Muhit’te Ruh Sağlığımızı Korumak Dosyası

Muhit dergisi, özel dosyalarla yoluna devam ediyor. Emek sarf edilen, göz dolduran dosya konularını seçmeye özen gösteriyor dergi. Sıradan konulardan daha çok fazla işlenmeyen fakat zihnimizi meşgul eden konular bunlar. 46. sayıda da “Ruh Sağlımızı “Korumak” dosyası konunun uzmanı kişilerin de katılımıyla yetkin içeriklerin yer aldığı bir dosya olmuş.

Günümüzde Ruh sağlığı denince akla gelen ilk isimlerdendir Kemal Sayar. O, hepimizin şairidir ama aynı zamanda da bir tıp doktorudur. Bir söyleşi gerçekleştirilmiş Sayar ile. Dosya konusunu tamamlayan ve yaşadığımızın çağın ruh sağlığına etkilerini işleyen bu söyleşinin soruları; Gökhan Ergür’den.

“Toplumsal tepkiyi, kaynağa ve besleme aşamaları gibi farklı dinamiklere göre değişim gösteren bir süreç olarak görmek gerekiyor. Yine de bizim gibi bireyci olmaktan henüz uzakta olan toplulukçu kültürlerde kenetlenme ve tepki verme süreci kendiliğinden ve çok daha kısa sürede oluşuyor. Acı, bizleri birbirimize doğal olarak raptediyor.”

“Dünyanın müşfik, tahmin edilebilir ve bir gaye barındıran, anlamlı bir yer olduğuna, değerli ve esirgenecek varlıklar olduğumuza dair inançlarımız bize bir güvenlik duygusu ve incinmezlik yanılsaması veriyor. Oysa doğal afetlerle gelen travmalar, bu inançları kökünden sarsar. Felaketlerle birlikte dünyaya dair inançlarımız ve insanlık hakkındaki iyi, selim anlatılarımız yara alır. İnsanların bu dehşet psikolojisinden sıyrılabilmesi için güvenilir üst mercilere, sosyal sermaye bağlarına ihtiyacı vardır, güven bu aşamada en tamir edici duygudur.”

“Postmodern toplumun en yaygın ruhsal yaraları depresyon, kaygı bozukluğu, anlam yitimi ve tükenmişlik. Benim danışanlarım da en ziyade bu hastalıklarla çıkıyor karşıma. İnsanlar yürüyen cesetlere, gözetim kapitalizminin güttüğü yığınlara dönüşüyor. Âdeta yaşam yaşamıyor. Neoliberal kapitalizmin çalışma koşulları, metropol yaşamının yalnızlığı ve çatışmaları, sosyoekonomik şartların artırdığı hüsran ve yetersizlik hissi insanları bitap düşürüyor.”

“İnsan olmak, kendi kusurlarınla yüzleşmek ve olgunlaşmak yolunda bitmek bilmez bir sorumluluk, bir vazifedir. İnsan daima yıkılanı onarmak, bozulanı düzeltmek ödevindedir.”

Ruh Sağlığımızı Korumak Dosyasından…

Erol Göka-  Arkadaş: Sırtımızı Dayadığımız Kale

“Hayatımıza aile dışından kattığımız ilk yabancılar olan arkadaşın insan hayatındaki rolü ve önemi, oyun ve okul çağında ortaya çıkıyor; çocuk arkadaşlarımızla oynadığımız oyunlar, yaşadığımız didişmeler ve dayanışmalar sayesinde “hayat oyunu”nu öğrenmeye başlıyoruz.”

“Her neyse insan, aile ve akrabalarının haricinde başka kimseler olduğunu ve onlara güvenmesi gerektiğini ergenlik dönemindeki arkadaşları sayesinde anlıyor. Üstelik onlardan duygu alışverişini, cinsiyet kimliğine ilişkin özelliklerini, sırdaşlığı, fedakârlığı ve samimiyeti öğreniyor.”

“Arkadaşlığın bir türü beraber eğlenmeye odaklanır, diğer türündeyse çıkar ve fayda esastır. Hakiki arkadaşlık ise bu ikisinden de çok farklı; tüm hesaplardan uzak, ruhların birbirine gerçekten dokunabilmesini amaçlıyor, benzer erdemlere sahip olmaya dayanıyor ve birçok saadete vesile oluyor. Bütün bunlar doğru ve bugün için de geçerli.”

Gökhan Ergür – Bir İnsanı Affetmek

“Affedilmeyen insan yeniden hata yapar, yeniden ve yeniden. Üstelik büyük bir iştahla ve öfkeyle. Çıkardığı derslerin bir işe yaramadığını ve bunun bir anlamı olmadığını düşünür; dünyanın ve insanların kendisine ikinci bir şans ya da “anlaşılma” duygusunu bahşetmemesi, kişinin karanlık şemalarını tetikler ve kötülük sonsuz bir döngüye girer. Affetmediğimiz her insan, affedilmeyecek işler yapmaya yeniden aday olur.”

Taha Burak Toprak – İslâm Düşüncesinde Psikoloji Ve Psikoterapinin İmkânları

“İslâm düşüncesinde psikoloji ve psikoterapi çalışmalarını, dört kritik geleneğin insan ve ruh sağlığı anlayışları şeklinde ele alabiliriz. Bu gelenekler; hekimler, filozoflar, sufiler ve âlimler. Her gelenek kendine özgü bir insan tanımı ve anlayışına sahip ve bu da doğal olarak farklı bir ruh sağlığı tanımı, hastalık ve iyileşme anlayışlarını ortaya çıkarıyor.”

“Özetle, hekimlerimiz ve filozoflarımızın dönemleri içerisinde özgünlük ve öncülükleri tartışmasız fakat unutulmamalı ki çalışmaları dönemin tıbbının gelişim düzeyi ve felsefi/bilimsel tartışmalarıyla kayıtlı. Ancak söz konusu sufiler ve âlimler olduğunda çağları aşabilen, tarihsel bağlamın kayıtlarından sıyrılabilen bir insan tanımıyla karşı karşıya geliyoruz.”

Mehmet Teber – Ebeveynliği Yeniden Düşünmek

“Değişen zaman ebeveynlik şekillerimizi de etkiliyor. Ama en temele indiğimizde ebeveynlik görevlerimiz hep aynı. Neler mi? Çocuğun fiziksel ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılamak, aileyi bir araya getirecek merkezler inşa etmek ve her zamanın kendine has bozucularıyla baş etmenin yollarını bulmak. Asırlardır değişmeyen en temel ebeveynlik görevi olan çocuklara güzel örnek olmak başköşedeki yerini hep koruyor ve koruyacak.”

Muallim Nâcî ve Heidegger

Muallim Nâcî ve Heidegger’i bir araya getiren, dünyaya atılmışlık hissi olsa gerek. Hüsrev Hatemi böyle düşünerek dünyadaki yerimizi kaygı boyutunda ele almış. Dünyaya bırakılmakla fırlatılmak arasındayız.

“Muallim Nâcî bir beytinde “Atılmışım iki ‘lâyefhem’in meyânesine / Zemîne anlatamam âsumâna anlatamam” (İki laf anlamaz varlığın arasına atılmışım / Yeryüzüne de gökyüzüne de derdimi anlatamıyorum.) der. Böyle demekle Abdülhamid döneminde Heidegger’in “dünyaya bırakılmış, fırlatılmış insanın” kaygısını dile getirir. Muallim Nâcî “yer demir gök bakır” deyimini duymuş muydu acaba? Başka türlü sorarsak; bu deyim Yaşar Kemal’den önce Çukurova’da var mıydı? Bu sorunun cevabını bulamadım. Bana vardı gibi geliyor. Eğer Yaşar Kemal’in icadıysa o da “fırlatılmışlık” kaygısını anlatan güzel bir deyim bulmuş “yer demir gök bakır” diyerek.”

“Fırlatılmışlık (geworfenheit) duygusu, kaygının başlıca sebebidir. Kaygı duygusunu şiddetlendiren sorunlardan biri de insanın başka insanlarla birlikte olma sorunudur. İnsan varoluşu yalnız dünyada gerçekleşmez, aynı zamanda öteki insanlarla birlikte de gerçekleşir. Öteki insanlar bizim için bir alet değildir.3 Öteki insanlar kendileri için kaygılandığımız ötekilerdir. Bu kaygı, bir merhamet ve iyilikseverlikten ibaret değildir. Bu kaygı, başkalarına karşı kayıtsızlığı ve savaşı da içerir.”

Hürriyet, Kolay Mesele mi?

Hürriyet üzerine yazmış Muhammet Enes Kala. Hürriyeti hak etmek, hakkıyla yaşamak, hürriyetin farkına varmak gibi konulara değiniyor Kala.

“Hürriyeti sınırlandıranlar irade ve şuura bağlı olduğu gibi olamayabilir de. Fiziki sahada insanın hürriyetini sınırlandıranlar, hilkat/ fıtrat, tabiat ve devlet olarak karşımıza çıkar. Hilkat, insanın yaratılışıdır. İnsan yaratılışını tercih edemez, onun fizyonöro-biyolojik yapısı fıtratına mündemiçtir ve insanı tabiatı itibarıyla sınırlandırır.”

Annemin Yanık Türküleri

Annelerin gidişi benzemez başka şeye. Anne gider ve her şey yarım kalır. Eli ayağı tutmaz olur insanın. Dünyası tersine döner. Kendimden biliyorum. Mahmut Bıyıklı da anne ve babasını ardı ardına toprağa koydu. Bu acı da tarifsizdir. Rabbim sabırlar versin. Ne kadar anlatılsa bitmez annelerin hüznünü, sevinci, türküsü, şarkısı, duası. Bıyıklı da annesinin yanık türkülerini yazmış. Rahmet diliyorum.

“Kırklı yaşlarından sonra ağıt yakmayı bıraktı. Sadece ağabeyleri ve ablalarının ağıtını dile döktü. “Babamın cenazesinden sonra ağıt yaktın mı?” diye sordum. “Dört kıtalık bir ağıt hazırladım ama ablan söyletmedi” dedi. Doğuda bir tarikata bağlı olan ablam, “Ağıt yakmak günah” diye söyletmemiş. Keşke söyleyebilse, içini dökebilseydi. Düğünde gülmek, cenazede ağlamak kadar doğal ne olabilir? Din adına fıtrata aykırı yorumlar getirmek her şeyden önce insanı yoruyor.”

“Orta Anadolu yöresine ait bütün türküler hafızasındaydı. Kadınlarla bir araya geldiklerinde bu türküleri söylerlerdi. Hep hüzünlü, hep kederli türküler duydum annemden. Ağır acılarını türkülerle anlatabilmiş Anadolu insanı. Gurbeti, hasreti, kederi ve derdi hep türkülere yüklemiş. Muharrem Ertaş’ın, Neşet Ertaş’ın, Hacı Taşan’ın, Çekiç Ali’nin bütün türkülerini kasetlerinden değil, annemden dinledim. Bozkırın hüznü daha çocukluk yıllarımda doldu yüreğime.”

“Annemin dili erence idi; erenlerin, pirlerin diliyle konuşurdu. Kadere teslimiyeti yüksekti. Geleceğe dair çok konuşmayı sevmezdi, “Acele etmeyin, hele o gün gelsin, ne yapacaksanız yaparsınız” diye bizi uyarırdı. Telefon açtığımda “Alo” demezdik birbirimize. Telefonu “Nasılsın kurban olduğum” diyerek açar, sesimi duyar duymaz “Annen sana kurban olsun” derdi.”

Acele İşe Şeytan Karışır mı?

Hız çağı diyoruz artık yaşadığımız çağa. En hızlısının peşindeyiz. Arabanın, telefonun, bilgisayarın, hatta her şeyin. Hızlı olsun da nasıl olursa olsun. Acaba öyle mi? Harun Yakarer, “Acele işe şeytan karışır.” atasözünden hareketle insanlığın hızla olan imtihanı hakkında yazmış.

“Biz, hızı reddeden bir toplumuz. Bizde her iş neredeyse hep son gününde, son saatlerinde yapılır. Mesela faturalar hep son güne bırakılır. Hatta eskiden faturalar bankalarda ödenirdi ve uzun kuyruklar oluşurdu son gün. Bir başvurunun son gününe yetişilir genelde. Askeriyeye teslim olmak için son saate kadar beklenir.”

“İnsan yaşamı teknolojinin günümüzdeki hâline gelmesiyle beraber artık hızına ulaşılamaz durumda. Bir gün yirmi dört saat, bir hafta yedi gün olmasın da işlerimizi yetiştirebileceğimiz kadar daha zaman olsun istiyoruz. Bu hız ve koşturma, birçok güzelliği de görmemizi engelliyor. Hızlı trende giderken rayların kenarında açmış çiçekleri kimse göremez.”

“Hızın bizden çaldıklarından biri de dostluk. Dostluk, kendisine zaman ayrılmasını ister. Birbirimize ayıracak zamanımız var mı? Sabır ister dostluk. Peki beklemek yeteneğini ve sabrını kaybeden, her şeye anında karşılık bekleyen, hız ve hazza müptela olmuş insanların dostluk kurabilmesini nasıl bekleyebiliriz?”

Selam Yurdu- Kudüs

Kudüs yine ateş çemberinde. Zulüm hiç eksik olmadı bu coğrafyada. Kan ve gözyaşı yurdu oldu Kudüs. Dursun Çiçek, selam yurdu Kudüs diyerek dua niyetiyle cümleler kurmuş.

“Gezdiğim ve gördüğüm şehirlerde sözünü ettiğim düaliteyi ve travmayı en derinden yaşadığım şehir oldu Kudüs… Bir yandan bir şehir bozulmadan ve hayatiyetini sürdürerek bu zamana kadar nasıl gelir diye şaşırırken öbür taraftan bir bütün olarak bir şehrin nasıl kuşatıldığını, nasıl müzeleştirildiğini, nasıl maketleştirildiğini de hissettim. Kudüs, bir hayatın hem imkânını hem de bitişini aynı anda içinde taşıyor. Kudüs, hem umut hem karamsarlık… Hem ışık hem karanlık… Hem görünen hem görüntü… Hem ayna hem perde…”

“Oysa Kudüs’ün her yerinde bir peygamberin nefesi var. Kur’an’da adı geçen tüm peygamberler burada neredeyse. İzler ve göstergelerle dolu her yer. Ve âlimler, veliler, hakimler… İmam Gazâlî, İbn Arabî burada. Her âlimin derdi, peygamberin izine tutunmak. Gazâlî’nin ders verdiği odada, İbn Arabî’nin yürüdüğü yollarda taşları dinlemek gerekiyor.”

Aynur Dilber ile Cesur İnsanlar Şafağında’ya Dair

Aynur Dilber, şiiri ve öyküyü birlikte taşıyan isimlerden. Üç öykü kitabından sonra şimdi, Muhit Kitap’tan çıkan Cesur İnsanlar Şafağında isimli şiir kitabıyla yazma yolculuğuna devam ediyor. Öyküye- şiire ve yeni kitabına dair Ahmet Edip Başaran’ın sorularını cevaplamışDilber.

“Sözle meramını, arzusunu anlatmayı seçmiş birinin dil bilincine vâkıf olması gerektiğini düşünüyorum. Konuşma dili ile edebiyat dili arasında bir fark olmalı. Öykü, roman konuşma diline şiire göre çok daha yakındır. Fakat öykü de roman da bir edebi metin türü olduğuna göre yazma iddiasında bulunan kişi dil üzerinde hünerini, sanatını göstermelidir.”

“Muhakkak ki şairlik yönüm öykü dilimi daha estetize ediyordur ve bu benim için artı bir değer. Bir topluluğa öyküyle seslenemezsin ama bir şiirle bunu çok rahat yapabilirsin. Şiirin kalbi ele geçirme gücü, öykü ve romana göre çok daha süratli ve etkileyici sanırım.”

“İnsanın iki evreni var. Birincisi iç evren, ikincisi dış evren. İnsan iç evrendeki iyilik mefhumuyla olan ilişkisini kendi belirliyor. Mesafesini kendi tayin ediyor. Fakat bu iç evren, dış evrenin içinde olduğu için çağın iyilikle olan mesafesi dolaylı yoldan insanı da etkiliyor. Yani bireyin toplumla olan bağına atıfta bulunmak zorundayız.”

Merhametten Doğan Şey

İbrahim Tenekeci, merhameti çarpıcı bir örnekle ele almış yazısında. Kuşlardan başlayan bir merhamet. Bazen bizim merhamet göstererek yaptığımız işlerde sonuç tam istediğimiz gibi olmayabilir.

“Akşam kuşu eve götürdüm. Kuşların olduğu odaya bıraktım. Karnını doyursun, suyunu içsin, toparlansın. Tamamen iyileşince bırakırım. Ertesi akşam tekrar odaya geldiğimde gördüğüm manzara tam bir felaketti. Göçmen kuş dâhil bütün kuşlar hayatını kaybetmiş. Üzüntümü ve pişmanlığımı ifade etmenin imkânı yok. Anlaşılan o ki kuş hastaymış, o yüzden uçacak dermanı kendinde bulamayıp yolda kalmış. Bizim kuşların bağışıklık sistemi zayıf olduğu için de bu kadar hızlı ve yıkıcı bir şekilde etkilenmişler.”

“Hayatımız böyle örneklerle dolu değil mi? Hikâyesinden etkilenip merhamet ettiğimiz, elinden tuttuğumuz, yardımcı olduğumuz birçok kimse benzer şeyleri yapmadı mı bize? Bu yüzden gün geçtikçe daha da sessiz olmuyor muyuz? Evet… İyilik yorucu bir şeydir. Kıymeti de tam olarak buradan gelir.”

Muhit’ten Öyküler

Güray Süngü – Duvarda Bir Çizgi

“Çok zamandır eve uğramıyorum. Çünkü anne ölünce ev yıkılır. Arkadaşlarla çocukken keşfettiğimiz bir harabede geçiriyorum günlerimi. Harabeyi biraz güzelleştirdim. Eve benzettim biraz. Benzemedi eve pek. Sağını solunu toparladım. Önü arkası dağıldı. Bir iki eşya atayım, dedim içine, bu isteğimi de içime attım. Birilerinin dışarı attıkları bir iki şeyi sürükledim sadece. Sonra bir şeyler oldu. Normalde geceleri oturur, gündüzleri uyurdum. Burada tersine döndü. Sabah gün ağarırken uyanan bir insana dönüştüm.”

“Buraya nasıl geldim? Neden geldim? Kaçarak geldim. Kaçarken geldim. Kaçıp da geldim buraya. Neden kaçtım, nelerden kaçtım? Bu, hayatımın öncesiyle alakalı. Hayattan kaçtım desem nelerden’e cevap vermiş olurum; neden’in cevabı ise hayat değildi diye olur. Ama şimdi bakıyorum da hayatmış mı diyeceğim. Diyemem de. Öyle bir andayım.”

“Daha neler, sonsuza kadar ölemedik. Annem öldü tabii sonra. Bugün ya da üç yıl, hatta on üç yıl önce. Bilmiyorum. Bilmez olur muyum. Umursamazlık değil bu, yabancılık değil bu, bilmiyorum çünkü annem on üç ölmüş de olsa dün ölmüş gibi. Ama dün değildi. Ama dün gibi. Ama dün değildi. O zamanlar sakallarım kıvır kıvır değildi. İnce bir çocuktum.

Eyyüp Akyüz – Tokat

“Kalabalık bir kentin meydanında kırklı yaşlarda, orta boylu, gözlüklü bir adam, soytarının dikkatini çekti. Adam ağır çekimle birkaç adım atıyor, sonra aniden dönüp arkasına bakıyordu. Soytarı durup bu tuhaf adamı seyretti uzun uzun. Sonra kralla göz göze geldiler. Anlaşmış gibi aynı anda harekete geçip sürekli arkasına bakan adama doğru yürüdüler. Adam tam kederli bir ifadeyle başını öne çevirdiği anda kral, adamın yüzüne var gücüyle bir tokat attı. Neye uğradığını şaşıran adam ne yapacağını bilemedi.”

“Adam, soytarının “üşütmek” kelimesini hangi anlamda kullandığını anlayamadı. Üşüyüp hasta olmaktan mı bahsediyordu yoksa delirmekten mi, çözemedi. Belki de ikisini birden kastetmişti. Adam üşütmek kavramı üzerine düşünürken tıpkı yürürken yaptığı gibi dönüp arkasına baktı. Adam geri döndüğü an kral, adamın ensesine tokadı yapıştırdı. Adam bir kez daha afalladı. Kral, yine sözü soytarıya bırakırcasına kenara çekildi.”

Muhit’ten Şiirler

Ellerimin uzun uzadıya konuştuğu sana
bu şiirde en güzel yeri ayırıyorum
biz koşarken çayırlar tazelensin

Ürkmesin diye suların sularımdan
sana uykusuzluk getirdim
ellerimi karşıya geçir

Ölümlerden ölüm beğen de gel yanıma
gözlerini karart da gel
gel değiştir yüzümü

Yunus Karadağ

O sırada bir kadın anneliğini kurmaktadır saatine
Bir kadın, söz sağanaklarında kıyısız bir deniz
Ve zaman orada uzakta tek başına…
İşte ben böyle sere serpe serpilip büyümüşüm
Dünya yadigârı bir hançerin desenlerinde.

O anda bir dilin kafesi değil hayır anlatamadım
Sana bir sözüm vardı sana bir sözle vardım.

Ahmet Edip Başaran

Korkulacak bir şey yok
Sevdiğin tüm çiçekler mezarında bitecek
Yalnız değilsin, kaya gülleri eşlik ediyor sana bir mermer başında.
Senin çürüyüşünle yeşeriyor toprak
Bir kırlangıç da ölse böyle olurdu
Farkın yok biliyorsun, ha insansın ha iğneli bir yaprak.
Yokken var oldun, varken olacaksın yok.
Var ve yok var olacak, bir oluşa taparak

Dilara Ayşe Akdeniz

Bir vakitler “hû” çekerdim yolunda
Saçımı tarardı rüzgârgülleri
Ne nihavent ne de hüzzamdı ömrüm
Kâh hıyaban kâh pervane olurdum
Berat’ta yorgun bir ozandı ömrüm

Nurullah Genç

kalbimde bir beyrut patlıyor
ve sana anlatamıyorum
işte bu temyiz yolu kapalı cezam
ölüm bir kerede biter
hayat her nefeste yeniden başlar
ve kalbimde bir beyrut daha patlar

Suavi Kemal Yazgıç

Şimdi bu yaşama sevincini yaşadı sanacaklar
Diyecekler ekmek tazeliğindeki sabahları taşıyor
Gecenin içinden ıslık çalarak bir hayvana bakan
Çocukların açtığı mağaralara bakıyor

Seni o odalardan pencerelere koşturan neydi?
Hangi çamaşırları kuruttun bu yalnızlık rüzgârıyla
Hadi davran ellerin bir ölünün gözlerinde büyüsün
Çek topraktaki mili vur kar sularının yaktığı bedeni

Mehmet Tepe

Biliyorum, dönmeyeceksin nehrin bu tarafına
sana yüzmek istedim, gücüm kalmadı
geçemem nehri bıraktığın yarayla
rahat bir ölüm diledim, anılarım sapsarı
en azından bunu hak ettim
beni bağışla

Seyyid Ensar

yelkovansız bir akrep, bekleyişlerin vakti
vitrinde iç çekiyor yorulmuş fotoğrafım
ellerimizle kırdık verdiğimiz o akdi
bak sönüyor güneşi, artık yalnız soyadın

Aziz Kağan Güneş

Senin yokluğunda,
bir bozguncu havası çarpardı kulaklara.
Atsız bayrak koşuları düzenlenirdi her sabah,
galipler için işlemeli gömlekler öğleden sonra
ve katranlar sürülürdü
mağlupların şişmiş ayak tabanlarına.

Rıdvan Kadir Yeşil

Hece’de Byung-Chul Han Dosyası

Hece dergisi 322. sayısında Byung-Chul Han dosyası hazırladı. Özlem Güner’in editörlüğünde hazırlanan dosyada söyleşi, kitap yazıları Chul Han’ın felsefesinin günümüzdeki karşılığı gibi birçok konu işleniyor.

Editörden…

“Chul Han’ın konusu bugündür. Bugün, politik ve piyasa dağarcıklarının psikoloji diliyle iç içe geçerek yeni toplumsallaşma biçimleri yaratmasının izleği Chul Han düşüncesinin temelini oluşturur. Bugün politik olan Chul Han’ın deyişiyle pürüzsüz hâle getirilmektedir. Pürüzsüz hâle getirilen politik sistemin amiral gemisinin içinde olan iktidar, şiddet, şeffaflık, zaman, yorgunluk ve tükenmişlik, öteki edilgen bir şekilde dâhil olduğumuz bugünün dünyasının görünen değişimlerini içinde taşır. Her şeyin aynı kaldığı görünmeyenin değişimi ise psikopolitik bir bağlamda sunulur. Herhangi bir alana matuf özel bir kavramsallaştırma bütünü olmayan Chul Han’ın felsefesi belki de bugünü anlamak için felsefi bir kılavuz niteliği taşımaktadır.”

Byung-Chul Han ile Söyleşi

Byung-Chul Han ile El Pais dergisinde yapılan söyleşiyi Ali Tacar çevirmiş.

“Akıllı telefon bugün ya dijital bir işyeri ya da dijital bir günah çıkarma yeridir. Her cihaz ve her tahakküm tekniği, boyun eğdirmek için kullanılan totemler üretir. Tahakküm bu şekilde güçlendirilir. Akıllı telefon dijital tahakkümün kült nesnesidir. Bir boyun eğdirme aygıtı olarak, bir tesbih ve boncukları gibi davranır; bir akıllı telefonu sürekli elimizin altında tutmamızın nedeni budur.”

“Büyük veri, bilginin yalnızca çok ilkel bir biçimidir, yani korelasyondur: A olursa B de olur. Anlayış yoktur. Yapay zekâ düşünmez. Yapay zekâ tüyleri diken diken etmez.”

“Depresyonda olduğumuzda dünyayla, ötekiyle olan ilişkimizi kaybederiz. Dağınık bir egoya gömülürüz. Bence dijitalleşme ve akıllı telefon bizi depresyona sokuyor. Bir tedavi acı verdiğinde hastalarının telefonlarına sarıldıklarını söyleyen diş hekimlerinin hikâyeleri var. Bunu neden yapıyorlar? Akıllı telefon sayesinde kendimin farkındayım. Hayatta olduğumdan, var olduğumdan emin olmama yardımcı oluyor. Bu yüzden diş tedavisi gibi durumlarda cep telefonlarımıza sarılıyoruz.”

Byung-Chul Han Dosyası’ndan

Sercan Ünğan – Tükenişten Kurtuluş: Ötekini Geri Çağırmak

“Byung-Chul Han, ele aldığı konular ve kaleme aldığı kitaplar ile çağdaş düşünürler içinde müstesna bir yerde durmaktadır. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde insanın yalnızlığına dair birçok durum tespiti yapılmıştır. Bununla birlikte; insanın tükenişe doğru giden yalnızlığının sebeplerini, çarpıcı bir dille gözler önüne seren Han, temel problemin ötekinin hayattan kovulması olduğunu dile getirmektedir. Hayatın hemen hemen tüm veçhelerinde karşımıza çıkan bu durumu ortadan kaldırmanın yegâne yolu ise; kaybolduğunda problemlerin açığa çıktığı ötekini tekrar hayatımıza geri döndürmektir.”

Ali Necip Erdoğan – Estetiğin Kaybı Ve Süreksiz Özne-Kıymetsiz Nesne

“Chul Han pürüzsüzlüğü, içinde bulunduğumuz neo-liberal dünyanın bir getirisi olan hakikat sonrası dünya içinde, estetik beğeninin itici gücü olarak tespit eder. Çünkü bu dünya “kusur”u hayatımızdan çıkarmayı ilham ve icbar etmektedir. Sadece kusuru değil, hastalıkları ve giderek ölümü de… Kusuru, hastalığı ve ölümü estetik var oluş için tehdit olarak görmektedir. Üzerinde düşünülecek, konuşulacak hiçbir şey bırakmamaya ant içmiş gibidir. Her değeri, dolayısıyla da her nesneyi, özellikle de insan bedenini, tüketimin konusu hâline getirmektedir. Çünkü kusur, hastalık ve ölüm özneyi nesneleştirir.”

Mustafa Günerigök – Byung-Chul Han Ve Tabiata Övgü

Byung-Chul Han, Batı düşünce tarihinin temel kavramı olan “substantia” ile Budizm’in merkezi kavramı olan “sûnyatâ”yı karşılıklı düşünerek Batı düşünce tarihinde sözünü ettiğimiz yarılmanın (yanılmanın?) şiddetini açımlar. “Substantia”nın dayandığı “substare” fiili, “altında olmak, durmak, bulunmak” ve aynı zamanda “dayanmak, ısrar etmek” (standhalten) anlamına gelir. “Stare” (durmak), “tutunma, kalma, kendini kanıtlama, dayanma” anlamında kullanılır. Aristoteles’in “tüm değişikliklerin içindeki kalıcı olan” şeklinde tarif ettiği “töz”ün kavramsal anlamını “substantia” kelimesinin etimolojisinde de görmek mümkündür.

Alaattin Diker – Çağımızda Anlatı Krizi

Han’ın çağımıza ilişkin analizine göre, anlatımın yerini “bilgi tsunamisi” almıştır: Bilgi toplumunda bilgi “toplanarak ve kümülatif olarak” biriktirilir, anlatılar mana taşırken bilgi bir anlam taşıyıcısı değildir. Mana aslında yön anlamına gelir. “Bu yüzden bugün iyi bilgilendirilmişiz, ancak yönümüzü şaşırmış durumdayız.” (s.13) Ve bilgi, dünyamıza kimlik oluşturan bir varlık sunmadığından, Han, varlığın unutulmasından (Seinsvergessenheit) şikâyet etmektedir.

Edebiyat Gündeminde Savaş ve Edebiyat

Zeynep Arslan’ın hazırladığı Edebiyat Gündemi’nde Ukrayna- Rus savaşından hareketle, savaş ve edebiyat konusu işleniyor.

“Ukraynalı yazar ve çevirmen Zarina Zabrisky, roman taslağını bitirmek üzereyken Rusya’nın Ukrayna’yı işgali patlak verdi. Yıkımın ortasında romanına devam edemediği için diğer mesleği gazeteciliğe yönelip savaş muhabiri olarak ülkesinde kaldı. Aylarca sadece savaş raporlarını okuyabildiği dönemde edebiyatın özellikle savaş zamanındaki rolünü merak etmesiyle bunu ve kitap okuma şartlarını savaşın harap ettiği bölgelerdeki yazarlara sormaya karar verdi.”

“Ukraynalı şair, çevirmen, editör, senarist ve kültür uzmanı Dmytro Pavlychko 29 Ocak 2023’te dünyadan göçtü. Şevçenko Ulusal Ödülü, Antonoviç Ödülü gibi ödüller aldı. Ukrayna dilinin yeniden doğuşuna yardımcı olan yazar ardında pek çok eser bıraktı. Şiirleri, özellikle soneleri, biçime bağlılığı ve sözcük dağarcığının zenginliği ile dikkate değer.”

Eşyanın Fısıldadığı

Eşyanın Fısıldadığı bölümünün konuğu Tuba Dere. Evlerimizi yazmış. Geçmiş zamanın huzur iklimi olan evlerinden günümüzün soğuk evlerine doğru bir yolculuk yapıyoruz. Değişen sadece binaların yapısı değil, insanlar da değişti. Samimiyet azaldı, muhabbetler sanal hale geldi. Dere, depremde yıkılan evlerden hareketle yaşanmışlıklara da değiniyor. Bir hikâyeci gözüyle evlerin odaları arasında gezintiye çıkarıyor bizi.

“Küçükken bütün çocuklar gibi ben de evimizi, özellikle odamı çok severdim. Dünyaya gözlerimi açtığım, kök atıp dal budak saldığım, ailemi bir arada ve güvende tutan o koza, sadece bedenimin değil ruhumun ve düşlerimin de mekânı, zihnimde mutluluğun sembolüydü.”

“Ruhun mahfazası, en gizli yanlarımızın tanığı olmak bakımından ev, soyut bir varlıktır zaten. Hem bireysel mekândır hem de müşterek alan. Bazı evler aileden mirastır, ataların ruhunu taşır. Bazı evler çok el değiştirmiştir, çok insan tanır ve belleğinde çeşitli hikâyeler barındırır. Aralarında kan bağı olsun olmasın aynı mekânı paylaşan insanların ortak kurgusudur ev ve o insanlar arasındaki ilişkiyi de temsil eder.”

“6 Şubat depreminde yıkılan bir evden iş makinasının kepçesinde çıkan çeyiz sandığı, zihnime kazınan görüntülerdendi; yaşanan büyük yıkımın âdeta özetiydi benim için. Bazı evler mukavva bloklar gibi bir anda yerle bir olup mezara, bazıları yavaş yavaş yıkılarak harabeye, bazıları da iş makinalarının kepçesinde toza dönüştü depremle. Birdenbire çok sayıda insanın evinde ölümü ya da yersiz yurtsuz kalışı ev ve eşyanın anlamını herkese sorgulattı.”

Kitap Taşımak

Mevzu kitap taşımak olunca başımızdaki tatlı belalar bir dağ gibi geliyor gözümün önüne. Her taşınmada hem bize hem de taşıma şirketlerine sorun olan kitaplarımız var bizim ne yazık ki. Hepsinin ayrı anısı olan binlerce kitap. Hatice Bildiri, kitap taşımaktan bahsediyor yazısında. Rengiyle, kokusuyla, içine düşülen küçük notlarıyla hiçbirine kıyılamayan kitaplar, kitaplar…

“Ömrü kitapların yanında, önünde; kitaplar için, kitaplara göre ve bir kitaptan bir kitaba geçmiş herkes için öznel bir ağırlığı vardır onun. Tutkudur, fikirdir, zikirdir, bakıştır, görüştür ama nihayetinde o da hacim sahibi bir nesnedir. Yer kaplar, tozu vardır; konusu, teması, bilgisi kadar kokusu, uzunluğu, sayısı ve kilosu yani cismen kapladığı bir yer.”

“Her yer değişimi biraz da ayıklanmadır, temizlik ve tazelenmedir. Ayıklamak kelimesi kitabın yanına yakışmaz ancak onun da iyisi kötüsü, gereklisi gereksizi vardır. Ayrı bir ev açmadıysanız bu sevgiliye, yaşadığınız yere kaç kitap sığabilir? Mecbur ara ara kitap kelimesinin yanına ayıklamayı getirip koyarsınız böyle. Taşınırken yeni eve güç bela ve bin bir özenle yaptırdığınız kütüphanenin şöyle tertemiz, has eserlerle inci gibi dizilmesini istersiniz.”

“Kendine yeni bir çanta alırken içine kitap sığıyor mu sığıyorsa kaç kitap sığıyor diye kontrol edenlerin has okurlar oldukları malumdur. Bu has okurlara kitap taşıyıcılar da diyebiliriz, yanlarında illaki bir ya da daha fazla kitap, dergi ve defter bulundururlar.”

Havada Şiir Sessizliği Var

Şiir var ama şiir yok. Mehmet Solak’ın yazısının anafikri bu. Çok şiir var ama şiir yok. Buna karşı yapılan bir şey de yok. Bundan rahatsız olan o kadar çok ki ama yapılan bir şey yok. Mesela bir dergide her sayı neden 20 şiir yayınlanır? 3 tane çok iyi şiir olsa ne olur? Gönüller mi kırılır? Varsın, kırılsın. Şiir kırılmasın yeter ki.

“Havanın kokusu değişti, demiştim yukarıda. Doğal anlamda deneyimlenebilirliği mümkün olan bu değişimin edebiyat dünyası için de geçerli olduğunu söylemek zor ne yazık ki. Hele de şiir için… Havada şiir kokusu yok çoktandır. Hatta, havada şiir sessizliği var, desek yeridir. Evet, havada şiir sessizliği var. Öyle böyle değil, kesif bir sessizlik. Şiir var, hem de fazlasıyla var; ama yok, yok işte. Yaz-güz/ ölü sezon-diri sezon demeden habire üreten hatta seri üretime geçmiş şairlerimize ve harıl harıl şiir yayımlayan dergilerimize rağmen yok.”

“Havada şiir sessizliği varsa müsebbibi kim? Cevap çok açık ve net: Ben, sen, o; hepimiz. Evet hepimiz. Kimse sıyıramaz kendini bu vebalden. Kimse, ben genel ortamın bir parçası olmadım, kendi dünyamda kendi ölçütlerimden taviz vermedim diyerek kurtaramaz kendini. Var olanın gerçekleşmesinden aktif özneler kadar gizli özneler hatta sözde özneler de sorumludur. İyinin belirginleşmesi ve yaygınlaşması salt kötünün pasif olmasına bağlı değildir çünkü.”

Handan Acar Yıldız Yazarlığa Niçin ve Nasıl Başladı?

Derginin bu bölümünü çok önemli buluyorum. Yazarların yazarlık serüvenini kendi cümleleriyle okumak genç arkadaşlar için bir yol haritası olacaktır. Niçin ve nasıl soruları yol açıcı cevaplar için yeterli sorulardır. Bu sayı Handan Acar Yıldız’ın yazarlık yolculuğuna şahitlik ediyoruz. Yıldız, benim de severek okuduğum bir yazar. Kendine has bir dili var öykücülerinde. Sorulara verdiği cevaplar da oldukça ufuk açıcı olmuş.

“Yazmaya ne zaman başladığımız sorusunun cevabı belli olsa da niçin ve nasıl başladığımız sorusu; yazarın kendiyle baş başa kaldığında içinde sürekli dönüp duran bir sorudur. Cevap sürekli değişir, bazen birden fazla cevap oluşur ama bu değişim yazarın tutarsızlığının veya ne istediğini bilmezliğinin göstergesi değildir. Bilakis diri bir zihin için sorular ve cevaplar evrilir, devinir. Bu durum tıpkı bilincimizin kim olduğunu unutmamak için en sakin en sessiz ve en yalnız ortamlarda dahi iç konuşmasını devam ettirmesine benzer. Kişinin iç ve dış bütünlüğünü sağlayan bu öz konuşma durduğu, iç ses sustuğu anda kişi ya kim olduğunu unutur ya da hipnoz olur. İç konuşmamız dış konuşmalardan daha yüksek sesli hale gelip, dıştaki konuşmaları bastırdığında ise bu şizofreniye dönüşür. Her insan toplumu unutmamakla kendini unutmamak arasında bir denge oluşturmak zorundadır.”

“Dünyayı kurtarmak için yazmıyorum. En erdemli ve en asil görevi yerine getirmek için de yazmıyorum. Asla yanılmamak için yazmıyorum. Bugüne kadar hiç söylenmemiş sözleri söylemek için de yazmıyorum. İnsanların ağzına bir parmak bal çalmak için yazmıyorum. Yaşamı bir kimya laboratuvarına çevirmek ve yaşamayı unutmak için de yazmıyorum. Ya da hayatı bir rasathaneye, kendimi bir gözlem memuruna çevirip yaşamayı unutmak için de yazmıyorum.”

“Yazmanın ciddi bir sabır işi olduğunu zamanla öğrendim. Öğrendiklerimi yazmak, yazmanın küçük bir parçasıydı. Yazarken öğrenmek ise büyük parçaydı. Yazarken öğrenmeye, sormaya, aramaya devam edecektim. Yazmayı güzel kılan bunlardı.”

Bilal Can ile Bir Kuşu Taşlarla Bu Çöle Bağladılar Üzerine Söyleşi

Müzeyyen Çelik Kesmegülü, Bilal Can ile bir söyleşi yapmış. Can’ın Bir Kuşu Taşlarla Bu Çöle Bağladılar kitabı merkezli bu söyleşide şiirine ve şiirimize dair notlar var.

“Şiir kanaatimce dünyaya söz söyleme biçimidir. Bir tür savunu mekanizması geliştirmektir. Bu bakımdan protest bir tavır içerir, bir karşı duruş, bir rahatsızlık durumu. Yaşadığımız dünya gittikçe kendini tüketen bir hale bürünmektedir. Bu duruma bir şekilde itiraz geliştirmek ve bunu şiir içerisinde yapmak hem anlamın çoğaltılmasına katkı sağlayacak hem de sözün büyümesinin yolunu açacaktır.”

“Dünyaya fırlatılma acısını sürekli olarak içinde diri tutmak… dünyaya yalnız geldik, yalnız ayrılacağız. Yalnızlık, imkân ve tuzak arasında bir yerde durur insanoğlu için. Onunla iyi anlaşmak lazım.”

“Edebî türler arasında şiirin başka türleri doğurduğuna dair katı bir yaklaşımım var. Şiir, hakiki bir söyleyiş ve düşünüş tarzı olduğu için şiirin geleceğinde yine şiir olacaktır. Söyleyiş biçimleri değişebilir fakat şiir, insanlara seslenmeye devam edecektir. Yapay zekâ şiir yazamaz.”

İsmail Karakurt’un Ağaç Günlüğü

İsmail Karakurt, Ağaç Günlüğü’ne devam ediyor. Sonbahardayız. Bağbozumu mevsimi. Üzümlerin güneşte ışıldayan rengi, bağlardaki tatlı telaş, bağbozumunun şiirsel duruşu var Karakurt’un günlüğünde.

“Üzüm neşesiyle büyüleyici bir yeryüzü imgesidir. Homeros ne derdi bilmiyorum ama bence üzüm kesmek bakır eşyaların arkasındaki altın parıltılarına kazmayı vurmak gibi bir şey. Muhteşem bir şekli var tanelerden örülü birbirini koruyan, çürüten, yansıtan ve ancak böyle görünür olabilen salkımların. Herkes gibi ben de kabuğu terli, içi bal şerbeti kıvamındaki salkımları kesip yerdeki kertelleri tepeleme dolduruyorum.”

“Varlığı seyir evreleri ayrı ayrıdır. Bağları da. Kış bahara dönerken budama, diplerini havalandırma ve belleme… Kütükler ve incecik üzüm çubuklarının budanırken ağlayışı. Çubuklardan belli bir süre sonra yemyeşil yapraklar fışkırıyor. İpek yumuşaklığındaki yapraklar büyürken gel zaman git zaman bir de bakmışsınız ki aralarında mini minnacık üzüm taneleri gözüküyor.”

“Bağın bir ucundan diğer ucuna giderken aklıma geldi, buralara eskiden buğday, arpa, pamuk, pirinç, darı, mısır ekerlermiş. Bir de neredeyse yirmi yıl öncesinden rahmetli Ahmet amcanın, elindeki küçük sepete, üzüm salkımlarını özenle ve bereket duası okuyarak dizmeye başlayışı geliyor gözümün önüne.”

İnce Heybet: Veysel Karafilik

Mehmet Aycı’nın bu sayıdaki portre konuğu; Veysel Karafilik.

“Yüksek sesi sevmez; kelimelerin harfleri de puntoları da küçüktür, karakteri isekendine özgüdür, kataloglarda bulunmaz.
 Veysel Karafilik bu…
Arkadaşımız…
Ankara’yı güzelleştirenlerden…
Sekiz milyar insan içinde kaybolmayacak bir yüzü vardır.
Böyle biliriz.”

Hece’den Şiirler

Hep kana dokunuyor uykularım
Bir güzel sevemedim seni
Kalbimin bir yanında gülüşün var
Öteki yanı akrep yarası
Gel şu kalemi birlikte öpelim
Kuşların en güzeli Kudüs’te uçar
Çocukların alnında
Kan renginde

Ali Göçer

eski evinde dil tüccarının banisi yeni kelimeler ezberliyor
sözlükler arasından beni musa’nın sözleri
en çok ahteri’nin adımlarına sarılıyor
çöl isimleri atlasına yeni bir isimdir özlem
oysa insan yarasından asılır hayata
ve ben rüyasına hançer saplanmış bir adam korkunç ilyiç
kelimeler kadar virdim aynalar kadar sırrım var
mavi örtülere sarılmış bir ruhum
üzerimde emanettir bu ten gömleği

Bilal Can

Toplardım vermek için Allah’a
Alnıma attıkları taneleri
Yağmur yapan meleklerin
Her şeyi güzel bir sebebe bağlayan
O küçük arkadaşım benim
Çocukluğum nerede?

Said Yavuz

şuraya bir iltifat gömdüydük
buraya gecikmiş bir itiraf
yazlar gelir giderdi turistler gibi
oteller yaz kış öldürüldü
tatil beldelerine kim söyleyecek

Eyyüp Akyüz

ya sabır ya selamet, ikisinden biri seçilmeli
çoktan seçmeli, yoktan sayılmalı
gereklilik kipini sözlüklerden kaldırmalı
gerçekçi bir gerçek için mesai o zaman başlar
prim günlerimle yaşıt olduğumu işte o zaman anlarım

Mahmut Hatunanaoğlu

Ay Vakti, Sayı: 206

206. sayısına, olmakla ölmek arasındaki arafta kalan durumuza neşter vurarak başlıyor Ay Vakit dergisi. Herkesin gönlünü yapmaya çalışarak hiçbir yol alamayız. Bir duruşu olmalı insanın. Tavrıyla hareket etmeli. Ya olacağız ya öleceğiz demeden çıkılmaz yokuşlar. Bugün gördüğümüz manzara ne hazin. Kudüs, Gazze ateş altında. Binlerce can gidiyor. Yahudi dostları incinmesin diye sessiz kalanların ölüden ne farkı var?

Derginin Giriş yazısından…

“Dün dersi”ni iyi çalışmadığımızdan olacak ki, hemencecik rehavete kapılıveriyoruz. Konjonktüre yeniliyoruz. Gölgelerin sahiciliğine inanıp güneşi yok sayıyoruz. Kendi rönesansını gerçekleştiremeden ithal reformlarla “olacağımızı” zannediyoruz. Halbuki medeniyetimiz “ölmeden olunmayacağını” vazediyor!

“Kendi yaramızı kendimiz sarmak zorundayız. Sağalacağız kanadığımız yerden. Kalbin gülümsediği yerde yeniden çiçek açacağız… İlerleyerek iyileşeceğiz. Kendi uçurumlarımızı bilerek sabırla yürüyeceğiz. Aralıksız bir varoluşla gözümüzü ufka dikerek yürüyeceğiz. Hareketsiz suyun yosunundan ders alarak, menzile varmak için yola çıkmış karıncadan utanarak yürüyeceğiz. Erdemli bir hayat için vakti kuşanarak yürüyeceğiz.”

Sanattan Plastik Cerrahiye “Estetiğin Evrilişi”

Yaşadığımız çağın sanattaki evrilişini işliyor yazısında Salih Uçak. Günümüzde sanatın geldiği son nokta; plastik cerrahideki yenilikler… Bu kadar imkân varken böyle mi olmalıydı? Sanat nedir ne değildir üzerine de önemli notlar var yazıda.

“Eskiyi yok ederek yeniyi hayata ikame etmek pekâlâ bir tercih olabilir. Lakin bugün, eskinin yerine sanat objesi olarak sunulan “şey”in hakikatte “değer” taşıyan bir eser olduğunu söylemek güçtür. Hatta post-modern rehavetle birlikte “kuralsızlığın bir nas” olarak dayatıldığını düşündüğümüzde bunun koca bir yenilgi olduğunu söylemek gerekir. Zira sanatın kendi iç dinamikleri vardır ve içkin olanla var olur.”

“Bugün, sanat adına konuşan veya sanatçı(!) kimliğiyle ortaya çıkan kimi insanlar “zevkler ve renkler tartışılmaz” safsatasıyla sanatı manipüle etmeye çalışmaktadır. Bu manipülasyonun temel amacı, estetiği hakikat alanından çıkarmaktır. Sanatı kendi idealleri uğruna bozarak kafa karışıklığı meydana getirmek, alımlayıcının doğasını nihilist bir söylemle değiştirmek için girişilen bu manipülasyon ne yazık ki kısmî olarak başarılı olmuştur.”

Mehmet Âkif ile İlgili İlk Eseri Yazan Şâir: Süleyman Nazîf

Mehmet Âkif, hakkında en fazla çalışma yapılmış isimlerden biri. Hayatına ve eserlerine dair çalışmalar günümüzde de devam ediyor. Âkif hakkında ilk eseri yazan isim Süleyman Nazif hakkında yazmış Mustafa Kara. İlkler önemlidir. Bu önemi anlıyoruz Kara’nın yazısında.

“12 yıl Bursa Vilayet Mektubculuğu (Valilik Yazı İşleri Müdürlüğü) yapan Süleyman Nazîf’in bu günlerde bizi ilgilendiren en mühim özelliklerinden biri, doğumunun 150. yılında rahmetle andığımız Âkif ile ilgili olarak kaleme alınan ilk eserin yazarı olmasıdır. 1919’da Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilen yazılar, 1924’te Mehmet Âkif Şâirin Zâtı ve Âsârı Hakkında Ma’lûmât ve Tedkikât adıyla basılmıştır. Mehmet Âkif ile ilgili yazılar adı geçen dergide tefrika edilirken Safahat’ın altıncı kitabı Âsım henüz yayınlanmamış olduğundan 1924’te yapılan baskının sonuna Âsım’ı değerlendiren bir bölüm ilave etmişti.”

Osmanlı Coğrafyasını Şehir Şiirleri Üzerinden Okumak

Hasan Doğan, Osmanlı Coğrafyasını Şehir Şiirleri Üzerinden Okumak yazısında şehirlere dair yazılan şiirlerden hareketle Osmanlı coğrafyasının özelliklerine değiniyor. Şehir şiirleri edebiyatımızda önemli metinlerdendir. Şehre dair şair bakışının yanında şehrin, şiirin yazıldığı zamana dair notlarını da bu şiirlerde bulmak mümkündür.

“Yakın zamanda yayınlanan Şehirler Divanı: Divan Edebiyatında Şehir Şiirleri isimli çalışmaya göre şehir şiirlerinin önemli bir yekûnunu şehir methiyeleri oluşturmaktadır.1 Bu methiyelerin ekseriyeti de yukarıda değinildiği üzere İstanbul, Edirne ve Bursa gibi imparatorluk başkentleridir. Anadolu coğrafyasında hakkında en çok şiir yazılan şehirler ise Konya, Kütahya ve Manisa gibi merkezlerdir. Balkan coğrafyasında ise Üsküp, Varna, Zağra, Saraybosna ve Manastır gibi yerleşim yerleri ile ilgili şiir yazıldığı görülür. Arap coğrafyasında da Şam, Bağdat, Halep, Mekke ve Medine gibi şehirler başta gelmektedir. Burada Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapmış şehirlerden sonra hakkında en çok şiir yazılan yerlerin de sözü edilen bu Arap şehirleri olduğu özellikle üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken bir husustur. Zira bu durum, şairlerin milliyetçilik kaygısı taşımadıkları görülür.”

Dil, Şehir, Anlam Evreni ve Hakikat

Ömer Eski, dil evreni ve dilin sınırları üzerine yazmış. Şehirler, arayışlar, anlam kapalılığı gibi birçok noktaya değini var yazıda.

“İnsan; dil ve düşünce ile görünür görünmez kentler kurar. Onları yükseltir, güzellik anlayışına göre süsler, biçimlendirir. Ya da tam tersini yapar, mamur kılmak yerine, harabeye çevirir, yıkar. Dönüp geriye, tarihe bakar. Her ne olursa olsun eylemler bir anlam dairesi/evreni içinden seçilir. Yapılan eylemler (oluşturulan anlam evreni) hakikatle bağını kurabildiğimiz ölçüde anlamlıdır.”

“Belirsizlik, belirlilik için bir şamadır ve son aşamadır. İnancın işleme mantığı ile dilbilimin (veya bilimin anlamın) işleme mantığı aynı değildir. Kalp bu kapı neden açılmadı diye anlam aramaz, inanır.”

“Farklı zamanlarda farklı coğrafyalarda oluşturulan metinler bize aynı şeyi söylüyor. Dil, önümüzü aydınlatan, düşünmemizi sağlayan bir araç olabileceği gibi; art niyetlilerin, kelime simsarlarının, kuantum bilgisayarların elinde körleştirme, köleleştirme aracına dönüşebilir. Hakikat, ona meyilli olanlarla; zihnini, kalbini ona açanlarla aynı dili konuşur.”

Çağın İnsanı

Erdoğan Muratoğlu, çağın insanını yazmış. Yitirilen değerler ve olması gerekenler var yazıda.

“Dijital çağ, sistem tarafından bize dayatılan bir çağ… Dijitallik, insanın zihninde nesneleri canlandırma melekesini yok eder, öncelikle. Ardından hayal kurma melekesini imha eder. Son olarak da düşünme melekesini elinden alır. Yapay zekâ adını verdikleri şey, bir nevi bu işlerin son noktası olsa gerek…”

“Dijital çağ, insana; insandan insana bir sesi de çok görmekte. Telefonlarınıza artık, canlı bir insan sesi değil, yapay bir ses karşılık veriyor. Robotların insan yerine konulmak istendiği bir çağda, herhâlde onun konuşmalarına da robotlar cevap vermeli, değil mi? Bu, resmen insanın insandan uzak düşürülmesini hedefleyen bir beyinsizliğin ürünü bir durum.”

Arayışlar, Tercihler

İnsanlık bir arayış içinde. Bu, bir ömür sürecek çünkü bulmak istediğinin farkında olanlar çok fazla değil. Şeref Akbaba, insanlığın yaşadığı arayışları ve karşısına çıkan tercihleri yazmış. Bir yol haritası sunuyor bize Akbaba.

“Bir sürece bağlı olarak farkındalık, insanın hayatında görebildiği, sezebildiği, anlayabildiği kadarıyla seyreden bir niteliktir. İnsanın kendine dair hususiyetleri fark etmesi, çevresinde olup-bitenlerin farkına varması, dışardan birilerinin onun kabiliyet ve kişiliğine dair gözlem ve telkinleri bir uyanış, bir heyecan, bir atılım vesilesidir. Aynı zamanda, dünyada olup bitenlerle alakalı sahih kanallardan beslenen analizler yapmak, doğru ve yanlışı masaya yatırarak faydalı ya da faydasız olduğu cihetten değerlendirmelerde bulunmak elzemdir.”

“Aile, gençlik, cemiyet ve bilcümle erdemlerin tehdit altında olduğu gerçeği şuurlu bir tutum ve kararlılıkla ve birlikte bir karşı duruşun zaruriliğini işaret etmektedir. Bu aleni tuzakların bozulmasının yolu kişinin kendini tanımasından, var olanın kıymetini bilmesinden geçiyor. Kuşatmayı kırmanın başka yolu yok.”

Ay Vakti’nden Öyküler

Necmettin Evci – Bir Ölümdür Sensizlik

“Önümdeki kamyonu sollamaya yeltenirken arkamdan şiddetli bir uyarıyla bağıran kornayla birlikte şimşek gibi parlayıp sönen selektörle ancak kendime gelebildim. Dikiz aynasında peş peşe yanıp sönen farın göz alıcı ışığıyla tehlikeyi son anda fark ettim. Eyvah! Üzerime ansızın kaynar sular dökülmüş gibi sıcak ürperişlerin eş zamanlı refleksiyle önce yavaşladım, ardından arabayı sağımda oluşan boşluğa çektim. Kamyonun altına girmeye ramak kala varlığımın son savunma hattında bir manevraydı bu.”

“Telefonu kapatır kapatmaz, hanıma durumu anlatıyor, yola çıkmak üzere hemen hazırlanmasını söylüyorum. Bir saat içinde yoldayız. Hafta içi olduğundan şehirlerarası yollar sakin. Daha rahat hız yapıyorum. Altımızdan su gibi akan yolun ufkuna yıldırım gibi ilerliyorum. İlerliyorum ama bana olduğum yerde patinaj yapıyormuşum gibi geliyor.”

“Bundan böyle seni sadece rüyalarda yaşayacak olmanın dokunaklı hasreti, çoğu zaman da seni gördüğüm rüyalarımdan gözlerimden yaş akarak uyanacak olmanın ağır hüznü şimdiden benliğimi kapladı.”

Züleyha Kayaoğlu Eker – Yukarı Şehir

“Gecenin bir yarısıydı.
Hastaydım ve uyuyamıyordum.
Gözlerimi sımsıkı yummak hiç de işe yaramıyordu ama ben bir an önce uykuya dalıp gitmek istiyordum. Yastığım rahat değildi ve yorgan da ağırlık yapıyordu. Tırnaklarım iğneleniyor, kulaklarım uğulduyordu. Açık camdan hava vuruyor ve beni üşütüyordu. Gözlerim odanın tavanında geziniyor, gece lambasının kısık ışığında, avizenin rüzgârla şıkırdayan taşlarının gölgelerini kovalarken dışardan gelen tren sesi ile dalıp gitmişim.”

“Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Mideme kramplar giriyordu. Kimsenin benim hastalığımla ilgilendiği yoktu. Takatsizlik hepten sarmıştı beni, dalıp dalıp gitmelerim arasında kendi kendime konuşmaya başlamıştım. Gözbebeklerim zihnimden geçenleri ve odanın tavanında dönüp duran ve çocukluğumu alıp götüren trenin siluetini kovalamaktan yorgun düşmüştü. Rüzgâr dinmişti artık.”

“Islıklar taştan yapılmış camilerde…
Ölü bedenlerde kabuk tutan yaralarsa yıkık hamamlarda yıkanıyor.
Duyuyor musun sen ey ruhumdaki şehir?”

Ay Vakti’nden Şiirler

Sende seninleydik ezel âleminde
Fermanına uyarak gönderildik yeryüzüne
Şimdi ölüm kuşu gözlerime konuncaya kadar
Her bir esmânın dilini çözmeye çalışarak
Geçecek ömrüm

Böyle olursa aşikâr olursun bana
Ne yerde ararım seni ne gökte
Sadece güzelliğine tutunurum
Bilirim ki kalbimdeki
O gizli heyecan sadece sensin
Sensin ismi dillerde baki olan

Mustafa Özçelik

seni benden soracaklar gülüşünü üşüyüşünü
kokusunu tutacaklar burnuma kara sevdanın
kabir ondan gecedir leylâ ondan tanırım seni

âh ne yana dönsem ateş gökte güneş ocakta köz
kalplerde aşk dillerde türkü ne yana dönsem
keşke söylemeseydim gözlerindeki akşamı

Selami Şimşek

dünya benim yalnızlığıma tanıklık ediyor
bunu anlatmaya çalışıyor aslında bütün bu diller
bütün harflerde bir ıssızlık var
bütün kelimelerin dizi yamalı
bunu biliyor herkes akşamüstleri.

Ferhat Öksüz

sen sonsuzluğa yelken açmışken
zamanı bırakayım gitsin
nasılsa kalmadı zamandan beklediğim

bütün yerleşikleri söken kökünden
kalan ömrümü göçebe kılan
bu apansız sessiz gidişin

Semra Saraç

Yediikim, 403. Sayı

403. sayısına “hatırla” diyerek giriyor Yediiklim dergisi. Hatır bilmek önemli. İnsani değerlerin  canlı olması için olmazsa olmazlardandır hatırlamak. Unutulmaması gereken ne varsa onu alıp baş tacı etmek gerek. Hatrı olanlardan ve hatırlananlardan olmak nasip olsun hepimize.

Mesnevi ile Kültürü Mukaddime ile Ekonomiyi Yeniden Yapılandırmak

Ersin Nazif Gürdoğan, ekonomiye dair düşüncelerini her fırsatta dile getirmeye devam ediyor. Bunu yaparken de tarihten ve edebiyattan yararlanıyor. En uygun modeli bulmak için çıkış yolları bunlar. Mesnevi’den ve Mukaddime’den yola çıkarak ekonomiye dair notlarını paylaşıyor Gürdoğan.

“Tarihin her döneminde, kültür ekonomiyi değil, ekonomi kültürü izler. Toplumlar ve ülkeler arasındaki duvarlar, ekonomi dünyasının öncülerinden daha çok, kültür dünyasının öncüleriyle yıkılırlar. Kalıcı düşünce ve eylem hareketleri, Mevlâna gibi, İbn Haldun gibi, kültürü ve ekonomiyi altın oranda harmanlamasını ve insanlığın yararına sunmasını, bilenlerin öncülüğünde gerçekleşir. Onlar dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, çevrelerinde bilgilerin ve bilgeliklerin paylaşıldığı, düşüncenin ve eylemin bin bir renkli çiçeklerinin açtığı, büyük çekim alanları oluştururlar.”

“Mukaddime ‘de ekonominin anayasanın “arz ve talep” yasası, ana yönteminin “nimet ve külfet” analizi olduğu vurgulanır. İbn Haldun’un yüzyıllar önce, İspanya ve Kuzey Afrika ülkelerinin, yönetimlerindeki gözlemlerine dayanarak, İslam’ın ana kaynakları ışığında ele aldığı ve incelediği ekonomik konular, tarihin her döneminde geçerliliklerini korurlar. Onun incelediği üretim ve yönetim sorunlarını, Adam Smith, Karl Marx ve MaxWeber yüzyıllar sonra inceleyerek, önce Avrupa’nın, sonra dünyanın yirminci yüzyılına damgaların vururlar.”

“İyimserliğin hiç batmayan güneşleri, Mesnevi’siyle Mevlâna, Mukaddimesiyleİbn Haldun, yüzyılların içinden bütün insanlığa seslenirler. Onlar Mesnevi’de kültüre dönük söylenmemiş bir söz, Mukaddime ‘de ekonomiye ilişkin ele alınmamış bir konu bırakmazlar. Mesnevi’nin ve Mukaddime’nin yazıldıkları tarihlerin üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen, hiçbir zaman yeniliklerini yitirmezler, bütün yüzyıllara, bütün insanlara anlayacakları dilden seslenirler. Onlarla insanlar arasındaki dostluklar çarpılarak artar, düşmanlıklar bölünerek azalır.”

80 Şiiri Üzerine Notlar

Şiirimizde bir ara dönem ya da geçiş dönemi görülse de 80 Şiiri, geçmişle günümüz arasındaki en sağlam köprülerden biridir. Darbelerle savrulan bir neslin şiiri bir sığınak olarak gördüğü dönem de diyebiliriz 80 Şiiri’ne. Osman Hakan A. 80 Şiiri üzerine notlarını paylaşmış.

“80’li yılların Türkiye tarihinde, edebiyatında ve sanatında bir miladi, bir kırılma  noktasını ifade ettiğini düşünüyoruz. 80 şiirinin, Üç çiçek, Poetika ve Şiiratı gibi dönüştürücü -bir anlamda mevcut edebiyat ortamına muhalif- dergilerinin ve o dergilerin şairlerinin Gösteri’nin aynasından Türk entelijansiyasına nasıl yansıtıldığı üzerine hiç konuşulmadı. İstedik ki, o yıllarda Gösteri’de temaşa eden şairler, “80’li yıllarda ‘vitrine konmak’ nasıl bir duygu”, kendileri anlatsın.”

“1.Dünya Savaşı Batı’da; Ezra Pound, T. S. Eliot, GuillaumeApollinaire, Jean Cocteau, Pierre Drieu la Rochelle, Paul Éluard, AndréBreton, BlaiseCendrars ve PhilippeSoupault’ yu; bizde; Yahya Kemal, Ahmet Hamdi, Ömer Bedrettin, Necip Fazıl, Nâzım Hikmet, Mithat Cemal, Ahmet Muhip Diranas, Asaf Halet Celebi’yi; 2.Dünya Savaşı Batı’da; Philip Larkin, Paul Celan, Paul Éluard, Louis Aragon, Robert Desnos ve RenéChari, bizde; Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rıfat, Attila İlhan, Ahmet Oktay, Cemal Süreya, Edip Cansever, İlhan Berk, Sezai Karakoç, Kemal Özer gibi isimleri ortaya çıkarmıştır. Batıdaki 68 Kuşağı hareketlerinin bizdeki yansımaları neticesinde ortaya çıkan 70’ler Şiiri, Toplumcu Gerçekçilik ve Yeni Türkü gibi şiir atılımları, 1980 askerî darbesiyle birlikte yerini 80 şiirine bırakmıştır.”

İntihar İlacı’ndan Balkon Çıkmazına: Hüseyin Atlansoy Şiiri

Yediiklim, hatırlamababından hareketle dosya boyutunda Hüseyin Atlansoy’u ağırlıyor sayfalarında. Şiiri, söyleşisi, kitapları üzerine yazılarıyla Atlansoy ele alınıyor dergide.

Uğurcan Güler’in yazısı.

“Balkon Çıkmazında Efendilik Tarihi’nde Atlansoy, bir gönderme ustasıdır. Daha öncesinde şairin şiirleri metinlerarasılık yönünden işlendiği için bu konuya çok değinme taraftarı değilim. Ama yine de bu konu hakkında birkaç husustan bahsetmek gerekirse Balkon Çıkmazında Efendilik Tarihi’nde telmihler, çoğunlukla peygamber ve kıssaları üzerinedir.”

“Hüseyin Atlansoy özgün bir arabesk şiir yazıyor. Ondaki bu arabesk duygular insanda tuhaftır ki acıma hissi uyandırmıyor. Hastalık dönemi sonrası yazdığı bu şiirler, onda yaşama isteğini arttırırken bulunduğu durum bir yerde canını sıkıyor. “Elektroşoklar nedense gitar tellerini / gördüğüm her rüya seni hatırlatıyordu” dizelerine semiyotik bağlamda bakıldığı zaman, bu durum kendini daha net gösteriyor. Elektroşok gibi hastanenin olumsuz atmosferinden yaşamın müziği; ölümün kardeşi uykudan sevgilinin güzelliği çıkıyor ortaya. Memnun olmadığı esmerlikte hakikate ayarlı bir güzellik araması hayata ve şiire tutunmak için bir “ikilem”dir onda. Bu ikilemlerle şair birçok şiirinde oksimorona yönelir.”

Rengarenk Yazılar’dan Şiire Doğru: Atlansoy’u Anlamak

Yusuf Emir Çulha, Atlansoy’un  düzyazı yolculuğuna dair yazmış.

“Atlansoy bir anlamda kendi poetikasını açık etmişken Poetika adlı yazısına değinerek daha da derine inmek mümkün: “Ben şiirden kaçıyorum. Öyle uzaklaşıyorum ki şiir beni kaçtığım ilk lahzanın seferinde yakalıyor. Bir tür ‘kendi içinde mahfuz genetik hafıza.” Şiirden kaçamamak şairin boynunun borcu belki keza şairin şiiri yakalamasındansa şiirin şairi yakalaması daha önemlidir. Şiir şairini bulur bir şekilde şairin şiiri bulması ise belki diğerine nazaran biraz daha yapay bir hamledir. Bu alıntıyla değinmek istediğim asıl konu ise Atlansoy’un düzyazılarında bile şiir tarafından yakalandığı apaçıktır. Düzyazılar da bir şiir gibi akıp gider kendi yolunu bulur. Şiirdeki ironi de düzyazıda eksik edilmez.”

Hüseyin Atlansoy ile Söyleşi

Uğurcan Güler bir söyleşi gerçekleştirmiş Atlansoy ile.

“Hayat bir kaderi bütünleyen çevre ve çerçeve. Bu çerçeve içinde hepimiz yeteneklerimiz ölçüsünde bir resmi çiziyor, bir sesi, bir sözü söylüyoruz. İnsanların kendini ifade etmek istemesi anlaşılır bir durum. Neden-sonuç bağıntısı bilim ve felsefede iş görüyor denilebilir. Sanat söz konusu olduğunda hele ki müzik ve şiirin aynı işlevselliği gösterdiği söylenemez. Niçin derseniz “gül açar çünkü açar.” Bu bir inat ise hayatiyeti ve kaderle bir ilgisi vardır.”

“Saydığınız kent isimlerinden Tokat ve İstanbul eskiden şehre daha çok yakınken (örneğin fukara Üsküdar şehirliydi] Eskişehir ve Ankara kent tanımına daha yakındır. Tabii ki bu kent ve şehirlerin etkileri oldu. Tersi de mümkünlerin kıyısındadır kim bilir.”

“Herkesin bir müziği olduğunu söyleyebilirim. Benimki de müziksizliği de göze almış desem umarım taammüden yanlış anlaşılmaz.”

Sabahattin Ali’den Nâzım Hikmet’e Mektup

Yusuf Turan Günaydın, edebiyat tarihinin derinliklerinden çıkardığı belgeleri günümüz edebiyat dünyasına kazandıran önemli bir isim. Yediiklim’de de Sabahattin Ali’nin Nâzım Hikmet’e yazdığı bir mektuptan hareketle kaleme aldığı yazısı var.

“Sabahattin Ali’nin Nâzım Hikmet’le tanışıklığı hangi boyutlardaydı? Onu 1930 yılında Resimli Ay dergisinde çalışmaya başladıktan sonra tanıdığını ve Almanya’da tanıştığı sosyalist fikirleri bu dergi çevresinde geliştirdiği ve Nâzım Hikmet’in öncülüğünü yaptığı Resimli Ay dergisinin toplumcu gerçekçi bir anlayışı temsil ettiği biliniyor. Fakat daha önemlisi bizzat Nâzım Hikmet S. Ali’nin İçimizdeki Şeytan adlı romanının Rusça çevirisi için yazdığı iki yazıda onunla tanışıklığı hakkında hatırat kabilinden bilgiler vermiştir. Bu yazılar 1972’de Ekber Babayev’in hazırladığı “N. Hikmet, Bütün Eserleri” dizisinin I. ve VIII. cildinde yer almışsa da Türkçe neşrinde 1952 ve 1955 tarihleri kaydedilmiştir.”

“Nâzım Hikmet’le mektuplaştıklarını açıkça gösteren bu metin, aynı zamanda Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna adlı romanı hakkında da bazı satırlar ihtiva etmektedir. Ayrıca S. Ali’nin, Nâzım Hikmet’in o sıralar kitaplaşmamış bulunan Memleketimden İnsan Manzaraları adlı eseri hakkındaki duygu ve düşüncelerini de yansıtmaktadır.”

Yediiklim’den Öyküler

Osman Koca – Gündoğumu

“koca metropolde yalnızız, hem de o biçim yapyalnız..

Sağlı sollu gökdelenlerin arasından geçerken kendini önemsiz bir cüce gibi hissediyor sırf bu sebepten insan. oradan yılan gibi kıvrılan kavisli yolları çok zaman yırtarak geçen araç seline bakıp hayıflanmadan edemiyorsun. beton zift karışımı esaretin altında inleyen torağı duymak, duyumsamak epeyi hüner istiyor.”

“ne onu tanıdım ne gölgesini. her şey tıkırındaydı. ta ki, evet ta ki..

vefasızlık.. hele düşene düşünme bir de sen vurucular.. hele hele tüm variyetini bir anda sıfırlama histerisi.. gölgem soyladı hanım bunları! ayletti teki tekine! dört farklı yüzün davetine icabet olsun için döndümdü. telefonda istikamet sahibi dost. “dört yüz!” diyor. heyecanı yüksek, gönlü tok. o mesum, o feci, o asrin felaketi yaşanmayaydı hayat çok daha güzel olacak gibiydi.”

“merhaba ile elveda karışıyor kana..

bu şehre geldiğim ilk zamanlar ile gittiğim şu son anlar arasında yaşanan iyi kötü, doğru yanlış ne varsa kabulümdür. Öz kıyım cenderesinde hayata tutulmak için sıra bekleyen kalbi saf, aklı duru insanların kıymetini biliniz istedim. yer sofrasından elleriyle senkronize olacak biçimde bakışlarını semaya diken dili dualı kadınların hatırını biliniz istedim.”

Ahmet İşler-Masa ve Sandalyeler

“Bir masa ve etrafındaki dört sandalye yanıyordu. Çocuklar, evin arka bahçesinin ırmak kenarına bakan köşesinde salıncaklarında salınırken, anne, evde son bir yemek yapıyordu. Baba ise yoktu.”

“Kaşık, çatal ve tabak yoktu masada. Masa yanıyordu. Oturanların olmadığı dört sandalye yanıyordu. Alevler perdeleri tutuşturmadan önce, anne, yanan masaya son yemeğini koydu. Tabaklar ve kaşıklar masada yoktu.”

“Önce en küçük çocuğun sandalyesi yanarak düştü yere. Sonra diğer çocuğun sandalyesi izledi onu. Annenin sandalyesi babanın sandalyesi üzerine yığıldı. Sonra ikisi birden dayanamayıp aynı anda düştü. Ağaç bedenlerinden çıtırtılar yükseliyordu.

Çocuklar salıncaklarında öylece oturuyorlar, olan biteni korkuyla izliyorlardı. Gözlerinde yaşıyor olmaya dair bir cıvıltı yoktu.

Anne yoktu evde artık, baba ise zaten yoktu. Fotoğraflar yoktu. Oyuncak bebekler yoktu. Ev yoktu.”

Yediiklim’den Şiirler

ölümü öp! dağı aş Ferhat
öpmeden yüzünü o melek kırmadan taşı
dağdan aşırmak iş değil Ferhat tuzağa gelmek
daha gelmedi işçinin hakkını vermek kurumadan teri dağa geldin Ferhathoş bulduk demeden sen daha bak ölümünü bile göstermeyecekler yüzüne karşı aş haydi yüzünü aş Ferhat yüzdelik hesapların sosyolojisinden kaçır ayağı kaymış bir toplumun bilimi toplu intihar biraz şair ol Ferhat biraz az biraz nefes al bak düşüyor Çıfıtların gölgesi güneşsiz ve iri

Hüseyin Atlansoy

Var olduğumdan emin olsam söylerim
İlk yakarışla son yakarış arasında birikenleri
Zamanı cebinde topaç diye çeviren çocuk gülümsüyor
Alay edilmeyi hak eden üzüntülere
Sonsuzluğu bir çeşmenin kenarında avuçlarken
Bilgeliğim büyüyor büyüyor cehalet oluyor

Mehmet Yılmaz

bana yolu göster bu sühan ülkesinde
sular sıcak ateş soğuk yel kuru toprak ıslak

lala ne su ne ateş ne yel ne toprak
beni kucaklar beni döller kalbim benim gözlerim

lala bana bu karanlıkta yolu göster
Işığı görebildiğim ıtırı koklayabildiğim yere götür

Osman Hakan A.

kalkın Üsküdar’a gidelim: kanaat, yedi iklim, mihrimah
Üsküdar kadar ne güzel olabilir ki-Üsküdar şamayı saymazsak-
iki semtin çocukları cennete aksin iki koldan, tüm semtlerle beraber
kuralım faziletler kentini, gül kentini, esenlik ve aşk
Maltepe’de sabah sabah iyilikler dileyelim insanlık için

Ömer Hatunoğlu

Galiba olmadı sonrası
Matematiği de sevdim
Allah’ı da
Şiiri de
Kıyamet vuruşunu da
Neden derseniz
Bilmem belki babam sevdiğindendir
Anneannem ileride değil.
Yirmi dört saat beni beklermiş
Anlardım
Şimdi fısıldayabilseydi kenar mahalleden

Halil İbrahim Peşmen

Üç dil öğrendim üçü de aynı durur kâğıtta
Biriyle şiir biriyle türkü birini hiç sorma
Daha öğrenemedim baş etmeyi mavi gökyüzüyle
Bu kırgın ışıkta poz vermeyi öğrenelim önce
Son çamaşırları alalım ipten sonbaharı da
Yeniden başlayalım güneş görmeyen yamaçlara kuyulara

Ayşe Altıntaş

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir