdi. Çünkü her iyi romanın bir dolgu malzemesi olması gerektiğini, oysa öykünün her zaman özlü olduğunu belirtirdi. Ama asıl nedenin ise bir yazar olarak roman yazmanın bir beden yorgunluğu olduğunu kabul etmesiydi. 1930’lu yıllarda deliler gibi yazıyordu. Bu hem tarzını oluşturmak hem de mutsuz olmaya karşı kendince bir tarzdı. Yazma eylemi ile mutsuzluğu yavaş yavaş yaşamından uzaklaştırmıştır.”

“Hayatının son yıllarında yakın arkadaşları sadece Bioy, Maria ve kedisi Beppo idi. 1985’ te kedisinin ölmesi ona adeta sıranın onda olduğu hissini verdi. Ve hayatının son çelişkili kararına imzasını attı. Tüm ailesinin naaşları Buenos Aires’te olmasına rağmen Cenevre’de ölmek istediğini söyledi. 1986 yılında Cenevre’ye yola çıktı. Ve orada kendisine sadece kendisi ve Maria’nın bildiği karaciğer kanseri teşhisi konulur. 24 Nisan 1986’da son 13 yılında yanından ayrılmayan genç refakatçisi Kodama ile evlendi. Ve 8 hafta sonra, 14 Haziran 1986 günü vefat etti. Naaşı Cenevre’de kralların mezarlığına defnedildi.”

Beklentiye Giren Kalbime de Kırgınım

Beklemek, bir beklentiye girmek gönlün her zaman arzuladığı bir haldir. Umut etmekle başlar her şey. Hayat insana neler hazırlar bunları kestirmek güç. Bu yüzdendir ki beklenti daima canlıdır. Sinem Sayışman, beklenti üzerine yazmış.

“İnsan, doğası gereği ister ve bekler. Aşkını dile getirmez bekler, sevgisini dile getirmez bekler, kırgınlığını dile getirmez bekler, kızgınlığını dile getirmez. Hep bir karşıdan bekleyiş vardır. İlişkilerin kendi dinamiği içinde. Aslında en büyük yanılgı şurada başlar her duygu kendi içinde savrulmayı hak etmez ve paylaşmayı, konuşmayı hak eder. Eğer konuşsak belki beklentilerimizi dile getirsek karşılanacak. Beklediğim şeyi kalbime söylüyor muyum, karşımdakine yüreğimi açıyor muyum, yoksa kırılmaya devam mı ediyorum. Elbet karşılanmayan ya da hiç karşılanmayacak olan beklentilerimiz hepimizin mevcuttur., fakat önemli olan ben ne bekliyorum bunun olurunu olmayacağını görebiliyor muyum ve bunu paylaşıyor muyum? Hayatta mutlu olmanın yolu beklentiyi az tutmanın olduğunu söylüyor Sabahattin Ali. Özetle az ve öz beklentiyi girmek ama umut etmekten de vaz geçmememiz gerekiyor.”

Her Yazar Yaşar mı?

Bir yazarın ömrü ne kadardır? Cevap çok net: Yazdıkları unutuluncaya kadardır bir yazarın ömrü. Sonsuza kadar uzanmakda yazarın elinde, yaşarken ölmek de… Elif Can Tunçer, “Her Yazar Yaşar mı?” diye sorarak bakıyor yazarın ömür çizgisine.

“Yazı kendi vasfında doğrulukların idrakini saklamıyorsa, mananın kıymetini açığa çıkaramaz. Öyle ki eser yazarını esir eder. Burada mühim olan eserin okuyucusuna sunduğu hikmetlerdir. Okuyucusunu daha güzele taşımayan yazının yolculuğu ziyana uğrar. Bu nispette yazarlık vasfımızı yaşatabilmek için eserimizi insanlığın iyiliği adına vakfetmeliyiz. Güzele erişmekte kendimizi bir vesile görebilmeli, kalemimizi iyilik adına eğitmeliyiz.”

Mehmet Kahraman ile “Taşlar ve Çiçekler” Üzerine…

Mehmet Kahraman, öykülerinden sonra şimdi de denemelerini bir araya getirdiği Taşlar ve Çiçekler kitabı ile yazma serüvenine devam ediyor. Dilek Altundağ’ın kitaba dair sorularını cevaplamış Kahraman.

“İki türde de bizi yazmaya iten temel sebep anlatma isteğidir fakat türler bizi sınırlar. İstediğimiz her konuyu istediğimiz şekilde anlatamayız. Öykü kurmaca bir tür iken deneme, yazarın duygu düşüncelerini ifade etmeye imkân tanıyan yazı biçimidir. Öyle olunca öykünün ve denemenin konuları ayrışır. Öykü gerçekliği yeniden kurar, denemese ise fikirlerimizi rahatça söyleyebileceğimiz bir mecradır.”

“Okurlardan ziyade önce kendime söylüyorum sözlerimi. Hız ve haz çağda yaşıyoruz. Koşturmaca içinde geçiyor günlerimiz. Akşam eve döndüğümüzde inanılmaz bir yorgunluk çöküyor üstümüze. Birçok şey yapmış oluyoruz ama yaşadığımız hissi oluşmuyor nedense. Bunu çok defa kendime sordum. Neden böyle? Belirgin bir sebep yok. Yaşadığımızı hissetmek için daha çok şeyler yapmaya çalışıyoruz. O da kısır döngüye dönüşüyor. Mutluluğu hazla karıştırıyoruz genelde.”

Kuddusi Demir ile “Yorgun Mermi” Üzerine…

Yorgun Mermi, Kuddusi Demir’in ikinci öykü kitabı. Fatma Nur Uysal Pınar’ın sorularını cevaplamış Demir.

“Sanatın ve edebiyatın “doğal ortamı” var. Var ve gerçekçi olmak için o doğal ortama, plasentaya ihtiyaç duyar. Kurmacadaki doğallık elbette yazara göre değişiyor. Yazar kendi “doğal ortamı”nı bulacaktır. “Doğal ortam” derken vahşi bir meseleyi kastediyorum, yanılmadın evet. Kurmacanın “doğal ortam”ı hayattır. Metnin başarısı hayatla kurduğu gerçeklilik ilişkisine bağlıdır.”

“Öykü konforlu bir alan. İnsanın iç acıları toplamına odaklanıp oradan yüz seksen derece açı elde etmeyi başaranların tercih ettiği bir türe dönüşüyor. Benim için de öyle. Fakat hikâye çizgi, sınır, hat belli olmadan diğer açıları görebilmektir. En azından denemekten korkmamak gerekir.”

Ubeydullah Öz ile “İsmini Hak Etme Derdindeki Öykü” Üzerine…

Ubeydullah Öz’ün “İsmini Hak Etme Derdindeki Öykü” kitabını beğenerek okumuştum. Kitap hakkında da yazmıştım. Öz’ün kendine has bir sesi var. Dünyaya farklı bir perspektiften bakan öyküler yazıyor. Bu kitaba dair Dilek Altundağ’ın sorularını cevaplamış Öz.

“Öyküde olağanın dışında bir hayret ve merak izi yakalamak istiyorum. Sıradan bir olayı anlatmaya çalışırken bile bir gizem zerreciği cümleler arasında gezinmeli gibi geliyor bana. Doğrusu illa bu şekilde bir metin ortaya koymalıyım diye de çabalamıyorum. Uyanık halde rüyalar gördürecek kadar saçma bir hayal dünyam var ve yaşarken nasıl hayal dünyamdan kopamıyorsam yazarken de onun sirayetiyle yazıyorum.”

“Öyküyü uzun uzadıya anlatmayı tercih etmiyorum. Yalan söze ne hacet: Aslında uzun anlatamayacağımı düşündüğüm için sevmiyorum. Uzatırsam büyü bozulacak, ahenk yitecekmiş gibi geliyor ve böyle hissettiğimde imdadıma bu üç simge yetişiyor.”

Özge Özen ile “Soğuk Çorba” Üzerine…

Derginin son söyleşisi Özge Özen ile “Soğuk Çorba” kitabı üzerine yapılmış. Soğuk Çorba, Özen’in ilk öykü kitabı. Kitaba ve yazma serüvenine dair Emame Akman Harmancı’nın sorularını cevaplamış Özen.

“Olay kurgusu, kurmaca bir metnin en önemli kısmı. Ben de buranın üzerinde mümkün oldukça fazla durmaya çalışıyorum. Sorunuza cevap verecek olursam, bu şekilde yazmayı seviyorum devam da edeceğim. Belli bir tarz yakalayıp buradan ilerleyebilmek kıymetli bir şey. Ama sadece bununla sınırlı kalacağım da diyemem. Her şeyden önce asıl önemli olan yazacağımız meselenin bizden ne istediği. Tarzın gidişatını belirleyen unsur daha çok hikâyeler oluyor.”

Duymak, dokunmak da farklı kapılar açabiliyor ama ben daha ziyade görsel algılamayla ilham alıyorum. Bu yüzden bir film sahnesi, bir fotoğraf ya da tablo, doğanın görsel seyri, okurken zihnimde beliren bir resim konu ararken daha sık yararlandığım unsurlar oluyor.”

Mahalle Mektebi’nden Öyküler

Abdullah Harmancı – Tespih Böceği

Tespih böceğini küçümseyen adamın az bir süre sonra tespih böceğini yemek zorunda kalarak tedavi olduğundan bahseden meşhur meseli anlatırken, bu tür menkıbelere mesafeli olduğunu belli eden ve alaycı bir gülümsemeyle beni tahammülen dinlediğini gizlemeyen kişinin, en az tespih böceği yiyen adam kadar zor bir duruma düşmesi için Allah’a yalvarırken buldum kendimi. Ses geldi: İçine düştüğü kibir ona ceza olarak yetmez mi?

Esra Kılıç Türedi – Kundak

“Her şeyin taptaze biçim ve renklerle gecenin ağrılı kasıklarından sabahın şefkatli kollarına doğduğu yeni bir gün. Anılar, kelimeler, sesler, sözler, isimler… Hepsi ağlamadan, usul usul yerlerine konuyor, kendileri için ayrılan oyuklara yerleşiyorlar. Issız, dingin, loş bir odadan çok sesli, kımıltılı ve alabildiğine ışıklı bir dünyaya uğrar uğramaz bedenlerine tatlı bir uyuşukluk yayılıyor, derin bir uykudan arta kalan mahmurlukla esniyorlar. Her birindeki göz değmemiş parlaklık, el değmemiş pürüzsüzlük, adı konulmamış anlam, biçimlenmemiş duruş gözlerini alıyor.”

Sibel Oğuz – Aksa’nın Son İncisi

“Geçmişimi pekâlâ hesaplayabilirim. Doğduğum günün kayıtlara düşmediğini, babamın dışarda bulduğu bir kuş tüyünü anneme kitap ayracı olarak getirdiğini, annemin namaz kılmayı dedesinden öğrendiğini, sonbaharda doğanların ayak parmaklarının üşüdüğünü ve burada açıklamadığım daha neleri bildiğimi ayın belli günlerinde kadınların hamile kalabileceğini cebirsel ifadelerle hesaplayabilirim.”

“Etraf aydınlanınca kuş meydanında olduğumu fark ettim. Her yer güvercin yemi ve kanatlarıyla doluydu. Aklım bedenimin aksine kusursuzca çalışıyordu. Doğruldum. Annemden dinlediğim hikâyelerin gerçekleşme anıydı. Bir kuş tüyü aldım elime. Göbeğimin deliğinden içeri soktum. Acının tarifsiz mutluluğu içindeydim. Karnımın içindeki savaş sona etmişti. Bacaklarımdan aşağıya doğru inen ılık bir akıntı başlamadan biten bir yaşamın gerçekliğinin fotoğrafıydı.”

Eşe Özbek Demircan – Yargı

“Yirmi beş, otuz yaşlarındayım. Eski mahkeme binasının yıllardır kullanılmayan arka kapısının kızıl taşlı basamaklarında otururken kendinden büyük tezgahıyla karşımda duran çocukla ne kadar bakıştık kestiremedim. Güneş bir ara olduğu yerden indi çocuğun gözlerinde parlayıp tekrar yerine çıktı.”

“Kalan yara bantlarını iç cebine attı. Aynı cepten birbirine renkli iplerle sarılı yassılmış iki teneke kutu çıkardı. Telefonuymuş. Mahkemeden önce telefonunu elinden almışlar. Yoksa “doğru” demekle kalmazmış. Çıkışta yalvar yakar geri aldığı telefonunu açtı, içinden çıkardığı kağıdı okumaya başladı.”

Mahalle Mektebi’nden Şiirler

Rencide edildi müttefiklerimiz, helalleşemedik
yaz bitti, chomsky artık konuşamıyor ve yoklara oynuyoruz
kız kardeşimden gaudiyi öğrendim ama eskidi güzel
seninle bir utancın etrafında turluyoruz
tekrarlamıştık hani tilkilerin kümesteki sloganını
ekranda görmeye alıştığımız numaralar, bir hinlik var
karanlık gevşemişse de estetikten birkaç damla
peygamberlere denk gelemedim provada, son ki üç
gurur cebelleşeceğin yeşil bir şövalye değil
çocukluğa dair o kavil, başkalarının yerine ağlıyoruz
muştulu sözler de söylemek isterdim
sana bahşetmiş miydim
Kemal S. Sayar

Kimsenin yetişemediği uzaklık
Kendi kaburgasının altı aslında
Onlar bilmiyor meçhul kaldığını
Yaşadıkça

İnandın ama yetmedi
Birikti bu kadar
Kadir Korkut

şimdi sabahı bana bağışladı annemin saçları
sakin bir sesle uyandırdığında beni dünyaya
herkes düşebilir kollarından tutmazsa annesi
bir cuma sonrası kulağımdayken onun sesi
Zeki Altın

Bir de şarkısını mırıldanmaktan yorgun düşmeyen pınarlar
Allı turnam diye başlarsın o zaman sen de türkü çığırmaya
Sevdiğinden köyünden yol vermeyen dağlardan söz edersin
Acının bile bir zevki vardır değil mi sarı oğlan
Henüz kararmadan kara ankalara ulaşmadan önce
Ömer Yalçınova

Sebilürreşad’dan Fitneye Karşı Birlik Olma Dosyası

Sebilürreşad dergisi Kasım 2024 sayısında ülke ve dünya sorunlarına dair önemli göndermeler yapıyor. Bu sayıda fitne konusunu ve fitneye karşı alınacak tedbirleri işliyor dergiyi.

Derginin Takdim Yazısından – Prof. Dr. Ebubekir Ceylan

“Bu sayımızda, fitne dönemlerinde Müslümanca tavır sergilemenin yollarını sorguluyor ve bu önemli soruya cevap arıyoruz. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde, dünya genelinde hızla gelişen toplumsal ve siyasi olaylar, özellikle İslam coğrafyasının farklı noktalarında yaşanan acılar, her Müslüman’ı derinden etkileyen bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Bu zor zamanlarda, inançlı bir birey olarak doğru duruşu bulmak, insanı diğerlerinden ayıran temel unsurlardan biri haline geliyor. Ancak bu duruşun ne olduğunu anlamak ve hayatımıza tatbik etmek, her zamankinden daha zor ve bir o kadar da kritik bir hale geldi.”

Dosyadan…

Mehmet Âkif Can – Kargaşanın Kalbinde Hikmetli Duruş

“Gazali, fitneyi insanın ‘içsel ve dışsal sınavı’ olarak değerlendirmiştir. İnsanın ahlaki yapısına zarar veren her türlü unsur kişinin Allah ile rabıtasını zayıflatır, kişiyi felakete sürükleyebilir. Dolayısıyla Gazalî, kişinin ahlaki muhasebe sürecini daima taze tutmasının önemine dikkat çeker. İbn Teymiyye ise zor dönemlerin aşılması için sabır ve metanet gibi erdemlerin öne çıkarılması için gayret gösterilmesi ve itidali elden bırakmamanın gerekliliğine vurgu yapmıştır.”

Sümeyra Aktaş – Zor Zamanlarda Müslüman Kalabilmek: Fitneye Karşı İmanî Duruş

“Müslüman olarak her ne kadar fitnelerle çevrili bir dünyada yaşıyor olsak da, Allah’a olan bağlılığımızı ve imanımızı koruyarak bu dünyada imanî bir duruş sergileyebiliriz. Müslümanca tavır, hem bireysel anlamda imanımızı muhafaza etmeyi hem de toplumsal düzeyde adaleti savunmayı içerir. Fitne zamanlarında Müslüman kalabilmek, yalnızca ibadetlerimizi yerine getirmek değil; aynı zamanda Allah’ın emirlerini her alanda yaşatmak ve toplumun huzuru için çalışmakla mümkündür.”

Ferhat Özcan- Tavır, İyi İnsan Olsun

“Fitne zamanında Müslümanın davranışı, her kötülüğün içindeki zerre iyiliği bulabilmek için çaba gösterip, kötü için uyarma, iyi için uyma yönüne gitmektir. Evrensel değerler iyi dünya düzenini kabul etse de menfaat ve devlet çıkarları dinsel ya da ırksal faktörler üzerinden fitne çıkarıp ayrılıkçı yollara başvurup toplulukları, devletleri bölerek yıkılması için çalışmaktadır. Her Müslümanın, ne için Müslüman olduğunu, milli manevi değerlerin kişilerin üzerinde olduğunu sorgulaması, potansiyel kötü olabilecek her iyiliği bile sorgulayarak yaşantısını ilimle taçlandırması gerekmektedir ki Ülkesi, milleti, din kardeşliği, dünya kardeşliği bir ve diri olsun.”

Ercan Harmancı – Fitnenin Panzehiri Yakaza

“Yakaza hali bir ilim gibi hal değildir… Çünkü ilim sahibi nice alimler azapla müjdelenmiştir. İlim kesbi bir eylem ve kazanım iken yakaza hali ise vehbi bir eylem ve kazanımdır.

Birçok olumsuz özelliğe sahip insanlar alim olarak çeşitli meclislerde liderlik bile yaparken yakaza haline sahip insanlar günahtan masum olmasalar da Allah’ın razı olmayacağı işlere karşı da oldukça uyanıktırlar.

Yakaza ne zaman bir toplumdan uzaklaşır helal lokma kazanmak ya da helal lokma yemek o toplumda aşağılandığı ve talep edilmez olduğunda o toplumdan yakaza hali uzaklaşır…”

Adaletsiz ve Merhametsiz Bir Eğitim Olur mu?

Prof. Dr. Süleyman Doğan, eğitimin ana kollarından olan adalet ve merhamet konusunu işliyor yazısında.

“Çocuklarımızın duygu ve düşünce dünyalarını besleyen çizgi filmler ve bilgisayar oyunlarında maalesef şiddet figürlerine sıklıkla yer verilmektedir. Sanal ortamda dahi olsa, çocuklar şiddeti kanıksamaya, hatta şiddete eğilimli hale gelmeye başlamaktadır. Çocuklar, öldürdüğü adam sayısınca puan, döktüğü kan miktarınca zafer kazanırken, bütün bunların sadece birer oyundan ibaret olduğunu söylemek ne kadar inandırıcıdır?”

İngilizlerle Yahudiler Arasında Kapana Kıstırılmak

Dünyanın başına bela olan İngilizlerden ve Yahudilerden bahsediyor Yusuf Kaplan.

Gazze’deki katliamın gerisinde İngilizlerle Yahudiler arasında yaklaşık bir asırdır süren bir iktidar savaşı var. Küresel sistemin sahipliği konusunda açık-gizli sürdürülen bir iktidar savaşı bu. Küresel sistemi, küresel sistemin motoru kapitalizmi kuranlar ve kapitalizmle birlikte dünyanın kanını donduran büyük emperyalist sömürü, katliam ve işgallere soyunanlar İngilizler oldular. “Güneş batmayan imparatorluk” güzellemesi, aslında İngilizlerin dünyanın dört bir köşesinde kan emen, kan döken bir “cinayet şebekesi” olduklarının bir ifadesi ve işaretidir aslında.”

Kuran’a Göre Kadın

Derya Gülle, kadın konusunu işliyor yazısında. Yazının merkezinde Kuran var.

“Kuran’ın kadınlarla ilgili açıklamaları erkeklere nazaran çok daha fazla yapması, erkeklerin onları anlayamayacağının bir ispatı gibi geldi. Peygamberimiz de insanların en hayırlısının kadınlara hayırlı davrananlardan oluştuğunu bildiriyor. Erkeklere motive, kadınlara sigorta niteliğinde bir müjde. Ne kadar zor olsa gerek ki bu durum, Peygamberimiz tarafından hadisle bunun altı çiziliyor. Sadece bu bile kadınların yaratılıştan itibaren yaşayacakları akıbetin demosu gibi. Burada erkekler yaşananlarda başrolü oynuyor diyemeyiz tabii. Fıtri yapısındaki genetik kodlar algısını bu şekilde yönlendirse de yaşanan tarihsel olaylar, coğrafya, kültürel miras gibi etkenler de tetikleyiciler durumunda yardımcı oyuncu.”

Küçük Eşyaların Şairi

Mehmet Atilla Maraş, eşyanın şairi olan tanınan Sedat Umran hakkında kaleme aldığı yazısı ile dergide yer alıyor.

“Sedat Umran, çok velut bir şairdir. Güçlü bir hafızaya sahiptir. Bu hal, çok az şairimizde vardır. Kendi yazdığı şiirlerinin tamamına yakınını ezbere okuyabilirdi. Bununla yetinmez, Alman şairlerden de onlarca şiir ezberindeydi. Derler ki hafızasında kırk bin mısra taşırdı. Onun için “Hayatı şiir olan şair” derlerdi. Şiirlerinde eşyaların (nesne) sembolizmine yönelmiştir. Titiz bir şairdir. Şiirleri saftır ve hiç bir ideolojiyi barındırmaz.”

“Şair Sedat’ın ilk şiir kitabı ‘Meşaleler’ 1948’de, kendisi Ankara Levazım Okulunda Yedek Subay öğrenci iken yayınlanır. O tarihte yirmi iki yaşındadır. Aradan uzun bir zaman geçer. Tam yirmi iki yıl sonra, Sedat Umran’ın ben Erzurum’da üniversite öğrencisiyken, 1970 yılının Ocak ayında ikinci şiir kitabı olan ‘Leke’ yayınlanır. Bu kitap hakkında ilk tanıtma yazısını yazmış, Erzurum’da çıkan ve yazı işlerini yürüttüğüm Adımlar Dergisi’nde yayınlamıştım.”

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir