Edebiyat Ortamı; Sayı: 94

Edebiyat Ortamı dergisi 94. sayısı ile selamladı güzü. Kendine özgü bir duruşu var derginin. Ruha şifa bir havada okurlarına ulaşıyor her sayı. Erdal Çakır şiiriyle başlaması bile çok özel bir yere konumlandırıyor Edebiyat Ortamı’nı. Söyleşiler yine derginin değişmezleri arasında. Bu sayı; Hüseyin Su söyleşisi ile başlıyor dergi. Sorular Yunus Nadir Eraslan’dan. Öykünün inceliklerinden, Hüseyin Su’yun öykü dünyasından ve kitaplarından bahisler açılan öykü tadında bir söyleşi olmuş.

“Gerek yazmak, düşünmek ve inanmak, gerekse sosyal ve siyasal ilgiler, insanın varoluşuyla birebir ilgilidir şüphesiz. Benzer beşerî yeteneklerimiz, yönelimlerimiz fıtratımızda hep birer ihtiyaca binaen mündemiçtir. Daha sonra çeşitli nedenler, şartlar vb. etkenlerle doğru veya yanlış tercihlere dönüşebilir bunlar. Öyle de oluyor. Buradan baktığımda kendimi şanslı kabul ediyorum. Tercihlerimi olumlu yönde belirlediğini düşündüğüm bir inanç ve şifahî, yazılı kültür ortamında doğdum ve büyüdüm. Kitaba ilgimin ve tahkiye dilimin, hassasiyetimin, hatta dimağımdaki tahkiye tadının, bugün işte bu inanç, kültür, duyarlık ortamında oluştuğunu düşünüyor ve görüyorum.”

“Bizim gibi düşünce, dergi, yayın gibi işlerin sorumluluk duygusunu, bilincini Edebiyat dergisi terbiyesiyle kazanmışsanız eğer, her işi bütünüyle özveri duygusu üzerinden yürütüyorsunuz. Hangi alanda olursa olsun içtenlikle yapılan hiçbir iş, eninde sonunda boşu boşuna yapılmış değildir. Sonuç itibariyle bakınca hangi amelimizin kayıp, hangisinin de kazanç olduğunu biz belirlemiyoruz. Bir takdir var ki o bağlamda olup biten her şey, biz ne düşünürsek düşünelim olması gerekendir.”

“Genel olarak sanatta, özel olarak da edebiyatta çocukluk hem safiyeti hem de bir tür dokunulmazlığı, özgürlüğü ifade eder. Bu özellikleri itibariyle sanat ve edebiyat için bitmez tükenmez bir kaynaktır ve bu kaynak döne döne işlenir.”

“Romanın öyküden daha “iyi” bir edebiyat tür olduğunu söylemek anlamına gelmez ama roman yazmak, yazarın başka işleri ve ilgileri tarafından paylaşılamayan bir “yazar hayatını” gerektiren büyük bir yazma çabası. E. M. Forster’ın ifadesiyle söyleyelim: Değişik bölgelerde birkaç şantiyesi bulunan büyük inşaat firmaları gibi bir yapısı var romanın.”

“Elbette edebiyat, öykü, roman vb. ilk önce bir kurgu sanatı. Kuruyoruz, doğru. Kavafis’i de analım öyleyse; edebiyat, sanat her zaman yalan söylemez mi? Söyler. Uyduruyoruz, doğru. Bu yalanı nereden bulup da uyduruyoruz, nasıl kuruyoruz? İnsan yanımızla kuruyoruz ve uyduruyoruz.”

Ömer Yalçınova ile Söyleşi

Ömer Yalçınova ile yeni şiir kitabı Tufandı Koptu merkezli bir söyleşi yapılmış. Sadece kitabını anlatmıyor Yalçınova. Depremi ve sonrasını da birebir yaşamış bir ruh haliyle dile getiriyor şair. Sorular Arafat Deniz’den.

“Tufandı Koptu’yla bir çevrim tamamlandı. Genç değilim artık. İlk üç kitabımda gençtim. Nasip olur da, dördüncü kitabımı yayımlarsam, onda daha iyi görülecektir, olgun sesim, yorgun sesim. İlk üç kitabımda bütün gençlerin içinde olduğu var olma telaşı vardır. Ben neyim, ne yapıyorum, ne yapmalıyım, oldum mu, olacağım mı, bu başıma gelenler nelerdir, dünya nasıl bir yerdir, insan denilen varlığın içi dışı, ülkem, şehrim, arkadaşlarım, inançlarım, dinim, aşklarım… Bu ve benzeri yığınla soru ve konu, telaş içinde, diğer bir ifadeyle bir an önce cevaplanması, çözülmesi gereken soru ve konular olarak, yani sıkıştırılmış halde, bu üç kitapta var.”

“Bu enkazdan çıkamadık. Ev sahibi beni evden çıkarıyor. Komik değil mi? Ama o kadar trajik ki, gelin bana sorun. Depremin ikinci gününden beri, bu belayla uğraşıyorum. Bir yanda ölen canlarımızın acısı. Şehir elden gitmiş, onun ıstırabı. Diğer yanda başını sokacağın bir ev bulma bunaltısı. Devlet, oturduğum ev “az hasarlı” olduğu için taşınma, kira, konteynır, ev hakkı gibi yardımlarda bulunmuyor. Hem evden oluyorum hem de yardımlardan. Şimdi tek derdim: ev. Ama deprem bölgesinde kiralar 10 bin oldu, ev fiyatları üç katına çıktı. Bir hafta sonra daha da artacak bunlar. Dehşet bir şey.”

“Bence halen Neo-Epik şiirin etkisi altındayız. Şimdi mesele o etkiyi ayırt edip kendi sesimize, tarzımıza uyuyorsa, onu geliştirerek devam ettirmek, uymuyorsa terk etmek zamanı. Bütünüyle terk edemesek de. Öyle ya, herkes Neo-Epik yazmak zorunda değil. Ama bence herkes bu akımı değerlendirmek, öğrenmek, tartmak zorunda. Günümüzde bir şairin Neo-Epikle hesaplaşmadan yeni bir şiir yazabileceğini sanmıyorum.”

Afrika Şiiri Üzerine Güncel Bir Değerlendirme

Edebiyat Ortamı, dünya şiirine de ses veren bir dergi. Şiirin var olduğu her coğrafyanın sesini dergiye taşıyor. Zekeriya Şimşek, Afrika şiiri üzerine kaleme aldığı değerlendirme ile dergide.

“Şiir, bedel ister; bunu kimileyin okura da ödetir ama esas muhatabı şairdir. Afrika’nın birçok ülkesinde canlı şiir gösterisine/dinletisine tanık olabilirsiniz. Afrika’da şiir okumak ve dinlemek, en az yazmak kadar önemlidir. Sözlü kültür, gündelik yaşamın gereçlerindedir.”

“Sömürgecilik dönemi ve öncesinde mitolojik unsurların şekillendirdiği sözlü edebiyat, sonrasında mitolojik unsurlardan uzaklaşarak yaşamı dönüştürmeye odaklanırken şiir de bundan payını almış; menzilini, ırk ayrımı ve kıtanın talan edilişine tepkisel bir bağımsız Afrika’ya yöneltmiştir. Afrika Şiiri’nin arkeolojisinde dinî semboller ve insanüstü güçler her zaman dikkat çeker; buna geleneksel Afrika poetik tarzı diyebiliriz.”

“Acıyı kanıksamış insanların ve kolektif ızdırapların sesi olarak derinlik kazanan bir duyarlılığın birikimiyle yoğurula gelen Afrika Şiiri, global kuşatmayla bayağılık çukuruna hapsedilerek tehlike bertaraf edilmiştir; en azından şimdilik (!) Bir iletişim aracı olarak günümüz Afrika Şiiri, bir “sayıklama” eşiğindedir. Karşı koyarmış gibi yaparak karşı koyduğu “şey”e hizmet etmek, Afrika edebiyatını kökü dışarıda/gölge edebiyata evirmektedir.”

Kare Dünyada Devletlerden Önce Kültürler Savaşır

Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, dünyanın girdiği savaşın boyutlarını kültürel bir bakış açısıyla ele alıyor. Verilen bir savaş var. Çarpışan güçlerin kültürler arası mücadelesi dünyayı farklı bir boyuta çekiyor. Gürdoğan, dünyanın geldiği noktayı kültür savaşları yönünden değerlendiriyor.

“Cephelerde savaşan silahlı güçlerden önce, pazarlarda yarışan silahsız güçlerin ağırlık kazandığı düz kare dünyada, sürekli değişen kültürel sınırlar, çok değişmeyen siyasal sınırlardan daha çok önem kazanmıştır. Bir ülke dünyanın neresinde yer alırsa alsın, her ülkede geçen yüzyılın siyasal sınırlarının yerine, gelen yüzyılın kültürel sınırları geçmiştir.”

“Yüzyıllarca üç kıtanın ve üç denizin, denetimini ellerinde tutan Türklerin, Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan ve Ortadoğu’dan Anadolu’ya çekilmeleriyle, bütün Türk ve İslam dünyası, açgözlü Avrupa ülkelerinin saldırısına uğramıştır. Geçen yüzyıllarda Afrika’yı, Asya’yı ve Amerika’yı işgal eden Avrupalıları, Asyalılar, Afrikalılar ve Güney Amerikalılar işgal etmeye hazırlanıyorlar. Avrupa’nın önde gelen düşünürleri, öne çıkan edebiyatçıları kitaplarında, hesaba çekilmenin yol açacağı kültür savaşlarını tartışıyorlar.”

“İbn Arabi’nin İspanya’dan, Mevlana’nın Türkistan’dan gelerek, Allah’ın solmayan rengine boyanan Yunus’la buluştuğu, Selçuklu sonrası Osmanlı öncesi dönemde, Türklerin Buhari’siyle, Ebu Hanife’siyle, Maturidi’siyle, Yesevi’siyle, Anadolu’daki bin yıllık tarihlerinin temelleri atılır. Anadolu’dan üç kıtaya ve üç denize açılan Türkler, “Cümleler doğrudur sen doğru isen / Doğruluk bulunmaz sen eğri isen” diyerek, gittikleri coğrafyalarda bütün insanların temel haklarına ve ana özgürlüklerine özen gösterirler.”

Alaeddin Özdenören’in Güneş Donanması İsimli Şiiri Üzerine

Ersin Özarslan, detaylı şiir incelemelerine devam ediyor. Ele aldığı şiiri tüm yönleriyle ders işler gibi titiz bir bakış açısıyla çözümlüyor Özarslan. Bu sayı; Alaeddin Özdenören’in Güneş Donanması şiirinin tahlili var.

“Güneş Donanması, yapı bakımından Roma rakamlarıyla birbirinden ayrılan iki bent hâlinde teşkil edilmiştir. Bentler hacim bakımından birbirine eşit olmadığı gibi mısralar da hece sayıları veya uzunluk bakımından birbirine eşit değildir. Başka bir ifadeyle bu şiir geleneğin ölçü ve düzen anlayışına aykırı olarak teşkil edilmiş olmasına rağmen, kendine göre yahut “düzensizlik içinde bir düzene” sahiptir. Çünkü kelam düzene muhtaçtır, düzensiz söz olmaz, haliyle gayesi kendisi olan şiirin düzeni de kendine göredir.”

“Şiirde âhenk ve âhengi oluşturan vezin, kafiye ve diğer ses unsurlarının güzelliği temin ve zevk yahut haz duygusunu tatmine yönelik olduğu gerçeğine karşılık şiirin yalnızca zevk veya haz vermek için yazılmadığı, bunun ötesinde okuyucuya yeni ve farklı bir tecrübe ve idraki, bilinen, alışılmış hatta kanıksanmış olanı daha yeni, daha canlı ve daha taze bir şekilde ifade etmek, insanın hayat sahası ve idrâk dairesinde yer aldığı hâlde hakkıyla ifade edemediklerini dile getirme cehdi gibi şuur seviyesi ve hassasiyet derecesini yükseltme gibi vazifeleri yüklendiği daha 1945 yılında T. S. Elliot tarafından dile getirilmiştir7 . Güneş Donanması’nda âhenk ve düzen endişesinin şuurlu bir tavırla ihmal edilerek şiiriyet ve derinliğin düşünce ve hayallerle temin edilmesi hedeflenmiştir. Bu tarafı, şiirin Elliot’un işaret ettiği görevi icraya yönelik olduğunu akla getirmektedir.”

Abdülfettah Rauf’un Derdi Neydi?

Prof. Dr. Bilal Kemikli, Üsküp’ün Âkif sesli şairi Abdülfettah Rauf hakkında yazmış. Derdi, mücadelesi, sanatı ile bir şairin topraklarıyla kurduğu ünsiyete şahit oluyoruz. Bunu anlayınca derdini de öğrenmiş oluyoruz şairin.

“Eşiğinde toplandığımız bu köprü şahsiyet, sadece yazdıklarıyla değil, yaşadıklarıyla da bir muallim ve mürşit olmuştur. Tıpkı Âkif gibi, hareket ve umut şairidir. Bunca zulme rağmen doğru bildiklerin söylemekten, muallimlik ve mürşitlik vasfından uzak durmamış ve hiçbir zaman da umudunu yitirmemiştir.”

“Dua, Hakk’a iltica… Fettah Efendinin derdi, vatan toprağında, asil bir vatandaş olarak hür yaşamaktır. Onun bu derdini, maskelere sığınarak âleme nizam vermek için çabalayan emperyal güçler anlayabilir mi? Bu mümkün mü? Vardar’a, Üsküp’e ve vatana dair yazdığı metinleri Âkif’in Berlin Hatıraları ve Necit Çöllerinde şiirleriyle birlikte okumak lazım. Ancak burada ona zamanımız yok. Her ikisinin de derdi ortak: Vatan toprağında hür ve güven içinde yaşamak… Müslümanca yaşamak.”

Hüseyin Hakan ile Söyleşi

Hüseyin Hakan’ın yeni kitabı Diğer Alçaklar Gibi çıktı. Hakan, uzun bir süredir çalışmalarını ilgiyle takip ettiğim bir isim. Gayreti, çalışkanlığı ile göz dolduran işlere imza atıyor. Yeni kitabı ile ilgili Kadir Tepe’nin sorularını cevaplamış Hakan.

“Düşününce, her insanın kendisine has kötülük kronolojisinin olması korkunç geliyor. Fakat biraz daha düşününce, kötülüğün kendisine ait bir kronolojisinin var olduğu gerçeği çok daha korkunç bir şey. Yani teker teker bakınca evet, hepimizin kişisel şeytanlıkları var fakat bunlara alçaklık demek cüretkârlık olur. Kitapta bahsettiğim kötülüklerkişisel şeytanlıklarımızın başka bir el, Adam Smith görünmez el diyor ya, öyle bir el tarafından tasarlanmasıyla oluşan formlar. Bu yüzden alçaklık diyoruz.”

“Ben, Eichmann’ları yetiştiren iklimin peşindeyim. Her an değişen, başkalaşan, Baumann’ın dediği gibi akışkan olan şeylerin peşindeyim. Çünkü nerede çözülen, eriyen, akışkanlaşan kurallar, kökler, hakikatler varsa orada şüphe, korku ve belirsizlik oluşur ve alçaklar da oralarda gururla duruyordur. Dolayısıyla onları görüp tanımak oldukça zor. Korkarım ki uzun bir süre daha bütün işimiz ütopyalarla.”

“İyi olduğum şeylerden birisi olan yazmanın kaynağında Leyla hocam var. O günlerde önüme beyaz kâğıdı koyup beşer kelime yazarak onlardan bir metin çıkarmamı istediğinde, yarışmalara beni zorla dahil edip ödüller kazanmama sebep olduğunda işte bugün bunca mutluluğu yaşayacağımı öngörüyor olmalıydı. Bu yüzden sorunun iyilik veya kötülükten ziyade doğru hamleyi yapmakla ilişkisinin olduğuna inanıyorum. Tabii yazmaya başlayan elimden tutup bu noktaya gelmesinde rahmetli Bülent Parlak’ın da inanılmaz katkısı var, unutmayacağım.”

40 Soruda Bestekâr Âmir Ateş

Fahri Tuna’nın bu sayı 50 soruluk söyleşisinin konuğu Âmir Ateş. Besteleriyle gönlümüze esenlikler sunan Ateş’in cevapları da besteleri gibi içten.

Kandıra? Talebeliğim. İlçenin önde gelen simalarının çocukları, arkadaşlarım. Lokmanlılı Kadir Ağa’nın Kandıra’daki, Orhan Mahallesindeki evlerine kaldım, herhalde iki üç sene kaldım. Öz amcam gibiydi. Torunu Ümit Yılmaz Paşa, generaldi, yeni emekli oldu. Bizim Kandıra’dan birçok ünlü yetişmiştir.

Kemal Gürses? İstanbul Radyosunun hanendelerinden, sanatçılarından biriydi. Nuruosmaniye’deydim daha. Arkadaşlarım bir gün beni, rahmetli Kemal Gürses’in şeflik yaptığı Çarşıkapı Musiki Derneğine götürdüler. Bir, iki defa gittim ben. Gitmez olaydım. İçime bir kıvılcım düştü. Musiki kıvılcımı. O gün bugün içimde o ateş, sönmeyen bir alev yangını, halen yanmaya devam etmektedir.

1989, Emeklilik? İstanbul Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğünde okuyuculuk görevim bir ömür devam etti. Orada başladım, orada bitirdim. 1989’da da emekli oldum. Memur emeklisiyim anlayacağınız.

Avni Anıl? Abi kardeşliğimiz oldu. Üsküdar Musiki Cemiyetinden yetişen bestekârlardan biridir. Uzun yıllar birlikteliğimiz olmuştur. Bigalıydı. Babası albaydı. O yüzden Üsküdar Selimiye’de çocukluğu geçtiğinden, Üsküdar Musiki Cemiyetine intisap etmiştir.

İmam Gazali’nin Edebiyata Etkisi

Beste Bekir, İmam Gazali’nin Edebiyata Etkisi isimli yazısında Gazali’nin felsefe ile edebiyatı birleştirdiği noktaları, başta Ahmet Yesevi olmak üzere etkilediği isimleri anlatıyor.

“Felsefe ve edebiyat, insanlık tarihi boyunca birbirleriyle sıkı bir ilişki içerisinde olmuştur. Bu ilişki, düşünce ve duyguları derinlemesine keşfetme, insan varoluşunun anlamını sorgulama ve evrensel sorulara cevap arama çabasıyla şekillenmiştir. İslam düşünce dünyasında, bu ilişkiyi önemli ölçüde etkileyen bir figür olan Gazali, felsefi yönüyle edebiyat alanında da derin bir etki bırakan önemli bir kişiliktir.”

“Türk edebiyatının önemli şairlerinden olan Ahmet Yesevi’nin Divan-ı Hikmet adlı eserinde İmam Gazali’nin düşüncelerinden etkilendiği görülür. Divan-ı Hikmet’te İmam Gazali’nin ahlâki öğretileri ve sufizm anlayışı yer almaktadır.”

“İmam Gazali’nin felsefi görüşleri, Türk ve İslam edebiyatı ve felsefesi üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Gazali’nin felsefi ve ahlâki öğretileri, birçok yazarı ve düşünürü etkilemiş, pek çok esere ilham kaynağı olmuştur. Onun eserleri, bugün bile edebi dünyada değerli bir miras olarak kabul edilmekte ve fikirleri, insanların manevi arayışlarına ışık tutmaya devam etmektedir.”

Beyaz, Uykusuz, Uzakta…

Oğuzhan Öztürk Kars’tan sesleniyor Beyaz, Uykusuz ve Uzakta… diyerek. İnsan için neresi uzak neresi yakın zamanla anlaşılıyor. Şehrin yüzü değiştikçe kavramlar da yer değiştiriyor.

“Aklımızda hep Cemal Süreya’nın o mısraları. Aslında başlık bu yaz mevsimine pek de uymadı biliyorum. Yine de kullanmak istedim. Birkaç gündür memleketim olan Kars’tayım. İçimden geçen birkaç satır şeyi kâğıda dökmek istedim. Buranın ev sahibi olan Ebu’l Hasan Harakânî hazrete selam vererek günüme başlıyorum. Evliyalar şehirlerimizin gizli koruyucuları…”

“Akşam serini beni kendime getiriyor. Kars kalesinin eşsiz manzarasına karşı kahvemi yudumluyorum. Birkaç gün daha buradayım. Vaktim az olduğu için Sarıkamış’a, Çıldır’a, Ani’ye uğrayamayacağım. Ama bu çok kültürlü kadim şehrimize halen gelmediyseniz ilk doğu ekxpresi ile gelmenizi tavsiye ediyorum. Kendi kadrajımdan birkaç görseli buraya bırakıyorum…”

Edebiyat Ortamı’ndan Öyküler

Ahmet Ergin – Maskeli Balo

“Evden çıkarken bütün maskelerimi yanıma alıyorum. Yüzümde işe giden adam maskesinin verdiği anlamlandıramadığım duygular ile merdivenleri birer ikişer iniyorum. İkinci kata inmeden Sevim teyzenin kapısı açılıyor. Eğrelti bir tebessümle “günaydın” diyorum. Sesimin yapmacık çıktığını fark edip pişmanlık duyuyorum. Sevim teyze olanca samimiyetiyle karşılık veriyor. Hâl hatır faslı uzuyor. Sıkıntımın beni esir almaması için gayret edip merdivene yöneliyorum yeniden. Sımsıcak hayır dualarını gönderiyor ardım sıra. Yüreğime bir ferahlık yayılıyor.”

“Öğleden sonrası daha da dayanılmaz oluyor. Çehreme çöreklenen ağırlık damar damar ruhumu esir alıyor. Yalnız kaldığım anlar kısaldıkça mesai saatleri uzuyor zannediyorum. Zamanın göreceliğine içerliyorum. Gözlerim sıklığını ölçemediğim aralıklarla saati arşınlıyor. Akrep ve yelkovanın umursamaz tavırları canımı sıkıyor. Söylenmediğim bir tek bunlar kalmıştı, diyorum içimden. Çekmecemden hüzün maskesini çıkarıyorum.”

Usame Yördem – Olmamışlık, Susku, Bazen Ölmek ve Keder

“Rutine binen hayatımız, çok sonraları, babamdan yapılma birine evriltti beni. Aynı şeyleri tekrar ederek, sabah aynı saatte uyanarak, gece aynı saatte uyuyarak, benzer yemekler yiyerek ve benzer tepkiler vererek oldu bu evrim. Mütemadiyen süren, bu sürüşte konforlu bir alanı ortaya seren bir şeyler olurdu. Babamdan bana geçen mide ağrıları, seyrek saç tohumları, öfke patlamaları, hep takip ederdi beni. Nereye gidersem peşimdeydi genetik.”

Fatma Nur Uysal Pınar – Dibine Düşecekken

“Hep kızdı kocasına. Yürek dolu sitemi peyderpey savursa da kocasından tarafa, geçmedi gitti siniri stresi. Oğlunun kocasına bağırdığına şahit oldu, küplere bindi. Ben kızdıysam sana ne olmuş, dedi. Kocasına karşı dişlerini sıktı durdu da ağzından tek kötü laf çıkmadı sonrasında.”

Esra Öztürk- Soyuldukça Zevk Veren Yara

“Yolumuz hiç bitmiyor. Bir geçmiş bırakıyoruz geride, durmadan yağ akıtan bir araba gibi. Bazen siliniyor izler, anılar silikleşiyor ama çoğu hep dipdiri. Yüreğimizi yırtan acıları şikayet ediyoruz bir bir dualarla yaradana. Kendimizi sürekli sıkıştırıyor, düşünmemek için anlıları; meşguliyetler yüklüyoruz ömrümüze. Sanıyoruz ki, bedenlerimizi yorarsak ruhlarımız rahatlayacak.”

“Aşklarımız bizim kimliklerimiz olmasına rağmen deliler gibi kaçarız onlardan, utanır, saklarız hep en güzel aşkları. Okumayı en çok sevdiğimiz romanlar aşk içeriklidir, izlemeyi sevdiğimiz filmler, diziler aşk içeriklidir hep. Neden kaçtığımız hiçbir zaman anlayamayacağız.”

Tarık Özcan – Tuş Taşı“Gittikçe beyazlaştı. Gündüzleri güneşin ışıklarını emen taş, göz alıcı bir aydınlık ve tebessüm yeriydi; geceleri ise yeryüzüne düşmüş bir yıldız gibiydi. Ona ilgisiz kalmak mümkün değildi. Ev halkı, ikindi namazından sonra onun üzerinde en güzel sohbetlerini yapıyor; komşu evin kerpiç duvarında yuvalarını kuran kırlangıçlar ise onun üzerinde uçuyorlardı. Tuz mu taşa aitti, taş mı tuza aitti bilemiyorum? Ama hayvanlar her ikisini de istiyordu. Günün yorgunluğunu burada atıyorlar, akşamla birlikte eve dönerken gittikçe hızlanıyorlar ve taşın varlığında teselli buluyorlardı. Taşın üzerine serpilmiş kaya tuzunu yaladıkça kendilerine gelerek büyük bir memnuniyetle avlunun açık kapısına yöneliyorlardı. Bu hayvanlar tarafından her gün tekrarlanan bir merasim töreni gibiydi.”

Edebiyat Ortamı’ndan Şiirler

Gel,
Bu şiir şehrimden büyüktür, uykularımdan da
İlkel meraklarımın mayaladığı tüm sorularımı unutabilirim
Annemden emdiğim sütü hatırlatabilirim ama, bu şiir kimdir dersen
Hatta bu yalnızlıklar kimindir, aşka boyanmış bu yara da kimdir,
İnsan, hangi cevabın sorusudur, damlayı çektiğimizde derya kalır mı
Dersen ve
Allah’a açılan elde mekân tutmuş bir yakarışa kulak verirsen
Beni ‘an’ın içinde unutulmuş bir yüzyıl gibi bulacaksın
Ya da Molla Fenari’nin baş ucunda bir dua
Erdal Çakır

Kapılara
Bir yaprak daha sıkışıp kalacak
Bir kentin günahları da hiç bağışlanmayacak
Artık yollarbir güneye bir batıya ayrılacak, duvarlar yıkılacak; o yorgun yürekler nedense kayıplara
Karışacak

Çatılara
Kadar yaklaşacak
O eski krallıktaki ılık rüzgârlar… Bir tarihte en eski biçimiyle savrulacak
Yükselen beyaz bulutlarla bazı adamlar yazın içinde öylece kaybolacak, uçsuz bucaksız tarlalardaki
başaklar da bir şekilde olgunlaşacak
Davut Güner

Biz muhafazakâr bir aileydik, nedense çok mutluyduk
İdareli kullanırdık imanımızı, o kadar da tutumluyduk
Acıktığımız zaman, hiç acımadan, hurafelerimizi yerdik
Azap ile müjdelenmiş kavimler gibi, biz de helâk olduk

Ben tanrının yerinde olsam, bütün AVM’lerimi infak ederdim
Bırakırdım ortak koşmayı, hiç düşünmeden Allah’a koşardım
Yaşar Akgül

kendimden ne kaldı suya
diye sordurur başak
yüreğime ne kaldı kendimden
hatırlamasam da yoklar beni
kimden aldığımı bilmediğim bu ağrı

yürek sızılarımı şerh etsem
bulur muyum kaynağını
kimde ne bıraktığımı ağrıdan
Ali Sali

Sevimsiz şu çarşamba ona bu ismi ben verdim.
Safra da taş kafeste korku istemem,
Sinemaya doluştuğumuz üzre merdivenaltı içkiler.
Çok pişman ve adı çarşamba olan eza hoşgeldin!
Niyette kurutmak bataklığı görünürde ramazan hilesi
Aydınlar zümresi ve tedavülde olan ilaçlar pek diriltici,
Ünal Sarman

Bakınca gözlerine eziliyor içimde muhtemel bir taraf
Arafta kuş muyum neyim geceye uçan
kanatsız balık mı sensizlik denizlerinde
Elsiz ayaksız yolcu mu yolunda her Bağdad’ın
Bakınca gözlerine eziliyor içimde muhtemel bir taraf
Ersin Özarslan

Bir Nokta, Sayı: 260

Mürsel Sönmez’in manifesto gibi girişiyle başlıyor Bir Nokta dergisi her sayısına. Bunun kıymetini bilen bilir. Onun gönlünün zenginliği o kadar engindir ki bundan birkaç cümle payımıza düşmesi bile paha biçilmez kıymettedir.

Mürsel Sönmez’in Giriş Yazısından…

Sanatsal “yaratı” ya da “üretim”in çekici gücü -itici değil- sanatçının ego/benlik veya nefsidir. Bu düzlemdeki insan, kendi “var”lığını ortaya koyduğu eserle ispat ve tahkim eder. Edebiyat özelinde de elbette böyledir. Düşünce ve kelimelerin benliğinde savrulduğu, harmanlandığı kişinin hayat “diline vurur.” Bir bakıma benliğinin icbarı/zorlaması ile söyler ve yazar. Kime, neyi, hangi duygu ve düşünceyi, hangi hayal ve tasavvuru görünürde hangi amaç için dillendirirse dillendirsin, gerçekte bu bir “benlik” inşası, bir varlık dışavurumudur. Bu her canlı için böyledir: Her canlı zuhur/ görünme peşindedir.

Sanatçıda ise para pul kazanma, politik başarı ve başka şekillerde nüfuz ve üstünlük elde etme gibi hayata dair malzemeler genelde eksik olduğundan, bütün güç ve yeteneğini hedef noktasında tutar. Ana malzemesi benlik ve orada cereyan eden soyut âlem olunca da istediği gibi bir dünya kurar ve övüngenliğiyle diğer “eksik”lerini gidermeye çabalar.

Tekrara Methiye

Hayat bir tekrardan ibaret. Farkında olmadan o kadar çok tekrar yapıyoruz ki. Hayat devam etsin diye oluyor tüm tekrarlar. Nefes almak gibi mesela. Hasanali Yıldırım tekrarlarımızı yazmış.

“İki tarafı keskin bir kılıç tekrar. Bize hayat da verebilir veya en azından hayata da bağlayabilir; bedenimizi veya ruhumuzu yahut her ikisini birden günden güne kemirip ölüme de taşıyabilir. Tekrar: melek yüzlü bir şeytanın içine saklanmış şeytan yüzlü bir melek.”

“Kâinat tekrar tarafından kuşatılmıştır dedik. Ama bir muhasara kuşatması da olabilir bu, bir muhafaza kuşatması da. Gerisi yani işin esası bize kalmış: fanilere. Fena da tekrara dayalı bu arada.”

“Tekrarda rahmet var. Hatta şöyle de söyleyebiliriz: Rahmetin çoğu tekrarda! Hayırlı ne varsa ve şerden uzaklaştırıcı hangi yol işaret edilebilirse hepsi de tekrar istikametinin üzerindeki duraklar. Henüz pek erken yaşta vicdanlı ebeveynin çocuğuna kazandırdığı itiyatların hepsi yıllar yılı tekrarlandıkça bir yandan ifası kolaylaşır, öbür yandan o kişi için fevkalâde, alelâde hâline gelir. Mesele müspet tekrara ruhen de iştirakta. Ruhun hissesini almadığı yahut katmadığı hayır, hızla şerre kâlbolur.”

Turgut Uyar’ın Büyük Saati

Fatih Öğüt, Turgut Uyar’ın bütün şiirlerini içine alan Büyük Saat hakkında yazmış. Uyar’ın şiirine dair de notlar var yazıda. Sadece II. Yeni’nin değil tüm zamanların en özel şairlerindendir Uyar.

“Uyar’ın şiirinde felsefe, bir öncül. Zira şair poetikasını düşünsel unsurların kılavuzluğunda inşa ediyor. Her dize kurulmakta olan fikir evrenine dahil. Şiirsel bütünsellik, o büyük kompozisyon, böylece oluşuyor. Şiirin tematiğinde domestik meseleler kadar evrensel boyutla da karşılaşıyoruz. Varoluşun sarsıcılığı karşısında arkeik hesaplarıyla tekrar yüzleşen insan, bir çıkış yolu mu arıyor? Hayır aramıyor; biliyor zaten. “Ölüm ölüm / üstün değilsin aşka”, işte o hakikati ve ötesini sorgulamak, var olmanın kaçınılmaz düalitesi yok olmakla hesaplaşmayı görüyoruz Büyük Saat’te. Aşk ölümün anti maddesi…

Gündelik, hayat gailesi, ilk bakışta fark edilmeyen rutin kederler; Uyar’ın şiirsel evreni içinde tematik olarak önemli bir yer tutuyor. Birinci yeni gibi desem, herhalde şair yüzünü ekşitirdi; aceleci tespitlerin sende kalsın, diye azarlardı belki de. Fakat “Söyle Küçük Saadetini” şiiri benden yana: “Söyle küçük saadetini, çekinme/ Bir ekmek, bir kadın, birkaç çocuk./Tatlı gerinmelerin peşi sıra sabahleyin/Evinle işin arasında bir tatlı yolculuk…” Herhalde burada Orhan Veli’den hatta Behçet Necatigil’ den esen rüzgarı hissetmişsinizdir.”

Düzgün ve Mekin

Tahsin Hamdi Yılmaz nasihat ve zamane üzerine hikmetli bir yazı kaleme almış. Seslerin duyulmadığı bir kalabalıktayız. Söz muhatabı buluyor mu bilinmez ama yoldan dönmek de olmaz.

“Ey oğulcuğum, ahlak ahlak diye nasihatle zamane zamane diye taşlamayla başının etini yiyip durandan geçilmiyor etrafın değil mi!? Hayatın anlamı savrulmalardan yoğurulmuş bir lezzet sandırılıyor sana gizliden gizliye, sinsice. Savruluşunun bir arayış bir izzet cehdi olduğunu kanıksamana çalışarak kendine yer açan, açtığı yeri derinleştiren ve genişleten şeytanlık zatını, sıfatlarını ve fiillerini fesada sürüklüyor senin.”

“Düzen ve güven, öyledir takdim edilmiş olmakla kabule layık mı sayılacak yani!? Zaten budur düzen ve güven diye takdim etmekle kalmaz şeytanlar. Düşürüldüğün açmazlara, sakınaksızlıklara karşı bir tutamakmış, çareymiş, korunakmış gibi giydirirler ve cezbedildiğin kolaylıklara, rahatlıklara, zenginliklere yönelik bir imkanmış gibi etlendirirler birçok yetkinlikle o takdimlerini.”

Ercan Ata’nın Konuğu A.Ali Ural

Ercan Ata, bir külliyatı tamamlarcasına çalışmalarına devam ediyor. Söyleşiler, değerlendirme yazıları derken ortaya vefadan örülü eşsiz bir eser çıkıyor. Ata’nın bu sayıdaki konuğu A.Ali Ural. Şair, yazar, editör ve en önemlisi Türk Edebiyatı’na yeni yetenekler kazandıran bir hocadır Ural.  Elindeki her işi büyük bir titizlikle yerine getiren, gönüller yapmanın da ustasıdır o. Ercan Ata’nın sorularını cevaplamış Ural.

“Her çocuk şairdir. Dünyayı olduğu gibi değil benzettiği gibi gördüğü için şairdir. Ağaç dalını ata, leğendeki suyu denize çevirmesi şiirdir çocuğun. Her çocuk şairdir. Dünyaya hayretle baktığı için şairdir. Hiçbir şey yoktur ki yeryüzünde çocuklar ona hayretle bakmasın. Boşalmış bir ilaç şişesine kaşıkçı elması gibi bakar çocuk hayretle, tahta üzerine çaktığı eğri büğrü çiviler bir anda futbol takımının oyuncuları olur. Her çocuk şairdir. Yaramazlık yaptığı için şairdir.”

“Modern zamanlar tahdit edilmiş kimliklerle tanımak istedi insanı. Hezarfenlik tedavülden kalktı. Herkesin tek alanın küçük bir noktasında bilgi ve meslek sahibi olması yüceltildi. Sosyal kimlikler insanlığımızın önüne geçti ve yapay kastlar oluştu. Temel kimliğimiz insanlık, inanç kimliğimiz Müslümanlıktır. Bizi yoracak olan farklı alanlarda çalışmamız değil sosyal kimliklerimizi zırh haline getirip o ağırlıkla yaşamamızdır.”

“Gelenekten yararlanıyorum evet, hangi mirasçı kendine kalan büyük mirası elinin tersiyle itmiş. Anamızın ak sütü gibi helaldir gelenekten şiirimize intikal eden servet. Metinler arası göndermelere gelince şarkıyı koro halinde söyleme arzusu vardır arkasında. Şairler yalnızdır, hiç olmazsa metinleri yalnız kalmasın. Zıtlıklar mı? Onlar şiirin muhtaç olduğu enerjinin kaynağı. Artı ve eksi kutuplar arasında doğuyor gerilim.”

Beylerbeyi Günlükleri

Nurettin Durman’ın günlükleri ile bu sayı 2015 Eylül’üne gidiyoruz. Şairler geçidi gibi günleri anlatıyor Durman. Sohbetler, dostlar, özlem gidermeler ve elbette şiir var.

3 Eylül 2015, Perşembe,23: 41… Vardığımda saat 10: 40 olmuştu. İçerisi kalabalık, kahvaltılarını etmiş çoğu, sahnede olan konuşmacıyı dinliyor gibi görünüyorlardı. Oturdum bir masaya, biraz da kapıdan taraf sırtıma doğru rüzgâr vuruyor kürsüde Yazarlar Birliği Başkanı Mahmut Bıyıklı günün önemi hakkında konuşuyor.

5 Eylül 2015, Cumartesi… Küçükçekmece Belediyesince bu yıl 4’üncüsü gerçekleştirilen “Göl Saatleri Şiir Akşamı” etkinliğine katılacağım nasip olursa bu akşam. 22 şairin katılacağı Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul Şubesi’nin katkılarıyla Küçükçekmece Balıkçı Adası’nda (Mavran Adası) düzenlenen bir etkinlik.

7 Eylül 2015, Pazartesi… Mihrimah Sultan Tıp Merkezinden aradılar. Ahmet Bey aramalarını söylemiş. Saat 12.00 uygun olur mu, diye sordular. On iki civarında işlemleri yaptık. Para uzattım, sizden ücret almayacağız dediler hanım kızlar. Ortopedist yaşlı bir doktor… İtimat edilir elbet. Meseleyi anlattım. Kalbimdeki damarda stent olduğu için Coraspin ve şu şu ilaçları kullandığımı söyledim. Notları aldı. Bir filim çekelim, dedi. Cumartesi akşamı acilden filmi almıştık, evet bileğin yukarısında kırık var. Demek ki gerçekten kolumu kırmışım ben…

Birnokta’dan Bir Öykü

Nermin Tenekeci – Nasılsın?

“Bizi en çok da sustuklarımız yaralar… Onu ilk gördüğümde koridorun sonunda, tepesindeki pencereden sızan loş ışığın altında ellerini dizlerine kenetlemiş oturuyordu. Duvarı aşıp geçen bakışları, belki kullandığı ağır ilaçların etkisiyle bir boşluğun içine hapsolmuş. Saçları kırpılmış. (Bir kadın için ne alçaltıcı bir hâl!) Üzerinde, yeşil palmiye desenli turuncu bir pijama takımı. Koridorun sonunda, barkodlu bilekliğiyle bir kavak fidanı gibi ince, uzun ve kızılımsı bir gölge…”

“Bir gün artık dayanamadım. Her zamanki köşesinde sessizce bekliyordu. Dalıp gittiği kuyuda hangi sanrıda boğuluyor, kimi, neyi düşünüyordu kim bilir! Usulca yaklaşıp hafifçe omzuna dokunarak “Nasılsın?” dedim. 4-5 saniye sonra başını, bir salyangoz misali kabuğundan yavaşça kaldırdı. Ağladı ve mutlu olduğunu söyledi. Sonra hemen kabuğuna alelacele geri döndü. Sığındığı kuyudan kısacık bir an da olsa çıkıvermesi, daha şiddetli bir biçimde tekrar içeri çekmişti onu. Başını, göğsüne çektiği dizlerine sımsıkı gömüp kollarıyla adeta sardı kendini.”

Birnokta’dan Şiirler

Eylül gelince solsam da dalımda
Bahar gelince her şey
Yemyeşil bir temaşa olur
Turnalar geçer üstümüzden

Sağımda ölüm sol yanımda aşkla
Ben bu yolculuğun dilini
Ta ezelden bilirim
Hay’dan gelip Hu’ya gider
Mustafa Özçelik

Yorulmuştu mağaralar hayra yormaktan uykusuzluğu.
Ölüm magazine randevu, yalansız tek er meydanı.
Gündüz gece, gece gündüz ne de çabuk bitiyor şiir.
Aralarda söz, kürek çekerken bulutlara, kadifeden.

Vardiyadayım, üç elma düşüyor güzele, perdeden.
Yasemin Kapusuz

Bir acayibim gecenin koltuk altında
Taşlamadan pencerelerini gökyüzünün
Yaylım sövgülerin harfleri arasında
Sonsuza giden yolları okşarken usulca
Bir acayibim gecenin koltuk altında

Kavga sesleri geliyor ellerimden
Kan donup / kaynıyor içimde
Tetiklerin uzayan boyunları titrerken
Çekilmeden sokaklara göğsüm
Kavga sesleri geliyor ellerimden
Salih Varlı

Mustafa Uçurum okur yazar gece gündüz
sözü eğip bükmeden söyler gerçeği dümdüz.

Mustafa Üftadeoğlu hak için ilklerde
melâlin cisim bulmuş hâlidir yüreklerde.

Müstakim Haksal yürür dosdoğru yol boyunca
yedi iklimde huzur bulur ruhu doyunca.
İbrahim Eryiğit

Saba’ya gizlenmiş Hüseynî gibiyim
Dışımın sükûnetine bastırmışım hicranımı
Uzak gülistanlardan rayihalar alır gibiyim
Mücrimim lakin O’na sundum meramımı
Ancak O onarır şu biteviye perişanlığımı…
M. Latif Bakış

Yediiklim, 402. Sayı

İnceleme-araştırma yazılarına geniş yer veriyor Yediiklim dergisi. Hatta bazen bu yazılar seri halinde de dergide yer buluyor kendine. Türk ve dünya edebiyatına ışık tutan bu yazılar yazarlık yolunda ilerlemek isteyen gençler için de bir rehber niteliği de taşımakta. Ali Haydar Haksal’ın Montaigne yazısı da bu tür çalışmalardan. Deneme türünü ve bu türün kurucusu olarak anılan bir ismi işlemiş her yönüyle Haksal. Düşünce yapısı, denemeleri ve çevirileri hakkında notlar var yazıda.

“Montaigne bir Fransız düşünürü, bir siyasa insani, bir yönetici ve bir aristokrat. Fransız dili ve düşüncesinin de yeniden kendini buluş döneminin ilk eserlerindendir denemeleri. Yazar, babası tarafından daha çok Latince öğretilerek büyütülmüş, daha sonra da Fransızca yazıp düşünmüştür. Bu, bir bakıma dönemin Fransa’sının durumunun göstergesidir. Böyle olunca dilinin çetrefilliği, zorluğu eserin özgün olanında belirginleşir. Sabahattin Eyüboğlu yaptığı çevirinin hemen her önsözünde bunun üzerinde durur. Bu kadar zor ve çetrefilli eser yeniden Türk okuruna sunulurken, bu durum özellikle belirtilir.”

“Montaigne, bir aristokrattır, krala bağlıdır, din ilgisi sıkı görülmemekle birlikte zamanla Katolik inanca olan bağlılığını gösterir. İtalya gezisi sonrası inanış ve düşünüşü bu anlamda pekişir. Hıristiyanlık kültürüyle ilgili önemli vurgularda ve göndermelerde bulunur. Dönemin kimi aydınları gibi metafiziği tam anlamıyla reddetmiyor. İtalya dönüşünden sonraki bağlılığı kimi çevreleri rahatsız etse bile kiliseye olan ilgisi artar.”

“Montaigne, Fatih Sultan Mehmet’e kimi konularda, kimi nedenlerle göndermelerde bulunuyor. Bu kimi zaman yiğitlik, kimi zaman gözü karalık, kimi zaman da acımasız birinin tutumu olarak beliriyor. İki farklı çeviride farklı yorumlarla karşılaşıyoruz. “Mehmet Yeniçerilerin başı olan Hasan’ı Macarların saldırısına karşı koyamadığı için şiddetle azarladığı ve ona korkak dediği zaman, Hasan buna yanıt vermiş olmak için hemen o an elindeki silahıyla en önde bulunan düşman birliklerine tek başına saldırdı ve birden yutuldu. Bu olay onu haklı çıkaracak bir cesaret örneği olmadığı gibi, yeni bir gücenmeden ileri gelen doğal bir yiğitlik değildir.” Gene II. Mehmet ile ilgili bir başka dikkati bu metinde yer alıyor.”

Edebiyat Diplomasisi Üzerine Bir Deneme

Edebiyat diplomasisi üzerine yazmış Halil İbrahim Aydın. Devletlerarasıilişkilerde edebiyatın yerini sorgulayan Aydın, edebiyatın daha fazla gündemde tutulması ile devletlerin birbiriyle olan ilişkilerinin de farklı bir boyuta geleceğini söylüyor.  Bu olmayacak bir şey değil aslında. Yazarlar eserlerini ortaya koyarken nasıl ki sınırları ortadan kaldırıyorlar, diplomasi de edebiyatın ortak paydaşlarını daha çok gündemde tutarak ilişkileri yumuşak bir zemine taşıyabilir.  

“Gelişen ve değişen dünyada küreselleşmenin de etkisi/katkısı ile iletişimden ekonomiye, siyasetten teknoloji ve bilime kadar hemen hemen her alanda dönüşüm süreci yaşanmaktadır. Bu dönüşümden en fazla etkilenen alanlardan biri de diplomasidir. Devletlerarası ilişkilerin barışçıl yollarla yürütülmesi şeklinde ifade edilebilen diplomasi, günümüzde resmi aktörler arasında gerçekleştirilen sınırlı bir iletişim süreci olmaktan çıkmıştır. Diplomasi artık ülkelerin imajlarını oluşturmak için kullandığı önemli bir araç haline gelmiştir. Diplomasinin enerjiden çevreye, ticaretten eğitime, sağlıktan bilime hatta suya kadar bilinen farklı türleri olsa da en dikkat çekici olanlarından biride şüphesiz edebiyat diplomasisidir.”

“İçinde bulunduğumuz zaman diliminde devletler askeri ve ekonomik güçten yani sert güçten ziyade yumuşak gücü aktif olarak kullandığı görülmektedir. İstenilen şeyleri dayatmadan hayran bırakarak da yapmanın mümkün olduğu zamanlardayız. Bu noktada ince gücü besleyen kültür ve sanat gibi unsurların daha fazla kullanılması da elzemdir. Gülten Akın’ın “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” diyerek başladığı İlkyaz şiirinden hareketle ince ince anlatmalı ve yazmalıyız… E. Bayazıt’in “Sana, Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair” şiiri ile toplumları selamlamalıyız…”

Film Sektörünün Manevi Değerlerimizle İmtihanı

Dini konulara hassasiyet gösteren bir sinemamız ne yazık ki yok. Bu tavır, dini denen filmlerde de aynı. Bazen baştan savma bir tutum yüzünden bazen de bilinçli olarak manevi değerler filmlerde sıklıkla örseleniyor. Kemal Kahraman, film sektörünün manevi değerlere yaklaşımını işlemiş. Gözden kaçan, önemsenmeyen ama etki gücü yüksek bir konu bu.

“Teması ne olursa olsun bizdeki film kültürünün ortak bir sorunu varsa o da halkımızın milli ve manevi değerleridir. En fazla yerel, yöresel, geleneksel gibi iddialar taşıyan yapımlarda bile  oyuncuların  günlük hayatında söz konusu değerlerin yeri oldukça sınırlıdır. Ekranda görülen insanların yolu kurgusal bir dünyanın her türlü sefaletine uğrar ama bir türlü erdemli hayatlara, günlük ibadetlere, camiye uğramaz. Bizim mahalle konulu birçok dizide sokağın bir ucunda yer alan cami bir türlü kadraja giremez. Kazaen girse de sesi duyulmaz. Kahramanlarımız her şeyi konuşur ama kolay kolay ağzından bir besmele, bir hayır dua çıkmaz. Değerler dünyamızda rol model olabilecek bir karakterle, dindar bir insanla karşılaşmaz. Faziletli davranışlar öne çıkmaz. Âdeta manevi değerler, erdemli davranışlar “sanatsal” ortama uygun değildir.”

“Birçok yapımda aktörlerin davranışlarında, olayların sunumunda dikkat çekici bir sıradanlık, kalıplaşmış bir perspektif söz konusudur. Öyle ki bu yapımlarda dinî, tarihî, sosyolojik konularda bilimsel bir uzmanlık hizmeti alındığını söylemek zordur. Mesela Muhteşem Yüzyıl çekilirken Halil İnalcık hoca hayattaydı. Ama bildiğimiz kadarıyla ondan faydalanılmadı. Rahmetli hocaya konuyla ilgili soran gazetecilere hoca nazikçe cevap verirken “filmin iyi iş yaptığını fakat tarih değil bir şov olduğunu” belirtmiştir. Üniversitelerimizde konunun uzmanı olan nice bilim adamı vardır. Osmanlı, Selçuklu gibi İla-yı Kelimetullah için ortaya çıkmış büyük devlet ve kültürleri konu alan dizilerde bile geleneksel günlük hayatın, ibadetlerin, hikmetlerin hakkıyla kendine yer bulmakta zorlanması manidar bir durumdur.”

Hiçbir Şey Seninle Kıyaslanamaz

Sinead O’Connor hakkındayazmış Ebru Kazan.  O’Connor, fırtınalı yaşamıyla her zaman gündemde olan bir isimdi. Yaşadıkları, kazançları ve kayıpları ile şu bir gerçek ki çok koyu bir iz bırakarak dünyadan O’Connor geçti.

“Arayışı hiç bitmez. Sorgular, isim değiştirir. Sosyal medya hesaplarından konuşulacak açıklamalar yapmaya devam eder. Bir yandan da rehabilitasyon merkezinde tedavi görür. 2015 yılında Miley Cyrus’a mektup yazarak onu bir abla gibi sektöre ve azılı kurt dişlerine karşı uyarır. Yine içtendir..”

“2018 yılında bir yayın açar, Müslüman olduğunu ve adını bir kez daha değiştirdiğini duyurur: Şüheda Sadakat David. Günlerce tüm dünyada gündem olur. Müslüman olunca kendini evinde hissettiğini söyler. Nihayetinde başını zaten kazıtan bir sanatçı ve duyarlı bir insan olarak aynı nedenle başını örter.”

“Sinead O’Connor, insanlığıyla ve bitmeyen arayışıyla tam olarak ‘eşek arıları yuvasını dürtmeden duramayan bir melek’ti. Açıklanmayan ölüm nedeni ile 56 yaşında bu dünyaya veda eden Sinead O’Connor, ölümünden günler sonra Müslüman gibi defnedilmesi hususunda girişimlerde bulunulmuştur.”

Yediiklim’den Öyküler

İsmail Killıoğlu – Sürmeli

“Şişirilmiş bir yelken bezi gibi, ara sokaktan meydana doğru, rüzgarın savurmasıyla kabararak yayılan bir toz bulutu içinde hızla bir boz sıpa ve arkasında, ak kiremit renkli ufacık benekleriyle daha hızlı ve alımlı gözüken bir köpek fırladılar. Sokağı olanca sesleriyle çınlatan ve zorlayan gürültüleriyle adeta bir sirk yerine döndüren bir sürü çocuk, daha sonra, atmaca saldırısına uğramış bir serçe sürüsü gibi meydana dağılarak ve ne söyledikleri anlaşılamayan bağırışlarla sıpa ve köpeğin girdiği sokağa aktılar. Toz bulutuyla birlikte bir Yörük çadırı gibi atlaslanan meydan, yavaş yavaş duruldu. Sarı sıcak şimdi daha çok genleşiyor, kabarıyor, deviniyor, Isı dalgası buram buram akıyor, meydan kızgın demir bir saca dönüşüyor.”

“Meydan yerli yerindeydi; her günküne nispetle durgun bile sayılabilirdi, ama Kadir bunu bile önemsedi. Çünkü şimdi ayrı bir görünümü vardı; sessizliği ona yaraşmıştı, biraz da büyütüyordu gözünde.”

“Düşündü bir an, zamanın hızla kayıverdiğini sezinler gibi oldu. Zaman? Hayır acımamıştı kimseye, en azından, olumlu veya olumsuz bir olay, durum, bir izlenim, bir anı olarak adeta yoktu hayatında ve hatırlayamıyordu üstelik. İçten özümseyerek acımamıştı kimseye, dahası kime acıyabilirdi? Fakat kendisi acınandı şimdi!”

Osman Koca – Ra

“Ra

Allah’ın hükmü kalın olur. Yüce Allah’ınkisi kati. Söyle ki, Alef, elif, alfa, a..

Başlar her şey bir ayla, dik, dimdik.

Ne var ki onda cengel takılır, şeddelenir sonda üstelik.

Ne yok ki onda gözlenir, uzun uzadıya çemberlenir. Kaldı ki başlangıcı gibi sonlangıcı da ezelden buruk kalbimin.”

“Tuhaf şeyler oluyor bugün. Yaşı geçkin koltuktaşımın kaygılı bakışlarına daha fazla muhatap olmamak için camdan dışarıyı seyrediyorum.

O da ne! Pelin, babası, Nefise, hocam, Naci, Hipokrat, kızlar, ihtiyarlar, güvenlikçi, Nuve..

Konu mankenleri gibi dizilmişler sıraya. Tramvay aktıkça, onlar da akıyor nöbetleşerek.”

“Akli mengeneye sıkıştırılan bir dahi gibi kıvranıyor beynim. Kadırga’yla Yenikapı arasında berduş berduş gezerken buluyorum kendimi. Yedikule’yi geçip nihayet Ahırkapı’ya varıyorum.”

“Sensizliği hüküm giydiren bir hicrete, sana susamışlığı bandıracak bir iklime doğru alingan, kederli, yorgun, esrik, bezgin kalbimle gideceğim. Ölümün kimseleri korkutamadığı adresi bellenip öylesine kendim, öylesine senle; kâh iyicil, kâh kötücül düşüncelerimle gideceğim. Kasımpatıların, menevşelerin, fesleğenlerin konakladığı o mola yerinde, ruhum elverdiğince seni ezberleyeceğim.”

Dilek Aslaner – Kayıkçı Apartmanı

“Pencerenin önünde oturmuş her geçen gün daha da kalabalıklaşan, birbirinden habersiz insanların geçtiği yola bakıyor. Uzun bir yokuş görüyor, kenarında sıra sıra dizilmiş  “kedi merdiveni” ne benzeyen kısa küçük merdivenlerinden sayısızca kez inip çıktığı, taşları süregelen / gide gelen ayak tozlarından kararmış.”

“Manzara lebiderya olunca bir çırpıda çıktığı kara taşlı yokuşu da unutuveriyor. Balkona çıktığında yüzüne vuran deniz kokusunu ciğerlerinde hissediyor. Motorların ‘tak tak’ sesleri rüzgârın hızına göre bir yaklaşıyor bir uzaklaşıyor. Şimdi oturduğu yerden kalkıyor. Yol aynı, yokuş aynı. Karşıda akıp giden bir deniz gözlerinde. Annesinin “Ooo bugün daha hızlı geldin, her geçen gün daha da büyüyorsun, aferin sana” deyişi kulaklarında…

Çok uzun yıllar geçmesine gerek yok aslında, bütün yaşananlar bir oyalanma anı gibi geçiveriyor gözlerinin önünden.”

Yediiklim’den Şiirler

kulak elbet ağır bir kahkahadan
ve sağır bulutların şarkılarına
yer yüzünü dönmüş ateşe
vermiş sırtını asumana
sen ey azaldıkça çoğalan
verdikçe artan
ve ağırlaştıkça yere
hafifledikçe göğe doğruysan
ihsandan gayrı kanatların yok
indir yükünü
indir yükünü ve kanatlan
Alper Gencer

çün bu âlem sahtiyan bir gölgedir anındayız
vakt içinde vakt olan bîçare zamanındayız
her nefeste seslenir can bir gümansız âleme
biz o âlemlerde varlıktan muarrakındayız
kalpte hasrettir nihan aşk em verir sevdamıza
şimdi herşeyden arındık bilki sevdasındayız
Ali Günvar

başım öyle pus öyle sis
göğsüme hazırlık yaptı kış
hep bir şeyler kayıp gitsin diye var ellerim
bir çiçek mesafesi kadar yakınım çürümeye
yürüyorum, ışığı yarıp yol açıyor karanlık
kendimi atarsam, batmaktan kurtulurum.
İbrahim Karahan

Bir ölüyü yatırdın göğüne dünyaların
Ölü kalbi yıkadın
Dirilsin için
Bir bayrak var ötesinde nehrin
Başını dayayıp yaslanmak istediğin
Söyledin
İman gerek göğsümüze
Ayşe Adem

balkon altlarında sarı bir işıktı sakladığımız
sönmüş bir feneri gece yaptıydım üst komşuya
yürüdüğüm şehre atlılar geldiydi Doğu tarafımdan
korkunçtu bu
suların kesilmesi kadar korkunç
bir hayvanın uzun uzun soluması kent
simdi bütün sokakları sayham
içinde buzdan körler, sağırlar, dilsizler
içinde virgüllü bir ağız
ağır ağır kusuyordu söz artığını
yağmursuz bir toprak altına
[kirlenen yüzüyle uyanıyordu her sabah (babam)]
Serhat Ölçer

Ben mesafeleri neden dağ ile anlatırlar anlamadım
Mesela bir kapı aralığı
Veyahut
Öte odada duvar
Sığınakta baygın bir dev
Hep aynı yatak, aynı ziyaret
Anamın elinden düşürmediği
Yonca kokulu babam
Babamın elinden düşürdüğü
Yaşam
Halil İbrahim Peşmen

Kan donduran kelimeler taşıyorum cebimde
Hep baba diye başlıyorum bir cümleye
Neresinden tutsam yamalı bir dikiş izi gibi
Sayamadım kaç kez atlıkarıncadan düştüğümü
Yedi kat kilit vurulmuşa dönüyorum
Eğreti eğreti duruyor
Avucumda çocukluğumdan kalma
Ölümün kırk düğümlü öyküsü
Bir mezar taşı gibi gitgide
Toz toprakla dolup taşıyorum
Demet Özöğür

Hece’de Yapay Zekâ Dosyası

Gündemi yoğun bir şekilde meşgul etmeye devam ediyor yapay zekâ. Hayatın her alanında büyük bir kuşatma olacağı kesin.  “İnsanın yerin alma” gibi bir tehlike geleceği de etkiliyor. Edebiyat da bundan payını aldı. Aynı kalıptan çıkmış hissi uyandıran metinler akla ister istemez yapay zekâyı getiriyor.

Hece dergisi 321. sayısında yapay zekâ konusunu dosya boyutuyla ele almış. Bilal Can’ın editörlüğünde eksi ve artılarıyla ele alınan konuda özellikle yapay zekânın edebiyata dokunan yüzüne dikkat çekiliyor. Özgünlük noktasında ve klişeyi aşamama noktasında yapılan tespitler yapay değil doğal zekânın kıymetini ortaya koyuyor.

Yapay Zekâ ve Edebiyat Dosyasından…

Bilal Can – Fırsatlar Ve Riskler Bağlamında Yapay Zekâ

“Günümüzde baş döndürücü hızla yaşanan iletişim ve bilişim teknolojilerindeki büyük değişim ve dönüşüme uyum sağlamaya ve hatta bunları yönetmeye çalışan insanlık, tarihte görülmemiş düzeyde yeni, çok boyutlu ve bilinmeyen konularla karşılaşmaktadır. Bu değişim rüzgârının sadece işletmeler açısından değil; bireyler, toplumlar ve hatta devletler seviyesinde çok ciddi ve hatta yıkıcı etkileri bulunmakta ve tüm aktörleri proaktif davranmaya, hızlı ve yenilikçi çözümler üretmeye ve cesur adımlar atıp stratejiler geliştirmeye zorlamaktadır.”

“Yapay zekâ ile insan, acaba bindiği dalı mı kesmektedir? Çok bilinen bir Nasreddin Hoca fıkrasındaki gibi “oturduğu dalı kesmek” birçok unsuru birlikte anlamayı ve anmayı beraberinde getirir. Oturulan dal insan ömrüne dalı kesen balta heba edilen işler olarak da okunabilmektedir. Bu durumda yapay zekâ, insanoğlu için heba edilecek bir ömrün de başlangıcı olabilir mi?”

Ethem Erdoğan – Şiir-İnsan; Yapay Şiir-Yapay İnsan

“Medyada yapay zekânın sanatçıların yerini alabileceğine dair çıkan haberleri görmüşsünüzdür. Bunun oluru nedir konusunu görmek istedim. Yapay zekâ uygulamalarından birisine “aşk, ölüm ve hayat” temalarını vererek bir şiir yazmasını istedim. Yaklaşık bir dakika içinde bir metin oluşturdu. Metnin başlığını gördüğüm an iddianın geçersizliğini anladım. Takdim edeyim: “Aşkla Yoğrulan Hayat…” Yapay zekânın insan üretimi bir akıl-mantık ürünü olması hasebiyle ön kabul olarak şiirsel bir emare ya da sonuç sunamadığını hatta “kalp” ve “kitch” bir metin ürettiğini söyleyebilirim. Şiirin bütün mısra, birim ve hatta kelimelerinin şairin zihnine ve gönlüne doğan anlamın ifadesi-aktarımı için tasarlanması şartı maalesef ortadan kalkıyor. Buna mukabil doğmayan ama oldurulan bir anlamın akıl ve mantık süzgecinde oluşmuş hali sunuluyor.”

Kadir Tepe – Şair Ve Görüntüsü Sanal Gerçeklik Gözlüğü Üstünde

“Günümüz şiiri yenilik gerekliliğinin, ihtiyacının olduğu bir muhteviyata sahiptir. Eskiye nazaran günümüzde klişenin, arabeskin, buram buram romantizmin/lirizmin ifade buluşu daha çekilmez bir hâldedir. Bu handikaba düşen müteşairlerin zaten “yapay zekâ” unsuru olduğunu düşünüyor, tartışıyorum. Belki de çağdaş şiir, tek kalem ifadesini yapay-lık ekseninde karşılıyordur. Yani taklidin de bir yapay-lık unsuru olduğunun fikrindeyim. Bu bakımdan artık müteşair kavramı yapay şair hâlinde vuku buluyor. Mezkûr çıkarımın yapay zekâ ya da beşer olmanın verdiği güç ile herhangi bir bağlantısı yoktur. Yani kendi sesini bulma yolunda hileler hurdalar (taklit etmek, çalıp çırpmak, tweet/ belediye şairliği vs.) karıştıran, popülizmin peşinden koşuşturan müteşairin yapay zekâdan farkı kalmayacağını belirtiyorum.”

Tuba Yavuz – Robotlar Rüya Görür Mü?

“Şu an gelinen noktada özellikle edebiyat açısından bakıldığında yapay zekâ ile üretilen metinlerde orijinal bir tavır henüz yakalanmış değil. Sanat bir biçim, tavır ve dert anlatma şekliyken robotların bir dert taşımadığı malum. Fakat belirli veriler girildiğinde örneğin bir yazarın bilgileri veri tabanına yüklendiğinde o yazar gibi metinler yazılabilecek mi? Bu metinler kime ait olacak? Verileri girilen sanatçıya mı yoksa programın tasarlayıcısı olan kişiye mi? Hatta tüm bu soruların da üstünde yapay zekânın ürettiği ürünler bir eser sayılmalı mıdır?” sorusu gündeme gelecektir.”

Büyüklerimize Rahmet ve Şükran…

Mehmet Erdoğan’ın Türk Edebiyatı dergisinde Sezai Karakoç’un Hatıralar’ı üzerine yazdığı yazı birçok kişi tarafından eleştirildi. Haksız yargılar, tutarsız ifadeler gibi birçok yönden eleştirilen yazı hakkında İbrahim Demirci’nin de söyleyecekleri var.

“Mehmet Erdoğan’ın “Sezai Karakoç’un Hatıraları Arasında” başlıklı çalışması, Türk Edebiyatı dergisinin Temmuz ve Ağustos 2023 sayılarında iki bölüm hâlinde yayımlandı. Yazarın bazı yargıları bana çok öznel ve haksız göründü. “Mesela sonraki yıllar göstermiştir ki [Sezai Karakoç’un] Nuri Pakdil, Rasim Özdenören ve arkadaşları gibi bir dönem yakınında bulunanlara koyduğu tavır son derece haklıdır. Bunlar onun gözünde zamana ve menfaatlerine göre hareket eden ilkesiz ve güvensiz kişilerdi; menfaatleri varsa gelir, yoksa terk eder, sonra hiçbir şey olmamış gibi tekrar gelir ve sonra tekrar terk ederlerdi.” Bu ağır suçlamalardan sonra şu cümleyi okuyoruz: “(Sezai Karakoç) Hatıralarında bunların adlarını bile anmaz; ima ve tarifle geçiştirir.” Sezai Karakoç’un “ima ile geçiştirdiği” şeyleri Mehmet Erdoğan’ın “kesin yargılar”a dönüştürüvermesi bana çok tuhaf göründü. Bu cümleden sonra kurduğu üçüncü cümledeki yargı da pek insafsız: “… edebiyatta ve düşüncede Nuri Pakdil’in varlığından söz etmek mümkün değildir.” Nuri Pakdil’in Batı Notları adlı eserinin Türk gezi edebiyatı içinde müstesna bir yerinin olduğunu ve insaflı hiçbir edebiyat tarihçisinin bu yeri görmezden gelemeyeceğini rahatlıkla iddia edebilirim.”

Eşyanın Fısıldadığı

Eşyanın da bir dili vardır. Bazen sessiz bazen çığlık çığlığa meramını anlatır eşya. Marifet, duyabilmekte. Geçmişi, hüznü, yaşanmışlıkları duyarız bazen. Fısıltı ile bile olsa bize bir şeyler söyler her eşya. Tuba Dere, eşyanın sesine kulak vermiş. Mekân ve zamana direnen eşyanın fısıltısı bu.

“Mekân ve eşyanın zamana direnen yanını ne vakit fark ettiğimi bilmiyorum. Kendimi eşyayı korumakla vazifelendirilmiş hissetmemin miladı da zannederim o vakittir. Onların sesini duymaya başladığımda çocuktum ve henüz düşle gerçeği birbirinden ayırt edemiyordum. Hatırladığım şu ki aramızda kurulan dostluk dünyayı benim için güzel ve güvenli bir yer hâline getirmeye yetmişti.”

“Zamanın hızla akışını, yaşamın geçiciliğini tekrarlayıp dursa da eşya, beşer hafızasının unuttuklarına vâkıftır. Yaşayanlar ve yaşananlar mekânın belleğine kazınır, hatıra eşyada birikir. Geçmiş zamanın tanığı eşya, arkaik değildir, bilakis bizzat yaşayan bir varlıktır. Zamana direnmek ve var oluşunu sürdürmek ister. Bir bakıma zamanla kayıtlanmışlıktan kurtulma çabasıdır bu.”

Zeynep Merdan’ın Yazarlık Yolculuğu

Yazarlık yolculuğunu anlatıyor Zeynep Merdan. Etkilendikleri, yol arkadaşları var yazıda. Yazmak isteyen gençler için yol işaretleri de geçiyor yazının içinde.

“Yazmadan önce kitaplar ayartıyor en önce. Hemen her yazı süreci kalemden önce kitapla başlıyor. Taşrada, kitaplığı olan bir evde doğdum. Kaçınılmaz bir bağ kurdum bu yüzden kitaplarla. Hayatla aramın bozulduğu her zaman kitaplarla daha güçlü bağ kurdum hep. Kitaplar, başka bir dünyanın yolunu ve mümkünlüğünü işaret ettiler hep. Okumak ve yazmak için bir prosedürüm yok. Uzanırken, yürürken, yolculuk yaparken, gece ya da sabah fark etmez, her an yazıp okuyabilirim. Yolda yürürken aklıma bir cümle düşer, hemen telefona kaydederim mesela. Sanırım en çok da bu spontane cümlelerden inşa ettiğim yazılarımı seviyorum.”

“İyi kurulmuş tek bir cümle bile zihninizi, ruhunuzu, varlığınızı tahrik eder. Sözün büyüsü ve kudreti, “yazı zekâsı” böyle bir şey işte. “Yazının efsunu” da var. Yazı, en büyük efsun. Tanrı, insanla bile kutsal kitaplarla konuştu. Her şeyin öldüğü, ölmeye yazgılı olduğu bir dünyada, yazının efsunuyla bir kitapta sonsuza dek yaşayacak olmak… Ne büyük baht. Kelimelerin büyüsüne inanıyorum. Ruh kelimesine çok yoğunlaştığım bir zaman vardı 17-18 yaşlarımda. Blogumun ismi (Ruh Müzem) oradan geliyor. Ardından keşf kelimesi geliyor. Kendimi tanımlama kaygısıyla Keşfsever koymuştum adımı, 33 yaşına geldim ve hâlâ yürürlükte. Şimdi bakıyorum da tüm bu kelimeler (ruh ve keşf), ilk gençliğimin o patikaları yürüdüğüm rotamı çizmiş.”

Rahmi Er ile Çeviri Üzerine Söyleşi

Zeynep Arslan, Rahmi Er ile çeviri üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş. Çevirinin de bir sanat olduğu bir gerçek. Çevirinin inceliklerini, Er’in çeviriye nasıl başladığını, çeviri süreci gibi birçok konu işleniyor söyleşide.

“Çeviri yapmaya 1978 yılı baharında girdiğim Ankara’daki Millî Haber Ajansında dış haberler servisi muhabiri olarak İngilizceden yaptığım haber çevirileriyle başladım. Ajansın iş birliği yaptığı yabancı haber ajanslarının o zamanlar teleks yoluyla ajansımıza İngilizce olarak geçtikleri haberleri Türkçeye çevirirdim.”

“Ben yazılı çeviri eylemini, genel olarak başka bir kültür ortamında farklı bir dille ortaya konmuş olan bir metnin, özgün dilindeki anlamıyla yeni bir kültürel ortama aktarılması olarak tanımlıyorum. Eğer yazılı metin, edebî bir metinse, bu kez anlamın aktarılması yanında bu sefer özgün metnin dil ve üslup özelliklerinin de hedef dile uyarlanması gerekecektir.”

“Çevirilerde kullanılan dil çok önemliydi. Biz o sıralar Rus klasiklerini okurken, şimdi bile çok iyi hatırlıyorum, Hasan Ali Ediz çevirilerini arardık. Onun anlatımı bana daha sıcak ve düzgün gelirdi. Klasik dillerde de Sabahattin Eyüboğlu’nun dilini daha anlaşılır bulurduk. Çünkü onlar özgün metni anlar ve bize da anlayacağımız şekilde aktarırdı veya bize öyle gelirdi.”

Tamer Korkmaz Portresi

Mehmet Aycı bu sayı Tamer Korkmaz portresi ile Hece’de. Gazeteci kimliği, edebiyata yakınlığı, biyografi yazarlığı ve gözünü budaktan sakınmayan duruşuyla Tamer Korkmaz’ı daha yakından tanıyoruz.

“Haberi bir kuş olarak düşünün: O kuşu Hazreti İbrahim gibi dört parçaya, ne dört parçası, dört yüz parçaya bölün, her parçasını dünyanın farklı ülkelerindeki dört yüz tepeye, ne tepesi, dört yüz kuyuya atın, parçaları birleştirip kuşu/haberi yeniden inşa edecek bir parçaları birleştirme bilgisine sahiptir.”

“Bazen kelimeleri Muhammed Ali’nin yumruğu şiddetinde kullandığına bakmayın, o yumruktan sonra ringde oynarken üsluba nasıl dans ettirdiğine dikkat etmeniz gerekir.”

Hece’den Şiirler

kurumuş dilim oltaya gelmez ne balıktır dönsün
ne de yılan kıvrılıp süzülsün susuz yaz/ı/da kar ne arar

selam versem ne tekke kurabildim ne medresede kürsü
rüzgâr ne ki olsaydı dilim gobi çölünde çisentiye ayetel kürsi

sabah ki esmiyor artık yer gök leşlik dönüşüm değil ileri
artıklardan bekleniyor devrim ağlakları geç dumanımız karar
Hüseyin Atlansoy

Halkımız yanlış biliyor, tuz kokmaz tuz utanır tuzun da kalbi var
tuz incinir, tuz için için kanar ve kaynar, öylece kalakalır masada
birbirimizin yüzüne bakarken masadan kalkarken bulandırırken sözü
manzaralar ve masalar sadece şiir yazmak için midir sevgili okuyucu
sen de bilirsin elbet nedir bizi birbirimize muamma yapan şu eşsiz büyü
Mustafa Köneçoğlu

Beni darda kalmış günlere zembille
Susuz kalmış bir buluta bakarak dedim gözlerim hani
Pazılarımda yeni kesilmiş zaman dilimleri
O büyük saatin saçı sakalı uzadıkça uzamıştır
Yüzümün astarı sökülmüş cildinde tarihsiz
Kirli beyaz çamaşır sepetlerinde hatıra ölüleri
Varlığın çift başlı ejderiyle ben burada koyun koyuna.
Ahmet Edip Başaran

seni bana ilk defa söylemediler
otuz altı kere dişlediğim ömür defterinde
öldürülmüş cesaretler gayriresmî kefenlerde
tutanaklarda söylenmemiş sözlerin cezası
bu irtifa kaybeden kızgınlıklarda demir tozu
bir gülü dalından da olsa incitmeyişin
Bilal Can

Yol hipnozu koydum bu dalgınlığın adını
taşıran damlan yoksa alışkanlıkla dolusun demek
ayna ütü lamba karışsın böylece yüzündeki anlam
on bini aşmış çektiğin fotoğrafların sayısı
dönüp baksan her şey bir reklama benziyor
Taner Sarıtaş

insan bazen insandır her zaman yanılgı
kırılan kalbe zabıt tutulmalı
kırılan şeyler hep daha yaşlı

her gün oğullar doğuran kadın
bir mutsuzluk kadar keskin
sade ve nazik öfkesiyle
kucaklıyor katilini
katili unutkan ve âşık
Ayşe Çelikkaya

Kırılan bir şeyler; kalp değil, gönül hiç değil
Evlerin uzağında bütün sesler tekinsiz
Hatimler, mevlitler, lokum şerbetler şimdilik
Anneler, erken giden gelinler kadar titiz

Elli beş ekran Grundig, renklenmiş avurtları
Akşamı, ezanla bir okuyan çocukların
Yüzleri naylonmuş, ikinci yeni hakikat
Bir gurbet havası çalmış radyolar o kışın
Nadir Aşçı

Şiar dergisi, Sayı:48

48. sayısıylakarşımızda Şiar dergisi. Dergiden yapacağım ilk paylaşım Vahdettin Oktay Beyazlı’nın şiirin hayatımızdaki yerini sorgulayan yazısından. Şiire ne kadar yer var hayatımızda ya da şiir hangi boşluğun yerine geçiyor hayatta?  Şiir de hayat da boşluğa gelmiyor. İkisinin de ihmal edilmez keskin bir yapısı var. Beyazlı, şiirin hayatımızda daha çok yer tutması için olması gerekenleri anlatıyor.

“Şairin hayatından bahsedebilmek için şiirin de hayatiyetini tam anlamıyla kavramak gerekir. Gündelik hayatın rutininden bağımsız olarak şairin inşa ettiği yaşam boşluğu/koridoru, hayat üçgeni ve emniyet şeridi gibi şahsi teşebbüsleri; onun kendini dünyada konumlandırırken şiirle kurduğu yakınlığı tarif etmekte kullanılabilir. Başarılı şiirlere can veren yetkin şairlerin hayatlarına baktığımız vakit, bu üç teşebbüste bir tıkanmanın olmadığına şahit oluruz. Demek ki şairin sağlığı ve selameti için şiirin karşılığı olarak konumlandırdığımız emniyet şeridinin ve yaşam koridorunun hep açık kalmasına, hayat üçgenininse güven vermesine azami dikkat gerekiyor.”

“Her kelime bir pıtrak gibi, geçtiği yollarda şaire sağından solundan yapışır. Şair mahareti, onlardan işine yarayanı heybesine koyabilmeyi işe yaramayanlarıysa yere atabilmeyi gerektirir. Pıtrak diyerek kelimeyi küçümsemiyorum. Bilakis şair için kelimenin ne denli önemli bir nimet olduğunu daha da önemli kılmaya çalışıyorum. Çünkü o pıtraklara hayatın her boşluğu, acısı, mutluluğu ve umudu sinmiştir.”

“Şiir söz vasıtasıyla kendini kendine taşıtmakla kalmaz. Aynı zamanda hayatı, kültürü ve uygarlığı taşır; bütün haliyle insanı taşır. İnsanı, insana taşır. Çünkü şairin yaşama karşı duyduğu bir sorumluluğu vardır. O, dünyaya karşı belki de herkesten daha çok sorumludur. Bir kere yaşamın anlamına yeni anlamlar katmak gibi ulvi bir görevi benimsemiştir.”

Bıraktım

“Bıraktım” diyor ama yazısında Sevde Yaşar Çimen, bir yandan da sımsıkı tutunuyor harflere. Bir yanda bıraktıklarımız, diğer yanda bizi hayata tutanlar var. Dengeyi iyi kurmak gerekiyor. Çimen’in de işaret ettiği gibi bize düşen İlahi kudretin gösterdiği yolu tutmak gerekiyor. O zaman aşılır bütün engeller.

“Bırakmak vazgeçmektir; bazen bir tırnağını koparmak kadar kolay bazense parmağını kesmek kadar zor. Varlığı bırakmak varlıktan, yokluğu bırakmak yokluktan, boşluğu bırakmak boşluktan vazgeçmektir. Şimdi yerinize yeni bir şey koyacağım ve bu size hiç benzemeyecek, sizden daha anlamlı daha büyük daha yüce bir şey olacak demektir. Öyle olmasa insan neden bıraksın, neden kendisiyle kan ter içinde mücadele etsin ki? Bırakmak bazen eti tırnaktan ayırmaktır. Alışılmışı tarumar etmek, taşları yerinden oynatmaktır.”

“Hayat, bir dizi deneyim, öğrenmek ve yenilenme sürecinden ibarettir. Her kayıp, her kırık dal yeni bir başlangıç fırsatı ve varacağı yer sürpriz olan bir yolculuktur. Hepimiz yaşantımız boyunca zaman zaman kırılırız, yara alırız ve kırık bir dal gibi sahipsiz kalırız. Fakat hayatın topraklarında yeniden kök salıp kendi dallarımızı ve yapraklarımızı oluşturabilme gücüne sahibiz. Yeter ki kırılan dallarımızdan çelik almayı bilelim, onları doğru toprağa ekip emekle ve sabırla büyütelim.”

Kendine Yardım Etmeyen Kimseye Hiçbir Tabip Fayda Vermez

Bir kurtuluş meşalesi yakılacaksa insanın önce kendisinden başlayacak yangın. Kendini yaka yaka çıkacak aydınlığı. Düstur net; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” Kendi doğru olan her şeyi ve herkesi düzeltir. Sonuç alamasa bile çıktığı yol hak yoldur. Semih Çar, insanın kendisinden başlayacak iyilik hareketinin bir neferi olduğunu gösteriyor yazısında. Gerisi sonsuz bir şifadır.

“Ruh ve beden çatlaklarını belirleyen, samimiyet ve samimi niyetle onaran kişi zaman içerisinde dönüşmeye başlar. Bu dönüşüm öyle bir noktaya gelir ki yoksunluklar gelişim sağlama yolunda adım atmayı öğrettiği için yol gösterici olur. Bütün eksiklikler iyi bir öğreticidir. Bu sebeple bahane ve isyan rüzgârları ile savrulmak yerine yoksunluklarımızı tanıyıp iletişim kurmayı tercih etmeliyiz. Unutmamalıyız ki kendine yardım etmeyen kimseye hiçbir tabip fayda vermez.”

Mürüvvet Özpehlivan ile Söyleşi

İlk eserler söyleşisinin bu sayıdaki konuğu Mürüvvet Özpehlivan. Öykü yolculuğunu anlatıyor Özpehlivan. Sorular Kuddusi Demir’den.

“Meselelerin tam içinden anlatıyorum. Kadın olarak kendi yaşadığım ya da yakından şahit olduğum olay ve durumlar beni çok etkiliyor. Bana yaşantımda da öykümde de en çok ilham veren şey kadınlar. Bilgisayarın başına kadın öyküleri yazacağım diye oturmuyorum ama öyküde bir şekilde kendi yolunu bulup akıyor bu tema.”

“Şüphesiz İsmet Özel. Melih Cevdet’i de çok okurum. Günümüz şairlerinden Süleyman Unutmaz’ı çok beğeniyorum. En sevdiğim romancıyı söylemek zor ama Orhan Pamuk’u, Yaşar Kemal’i okumaktan çok keyif alıyorum. Aynı zamanda keyfim kaçıyor.”

“Aidiyet hissetmediğimiz, kendimizi arayıp da bulamadığımız her yer bizim taşramızdır. Önce Konya’daydım. Sonra Ankara. Şimdiyse bambaşka bir şehirde, Van’dayım. Bana göre bir şehirde belli bir süre geçirdikten sonra nerede olursak olalım o yer bizim için taşralaşıyor. Taşram neresi bilmiyorum ama oradan kaçmak istediğimi çok iyi biliyorum.”

Şiar’dan Öyküler

Mehmet Gül – Memento

“Babam işsiz insanlardan nefret ederdi. Bu yüzden daha çocuk denecek yaşta günlerim geleceğin tehdit dolu aynasında kendimi aramakla geçti: Ben ne olacaktım?”

“Babam orada sedirin üstünde Hint tanrıları gibi bağdaş kurar, bütün enerjisini bakışlarında toplardı. Nasılsın enişteyle başlardı söze. Eniştem durumu hemen anlar; bu gergin, yüklü tellerin elektriğini o meşhur Farsak ağzıyla soğurur, söz konusu olan kendisi değilmiş gibi iyi bre işte nasıl olsun, derdi. Eniştemin dil yanlışını doğru gösterebilmek için herhangi bir çaba harcamasına da gerek kalmazdı. N’olsun işte, derdi. Bu hâliyle eniştem kışın ayaza tutulmuş güneşinde diliyle kar kürer gibiydi, yazın alevinde havadaki karpuzları ağır çekimde tutar gibiydi. Bazen de baharda yonca biçer gibiydi hani. Bir davranışı bir refleks gibi kullanmayı bilenlerin yumuşak kucağı vardı onda. Zihni de kucağından geri kalmazdı ya!”

“Eniştem şimdi mahallemizin parkında temizlik iş – lerinde çalışıyor. İşinden de çok memnun. Zaman zaman karşılaşıyoruz. Tebessümle bana bakıp babandan Allah razı olsun, diyor.”

Yusuf Tosun – Duvar / Dibi

“Yıllardır Oblomov gibi bu kürsüde oturuyorum. Kaç defa güneş doğdu, ne kadar yağmur yağdı, kaç kilo kar düştü? Hiç hesaplamadım. Kaç kürsü eskittim, ne kadar saç ağarttım, kaç çeşit insan yüzü gördüm? Bunu da bilmiyorum. Unutmadığım tek şey, natürel çaylar içmekten her yanımın tutulduğu. Buna sebep de Orhan abi!”

“Açık pencereden sadece gövdesini görebildiği çınar ağacı, zihnindeki soru işaretlerine cevap oldu adeta. Okul çatısını da aşan bu koca çınar yıllara meydan okuyordu sanki. Bu kaçıncı bahardı acaba yeniden tomurcuklanma – sı? Kaç zemheri soğuğunu yedi kim bilir? Geçen sene yanı başında yer alan cami avlusundaki kocaman çınarı, temele zarar veriyor diye devirdiklerinde içi gitmişti. İki çınardan biri yoktu bu baharda.”

“Ömer Hoca’nın nazarında bir bilgeydi Ahmet. Zaman zaman oturup dertleşirlerdi. Fakat şimdi konuşmaya, sohbet etmeye hiç takati yoktu. Nedense son zamanlarda daha çok düşünmeye başlamıştı. Yalnız kalmak onu rahatlatıyordu. Farkında olmadan dalıp dalıp gidiyordu. Bazen bir çiçeğe, bazen bir resme, bazen de okuduğu bir metne kilitlenip kalıyordu.”

“O oturuş var ya oturuş! Kayıplarda şimdi Oblomow! Göründü ve kayboldu. Kay – boldu ama hep içimizde canlı duruyor oturuşu. Çünkü de – vinim de değişim de hep zihinde süregidiyor. Kaybolan her şey yeşermeyi bekliyor oysa! Toprağa atılan tohum misali yeşerecek bir gün elbet! Yaratıcı oturuşlar miskinliğin değil, üretkenliğin kuluçkası olarak yapıldı bunca zaman. Hasılat bir gün harmanlanacaktır şüphesiz! Peki, o gün bugün müdür? Buna sen karar vereceksin kara çocuk!”

Fatma Selin Kasarcı- Hızır’ın Deldiği Gemiden Geriye Kalan

“Baharın, kendisini yeni yeni çiçeklenen ağaçlarla müjdelediği bir nisan günü… Oysa kış, “Daha gitmedim, buradayım” diyor. Sıcak kahvemi yudumlayarak manzarayı seyrediyorum. Pencereden esen rüzgâr yüzümü yalıyor adeta. Kollarımı birleştirip şalıma biraz daha sarılıyorum. Boğazdan bir gemi geçiyor. Sanki bu zamana, bu diyara ait olmayan bir gemi… Kim bilir, belki de Hızır’ın deldiği gemidir. Hayatta kalmayı yaralanmaya borçlu olan, hikâyesini yaşarken yazan bir gemi…”

“O çok beklediğim gemi gelmedi. Ben, çölün ortasında olduğumu anladım. Tam da kum fırtınasında açtım gözlerimi. En hatalı yerde ve zamanda. Bir gün atlamak zorunda kalacağımı bildiğim halde zirveye kadar tırmandım ve en zirveden düştüm. Deniz bir serapmış, çöl ise hakikat.”

Şiar’dan Şiirler

Her gün kuşlarla
Konuştuk dağların yüklenmediği
Işığın yeryüzü kandillerini
Sen neden
Karanlığı sevdin ellerin gibi

Her gün alnıma
İşaret bıraktı ay ve yıldızlar
Sen neden
Görmedin yüzümde kaybolan şehirleri
Nurullah Genç

şimdi
güz kurusu geceler kaldı sabahlara
avaz avaz susmayı öğrendik
eğiliyoruz değmemek için dünyaya
yorgun başımızla
ötelerde gölgeleniyoruz
incitmeden bir söğüt dalını

unuttuğumuz çocuk bir şiirde ağlasa da
vurgunuz onurlu yalnızlığa
Serap Kadıoğlu

Şimdi senin küllerini hangi dağın yarsız yamacına savursam
Hangi dağa savrulsam eyyam-ı bahur gibi bir akşam esintisi
Şiir değil, şarkı değil, ağıt değil aşk olsun bunu annem söyledi
Üzülme! İnsan yaratıldığı yere dönermiş vakti gelince
Sen hangi toprağa döneceksen ben oranın hiç olmayan yerlisi
Hasan Nalçacı

Bir yaz ikindisi kolları gevşek
İçe doğru çekilmiş kumruların başları
Keman sesi vuruyor usul usul dalgalı
Özlemiş bir dost sesi ya da kumral bir şarkı
Yumuşak ve tedirgin Asyalı adımları
Çimenden halılar var sincap ayaklarında
Ceylanlar ve nehirler ve blues sıcağı
Dünyanın belki de en sakin durağında
Cevabı belli soru aksanlı dudağında
Sorar Koreli kız
Pardon var mı vaktiniz
Kasaba merkezine
Birlikte gider miyiz?
Esma Polat

tembel bir bıçağı elime bırakan bir yüz
ağlamak kovalıyor dizlerinin üstünde eli
sesimle iyi olacak yaranın zahmeti duruyor
kimin yanı çok fazla gidelim bir evi olsun odaları neşeli
hiç bahanesi kalmasın diyorum olmamaya
bilmek asılı kaldı makaslara gelen perçeminde
bir kadının yüzünde eskidim merhaba yerlerinde susmuş
Neslihan Döne

kuru bir derenin sesi dolaşırsa titreyen ellerimde
dağlar evlat acısına dönüşen bir sabaha uyanır
ayaklanırsa dilimde Kerbela artığı bir ağıt
hasret şarkıları hangi acının rengiyle boyanır
Akif Dut

acının yolcuları
birlikte yürüyecek bu kadim yalnızlığa

öylece yaşlandık işte
ölüme
öylece yaklaştık

şimdi takvimler eylül
vakit
akşam üzeri
fısıldıyor ömrü süpüren rüzgâr
zevâlin arefesindeki saatler
Mehmet Osmanoğlu

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir