Ayasofya’da Aile Dosyası
Ayasofya dergisi 31. sayısı ile eylülü selamlıyor. Mevsim olarak yazdan sonra gelen sonbahar biraz dinginlik gibi hissedilse de eylül demek birçok şeyin başlangıcı anlamına gelir. Hayat canlanır, yazın sıcağı ve rehaveti üzerimizden sıyrılıp gider ve canlı bir yüzle doğruluruz. Ayasofya da buna vurgu yaparak sıkı bir konuyla giriş yapıyor 31. sayısına. Her gün biraz daha elimizden kayıp giden bir değerimiz olan “aile” konusunu Yusuf Bilâl Aydeniz’in editörlüğünde mercek altına alıyor. Derginin alt başlığı olan “dava” ifadesini doğrulayan bir hassasiyetle tertip edilen derginin her satırı hesabı verilmiş cümlelerden oluşuyor. Emeği geçenleri kutluyorum.
Aile dosyasından…
Musa Yaşaroğlu – Bu “İşler” Bizi Bozdu
Bugünlerde en çok da “bozulmak” fiilini duyuyorum herkesten. “Telefon bozuldu, buzdolabı bozuldu, araba bozuldu, akıllı saat bozuldu, işler bozuldu, düzen bozuldu, arkadaşlıklar bozuldu, çocuklar bozuldu, gençler bozuldu, aile bozuldu, toplum bozuldu ve son cümlede genelde aynı ifade; insan bozuldu!”
“Hız çağının aileleri arasındaki ilişkiler artık bir iyice incelmiş durumda. Hep övündüğümüz aile yapımız yine hep eleştirdiğimiz batılı aile yapısına yetişme yarışında. Zor şartlarda kurulan aileler yine aynı hız çağının içinde hızla dağılıyor ve geriye bölünmüş, parçalanmış yuvaların yarım ve eksik çocukları kalıyor. Boşanma oranlarının evlenme oranlarını geçtiği günlerden bahsediyor olmak bile bu gerçekliği yeterince ortaya koyuyor.”
Lütfi Bergen – Türkiye’de Aile Mefhumu Üzerine Yaklaşımlara Dair Bazı Notlar
Türkiye’nin modernleşme tecrübesi lâik hukuk düzenlemesi nedeniyle İslâmî çevreler tarafından “İslâm dışı” olarak nitelenmiştir. Ancak İslâmî çevrelerin 1926 sayılı “Türk Kanunu Medenisi” hükümlerini Hanefî fıkhı ekseninde değerlendirmediği ve bu nedenle yeterince analiz etmediği söylenebilecektir. Gerçekte İslâmcı düşünce “kadının başörtüsü hakkı”nı savunurken Batı’nın “İnsan Hakları” teorisine yaslanmıştır. Bu teori, “bedenim benimdir, kimse karışamaz” diskuru ile hareket etmekte ve “ultra-birey” ideolojisi ile hareket etmektedir. Ultra-bireycilik, gerçekte beden üzerinde hiçbir otoriteyi kabul etmemek demektir. İslâm hukuku bağlamında kişi, kendi bedeninin mâliki ve sahibi değildir. Dolayısıyla İslâmcılık düşüncesinin AİHS bağlamında benimsediği “insan” tasavvuru, gerçekte insan bedeni üzerinde kişinin mutlak otoritesi düşüncesine savrulduğundan “seküler”dir.
Ercan Er- Kayrık
“İnsanı insan yapan kendisi değil başkaları ile kurduğu bağdır. Kişi kendi başına hele de bir inancı yoksa hiçtir. Robinson Crusoe tek başına adada Allah’a sığındığı için varlığını sürdürebilmişti. Ancak varlığını sürdürmek insan olmak için yeterli değildir. İnsan dünyayı hem kendisi hem de içinde yaşayan öteki canlılar için daha yaşanabilir kılmakla görevlendirilmişti. Elbette melekler haklıydı, insan yeryüzünü kana bulayacaktı. Ancak gerçek inançlar, en haksız kanların döküldüğü yerlerde yeşeren sidretü’l-müntehaydı. O inançların meyveleri ile beslenen nesiller bu dünyayı imar edecek güce kavuşabilirdi.”
Harun Yakarer- Eğitim Şart Ama Ya Aile?
“Aile bağlarının zayıflamasının tek nedeni insanların bulundukları şehirlerden başka şehirlere ilim tahsil etmek için gitmeleri değildir elbet. Fakat sebeplerden biri de budur. Üniversite okumak için evinden, ailesinden, akrabalarından uzaklaşan kişi, üniversite sonrasında da kendi şehrine dönmüyor ya da dönemiyor. Birçok insan ailesinden uzakta yeni bir aile kuruyor ve bu ailelerin çocukları akrabalarından bihaber büyüyor. Zincirin ilk halkası kırıldı. Aile ve sonra akrabalık bağları zayıfladı ya da koptu. Peki insanlar kendi aile fertleri ve akrabalarıyla bağlarını zayıflattıktan sonra güven ilişkisi kurabileceği kişiler, ne olursa olsun birbirine aile bağıyla bağlı oldukları için güvenen insanlardan sonra kim olabilir? Toplum, birbirine pamuk ipliğiyle bağlı olan insan topluluklarından oluşmaz, oluşamaz. Milletin temel yapısı birbirine sıkı sıkıya bağlı aile fertlerinden oluşur. Aile dağıldığında başkasıyla kuracağımız bağın gücü, en zayıf aile bağından daha güçlü değildir. Dolayısıyla millet olma bilinci ve hissiyatı, aile olma bilinci ve hissiyatından geçer.”
Yusuf Bilâl Aydeniz – A-ile B Arasında İkilem Olarak Evlilik ve Aile
“Her şeyden önce evliliği sebile benzetiyorum. Bildiğiniz üzere sebil, insanların fayda görmesi amacıyla yapılır. Bu sebilin musluğu erkek, akan suyu ise kadındır. Musluk, suyun kendi mecrasında akmasına yardımcı olur, onu dış etkilerden korur. Su ise musluğun kirlenmesini önler, ona işlerlik kazandırır, onu durağanlaşma tehlikesinden kurtarır. Neticede sebilden hem onu yaptıran, hem de diğer insanlar faydalanır. Evliliğin de aslında özü budur.”
Sibel Eraslan – Mehmet Akif ’te Aile Anlayışı
“Mehmet Akif’in aile kavramına bakışı, insan ve toplum hakkındaki düşüncelerini anlayabilmek için yeniden baktığım Safahat’ındaki şiirlerde, aslında bir dönemin sosyolojisinin yapıldığını da fark ettim. ‘Şark Meselesi’ olarak addedildikten sonra, dünya muktedirlerince yıkılması kararlaştırılmış ve hemen her cephede varoluş mücadelesi vermekten, mağlubiyetlerden yorgun düşmüş bir imparatorluğun hikayesidir bu. Ne hüzünlüdür ki imparatorluğun yaşadığı dağılmayı, aileler, kurumlar, insanlar da yaşamaktadır. Yoksulluk, güvensizlik, cehalet, sorumsuzluk toplumun baş düşmanları haline gelmiştir. Akif’te devlet, toplum ve fert birbirinin aynasıdır.”
Soruşturmadan…
Soru: Günümüz dünyasında aile mefhumuna yüklenen teorik ve pratik anlamın ‘olan ile olması gereken’ arasındaki makasın açılması veya kapanması bağlamında neler söylemek istersiniz?
Abdurrahman Arslan
“Çağdaş yaşam biçimi ya da toplum bugün aileyi içinden kovmaktadır. Yani bugün “ailenin hicretine” şahitlik yapmaktayız. Sağlıktan eğitime uzanan geniş bir alana ait bütün bilgi biçimleri bilgilendirme, eğitmek adına aileyi kemirmektedir. Bilhassa bu bilgi biçimlerini temsil eden uzman dediğimiz çağımızın “Şaman”ları bunu yapıyor. Başta bu kadını hamileliği ile başlıyor. Çocuk büyütme, besleme ve eğitimle doruğa ulaşmaktadır. Artık bugün aile kendine mahsus özerkliğini koruyamamaktadır. Bilhassa modern eğitimden geçen Müslümanların dindar kesimi artık bu tehdidin baş aktörleridir. Çünkü onlar işin içine dini ve dindarlığı katarak bunu yapmaktadır.”
Prof. Dr. M. Lütfi Arslan
“Aile, ilk kulluk terbiyesini almamız gereken bir okuldur. Ruh kökümüzün temeli ailede ve irade binamızın sütunları ilk orada yükselir. Aile tabiî bir okuldur, çünkü fıtratı esas alarak kurulmuştur. İki hür ferdin hayatı beraber yaşamak kararı ile başlayan bu okulun fıtrat temelli oluşu üç sözleşmeye dayanır. Karşılıklı atılan iki imza ile hayata geçen üç farklı sözleşmenin birincisi misak, ikincisi ahit, üçüncüsü ise akittir. Misak tarafı Rabbimize verilen sözü, ahit tarafı iki hür ferdin birbirlerine verdikleri sözü, akit tarafı ise hukuk ve yasalar önünde verilen sözü ifade eder. Bu yüzden evlilik, Kur’ân’ın tabiri ile “ağır” bir sözleşmedir. Ailede haklar ve vazifeler vardır ve herkesin hayatını bunlara göre tanzim etmesi bir eğitim ve terbiye işidir.”
Yıldız Ramazanoğlu
Artık “baba” özel sayılarına ihtiyacımız var. Annelik babalık ve çocuk, Avrupalı entelektüellerin de tartıştığı bir konu. Çocukların gündelik yaşamındaki ve kişilik gelişimindeki, yetiştirilmesindeki bütün sorumluluğun tek tarafa yüklendiği bir aile yapısının sürdürülemez olduğu ortada. Dünyaya bir çocuk getirmek, çocuğa öncelik verilmesini kaçınılmaz kılan uzun vadeli bir taahhüttür. Bu, bir insanın hayatında alacağı en hayati karardır. Mükemmel annelik miti de kadını sürekli yetersizlikle örülü bir vicdan azabı içinde bırakıyor ve şehirli kadını akıl almaz bir çocuk krallığının kölesi yapıyor. Batılı kadınlar da aile ve çocuk istiyor fakat zorluklar yıldırıyor. Batı çökecek diye sevinmek yerine, kendi değerlerimizden yola çıkarak bütün insanlığı içine alacak, ortak kurtuluşu örgütleyecek çağdaş cihanşumül fikirleri üretebilseydik keşke.
Türk Düşüncesinde Bazı Ekoller ve Ekol Anlayışı
Abdullah Kasay, Türk düşünce yapısını etkileyen ekolleri Bergson üzerinden Nurettin Topçu ve Hareket Ekolü bağlamında ele alıyor. Batılılaşmayı ve modernizmi sorgulayan, Anadoluculuk ekolünü önceleyen bakış açısının bu topraklara kattığı değerden bahsediyor Kasay.
“Batı’nın mekanik bir dünya anlayışına karşın, Türk aydınları için bir umut gibi görülen ve milliyetçi-muhafazakâr düşüncenin gelişimi noktasında bir adım olarak değerlendirebileceğimiz bu fikrî hareketlilik sonrasında yine karşımıza çıkan bir önemli husus ise Hareket Dergisi etrafında şekillenen Nurettin Topçu felsefesi ve fikirleri olmuştur.”
“Yine yerelliği ve yerliliği ön plana çıkaran ve Osmanlı sonrası Türkiye’nin mevcut sosyal, düşünsel krizlerine karşın bir tepki ortaya koyma amacı güden Anadoluculuk düşüncesini de zikredersek, Hilmi Ziya Ülken isminin ağırlıkta olduğu ve öncesinde Osmanlıcılık, İslâmcılık, Turancılık gibi bazı hareketlerin tamamını kapsayan bir düşünce hareketinin karşımıza çıktığı görülmektedir. Anadoluculuk, 20. yüzyılın hemen başlarındaki Türkiye’nin mevcut problem ve şartlarının bir sonucu olarak benimsenen yeni bir kimlik ve ideolojisi olarak ortaya çıkarak; Osmanlı’dan geriye kalan Anadolu topraklarını merkeze alarak ortaya konulan yeni tür siyaset etme ve kimlik edinme sürecini temsil etmiştir.”
Osmanlı Camilerine Mehmed Âkif ’in Gözüyle Bakmak
Camideki şair de denir Mehmet Âkif için. Tam isabet bir sıfattır bu. Âkif’e çok yakışan ve onu çok iyi ifade eden “cami” teması Safahat’ta karşımıza sık sık çıkar. Âkif’in hayatında camiler çocukluğundan başlayan bir süreçte her zaman var olmuştur. Ömer Fatih Andı, Safahat’tan hareketle Âkif’in gözüyle Osmanlı camilerine bakıyor.
“Âkif için, cami yalnız tevhidin ve ittihadın değil, İslam’ın bütün değerlerinin mücessem halidir. Cami, ona göre; inanç paydasında bir arada tuttuğu toplumun kimliğini temsil eden bir unsur olmanın yanında, toplumun davranışlarındaki sapmalarda da bir ikaz edici misyon üstlenir. Hatta bir toplumun başından geçmesi olası felaketleri saydıktan sonra bunlara rağmen; örneğin Süleymaniye Camii’nin varlığıyla insanlara saptıkları yolu yahut -Âkif’in ifadesiyle- “sırat-ı müstakim” üzere olmaları gereğini hatırlatır.”
“Âkif’in, yaşadığı dönemin sosyal konularına sıklıkla eğilen ve çöküş halindeki devleti iyileştirmek, milleti bilinçlendirmek için reçeteler üreten; bu bağlamda bir şair olmanın yanında bir aksiyon adamı vazifesi üstlenen, yakın tarihin önemli figürlerinden biri olduğu âşikârdır. Dolayısıyla, onun şiirlerinin ve şiirlerini besleyen fikirlerinin bugün hâlen toplumun değerler dünyası üzerinde şekillendirici bir misyonu vardır. Onun “cami”lere yüklediği anlam, camilerde saklı sanatsal değerler ile dinî esasları irtibatlandırarak ortaya koyduğu görüşler; milletin, Osmanlı yadigârı mimari yapılara ve özellikle camilere bakışını da etkilemiştir.”
Düşüncenin Şiiri
Şiir hayatın her alanında bir var oluş mücadelesi verir. Hakikat, tüm hatlarıyla şiiri ve düşünceyi besleyen bir konumdadır. Hayatı okumak, doğaya kulak vermek şiirin ruhunu da besler. Sevde Yaşar Çimen, düşüncenin şiiri hakkında yazmış.
“Medeniyet, görmekten bilmekten duymaktan beslenir. Okuyup anlamaktan, okuyup okumaktan ve anlayıp okumaktan yani içine gözümüzü, dilimizi, kalbimizi kattığımız bütüncül bir okumaktan beslenir. Bu yüzden okuyan bir toplum medeniyet ölçütünde diğerlerinden daima öndedir. Okuyan bir toplumda da bilim ve sanat aynı ölçüde değerlidir.”
“Bilim ile sanat arasındaki bütüncül ilişkiyi dağınık hale getiren en önemli etken modernleşmedir. Zira modern anlayış her şeyi bölerek ve sınıflandırarak tek tek ele alıp üzerlerinde bir hakimiyet kurmak ister. 20. Yüzyılın etkin filozoflarından Heidegger modern bilimi bu yönüyle eleştirir. Modern bilim, doğanın bir parçası olmayı değil doğanın hâkimi olmayı ister. Onu bir nesne haline getirip ele geçirmek ister ve karşısına alır.”
“İnsan düşündükçe varacağı yeri gözünde canlandırabilir ve bu canlandırmayı sanatsal biçimde ifade ettiğinde derin ve etkili olur. Kalbe, zihne ve ruha aynı anda hitap edebilmenin en zirve yolu ise şiirdir. Şiir, yeryüzüyle ilişki kurarak onun özünü açığa çıkarır ve ulaştığı bilgiyi saf haliyle yayar. Onu sömürmeyi ve kendine mal etmeyi aklından bile geçirmez.”
İdol Arayışı
Örnek şahsiyet diye bir kavram var. İdol de deniyor artık buna. Artık böyle bir şeyden bahsetmek mümkün mü? Sonuç biraz karmaşık görünüyor. Doğru adresi bulmak zor. Tayfun Doğan, bu arayışı yazmış.
“İnsanın hayatta karşılaştıkları onu başka bir hayatın eşiğine bırakır. Bir sürükleniştir bu. Karşılaştıklarımıza bazen herhangi bir anlam yüklemeyiz. Ona fırsat bulamayız çünkü. Bu minvalden baktığımızda yaşanılan bir sorunda hızlı bir zamanlamayla soruna karşı koyacak birini arıyoruz. Bu kişiyi buluyor, el birliği ile parlatarak bir direniş sembolü haline getirebiliyoruz. Sorunun idolüdür artık o. Sorun kendini tekrar ettikçe ilk muhatap o kişi olacaktır.”
“Hangi vaziyette olduğumuzun farkında değiliz. Ümmetin kalbinde bir idol arayışı için birçok seçenek var. Ortadoğu başta olmak üzere bütün kanayan yaralarımıza şahit oluyoruz. Bu tanıklık beklenen bir tepkiyi de arzu ediyor. Haliyle bize, kendini tekrar ettiriyor.”
Japonya İzlenimleri
Beyzanur Armağan, Japonya’ya dair izlenimlerini yazmış. Kutlu bir gaye için yola çıkıyor Armağan. İslam’ı anlatmak, insanların ümmet bilinciyle kucaklaşmasına vesile olmak… Gaye güzel olunca zorluklar da ortadan kalkıyor. Japonya’da İslam’a dair yaşadıklarını paylaşıyor Armağan.
“Şu ana kadar 20 ülkeye seyahat ettim ancak bakış açımı genişletmek için dünyanın bir diğer ucuna uçmam gerektiğini biliyordum. Bu yüzden başka bir ülkede cami stajı yapmak daha kolay olabilecekken Japonya’yı tercih ettim. Japonların çok büyük bir kısmı İngilizce konuşmadığı için ziyaretçilerle iletişim kurabilmek için az da olsa Japonca bilmem gerekiyordu. Tokyo Camii stajım netleşince bütün bu motivasyon kaynaklarım sayesinde kendi kendime hızlandırılmış bir şekilde Japonca öğrenmeye başladım.”
“Cami’ye her gün onlarca Japon ziyarete geliyor. Ben de dilim döndüğünce yarı Japonca yarı İngilizce onlara Cami’yi ve İslam’ı anlatmaya gayret ediyorum. Namaz vakitlerinde camiye her çıktığımda hayran hayran camiyi izleyen Japonları görünce namaza davet ediyorum. Kendi kültürlerinde tapınağın içine girmeye dahi izinleri olmayan bu insanları namazı deneyimlemeye davet ettiğimde bir şaşkınlık geçiriyorlar. Müslüman olmayan birinin camiye girebiliyor ve namaz kılabiliyor olması onların kalbini ısıtan unsurlar oluyor.”
Ayasofya’dan Şiirler
Hanımeli kokularına yaslanmış geliyor bahar
Kalbinin kabuğunu soysan bu mevsimde
içinden hep o yangın çıkar
Tanımazlıktan gelip yorulacaksın
Hüzün seanslarında,
biriktirdiğin kumrallık yatıştıracak seni
Emre Demir
geçti kızgınlığın, küskünlüğün
ve dahi olmamışlığın haylazlığı
durulmakla başlayan o narin kavga
yürüdü genç kız dünya içine içrek bir cümle
rüyayı attığı kuyuda ne gördüğünü bilmedi kimse
uğruna vurduğu kuş canıymış meğer
eve döndü
heybesinde dönmüş olanların baktığı ayna
-döndüm, artık üzülebilirim
Cengizhan Konuş
Hiç sormaz neden bugün yanağın şiş değil
Daha çok erken, taşındığımız ev
Biz oturmadan kansere yakalanmış gibi
Hem rutubet hem nem, kuru bir öksürük
İçerken bir paketten fazlasını yasak eden Maltepe
Şimdi tedavülden kalkmış
Evden eksilttiğimiz bir oda daha
Bir duvar ustasının beklediği haber
Vur balyozu, alnından vurulsun
Bu kara haber!
Aykağan Yüce
birkerbela yalnızlığı gibi
döküldüm yollara
örtmüyordu gece karanlıklarımı
yürüdükçe arınıyorum kirlerinden dünyanın
ellerimi tutmadın, uzadı yol, yoruldum
bulamadım cevabını o büyük sorunun
bir şehrin içinden geçmekle
bir şiirin içinden geçmek aynı şey mi?
Tahir Çakmak
Aydos, Sayı 33
33. kez buluştuk Aydos dergisi ile. Daima genç, daima canlı. Dergiyi okurken sayfalardaki heyecanı hissediyorsunuz. Bir dost sıcaklığını ise hep yanı başınızda duyuyorsunuz. Bir selam gibi, sıcak ve içten.
Dergideki yazılar da yol işareti hassasiyeti ile seçilmiş. Kuşatan, yol gösteren, yol arkadaşlığı samimiyetini veren… birçok yazı var gençleri muhabbet iklimine davet eden.
Canip Kaya’nın yazısı da bahsettiğim minvalde yazılardan. İnsanı kendine davet eden bir yazı bu. Hayatın farkına vararak yaşamak ve hızı kurban etmemek için has duyguları,“çok hızlı gidiyoruz, ruhlarımız geride kaldı” diyor Kaya.
“Bir taraftan yemek yerken diğer taraftan da cep telefonuyla konuşan aynı anda bilgisayardan işlerini halletmeye çalışan kişilerle çok fazla karşılaşır olduk. Film izlerken, sosyal medyada dolaşan aynı zamanda yanındaki arkadaşların sohbetlerine katılmaya çalışan kişileri doğal karşılamaya başladık. İş yerlerinde çoklu görev alan kişiler takdir edilir, hatta aranır hale geldi. “Hem çocuk yaparım hem de kariyer” diyerek her alanda/anlamda iş yükümüzü arttırır olduk.”
“Gözlerimizi ruh dünyamıza çevirelim; bedenimiz ile ruhumuzun, aklımız ile kalbimizin savaş alanına dönmüş olan iç alemimizdeki yıkımları, tahribatı görelim.
Ruhumuzun aldığı darbelerin ve ruhumuzda açılan derin yaraların merheminin yine bizim elimizde olduğunu unutmayalım.”
Z Kuşağı ile Hasbıhal
Şadi Oğuzhan, Z kuşağı ile geçen sayı başladığı hasbihalini bu sayı da sürdürüyor. Bol ironi barındıran ve olması gerekeni ince göndermelerle muhataplarına ulaştıran bir samimiyet var Oğuzhan’ın cümlelerinde. Kitap okumanın zararlarından bahisler açılıyor yazıda. Anlayana.
“Her şeyden önce, kitap okumak zaman kaybettirir. Onun yerine daha yararlı, daha keyifli şeyler yapabiliriz. Bu, ne kadar keyif vereceği tartışılır eylemin, yani kitap okumanın bize ne kadar zaman kaybettireceği, okumaya ne kadar yöneldiğimize bağlı olarak farklılık gösterir elbette. Yılda biriki kitap okumakla her ay bir-iki kitap okumak arasında büyük fark var. Her ay birkaç kitap deviren birinin okumakla geçirdiği zaman içerisinde neleri kaçırdığını bir düşünsenize…”
“Gözleri ve zihni yormasına ne demeli? Gözlerin o minik minik kelimeler üzerinde gezinmekle nasıl bir yıpranmaya uğrayacağı, satırlar arasında dolaşırken başımıza ağrılar çökeceği inkâr edilmez bir gerçek. Çünkü aktif okuma, dikkatli okumayı yani her satırı anlayarak okumayı gerektirir. Bu, yorucu bir eylemdir. Çok yorucu. Çokk…”
“Göz doktoruna bir gidişimde, merak edip sormuştum, çok kitap okuyorum, bu gözlerime zarar verir mi diye. Doktor gülümseyerek demişti ki, aksine, göz çalıştıkça parlar, aydınlanır, işleklik kazanır, yani mutlu olur. Emin misiniz diye soramadım çünkü o iyi tanınan bir uzman göz doktoru.”
Bir Ayrılık
Ayrılık bir kez değince insanın içine artık onarılmaz bir yara ile tanışmış olur insan. Bir de ayrılık yerinde durmaz. Başka vedaları da çağırır. Kopup gitmek gibi ve hüznünü içine gömüp öylece kalmak gibi. Mustafa Zahid Ergün, ayrılık üzerine yazmış. Kendi ayrılığından başlayıp ruhuna eş gidişleri de eklemiş yanına. Filmler, türküler eşliğinde bir ayrılık yazısı okuyoruz Ergün’den.
“En büyük korkumuz, istenmediğini fark edememektir. Düşünüp kendimizi yiyip bitireceğimize, kaçmak en iyisi… Bir zamanlar bu cümleleri yazıp şarjöre takmıştım. Ama burası tetiğe çökme yeri değildi sanırım. Ne yapsak, ama mermi de namludan çıkmış oldu, neyse devam edelim. Son anda öğrenmek durumunda kalmışlar, belki de veda için ne yapmaları gerektiğini bilememişlerdi. Yüzümün hatlarını ezberlemek için dakikalarca süzmek, irtibatı sağlama almak için bir dolu soru asmak, gitmek üzere olan bir adamın uzunca süren dürüstlükten, son âna kadar sadakatini koruyup koruyamayacağını sınamak fırsatlarından mahrum kalmışlardı.”
“Olayı daha acıklı hâle getirmek istemezdim, ama kelimelerin etkisini anlatan şöyle de örnekler var bakın: Motosiklet Günlüğü’nde (Walter Salles, 2004) füzyoncuErnesto’nun, arkadaşı Alberto’yla çıktıkları zorlu Latin Amerika seyahatinin duraklarından biri olan cüzzamlılar hastanesinde oluyor bunlar. Büyük Amazon Nehri, ağır hastalarla diğerlerini birbirlerinden ayırıyor. Gönüllü kaldıkları birkaç haftadan sonra beri tarafta, ana binada vedalaşma sadedinde çeşitli eğlenceler eşliğinde Ernesto’nun 24. yaş günü kutlanıyor.”
“Sait Faik de Havuz Başı’nda Kumarbaz Hayri Efendi’yle Safranbolulu Halil için ‘öylesine ahbap olmuşlardı ki, konuşmalarına lüzûm kalmamıştı’ der. Nasılsa kelimeler görevlerini hakkıyla ifa edip şarjörlerine çekilmişlerdir. Maksim Gorki’nin Soytarı’sında Siyah İnci’nin ağzından duyduklarımız da hayli manidar, ama bu sefer olumlu veya olumsuz yanları değil, kelimelerin yokluğudur mesele. Merhametli ama fakir sahibinin, atı hakkında söyledikleri; ‘Bazen o hayvanlara tatlı sözlerden başka verecek bir şeyimiz yoktur.’ Kendilerini iki saat bekleten çakır keyif müşterilerinin, geldiklerinde ‘bir kelime bile söylemeden’ arabaya binmelerine hayıflanır Siyah İnci. Sonrasında bu sefer inadında direten sürücü, tenezzül etmeyip ‘bir kelime bile söylemeden’ ekstra bekleme ücreti ister, öyle vakur susar ki, sarhoşlar etkilenir ve ödemeye mecbur kalırlar.”
Tahkiyenin Dağı, Rasim Özdenören
Hayrettin Taylan, Rasim Özdenören üzerine yazmış. Bir anlatı ustası olarak ele almış Özdenören’i Taylan.
“Gelenek onun gıdasıdır. Bu gıdanın özü de İslâm’dır. Doğu ve Batı kültürüne de hâkimdir. İki kültür arasındaki sosyal erkleri bilir. Toplumuzun, son dönemde yaşadığı değişimler ve bu değişimlerin sosyo-psikolojik derinliğini işler. Bu minvalde düşünce ve öyküler verir. Düşünen, düşündüren, düşünceyi besleyen kurgusal ben ile karşımıza çıkar. Tahkiyelerinde bir şairin “lirik beni” kadar şiirsellik de görülür. İslâmî duyarlılığın açık sesi olmuştur. Vakaları, karakterleri bu duruş ve duruşmanın eksenindedir. Ama duyarlıdır, etkindir, yetkindir karakterleri. Metafizik bir çizgide, ontolojik bağlarımızı, farklı bağlamlar, yeni bağdaştırmalarla işlemiştir.”
“Seküler hayat karşısında çözülmüş, değişmiş, kopuşlar yaşamış millî karakterin, kendine gelişini işler. Gerçekle yüzleşmesini işler. Bin yıllık geleneğin yolculuğunu öğretir. Yerelden, evrensele giden çözülmeleri verir. Ezilmişliğin psikolojisini işler. Çok sesli duruşlar sergiler karakterleri.”
Bir Depremin Anatomisi
Hikmet Arvas, yaşadığımız depremlerden hareketle bu felaketlerin insanlığa verdiği mesajı toprağın sesine kulak vererek anlatıyor.
“İnsan gibi toprağın da damarları olduğuna inanırım: Ar damarı, şah damarı, atar damarı… Toprağın ar damarı çatladı ilkin. Öyle ki su, hava ve ateşten sonra insanoğlu bu kez toprağın ahlakını bozmaya yeltendi. Namahrem eli değmemiş bağrına onlarca yabancı kimyevi maddeyi dökerek onu istismar eden, zehirleyen, sabrını taşıran insanoğlu, hep daha fazlasına tamah etmek uğruna zahirde toprağı fakat hakikatte kendi asli unsurunu, hüviyetini kirletti.”
“Toprağın şah damarı koptu. Mücerret insanı müşahhas hale getiren, onu belli bir cisim ve kalıpta tutan, maddi anlamda zapt eden, ayakta tutan toprak, evladı olan insandan hep asli haliyle yani hep temiz kalmasını istedi, bekledi. Her ölümle bu husustaki öğüdünü tekrarladı: Aslını yani beni unutma! Eninde sonunda seni yine bağrıma basacağım, ama seni ana rahmine tevdi ettiğim o temiz halinle karşılamak, görmek isterim dedi. Peygamberler hariç insanoğlu bu ismet sıfatını taşıyamazdı fakat Allah, sevdiklerinin, kendisini sevenlerinin ufak tefek olsalar da taşıdığı lekeleri affedeceğini, bu kabil necasetlerinin insan kalmalarına engel olmayacağını müjdeledi bize. Ve toprağa temiz havale etti onları. Fakat çağlar geçtikçe, devirler değiştikçe inkarını dillendirdi,gizlediğini aşikar kıldı insanoğlu. İçinde saklı tuttuğu isyanını hal ve tavırlarına aksettirdi. Hem de meydan okuyarak, adeta çalım satarak.”
Üst Aşk
Aşkın da üstünde bir aşk vardır. Aşkın aşkı da denebilir buna. Her şeyin olduğu gibi aşkın da üstü vardır. Üst akıl, üst kademe dendiği gibi üst aşk da neden olmasın? Yusuf Tosun aşka doğru bir yolculuğa çıkmış. Aşkı bulmak ya da aşkın aşkına ermek gibi bir yolculuk bu. Sınırları çizmek mümkün değil. Yeter ki aşk düşsün yüreğe.
“Kalp gözüm açılmıştı bir kere. Artık dünyayla barışığım, evrene aşığım. Cadde ve sokaklarda volta atıyor, meydanlarda caka satıyorum. Bütün tepkileri göze alarak perdeyi açıyorum. Lakin bu bir oyun değil, müsamere de!…”
“Kâh Bosna’da, kâh Afganistan’da, kâh Filistin’de, kâh Eritre’de, Somali’de, İran’daydı yüreğin. Aşk coğrafyasında!… Yani yeryüzündeki tüm mazlum ve mustazaflarla… Öyle ki; her geçen an yanıp etrafını aydınlatarak eriyen mum gibi, sen de eridiğinin farkında değildin belki de. Yanarak eriyor, eriyerek yok oluyordun.”
“Uyan ve kendine gel ey kuşağım! Yeniden silkin ve yola koyul! Unutma ki; uzun bir maratondayız ve maratonu başarıyla tamamlamak için yürümek değil, koşmak gerekmektedir artık. Tıpkı Amok Koşucusu gibi!… İçimizdeki sahte aşklardan arınarak gerçek aşka yönelmenin vakti gelmiştir. Kendine dön, aşkına yönel ve Rabbine şükret!…”
Aydos’tan Öyküler
Sevde Deniz K. – Karanlık ve Gölgeler
“Bir kız çocuğu babasını sevemezse yüreğinde hiç kimseye yer veremez.
Önce yazdığına sonra bana baktı. Devam etmek için onayımı bekliyordu. Aslında güzel bir başlangıç olabilir diye düşünürken ağzımdan başka bir söz çıktı. “Bir insan babasını neden sevmez ki?” Belki de bu cümlenin gerisini yazamamaktan korkmuştum. Bu konuda yazmak istemiyorum diyemezdim. Daha başlamadan ona romanını yazmak için söz verdiğime pişman olmuştum.”
“Bir saat öncesine kadar yazma isteğim yoktu. Oysa elimde anlatılmayı bekleyen bir hayat vardı. Yeniden yazmanın zamanı gelmişti. Son eserim bu roman olabilir diye düşünüyorum. Babamın karanlığı beni esir almadan nasıl yazacağımı düşünmekten kendimi alamıyordum.”
“Odanın bir köşesine bırakılan kâğıtlar, açık bırakılan pencereden esen rüzgârla ortalığa dağılmaya başladı. Sanki odalarda onların savruluşuna eşlik eden hafif bir vuruş sesi vardı, Tık, tık. tık…”
Abdulnasır Doğru- Beklemek
“Kuru temizlemeden aldığı elbiseler yere düşünce eskisinden daha beter hale geldi. Elbiseleri kurtarmak için hareketlendiğinde dengesini kaybedip düştü ve çamurun içinde kulaç atmaya çalışan birine dönüştü.”
“Borç meselesi yüzünden evini kaybetmiş. Her ay yeni bir eve taşınıyormuş. Türlü işlere bulaşmış, sağlam ayakkabı değilmiş. Mahalleliye kalırsa daha bir sürü şey değilmiş. Ama her söylenene inanmamak lazım.”
“Benimkisi alışkanlık değildi. Üst kattan gülme sesleri geliyordu. Gülme sesleri her söylenene inanmadığım kadar inandırıcıydı.”
Mizgin Alp – Sokak Lambası
“Gün ışıdığına göre görev değişikliği vaktim geldi. Akile Teyze üzerinde her zamanki yamalı, desenli hırkasıyla sanki zamana yetişmeye çalışıyor gibi sokak kedilerini beslemeye çıktı. Eğer o an olması gereken yerde olamamışsa ölmüş demekti.”
“Yanmak, kötü kalpli geceyi aydınlatmak, çocuğu ve günü büyük bir aydınlıkla sarıp sarmalamak istiyorum. Artık sert bir rüzgâr esmeli ve ben yok olmalıyım.”
Rabia Efe Coşkunlu – Evimdeki Misafirler
“Çayını eline aldı. Sokağı gören balkonuna doğru ilerledi. Balkona oturabilmek için bir sandalye çekti. Sandalyesine oturdu, çayını içmeye devam etti. Dışarıya doğru kafasını kaldırıp bakmaya başladı. İnsanları gördü. İnsanları düşündü, çiçekleri düşündü. Çiçekleri insanlara benzetmeye başladı.”
“Önce bir parka doğru yürümek istedi. Sonra da dışarıdaki işlerini halledecek ve evine dönecekti. Park yolu üzerinde karahindiba çiçeklerini gördü. O çiçeklerin güzelliklerini izledi. Az daha ilerleyince de ebegümeçlerini gördü. Keşke poşetim olsaydı toplardım demeye kalmadan ilerideki bakkalı gördü. Bakkala yürüyüp poşet aldı ve tekrar ebegümeçlerin yanına gitti. Herkes yanından öylece geçiyordu.”
“Çiçekler iyice toparlanınca her birini kendisi gibi bitkileri seven arkadaşlarına hediye etti. Sadece bir çiçeği evinde bıraktı. Nergisi… Nergis onun umuduydu. Nergis ona hayallerinde sevdiği ve unutmadığı kişiyi, söyleyemediklerini hatırlatıyordu. Nergis de sahibine alışmaya çalışıyordu.”
Aydos’tan Şiirler
senin olmadığın fotoğraflar çekiliyor dünyada
büyük binaların arkasından batan güneş denizden doğuyor
sonra ay mesela bir minareye değiyor
ve sen hiç birinde olmayabiliyorsun
içinde yer almadığın kadrajlar fotoğraf olabiliyor
ne kadar saçma diyorum ve susuyorum
susuyorum seni görmediğim karelerde
Suavi Kemal Yazgıç
sözünüzü kesiyorum ama
bir yanlışlık mı var duruşumda
bir ayna verir misiniz / gerçi ne fark eder
kamburum doktor yazısına benziyor
yazmasın ama bunu kitaplar
doğuştan çirkin olduğumu
Ercan Eriş
kendine açık kalmış bir kapı dünya
ölüm kuşu yuva yapmış pervazına
baka baka aldanıp kondum kanadına
sualim hazır beni beklerken toprak
atamıyorum kendimi kuş kanadından
Vahdettin Oktay Beyazlı
gidelim atımız hazır düşmeden ter yere
kalbimiz kara adamlar kara şimşekler ki
çekip henüz ezberime çocuk ezberime
düşen sarı saçtan örgülü sevda ne menem
gidelim atımız hazır sözün yeryüzüne
Kemalettin Bal
Afganistan- İsfahan yolunda bir dağ
Boynu bükük gözlüyor bizi
Halep’e giden kervanlarca saklanıyoruz
Peşimize düşen, bulmasın izimizi
Zeynep Yıldırım
güvercin soluğu, karınca nefesine sığındık
esenlik, sevinçle çırpınıp açılan kuş kanadı
gemsiz kısrak hırsıyla çatladı ateşin kalbi
şair yüreğidir acının değirmeni, ibrahim
sürüp geçtik her zerreye sessiz ve güzel
vakte şükür ki çokça insan olacaktık.
Mustafa Işık
Kaçış yok son duraktan
Şüphesiz ve mukadder
İhtimâl ki kurtarır yanmaktan
Çift boyutlu iki yönlü kariyer
Burası dünya, böyledir
Yarım kalır cümle işleri
Tamamını ancak Allah bilir
Kıymetsizdir ukbada gümüşleri
Erol Yılmaz
Zamansız bütün gülüşlerini
Takvimlerden hatırlıyorum
Geceden kalmış saçların tel örgüler gibi
Gibi sokaklara karışmış
Derin uykularda unutulmuş gibi
Elleri kınalı kuzum
Son kez selam ver
Bergamot kokuna sarılarak
Helen Hüsna Işık
ne var ne yok dendiğinde
“allah var ortağı yok” derdi babam
ondandır bütün putlarınızı
değişmem bir baltayla
adı İbrahim olan
şöyle bir baktı dünyaya
bacak bacak üstüne attı ibrahim
demek ki her şey tamam
Sıddık Ertaş
Mahalle Mektebi- Sayı:73
Mahalle Mektebi dergisi güze 73. sayısıyla girdi. Dergide James Raven ile yapılan bir söyleşi var. Konu; kayıp kütüphaneler. Tarihte çeşitli sebeplerle yitip giden kütüphaneler üzerine araştırmaları ve çalışmaları olan Raven’in bu konuda bir de kitabı bulunuyor. Kütüphane yakmak, yağmalamak sadece kitapların yok olarak görülemeyecek kadar önemli bir barbarlık göstergesi. Bir tarihi, kültürü, geçmişi yok etmektir kütüphanelerin yok edilmesi. Raven’in bu konudaki düşünceleri de oldukça önemli notlar barındırıyor. Söyleşinin soruları; Zeynep Arslan’dan.
“Bir kütüphanenin depremle, selle bahusus yangınla; savaş, ideolojik, dinî ya da siyasi nedenlerle yok edilmesi söz konusu… Kaybolan kitapları nasıl hatırlayabiliriz? Bunun için klasik dönemdeki entelektüel geleneğe dair bize bazı ipuçları veren kaynaklara güvenerek sıklıkla başvurabileceğimizi düşünüyorum.”
“Fikirler, tahribata karşı savunmasız -yakılabilen, yok edilebilen, atılabilen, kaybolabilen- belirli bir maddede yer almış; bundan dolayı kelimenin tam anlamıyla toprağa diri diri de gömülebilirler. Beden ve kitapların savunmasız ve kırılgan maddi bir biçiminin olması onları yok olma riskine maruz bırakıyor.”
“Eserler, onları okuyabilecek yeterli beceriye sahip yeterli sayıda insanın olmaması nedeniyle bir nevi kayboluyorlar. Türkiye örneğiniz gerçekten çok ilginç. Dediğiniz gibi dünyanın başka yerlerinde de bu durum görülüyor; alfabe değişikliği ya da yazı karakterlerinin değişmesi, genç nesillerin, atalarının eserlerini okumasını bir hayli zorlaştırıyor. Bu konuda bir deneyiminiz oldu mu bilmiyorum ama ben son birkaç yıldır günümüz dijital platformların metni sadece dijital ortama aktarmasıyla kalmayıp aynı zamanda bir çeviri sunma yetisine son derece hayran kaldım.”
Özgür müyüz?
“Özgür müyüz?” diye sorunca insan ister istemez kendi durumunu gözden geçirme gereğini hissediyor. Nedir özgürlük ya da nereye kadar özgürlük diye de düşünüyor ister istemez. Var mı bunun bir sınırı diye de sınırları yokluyor. Çokça zikredilen ama üzerinde çok da kafa yorulmayan özgürlük üzerine yazmış Mehmet Kahraman.
“Büyüleyici bir kelime özgürlük. Güncelliğini hiç yitirmeyen bir kavram. Karşıtı olan tutsaklık, esaret kelimeleriyle birlikte düşündüğümüzde daha anlamlı görünüyor özgür olma fikri. Özgürüm demek dünyanın en havalı kelimesi gibi geliyor bana. Birey olduğunu beyan etmek, kendinin farkına varmak ve hayatına alan açmak için bundan daha uygun bir kavram bulamayız galiba. Yalnız, ortada bir sorun var: Her fırsatta özgür olduğumuzu söylesek de bir türlü özgürlük hissini yaşayamıyoruz; bir sıkışmışlık, bir kıstırılmışlık hali var üzerimizde. Yoksa gerçekten özgür değil miyiz?”
“Kaotik bir dünyada yaşıyoruz. Hiçbir şey istediğimiz şekilde gerçekleşmiyor. Bizim dışımızda bizi etkileyen pek çok unsur var. Hayatımızı dengeye getirebilmek için mücadele etmemiz gerekiyor. Mücadeleyi başlatmak ise dikkat ve farkındalığımıza bağlıdır. Bunu bir ihtiyaç olarak görmeyen, bakışı hep dışarıda olan biri kendini gerçekleştirmeyi aklına dahi getirmez.”
“Özgürlüğümüz başkasının elindeyse veya birtakım durumlara bağlıysa orada esaret söz konusudur; var oluş ortaya çıkmaz. Özgürlük tamamen içsel bir duyuştur, öz’le ilgilidir. Öze ulaşabildiğinde özgür olacaktır.”
Zenci Süleyman
Ömer Korkmaz, Zenci Süleyman’ı anlatıyor bize. İnsanlar içinde bir insan Süleyman. Rengi var, ruhu var, duruşu var, dünyada kapladığı bir toprak parçası var. Ona bu nazarla bakmayı öğrenmek gerek. En çok da insan olmayı öğrenmeliyiz. Herkesi kucaklamak denen bir şey var dünyada.
“Zenci mi dersiniz, siyahî mi, Afrikalı mı, yerli mi bilemem. Ben genel olarak kıta ismiyle anıyorum. Elbette hepsi birbirinden farklı insanlar, kavimler, kabileler. Bize hepsi birmiş gibi geliyor. Radyo dinlemeye devam ediyorum. Kanallar arasında gezinirken, bir afrikalı kardeşimiz iyi Türkçe konuşuyor sesinden lise ya da üniversite öğrencisi olabileceği anlaşılıyor. Sesi çok hoşuma gidiyor. ‘Hafızlığımı Türkiye’de tamamladım diyebilirim.’ diyor. Bu ayrıca hoşuma gidiyor.”
“Niyetim ırkçılık yapmayalım filan demek değil. Yalnız delikanlı bana herşeyi nasıl satıhtan, nasıl sığ düşünmeye alıştığımızı gösteriyor sohbetinin her cümlesinde. Sonra “baktım gerçekten hepimiz insanız” diyor. Evet, hepimiz insanız. Her ne kadar yeni dünyada farklarımıza odaklanmış olsak da, bütün kitaplar bize farkları ayırdetmeyi öğretse de, birliktelikler, benzerlikler, yakınlıklar gözardı edilse de, evet hepimiz insanız.”
Postmodern Dünyada İletişim Ağı ve İmaj
İletişim ve imaj dediğimizde ne kadar yoğun anlamlar içeriyor artık bu kavramlar. İkisi de insanı işaret ediyor. Modern çağın insana sunduğu altın tepsinin bir ucunda bunlar var. İki arada bir deredeyiz. Geçmişle günümüz arasında gidip geliyoruz. Postmodern bir irkilme yaşıyoruz. İmajımız sağlam olsun yeter. Cebimizde büyük bir dev var. Bizi her an ezip yok edebilir ve biz adına imaj deriz.
M. Ali Özdoğan, Postmodern Dünyada İletişim Ağı ve İmaj üzerine yazmış. İnsanın dijital çağdaki çaresizliği de diyebiliriz buna.
“Postmodernizm 1960’lardan itibaren dünyada modernizme karşı şekillenmeye başlamış II. Dünya Savaşı’yla ortaya çıkan kaotik duruma koşut gelişen bir arayış sürecidir. Postmodernizm, modernitenin araçsal aklının bir ürünü olan doğrusal ilerlemeci toplumsal değişim kuramlarının insan anlayışına karşı sanat, mimarlık ve edebiyat alanındaki Batılı eleştirel hareketlerden doğmuştur.”
“Esasında her sosyal düzenin ve örgütlenmiş uygarlığın ekonomik ve politik bir bütünlüğü buna karşılık gelen bir bilgi sistemi vardır. Toplumsal yapıların parçalandığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Her şey hızla kılık değiştiriyor. Her kafadan bir ses çıkmıyor. Bir kafadan her ses çıkabiliyor.”
“Cep telefonlarının internetle buluşması insanın mekânla olan bağını iyice koparmaktadır. Cep telefonları, bireylere mobilize bir dünyanın kapılarını açmaktadır. Myerson (2001) için mobil telefon ağı, ferdî arzularının peşinde koşan milyonlarca atomize bireyin mobil ağlarla kendi içinde yüzeysel bağlantılar kurduğu bir ortamdır. Cep telefonunun işleyişi anlamın yerine mesajı, bilginin yerine enformasyonu alarak toplumsal alanı sistematikleştirmektedir.”
“Sosyal ağlardaki sosyal imaj, insanların bilinçaltındaki tüketime yönelik hedonistik arzularını kırbaçlayan ve bu arzuların hiçbir zaman sönmesine izin vermeyen görüntülerdir. Özellikle kitle iletişim araçları bu imajların yaratılmasında çok büyük görevler üstlenmektedir.”
İslâm’ın Güçlü Kıraatı
İslam’ın güzelleştiren bir yanı var. Farkında olarak bakınca İslam mührü vurulmuş ne varsa orada ayrı bir letafet karşılar sizi. Bu, İslam’ın şereflendirme gücüyle ilgili bir durumdur. Hayatın her alanında bu böyledir. Hacer Yeğin, İslam’ın mimariye olan etkisini anlatıyor yazısında. Görmek ve idrak etmekle ilgili incelik de İslam’dan gelen bir güçtür. Yeter ki arada fark hissedilebilsin.
“İslâm’ın daha evvelki mimari kültürlere yaptığı en önemli katkı; güzelliğin sevgisi ve edebin yüceliğidir. Bu anlayışta mülkiyet, hiçbir zaman Allah’ın yarattığı dünyayı kirletmek için kullanılmıyor. Evin kapitalist ekonomi tarafından rant sağlamak, para saklamak, kiraya vermek için kullanılması engelleniyor. İnsanlar kendi evlerinin inşa sürecine katılarak, eşref-i mahlûkat olmanın mahiyetini kavrıyorlar. Bu kavrayışla hem dünya nizamına nitelikli katkılar sunma hem de kainat kitabını okuyup idrak etme fırsatı buluyorlar.”
“İslâm kültürünün ruhuna dönüş, her alanda olduğu gibi mimaride de somut tesirlerin görünür olması, her şeyden önce bir inanç meselesidir. Somut inanç dünyasını kurabilmek için düşünce çilesinin çekilmesi, bu uğurda gerekli bedellerin ödenmesi gerekiyor. İnancı; aklın, bilgi ve düşüncenin pasif bir şubesi yapmadan; düşünce dünyasını da büsbütün bir esaret ve mahkumiyete terk etmeden at başı bir anlam evreni inşa edilmelidir.”
Hays Galery’deki Kâşif
Ümit Savaş Taşkesen, Londra izlenimlerini yazmış. Bir yazar gözüyle bakmak ve anlamak üzerine notlar da diyebiliriz bu yazıya. “Kâşifleri” biz de keşfediyoruz.
“Üstün yeteneklilerle ilgili kitaplar, İngilizce kitap okuyup anlayacak seviyede dil bilgisi, bol bol okunacak kitap. Gezilecek yerler, notlar. Sonrasını bilmiyorum. Sınava yönelik olarak da hazırlanmam gerekiyor. Sınavı geçmek dil bilmek, dil bilmek sınavı geçmek anlamını taşımıyor. Daha önceleri bir uğultu gibi olan konuşmalar yavaş yavaş netleşmeye başladı. Kodlar, şifreler anlaşılır hale gelmeye de başladı.”
“Güney Thames Yolu’ndaki konumu, nehir kenarındaki Londra Şehri’nin panoramik manzarası ve Londra Belediye Sarayı ile Southwark Katedrali arasındaki konum nedeniyle, Hay’s Galeri önemli bir turist uğrak yeri. Londra’ya gelenlerin bir kare fotoğrafı vardır burda, mutlaka.”
“Eski rıhtım alanı üzerine Viktorya tarzında cam ve çelik beşik tonozlu bir çatı inşa edilmiş. Güzel, ferah. Karşısına oturup yazdığım Gemi, 1987’de, David Kemp tarafından iskelenin nakliye tarihine atıfla tasarlanmış. “Kaşifler” adını taşıyor… Dinlendim. Tower Bridge’e doğru yürüyorum.”
Hint Rüyası
Merve Nevbahar’la Hindistan’dayız. Her şeyiyle merak uyandıran bir ülke Hindistan. Nevbahar da bu merakla yollara düşüyor. Bu ülkede gördüğü ilginçlikleri anlatıyor yazısında. Birçok şeyin televizyonda ya da filmlerde göründüğü gibi olmadığını anlıyoruz.
“Hindistan’a yolculuğum netleşince merak ve endişeyi bir arada yaşadım… Hindistan denilince aklıma ilk gelen dizileri ile aklımızda yer etmiş o renkli karakterleri, özgün kıyafetleri ve dünya harikası Taj Mahal’i… Bunun yanında hava kirliliği, baharat ağırlıklı farklı yemekleri, inanışları ve ilginç kültürleri… Hepsi bir arada. Dizilerde gördüğümüz o mutlu ve rengarenk yaşamlarla karşılaşabilecek miyim?”
“Yemekleri tek tek kontrol ettiğimde tavuk ve diğer hayvanın eti mevcut iken sığır eti yoktu. İnekleri bir kez daha saygı ile selamladım ve yenebilecek bir şeyler aramaya başladım… Otel beş yıldızlı olmasına rağmen maalesef damak tadımıza uygun bir şeyler yoktu. Denemek için hepsinden birer kaşık tabağıma aldım ama yemek mümkün değil. Anlatılmaz, hissedilir…”
“Çalışma alanına geldik ve işe koyulduk. Bir yandan çeviri yaparken bir yandan da sunum yapmaya başladım. Sunum esnasında soruları cevaplarken birinin kafasını sağa sola salladığını gördüm… Anlık gelişen bir harekettir diye düşünürken ilgili kişi yine sağa sola sallamaya başladı… Meğerse evet kelimesinin vücut bulmuş haliymiş. Biz evet derken kafamızı öne arkaya sallıyoruz onlar ise sağa sola…”
Hasan Bozdaş ile “İnsanın Madde Olmayan Kısmı” Üzerine…
Hasan Bozdaş’ın “İnsanın Madde Olmayan Kısmı” kitabını severek okudum. Şairin has sesini tüm şiirlerinde duymak mümkün. İkinci şiir kitabı ile şiirdeki duruşunu sağlamlaştıran Bozdaş ile yapılan bir söyleşi var dergide. Sorular; Ebuzer Şamil’den.
“Kitapta çizgi, Tanrı’yla buluşmalar ve logos olmak üzere üç bölüm var. Aslında bu ayırım tematik bir ayırım. Çizgi, bir tür arayış bölümü gibi. Zaten çizginin temsil ettiği şey de buna yakın, ilk sesimin üslubunda olan ve yaşayan bir şaire aitmiş gibi görünen şiirleri bu bölümde topladım. Burada akıp giden bir hayat var ve şair bunu ötelemiyor, henüz masasına oturmamış ya da düşünmeye başlamamış, belki düşlüyor. Kitabın ilk bölümü hayatta yabancılık çekmediğimi gösteren şiirler ya da karakterleri okunaklı kılan şiirler. Tanrı’yla buluşmalar ise beni münzevi tutan şiirler daha çok, inancım üzerine en çok kafa yorduğum süreçteyim. O’nun hakkında düşünmek yolu bulmamı kolaylaştırıyor. Logos ise, felsefenin şiirine açtığım bir kapı, oradaki şiirler içerdikleri göndermeler ve referanslarla sadece poetik değil, politik, ontolojik pek çok sorgulamayı da içeriyor.”
“Şair diye bir özne yok, hiçbir zaman şairi kutsallaştırmayacağım çünkü konunun şairle doğrudan bir ilgisi yok. Konuşmamız gereken şey şiir. Şiir nasıl yapılır ya da nasıl yapılmaz, şiir nasıl vücuda gelir, mesele budur. Şiirin bir bölümü keşiftir, kimin keşfedeceğini seçemezsiniz, ona ulvi bir rol yükleyemezsiniz, bu bir lütuf da bir tesadüf de olabilir, buradaki temel olgu şiirsel olanı keşfetmeye meyyal olanın şiirle ne yapacağı konusudur. Şiir, ona birisinin doğru bir frekansla, açık ve dikkatli algılarla, birikimle ve estetik mizaçla ulaşmasını bekler.”
Vildan Külahlı Tanış ile “Çizgide Bir Kukla” Üzerine…
Öyküye uzun yıllardır emek veren bir isim Vildan Külahlı Tanış. Çizgide Bir Kukla, onun ilk kitabı. Verdiği emeğin sonucu olarak güzel bir karşılık gördü kitabı. Şeyma Subaşı’nın sorularını cevaplamış Tanış.
“Öyküler kitaplaşmadan evvel birçok dergi ve yarışmada kendine yer buldu diyebiliriz. Ben işin mutfağında olmayı anlamlı bulanlardanım. Yazdıklarımızın bir nevi eleği, süzgeci olduğunu düşünüyorum bu mecraların. Özellikle yazmaya ilk başladığım zamanlarda olumsuz da olsa dergilerden gelen dönütlere sevindiğimi hatırlıyorum.”
“Bazen şunu düşünüyorum, benim yemek masasında dağılmış bir mutfak tezgâhına sırtımı dönerek yazdığım bir hikâye, başka şehirde bir başkasının çatısı altında kendine yer ediniyor. Bu birliktelik bana hem tuhaf hem de çokça heyecan verici geliyor.”
“Okurken de yazarken de insanın peşindeyiz aslında. Ve peşine düştüğümüz şey o kadar katmanlı, o kadar derin ki. Yazan her insan neden yazıyorum diye bir kez olsun sormuştur kendine. Bence daha önemli bir soru var. Neden okuyoruz? Akıp giden hayatın içinde onlarca, yüzlerce insanla karşılaşırken bir de onlara böylesine yakından bakmak, her bir kabuğunu yavaş yavaş kırmaya çalışmak, en derinde yatan o “şey” ne ise peşine düşmek belki de çok akıl karı bir iş değil.”
Zeki Oğuz Unutulur mu?
Abdullah Harmancı bir vefa yazısı ile Mahalle Mektebi’nde. 12 Ağustos 2023’te aramızdan ayrılan Oğuz’un sessizliğini yazmış Harmancı. Bir zamanlar merkez dergilerde görünen ve daha sonra sessizliğe bürünen 8 öykü kitabına sahip bir yazardan bahsediyoruz. Bilmek, anmak, anlamak, hatırlamak gibi kavramlar ne yazık ki artık çok da karşılığı olan hislerden değil. Birileri çıkıp da işaret edene kadar adı hiç duyulmadan giden o kadar çok değer var ki bu topraklarda. Harmancı güzel bir örnek sergilemiş. Kıymet bilmenin değerine paha biçilmez.
“Zeki Oğuz’un 12 Ağustos 2023 günü vefat haberinin alınması üzerine yapılan sosyal medya paylaşımları, belli kişi ya da çevrelerde merak uyandırdı. Edebiyatla iç içe olan okurların, 55. sanat yılında olan/ölen bir yazarın ismini duymamış olmaları iki açıdan benim için şaşırtıcı değildi. Birincisi, postmodern dünyada iktidar alanları atomize oldu. Parçalandı. Bir başka deyişle edebi iktidar merkezîliğini yitirerek bin bir şekle büründü.”
“Üstelik Oğuz, Varlık gibi, Yaba Öykü gibi, İnsancıl gibi dergilerin yazı kadrolarında yer almış bir kalemdi. Zamanla merkezi dergilerden uzaklaştı.”
“Anadolu köylerindeki insanları tam da içinden, acısından yakalayıp anlatıyordu. Zira ömrü bu köylerde geçmişti. Ama nasıl anlatacağını biliyordu. Salt bir içerik öyküsü değildi onun öyküleri. Kendine bir dil bulmayı başarmıştı. Dostumuz Muammer Ulutürk, kendisine fotoğraflarıyla ilgili bazı noktalarda değerlendirmeler yapıp da önerilerde bulunduğu zaman, Zeki abi şöyle demişti: “Fotoğraflarımı eleştirebilirsin ama öykülerime gelince zor biraz!” Evet, iki dost arasında geçen bu esprili diyalog, aslında Oğuz’un öykülerinin değerinin farkında olduğunu gösteriyor.”
Mahalle Mektebi’nden Öyküler
Zeynep Sayman – Bu Dağlar Kömürdendir
“Çaktırmadan saydım. Tam otuz üç kişiydiler. Kahverengili, yeşilli, siyahlı elbiseleriyle avuçlanıp bir yere bırakılıvermiş ve kendi kendini çekip duran koyu renkli, ebruli desenli bir tespihin taneleri gibi oturuyorlar salonda. Dudakları ve parmaklarıyla birlikte kendileri de kıpır kıpırlar. Bedenleri sabit dursa gözleriyle etrafı tarayıp duruyorlar. Sadece saymakla kalmıyorum, yüzlerini de süzüyorum. Acaba, diyorum, bu otuz üç kadının yüzlerindeki çizgileri uç uca eklesek bir yumak sarı renkli çamaşır ipi kadar eder mi? Abartma, diyorum bu defa, olsa olsa kör bir düğüm atacak kadar.”
“Karşılıklı iki pencereden girip kesişen hava gibi çarpıyor beni evin hali. Sakinlik, hareketlilik, sessizlik, bağrışmalar, iştahsızlıklar, doyumsuzluklar, erken gidenler, geç kalanlar… Hepsi doğal bir uyum içerisinde sarmal oluşturup boynuma dolanıyor.”
Hep bir başkasının acısından beslenmez mi zaten. O kıpır kıpır eden dudaklar kilitlenip kalıyor. Kimse ne diyeceğini bilemiyor. Biri olmasa diğeri yıkılıverecek iki dağ gibi birbirine yaslanıyor kızlar. Onların gölgesinde ufalanıyorum. Parçalarımı toplayıp mutfağa dönüyorum. Teyzem yanındakilere “Erkeklerin maydanozu gitti mi?” diye soruyor. Bir iki saniye birbirlerine bakıp kalıyorlar. “Gitmedi.” deyince yeniden telaşlanıyorlar. Teyzem bir hışımla elimdeki boş tepsiyi alıp yerine maydanoz tabağını koyuyor. “Koş yetiştir.” diyor. Parçalarım ve ben maydanozu yetiştirmek için koşuyoruz.
Fatma Nur Uysal Pınar – Ah Aşımı
“Es Salatu Ve’s Selamu Aleykeee… Dur, dur… Televizyonun sesini kıs bi… Recep ve Hasan’ın babaları, Ağsıralı Durmuş Sağlam… Ölmüş! O ölmüş mü diyebildin öldüğüne inanmadan. Bu kadar kolay olmamalıydı, cehennemi böyle çabuk boylamamalıydı, diye düşündün. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığı, kötülük denizinde yunup yıkandığı için canı çıkmaz sanıyordun.”
“Kulaklarını ellerinle kapattın o ismi duymamak için. Titreyen, mavi damarları çıkık ellerin ağzına gitti istemsiz, ağzını kapattın âmin dememek için. Ölmüş işte, gebermiş gitmiş. Neyin kini bu, diye sormaz mıydı şu halini gören? Ne diyecektin onlara?”
“Anası feryat figan, etraftakiler şaşkın ve tedirgin. O adam suskun ve pişkin. Sen korkak ve üzgün. Saf tuttu cenazede. Sustun. O anki sinirinle bile ağzını açıp senin yüzünden, diyemedin. Diyemediğin her kelime boynuna ilmek oldu, sırtına kambur, içine zifiri karanlık… Ve böyle böyle yaşadın durdun yıllarca. Deli uçurumun kenarında. Elmas’tan bir parça, ondan bir his, ondan bir anı aradın durdun oralarda. Bulamadın. Korkudan başka hiçbir his yoktu deli uçurumda.”
Beyhan Keçeli – Öldüğüm Günü Hatırladım
“Gecenin ürperten nefesi ensemden ayakuçlarıma uzanıyor. Hıçkırıklara boğulmuşum. Saçlarım yastığımdan yorgun, kirpiklerim göz kapaklarımdan. Yatağın üzerinde bağdaş kurup oturuyorum. Nevresimi kavrayan avuçlarım sıcak. Oysa hep üşür benim ellerim. Aynadaki yansımam huzursuz. Tülün arasından odama sızan ışık soğuk mavi.”
“Gördükçe hatırlıyorum. Hatıralara, yüzlere, hüsranlara, anlara götüren siyah beyaz karelerin üstündeki sis siliniyor. Bilincimin buharlanmış camlarında gezinen el aheste.”
“Evlendiğim gün ilk ve son kez sarıldı bana. Evinden gelin çıkaran anne göreviyle soğuk, kısa, ürpererek. O gün vazgeçtim o ellerin bana dokunmasından. Bir gün sarılmasının hayalini kurduğum o beden şefkatten uzak, buz gibi demirden farksızdı. O gün barıştım sarmalanmayan çocukluğumla.”
Mahalle Mektebi’nden Şiirler
Hazırız elbette adımızın okunmasına ve çağrılara
Ya da Hamamyolu’nda bir çınarın devrilmesi
Gibi bakacağız, o yıldırımlar düşecek
Ben hiç ölmedim ben çok öldüm bir ara
Örs oldum, çekiç oldum, demir oldum bir ara
Gençtim; yüzümde fiyaka, saçlarımda kemik tarak
Ardından az yalanın çok üttüğü
Karanlık sokaklardan mavi gökyüzüne kadar
Beni bir kere bile mutlu etmeyen
Resimlerim kaldı.
Burhan Sakallı
Aklım gelip gidiyor halen hocam
O zaman anlıyorum işte, şu nasıl basmış omuzlarıma
Nasıl bir tokatla geri dönüşü olmuş gelişmelerin
Anlıyor ve konuşmaya başlıyorum
İşte o zaman neremin ağrıdığını biliyor ve konuşmaya başlıyorum
Ben konuşmaya başlayınca şair oluyorum hocam
Ben konuşmaya başlayınca hiçkimseyi umursamıyorum
Bir Allah var yanımda diyorum, bir de ben
Ömer Yalçınova
Takımlar giyiyorsun üstüne
Kırışık bakımsız pijamalar
Kalabalıklarda dar sokaklarda hepten yayılmış
Seni gösteriyor: Bakın, burada diye.
Canın her şeyden habersiz, dalgın
Unutuyorsun, sen gülümserken alttan alta kısık ateşte
Gözlerinin akında aygazın işte
Kadir Korkut
Böylece demirdeki seyriyle pasa
Bir yakınlık gibi gelir yürümek
Yanı sıra aynılığın parmak uçlarıyla
Katedilen taptaze bir sükunet
Ali Karahan
Şehir ve Kültür:111
Şehir ve Kültür dergisi 111. sayısının sayfaları arasında ilerken yine bir ayağımız Anadolu’da bir ayağımız dünyanın başka bir köşesinde. Keyifli bir seyahatteyiz. Masal tadında dolaşıyoruz alemi. Buhara’dayız. Rehberimiz Prof. Dr. Abdulhamit Avşar. Tarihiyle, kültürüyle Buhara’yı yaşıyoruz adeta.
“Buhara şehrinin merkez- ine ulaştıktan sonra ilk durağımız, yine İs- lam tarihinde önemli bir yeri olan, büyük mutasavvıf Bahaeddin Nakşibendi’nin mezarı oldu. Sanırım bu güzergâhı takip, yani Gucdüvani’den sonra Nakşibendi külliyesini ziyaret, Semerkant üzerinden şehre gelenler için bir âdet halini almış. Beklendiği gibi Şah-ı Nakşibendi’nin ka- brinin bulunduğu yer, çok daha görkemli ve daha hareketli.”
“Buhara adı, Sovyet dönemi öncesi daha geniş bir bölgeyi tanımlamak için kullanılıyordu. Nitekim Hive’den bugünkü Tacikistan ve Türkmenistan sınırlarının ötesine uzanan bir coğrafyada Buhara Hanlığı, ardından Buhara Halk Cumhuriyeti kurulmuş ve 1924’e kadar da varlığını sürdürmüştü. Mesela, Osmanlı arşiv belgelerinde Buhara denildiğinde bu coğrafya kastedilir. Sovyet işgalinden sonra ise Buhara Devleti’nin toprakları yeni oluşturulan Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan arasında paylaştırılmış, Buhara adı ise bir şehir adı olarak sadece Özbekistan’daki kısımda varlığını devam ettirebilmiştir.
Niğde Şehrengizi
Niğde şehrinin adını duyunca aklımıza ister istemez; “Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye” sözü geliyor. Kâmil Uğurlu’nun da öyle olmalı ki yazısında değiniyor bu noktaya. Derginin kapağını süsleyen Niğde evlerini Uğurlu’nun yazısı tamamlıyor. Yazıda, Alper Lütfi Göncü’nün Niğde Şehrengizi kitabına da değiniler var.
“Niğde, öteden beri değerine inandığımız, muktesebatına hayranlık duyduğumuz, Anadolu’nun ortasında ve kabına sığmaz bir şehirdi. Tarihin her aşamasında kendine bir rol, bir görev seçmiş ve onu kusursuz yerine getirmiştir. Selçuklu’nun kapsayıcı, müşfik, dirâyetli idaresinden sonra Osmanoğulları da burayı kanatlarının altına almıştır. Yaşadığı katıksız Türkmen kültürü sebebiyle cumhuriyet, Niğde’ye farklı bir görev biçmiş ve şehir sağlam “zemini” sâyesinde bunun da altından kalkar olmuştur. Kurtuluş Savaşı’nın maddi-mânevi tedarikini gören önemli merkezlerden biriydi Niğde.”
“Göncü, kırk-elli sene öncelerine kadar eski Niğde’nin kendisini hissettirdiğini, bir parça da olsa ayakta olduğunu hüzünlenerek hatırlıyor. Hanların, hamamların ciddi bir şehir dokusu teşkil ettiğini, taş evlerle yıllara meydan okuduğunu anlatıyor. Fiziki yapının henüz bir aşınma yaşamaya başlamadığını, “evlinin evinde, köylünün köyünde” olduğunu, menfaatin her şeyin önüne geçmediğini, tarla tapanın imara açılmadığını, kendi yağında kavrulanların gösterişten uzak, kendi gerçek hayatlarını yaşayanların neslinin tükenmediğini, sülün gibi kızların beli bükülmüş ninelere, filinta gibi delikanlıların aksakallı hacı efendilere dönüşmediği… günlerin heyecanını duyuyor ve kuru, nostaljik bir yola sapmadan hatırlıyor bütün bunları.”
İşgal İstanbul’unda Şehrin İnsanları
Mehmet Kamil Berse bizleri 1. Dünya Savaşı yıllarına götürüyor. İstanbul’un işgalinde şehrin insanlarının durumunu yazmış Berse. Mektuplar şiirler ve yaşanmış olaylar eşliğinde işgal günlerindeyiz.
“Osmanlı Devletinin son zamanların- da Dünya emperyalist güçlerinin müşterek çalışmaları ile yekpare bir cephe birliği oluşturduğu zamanlar. Ülkemiz topraklarının dört bir yanından artan oranda saldırılar topraklarımızı kaybettirmeye yönelikti… Balkan savaşları başlatıldığında içimizdeki mu- halifleride kullandılar. Şu ifade kullanılır oldu: Balkan dağlarında yangın çıkarır- lardı Dersaadet’in yüreğini dağlamak için… Bu acı hikayelerle dolu savaşlar ve ardından coğrafyamızın acı dolu Göç yılları…”
“İstanbul’u İşgal eden İngilizler ve Fransızlar son Osmanlı meclisini feshedip meclis üyelerinden ve pay- itahttaki münevverlerden bir çoğunu Malta adasına sürgüne göndermişti… Bu yılların sürgün insanlarının payitahtta kalan yakınları ile mektuplaşmaları daha sonraları açığa çıkıp kitap haline getirilmesi önemli belgeler olarak kayıtlarda yer aldı.”
Samimiyet ve Şehir
Özlemiştik Mehmet Mazak’ın yazılarını. Yine kendine has üslubuyla şehrin kalbine dokunan bir yazı ile dergideki yerini almış Mazak. Samimiyetten bahsederek başlayan yazı şehrin samimiyetini merkeze alıyor. Bir şehre samimi sıfatını kazandıran özellikleri anlatan Mazak, elbette kendisinin samimi şehrini de anlatıyor.
“Samimiyet; “İçtenlik, açık yüreklilik, senli benli olma durumu” olarak ifade edilir. Şehirlerde tıpkı insanlar gibi ruhu ve kimliği olan, içinde yaşayan insanları geliştiren, büyüten ve rengini veren mekanlardır. İçtenlik ve açık yüreklilikle sizi kucaklamayan şehirler samimiyetsiz şehirlerdir.”
“İçten, gönülden ve candan davranan şehirde insan mutlu olur. Samimiyet kokan şehir, insanı aziz eder, yüceltir, gönülden sevmesini öğretir. Samimiyet olan şehrin insanı Zevk-i selim ve Kalb-i selim sahibi olur. Kalb-i selim , Allah’a teslim olup selâmet bulan kalbin güven içinde ve kaygılardan arınmış olduğu in – sanların şehrinde vücuda gelir. Samimi davranışlara yönelebilmek için samimi bir kalbe ihtiyaç duymamız lazım.”
“Şehirler tanıdım, gezdim ve yaşadım ülkeme dair. Hiçbir şehir İstanbul kadar beni doyurmadı, ruhumu teskin etmedi, benimle söyleşmedi. Onun için şehirler ile hemhal olmaya çalışan biri olarak diyorum ki; buram buram samimiyet ko – kan şehir İstanbul, İstanbul, İstanbul…”
Köyler Şehirleşecek mi?
“Köyler Şehirleşecek mi?” diye soruyor Muhsin İlyas Subaşı ama bu sorunun cevabı artık belli. Zaten yazıda da cevabını veriyor Subaşı. Dünyanın avuç içine sığdığı bir zamanda şehir-köy ayrımı yapmanın da bir anlamı kalmadı. Köyün sadece adı kaldı. Artık şehirde ne varsa köylerde de aynısı var. Sadece mekânlar farklı.
“Şimdi yavaş yavaş köylere, modern hayatın girdisi durumundaki kalorifer ve asansör de girmeye başladı. Köy evleri toprak damlı binaların işgalinden kurtularak çatılı olmaya yöneldi. Ne var ki, bunun yanında köylü ekmeğini şehirden, yumurtasını marketten almaya yöneldi. Ürettiğini ortak tüketime arz edemiyor. Ayrıca köyün zinde gücü şehre taşınıyor. Tarlasında, bağında, bahçesinde hükümran olmak varken, bu dinamik nüfus şehir varoşlarında kirli bir hayatı, fabrikalarında asgari ücret köleliğini tercih ediyor. Hem araziyi, hem de aileyi parçalayan bu iki başlı ejderhaya çözüm bulmadıkça köy hayatının Türk tarımı için kurtarıcı olması beklenemez!”
Ud, Şarkı Ve Sevdalı Sesler Üzerine
Mehmet Cemal Çiftçigüzeli, musiki tadında geçmiş zamanda bir yolculuğa çıkıyor. Kilis’te komşuları olan Alaettin Yavaşça’dan, sokağı dolduran ud sesinden, meşklerden bahsediyor. Daha sonra aradan geçen yıllarda da karşısına çıkan sesleri birleştiriyor ve sevdalı seslerle besliyor gönlünü.
“Öyle bir hatırlıyorum ki sanki dünmüş gibi; Kilis’te Tekye Camii bitişiğinde merhum sanatçı Dr. Alaettin Yavaşça’nın (1926-2021) mekanı, dedemlerin evine üç beş adımdı. Aileler arasında da örnek bir dayanışma vardı. Öyle ki dayım doğduğunda O’nun da adını, komşu Alaettin Yavaşça’dan mülhem Alaettin (Demircan) koymuşlardı. Yavaşça Ailesinde çoğu zaman meşk yapılır, evlerinde sanatseverler bir araya gelir, kültür-edebiyat-sanat-müzik konuşmaları gerçekleştirildiğini hep dinlerdim.”
“Kartalbey İlkokulu’na başladığımda musiki üstadı, bestekar sanatçı Bilge Özgen’lerin evi mektebimizin hemen karşısındaydı. Çoğu zaman buradan da meşk ve saz sesleri duyar ve hemen kapının önünde sipere geçer ve nağmeleri dinler, kendi kendimize tekrar ederdik.”
“Benim yaş grubumum iyi tanıdığı Ümit Yaşar Oğuzcan, Şemsi Belli gibi aşk şairi Turhan Oğuzbaş’tan Yavuz Özüstün’nün bestelediği eser de konserde bütünleşerek “Bir deniz ki gözlerin ölürcesine derin / Savrulan harmanların rüzgarı saçların / Ve yaşanmamış aşklar küçük avuçlarında / Siyahında yeşil var kimsesiz gecelerin” derken 1960’lı yılların bir şiir matinesi kadar etkiliydi. Program bitmesine rağmen çoğu üniversiteli genç olan izleyicilerin alkışları ve tezahüratları sanatçıları sahnede tutmaya yetti.”
Molla Zeyrek Camii
Hülya Günay, bu sayı bizlere Molla Zeyrek Camii’yi anlatıyor. Yapılışı, camiye dönüşmesi, bugünkü durumu hakkında bilgiler var yazıda.
“Zeyrek Camisi, 1136 tarihli Pantokrator Ortodoks Kilisesi iken Fatih devrinin ünlü hocası Zeyrek (zeki kişi) Efendi tarafından İslam mabedine dönüştürüldü. Zeyrek Camisi çevresindeki ahşap yapılar, sokak aralarında kabirlerin zenginliği, tarihi kemer ve tuğla kalıntıları, külliyeleri tarihi kompozisyonu tamamlar. Özellikle 19. yüzyıl öncesi konaklama birimleri ve bunlarla ilgili taş oda, hamam, mutfak, bahçe duvarları Osmanlı arkeolojisinin verileri olarak günümüze ulaşmıştır.”
“Osmanlı devri boyunca kullanılan ve korunan yapı 1766 depreminde büyük zarar görmüş, III. Mustafa döneminde yapılan esaslı onarımla bugünkü halini almıştır. Aynı dönemde kuzeydeki yapının örtü sisteminin büyük ölçüde çöktüğü ve Bizans üslûbunda yüksek kasnaklı bir kubbenin yeniden inşa edildiği anlaşılmaktadır. Caminin güneyine hünkâr mahfili de bu dönemde yapılmıştır. Mahfilin cami içine taşan zengin ahşap işçiliğiyle büyük çıkması ve kâgir rampasının kemerli kaidesi günümüze ulaşmıştır.”
Osmanoflar
Osmanoflar, Kenan Hulusi Koray’ın tek romanı. Benim için Koray, çok iyi bir hikâyecidir. Kısa hikâyenin büyük ustasıdır o. Dupduru bir dili ve okuyucuyu kuşatan canlı bir üslubu vardır. Hayatın içinden hikâyeler yazan Koray’ın tek romanı Osmanoflar hakkında yazmış Necla Dursun. Roman kadar Koray’ın gizemli hayatına dair de notlar var yazıda.
“1900’lerin başında Bulgaristan’ın Karnabad şehrinde yaşayan köklü Türk ailesi Osmanoflar, kitabın hem konusu hem adıdır. Eser 1938’de Vakit gaze- tesinde bölümler halinde tefrika edilmiş, takvim yaprakları 2004’ü gösterdiğinde kitaplaşmıştır. Balkanlardan, oradaki karmaşadan, savaş öncesinden ve tüm bunların psikolojik etkilerinde bahseden roman vaktiyle Sait Faik’in övgülerine mazhar olmuştur. Kökleri Balkanlı Yazar Kenan Hulusi Koray Yazarın doğum ve ölüm tarihlerini öğrenmek isteyenler bunun için bir miktar zam- an harcamak durumunda kalıyor. Zira ben öyle oldum. Çünkü kaynaklarda- ki bilgiler birbirinden farklıydı. Aynı durumu yaşayarak bilgiyi kaynağından öğrenelim diyenlerin mezar kitabesine bakarak aktardığı bilgilere göre; kitabe- de yazan tarihler de hatalıdır.”
“Askerliği sırasında Adapazarı ve civarını görme fırsatı bulan Kenan Hulusi’nin bu esnada şiirler yazdığı fakat yayımlama fırsatı olmadan vefat ettiği biliniyor. Bir Adapazarlı olarak ne çok arzu ederim bu satırların okura ulaşmasını. Arkadaşları tarafından ketum biri olarak tarif edilen yazar özel hayatından bahsetmemesiyle tanınıyor. Örneğin Yaşar Nabi arkadaşlıkları 10 seneyi devirmesine rağmen ne anne-baba- kardeşlerinin varlığından ne de çocuğu bulunup bulunmadığından bilgi sahibi olmadığından söz etmiştir.”
“Şiirsel üslubuyla öne çıkan eser bir kitaplı bir yazarı tanımamıza imkân vermektedir. Yanı sıra Balkan coğrafyasıyla Balkan sosyal hayatını hakkında bilgiler vermesi özelliğiyle ayrıca önem taşımaktadır.”
Karlar Altında Bir Aksaray Sabahı
Siyah beyaz fotoğraflara bakmak hatta okumak bir tarihi okumaktır. Bundan 100 yıl öncesine ait bir fotoğraf artık sadece fotoğraf değil aynı zamanda bir tarihtir de. Akın Kurtoğlu, Aksaray’a ait 100 yıla yakın bir zaman öncesine sahip fotoğraf üzerinden bir okuma çalışması yapıyor. Şehri, zamanı, insanları tahlil ediyor.
“Rahmetli dedem İbrahim Hilmi Tanışık’ın arşivinden bana intikal eden bu fotoğraf 1927 yılına ait. Mesai başlangıcının hemen öncesindeki sabah saatleri. Kar gece boyu şehrin üzerine yoğun tipi fırtınaları eşliğinde kesintisiz inmiş. Yerde biriken beyaz örtünün kalınlığının hemen her yerde mutedil olması, yağan karın niteliğinden aslında. Rüzgâr eşliğinde hızla yere çarpan bulgur sağanakları zeminde kolay kolay tutunamaz, cereyana kapılarak kolayca sağa sola savrulur. Bunlar ancak belli yerlerde, bilhassa kör alanlarda kümelenir, birbirleri üzerine birikir. Tıpkı, karenin içinde görüldüğü gibi…”
Kitaba ve Okumaya Dair
Ezgi Elçin Oynak, ilk kitabı İçimi Sevinçle Dolduran’ı çıkardı. İçi sevinç dolu bir kitap bu. Kaleminin ucundaki heyecanını cümlelerine yansıttığı her cümlesinden anlaşılıyor. Keyifle okunacak bir kitap. Ezgi Elçin okumaya sevdalı bir kalem. Okuduklarından kendine yol yapmasını biliyor. Bunu yazdıklarından hissediyorsunuz. Şehir ve Kültür’de de kitaba ve okumaya dair yazmış. İçimizi sevinçle dolduran bir yazı bu.
“Kâğıt ve yazı beni her zaman cezbetmiştir. Üzerinde yazabileceğim ya da yazılanı merakla okuyabileceğim bir kâğıt daha çok cezbetmiştir. En çekici şeylerden biridir kelimelerin ahengi, insanı büyüler. Fakat her zaman soluksuz okunan, keyif veren yazılar okumak değildir iyi bir okuma yapmanın temel amacı. İnsanı durup düşünmeye sevk eden bir okuma yapmak okunmanın kalitesini arttırır. Düşündürdükten sonra harekete geçiriyor ve doğru yola sevk ediyorsa görevini yapmıştır. Okumak insana kendini tanıma, çevreyi, zamanı ve genel manada kaderi tanıma fırsatı verir. Okumak, demek o kadar mühim bir mesele ki, Yüce Allah bize okumamız ve düşünüp akıl etmemiz için de yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’ i göndermiştir.”
Teferrüc-22
Teferrüc sarı yapraklar eşliğinde geldi. Mevsimin rengine yakışan bir renk ve ahenkte 22. kez selamladı bizleri. Hep aynı içtenlikle ve heyecanla. Derginin giriş yazısı yine manifesto gibi bir seslenişle bu kez şairlere dokunuyor. Şiir, şiirimsi, şair, şairimsi ve daha fazlası. Alt alta gelen her söz grubuna şiir demeyelim. Bunu yapana da şair…
Editörden…
“Şiir demek dile gelen duyguların gelişigüzel kâğıda dökülmesi değildir. Üstüne alınan alınsın, bir roman, hikâye yani kısaca olay çevresinde oluşturulan bir edebi metnin cümleleri ile coşku ve heyecan bildiren bir tür olan şiirin muktedir kelimeleri asla bir olamaz, olmamalı. Şiir birkaç dize ile üst düzey çağrışımlar verebilmedir, değilse diğer türlerden bir farkı olmayacaktır. Bu sebeple şiiri nesir ile aynı havada kaleme almak edebiyatın özünden uzaklaşmak demektir. Ondaki çağrışımı ortadan kaldırırsak, özlü ifadeyi yok etmiş oluruz. İşte o vakit her üç kişiden dördüne şair demek zorunda kalırız. Aksi halde herkes bir şekilde şair sayılır. Takdir sizlerin…”
Hayrettin Taylan da Şiir ve Felsefe birlikteliğini yazmış. Bu tür yazılar özellikle etrafında gençlerin toplandığı dergiler için çok önemli notlar içeriyor. Şiir yazmaktan çok şiir çalışmak eylemini yapmalı gençler. Taylan, felsefenin şiire açılan kapılarını sorguluyor yazısında.
“Felsefe, düşüncüyle, şiir duyguyla aşkınlığı savunur, irdeler, sezdirir, yansıtır. İkisi de normal akıl ve duygunun bittiği yerde başlar. Üst ilim, üst duyguların dönüştürdüğü metinlerdir. Şiir, kendisine özgü estetik ve poetik sistem kurar. Saf ses değil, müzikal konfigürasyonlardır: ritimlerin, melodilerin, armonilerin ve tınıların etkileşime girme şekliyle derin anlamla aşkınlığı, duygu lirizmini sunar.”
“Şiirsel süreç daha çok sözlü edimler, söyleşmeler, tematik anlamda mitoslarla devam etti. Sonrasında logosdan, felsefeye, metafiziğe, mistisizme, daha derin alanların izdüşümüyle tekâmülünü sürdürdü. Şiir, iç lirizmin dirilişidir. Şiir, insanın ruh ve kalbindeki duygu külliyatını yansıtma sürecidir. Yani, şiir aslında insanın kendini anlama, duygularını adlandırma, hislerini çağrıştırma, özüyle eğlenme, kendine dönüşme ve kendini dönüştürme başlangıcıdır.”
Ahmet Köseoğlu İle Kendini Arayan Şehir Üzerine
Ahmet Köseoğlu’nun Kendini Arayan Şehir kitabını ilk okuyan ve kitap hakkında ilk yazanlardan biriyim. Köseoğlu’nun şehirlere olan tutkunluğunu iyi bilirim. Bu tutkunun ete kemiğe bürünmüş halidir bu kitap. Şehri duyan ve şehri hisseden bir kalemin içli terennümü olan bu kitap yazarı için de yüz akı olacak samimiyete sahiptir. Köseoğlu, Ülker Gündoğdu’nun kitaba dair sorularını cevaplamış.
“Daha çok şehirlerin ruhuna yönelik yazılarım olduğu için yani dünden bugüne ne tevarüs etmiş bunların üzerine okumalar ve onlara güzellemeler, betimlemeler yaptığım için bunun çok sıkıcı ve yorucu olmasını istemezdim dolayısıyla fasih olmasını ve akıcılığı (selaset) bilhassa şehir yazılarında tercih ettim tespitiniz doğru, teşekkür ediyorum.”
Gezdiğim şehirlerde o şehri bilen yol arkadaşlarım rehberlik etti bana. Şehrin künhüne vâkıf olabilmek için neyi arayacağımı ve nasıl görebileceğimi bilge yol arkadaşlarımdan öğrendim. Hani eskiler derlerdi ya “Evvel refik, bâdel tarik.”
“Kendini arayan şehir burada bütün şehirlerin kendisini araması için geçerlidir, kitap adı bazı şehirlere münhasıran verilmiş değildir, mecaz vardır metaforiktir.”
Ruhumuzdaki Medeniyet
Ruhumuzda da bir medeniyet olmalı. İnsan önce kendini inşa etmeli. Ruh olgunluğa ererse insanın etki ettiği her şeyde de bir medeniyet inşasından söz edebiliriz. Canan Olpak Koç, Ruhumuzdaki Medeniyeti anlatıyor yazısında.
“Bağımsız olamıyoruz, ruhumuzu özgür bırakan kazıyıcılardan uzak yaşıyoruz. Bir yanda hayvanî içgüdülerin ve akıldışı dürtülerin dünyası, bir diğer yanda inancın düşmanı “kandırılmış aklın”, sahici aklın düşmanı “sahte inançların” dünyası gerçekçi umutlarımızı yok ediyor. Bizi özgür bırakanlardan kaçıyor, onları kendimizden uzaklaştırıyor bizi mermere daha fazla işleyen ya da karşısına geçip bizi seyirlik hale dönüştürenlerden hazzediyoruz. Oysa tutsak ve sömürgeleştirilmiş bir dil ve zihinle, hiçbir şey dönüştürülemez. Hele ruhlarımız hiç kemalleşemez.”
“Hayatımızda devleştirdiğimiz ayrıntılar için harcadığımız zaman, bir inanca, iradeye ve sevgiye sahip olmak için harcadığımız zamanın çok ötesine çıkıyor. Oysa inanmak, inançlarımız doğrultusunda kendimizi/hayatımızı dönüştürmeye başladığımızda somutlaşır. Sevmek, severek bilmek; insana çok zorlu, çok çetin, çok onurlu sorumluluklar yükler. Kendinden ziyade bir başka yüreği taşımanın sorumluluğu…”
“Ruhumuza medeniyet kurmaktan gittikçe daha fazla uzaklaştığımız gibi göğsümüzde taş taşıyor, ardımızda kırık kalpler ve yaşlı gözler bırakıyoruz. Oysa sağlam kayalar onlara basmamız ve ruhumuzu yükseltmemiz için bizi izliyor.”
Deprem Bölgesinde Bir Kütüphaneci
Rukiye Tufan, deprem bölgesinde geçirdiği günleri kaleme almış.Anlatılmaz yaşanır denecek cinsten günlere şahitlik etmiş. Gitmek gerek, yaşamak gerek. Hiçbir şey uzaktan göründüğü gibi sahih olmuyor.
“Günün birinde Elbistan’da gözlerimi açacağımı düşünmezdim hiç. Haritada yerini bile tam bilmediğim 7.7 şiddetindeki acının merkezi Elbistan. Şimdi Elbistan hepimizin boğazında koca bir düğüm, yüreğimizde sızlayan derin bir yara… Herkes tanıyor, biliyor bu diyarı artık. Kahramanmaraş’ın zihinlere kazınan, unutulmayacak cesur coğrafyası Elbistan.”
“15 gün boyunca Elbistan’da bulunan çadır kentlerde çocuklara ve yetişkinlere yönelik etkinlikler düzenledim. Birlikte okuduk, birlikte yazdık, birlikte çizdik ve boyadık. Bir süreliğine ardımızda bıraktık yaşadıklarımızı ne de güzel eğlendik…”
Şehirlerin Ecesi Bursa
Ramazan Biçer, Bursa’yı manevi iklimiyle ele almış yazısında. Şehrin ruhu olan tarihi ve manevi dokuyu örneklerle anlatıyor Biçer.
“Bursa’nın minarelerle donatılması Orhan Bey’le başlamıştır. Sonraları Yıldırım Beyazıt’ın yaptırdığı Ulu Camii, kızı Hundi Fatma Hatun’un kocası adına yaptırdığı Emir Sultan Camii ve oğlu Çelebi Mehmet’in yaptırdığı Yeşil Camii olmak üzere aile bireylerinin her birine nasip olmuştur; Bursa Ovası’na nazır birer cami yaptırmak. Böylece; Osmanlı mimarisinin kuruluşu da gerçekleşmiştir.”
“Sonuç itibariyle Bursa, tüm nitelikleri ve güzellikleriyle her dem güzel vakit geçirmek, zamanın farkında olmadan tefekkür etmek için aradığımız nadide bir Osmanlı şehridir. Asaleti, tarihi ve dünyaya kattığı anlam itibariyle korunması, kollanması ve değer katılması gereken, nev-i şahsına münhasır bir şehr-i kadimdir.”
Kalbimiz Bir Radyoya Benzer…
Güzel bir benzetme yapmış Mehmet Bilen, kalbimizi eski radyolara benzetmiş. Frekansı elle aranan ve doğru frekansı bulunca net bir şekilde çalan radyoya… Kainatın sesini duymak için uygun zamanı kollamak gerek. Tam zamanında ve olması gerektiği gibi.
“Allah’ın yarattığı küçük-büyük her türlü eser, insanın etrafını sarmış. Onlardaki düzen, intizam, ölçü, her şeyde bir fayda gözetilmesi, özellikle gıdaların tam da insanın hoşlanacağı tat, koku ve renklerle donatılması, vücuda faydalı vitaminlerin doldurulması gibi sinyaller; her an insanın alıcı antenleri olan kulak, göz, akıl gibi duyularına çarpmaktadır. Eğer kalbinin frekansını doğru ayarlayabilirse bu sinyaller onda imana ve huzura yani kendini Rabbinin huzurunda hissetmeye dönüşür. Böylece O’nu bir an bile olsun unutma gafletinden kurtulmuş olur.”
Bir Psikoterapi Hikâyesi
Çocukluk insanın cennetidir. Dupduru vakitlerdir kıymeti yaşarken bilinmeyen. Hatırlamak da ruha iyi gelir. Şifa niyetine hem de… Gurbet Duymuş, çocukluğun duru vakitlerine dönüyor. Her şeyin doğal olduğu, insanın ruhunu onaran vakitlerdeyiz.
“Çocukluğunun geçtiği bu güzel kasaba; kat kat yorganların üstüne, dağ katmanlarının örtüldüğü acılarla doluydu ama yine de vazgeçmemişti onu sevmekten. Her bahçesinde zeytin ağacının ve üzüm asmasının boy verdiği, gelin duvaklarının kapı önlerinde arzı endam ettiği güzel bir kızdı bu kasaba.”
“Kanaviçe işlemeler, danteller, alüminyum çaydanlıklar, bakır tepsiler, salça kokan evler, tarhana kokulu çarşaflar, sabun kokusu ve mis gibi yufka kokusu vardı. İnsan kokardı her yer. Cadde, sokak, her yer dosttu her yer candı. Farklı bir kokuyu, insan olmayanı fark etmek kolaydı.”
“Harbi öğrenciydiler, saygılı ve güzel. İki pelikleri, örgü atkuyrukları ya da öğrenci işi saçları vardı. O zamanın modası öğrenci işi, en afilisi Doktor Martinez ayakkabıları vardı. Temiz ve pırıl pırıldılar.”
“Geçim kaygısı, beş çocuğun yükü, evlilikleri, hayat kavgaları ve istekler, daha küçücükken doğumda ölen bir annenin kaybıyla beş sıfır yenik yaşanan bir hayat, üvey anne, evden kovulma; büyük yengenin yanında yaşama ve nihayet Leyla’sına kavuşma, yengemdi ilk Leyla’sı gerçek Leylası’na kavuştu artık.”
Teferrüc’den Öyküler
Ramazan Kayaoğlu- Bankamatik
“Hava sanki bugün her zamankinden biraz daha soğuktu. Elindeki tabureyi yere koydu. Sonra taburenin üstüne diğer elindeki sepeti bıraktı. Ellerini ağzına doğru iyice yaklaştırıp nefesiyle buruşmuş parmaklarını ısıttı. Normalde hiç bu kadar üşüdüğünü hatırlamıyordu. Montunun fermuarını sonuna kadar çekip yakasını da iyice kaldırdı.”
“Yanına kadar sokulan milli piyangocuyu o an gördü. Hafif irkildi. Niye ben geçeyim demeden hemen tezgâhını biraz kenara çekti.”
“Birkaç dakika sonra bankamatiğin önünde oluşan kuyruk tezgâhına kadar ulaşmıştı. Bankamatik sırasındaki yaşlı bir kadına, ilk böreği satınca çocuklar gibi sevindi.”
Gözlerini açtığında bir hastane odasındaydı. Etrafında birkaç görevli bir de bakımlı genç bir kadın vardı. Bakımlı ve güzel kadın yavaşça eğildi, gözlerinin içine baktı. Sonra elindeki gazeteyi göstererek “Bizi yine rezil ettin baba! Bak tüm gazeteler yine seni yazıyor!” dedi.
Muhammet Sinan Kökçü- Cep Aynası
“Bir ayna bulup getirin hemen.” diye seslendi kendinden emin tavırlarıyla adam. Fısıldasaydı da işitebilecekti herkes, çıt çıkmıyordu üst üste binen kalabalık arasında. Yerde, köşesinde eski usül banyo gömülü olan divanda, iskemlede, kapı ağzında bile adım atacak yer yok, tıka basa doluydu yas evi. Herkes birbirine, o kış soğuğunda tıklım tıklım odada bile çıkartmadıkları ceketlerinin ceplerine bakındılar, ayna var mı diye.
“Onları sevindirmek değil, o kadar katı yürekli, cemalden nasipsiz olacak değillerdi, aksine üzülmek, acımak, acıyacak daha da çok sebep arıyorlardı bir şeye. Bir kadın seslendi; annemin çeyiz sandığındaki el aynasından haber verdi.”
“O adam, ölü uzmanı olan, bi şeyler söylüyor etrafındakilere, ağzından buharlar fışkırıyor, camlardan dışarı taşıyor ölüm kokusu. Cenazenin yüzünü zor görebiliyorum, bembeyaz, kaskatı, donuk, soğuk. Yoksa diyorum öldü mü babam? Dağılmış tüm parçaları birleştiriyorum İbrahim gibi. Yağmur yavaşlıyor, azalıyor, yeryüzünden göğe doğru çekiliyor, temiz bir ruh gibi.”
İbrahim Gürel – Derinler
“Hava güzel. Güneş, gökyüzüne kurulmuş görünmez bir salıncakta kız çocuğu gülüşüyle sallanıyor. Kış kapıya dayanmış olsa da sarı ıslıklarıyla hâlâ bahar şarkıları söylüyor. Kuşların yeni bestelerine kulak vermemiz içinse yolculuğumuzun sona ermesi gerek. Sen onca yolu uçar gibi gel, koca İstanbul’un kötürüm trafiğine takıl. Sabır, ya sabır…”
“Açık balkon kapısı fırsat kollayan sert rüzgâra çağrı yapıyor. Makas seslerine eşlik eden derin bir hüzün, odada kendini duvardan duvara çarpıyor. Girsin içeri rüzgâr, girsin ve dağıtsın bu kasveti. Boşa ümitleniyoruz. İçeri giren rüzgâr sağır, kör… Odanın orta yerine kurulan kasveti es geçiyor. Belli ki o da aciz, gücü yetmiyor.”
“Güneşin yerini yağmur yüklü bulutlar aldı. Çabalar boşuna. Şimdi çıkar çıkarabilirsen derinlerden o hayatı…”
Hülya Varol – Tören
“İlk defa bir kuşa bakınca göze almıştım uzakları. Ona yaklaştığımı düşündüğün an daha da uzaklaşıyor. Uzaklık, göze almak ve tören… Ve benim için her şey tam burada başlamıştı. Artık bir an olsun gözlerimi kırpsam o kuş gibi kanat çırpıyordum. Şimdi sabit olmaktan keyifli değil miydi gözlerim? Buna cevap bulamadan kuş gitti. Artık istesem de bakmaya yetiremezdi gözlerim. Bir daha ne zaman görürüm veya bir daha ne zaman böyle bakarım biliyorum. Sahi biliyorum.”
“Şimdi böyle bakmak güzeldi. Sonunda vardım diye bağırdım. İnanılır gibi değildi ama ben gideceğim yeri bulmuştum. Bu nasıl oldu? Bu kadar çabuk nasıl vardım? Galiba biraz yakınlıktandı. Ama bu kadar yakınlığı ben de beklemiyordum -Belki de iki manada da anlaşılabilir bu cümle-.”
“Duy der gibi, gör der gibi, hatırla der gibi bana baktı. O gün orada kimsenin unutmasına izin vermediler. Bir kere oradan o nefes alınmıştı. Artık mümkün değildi o nefessiz yaşamak. Bakalım bu sefer hangi rengiyle bizi kuşatacaktı kuş?”
Teferrüc’den Şiirler
sen başka denizlere yüzünü kabahatler ordusuna
öyle eğilip bir yağlı urganın önünde
bir kibrit çöpünün yanarken bir başkasını öpmesi bile
dünyaya bir kere daha ve yeniden gelen aşklar
ve senin gölgeni bile bir ipekle örten kalbimin buluşması
kurşunla
Bahtiyar Aslan
Beni çağlar ötesinde ve özenle
Çağdaş Brütüslük’e mâruz kılan ey!
Gönülden teşekkür ederim sana
Sana içten, sana binlerce, sana samimî
Lakin yaram daim ve ığıl ığıl kanadığı için
Elbet kırgınlığım her dem taze ve bâkî
Erol Yılmaz
Her yönde birer heyula gibi tabutlar
Girdiğim odalara artık gölgemi almıyorlar
Ellerim uzanmayı bıraktı hayata
Görsel bir nemden kekrelik üretti çünkü yaşamak
Dedim üstüme gelmesene
Metal tınılardan sızan şarkılar parçalanıyor oralarda
Artık ölüm gelse ne gelmese ne
Ethem Erdoğan
âdem nebi de ölmüştü
yeryüzü bilmiştim onu,
iki büklüm acısıyla kalbim
dünyanın izbe kıtasıydı
ser kilimi, akşam gölgeli
gönlüm harman yeri
aslım avuçla toprak
Allah da severdi babamı
konuşmalarından belliydi.
Mustafa Işık
Ben göğsüme ilmek ilmek işlerim
kumaş artığından bir parçayı annemin dizlerinde
Uyumak güzeldir ikindi vakti
Yaz aralığında kırlangıç bulutları dağıldığında
Bir başına nihavent doyurmaz vakti sürgün vermiş hüzünlerin
Ancak kırılmış bir gün sonudur bir kadın ağladığında
Serkan Şafak
İyelik ekleriyle mevcut sahip olduğum şeyler.
Yusuf’u sev, etimoloji oku sonra Allah ü alem
Define için açılan derin çukur, yağmur suyuyla bir kuyu oluverir.
Mehmet Hasan Doğruer
bu yarısı silinmiş mühür, bu seher yarası, bu bezeleri alınmış işaret parmakları
bu antik şehadet, bu nevrotik eviçleri hepsini söylemeliyim
çarpılmış lambalarda bir kudüs bulmalıyım bir kesif selahattin yahut
gergin telleri tam da sırtından öpmeliyim ağrısız kurşunları öper gibi
Sinan Davulcu
yaşamak saçlarımda biriken günlerin izini sorarken
güneş kırılgan bakışlarıyla vuruyor kavruk tenime
gencecik filizler ufalandığında ellerimde
dilim boynu bükük bir başağın bereketini kuşanıyor
Akif Dut