Ayasofya’da A. Süheyl Ünver Dosyası

Ayasofya dergisi, 36. sayısında Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver dosyası hazırlayarak hem kıymetli bir isme gösterilmesi gereken vefayı yerine getirmiş hem de özellikle gençlerin böylesine değerli bir ismi tanımalarına vesile olmuş. Ünver’i tanıdıkça artık her gün önünden geçip gittiğiniz küçük bir tarihi yapının bile ne kadar derin anlamlar içerdiğine şahit olacaksınız. Çünkü o, tarihi eserlere sadece gözüyle değil gönül gözüyle de bakan bir hocaydı.

Recep Terler’in Giriş yazısından…

“Onun tezhip ve minyatür sanatına kazandırdığı yenilikler, yazma eserler üzerindeki titiz çalışmaları, tarih, tıp ve sanat alanındaki arşivcilik gayreti milletimizin kültürel hazinesine kattığı eşsiz bir zenginliktir. Üniversite kürsülerinden sanat atölyelerine, defter sayfalarından müze vitrinlerine kadar dokunduğu her yer onun ilim ve sanat aşkını taşır.”

Süheyl Ünver Dosyası’ndan

Esra Aka ve Yusuf Emre Şen’in hazırladığı dosyada hocayı tüm özellikleriyle ele alan yazılar yer alıyor. Hocanın sanatının incelikleri, Türk sanat dünyasına katkıları, İran, Irak, İstanbul gibi şehirlere bakışı gibi birçok konunun ele alındığı dosyadan birkaç örnek yazıdan paylaşımlar yapacağım. Hocayı daha yakından tanımak isteyenler Ayasofya’nın 36. sayısını mutlaka okumalı.

Yusuf Emre Şen – Süheyl Ünver’e Doğru

“Ömrünü, gıpta edilecek bir çalışma azmiyle Osmanlı’dan beri gelen Türk kültür hayatının devamı için adamıştır. Süheyl Ünver, geleneksel sanatların yıldan yıla kaybolmaya mahkûm edildiği sırada, onları ihya etmiş bir kâmil insandır. Bir yazısında “Esersiz bir insan iki defa ölü yor ve ne kadar âlim farz edilse bile unutulup gidiyor. Ebedî bahtiyar adam toprağa gömülen değil, yazdıklarının içine girebilendir.” der. O, 14 Şubat 1986 tarihinde bu dünyadaki hizmetini tamamlar. Ancak ardında bıraktığı binlerce eserle, arzu ettiği bahtiyarlığa ulaşmıştır.”

Ayşe Kapucu Yavuz – Süheyl Ünver’in İstanbul’un da Bir Gezinti

“Çemberlitaş, Beyazıt, Vezneciler, Direklerarası, Süleymaniye ve Saraç hane gibi Tarihi Yarımada’nın pek çok güzide semti, onun hayatında büyük öneme sahiptir. Yıllarca okul güzergâhı için Aksaray istikametini kullanmak zorunda olduğundan, Direklerarası tarafına ayrıca bir merak beslemiştir. Buranın eğlenceli yanlarına kendini inandırmıştır. Hakikaten bu bölge, Süheyl Bey’in ilerleyen yaşlarında en çok bulunduğu yerlerden biri olacaktır.”

Yusuf Mahir – Geleneğin Nabzı: A. Süheyl Ünver

“Gelenekle olan bağın şekillenmesinde adeta bir köprü vazifesi gören ve eskilerin gözlem ve tecrübelerini -maalesef- herhangi bir şekilde de olsa gelecek nesillere aktarmamasından yakınan A.Süheyl Ünver, hayatı boyunca, gördüğü bu yanlışın karşısında durmuştur. Her türlü bilgi ve birikimini gelecek nesillere aktarma amacı gütmüş ve istikrarla bu çabasını sürdürmüştür.”

Rolünü Unutanlar için Sufleler

Dünya hayatında hepimiz için biçilmiş bir rol var. Yaptıklarımız, yapacaklarımız, olması gerekenler ve hedeflerimiz bu rolün bir icabı olarak şekil alır. Bulunduğumuz yer ve durumumuz bizim rolümüzü belirler. Harun Yakarer, kendilerine biçilen bu rolleri unutanlara dünyanın yaşadığı acı gerçekleri rehber tutarak hatırlatmalar yapıyor. Neydik, ne olmamız gerekiyor çizgisinde yüreklere küçük notlar diyebiliriz bunlara.

“Allah insanları cinsiyet üzerinden kendilerine has bir fıtratta yaratmıştır. Kadın ve erkeğin fıtratı birbiriyle aynı değildir. Dolayısıyla buna paralel olarak da kadın ve erkeğe sosyal hayat içinde roller ve görevler verilmiştir. Buna mukabil dünya genelinde olduğu gibi, bizim ülkemiz de de son zamanlarda fıtrata yönelik saldırılar arttı. Kadınların erkek, erkeklerin kadın rollerine büründüğü bazı durumlar fıtrata açılan açık bir savaştır. Annenin annelik yapmaktan kaçındığı ve utanıp aşağılık psikolojisine büründüğü, babanınsa aileye karşı sorumluluklarının unutturulduğu bir zamandayız. Bu zamanı aşmak için Müslümanlar olarak bizler hem kadının hem erkeğin fıtratını korumakla da mükellefiz.”

Sevda Yaşar Çimen – Ortasında Oturduğumuz Bir Ateştir Dünya

Dünya bir ateş çemberi diyoruz ya şu anda yaşananlara, çember bazen öyle daralıyor ki insan ne yapacağını bilemiyor. Sevda Yaşar Çimen, Ortasında Oturduğumuz Bir Ateştir Dünya diyerek insanlığın yaşadığı bu savrulmaları yazmış. Derler var, doğru. Çaresini de anlatıyor Çimen.

“Her şeyden önce kendi evimizin önünü süpürerek başlamalıyız işe, kendi kalbimizin taşlarını ayıklamalıyız tek tek. Bu dünyada olan biten ne varsa dert etmemek çünkü geçici olduğunu bilmek gerek. Yerin, göğün ve büsbütün evrenin idraklerimize sığmayan genişliğini tahayyül ettikçe, insan gerçekliğin sınırlarıyla imtihanda olduğunu daha iyi anlıyor. Gördüklerimiz, duyduklarımız, tattıklarımız yani beynimizdeki elektrik sinyalleriyle algıladıklarımız burayı “bir oyalanma yeri” kılan “şeyler”. Duyularımızın tutsağı olmak yerine kalbimizi manevi gelişime açarsak, kokusunu duyacağımız görünmez gül bahçeleri olduğuna kuşku yok.”

İslâm Mimarisi ve İkonografi

Hasan Hüseyin Akdağ, yazısında İslam mimarisini anlatmış. Bu mimarinin incelikleri, detayları anlatıldıktan sonra konu resim, heykel gibi İslam’da yasak olan konulara gelmiş. Akdağ, İslam mimarisini ikonografi bağlamında ele alıyor.

“İslâm mimarisinde ikonografi “anlayış”tır. Bir Süleymaniye Camii’ne ve de Cumhuriyet dönemi inşa edilen İstanbul Sancaklar Camii’ne bakalım. Hangisinde anlayış ve mimari birikim tecessüm eder? Grabar, minareler üzerinde verdiği misalde minarenin Batı’daki karşılığının kule olduğunu ve minareye ikonografik anlamın ancak İslâmî anlayıştan dolayı verilebileceğini söylemektedir. İşlev ve form aynı amaca hizmet etmelidir.”

Kapitalizmden Çıkış Mümkün mü?

Dünyanın başındaki en büyük belalardandır kapitalizm. Toplumları cendereye alan ve kısa sürede kölesi yapan bir virüs gibi yayılır her yere. Yusuf Bilal Aydeniz, Kapitalizmden Çıkış Mümkün mü? sorunun cevabını arıyor yazısında.

“Günümüzdeki mesai kavramının da kapitalizmin değirmenine su taşıdığını düşünüyorum. Sabah 8’den akşam 5’e kadar çalışan bir insan, hangi zaman aralığında kendini geliştirme fırsatı bulabilir? Kendini geliştirme fırsatı bile verilmeyen insan, daha fazla kazanma hırsıyla çalışmanın büyüsüne kendini kaptırabiliyor. Şunu hatırlatmakta fayda var. Bir insanın kapitalist duyguları kabardıkça (kazanma ve biriktirme hırsı) sekülerleşme ihtimali de artıyor.”

Bir Kahraman: Yahya Sinvar

Ümmetin kahraman evlatlarından biri daha şehit oldu. Yahya Sinvar’ı cesur ve iman dolu yüreğiyle hatırlayacak onu tanıyan herkes. Rabia Kolcu, Yahya Sinvar hakkında yazmış.

“Yahya Sinvar’a baktığımda aklıma ashab-ı güzin geliyor. Yahya Sinvar, eğer Allah Resulü’nü görmüş olsaydı; O’nu muhtemeldir ki, Uhud’da kendi canı pahasına koruyan sahabelerden biri olurdu.”

Pandemiyi, Ölümü ve Dolayısıyla İmtihanı Yeniden Hatırlamak

İnsan unutur. Bu, artık insanın ruhuna yerleşen bir virüs gibidir. Her şey unutulur ve hayat devam eder. Ümmetin bu derece savrulmasının sebebi de aslında bu unutma hastalığının altında yatan gerçekte gizli. Sertaç Timur Demir,pandemiden başlayarak ölüme uzanan çizgide insanlığın hatırlaması gereken ölüm üzerine yazmış.

“Rıza gösterilmiş tedavi süreci, ömrü uzatma umudunun gölgesinde hastanın hemen tüm davranışlarına müdahale etme, zevkleri sansürleme, günlük yaşamı yenilenmiş emirlerle hizaya getirme hakkına sahip olmaktadır. Böylece tıbbi sistem, tıpkı virüsün işleyişi gibi, yaşamın tüm hücrelerini hastalığın gerçek uzantılarıyla kuşatmakta ve korku üzerinden bağışıklığı çökertmektedir.”

Ayasofya’dan Öyküler

Merak Guguk – Bahar Geldi Bahçemize

“Bahar geldi bahçemize, ilk gül çoktan açtı. Bir serçe kondu söğüde… Harmanda selamlıyor Hatice teyzeyi, her sabah şu ismini bilmediğimiz küçük ve beyaz çiçekler. Daha sonra öğrendim isimlerini, hangi toprakları sevdiklerini ama kitabî bilgilerden bıktım doğrusu. Birden sağanak başladı.”

“Radyoda çalana dedemin gözleri eşlik ediyor şimdi. Yalnızca izli yorum ben de onu. Eskisi kadar konuşmuyor, dinliyor sadece.”

“Bu radyo, dokunulmaz bir sızı dedemde. Dikiş makinesinin hemen yanında. Küçük bir çay bardağına herdem güzel çiçeklerinden koymuş. Kokusuz ve daima sarı.”

Nazif Turan – Yaşayan Ölüler

“Evet hanımlar, beyler 17.00 seferi kalkıyor! Giresun, Samsun, Ordu, Trabzon yolcuları kalmasın efendim, yerlerimizi alalım. Hadi ablacım biraz daha hızlı hareket edelim. Trabzon’u yan taraftan alacağım ağabey, valizleri o tarafa getirin lütfen.”

“Genç adam hem hantallaşan bedenini hareket ettirmek amacıyla hem de göz ucuyla muavin koltuğuna bakmak için kıpırdandı. Mu avin Sefer’in başı öne düşmüş ve alınan dönemeçlerde bir sağa bir sola hareket etmişti.”

“Aheste ve temkinli adımlarla çıkmaya çalıştığı yokuş, yılların büktüğü belinden daha kıvrımlı olmayı başaramamıştı. Gözlerini, ayakuçların dan usulca çekip sokağın sonunda zaman makinesinden fırlamış gibi duran yaşlı ve yorgun kıraathanenin bacasına yöneltti.”

Bir Nokta, Sayı: 275

Bir Nokta dergisi 275. sayısıyla 2024’ü tamamladı. Sözüyle özüyle dimdik duran ve mazlumun sesine ses olan bir yayın anlayışıyla çıktı dergi. Mürsel Sönmez’in giriş yazıları da her biri gönüllere nakşedilecek içtenlikte notlar barındıran bir ciddiyetle kaleme alınan yazılardı.

Mürsel Sönmez’in Yazısından…

“Her şeyin, her varlığın ve vaktin geçici olması yasası ne kadar da ferahlatıcıdır. Vakit ya da zaman da öyle, çünkü “Vakit de mahlûktur, onun da eceli vardır”. Ferahlatıcıdır evet, çünkü yeni oluşlara kapılar açılacaktır. Taze vakitler daima taze umutlar da demektir. Her ne kadar geleceğin bilinmezliği tedirgin etse de, umutlanırız yine. Hele de zor zamanların ağır basınç, zorluk ve sıkıntıları içindeyken.”

Siyonizm, Filistin Sorunu ve Arap Liderleri

Filistin’de yaşananlara bir cepheden bakmak bizi her zaman yanılgıya düşürür. Mesele öylesine derin ki kimlerin eli var bunun içinde anlamak için tüm kıtalara açılmak gerek. Mehmet Kurtoğlu, Filistin sorununu Siyonizm ve Arap liderler bağlamında ele alıyor.

“En Arap milliyetçisi liderler dahi Filistin davasına göstermelik sahip çıkmışlardır. Trajik olan bu Arap liderlerinin birçoğunun işbirlikçi olmalarıdır. Osmanlıya isyan ederek büyük Arap imparatorluğu hayalleri kuran Arap liderlerin hepsi bir avuç Yahudi karşısında mağlup olmakla kalmamış, birçok parçaya bölünmüş krallıklarla Amerika ve Avrupa’nın eyalet valileri konumundadır. Bugün hiçbir Arap lideri Amerika’nın onayı olmadan tahtında rahat oturamaz. Sahip oldukları zenginleri Amerika ve İngiltere ile paylaşmak zorundadırlar. Bırakınız bağımsız olmayı zenginliklerine sahip çıkacak iradeleri dahi yoktur. Trajik olan dünyanın en güçlü asabiyesine sahip olan Araplar, dünyanın en zayıf onurunu taşımaktadırlar.”

Yazarken

Hasanali Yıldırım, yazma hallerini ve yazma eyleminin yerini, durumunu gereklerini anlatmış yazısında.

“Yazarken tercihlerimiz, sadece yazdıklarımızın mahiyetini ve keyfiyetini belirlemez, aynı zamanda bizim hakkımızda da kesin ve derin ipuçları barındırır; parmak izinden kavi. Artık bayatlayan muhakeme tarzıyla dillendirelim: Bana nerede ve nasıl yazdığını söyle, ben de sana edebiyatta nereye gelebileceğini söyleyeyim.”

“Yazmak, insanın gayrısı için kendisini acıya boğması demek. Canı yanan ruhun da teskine ihtiyacı var. İşte yazarın yazma esnasındaki hassasiyeti ve yanıbaşında bulundurma ihtiyacı hissettiği eş, bu minvaldeki mâlzemelerden sayılsa gerek.”

Akıl ve Sanatsal Gerçeklik Semptomları

Hayrettin Taylan, akıl ve sanatsal gerçeklik kavramlarını merkeze aldığı yazısında insanın karşısına çıkan sınırları akılcılık bağlamında ele almış. Hayatın karmaşası bizi de içine almaya çalışırken akıl ve kalp arasında kalmak diye de bir durum var. Sanat bunun neresinde duruyor? Taylan, zihnimizin yaşadığı savrulmaların cevabını veriyor yazısında.

“Sınır getirdiğimiz her şey, sinirlerimizi gerer. Aklın ve bilimin ürettiği her şeyde çatışmalar, bir mitosa dönüşür. Biçimselliği destekleyen her şeyin kalbi de desteklemesi gerekir. Sanat bu yüzden akıl sınırının ötesindedir. Her şey bilinmez, insanın asıl sorunu bu zaten. Bilinenler, kurgularımızı bitirir ve yeni kurgular yaratır. Bize bir merak uyandırır ve insan her şeyi bilmeye, öğrenmeye sevk eden salt kurgu ve merak hep yeni şeyler üretmiştir.”

Bilal Can ile Söyleşi

Ercan Ata’nın bu sayıdaki konuğu Bilal Can. Şehre, şiire, yazma mücadelesine dair soruları cevaplamış Can.

“Birey, hümanist felsefeyle tanrılaştırılmış bir varlıktır. Her şey onun içindir, o varsa herşey vardır, o yoksa hiçbir şey yoktur. Bireyi ortaya çıkartıp “insanı” ortadan kaldıran düşünce yapısı insanlığı giderek aşındırmaktadır.”

“Özellikle seçtiğim bir imge ya da kavram değildir yağmur, fakat çok sevdiğim için belki de yoğun olarak kendini hissettirmiştir. Yağmur, her zaman saflığı, temizliği, berraklığı, merhameti çağrıştırır bende. Yaptıklarıyla hesaplaşıp, pişmanlık ve nedametle kalbine sarılıp gözlerden yağacak yağmurlarla bir nebze de olsa temizlenebiliriz.”

“İlk eserim Kentle Kavga, Mustafa Kutlu hikayeciliğini masaya yatırıp mekân bağlamında irdelediğim edebiyat sosyolojisinin imkanları ile irdelediğim bir kitaptı. Kutlu’nun o döneme kadar bütün eserlerini ele alıp, Kutlu’nun mekân konusundaki düşüncesini, tahlilini ve itirazlarını ortaya koymaya çalıştım.”

Bir Nokta’dan Bir Hikâye

Cemal Kılınç- Yırtılan 3. Kâğıdın Hikâyesi

“Mübaşir duruşma salonunun kapısında adını çağırınca heyecanla oturduğu koltuktan fırladı adam. Hayatında ikinci defa bir hâkim karşısına çıkıyordu. İlkinde davacıydı, bunda sanık. Bütün bu dava sürecine ait hikâye bir anda film şeridi halinde zihninden akıp geçti. Nasıl bu noktaya geldiğine bir kez daha şaşırmıştı.”

“Beş yıl içerisinde kasten bir suç işlediğiniz taktirde bu tehir edilen süre o cezanıza ilave edilecektir bilginiz olsun dedi. Ve sanık sandalyesindeki kulağında hâkimin konuşmalarının uğultusuyla klavye sesinin tıkırtısı çınlayan adama dönerek. “Diyeceğiniz bir şey var mı” diye sordu.”

Bir Nokta’dan Şiirler

Adamlar evlerinin kapısını çalar mı Gazze’de
Açıldığında ferahlatan ev içi rüzgârlarına.
Kadınlar neyi bekler gün boyu Gazze’de
Varsa çatıları, varsa çocukları, varsa adamları.
Süleyman Şahin

Kırmızı ağzında bir magma
Kırmızı karnında sıcak sığınak
Kırmızı parmaklarında kerpeten
Kırmızı tunçtan yontulmuş sabır
Kırmızı nefesinin çatırdayan közü
Kırmızı boydan boya hayat

Gördüm ben bütün kırmızıları
Tütün yanığı sol göğsümü iyileştiren
Özcan Ünlü

gemiciler eskilerini anarken nasıl da umutlu
liman o liman değil konuşmak o sözden ıramış
bütün barakalarda zamansız yırtıklar varmış
kusursuz vakalar/epilepsiler
güvertelerde geziniyor ah gitme
martılar her nöbeti ezbere biliyor gitme
dur gitme silinmezden şükür izleri
Sinan Davulcu

Yağmur üzerine okunan rahmet, sulara bırakılan söz
Yağmurdan yağan anlam, korkulu rüyası, bir gülün bakışı Zeynebin
Kendine susmaktan pas tutmuş, bahçemde unuttuğum evin adresi
Zeynep sesin sehiv secdesi, yağmuruna sığındığım yedi renkli gölge
Parmaklarından akan çeşmelerin rahmeti, yüzünde beliren Meyremsilüeti
Senden güzel ne buldum göz göze gelince suya düşen yaprak da güzeldi
Burhan Tuz

göğümde
içimdeki güvercinleri çağırıp susuz bırakan ahir zaman
korkudan dalıp dalıp gidiyor kuşlar
bir tuvale boyanmış uçmanın izdüşümüne

neydi o atalarımızın sözü
dağ dağa kavuşmaz toprak yağmura kavuşur muydu
Kazım Gök

ömür çürüten kira kamçılı evler
kara beniz fukaralığın sokulduğudur
her ayın üçü beşi yedisi yatar diye yevmiye
biteviye dibe batmanın dayanılmaz hafifliğinden
kanı çekilmiş etsiz çocuklar doğurulur
aç kalkılan sofralarda günahkârdır herkesin
sağ eli
gün aymadan düşülür yollara
çünkü asla bilinmez yaşların masumiyet
karinesi
Şadiye Kılıç

Her sokakta bir adam yakılır
her sokak bir adam
düşünüp bulmak kolay olur
birkaç gemi çözülünce
uzayıp gider kalabalık
dişliler ve kanaviçeler
krallar ve köylüler
sonra
Sofya
Abdurrahman Ayan

Hece Öykü, Sayı; 126

Hece Öykü dergisi 126. sayısının kapağını Emin Gürdamur’un ön yazısı ile aralıyor. Bu sayının konusu; Dilin Ufku ve İmgeler. Dil, dilin imkânları, dilin kurduğu imge dünyası, şiir ve imge konularından hareketle bu imge dünyasının öyküde bulduğu karşılığı anlatıyor Gürdamur.

“İmgenin tükenmez imkânları sadece bilinç düzeyindeki dalgalanmaları yansıtmakla kalmaz, bilinç dışının da açığa çıkmasına olanak sağlar. Anlam, imge sayesinde kalbe giden yolu bulur. Metnin özgünlüğü, imgelerle sağlanır. Yazarın dış dünyayı algılama kabiliyeti imgelerle kendini açık eder. Duygu ve düşüncelerin aktarımı konusunda imgenin tartışmasız bir kudreti vardır. İmgeler vasıtasıyla şiirsel etki harekete geçirilir ve okurun zihninde yepyeni çağrışımlar husule getirilir.”

Öyküde Mimari’de Derinlik Var

Handan Acar Yıldız, öyküde mimari köşesinde bu sayı derinlik konusunu ele almış. Yıldız, bir anlatıda derinliğin hangi aşamalardan sonra gerçekleşeceğini, bunun safhalarını anlatıyor. Tipler, mekânlar, merak unsuru gibi birçok alanda derinliğin kullanım şekilleri var yazıda.

“Okuru sürükleyen zinciri tekrar hatırlarsak: kapı-keşif-merak. Bütün bu halkaları bir arada tutan kilit olarak: Asla tesadüf olmayan tesadüf. Hepsinin birlikte oluşturduğu adım atma iştiyakı ve potansiyeli: DERİNLİK.”

“Estetik olan, ona bakanda sonsuzluk duygusu oluşturur. O sonsuzluk duygusundandır ki estetik; bakışımızın bitip tükenmek bilmeyişi, görüşümüzün ise bütün melekelerimize dağılmasıdır. Sadece gözle bakıp görmez “Güzel” ile “estetik” arasındaki fark; ilkinin tanımı kişiden kişiye değişirken ikincisinin tanımının göreceli olmamasıdır.”

Define Odası’nın Konuğu Ragıp Rıfkı Özgürel

Serkan İnce, edebiyat tarihinin tozlu raflarını karıştırmaya devam ediyor. Bu sayı bizlere Ragıp Rıfkı Özgürel’i anlatıyor İnce. Özellikle birbirinden ilginç yazdığı eserlerle sizleri ölülerin mistik dünyasına götürecek olan ve gizemli kapıları sonuna kadar açacak Özgürel’i daha yakından tanımak isteyeceksiniz.

“Ragıp Rıfkı, kitabın “Ervâh-ı Latife” yani “Manevi Varlıklar/Ruhlar” adını taşıyan ilk bölümünde ruhların dünyasını ve mahiyetini anlatmış. Ruhların, kimilerinin düşündüğü gibi hikâyelerde geçen hayaletler olmadığını, bizlere benzediğini yazmış. Nasıl ki insanlar arasında âlim, cahil, hayırhah, bedhah olanlar varsa ruhların da bazılarının hafifmeşrep, fettan, yalancı, dessas, riyakâr, şerir ve intikamcı; bazılarının ise en yüksek meziyetlere sahip ve son derece ilim ve fazıl ile mümtaz olabileceklerine değinmiş.”

Kendi Öyküsünü Arayan Kadınlar

Aslıhan Keleş Kurtoğlu,  kadınların dünya üzerindeki rollerinden başlayıp kadının edebiyattaki yerine kadar uzanan bir anlatımla kadını anlatıyor her hali ile. J. J. Rousseau’nun kadına bakışından tutun da Şehrazat’a, Parasız Yatılı’ya, Adalet Ağaoğlu’na, Virginia Woolf’a kadar uzanan bir anlatımla kadınlar var yazıda.

“60’larda Batı’da, 80’lerde ise Türk edebiyatında yankısını bulmaya başlayan feminist edebiyatın soruları ve sorunları üzerine kafa yoran kadın yazarlarımız düşünce kapılarımızı da açmış oldular. Kadına özgü bir edebiyat biçiminin, bir üslubun veya sadece kadının gözünden kadınların anlatıldığı edebî ürünlerin incelemeleri bize gösteriyor ki başlangıçta “kadın” hâlâ Havva’ydı.”

“2000’ler ülkemiz için pek çok alanda bir kırılma noktasıdır. Akademik olarak kadın çalışmalarının artması, kadınların hak ve özgürlükleri noktasında artan bilinçleri, ekonomide üretime daha çok katılmaları ile kadınlar kendilerine özgü bir dili toplumun her alanında kullanmaktalar. Türk edebiyatında içeriğin çeşitlenmesi, yeni biçim denemeleri ile “öykü” türünün genel fotoğrafında kadınlar daha görünür hâle gelmiştir.”

Öykücülerle Kadınlar ve Yazarlık Üzerine

Emin Gürdamur birçok kadın yazara kadınlar ve yazarlık üzerine sorular yönetmiş. Her öykücüye ayrı sorusu var Gürdamur’un. Cihan Aktaş, Yıldız Ramazanoğlu, Misli Baydoğan, Neslihan Önderpğlu, Mihriban İnan, Handan Acar Yıldız, Esra Kahya, Esra Özdemir Demirci, Vildan Külahlı Tanış, Ayşegül Genç, Hatice İbiş, Nagihan Şahin, Güzide Ertürek, Erva Kara, Gülhan Tuba Çelik, Sema Bayar, Zübeyde Andıç, Zeynep Sayman, Selma Maşlak, Emine Altınkaynak söyleşide yer alan öykücüler.

Cihan Aktaş: İlk öykü kitabım yayımlandıktan sonra iki kadın yazar arkadaşım evime tebrik için gelmiş ve söz arasında, öykü yayımlamanın içini açmak olup olmadığı üzerine düşüncelerimi sormuşlardı. Çocukluğumdan itibaren bir edebiyat okuru ve döne döne Kur’an okumamış olsaydım böyle sorular karşısında bocalayabilirdim. Kurgu sanatı güçlükleri aşmaya imkân tanır. Estetize etmenin bir hicap süreci olduğunu da bütün yazarlar bilirler.

Yıldız Ramazanoğlu – Sanki biyolojik cins farkı değil fakat toplumsal cinsiyet rolleri kadın ve erkeğin yazma üslubunu etkiliyor. kalubelanın cinsiyetsiz teslimiyet anı daha baskın. Bugün böyle düşünmem yarın başka türlü yaklaşmayacağım anlamına gelmez tabii.

Mihriban İnan – Kadınların yazdığı öykülerde gizli ya da açık bir yoldaşlıktan, derinden derine ilerleyen örgütlü bir başkaldırıdan elbette “dönem dönem” söz edebiliriz. Kadınları yoldaşlığa iten, adı üstünde aynı yolda olmalarıdır. Benzer baskılara maruz kalan ve benzer ideolojilerden beslenen kadınların ortak tepkiler göstermesi kaçınılmazdır. Anlatma esasına dayalı öykü türü de bu tepkilerin görünür kılınacağı en rahat alanlardan biridir.

Güzide Ertürk–  Anne olmam içimde gömülü olan, varlığından haberdar olmadığım potansiyellerimi bulup çıkarama yardım etti, olaylara biraz daha cesurca bakabildim. Ağır sorumlulukların üstesinden gelebileceğimi, bunu yapmak için de çok ahım şahım biri olmam gerekmediğini gördüm. Sayfalar arasından, mürekkep lekelerinden sıyrılıp gerçek dünyaya adım attığımda anneliğin beni daha güçlü biri hâline getirdiğini fark ettim.

 Zübeyde Andıç – Son yıllarda yayımlanan kitaplara baktığımızda kadın yazarların sayısının fazla olduğunu görüyoruz. Bu da kendine ait bir yazma mekânına sahip kadınların toplumsal normlar ve önyargılardan büyük oranda sıyrılıp eser ortaya koyduklarını gösteriyor.

Okumadan Etkilenmek mi?

Yazdığı şiiri bana gösteren gençlere ilk olarak; “Kimleri okuyorsun?” diye sorarım. “Etkilenirim diye kimseyi okumam.” diyenlere sıkı bir şair listesi veririm. Önce oku, sonra yaz diyerek yolcu ederim. Etkilenme mevzusunu da detaylı olarak anlatırım. Abdullah Harmancı da okumak ve etkilenmek üzerine kaleme aldığı yazısında şiirlerin yeni şiirlere, öykülerin yeni öykülere açtığı yolu anlatıyor.

“Genç şair çok üzüldü. Ona demiştim ki “Şiirlerini okurken Hilmi Yavuz aklıma geliyor.” Kendi şiir sesinin bir başka şairi çağrıştırması genç şairi çok üzdü. Sözlerinden değil, gözlerinden anladım. Sanki bana doğru bir yaklaşıp geri döndü. Genç şairi teselli etmenin iki yolu vardı: Birincisi onun şiirlerini okurken aklıma başka bir şairin gelmesiyle onun söz konusu şairden etkilenmesi arasındaki fark. İkincisi ve daha önemlisi ise hiç okumadığımız bir şairden bile etkilenmiş olabileceğimiz gerçeği. Bu son cümlede bir kelime oyunu yok.”

Hatıraların Öyküleşmesi ve Akın Ersöz’ün Kurmacaları

Şaban Sağlık, anıdan otobiyografiye oradan da romana geçişler yaptığı yazısında metinler arasılığın imkânlarını Akın Ersöz üzerinden veriyor. Hepsinin de bazen merkezinde bazen de kıyısında köşesinde duran kurmacanın metne katkılarını anlatıyor.

“Kurmaca, başka bir ifadeyle kurgu, var olan malzemeye yazarına kattığı şeydir. Kurmaca, “öznel” olanı “nesnel”, “nesnel” olanı da “öznel” hâle getirmedir. Kurmaca, yapı-bozumdur, yapı-sökümdür. Kurmaca, “yabancılaştırma”dır. Kurmaca, Orhan Pamuk’un tabiriyle söylersek, “önemli” bir şeyi “önemsiz”; “önemsiz” bir şeyi de “önemli” hâle getirmektir.”

“Bana, otobiyografi, hatıra ve kurmaca gibi kavramlar bağlamında yukarıdaki satırları yazdıran ise Akın Ersöz’ün kurmacaları ama özellikle son öykü kitabı oldu. “Allı Güllü Perdeler” (Mühür Kitaplığı, İstanbul 2023) adını taşıyan bu kitap, okurlarına çok şey hissettirecek; eleştirmen ve akademisyenlere de çok şey yazdıracak bir kurgu ustalığı taşıyor.”

Yazar Kafa Söyleşisi’nde Tarık Tufan Var

Tarık Tufan, Rüveyda Durmaz Kılıç’ın sorularını cevaplamış.

“Hayatımda yer tutan her insan bir yönüyle beni muhakkak çok etkilemiştir ki hayatımda kalmıştır. Birinin beni en çok etkileyen tarafı sanırım inanmışlığı, cesareti ve zekâsı.”

“İhtimallerin uzaklığı zamana göre değişiyor ve insanın hayatında sonsuz sayıda uzak ihtimal var. O kız uzak ihtimaldi, o roman uzak ihtimaldi, o film uzak ihtimaldi, o ceket uzak ihtimaldi, o şehir uzak ihtimaldi ve hâlâ çok uzak ihtimallerle dolu hayatım.”

Nasıl Desem Sıradan

Sıradan diye bir şey var mı? Rutin deyip geçiyoruz da acaba öyle mi? Her şey öylesine hızlı geçiyor ki takibinde bile zorlandıklarımızın sıradanlığını tartışmaya kalkıyoruz. Hayat akıyor, insanlar sel misali akıyor, ölüm aramızda soluk soluğa akmaya devam ediyor.

Mehmet Aycı, Yaşadığım Gibi’de bu sayı sırdan gibi görünen hayatın hırpalayan yüzünü anlatıyor.

“Sevimli bir çocuk, aynı kırmızı tişört, aynı sarışın gülümseme, abi on liya vay mı, vay, bazıları veriyor, on liya var mı diye takılıyorum bir gün, çıkarıp cebinden on lira uzatıyor, yirmi lira verdiğimde on lirasını geri veriyor, arkadaşların çoğu günlük aidat verir gibi kırmızılı çocuğa o lira sökülüyorlar…”

“Sadık Battal’ın vefat haberi düşüyor sosyal medyaya, Aycı, Aycı, Aycı, Aycı, beş defa Aycı, telefonuma bakıyorum, iki gün önce görüşmüşüz, bir ağlama tufanı geçiyor içimden, her an asıl film başlıyor Sadık Abi, her an başlıyor, başlıyor, pencereden kafasını uzatıp Aycı bir sigaran var mı diyor Battal, yakıp uzatıyorum…”

İlk Kitap Söyleşisinde Dilek Altundağ Var

Dilek Altundağ, ilk kitabı Lo’nun Gereklilik Kipleri üzerine Elif Gül Muhur Sali’nin sorularını cevaplamış. Lo’nun Gereklilik Kipleri benim de severek okuyup hakkında yazdığım bir kitaptı. Yazarı için de güzel bir başlangıç olmuş bu kitap. Söyleşide kitaba dair çok ince detaylara değiniler var.

“Edebiyatın toplumumuzdaki tanıklık işlevi devam etmektedir. Yazarın en temel işi gözlem yapmaktır. Yaşadığı coğrafyanın en derinine inmektir. Ben de hikâyelerimi yazarken toplumsal gerçeklik meselelerini anlatmak için yazıyorum. Herman Hesse gibi kalıcı karakterler yaratmaya, insan odaklı hikâyeler seçmeye çalışıyorum.”

“Defterlerim masama davet eder beni. Çünkü hayal ettiğim öykülerin taslaklarıyla doludur içi. Yeni eserlerimin bambaşka evrene kapılar açmasını diliyorum. Unutmadığım bir şey var. Bence yazmak bir iş değil sanattır. Kendi öykü evrenimi bu sanatın bileşenleriyle; kokular, sesler, renklerle kanatlandırmayı arzu ediyorum.”

Hece Öykü’den Öyküler

Emin Gürdamur – Sevinç İçeridedir

“Dünyanın herhangi bir yerinde esrarlı rüzgârların esmediği, gökyüzünü kızıllığın mızıllığın kaplamadığı alelade bir ikindi vakti kapı çaldı. Din don. Birini beklemiyordum. Birini beklemenin anlamına inanmıyordum. Din Don. Kucağımda biriken peçeteleri kalkıp çöpe attıktan sonra hiç kimseyi beklemeyen adımlarla holü bir uçtan bir uca geçtim. Din don. Nedir bu sabırsızlık?”

“Alışırsın, dedi Arzu. Alışamadım. Bir kere Arzu’nun mütemadiyen bizi dinlediği fikrinden kurtulamıyorum. Duvardan duvara yayılan devasa bir kulağa nasıl alışılır? Karımla kavgalarımızın tadı kaçtı. Artık daha usturuplu, ölçülü biriyim. O bana ağız tadıyla bağırıyor, bense susuyorum.”

Hüseyin Ahmet Çelik – Balon Hikâyesi

“Maçı kaybettik.
Salon, krampon dişleriyle oyulmuş, kayılıp düşülmekten çukurlaşmış, çimleri yolunmuş bir saha gibi. Üstelik mağlup bir saha. Çerez tabaklarının kırılmamış olması mucize sayılır. Çekirdek kabukları her yerde. Saçlarımın arasında, tişörtümün içinde, ayağımın altında…”

“Maçı unutmuştuk, uzatmazdık da, ötekinin kaybettiği mevzuların üstüne gitmemeyi öğrenmiş koca adamlardık. Beni kırmamak için susuyorlardı. Onlar bir, ben tek.”

“Altan, tuvaletten dönerken, balon niye saldırsın ki, dedi, manyak mısın? Ne bileyim oğlum, korktum işte, dedim, sen olsan korkmaz mıydın? Maçtan önceki son reklama gidilmişti, kalktım mutfağa geçtim ben de öteberiyi getirmek için.”

Zübeyde Andıç- Susarak Konuşanların En Gevezesi

“Gömlekler yan yana. Yan yana olması yetmez. Aralarında renk uyumu da olmalı. Renkli çamaşırlar ayrı, beyaz çamaşırlar ayrı iplerde ve mümkünse ayrı zamanlarda kurutulmalı. Beyaz çamaşırlar, senin dışarıya yansıman. Sakız gibi olmalı. Boy sırasına sokmalısın onları. Çırptıkça yumuşatıcı kokusuyla dolmalı camdan balkonunun içi. Görmediğin baharların kokusunu doldurmalısın dünyana.”

“Tam bir huzur içindesin. Ses yok, temas yok. Bütün beklentilerin uzağındasın. Beklediklerin zaten yok. Mevsimler geçerken güneş, duvarlara çarpa çarpa doğuyor ve batıyor. Kendi kendine. Öylece. Hatırsız. Hatırasız. Sen çerçeveler biriktiriyorsun durmadan. Geceleri duvarlara karanlık gölgeler asıyorsun. Lekeler çoğalıyor duvarlarda.”

“Şimdi yakasına gül takılıp kalabalıklar içine yollandığın günlerin çok uzağındasın. Dualı dudaklardan düşen bir korsun. Düştüğün yerlerde büyük yangınlar çıkaracak kadar güçlüsün ama hayatı bir kukla gibi yaşamaktan artık korkuyorsun.”

Emrah Atiş – Pencereden Yansıyan

“Sabahı beklemeden yola çıktığıma pişmanım. Henüz yolun dörtte birini geçemeden tatlı bir uyku çöktü üzerime. Sıcak, demli bir çay uykumu açar diye yol üzerindeki bu kasabada durdum. Şehir merkezine bu kadar uzak bir yerde, geç bir saatte açık bir yerle karşılaşacağımı asla tahmin edemezdim. Etmedim de zaten.”

“Arabaya doğru hızlıca yürüdüm. Kapıyı açtıktan sonra dönüp son kez kahvehaneye baktım. İçeridekilerin hepsi pencerenin kenarına gelip ayakta duruyordu. O an bana mı baktıklarını yoksa gece vakti kapalı olan pencerenin yansısından kendilerini mi izlediklerini seçemedim.”

Berna Atagün – Seyret Fikret Seyret

“Nazlı Hanım’ın büzme çarığı Fikret, beyaz tişörtü, beyaz pantolonu ve beyaz ayakkabılarıyla çıktığı doğa yürüyüşünde ıslak mendille bir yerlerini silmekten, çamurlu yerlere basmamak için kuru yerlere hoplayıp zıplamaktan ve daha ne kadar var, diye oflayıp puflamaktan ne renk renk papatyaları, sümbülleri, envaiçeşit çiçekleri görebilmiş ne de baharda coşan nehirlere kulak verip etrafı doya doya izleyebilmişti.”

Seyret Fikret seyret. Gün senin, günler senin, sevgililer senin, ilgiler ve annem zaten senin. Sen seyretmeyip ne yapacaksın. Seyret bahtını, tahtını, başından dökülüp saçılanları seyret. Ne mutlu sana! Zafer de senin kutlama da. Afiyetle ye, afiyetle seyret.”

Karabatak’tan Türkistan ve Edebiyat Dosyası

Karabatak dergisi 77. Sayısında yine özgün ve dopdolu içeriklerin yer aldığı bir dosya ile karşımızda. Türkistan ve Edebiyat dosyası A.Ali Ural’ın Türkistan ve Besleme yazısı ile sunuluyor.

“Türk’ün besmeleyle mayalandığı topraklara Türkistan denir. Sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği tartışılsa da ehlikalp ittifak eder ki Türk’ün besmele çektiği her yerde Türkistan rüzgârları eser. Müelliflerin dudaklarını, kitapların sayfalarını, cümlelerin fiillerini işte bu rüzgâr harekete geçirir. Devlet ve hikmet kol kola girip yürümeye başladığında, başlangıçları sonsuzluğa eviren de o kutlu sözden başkası değildir. Allah’ın adı şuurla anılmaya görsün; zihinsel bir fetih başlamış, mehterbaşı saf tutan cengâver ruhları dalgalandırmıştır. Zihinler genişlemeye başlayınca beldeler de genişlemeye başlar. Fetihten yoksun bir dünya, insandan ve kelimelerinden yoksun bir dünyadır.”

Türkistan ve Edebiyat Dosyası

Ömer Lekesiz – Bengi Zaman Bengi Mekân Türkistan

“Semerkant’ın Registan’ındaki üç medreseden biri olan Şîr-dâr’ın taç kapı kemerinde turkuaz bir zeminde beyaz çiçekler ve kıvrımlı dallar arasına simetrik olarak yerleştirilmiş, insan yüzlü iki sarı kaplana ve güneş tasvirine bakıp onu İslam’ın sûret(lendirme) yasağını kırma eylemi olarak alkışlamaya meylederek kulağı tersten gösteren aptalların kör ufkundan, Afrasyab / Efrâsiyâb / Alp Er Tunga vaktini özenle saklayan Kaşgarlı Mahmud ile Yûsuf Has Hâcib’in, onu akıp giden zamana keskin bir bıçak gibi nasıl sapladıklarını hemen fark eder miydik?”

“Müslüman olmayan tarihçilere itibar etme kompleksine kapılmış yerli Oryantalistler Korykoslu Hayton’un, “Türkistan doğuda Terse, batıda İran, kuzeyde Harezm ve güneyde ise Hindistan bozkırı ile komşudur. (…) Ülke halkı Turs olarak anılır,” kaydına itibar etseler de gerçekte Türkistan diyarı uçan bir kuş benzetmesiyle şöyle tarif edilir: Kuyruğu Sibirya’ya, başı Hind’e, gövdesi Mâverâünnehir’e, bir kanadı Pasifik Okyanusu’na diğer kanadı Akdeniz’e değer.

Bu sınırlara göre Türkistan (Kavmî, dinî ve kültürel hareketlilik esasında kuzey-doğu Mezopotamya olarak nitelenmesi mümkün olan.) Horasan’dan başlayıp Tohâristan, Mâverâünnehir ve Uygurların mülkünü kaplayarak Çin’e ulaşır.”

Lütfi Bergen – Türkistan’ın Maddi ve Manevi Sınırları

“Türkiye’de bir dönem okullarda okutulan (seküler) Tarih Tezi, “bilimsel olmamak”la nitelenerek reddedilmiştir. Zaman içinde söz konusu tezin kimi iddialarını doğrulayan bulgulara rastlanılması, Türkiye’de Oğuzcu tarih yaklaşımının tashih edilmesini gerektirmektedir. Türkiye’de Necip Fazıl, İsmet Özel, Nurettin Topçu, Teoman Duralı da içinde olmak üzere “Türk, Müslüman demektir,” şeklinde bir anlayış bulunmaktadır. Bu anlayış, Türklüğü Asya’dan Anadolu’ya gelen ve eski dinini “Şaman” olarak değerlendirdiği için Türklük dışında sayan tarih paradigmasıyla fikir vermektedir. Söz konusu yaklaşım, İslam dinini de sanki sadece Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği din gibi algılamaya müsait bir retorik geliştirmektedir.”

“Türklerin yaşadığı yer” tasavvurunu ifade edebilecek başka bir kavrama daha ihtiyaç bulunduğu ve bu kavramın Avrupa Türklüğünü de içerecek şekilde belirlenmesi gerektiği açıktır. Nitekim “Türk Devletleri Teşkilatı” ülkeleri içinde “gözlemci” sıfatıyla da olsa Macaristan da yer almaktadır. Hakikatte Rus Avrasyacılığı’nın Türk dünyası üzerinde hegemonyasını kırmanın yolu, “Türk Avrasyacılığı” tezinin geliştirilmesinden geçmektedir. Ne yazık ki Türkiye’de henüz “Türk Avrasyacılığı” tezi temellendirilememiştir. “Turan-Türkistan” kavramını bu eksikliği aşmak bakımından kullanmak mümkündür.

Prof. Dr. Seyfettin Erşahin-Türkistan’ı Türkiye’ye Tanıtan Şahsiyet: Abdürreşid İbrahim

“Mazide olduğu gibi son yüzyıllarda da genelde İslam dünyasının özelde Türk dünyasının ümit kaynağı Türkistan idi. Sömürgecilerden kurtulup yeniden medeniyet inşasında özellikle Türkistan’ın mazideki başarısına atfen müstakbelin inşasında tekrar önemli rol alabileceği düşünülmüştür. A. İbrahim kurtuluş için iki adres gösteriyordu: Türkiye/Osmanlı ve Türkistan. Bunların buluşup kucaklaşmasıyla başarının elde edileceğine inanıyordu. Türkistan’a Türkiye’yi Türkiye’ye Türkistan’ı anlatıyordu. Türkiye’nin arkasında durmanın siyasi, dinî ve hatta iktisadi gerekçelerini anlatıyordu. Her iki kesimi işbirliğine çağırıyordu. Bugün de Türkiye ile Türkistan’ın siyasi ve ekonomik olduğu kadar dinî, fikrî, ilmî ilişki ve işbirliklerine olan ihtiyacı belki de her zamankinden daha fazladır. Bu ihtiyacı görüp temini yönünde atılan adımları teşvik, takviye ve takdir etmek gerekmektedir.”

Prof. Dr. Selami Şimşek-Türkistan Coğrafyasında Tasavvuf ve Tarikatlara Umumî Bir Bakış

“Türkistan coğrafyasında birçok tarikatın ve bu tarikatlara bağlı pek çok sûfînin etkili olduğu görülmüştür. Etkin ve yaygın olmuş olan bu tasavvuf yolları Yesevîlik, Kübrevîlik, Çeştîlik, Hâcegânîlik, Nakşbendîlik ile Nakşbendîliğin Kâsâniyye, Müceddidiyye ve Hâlidiyye kollarıdır. Bu tarikatlardan Yesevîlik ile Hâcegânîliğin ve bu yolun devamı niteliğindeki Nakşbendîliğin Yusuf Hemedânî’nin ortaya koymuş olduğu tasavvuf anlayışının birer meyveleri olduğunu zikretmek gerekir. Ü

Etkili olmuş sûfi şahsiyetler ise Yusuf Hemedânî, Ahmed Yesevî, Hâce Abdülhâlik Gucdüvânî, Necmüddin Kübrâ, Muînüddin Hasan Çeştî, Muhammed Bâhaüddin Nakşbend, Muhammed Pârsâ, Alâüddin Attâr, Yakub Çerhî, Ubeydullah Ahrâr ve Ahmed Kasânî’dir. Bu sûfilerin İslâmiyet ve onun ruhu niteliğindeki tasavvufun söz konusu coğrafyada ve diğer yerlerde yayılmasında ve kalıcı olmasında büyük emekleri olmuştur. Ahmed Yesevî ise bunların en etkili olanıdır ve onun İslâm’ı, sûfiliği yayma faaliyetleri ayrı bir çalışmaya konu olacak kadar geniştir.”

Doç. Dr. Canan Olpak Koç – Hürriyet Evladı Çolpan

“Çolpan bir sivrisineğe merhamet eden şairdir. Kız kardeşi Faika çocukluk çağında meyvelerin üstüne konan sinekleri kovup öldürdüğünü bunun üzerine ağabeyinin kendisini, “Onların da annesi babası var,” diyerek uyardığını anlatır. Bu küçük hikâye şairin yalnız insan sevgisiyle dolu değil, doğada bulunan her canlının hürriyetine duyduğu özlemi daha küçük yaşlarda kavradığını da örnekleyecek bir olaydır. Kumaş tüccarı olan babası tek oğlunun kendi işini devam ettirmesini ister fakat bir dükkânına bıraktığı oğlunun birçok malı dul ve muhtaçlara dağıttığını duyar. Karşılıksız ya da veresiye dağıtılan bu malları duyan baba oğluna, “Senden zengin de dükkân sahibi de olmaz,” der. Şairdir nihayetinde, para ondan uzak düşer. Yine Çolpan küçük yaşlarında zenginleri de eleştirmeyi başarır. Andicanlı cimri bir adam olan Mirkamil’in bu yönünü henüz 9 yaşındayken eleştiren bir yazı yazarak gazeteye gönderip yayınlatır. İsimsiz bu yazı Mirkamil’i sinirlendirince yazarın adını bulmaya çalışmış ve doğruca Süleyman Bezzaz’ın evine gelmiştir. Süleyman Bey aynı isimli bir oğlu olduğunu fakat onun hiç okula gitmediğini söyleyerek çocuğunu bu adamın öfkesinden kurtarır.”

Ebubekir Kurban – Pîr-i Türkistan

“Ahmet Yesevî’nin Türkistan’daki türbesi dünyanın dört bir tarafından gelenlerle dolup taşıyor. Tabii bir çekim merkezi. Orta Asya’nın pek zarif, muhteşem taç kapılı, sırlı tuğlalarla bezeli türbesi ziyaretçileriyle konuşuyor âdeta. Tıpkı Ahmet Yesevî gibi. Orada zarif bir adam yatıyor. Garip ve yetim bir adam muhabbet dağıtmaya devam ediyor. Yesevî’nin yolu, aşk yolu. O yol kapanırsa şiir de musiki de merhamet de kaybolur. İncelik ve zarafet gider. Şiire, kelimeye, ruha dokunmak yerine özden uzaklaşır, şekilde kayboluruz. Aşk yoksa Pîr-i Türkistan’ın türbesini “put” niyetine, “sevap” niyetine parçalamayı göze alan zihniyet gelir. Allah korusun.”

Necatigil’in ‘Kemik’leri Hâlâ Yerinde midir?

Hasan Akay, Necatigil’in Kemik şiirini çözümlüyor.

“Dilin kemiği yok!” derler; lakin işte Türk dilinin bir “Kemiği” var. O bir mânâlı işaret, anlam dolu bir imge, bir deprem hareketi ya da kalp atışındaki dalgalanmaların ritmi gibi bir iz dizisi, bir eylemin uzun vuran gölgesi!..

Şair, eti benim kemiği senin demiştir! Yani sağa sola bakarak kimsenin görmediğini anladıktan sonra hatıralara, hatıra fotoğraflarına, anılar defterine, yaşanmışlıkların izlerine dalarak, birinden diğerine geçerken ‘geçen’i “geçmiş”e gömerek, sondan önce bir kez daha yaşanmış anların görüntüleriyle hâlleşerek belki de son defa görecek olmanın acısıyla helâlleşerek zevk âlemine dalmasıdır.”

Sabir Rüstemhanlı ile Söyleşi

Sabir Rüstemhanlı ile Azerbaycan’a, edebiyata, siyasete, Türkistan’a dair hoş bir sohbet var Karabatak’ta. Sorular Aleyna Malkoç’tan.

“Benim esas görevim bir vatandaş olmak, bir yurttaş olmak. Yani ben Azerbaycan’ın vatandaşıyım, bir Türk’üm. Yaşadığım yıllarda milletimin kaderi, talihi ne istiyorsa onu demeye çalıştım bir şair ve yazar olarak. O zaman neyi gerektiriyorsa o türde eser verdim, o bağlamda konulara değindim.”

“Özbek edebiyatı zengin bir edebiyattır. Bunlar tanıdığım, bildiğim ve eserlerini okuduğum yazarlardır. Tabi aklımıza ilk gelenlerden biri Cengiz Aytmatov’dur. Kırgızistan’ın dünyadaki kimliğidir. Yüz elliden fazla dile çevrilmiş. Sonra, 19. Yüzyıldan Toktogul Satılganov, klasiktir Kırgız edebiyatında. Şahsen tanıdığım, evinde bulunup uzun yıllar dost olduğum Sooronbay Cusuyev var şair. Gençlerden Akbar Rıskılov var.”

“Avrasya denilen yer, aslında baştan başa Türkistan’dır. Japon Körfezi’nden, Çin Seddi’nden başlayıp ta Balkanlar’a giden tüm yerler Türk topraklarıdır. Saha’dan Volga Boyu’na kadar, Altaylar, bunların hepsini Rusya’ya kattılar, paramparça ettiler. Orta yani 15-16-17. Yüzyıllarda Türkler iç savaşlarıyla kendilerini zayıflattılar. Moskova’dan geri döndüler hatta. Bu topraklar Rusların eline geçti. Onları paramparça ettiler, ayırdılar birbirlerinden. Ama herhalde Tataristan, Başkurdistan, Çuvaşistan, sonra Altay Cumhuriyeti, Kafkas ve Tuva hâlen Rusya’nın içinde, cumhuriyet olarak kaldılar. Çin’de Doğu Türkistan, Kazakistan her biri Avrupa’dan kat kat büyük.”

Diriliş Düşüncesinde Birlik İdeali

Yüksel Kanar, Sezai Karakoç’un düşünce dünyasını birlik idealleri bağlamında ele almış.

“Daha 50’li ve 60’lı yıllarda yazdığı yazılarda, -hem de Avrupa’nın, Batı’nın kendini toparlamasından önce, ellerini çabuk tutarak- Müslümanların kendilerine gelmeleri, birliklerini kurmaları üzerinde durdu.20 Yoksa onları bir kıyametin beklediğini hatırlattı.21 Ne yazık ki aradan geçen bunca yıl, bu birlik çağrısına kulak verilmediği için kıyametin bölge bölge yaşandığı günümüze geldik. Müslüman ülkeler peş peşe işgal edilmekte, yersiz yurtsuz bırakılan ülke insanları geçmişteki vurdumduymazlıklarının cezasını ağır bir şekilde çekerken, diğer bütün İslâm ülkeleri ise tam bir duyarsızlık içinde, kurbanlık koyunlar gibi, âdeta aynı sona uğrayacaklarını bile bile, sıralarını beklemektedirler. Birlik ruhundan yoksunluk, olaylara tarihî-sosyolojik açıdan bakmanın önünü tıkadığı için, bu sona duyarsız davranmaktadırlar.”

Projektör’de Hande Aydın Var

Öykücü Handan Aydın’la iki öykü kitabı Palas Pandıras ve Melekli Oda üzerine yapılan bir söyleşi var. Hem kitapları hakkında hem de yazarlık yolculuğu hakkında notları paylaşıyor Aydın söyleşide.

“Hikâye yazmak asla aceleye gelebilecek bir iş değil. Uzun bir uğraş, dikkat ve özen istiyor. Okuyucunun bir solukta okuyup geçtiği bir paragrafı yazmak saatlerimizi hatta günlerimizi alabiliyor. Metni kıymetli kılan da bu titiz çalışma elbette.”

“Bir edebiyat öğretmeni olarak gücüm yettiğince öğrencilerime dil hassasiyetimi aktarmaya, iyi metinler okutarak onların zihinlerinde ve gönüllerinde solmayan çiçekler açtırmaya çalıştım. Güzel metinlerle haşır neşir oldukça bugün bazı çevreler tarafından ısrarla dayatılmaya çalışılan vasıfsız ve dar kelimelerle yazılmış metinlerin çirkinliğini fark etmeye başladılar. Dünya üzerinde konuşulan bütün dillerin birbirlerinden sözcük alışverişi yaptığını, bunun dilin zenginliği demek olduğunu anlatmaya çalıştım.”

Karabatak’tan Öyküler

Merve Büyükçapar- Gördes Kızı

İki genç kız beyaz patiskayla tamamen örtülü halı tezgâhının başında yan yana oturuyorlardı. Ayşe çeyizi için halı dokuyordu çocukluk arkadaşına. Biten kısımları göstermek için kilimhaneye çağırmıştı onu bugün. Kapıdan girer girmez boynundaki yazmayı çekip gözlerini sımsıkı bağlamış, görüp görmediğinden emin olmak için parmaklarıyla sayılar gösterip “Bu kaç,” diye sormuştu tekrar tekrar. Heyecanlıydı. Nefesini tutup tezgâhın üzerindeki örtüyü yavaş yavaş çekti ve fısıldadı, “Hadi, aç gözlerini!”

“Makbule her birini sakince cevaplıyordu. Gideceği yol, süreceği iz, yanına alacağı azık, üzerine giyeceği elbise. Her şeyi anlatmıştı ona. Ortaya çıktığında ne diyeceğini, herkesi nasıl ikna edeceğini. Bir tek yolda yakalanmaktan korkuyordu. Halil peşinde olduğunu anladığı dakikada geri götürürdü, emindi bundan. Makbule her nasılsa kumandanı ikna etmenin Halil’i ikna etmekten daha kolay olacağına inanıyordu.”

Aslıhan Ertaç – Saksağan Geldiğinde

“Kırmızı boncuk düştü ağzından. Yan gözle bakıyordu bana. Emeğim zayi olmamıştı, gururlandım.”

“Kimi zaman parlak bir şeyler oluyor ağzında. Karşı balkondaki saksıya gömüyor getirdikle – rini. Hırsızlığını gördüğümü bilmemeli. Zarar verebilir ilişkimize. Perdenin arkasına geçip görünmeden izliyorum.”

“Her gün göremiyorum artık onu. Bana alışmaktan korkuyor mu? Dostluğumuzdan sıkıldığını düşünmek istemiyorum. Bu gevezelikle onu çekecek kimse bulamaz. Hayra yoruyorum gelmeyişini. Onu hep yanımda tutacak bir çözüm bulmalıyım. Zoraki bir geliş olsa da gitmek istemeyeceği bir çözüm. “Benimle yaşamak ister misin?” diye bir kuşa soracak kadar delirmedim henüz. O hâlde ne yapacağım?”

Eda Kartal – Kıble Nerede?

“Bastonuna dayanmış; yünlü, kalın şalını beyaz namaz örtüsünün üzerine zahmetsizce atıvermiş, göründü kapıda. İlginçtir, hatırlayabildiğim en eski resim onunla ilgili, dört beş yaşlarındayken babamın kucağında büyükçe bir evdeyiz. Kalabalıktan biri anlatıyor, diyor ki “Sırtında bebeğiyle tek başına aşmış koca dağı!” Bu cümle zihnimde benimle beraber büyümüş. Çocuk aklım boşlukları doldurmuş ve kızıl saçlı, hızlı atıcı Calamity Jane oluvermiş Dövlet Hanım.”

“Misafir odası yine dolu. Üçlü koltuk beşlenmiş, ellerde güllü Yasin. Annemi sinir edecek kadar ıslak ayak var banyonun zemininde. Biri mutfakta az önce dağıtılan pideden çocuklarına götürmek için paket yapılmasını bekliyor. Yardım edenler ve sessizce boyun bükenlerden başka uzun zamandır birbirini görmemiş akrabanın ayaküstü sohbetleri dolduruyor her yeri.”

En olmadı bir gerdanlık, belki pırlanta bir yüzük. Öyle ya babaları pek zenginmiş. Kafkasya’dan göçerken kadınların saçlarının içine koymuşlar hep altınları. Geride bir ağıl hayvanla dağ taş ormanı, düşmana hediye eder gibi gözü yaşlı bırakıvermişler. “Sadakallahülazîm.” Katlanmış bir kâğıt parçası çıkıyor sadece. Babaannemin bana bıraktığı mirastan memnun, çevirip herkese gösteriyorum: “Kıble Neresi?”

Karabatak’tan Şiirler

Edison seyrediyor, dört buzağı ve bir topal at seyrediyor Edison’u
topal olmayabilir, acımasın halk, kulvarda koşamayana yer yok
benim elektriğim senin elektriğini döver George Westinghouse
senin şalterin ancak can alır doğru akıma bırak kendini ve piyasayı
Chicago oradaysa West Orange burada alternatif akımla dört nala
bir ölüm sürüsü geçiyor; at, buzağılar ve idam mahkumları siyah
kasaba gideceklerdi erken piştiler sadece, genzimizi yaktı koku
dört ayaklılar oturamaz, sandalye iki ayaklılar için bayım
doktordan giyotin diş hekiminden sandalye insanlık öldü mü
canınız yanmayacak bir anda karışacaksınız karanlığa elektrikle

anne cennete girecek mi Edison
Tanrı’ya telgraf çekerek sorabilir bunu
A.Ali Ural

Nar değil kar yağıyor Erzurum’un kışında
Değirmen ocak başı öğütüyor damağı
Hiç bilmez ne yetişir bu mevsim yokuşunda
Sevdiceğim sızlanma koruğun vakti geçti
Çeker bir bebek eli yutkunduğun çanağı
Hüseyin Akın

yakın tarih, uzak tarih. yakından sevmek, uzaktan.
istedim ki borcumdur kayda geçeyim bahsedeyim
başkaları konuşur yazdıklarımda -örtülü deyiş- bu şiirde istedim ki ben
şelaleye benzettim su çoğalandır ve esneyen, kapsayan
geçmiş, geniş, gelecek zamanlı kapsayan
geçmiş, geniş, gelecek zamanlı dalgalanış
gözlerimizi bir demet çiçek kamaştırıyor bir demet gibi bayrak
sesinin köşelerinden bize bakıyor
Meryem Kılıç

Bir kuş havada son nemi yudumlarken
Gitsem olmuyor kalsam olmuyor
Yaratılmış olmaktan memnun ne varsa kovuyorum yanımdan
Bir karpuz keselim diyorum
En ince kabuklusundan
Ocak şimdi bir avuç karın içinde ısınıyor
Bir ocak çok uzaklarda çimizdeki sesi boğup duruyor
Boğulursa onun içinde bir ses
Boğulsun
İstiyorum
Âdem Yazıcı

A benim güzelim, babam benim pederşahım
A güzelim benim, nasıl da yemişim ömrünü.

Kavga dövüş bitti, dağıldı toz duman;
Bir karım var artık, göz açıp yola vuran.

Tövbe yetmez, söz geçmez, diz tutmaz
A benim güzel babam, erkeklik beklemez.
Eray Sarıçam

hayli kereler denedim söylemeyi beceremedim
aşka vakit yoktu maviyi gökten indiren sağanaklar
her yan griydi aşka vakit yoktu söyleyemedim
tuti dillerin arasından geçip yürümek çarnaçar
kanayan bir şeyler vardı yarası olmayanın bilemediği
farıdım seslerden görüntülerden harflerden
dulda aradım bir başına çömelip ah sessizlik
ferda nerdesin ah ki bu ömrü ben istemedim
Yunus Emre Altuntaş

artık yormuyor suyu bulandırıp durultan maktul
insan ha yedisinde ha yetmiş yedisinde
terden sonraki ferahlık içime sızan nakış
nasıl bir hurafeymiş inerken tırmandığını sanmak
teşhisi konmamış üzütler muadil olmayacak benzerliğine
ağrısı kalan bu yanılsama koyu karanlık infaz aletleri
beşerim şaşarım ademoğlunu taklit ediyorum
Ahmet Karpınar

Bûtimar, Sayı: 23

Bûtimar dergisi, mevsimler tadında çıkmaya ediyor. Dergi, İrem Ahıskalı’nın hazırladığı kültür sanat ajandası ile başlıyor. Sergiler, filmler ve kitaplar ile bezeli bir ajanda sunuyor Ahıskalı okurlara.

Hikâyeci Orhan Veli

Orhan Veli ve hikâye kavramı yan yana pek kullanılmaz. Garip Akımı’nın ve edebiyatımızın en önemli şairinin hikâyeleri olduğu çok da bilinmez. Kısa ömrüne sığdırdığı güzelliklerdendir onun hikâyeleri. Ayşe Şahin, Orhan Veli hikâyelerini ve onun öykü üzerine verdiği notları kaleme almış.

“Orhan Veli bize şiirlerinin yanı sıra kısa ömründe az da olsa birkaç hikâyesi ile de yol gösteren Türk Edebiyatı’nın en kıymetli hocalarından. Kitabın sonundaki kısa röportaj da bize yazı anlamında titiz bir yazarı okuduğumuzu ispat eder nitelikte. Edebiyatın çoğunluğa hitap etmesi gerektiğini, halka götüren edebiyat konusundaki ısrarını, kendi meselemizden bahsetmedeki çabasını okurken yazarlık dersleri zihnimde devam ediyor. Şiirlerinin yanında Hoşgör Köftecisi ile hikâyeci ve William Saroyan’dan çevirdiği Yaşasın Aşk ile de çevirmen Orhan Veli’yi yakından tanımış oluyoruz böylece.”

Merve Büyükçapar ile Söyleşi

Şeyma Subaşı’nın sorularını cevaplamış Merve Büyükçapar. Benim de ilgiyle takip ettiğim bir öykücü Büyükçapar. Kendine has bir dili var yazdıklarında. Zihni yormayan ve çocukların kalbine dokunan bir içtenlik görüyorum bu öykülerde. Kitabını ve yazma sürecini anlatıyor Büyükçapar.

“Malumunuz bu kitapta insanın çocukluk dönemi üzerine düşünüp oradan öyküler devşirmeye çalıştım. Çocukluğumun kapısını araladıkça o yaşlarımızı kıymetli kılan şeyin duygularımız olduğunu, bunların en başında da hayret duygusunun geldiğini gördüm. Bu pencereden bakmaya çalıştım yazdıklarıma. Hayretle bakamadığım hiçbir şeyden bir sanat eseri çıkmayacağını öğrenmiştim hocam Ali Ural’dan.”

“Kendi adıma da kurguladığım hikâyelerdeki çocuklar adına da öyle olduğunu söyleyebilirim. Eşyalar çocuklukta birer bağ kurma aracı; ailemizle, arkadaşlarımızla, hayatla. Bu bağ üzerinden anlatmaya çalıştığım hikayelerde eşyayı hem gerçek hem de sembolik taraflarıyla düşünmek istedim. Nesneler aynı zamanda kültürün, zamanın, yaşanılan sosyal çevrenin, inanç yapısının vs. anlaşılmasına katkı sağlarlar.”

Bir Okur Olarak Mehmet Doğan

Mahmut Bıyıklı, içimize büyük bir hüzün ve boşluk bırakarak aramızdan ayrılan D. Mehmet Doğan hakkında yazmış. Bıyıklı, yazısında Doğan’ın okuma serüveni üzerine notlar paylaşıyor.

“Mehmet Doğan, kitaplı bir evde dünyaya gelen bahtiyarlardandır. Babası da Delail-i hayrat şerhi başta olmak üzere zemin metinlerimizi ibadet neşesiyle okur.”

“Neredeyse okumadığı gün olmayan Doğan kitaba her daim yakın durmuş günlük okuma planında neredeyse hiç kopmamıştır. Son hastane sürecinde yoğun bakım ünitesine girdiğinde bile doktorları beklerken elindeki kitabı okuyup notlar almaya devam etmesi gözlerden kaçmamıştır.”

Yazmak bir başkası olmaksa: Ferit Edgü

Ferit Edgü’ye bir veda yazısı ile dergide yer alıyor Abdullah Ezik. Bu aynı zamanda Edgü’yü daha yakından tanımak isteyenler için açılımlı bir portre yazısı olmuş.

“50 kuşağına dair bir temsilci ve aslında merkezde yer alan figürlerden/karakterlerden biri olarak Ferit Edgü, salt edebiyatla değil, aynı zamanda resimle, sinema ve tiyatroyla kurduğu bağla; politikaya yaklaşımı, entelektüel çevresi ve bir parçası olduğu topluluklarla da dikkat çekerdi. Gerçekleştirdiği sanatsal girişimler ve nihayetinde zaman içerisinde inşa ettiği bütünlük, onu çok yönlü bir kişilik hâline getirirken aynı zamanda Türk edebiyatı ve sanat eleştirisi bağlamındaki pozisyonunu da özgün kılar, bu meseleye bir çentik daha atar.”

“1950’lerden günümüze hemen her zaman yazan ve her bir metninde farklı bir yoldan giden Ferit Edgü, Türk edebiyatının en ayrıksı yazarlarından biridir. Onu bunca ayrıksı yapan ise salt yazan değil, anlatan, açıklayan, çeşitleyen tavrıdır. Öyküleri, mektupları, denemeleri, biyografileri, notları bu durumu açıkça ortaya koyar.”

“Hep Otuz Üç Yaşında”: Zamanı Aşan Bir Hikâye

Bir ansiklopedinin 33 yılda vücuda geliş hikâyesini anlatan belgesel hakkındaki yazısıyla Rabia Aydın Bûtimar’da. Diyanet Ansiklopedisi 33 yıllık serüvenini tamamlayarak nihayete erdi.  Ülkemiz büyük bir kültür hazinesi kazandı. Bu uzun soluklu çalışmanın aşamalarını anlatan belgeseli mutlaka izlemek gerek.

“TDV İslâm Ansiklopedisi’nin ilk çalışmaları 1983’te Üsküdar Bağlarbaşı’ndaki, günümüzde Ganache Pastanesi’nin olduğu binada başlar, ilk fasikül çıktığında Kasım 1988’dir ve nihayet 1. cilt yayımlandığında sene 1989’dur. Kasım 1997’de de İSAM bugünkü yerine taşınır. İSAM (İslam Araştırmaları Merkezi), TDV İslâm Ansiklopedisi’nin yazılma sürecinde oluşturulmuş sadece bir kütüphane değildir büyük bir komplekstir; yemekhanesi, misafirhanesi, tamirhanesi, araştırma kadrosu için akademi binası, konferans salonu ve idari binası.”

“Filmde mekân olarak seçilen yer elbette İslam Araştırmaları Merkezidir. Türlü türlü ağaçlarla donatılmış geniş bahçesi, çardakları, meşhur çay ocağı ve meşhur kütüphanesi ile atmosfer olarak size iyi geleceğinde şüphem yoktur.”

Bûtimar’dan Hikâyeler

Sümeyye Beyazçelik – Kuyu

“Kafasını sudan çıkartıp derin bir nefes aldı. Gözlerini açmakta zorlanıyordu çünkü güneş ışıklarının düştüğü su, kör edici parlaklıktaydı. Kirpiklerinin arasından izlediği kırılmaları, durmadan yağan bir mücevher yağmuruna benzetti.”

“Sudan çıkar çıkmaz öksürmeye başlıyor. Ciğerlerine dolan suyu boşaltıyor öksürüklerle. Gücünü yitirdiğini sandığı kollarına yüklenip bir hamlede çıkıyor havuzdan. Motor, olanca kuvvetiyle çalışıyor. Üstünden akan su damlaları arasında, o evi düşünmeye devam ediyor. Unu kavurup helva yaptıkları günden sonraki zamanları hatırlamaya çalışıyor. Evin ruhunu, halanın neşesini, kuyunun suyunu kaybettiği günleri…”

Emame Akman Harmancı – Yolun Götürdüğü

“Anons sesiyle irkildi. Aslında son derece yumuşak olan ses yarı dalgın Hazal’ı yerinden sıçratmış, çayının dökülmesine sebep olmuştu. Yandaki seslendi. “İyi misiniz? Yanmadınız inşallah!” Peçete uzatıyordu kızcağıza. Hazal faydasız olacağını bildiği halde peçeteyi alıp pantolonunu silmeye çalıştı.”

“Anlaşılan Hazal’a hayal dünyasına çekilecek mühlet yoktu. Bir başka tren seferine erteleyecekti aklındakileri. İçinde tuhaf, belirsiz bir şeyler uzamaya başladı ona bakarken. Uçuşan sahneleri biriktirmek, cıvıldayan anların sesine kulak kesilmek, köşeye, kenara hepsinden kırıntılar koymak… Böyle durumlarda yapacağı buydu sadece.”

“Elindeki romanın sayfalarını rastgele, telaşla kurcaladı. İlk sayfaya bakmayı akıl etti sonra. O an kalbindeki gümbürtü dışarıdan duyulacak kertedeydi. İnsanlar kitapların başına ad ve soyadlarını yazardı genelde değil mi? Araştırıp, ondan bir iz bulmak için yeterliydi üstelik. Titreyen parmakları, romanın ilk sayfasını korkakça açtı.”

Bûtimar’dan Şiirler

Bir an var
Çok küçük, kesik, gürültüsüz
Biz biliyoruz yalnız verdiği sürgünü
Eşelediği toprağı, oyduğu mağarayı
Ah benim uzağım, kalabalığım, kapalı kapım
Vakitsiz bir hüsnüyusuf çiçeği bu
Solacak ya da koparılacak
Uzun, akça elleriyle zamanın
Leyla Marankoz Doğramacı

Hep Zamansız Ağlatsa Da Leyli
Deniz Kızı Meskenidir Saçların
Cemalini Kemale Erdiren Güzel
Ağıtla Mil Çektirdi Gözlerime

Fırat Ve Dicle Kardeşlerindir
Bindirme Beni Can Kayığına
Rahlende Geçmeyenin Diline
Suskunluk Kelamı Yakıştırma
Mustafa Işık

Bu Açıyla Kalyonlar Durur Mu İnsandenizinde
Yeniden Üretilmesi Saatlerin Gözlerime Karşı
Parabenlerin Uzağa Doğru Artan Reaksiyonu
Seni Sevdikçe Diken Üstünde Bir Bulutla

Susmak Yetiyor Aldatmaya İnsanı En Asi Haliyle
Ellerini Taşla Sert Bir Şekilde Göğe Baktıran Ben
Aynı Balçıkla Bir Süre Ayarlanabilir Yükseklikteyim
Zeki Altın

o gün kösnülerin altından saçlarıyla yara topluyorlardı
sallama çay içtiği bu evin eteklerini unutmalıydı ama
rüzgarla ese gelen bir yalı kazığı dimdik durdu karşısında
tekleyen bıçakların ve kamburlaşmış yeminlerin sırtlarından geçerek
ağız dolusu ölümle çay ve çekirdek üflüyordu –tadı acı
eğer kapılar gıcırdıyorsa ciğerleri iltihap kapmış olabilir
çok öksürüyorsan sigarayı azaltabilirsin sen de
tabancanı kurcalamadan önce tükürüğünü yutarsın
alın yazısı
çarpıtılmış bir boyun bağı
Cüneyd Ensari

kitaplara çok para veriyorum rabbim
ve yeni babalar yaratıyorum kendime
galiba içlerinden biri beni dövecek
sonra
bire gidecek!
birden
bire

anne, biz hayata çok mu geç kaldık
aklıma gelip duruyor

birden bire
birden
bire
Can Ülgen

şimdi bir sofada adını ananlara mümkün değil kanmam
seni ben bilirim yıkadığın çarşafları sakladığın ölüleri
bu kadar tekrar olur mu deme derimde nazeninler
ben. kırma ateş. tantananın yok saydığı göklere kaldım
çanaklarında gezdirdiğim karanlık beni hayli ıskaladı
Bayram Tayyip Yaslıca

Hangi şarkı biter içindeki taşı almadan
Biter mi durulmanın geniş ovası
Anladım dünyanın böyle de bir kokusu var
Bir mavilik açarsam kirpiğinin eğimine
Islandıkça suya siner
Serinliğimce bir reyhan
Hatice Nisan

Hisdüşüm, Sayı:27

Hisdüşüm dergisi yeni yüzü ve rengiyle karşımızda. Kendini sürekli yenileyen bir dergi Hisdüşüm. Bu sadece mizanpaj anlamında değil. Dergiye yeni katılan isimler derginin daha canlı bir görünüm kazanmasını sağlıyor. Zaten bir dergi kendini tekrar etmeye başladıysa çok da zorlamamak gerek diye düşünürüm her zaman. Bu anlamda Hisdüşüm her zaman umutları ve beklentileri canlı tutuyor.

Emame Akman Harmancı’nın Editör’den Yazısından

“Konuşacak ve susacak ne çok şey var sevgili okur. Yazmanın sağaltıcı büyüsüne kapılıp gidecek, bir gün buharlaşan kelimelere dönüşeceğiz. O güne kadar dilimiz döndüğünce, kalemimiz yazdığınca, klavyemizdeki tuşlar bastığınca anlatacak, anlatacak, anlatacağız.”

Cennetin Yansıması: Ohri

Fatma Betül Şengönül ve Miyase Aslantaş yaptıkları Ohri gezisinin izlenimlerini yazmışlar. Anlatım o kadar sıcak ki ilk fırsatta Ohri’ye gitme hissi uyandırıyor. Bir gezi yazısında da olması gereken budur.
“Ve nihayet yaklaşık üç saatin sonunda Ohri’ye varıyoruz. Demlenmiş bir yağmurla veriyor bize hoş geldin selamını. Hafiften ıslanıyor saçlarımız, ayakkabılarımıza sokaklar yapışıyor. Soluklanmak için Meydan Çay Bahçesi’ne atıyoruz kendimizi ve Katherine ile kesişiyor yollarımız. Türk usulü ince belli bardakta tavşankanı çay ısmarlıyoruz O’na ve başlıyor İngiltere’den Anadolu’ya sohbetimiz. Yanı başımızda yüzünü pencereden yansıyan rengarenk gökkuşağına dönerek yağmura kulak kesilmiş anın keyfini çıkaran kedicik mırıl mırıl eşlik ediyor bu sohbete.”
“Yalnız değiliz elbet! Suyun yüzeyinde bıraktıkları dalga dalga telaşla kuğular süzülüyor yanı başımızda. Boy boy ördek ailelerinde bir akşam telaşı…”

Emrah Atiş ile Söyleşi

Eda Çoban’ın sorularını cevaplamış Emrah Atiş. Yazdıkları, yazacakları, çalışmaları derken ortaya keyifle okunacak bir söyleşi çıkmış. Bundaki büyük pay, Eda Çoban’ın incelikli sorularında gizli.
“İlk zamanlar tanınmak, çok okunmak, en azından bunları ummak güzel duygulardı. Fakat şu an bu hisler bende mevcut değil. Olması gereken de bu sanırım. Son birkaç yıldır iyi edebiyatın, derin edebiyatın, küresel edebiyatın peşinde koşuyorum.”
“Uzun zamandır üzerine çalıştığım bir roman var. Üç yıl boyunca sadece kurgusu üzerine yoğunlaştığım, anlatacağım yıllar ve konuyla ilgili onlarca kitap okuyup film ve belgesel izlediğim bir roman… Altı aydır da yazıyorum. Yazma süreci daha keyifli ve rahat geçiyor. Günde on saatten fazla bilgisayarın başında vakit geçirdiğim oluyor. Romanla yatıp romanla kalkıyorum diyebilirim.”

Filistin Coğrafyasının Öteki Tarihi

Mehmet Şakir Çıplak, peygamberler tarihinden örneklerle Filistin coğrafyasını anlatıyor yazısında.
“Tarihin bir döneminde daha hayat şartları Filistinliler üzerine kapanmış bütün kurtuluş delikleri tıkanmış, sayıları azalmış, geçim koşulları yetersiz hâle gelmiş, gelecekten ümitleri kesilmiş, ruhlar zillet içinde kalmıştı. Bu sefer Firavunlar, İsrail oğullarını hor görüyor, esir olarak kullanıyor en ağır işlerde çalıştırıyorlardı. Onları ne savunabilecek bir güç ne koruyabilecek bir kurum vardı, zulüm altında inleyen insanlar topluluğu durumundaydılar.”
“Kur’an Hz. Süleyman için: “Süleyman’a hükmetmenin inceliklerini ve yönetim sanatını öğretmiştik…”der ki muhakkak Filistin ülkesinin en parlak çağları o dönemler olmalıdır. İslam bilginleri Kur’an’da Mescidü’l-Aksa adıyla anılan ve çevresinin mübarek kılındığı belirtilen yerin Beytü’l-Makdis olduğu konusunda görüş birliği içindedir.”

Enes Melih Sofuoğlu ile Söyleşi

Eda Çoban dergide ikinci söyleşisini Enes Melih Sofuoğlu yapmış. Derginin kaptan koltuğundaki isimle söyleşi yapmak da oldukça orijinal bir fikir. Derginin hikâyesini ilk ağızdan dinlemek gerek. Sorular ve anlatım yine çok özel ve içten. Cevaplarsa aynı samimiyette.
“Çocukluk arkadaşlarımla böyle bir oluşumun içerisine girdik, onlar artık burada yok ama iyi ki yapmışız. Heyecanlıydım, ilk sayımız çıktığında yastığımın kenarına koyup uyuduğumu biliyorum. Altı yıl geçti, Hisdüşüm’le büyüdüm ama hâlâ yen sayımız çıktığında yastığımın kenarına koyar öyle uyurum.”
“İtiraflarımın kimse için bir şey ifade edeceğini düşünmüyorum. Belki Hüseyin Hakan veya Galip Çağ hocalarım kadar ünlü olsaydım ifade ederdi diye düşünüyorum.”

Hisdüşüm’den Öyküler

Mustafa Alican – Dev
“Ocaktaki çam odunu çatırtılar çıkararak yanıyor, ateşin sıcaklığı yüzüme vuruyordu. Kuru bir yün yığınının içerisine bırakılan kıpkızıl kor parçası gibi yanaklarıma değen sıcak hava oradan bütün yüzüme yayılıyor, sakallarımı yalazlarına boğup boynumdan göğsüme doğru iniyordu.”
“Naif muhatabımı incitmek istemiyordum. Hem havalar da iyice bozmuştu. Bu handa ne kadar kalacağımızı Allah bilirdi ancak… Şu saf Bulgar le aramı bozup arkadaşsız kalmayı da göze alamazdım. Günler, geceler boyunca bu ateşin başında öyle kös kös oturup havaların düzelmesini beklerken sohbet edeceğim birine ihtiyacım olabilirdi. Sesimi çıkarmadım.”

Filiz Aydın – Vazife Ormanında Birkaç Çentik
“Tüm canlılar benden hizmet bekliyor. Ne yazık. Elimde, kendi acil çıkış camımı bile açacak hiçbir şey yok. Sıkışıyorum. Oğlanın veli toplantısı, şirketin aylık raporları, her dam şuhluk bekleyen ev arkadaşı.”
“Balkona çıktığımda sigaramın yarısının bittiğini fark ediyorum. Kırmızı halıda sigara içerek yürüdüm demek ki. Kalan yarısını keyifle içmeyi umut etsem de çamaşır makinesinde dönen renklileri bir çarka sıkıştırıyor beni. Derin derin soluyorum.”
“Çentik ata ata ilistire döndürdüğüm ruhumun sesini çok ötelere itiyorum. Bir an bıçakla bakışıyoruz, tüm samimiyetiyle bana bakıyor. Aldırmıyorum. Salatanın marulunu doğrayıp kenara bırakıyorum.”

Fatma Türk – Kopuntu
“Nohut tanesi kadar merhem… Karşısında kıtaları aşan bir yara! İyileştirmiyor sözlerimiz. Yarım ve yama eylemlerimiz bizden değil çünkü, merhametimiz bile ithal. Yetmiyor, yetmeyecek. Belki cürmümüz samimiyetimizi aştığı içindir…”
“Baştakiler, büyükler, üstekiler, anne, baba! Aldığınız kararlarda kendimi göremiyorum. Yeni ve yabancı parçalar verip durmayın bana. Uymuyor, olmuyor. Olmaz! Çünkü bir kopuntuyum ben, uymaz.”

Emame Akman Harmancı – Mecnunlar Kapısı
“Elinde bastonla ikindi namazına giden beli bükük ihtiyarları izledi. Yolun kenarında bir süredir amaçsız dikiliyordu.”
“Bu duruma sızlanan yaşlılardan bir de dedesiydi. Onun sayesinde öğrenmişti bu semtin kıymetiharbiyesini. Üzerinde yürüdüğü zeminin, havasını soluduğu o eşsiz tarihi dokunun farkında olarak, buranın hemen her sokağını ezbere bilen belki nadir gençlerden biriydi Selman.”
“Selman elindeki kitapları yanı başına indirirken kalbindeki melâli fark etti. Sözcükler bin asırlık bir yolculuktan gelmiş gibi havada ağır ağır süzülüyordu. Duymak isteyene nasihat oluyor, küpe misali takılıyordu kulaklara.”

Nuray Alper – Gülter Hala
“Camı hafifçe aralıyorum, baharın kokusunu cömertçe genzime taşıyan rüzgârı selamlıyorum. Usulca kapatırken de gözlerim mavinin, yeşilin binbir tonunu içimde ağırlıyorum. Gülter Hala bayram demek ve bayram biraz da Gülter Hala’ya gitmek…”
“Sabırsızlık dediğime bakılmasın. O, orada minyatür bir haminne gibi bekliyor ya, Ümitköy’e giden yollar başkalaşıyor, göğsümü pürneşe kılmaya yetiyor. Kırmızı üzerine çizilen ay yıldızlı deseniyle aralanıyor perde. Hazeran çiçeğinin refâkatinde yirmi üç sene öncesine götürüyor beni…”
“Gülter Hala’nın Bursa’da yaşayıp genç yaşta vefat eden kardeş olduğunu öğreniyorum. Bu güzel ve çocuksuluğunu muhâfaza eden yüzü ilk gördüğüm âna giderek oradan bir kardeş devşirmeye çalışıyorum; ellerinde, şu ihtiyar incecik ellerin mânâsından kopan bir zarâfet olmalı, gözler hayatın en neşeli renklerini taşıyor bebeklerinde…”

Hüseyin Hakan – Herkes Bir Yolunu Bulur Nasıl Olsa
“Boşlukta hâlâ bir yer kapladıklarına ve kendilerini var edecek şeyler sıkı sıkıya sahiplendiklerine kesinkes ikna olmanızdan yanalar. Bu yüzden kolayca pes etmek yerine huylarına gitmenizi, mümkünse ciddi bir kazıyla meseleyi gün yüzüne çıkarmanızı diliyorlar. Kimya Hanım da bunlardan birisiydi. Sormasam anlatmazdı. Sordum, yine de anlatmadı.”
“Mütemadiyen, biteviye, muttasıl, dur durak bilmeden çalışmazsanız olmaz. Bu birincisi. İkincisi, içerisinde benim de yer aldığım bu çağın evlatları her şeye sahip olamamanın derin acısını çekiyor. Sonra bir ölüm geliyor işte. Bütün hesapları sıfırlıyor.”

Galip Çağ – Kenar Mahalle
“Kapı önlerine bırakılmış çöp kovalarından sızan pis suyun kokusu tüm apartmanı sarmıştı ve istemsizce burnunu tutmasına kendi bile engel olamadı. Hemen orada “yok vazgeçtim” demek istedi ama yapamadı işte. Emlakçıyı usulca takip etti.”
“Sürekli etrafı süzdü. Sanki her ayrıntıyı tarar gibiydi. O da misafirini izledi bir süre. Sonra salona buyur etti. Planı, o balkonu temizlerken komşusu ile az biraz sohbet edip mahcubiyetini gidermekti. Biraz ısrarla onu çekyata oturtmayı başardı ve balkona çıktı.”

Hisdüşüm’den Şiirler

Ölüme terkedilmiş bir halkın göz yaşlarından damıtık bir yağmur
ıslatıyor taşları…

Dünyanın da tadı kalmadı diyor
elinden gelen ardına koyanlar
Hava durumunda füze yağmurları
alt yazıda kuşların toplu intiharı
Sentetik acılar afilli marka poşetler epey bir layk alıyor
kekeme bir çocuk kelimeler fırlatıyor şeytanı melek sanan katillere
Serhat Çankaya

Kalbim, yol aynam.
sessizce büyüyen
sesim benim.

neden hep, arkana bakıyorsun
geldiğinden beri.
göremeyeceksin,
gençlik uykusundan dönünce
kır çiçekleri.

bir boşlukta debelenip
duruyorsun şimdilerde.
hiç durulmuyorsun.
Mizgin Teker

Kudüs’e
at düştü
yelesi rüzgârda savrulurken
toynakları, toprağı tutmaz oldu
gidilecek seferler varken
at düştü
eyvah dedi süvari
şimdi yıkılacak gökkubbe
şimdi kızıla boyanacak ne varsa
oysa zafer şarkıları yakın
Bir fısıltı gibi kulağında
Hidayet Kara

Yürüdüm;
Bana benzeyen bir gölgenin ardından,
Süzülüyorum çatılarında çöl kumu örtülü sarayların,
Neresi hangi taraf?
Terimde, bitmiş bir mataranın suyu yakıyor,
Uzaklara biteviye mıhlanmış gözlerim,
Kurumuş ağzımı kapadım zira konuştuğum kâfî.
Yüzüstü sürüklendiğini görmüyorum,
Kopan fırtınada arsız bedevilerin.
Ağzını bıçak açmıyor zaten kervandaki,
Geviş getirmekten başka, kızgın develerin
Musa Binol

Beyaz perdeler bir bir kapanıyor ömrümün
Kapalı gişe bir yalnızlık korosuyla
Kaldım umutsuz bekleyişin bahçesinde
Varamadım kendimden başka yere
Sokaklara çıkıyorum mutsuzluk akıyor
Bir şehrin bütün adamları siyah giyinir mi?
Bir şehrin bütün kadınları uzaklara bakıp bakıp gider mi?
Masal günlerinden uzaklaşıp gidiyor işte her şey
Taş plaklardan yükselen mutlu bir şarkının özlemiyle tutuşuyorum
Dostluklar ve sepetteki elmalar çürüyor
Tekerlek icat edileli her şey daha bir uzak artık
Adem Taş

Yediiklim, Sayı: 417

Yeni bir dil kurmanın öneminden bahsederek 417. sayısına giriş yapıyor Yediiklim dergisi. Tekrar ayağa kalmak ve ahlakın, erdemin baş tacı edildiği günlere kavuşmak için yeni bir dil, yeni bir bakış ve anlayış şart. Bunu başkasından beklemeyecek kimse. Herkes önce kendi dilini ve yordamını gözden geçirecek.

“Ortak ve yeni bir dile ihtiyacımız var. Bu dil hem Türkiye toplumuna hem de bütün dünya insanına umut aşılamalı. Dil, söylemi; söylem, eylemi kurmalı. Bireyden topluma tek vücut hâline getirmeli. Öyle bir dil kurulmalı ki uluslararası arenada dünyanın mazlum milletleri kendini bu dilin yankılarında bulabilsin. Bu dilin kurulabilmesi için kendi içimizdeki kırıkları toplamamız, içimizi temizlememiz; her alanda adaleti, ehliyeti, hakikati gözetmemiz gerekir. Ancak bu şekilde hakikatin dili kurulabilir. Bir savaşın içinde bile olsak bu dili kurmak zorundayız. Savaşlar; topla, tüfekle, uçakla değil; tek yürek hâlinde atan bir imanla kazanılır. Bu inancı kuracak olan da hakikatin dilidir.”

Alim Kahraman’ın Günlüklerinden

24.02.1988

Bu sabah Kamil Eşfak’a uğradım, yan taraftaki kahvede olduğunu öğrendim. Orada buldum onu; bir müddet oturup konuştuk. Bazı kitaplar var yayımlamayı düşündüğü. (Mimar Sinan’la ilgili bir kitap, Çorak Ülke’nin Yüksel Peker tarafından yapılmış bir çevirisi. Cehennemde Bir Mevsim’in Mahmut Kanık tarafından yapılmış bir çevirisi.) Kendi şiirlerini Yedi İklim yayınları arasında yayınlamayı düşünüp düşünmediğimizi soruyor. (Evet, düşünüyoruz. Maddî bakımdan müsait bir zamanda.. Cahit Koytak’ın şiirlerini basmayı da düşünüyoruz. Sonra benim bir kitabımı.)

24.04.1988
Dün akşam Kadıköy’de, bir lokantada Ali Haydarların iftar yemeğindeydim. Daha çok iş çevresi, akrabaları ve eş-dostları vardı (yüz kişinin üzerinde). Haksal kardeşler bol bol resmimizi çektiler. Yemekten önce Yedi İklim’in bu sayısının tashihini yaptık.

Bir Kelimeyi Düşünmek: Fen

Mete Çamdereli’nin kelimelerin dünyasındaki yolculuğu devam ediyor. Bu sayının kelimesi; fen.

“Fen, kuşatıcı bir kelime olarak bilimin ve sanatın her zerresine nüfuz eder. Servet-i Fünun derken, poetika ve retoriği içkin bir edebiyat olgusunu tahayyül ederiz. Bu noktada, edebiyat kelimesi daha kullanımda değilken fen varmış, çıkarsaması bile yapabiliriz. Bu işin fenni böyle, derken usulünü, tekniğini, işin yapılış biçimini ortaya koymaya çalışıyoruzdur. Fen her gün ilerliyor, derken ilim ve teknolojinin geliştiğini dillendiririz.”

Sulhi Ceylan Neden Attila İlhan Olamaz/Yine de Güzelsin

Aykağan Yüce, Sulhi Ceylan üzerine kaleme aldığı yazısı ile Yediiklim’de. Sulhi Ceylan’ın üçüncü şiir kitabı Yine de Güzelsin’den hareketle Ceylan’ın şiir dünyasını anlatıyor Yüce.

“İnsanın tekâmül eden bir varlık olarak zamanla değişip dönüşmesi ve bakış açısını değiştirmesi, arayışını farklılaştırması. Sulhi Ceylan’ın bu kırk yıllık zaman diliminde, kırk yıllık hayal kırıklığı yaşamış gibi hala aradığını bulamaması. Bu biraz Sümmani kılıyor şairi. Sümmani ki rüyasında gördüğü Gül peri için Hindistan’dan Afganistan’a kadar pek çok yeri gezmiş ve sevdiğine kavuşamamışken Ceylan’ın aradığını bulması çok kolay görünmüyor. Çünkü Ceylan sanki aradığını bulamamayı benimsemiş gibi. Ondaki kavuşamama özlemi, vuslat hülyası daha baskın geliyor. Bu yüzden bir türlü ben ve sen’den biz’e geçemiyor şair.”

“Sulhi Ceylan modern şiirimizin Fuzuli’si, Necati’si gibi… Attila Ilhan’a dönüşmeden yazmış şiirlerini. Nerede duracağını bilmiş. Sevmiş ama kavuşamamış. Sarmış ama sarılmamış. Aşeka, sarmaşık çiçeği, verem ve yeşil çam. Dekor ve konfor. Gece on ikiden sonra okunacak şiirler. Bir sigara külü kadar yalnızlık. Etme Sulhi Ceylan, bizi o girdabın içine çekme. Üstelik henüz yeni çıkmışken…”

Sulhi Ceylan Söyleşisi

Sulhi Ceylan, Eren Buğdaycı’nın sorularını cevaplamış. Yeni kitabına ve şiir yolculuğuna dair soruları cevaplamış Ceylan.

“Kendimi her zaman iyi bir okur olarak gördüm. Benim dünyamda okumak, yazmaktan daha fazla yer kaplıyor. Yazarlık, okumanın ve de düşünmenin bir sonucu. Hatta meyvesi. Ağacın peşinde oldum hep. Yazmasaydım delirmezdim, bilakis daha çok kitap okurdum.”

“Şiirden maada bazen bir roman, deneme ya da ilmi eserde okuduğum bir cümle yahut bağdaştırma da bir şiire vesile olabiliyor ve sizin deyişinizle olmadık kapılara çıkabiliyorum. Öyle ki bazen sadece olması gerekenin olduğunu düşünüyorum. Bir yazarın, şairin, kitabın ya da cümlenin cezbesine kapılıp bambaşka bir sahilde kendini bulmak ve yazmak…”

“Sanatın diğer dallarından sadece müziğe ilgim var. Nedense resim sanatı, hiçbir zaman ilgimi çekmedi. İlkokulda iken resim dersini zor geçtiğimi hatırlıyorum. Bu arada aksiyon filmlerini çok severim. Bu yüzden arkadaşlarım beni eleştirir.”

Modern Şiirle Geleneksel İnsanî Tavrın Buluşması

Ethem Erdoğan, Mehmet Solak’ın yeni kitabı Artçıl Sızı’ya dair yazmış. Şiire bakışını, yaklaşımını her zaman çok önemli bulurum Erdoğan’ın. Eserden yola çıkarak vermek istediği mesajı poetik bir zeminde verir yazılarında. Bu yazıda da aynı yaklaşım var. Solak’ın ithaflarını merkeze alarak şiirlerin içine giriyor Erdoğan.

“Mehmet Solak bu eserdeki ilk şiir hariç bütün şiirleri yukarıda açıklamaya çalıştığımız şekilde ithaf etmiştir. Bu şiirler, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Erdem Beyazıt, Cahit Zarifoğlu, Alaeddin Özdenören, Ebubekir Eroğlu, Arif Ay, Kamil Aydoğan, Faruk Uysal, İhsan Deniz, Osman Konuk, Hüseyin Atlansoy, Mehmet S. Fidancı, Mehmet Can Doğan, Yücel Kayıran, Cevdet Kanal, Ayhan Kurt, Hayriye Ünal, Abdullah Harmancı, Haşan Bozdaş, Mehmet Sümer, Burak $. Çelik isimlerine ithaf edilmiş. Ancak bence asıl mesele bundan sonrasındaki ithaflar. Sıralayalım: kendime, özüme, kendözüme şeklinde, ilk kez rastladığım bir durum bu elbette ve üzerinde durmak gerekiyor. Dolayısıyla kitapla ilgili yazıyı hazırlarken aklıma sürat eden şey, bu eserin de kimliğini oluşturma babında, şairin kendine ithafı oldu. Bu son üç şiirle kurmaya çalıştığım ünsiyet de yazıyı bu noktaya odaklamaya zorladı. Durumu şu şekilde açıklığa kavuşturalım. Önceki ithaf şiirlerde ithaf edilen şairlerin metinlerinden pastişlerle kurulmuştu şiirler.”

“Görmemiz gerekeni gösteriyor bize. İlk insanlarla başlayan sanat (çatışma= hikaye ve şiir) biz insanları önce hayatı doğru anlamaya ve yaşamaya sonra da hayatın bir sonu olduğuna götürmek durumundadır. Bunu bir çizgi gibi düşünürseniz bu çizginin sonunda hiç olmayı, hiçlik makamına ulaşmayı öneriyor şair.”

Mehmet Solakla Şiiri Üzerine Söyleşi

Ayşe Altıntaş da Mehmet Solak’la yeni kitabı ve şiiri üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş.

“Sözcüklerle hasbihali seviyorum. Onların büyülü dünyası beni cezbediyor. Dize uzunluğu-kısalığı yahut şiir uzunluğu-kısalığı konusunda ön kabullerim veya keskin sınırlarım olmadı hiç. Kısalık uzunluk meselesini şiirin aurası ve edası belirler bence. Sair de ona eşlik eder. Bütün kitaplarımda uzun-kısa örnekleri bulunabilir hem dize hem de şiir bağlamında.”

“Şiirle ilişiğim ilk gençlik yıllarımda başladı, diyebilirim, ilkin okuma düzeyinde elbette… Sonra belli bir birikime erişinde yazmaya evrildi. 0 gün bu gün, devam ediyor birlikteliğimiz. Birlikte birikiyoruz. Birikince de hasbihalleşiyoruz. Şiirle ilişiklikle asıl olan okumak bence, şiir okumak. Okumaktır rabıtayı sağlayan. Her daim şiiri dirilten ve şairi besleyen. Hatta kışkırtan… Okumak şart. Ama seçici ve eleştirel okumak… Hele de hayatı okumak…”

“Doğrusu bir yazı tezgâhım olmadı hiç. Düzenli bir şekilde yazıya-şiire çalışan birisi değilim. Öyle bir tarzım yok. Belki bir yazar-şair için kötü, ama öyle. Aynı anda çalıştığı birkaç dosyası vardır kimi yazarların. Ben hiç beceremedim bunu. Pişman mıyım? Asla. Herkesin kısmeti farklıdır. Herkes kısmetine düşeni yaşar. Ve yazar. Kısacası bir müjdem yok. Belki ‘başka bakış’ yazılarını hazırlarım yakın zamanda… Belki! Kim bilir?… Akıştayım…”

Kötülük, Şer ve Öldürmek

Dünyanın içinde çırpınıp duran zulmün kaynağı kötülüktür. Bir yerde kötülük varsa orada şer ve ölüm vardır. Bayram Ali Çetinkaya, bu kavramlar üzerinden dünyanın maruz kaldığı kötülüğü yazmış.

“Çirkin hayasızlıklar, kötülükler ve zorbalıklar, gücünü Hakk’ın dışında arayanların özellikleridir. Güç ve zorbalık sahipleri, el-Melik’in mutlak kudreti karşısında Nemrud, Firavun ve Karun gibi servetin limanına sığınırlar. Salih Peygamberin geldiği Semud kavminin kayalardan oyulmuş ve demir kapıları olan evleri, İlahî emirleri çiğneyenlere mezar olmuştur.”

“Kötülük, gerçekleştirene mutlak şekilde döner ve ona isabet eder. Kötülük evreni, İnsanî değerlerin yitirildiği dünyadaki cehennemin yakıcı ateşini alevlendirir. Şerrin koru, dokunduğu her canlı ve cansıza zarar verir, onu yakar, bitirir, yok eder. Yokluk âleminin sakini haline getirir. Ancak İnsanî şereften mahrumiyet, en aşağı derekelerde umut aramaktan başka bir şey değildir.”

Yediiklim’den Öyküler

Sevgi Korkusuz – Sensizliğe Mektup

“Her neye dokunsam, nereye baksam oradasın. Yanlış anlama sakın, senli hissiyatlardan uzaklaşmak istediğimden değil. Yokluğun canımı yaktıkça oradan başımı alıp gitmek istiyorum, içimde içime sığmayan bir çelişkiyle rüzgâra direnen yaprak gibi hırpalanıyorum. Hem varlığını her an hissetmek için izlerini taze tutuyorum, hem de canımı yakan izlerden kaçmaya çalışıyorum. Adı konulmuş bir acıya isimsiz çareler arasından çare bulmaya çalışıyorum. Ben ben ile çarpışıyorum.”

“Basımını heyecanla beklediğim üçüncü kitabım birkaç gün önce gelmişti. “Bir bakayım,” dedin en az benim heyecanıma eşdeğer bir heyecanla. Eline alıp önlü arkalı inceledin. Her zamanki gibi gururla “Hayırlı olsun,” dedin. “Önceki kitaplarımda olduğu gibi bunu da ilik sana imzalayacağım, şu işlerimi bir halledeyim de,” dedim.”

Refika Mert – Anneler Başlatır Şiirleri

“Bazı akşamlar odama geliyor piyanist. Nazikçe kaldırıyor kollarını. Müzik başlıyor, şiir de. Hiçbir zaman şaşırmıyorum piyanistin müzikle birlikte şiiri de başlatabilmesine.”

“Piyanist tuşlara basıyor. Bir reçeteye dönüşüyor evim. Doktorun kalemi geziniyor üstünde. Gezindikçe kalem, sıvası dökülüyor tavanın. Uzanıp alıyor babam. Reçetedeki ilaçlar kayboluyor babamın o büyük, keskin çizgili ellerinde. Sonra katlayıp cebine koyuyor. Bir ileri bir geri sallanıyor evim, cebinde babamın. Bir tek kalp atışlarından anlıyorum hüznünü. Bilirsiniz; babalar yaşatır şiirleri, şarkıları, ormanları.”

Yediiklim’den Şiirler

Beklerken sisli kıvrık zamanların incelikleri içinden
Güneşi özlemek gibi sabaha çıkmak gibi karanlıktan
A canım bu hayatın çıkıntılı kırpıklı zor taraflarının
Nereye çıkaracak acaba ölümleri ölümlere eklerken
Acımasız insanların işledikleri cinayetlerin hesabı
Ortaya serilecek güneşin altında mutlaka bir gün.
Nurettin Durman

Gittim ben koşarcasına gelmem bir daha,
Goncası açılmadan son kırmızı gülün.
Ömrünce uçan narin kelebekler gibi,
Uzayıp gidiyor gölge misâli günler.
Arif Dülger

Bilmek bilmemekten iyidir.
Düşünülmemiş bir anımız olmasın Asya

Her günü ve haftayı aklında tut
Saniyelerin bile anlamı büyük
Tanıştığımız gün ruhumda
Saati saatine bendesin
Her an eskirim ellerinde
Sen de bende eskirsin
Sulhi Ceylan

tren garına gökten ne yağar
hüzün yağar yine hüzün yağar
yok saydığımız bir inatla
adını koyamadığım şeylerin yanına

ardından bakarken bir büklüm
iyi makyaj hayatın yanına bırakıyoruz
Abdurrahman Ekinci

ölüm yanığı vardı
Filistin’in yüzünde
Kalbinde tozlu bir uf

nasıl edelim dedim
gökten toplanan anne ağıtını
İsmail’in kalbine mi gömelim

alnımda göveren hicreti
bir öpseydim
ölmeyi bilirdim belki de
Filistin’in müstesna gözlerinde
Yasin Mortaş

Doğduk sarışındık,
Dövüldük daha büyümeden şehirli çocuklarca
Ezberimizde şiirler, ayetler, bir ekmeğin inceliği
Karanlıktan bağışlanmış yüzümüze
Boşalıyordu akşamın kanı
Kalbimizin dağlarında bir rüzgârla
Döndük evimize
Kim kaldıysa yüzünü görmediğimiz, adını söylemediğimiz
Güne âşık çiçek, hep baktığımız yağmur
Yüzümüzdeki suç lekeleri, kalbimizdeki her şey
Ölüm yani gördüğümüz her yerde susturdu bizi
Bir cenazenin diliyle bağırdık ruhumuza
Her zaman en çok sessizliği sevdik bir cenazenin sonrasındaki.
Ahmet Tepe

yürüyorsun
yürüdükçe karşına çıkıyor dünya

ayaklarım mahir
asfaltı siyah beyaz televizyonlardan biliyordum fetihler yolda kalmakla başlıyormuş
kursağımda üç oğul iki kızla
son kez yutkundum
her şeyim orada kaldı
Ahmet Karpınar

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir