Cins Ekim 2023, Yaşasın Cumhuriyet!

97. sayısına, “Yaşasın Cumhuriyet!” diyerek girdi Cins dergisi. Cumhuriyet hepimizin. Yüz yıllık bir süreçten bahsediyoruz. Hem de her şeyiyle. Bakış açısını daima diri tutmakta fayda var. Ne olup bittiğini de anlamak için yaşananları da doğru idrak etmek gerekiyor.

Cins’in Giriş yazısından…

“Yüz yaşına geldik. Yanlış anlaşılma tehlikesinden emin olsak Hüseyin Avni Bey’in dediği gibi ‘milletin kâbe’si’ mesabesinde bir meclisimiz var, derdik. Emin olalım. İstiklal’in savaşını tırnaklarıyla vermiş, en seçkin evlatlarını toplayıp göndermiş ortak akıl birliğiyle aziz bir meclis kurduk. Pırıl pırıl bir ülke ve cumhuriyet. Mübarek olsun. İttifak edilmemiş bir yeri yok bunun. Çatısını biz çattık. Ve niye’sini de biliyoruz. Bilmediğimiz şeyi söyleyebiliriz o halde. O uzun üç yılda ne oldu? Lloyd George, İngiliz parlamentosunda neler konuşmuştu? Sakin olalım, çatısını biz çattık dedik, ‘kendi’sini eleştiren birinin sözleri bunlar.”

Auschwitz’den Sonra Şiir Yazmak Barbarlık mıdır?

Şiirin zamanı var mıdır ya da ne zaman şiir yazılır? Yaşananlar şiirin ruhunu hırpalar mı? İnsan, yaşadıklarından sonra yitirir mi tüm imgelerini? Sorular çok. Hayat devam ediyor. Büyük bir barbarlığı yaşıyoruz. Vahşet, soykırım ya da hiç bitmeyen bir zulüm çarkı. Filistin’de şimdi canlar bir bir eli kanlı katiller tarafından yitiyor. Böyle bir durumda şiir nerede durur? Peren Birsaygılı Mut, Auschwitz örneğinden hareketle şiir yazmak ve barbarlık konusunu ele almış.

“Siyonist liderlerin ve Rothschild ailesi gibi sponsorlarının, Filistin topraklarındaki işgale meşruiyet kazandırmak için kültürden sanata, edebiyata ve felsefeye, her alanda nasıl uğraştıklarını biliyoruz çünkü. Bu söz, kısa sürede onların sloganlarından birisi haline geldi o nedenle. Ancak kıta Avrupası filozoflarını, bu noktadan yakalamamıştı Adorno’nun ifadesi. Yahudi filozofların, topraksız Yahudiler için ayrı bir devlet fikrinin düşüncel cazibesine karşı koyması neredeyse imkansızdı.”

“İnsanoğlunun yaşadığı trajediler devam ettikçe ve özellikle de insanoğlu mâdunlaştıkça yani dilsiz kaldıkça, şiir de var olmaya devam edecektir. Şiirin ufku asla kapanmamalı.”

Düştüklerinde Hemen Kaldırılan Çocuklar

Mustafa Ulusoy, çocuk ve sorumluluk üzerine yazmış. Günümüz çocuklarının sorumluluk sınırlarını sorguluyor Ulusoy. Çocukların sorumluluğu var mı, o da ayrı bir mesele.

“Kanaatimce bu ülkede çocuklara en az öğretilen şey sorumluluktur ve bunda en büyük âmil ebeveynlerin “çocuğum okusun putu”dur. Çocuğunun illa da bir üniversite bitirmesi gerektiğine hükmedip ara elaman olarak bir yerlerde çalışmasına gönlü razı olmayan ana babalar için çocuklarına biçtikleri tek ve yegâne ideal okumaktır. Bu okumak putu ne yazık ki şöyle bir yanılsamaya yol açmaktadır: Çocuğumun tek ve biricik sorumluluğu okuluna gitmesi, derslerine iyi çalışması ve kapağı üniversiteye atıp masa başı, rahat edeceği bir işe sahip olması.”

“Yedi yaşındaki bir çocuğun tezgahtaki sürahiden kendi suyunu alması lazım gelirken annesinden su isteyip de annenin de koşup suyu çocuğunun yanına getirmesi bu ülkenin alamet-i farikasıdır. Ya da ders çalışsın evladım, diye masasına yemek, çay, kahve servisi yapılan çok genç bilirim. Ya da okuldan gelince rahatlıkla kendi yemeğini kendi hazırlayabilecek nice ergenin tabağına yemeği annelerinin koyduğunu da. ‘‘Git kendin servisini yap,’’ demekten nice annenin imtina ettiğini, ‘yavrucuğuna’ kıyamadığını, kıyamadığı bu ‘yavrucuk’larının da çoğunlukla erkek olduğunu da çok şahit oldu bu gözler.”

Oğuz Atay

Doğukan İşler, Oğuz Atay portresi ile Cins’te. Atay’ı ne kadar yazsak az. Nereden başlasak başka bir yan eksik kalır. Tanıdıkça daha çok okuma isteği canlanır içimizde. İşler’in yazısı da Oğuz Atay’a davet eden bir yazı.

“Tutunamayanlar bir yana, kim ne derse desin, sanırım hayatımızın en kötü kâbusu olan Oğuz Atay metni Tehlikeli Oyunlar’dı. Kendisinden sonra gelen birçok yazara ve okura edebiyatın en bilinmedik kapılarını aralayan, hayatlarımızın yol haritasını çizerken hem elimizden tutup hem de elimize vuran o roman…”

“Hayat deneyimimize, dünyaya bakışımıza, düşüncemize ve gönlümüze Oğuz Atay’ın hayaleti dadanmaya başlamıştı bile çoktan: İnsanları çokça güldüren, şakacı, eğlenceli biriydim mesela ben, ne âlâ! Peki ben, neden hep güldüren taraftım? Kendimi en kötü hissettiğim zamanlarda bile şakacılığımdan ödün vermiyordum ya… Sözlerimle aslında önce kendimi mi eğlendirmeye çalışıyordum acaba?”

“Beceriksizliklerimizin, acemiliklerimizin, çocuk kalmış yanlarımızın kaynağını gösterdiği için bizimle bağ kuruyordu çünkü Oğuz Atay. Hatta bir bakıma, bizi bize kelimeler aracılığıyla pek kolay gösterdiği için içimizi de rahatlatıyordu.”

Gençlikte Yapılan Yazım Yanlışları

Gençlik ve özgürlük sadece yarım kafiye olarak birbirini tamamlamıyor aynı zamanda birbirinin kanını da kaynatıyor. Genciz ve özgürüz diyerek sınırları zorlamak gibi bir handikap var kapılıp gidilen. İsmail Kılıçarslan, gençliğin içine düştüğü hataları biriktirmiş ve yazım yanlışları olarak sürmüş ruhunun derinliklerine.  Bu hatalar düzelir mi onu da zaman gösterir.  

“Bugün gençliğin önüne konulan en berbat tuzaklardan biri. Özgürlük mitolojisi. Modernizmin ürettiği özgürlük mitolojisi, özellikle İngiliz erken dönem kapitalistlerinin üstüne basa basa kurduğu ve geliştirdiği özgürlük mitolojisi. İnsanın iradesinin Tanrı karşısındaki gücüne dayalı bir mitoloji. Yani Tanrı’yı yenmek üzerinden kurgulanan bir özgürlük mitolojisi. Kadim İslam geleneğinde çocuk mükellef olduğunda, buluğ çağına eriştiğinde artık bir yetişkinin sorumlu tutulduğu şeylerin bütününden sorumlu tutulmaya başlanır Böylelikle özgürlük ancak kendisine ve başkasına zarar vermeden yapabileceği her şey manasına gelir.”

“Modernitenin uzun zamandan beridir hedef haline getirdiği ilk şeyin aile olduğunu düşünüyorum. Çünkü aileyi rahat çocuklar üzerinden parçalayabilirsiniz ve çocukların sadece internet kullanabildiği, rahatça kirli bilgiye erişim sağlayabildiği, küresel dünyayı anne babalarından daha iyi anlayıp kavrayabildikleri için kendilerini ebeveynlerinden üstün gördükleri tuhaf bir yere geldiğimizi de çok net görüyorum. Peki ne yapmalıyız? Üzülerek söyleyeyim; bu özgürlük mitolojisinin karşısında biz yetişkinler de duramıyoruz. Gençler pekâlâ duramıyor.”

Sadettin Ökten ile Söyleşi

Yusuf Genç, Sadettin Ökten ile gençlik ve ihtiyarlık üzerine bir söyleşi gerçekleştirmiş. Bu iki kavramın sadece belirli yaşları ifade etmediğini, yaşanmışlıkları da içine aldığını örneklerle anlatıyor Ökten.

“Gençlik sürecinde ve olgun yaşta işlenmeyen ve kendisine imkân tanınmayan ruh, bedensel hazzı yaşayan insanın varlığında hele ileri yaşında karamsar, ümitsiz ve bedbahttır. Dolayısıyla bunun tersini de düşünebiliriz.”

“Gençlik kitlesi kolayca heyecanlanır, büyük enerjisiyle eylemlere yönelir. Bu eylemin sonuçlarını, nereden nereye doğru gidildiğini düşünemez ve hissedemez. Toplumda köklü devrimler yapan kimseler, gençlik kitlesine böyle bir düşünce ve duygu zamanını ve fırsatını da bırakmazlar.”

“Biz geçmişten ders alırız ve geleceğimizi geçmişe göre tanzim etmek isteriz. Vicdan dediğimiz ve varlığımızın derununda bulunan büyük sorgulayıcı, eylemlerimizle bizi kimlik sahibi olarak var eden değerler arasındaki uyumu her zaman yargılar.”

İnsanlık Davası

İnsanın uğruna kendini feda edeceği en büyük dava insanlık davası.  İnsan olma davası da diyebiliriz buna. Hak yolda kazanılan bir davadır bu. Sadık Yalsızuçanlar, Aşık Veysel’in şiirinden hareketle insanlık davasından bahsediyor yazısında. Bu uğurda neler yapılır, neler yapılmalıdır gibi soruların cevabı var yazıda.

“Bizim asıl meselemiz, “insan”, özellikle de “Hazret-i İnsan” olabilmektir. Gerisi boştur. Bunun için vahdete ulaşmak gerekir. Varlığın bir olduğunu algılamayı başaran kişi, artık, “beşer”den “insan”a yükselebilmiştir. Beşer, karışık olan, şaşabilen demektir. İnsan ise, Allah’ın en yetkin tecellisi, belirtisi, açılmasıdır.”

“Eli açık, ikramkâr olacağız. Paylaşacağız. Eşitlikçi ve âdil olacağız. İnsan olmanın en işlevsel yollarından birisi, halkı Hak bilip, menfaatsiz ona hizmet etmektir. Allah, yarattıklarına hesapsız-minnetsiz hizmet edenleri çok sever ve onlara büyük ikramlarda bulunur.”

“Büyük Yunus, “davası olanın mânâsı olmaz” der. Buradaki “dâvâ”, benmerkezcilik, kendi çıkarını düşünme ve kibirdir. Demek ki, mânâya yani hakikate ulaşabilmenin yolu, nefsin kötücül isteklerini terk etmekten, bu yüzden sabretmekten geçiyor.”

Başlama Vuruşu’nda Nurettin Durman Var

Başlama Vuruşu’nun bu ayki şairi hepimizin ağabeyi Nurettin Durman. Ondan öğreneceğimiz ne çok şey var. Şiire sımsıkı tutunan ve hayatı şiir gibi yorumlayan Durman’ın şiir yolculuğuna biz de şahitlik ediyoruz.

“1962 yılında İstanbul Çemberlitaş Vezir Han’da çalışırken şiire başladım ama şiire başlarken de şiirin ne olduğunu bilmiyordum. Bir gün Çemberlitaş Vezir Han’da, hemen girişte, sağda, berber dükkânının önünde oturmuş bir şeyler yazıyorum. Karşı dükkân komşumuz olan bir ağabey bana ne yazıyorsun, diyor. Hiç tereddüt etmeden şiir yazıyorum, diyorum. Bana, “Yahya Kemal’i oku, Yahya Kemal’i” diyor, yürüyüp dükkânına gidiyor. İlkokuldayken bir bahar gününde baharla ilgili bir şiir okumuştum yalnızca. Şiire dair bilgim o kadardı. Ne Yahya Kemal’i biliyorum ne de başka bir şairi. Böyle bir başlangıçla oldu şiire doğru yol alışım.”

Teknolojinin Esir Alan Yüzü

Biz mi teknolojiye yoksa teknoloji mi bize hizmet ediyor, anlamak zor. Sarmal bir devinim bu. İnsanlığın büyük bir esaret yaşadığı muhakkak. Sanal alemin elimizi kolumuzu bağladığının farkındayız ama buna inanmıyoruz bir türlü. Kuşatılıyoruz adım adım. Demir ağlarla olmasa da dijital ağlarla kıskavrak yakalandık. Ahmet Melih Karauğuz, insanın kuşatılmışlık halini yazmış. Bir yanda Mark Zuckerberg, diğer yanda Elon Musk ve ortada tüm insanlar.

“Sosyal ağların yükselişe geçtiği ilk yıllarda hemen herkesin gündeminin ilk sırasında olan mahremiyetin ortadan kalkıyor olduğu kaygısı, son yıllarda yerini bir alışkanlık ve kabul edilmişliğe bıraktı. İlk yıllarda özellikle bireylerin kendi özel hallerini paylaşması üzerinden ilerleyen tartışma, teknoloji kapitalizmi şirketlerinin bu mahremiyet üzerinden yükseldiğinin anlaşılması sonrası bir anda kesildi ve kimsenin üzerine çok fazla konuşmadığı ama hala zihnin alt katmanlarında sorun olarak görülen bir olgu haline geldi.”

“Dünyanın her yerini internet kablolarıyla döşemek aynı zamanda dünyanın her karesini verileştirmek, verilerle anlamlı hâle getirmek ve bununla birlikte de istihbarat faaliyeti yürütmek demek. Bugün internete bağlı her cihaz, kullanıcısının bilgilerini şirketlere vererek aslında bizlere muhbirlik yapan birer araca dönüşüyor.”

“Teknoloji kapitalizmiyle zorunlu hale gelen kullanıcı bilgilendirme formları, veri işleme süreçlerinin kişilere açıklanması, kişisel verilerin korunması gibi formlar aslında karşılıklı rıza beyanı sağlayarak yarın çıkacak sorunları önlemek amaçlı geliştirilen kaçış yollarıdır. Gönüllü kulluğun rızaya ve sözleşmeye dayalı olduğunun herkese ilanıdır.”

Suriçi’nin Sokak Sesleri

Sokakların da kendine has sesleri vardır. Çocuk sesleri, satıcılar, insanların bir gürültüye eşlik eden sesleri sokaklardan eksik olmaz. Hele de büyük şehirlerde sesler ayrı bir anlamda yükselir göğe. Konu İstanbul olunca seslerin rengini bir düşünün.  Kübra Kuruali, Suriçi’nin sesleriniyazmış.Seslere anlamlar vererek, vakti seslerle anlamlandırarak yaşıyor Kuruali. Her sesin bir vakti var. Buna zamanla alışıyor insan.

“Tanpınar, Beş Şehir’inde artık pek çoğunun kaybolduğu satıcı seslerini İstanbul’un ayırt edici özelliklerinden biri olarak anlatır ve onları çocukluk yıllarındaki şarkı çalan masa saatlerine benzetir. Bugün yoğurtçu, macuncu, lambacı yok belki ama simitçi, bozacı, balıkçı hâlen Suriçi’nde saati ve mevsimi belirlemeye devam ediyor. Hafta içi evden henüz çıkmadıysam saatin sabah 09.00 olduğunu ilk simitçinin sesinden, 10.00 olduğunu ise ikincinin geçişinden anlıyorum. Hatta ikinci, birinciden sadece zaman farkıyla değil ses rengiyle de ayrılıyor. Tiz tondan “simit, simit” pese çıkarak SSİİMİİĞĞTT” nidasıyla her seferinde sokağı bir tiyatro sahnesine çeviriyor. Tanpınar, eski İstanbul mahallelerindeki bu sesleri Sahnenin Dışındakiler romanında da kullanır. Roman kahramanının Vefa Sultanisi’nden sınıf arkadaşı, sokak satıcılarını sanki o anda yoldan geçiyormuş gibi taklit eder. Seslerin dışarıdan geldiğini zanneden hocalar da akşamüzeri geçmesi gereken bir satıcının, sabah vakti geçmesine şaşırıp kalırlar.”

“Bu yıl henüz sokağımızda Ayakkabı’dan palamut ve lüfer çıkmasa da şükür ki Kasım Sakası arka bahçedeki ağaçlarda şarkısını söylemeye başladı. Ahmet Rasim’in ‘Lüfer sesini duyup da bir parça olsun dönüp bakmayacak İstanbullu farz edemem.’ dediği o sesi ise mevsimi geçmeden elbet gelir diye heyecanla bekliyoruz.”

Yarınların Sanatçısı: Hasan Nail Canat

21 Ekim, Hasan Nail Canat’ın ölüm yıldönümü. 19 yıl geçmiş aradan. Yokluğunu hissetmemek mümkün değil. Hayatımızdaki o kadar büyük boşlukları doldurmuş ki şimdi onun kıymetini daha iyi anlıyoruz. Sanatın nasıl yapılacağını, ahlak ve erdemin nasıl ustalıkla sahneye taşınacağını herkese gösterdi o. Bünyamin Yılmaz, anılar eşliğinde anlatıyor Canat’ı.

“Kavaklıdere’ye geçtiğimizde ilk kez bir tiyatro izlemek için de olsa sinema ortamına girmiştim. Oyun belki de benim yaşıma göre çok zor bir konuyu işliyordu. O gün o sahnede gördüğüm isimler hafızamın bir parçası oldular. Barbaros Ceylan’ı ve bağlamasını, tüfek elde bir mücahid rolündeki Hasan Nail Canat’ı, Ortadoğu’nun bitimsiz savaşlarının aktörlerini rolüyle buluşturan Ulvi Alacakaptan’ı ve elbette Hüseyin Goncagül’ü unutmak zor. Çok sayıda isim vardı o oyunda ve ben onları Ankara’da tanımış oldum.”

“Hasan ağabey için yolun başlangıcı Kayseri idi. Fabrikada teknisyendi ama onun başka umutları vardı. Kıymetli ağabeyim rahmetli Mustafa Miyasoğlu ile bir grup arkadaş önce bir edebiyat muhiti oluşturuyorlar ardından herkes kendi alanına koşuyordu. Hareket dergisinde Hasan Nail Canat ismine rastlarsınız, sonra bir şiir kitabı çıkar, Yalnızlar Rıhtımı diye.”

Pertavsızı Kadar

İnsanlık olarak hepimiz bir eşikteyiz. Sınanıyoruz. Sarsılıyor içimizdeki irade. Kimsenin kimseyi gördüğü yok kendinden başka. Sonunda ağır bir kahır kalsa da bu gidiş nereye diye soruyor Mehmet Zana Öngenç.

“Farkına varır varmaz büyük bir ‘şeyin’ içinde bulduk kendimizi. Düğüm, karmaşa, girift, karanlık, kalabalık… Tüm şey kısaca. Sade değil, berrak değil, anlamlı-anlamsız değil. Dünyadayız ve dönüp durmaktayız; etrafımızda, etrafında temas ettiklerimizin. Ötesini bilmiyoruz, bilmemek kahrediyor, bilmek, bilebilmek kadar.”

“Muhtaç olmamayı marifet saydıkça, bağsız, ilintisiz hatta elsiz kaldıkça özgür olduğunu zannetme. Beraberinde büyüyen benlik, kibir. Öyle ki tanrıcık. Sözüm ona yegâne doğrunun kaynağı. Var ve yok etmenin sahte şehveti. Nedensiz, sonuçsuz, başkasız iştiyak. Bir başınalığın tatsız savurganlığı. Başkasının çığlığını duymamanın rehaveti. Yalnızca ben.”

“Belki de öylece durmalı; düğümün, karmaşanın, giriftin,
karanlığın, kalabalığın içinde…
Sınırı aşarak, sınırsızlıktan vazgeçerek.
endinde, kibriyle, tanrıcıklarıyla.
Ne demeli bilmiyorum.
Her hâlükârda kahır.”

Cins’ten Hiklâyeler

Mustafa Çiftci- Nokia Markasına Hayran İdik

“Efendim bizim Nokia markasına düşkünlüğümüzün sebebi eniştemiz idi. Kendisi fabrikadaki işinin yanında cep telefonu alır satardı. Dükkânı yoktu. Ayaklı pazarlama yapardı kendisi. Ve tabii ki prensibi sadece Nokia alıp satmaktı. Başka markalara hastalıklı gibi bakardı. Hatta ona göre diğer markalar boş yere telefon çıkarıyorlardı. Elde Nokia varsa başka telefon aramak beyhude bir işti.”

“Ama devir değişti. Cep telefonları bu değişimin en bariz göstergeleri oldu. Dokunmatik telefonlar çıkmaya başlayınca eniştem yavaş yavaş tedirgin olmaya başladı. Çünkü kendi de biliyordu ki bir kere teknoloji değişirse önüne kim gelirse gelsin ezer geçerdi. Ve eniştem Nokia’nın da dokunmatik telefona geçmesini bekledi. Eğer elinde imkân olsa Nokia fabrikasına gidip İşçileri karşına alıp bir güzel motivasyon konuşması yapar, gerekirse Nokia mühendislerinin kulağını çeker ve “…kendinize gelin aslanım…” derdi. Ama olmadı. Eniştem taşradaki küçük hayatında Nokia’nın bir devrim yapıp diğer telefonlara fark atmasını boş yere bekledi.”

Arslan Karadayı – Kemal Tahir Durağı

“Firuze ve Mahir, liseye dek birlikte okumuşlardı. Okul bitince Mahir’in annesi Firuze’ye talip olmuştu da, Firuze’nin annesi ‘Firuze Almanya’ya’ gidecek diye bu işe razı olmamıştı. Çok üzülmüştü Mahir’in annesi. Ailece bir daha kimseden bir şey istemeyecek kadar da cesaretleri silinmiş, öyle etkilenmişlerdi işin doğrusu. Liseden sonra Firuze, sahiden de Almanya’ya gidebilmek gayesiyle orada yaşayan bir köylüsüyle evlenmiş ve Köln’e gitmişti.”

“Kemal Tahir Durağında tramvaydan indi ve eve gitmek üzere durağın çıkış kapısına yönelmişti ki ön vagonların birinden Firuze’nin de indiğini ve istasyon kapısına doğru yürüdüğünü fark etti. Onu kaybetmek istemiyordu ancak takip etmek gibi bir niyeti de yoktu. Alelade karşılaşmak gönlüne makul geliyordu. Firuze, Mahir’in beklemediği bir hâlde durak kapısında mendil satan kadının yanına gitti. Bir şeyler söyledi, kadın da Firuze’ye bir şeyler söyledi ve duraktan çıkıp birlikte yürümeye başladılar.”

Bakkala, sucuya borçlarını yazmış. Bir de bu abla vardı işte: ‘Kemal Tahir Durağındaki mendilci hanım- şemsiye’. Bugün gelebildim. Buldum hakikaten” dedi kız. Mendilci kadın söze karıştı: “Rahmetli şemsiyeyi verdim diye şu seccadeyi bıraktıydı bana. ‘Üzerimde başka bir şeyim yok, şemsiyen gelene kadar bunu da sen tut. Ölüm var kalım var’ kardeşim diye… Simasından belli, saliha kadındı…” diye ağlamaya başladı. Firuze’nin kızı da ağlıyordu.

Bir Nokta’dan Ustalara İçten Bir Selam

261. sayısında iki usta ismin vefat yıldönümüne rast gelen ekim sayısında Nuri Pakdil’i ve Fethi Gemuhluoğlu’nu anıyor Bir Nokta dergisi. Vefa böyle bir zamanda en kıymetli değerlerimizden. İnsanların birbirine selamı kestiği, hatır sormanın adının anılmadığı vakitlerde kurulan her cümle gönül kapılarını açan bir anahtardır. Bir Nokta dergisini bu inceliğinden dolayı kutluyorum.

Kırk Senelik Söz Orucunun İftarı

Dostluk denince aklımıza ilk gelen isim Fethi Gemuhluoğlu’dur. Böyle anılmak ne güzel. Gönül zenginliğinin bir göstergesidir bu. Suavi Kemal Yazgıç, dost sıcaklığında bir yazı ile Gemuhluoğlu’nu anıyor.

“Meramımız 22 Kasım 1975’in öncesi ve sonrasıyla kısa tarihini yazmak değil. Genç insanların birbirinin canını kıydığı o günlerde “Dostluk Üzerine” konuşmak, bugünlere de söyleyecek sözü olan bir konuşma yapmaktan bahsetmek istiyorum. Fethi Bey’in kırk yıllık söz orucunun iftarında “Dostluk”- tan bahsetme gereği duyması kültür tarihimizin detaylarından biri değildir bence.”

“Biz yine dostluktan ayrılmayalım. Dostluk hakkında konuşmak, insanı ve fikri mücerret olmaktan özgür kılar. Çünkü münferid kalmak insanın dar bir su birikintisinde kirlenmesine, bozulmasına sebep olur. Dostluk ise hızla akan bir ırmak gibi o suyu sürekli temiz ve taze tutar. Dostluk hakkında konuşmak; tazelikle, temizlikle konuşmaktır.”

Nuri Pakdil’e Dair

Mürsel Sönmez, Nuri Pakdil hakkında yazmış. Muhalif, mücadeleci, yol gösterici kimlikleri ile Pakdil’i anıyor Sönmez.

“O bir muhalif. Ceketinin iç cebinde “gıcık” kapılan bir adamın fotoğrafı var. Kimliğini sorduklarında bu fotoğrafı gösteriyor. Ellerini cebine paralarla parmaklarını paralamak için sokmuyor, ıslık çalmak ya da bir türkü tutturmak için uygun vaziyet alıyor sadece. Herkes kıyıda gürültülü konuşmalarla harmanlanırken, o sözü savunuyor suskunluğa girip. Sonra mendireğin ucundaki kayalara oturup denizle söyleşiyor.”

“O bir muhalif. Canı isteyince naralar atıyor. Yürüyen merdivenin inadına, atlayarak iniyor basamakları. Duvarlardaki afişleri yırtarak yürüyor yolda. Kahkahalar atıyor gazetelerin ekonomi sayfalarına bakarken; dolar, mark, faiz sözcüklerinin üzerinde yağlı lekeler oluşturuyor. Kaşıntı tutuyor onu, modern postun estetikten uzak, etikten habersiz sentetik dokusunu adımlarken.”

“Duyduğu sorumluluk oranında insan insandır denilse yeridir Nuri Pakdil dilinde. Bağalanma’da temel kavramlarından olan sorumluluğa şöyle vurgu yapar: insan bir sorumluluğu yüklenerek geldi yeryüzüne + bir varoluş sözleşmesi bu = İNSAN YARATILDI. Yaratılış bilgeliğini kavramış olan insan, bu bilgeliğin ana çerçevesinin sorumluluk olduğunu görecektir.”

Sanatkârın Mesuliyeti

Dünyanın gidişatından kimse memnun değil. Hep bir eğretilik, üstünkörü yaşamlar, bozulan düzen ve bunun karşısında sanat yapmaya çalışan söz yorgunları.  Her şeyin gerçek olanı yitirdiği böyle bir ortamda sanatkârın durumuna dair yazmış Hasanali Yıldırım.

“Ne hayıflanmanın yeridir, ne üzülmenin; yerinmenin ne de. Hele dövünmenin hiç değil. Doğru, bütün dünya büyük bir çöküşün, çürümenin, boşluğun, boşuboşunalığın içerisinde yüzmede ve her yanı kesif boşvermişlik sisi kaplamış vaziyette. Hususen de son birbuçuk asır içerisinde bütün bir insanlık adeta dünyadan da vazgeçmiş vaziyette en sefil hazları tatminin peşinde sadece. Yüce hazların hepsi derin bir unutma çukuruna havale.”

“Bir vesileyle uyananın, yakınındakileri şiddetle yahut nazikane uyarması. Sanat işte bu. Sanat ne uyanmış numarası yapanın işi, ne de kendisini rüyasında uyanmış görenin.”

“Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir mektep-medrese görmüş zihin, aldığı modern tahsilin ruhunu nasıl kararttığının yüzüne karşı söylenmesine müsaade etmiyor artık. Dünya çapındaki bu yozlaşmanın esas sebebi ise dini, milliyeti, mesleği, itiyadı, tahsili, cemiyetteki yeri ne olursa olsun aslında herkes derinlerde hâlinden memnun. Şikâyetin ve mutsuzluğun sebebi, başkalarında gördüğü ve kendisinin sahip olamadığı şeylerin benliğinde doğurduğu habis bir haset hissinden ibaret.”

Edirnekapı’dan Haliç’e Tarihin İzinde

 İstanbul’u anlatmak bir tarih dersi işlemek demektir. Şehrin her köşesi sizi alır tarihin bir noktasına bırakır. Şehri adımladıkça asırlar gözünüzün önünden geçer gider. Nidayi Sevim, Edirnekapı’dan Haliç’e Tarihin İzinde yazısında bizleri bir yolculuğa çıkarıyor.

“İstanbul Kara Surları boyunca farklı noktalarda bulunan tarihi kapılar, târih boyunca önemli fonksiyonlar üstlenmiş, Osmanlı döneminde de bu özelliğini korumuştur. Vaktiyle başta devlet adamları olmak üzere hayır sâhipleri, önemine binaen kapıların yanında, civârında, külliye, câmi, tekke, namazgâh ve çeşme gibi eserler inşâ etmeye özellikle gayret etmişlerdir.”

“Edirnekapı otobüs durağı arkasında bulunan Vaiz Sokağından girip solumuzdaki Neşter Sokağı üzerinden Cumbalı, munis evlerin arasından geçerek Edirnekapı kara surlarının dibine ulaşıyoruz. Bulunduğumuz tepenin alt kısımlarında Kariye Camii Şerifi, yanı başındaki Türbe sokağında ise Sahabe-i Kiramdan Ebû Said el-Hudri’nin (r.a.) makam merkâd-i münevvereleri yer alır.”

“Eğrikapı civarında, surların yanı başında, uzaktan bakıldığında bir kartal yuvasını hatırlatan bu mâbed Haliç’e hâkim bir yerde konumlanmıştır. Burası Bizans döneminin son yüzyıllarında imparatorların tercih ettiği bir mekân olan Blakherna Sarayı kalıntılarının bulunduğu yerdeki terasa takabül eder.”

Beylerbeyi Günlükleri

Nurettin Durman’ın günlükleri devam ediyor. 2015 yılındayız.

“1 Ekim 2015, Perşembe, 22: 29… Günler nasıl da çabucak gelip geçiyor. Ekim ayı da geldi. Bugün hava kapalı ve serin. Evdeyim ya, ilaç yazdırmaya bile çıkmıyorum bu sağ bacağım için. Geç saatte kahvaltı yaptım, bir adet Coraspin aldım. Cumhurbaşkanının mecliste yaptığı konuşmanın bir kısmını dinledim. Az buçuk haberlere baktım. İç açıcı bir durum olsa nasıl sevineceğim ama. Bu terör yıkıyor âdeta başka şey bırakmıyor düşünmeye.”

“9 Ekim 2015, Cuma, 23: 32… Bizim küçük camii. Beylerbeyi Abdullah Ağa Camii. Aklıma gelirse, unutmazsam bizim evden kaç adım acaba diye. Yakın çünkü. Evimizin az yukarısında Bedevi Tekkesi var. Birkaç defa gittim namaz kılmak için. Şeyh Nazım Kıbrısi’nın oğlu Mehmet Efendi sorumlusu oluyor.”

14 Ekim 2015, Çarşamba,23: 25… Dün biraz Endülüs tarihi okudum. Giriş kısmı. Bugün Dil ve Edebiyat dergisinden iki yazı. Şairlerin halleri hakkında iki yazı… Bugün iki dergi geldi Dil ve Edebiyat ile Bir Nokta. Bir Noktaya bir şiir vermiştim Yakın Takip isimli bu sayıya koymamış Mürsel Sönmez. Canı sağ olsun. Dil ve Edebiyatta Baş başa Kaldım Kendimle adlı şiirim yayınlanmış. Bir Nokta dergisini pazar günü Süleyman Çelik vermişti. Bütün şiirlerine baktım. Sıddık Ertaş’ın harika bir şiiri var bu sayıda. “Cin” isimli bir şiir; “kalktım / üstünü başını düzelttim çocukluğumun”

Bir Nokta’dan Şiirler

aklıma düştü sarı sıcak bıçak yarası.
dere yatağına devriliyordu esriyen kavaklar
âh, insan ölümüne ne çabuk alışıyor
kendine benzetme, yitik oğul bir bırak ardında
kimseye benzetme yaramızı dağ üstümüze kalkıyor

Yaşar Bedri Özdemir

Atına mahmuz çakan bir baba gibiyim bak
Senin uzaklarına dört nala niyetliyim
Karışıp saçlarının rüzgâr uğultusuna
Gün ne ki geceler de sana gelmeliyim
Çün kokun bana kırmızı kiraz çiçeği

Özcan Ünlü

burası dünya,
burada herkes önce kendine mahkum
sen öpünce geçerdi ağrılarımız,
gel kuşat beni hıfzet, biz biriz nasılsa,
kapanır son fasıl, gün çekilir kendi içine gece olur
yüzler solar rüyalar biter
yaşama dair tüm emareler kaybolur alnımızda

Ercan Ata

Necdet Subaşı yaşar sosyolojik melâli
evrengizde mahir zamanla yakaza hâli.

Nil Aytekin bir kapıdan çıkmaya baş koyar
hayatla hiç arasındaki boşluğu boyar.

Nuray Alper şiir öykü ekseninde yaşar
üslûbuyla geçit vermeyen dağları aşar.

İbrahim Eryiğit

Karabatak, 70. Sayı

Karabatak dergisinin Eylül-Ekim 2023 sayısı cumhuriyetin 100. yılında Türk dili ve edebiyatını işleyen bir dosya ile çıktı. Aradan geçen yüz yılda hayatın her alanında yaşanan değişimden dil ve edebiyat da kendi payına düşeni aldı. Dil değişti, harfler de, edebiyat anlayışı da. Ortaya çıkan yeni görüntü ne kadar bizden onu da düşünmek gerek. Dosyadaki yazılar meseleyi her açıdan ele alıyor.

Cumhuriyetin 100. Yılında Türk Dili Ve Edebiyatı

D. Mehmet Doğan- Türkçenin Yüzyıllık Cumhuriyet Seyri!

“Dilimizin binlerce yıllık geçmişinde 100 yıllık bir devre var ki üzerinde dikkatle durmak mecburiyetindeyiz. Türkçe, bu yüzyıl içinde tabii akışından çıkarılarak bir “mesele” hâline getirildi. Türkiye’nin ilim, fikir, sanat, edebiyat ve kültür meselelerinin temelinde dille ilgili müdahalelerin olduğunu görmezden gelmememiz gerekiyor. Türkçenin binlerce yıllık seyri 20. yüzyılda harf inkılabı ve dil devrimi ile değiştirilmeye çalışıldı. Binlerce yıldır kendi yatağında akan, zaman içinde çeşitli kaynaklardan beslenerek genişleyen dil nehrimiz dar bir kanala sıkıştırılmak istendi.”

“Dil devriminde birinci safha, yerleşik dili sarsmaktı. Bu belli ölçüde başarıldı. Yerleşik dilin kodları halkın yönetilmesi konusunda tatminkâr sonuçlar vermiyordu. Kelimelerin ve kavramların arka planları, dinî alanla kesişen anlam alanları yöneticileri tedirgin ediyordu. Bu konu ancak bir “devrim”le halledilebilirdi.”

“Asırlar boyunca gelişerek zamanımıza büyük şairleriyle, yazarlarıyla ulaşmış dilimiz kaidelerine aykırı, ruhunu ve zevkini zedeleyen sentetik unsurlarla dolduruldu. Bu sentetik/yapma unsurlar ayıklansa klasik Türkçe ortaya çıkacak. En önce Yûnus Emre ortaya çıkacak.”

Ömer Lekesiz – Öykümüzün Bir Asrı Aşan Hikâyesi

“Başta hikâye vardı, insanlık var oldukça da hep var olacak. Çünkü hikâye, hayata sahiplerinin muhatap oldukları ya da maruz kaldıkları olgular ve olayların dilidir. Bu manada insan hem kendisinin hem de hayatları kendisininkine değen şeylerin hikâyesini anlatma, dinleme ve dinletme yeteneğine sahip yegâne varlıktır. İnsan için daha başta hayata dair bir bakış açısı oluşturma ve onu yorumlama tarzı esasında bir inanç kurmak veya verili bir inanca bağlanmak bir hikâyeye talip olmaktır; kayıtlı bir ontolojik bilgiyi, varoluş biçimini, nedenini içeren bir hâkim olay örgüsüne (Takdire, kadere.) katılmak ve onu gösteren ana hikâyeye (Hikmet’e) “en doğru/en güzel” hikâye olduğu için bağlanmaktır.”

“Batılı kültürel tahakkümün yerleşmeye başladığı yıllarda ise Şemsettin Sami; rivâyet, kıssa, mesel, masal, roman kelimelerine hikâye maddesi içinde yer verirken, Diran Kelekyan da ondan mülhem olarak “tarîkıyle / ‘ala tarîkil hikâye” ve “mebnî ‘ale-l hikâye”ye Kâmus-ı Fransevî’sinde “en simple narration/sans commentaire” ve “phrase qui fait allusion à un événement” karşılıklarını düşecek kadar hikâyeyi Türkçeden saymıştır.”

“Ömer Seyfettin, sade dil kullanma çabasıyla, hikâyeye getirdiği yeni disiplinle seçkin ve seçilmiş bir yazar olmanın ötesinde, yüzünü “memlekete” dönen ilk yazarlardandır.”

“Edebî türler kısa zamanda oluşmadığı gibi yine kısa zamanda da değişmezler. Dolayısıyla 1890 yılında başlayan öykümüzün hikâyesi başlangıçta kolay oluşmamakla birlikte, günümüzde yoğun ilgiye mazhar olan gözde bir tür olarak varlığını sürdürmektedir. Öykücülüğümüzü belirleyen isimler, onların öykülerine dair hükümler, incelemeler, eleştiriler de ancak zamanla yerlerine oturacaktır.”

Alâattin Karaca –Türk Romanının Serencamı

“Roman, Türk edebiyatına Batı’dan gelmiş bir edebî tür. Ama her millette olduğu gibi Türklerde de formları değişik olmakla beraber romana benzeyen tahkiyeye dayalı eserler mevcut. Destanlar bu türün ilk örnekleri, sonra halk hikâyeleri, mesneviler… Her ne kadar seyirlik yönü olsa da meddah hikâyelerini de bu kategoride değerlendirebiliriz. Fakat bu edebî eserler, gerek biçim, gerek birtakım başlayış ve bitiş kalıpları, gerek üslup, gerek tasvirler, gerekse içerik bakımından Batı’dan gelen romandan farklıdır.”

“İlk romanlarda hayat/doğa, insan, gerçek hayata paralel olarak değişiyor. Burası kesin. Ama ilk anlatıcıların gelenekten kendilerini bütünüyle koparabildikleri de söylenemez. Ahmet Mithat Efendi mesela, hâlâ Mısır Çarşısı’ndaki meddahlık günlerinin etkisinde, okurun karşısına “modern bir anlatıcı” olarak çıkmıyor, elinde asası, boynunda mendiliyle âdeta bir meddah, okurla söyleşiyor; kimi kez taklitler yapıyor, kimi kez hikâyenin akışını kesip nasihatlerde bulunuyor, bilgiler veriyor, sonunda kıssadan hisseyi de ihmal etmiyor.”

“Bütün bu çeşitliliğe rağmen Türk romanı, gelenekle bir türlü sağlam bağlar kuramamış, kültürel sürekliliği sağlayamamıştır. Bugün dünya mekanikleşmenin getirdiği büyük bir yalnızlık ve yabancılaşma yaşamaktadır. Buna kısaca modern travma diyebiliriz. İnsanlar kentlere yığılmışlar, kalabalıklar içinde yalnızlık içinde kalmışlardır. Ontolojik sorunlar ön plana geçmiştir. Oysa Türk romancısı genelde hep toplumsal olana, kitlesel sorunlara ilgi duymuş, yaradılış, vicdan, kader, zaman, ölüm, irade vb. evrensel metafizik sorunlara sırtını dönmüştür. İnsanın ruhu, ruhundaki metcezirler, Peyami Safa’nın deyişiyle dipteki zıtlıklar, romanımızın asli temalarından olamamıştır. Bu sebeple olsa gerek örneğin Süskind’in Koku’suna, Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi’ne, Dostoyevski’nin Suç ve Cezası’na, Faulkner’in Ses ve Öfkesi’ne benzer, insan ruhunun derinliklerindeki gelgitleri, tutkuları işleyen romanlar maalesef yok.”

Beklenmeyen Yeninin Dehşeti

Ali Ömer Akbulut, yeninin dehşetinden bahsediyor yazısında. Yeni olanın kabul görmesinin yanında neyin yerine geldiği de önemli. Eski ile yeni arasında sıkışan bir muhayyilemiz var. İki arada bir deredeyiz. Eski ile yeni arasında, her şey öylesine, en çok da şiire sığan…

“Varlık varoluşuyla saf, sade ve yalındır. İnsan [da] olduğu gibi kendilik içinde dolaşıksız bir yalınlık hâlindedir. Bu yalınlık ve dolaşıksızlıkta hakikat bir çırpıda kendiliğinden söyleniverir [parrhesia]. Çocuğun dillenişinde hakikat söyleyişinin tekellüfsüzlüğü açıkça görülür. Çocuk gerçeği kasmadan, kızmadan, kötülemeden bir çırpıda söyleyiverir. Çocuk bir düşünce açıklığı ve yürektenlikle konuşur. Açık yürekli ve özgür bir konuşmadır çocuğun konuşması. Hakikat açık sözlü bir konuşmayla dillendirilir [Foucault]. Açık sözlü özgürce konuşan kendinde bir konuşmayla dili dolandırmadan hakikati söyler [parrhesiastes]. Açık sözlü konuşma konuşanı kendiliğiyle özgüleyen bir dillenmedir.”

“Şiir, her okuyanda kendini yeniden yaratır. İki okuma biçimi düşünülebilir ilkin. Kendine dönük okuma ve kendinde okuma. Kendine dönük okuma; her şeye açık olduğunu ve farklılıkları kabul edecek anlayışa sahip olduğunu düşünmekle birlikte, hazır doğruları elde tutan, kimi zaman bunlara mutlaklık atfeden, dönüşüme açık olmadan, zuhurata kendini kapamış bir okumadır. Kendinde okuma ise; dönüşüme kalben açık, hakikate teşne, tahassüsatının yöneldiği doğruya sahip çıkan ama asla onu mutlaklaştırmayan, adaleti gözeterek her şeyi yerli yerinde; kendi yerinde tutmaya hevesli, açıklıkta örtünen varlık tecellisine sadık bir okumadır.”

Şair: Hayatla Kavgalı Varlıkla Barışık

Şairin yeri dünyada hep bir kaosla anılır. Çok izbe, eksik ve eğreti. Bir de çokça kavgalı. Hatta kendiyle bile kavgalı. Eskimiş bir yüzü taşımaktan yorulan şair ruhunun nereye sığacağı da muallakta. Mustafa Köneçoğlu, şairin kavgasını yazmış. Bu mücadele şiir sürdüğü müddetçe devam edeceğe benziyor çünkü hem şair hem de hayat bırakmıyor ipin ucunu.

“Haklar insanın doğuştan getirdiği fıtri temellüklerdir. Çıkarlar ise bir başkasının hakkına rağmen elde edilmiş imtiyazlardır. Yani bir çıkarın ilerlemesi ancak bir hakkın geriletilmesiyle mümkündür. İdeal toplum, hakların adil bir şekilde dağıtıldığı ahlaki bir mimari üzerinde yükselir. Hakların yerine çıkarların/ imtiyazların ön planda olduğu bir toplumda ise ahenk mazlumlar aleyhine bozulur; fertler arasındaki güven hükmünü yitirir, suskun faylar harekete geçerek toplumu büyük bir kargaşaya sürükler.”

“Şair çıkara karşı hakkın yanındadır diyoruz. Tekasüre karşı paylaşmanın, zulme karşı adaletin, zalime karşı da mazlumun. Bu nedenle şair bozulmuş sosyal düzenle kavgalı olsa da varlıkla barışıktır. Zira varlıkta her şey adil bir şekilde dağıtılmıştır. İlahî tecelli varlığa cömertçe bir zenginlik olarak yansır. Allah mutlak ganidir ve dolayısıyla cimrileri, çıkarcıları sevmez. Kendi ihtiyaçları varken bir başkasının ihtiyacına koşan Müslüman ahlakından daha yüce bir aşkınlık olabilir mi? Şair, inançlı olsun ya da olmasın, bu aşkınlığa kulak verdiği oranda varlıkla barışık olabilir. Varlıkla barışık olan şair, sözleriyle, güneş gibi mütevazı ışıklarını üzerimize yaymaktan vazgeçmez.”

Ömer Lekesiz ile Söyleşi

Karabatak’ın bu sayıdaki söyleşisi Ömer Lekesiz ile. Sorular Hümeyra Yabar’dan. Hayata, edebiyata, okumaya, yazmaya, sanata dair notlar var söyleşide.

“Doğrusu, yazar olmaya karar verdiğimde -ki bunun yılı da 1973’tür- İstanbul’da yaşamayı da onun mütemmim cüzü saymıştım. Özellikle Kırıkkale ve Mersin’de ikamet ederken yaklaşık ayda bir kere İstanbul’a gelir olmuştum. Sanırım bu alışkanlık ekonomik zorunluluklarla birleşince İstanbul’da ikamet etme kararı tahakkuk etti. Son 23 yıldır buradayım ve inşallah defnim de burada olur.”

“Yazar olmak kaderin kurbanı olmaktır ve bunu sahiden yazar olduğunuzda ancak fark edersiniz. Bırakın dışarıyı, kendi aileniz içinde bile asosyal bir hayatı yüklenir, kendi dünyanız için okuma, düşünme ve yazmadan olan üç asli merkez seçer ve maruz kaldığınız kaderin karşılığında elde ettiğinizi sandığınız tek nasip olarak kelimelerin dünyasında yaşarsınız.”

“Bugünlerde toplumumuzu da çokça uğraştırmaya başlayan LGBT adıyla sevimlileştirilmiş ama son tahlilde cinsi sapıklıktan ibaret olan baskıya göre konuşacak olursak, bunun daha çok sinema ve müzik öncelikli olarak toplumumuza dayatılmaya çalışıldığına tanık oluyoruz.”

“Hâlen devam eden zikrettiğiniz minvaldeki yolculuğumda Allah’ın iki evinden Mekke ile Kudüs’e ve Mezopotamya akdimin mührünü taşıyan el-Halil ile Peygamberimin evi olan Medine’ye tekrar tekrar gidebilmekten başka bir muradım yoktur. Dönmekten söz edemiyorum zira aklım ve hayalim bu evlere bağlı.”

Projektörde Ali Seyyah Var

Yarım Ağız Türkü, Ali Seyyah’ın yeni kitabı. Sorular eşliğinde kitabını anlatıyor Seyyah.

“Her şey yarımken daha çok dikkat çeker. Çolak Ressam’ın elinin noksanı onu görünür kıldı. Gözü görmez olanı herkes görür. İşitmez olan herkese bakar. Bakan görünür, belli olur. Belli olan aynı olur, ayna olamaz. Ayna olan hem görür hem görünür hakkınca.”

“Dünyadaki herkes şahittir. Dalında uyu – yan kuş da, tepesi dumanlı dağlar da buna dâhil. Ve mutlak kudret sahibi olan Rabbimiz, hiçbir şeyi sebepsiz yaratmadığını söylüyor bize. Cümle mahlukatla muhabbeti gerektirmez mi bu durum? Bu muhabbet ehli (yapraklar, bulutlar, buğday başakları, deniz) boş tasla geleni asla geri çevirmiyor. Kimi yerde sözü onlar söylüyor, bize de nakletmek düşüyor.”

“Şiirin tükenmezliğine inanıyorum ben de. Fakat aynı şeyi üretmek tüketir şiiri. Bu yüzden sürekli yeniyi arıyor olmak bitmeyecek büyük yolculuğumdur. Öğrenmeye devam etmek de bu yolculuğun esas azığı. Bir de sözün kalıcılığı. Bir tüy gibi uçup dursun isterim şiir. Kimine ağır kimine hafif.”

Karabatak’tan Öyküler

Mustafa Çiftci – Temiz Kuzu

“Her ailede bir piknik planlayıcısı kişi vardır. Bu kişi pikniği kendine bir koca iş edinir. Biz böyle belledik. Bize piknik planlayan Pervin halamdı. Hikayesi pek uzundur. Halamı babamın kelimeleriyle anlatsam; mesela evlenmedi sırf inadından evde kaldı, evde kimseye soluk aldırmaz, pek titizdir, hastalık derecesinde temizdir. Bu laflar size “gıcık” bir halam var zannettirebilir. Ben babamın sözleriyle değil kendi bildiğimce anlatayım. Halam dünya tatlısıdır. İnatçılığına pek şahit olmadım. Temizliği ise benim de hoşuma gider. Bana her zaman temizliği tavsiye ettiği içindir belki de…”

“Anneme ve babama ne söyleyebilirdim ki? El birliğiyle halamı delirttiler. Ben o zaman çok düşündüm. Halamın bir kocası olsaydı ve mesela halamı bu hâliyle kabul etseydi. Temiz, titiz bir insan olarak kendi evinde kocasıyla beraber yaşayıp gitseydi halam. O zaman annem bu kadar hırslı babam bu kadar kör olur muydu?”

“Ben şimdi “temiz kuzu” olarak sanki onun hatırasına bir selam duruşu gibi piknik planlamaya başladım. Annem babam “Bu kız halasına çekti. Akıbeti onun gibi olmasa bari…” diye dertlenseler de ben ince ince piknik planlayıp mum tutturuyorum evdeki herkese, oh olsun, halamın canına değsin…”

Hümeyra Yabar – Kaçakçı Dolgusu

“Hatasını telafi etmek için bir şans çıkmıştı karşısına. Arkadaşına rağmen her şeyi düzeltmenin bir yolunu bulacaktı. Bu son, diye tekrarladı içinden. Gerekeni yaptıktan sonra payına düşeni alıp önüne bakacaktı. Göz ucuyla Hıdır’ı izliyor, kısık gözlerinden, sarkık dudaklarından bir şeyler anlamaya çalışıyordu. Bu defa ne derse desin ona kulak asmayacak, sonu her seferinde felaketle biten parlak fikirlerine aldanmayacaktı. Dostuydu tabii, yolları kesişmişti bir kere fakat bu her dediğini yapacağı anlamına gelmiyordu. Hıdır gibi kaygısız değildi o. Uykusu hafif, kalbi her korkuda tekleyen biriydi. Ah be Ömer, ne olurdu cüssenin adamı olsaydın!”

“O köşeyi hiçbir zaman dönememişlerdi. Ya ayakları çamura saplanmış, ya iki adım kala yolu yitirmişlerdi. Köşe hep aşılmaz bir dağ gibi önlerinde duruyordu. Bu defa kabahat ayaklarında değil ellerindeydi. İşte şimdi Hıdır, kataloğun kıvırarak sivrileştirdiği sayfalarıyla o ellerin tırnaklarını temizliyordu. Ömer’in gözü önüne düştü. Kendi ellerine. Kim derdi ki bu eller kayaları yerinden etmiş, toprağı avuçlamış, dikenleri ayıklamıştı. Bir mücevher ustasınınkiler gibi yumuşacık, nasırsız ve biçimliydi. Omurgası yeniden dikleşti, çenesini havaya kaldırıp müzayedeyi izlemeye koyuldu.”

“Saray damgalı gümüş kuşlu duvar aynası sergilenirken Ömer aynada kendini gördü. Vakit yaklaşıyordu. Birazdan tek alıcısı olmayı ümit ettikleri parça takdim edilecek ve bu işi bitireceklerdi. Aynadaki tedirgin bakışları kendine bile güven vermedi. Rol yapmak için uğraştı ama endişesi daha da ortaya çıktı. İşte Hıdır böyle anlar için vardı.”

“Ondan geriye sağlam kalan tek uzvu Hıdır’ın özenle yaptığı dolgu gözüydü. Ömer bu iri gözü yerden alıp Hıdır’ın avucuna koydu. Sonra onları buradan kurtaracak gizli bir kapı bulmak üzere sahnenin arkasındaki odalara doğru koşmaya başladılar.”

Fatma Türk – Cumbullu

“Sizin hiç Cumbullu diye bir arkadaşınız oldu mu? Benim oldu. Eski mahalleleri bilirsiniz, her köşesi bıçkın delikanlılar tarafından korunur. Yabancılar öyle elini kolunu sallayarak giremez surlardan içeri. Başınıza ne gelirse gelsin sizi kurtaracak birisi mutlaka bulunur. İşte o koruyuculardan biri de Cumbullu’nun ağabeyiydi. Az kalsın hayati bir ayrıntıyı eklemeyi unutuyordum. Eski mahalle diye adlandırdığım yer, Çinçin Mahallesi’nin hemen altında bulunmasından dolayı ziyadesiyle bahtsız, buna rağmen sıcacık insanların şenlendirdiği şirin sokaklarıyla huzur dolu, mütevazı bir yer.”

Pis elleriyle kolumu kavradığı gibi çekiştirmeye başladı. Kuvvetini iliklerime kadar hissettim. Beni götürmek mi istiyordu bu izbandut? Bu ne cüret! Güpegündüz, herkesin gözü önünde hem de! Nasıl kalkışırdı böyle bir şeye! Peki sessizce seyreden gözlere ne demeli? Mil çekilmiş, tenkitsiz gözlere! Neden kıpırdamıyor kimse? Neden ses çıkarmıyor hiçbiri? Başkalarından yardım beklemeyi bırakıp bir şeyler yapmalıydım. Bir an Cumbullu’nun ağabeyinin sözleri yankılandı kulağımda:

“Er kişinin içindeki yiğit, vakti geldiğinde çıkar meydana.”

Ceyda Toker – Söküğün Genişlettiği

“Titreyerek yanıp sönen ampul gözlerimi kamaştırıyor. Kulağım uykularımı bölen musluk tıpırtılarında. Telefon belirli aralıklarla çalıyor. Bense düzeltmeyi reddediyorum.”

“Rutubetten kabarmış boyayla, vidası gevşemiş dolap kapağıyla, atan sigortayla, dalı kırılmış orkideyle uğraşırken bulurdum onu. Kırılan yeri yara bandıyla birbirine tutturur her gün sabırla üzerine su serperdi. Günler sonra gövdeye yapışan dalın karşısına geçer bir tabloya bakar gibi eserini hayranlıkla seyrederdi. Ben de annemi seyrederdim. Babamın her şeyi erteleyen rahatlığı, annemi her işten anlayan bir ustaya dönüştürmüştü.”

“Gözlerimi kapatıp annemi hayal etmeye çalışıyorum. Dikiş makinasının iğnesi gibi bir sağa bir sola gidiyor annem. Yakalayamıyorum. Sürekli yapacak işleri var. Bir onu düzeltiyor bir bunu. “Biraz otursana,” diyorum. “Yok,” diyor. “Yapacak çok işim var.” Açıyorum gözlerimi. Yanıp sönen ampulün ışığında toz bulutu gibi dağılıyor annem. Düşünürken unuttuğum musluğun damlama sesini duyuyorum tekrar. Kolu sökülmüş kazağımdan sarkan ipi çekip söküğü genişletiyorum.”       

Karabatak’tan Şiirler

biz zaten denizciyiz havuzlarda yüzdürün saydam
bir arının karnından geçen dünya sararır bal sonbahar
kızıl kanatları değse de göğe soğuk bulutlar koparır
kayış kopar bir giyotin gibi düşer yaprak toprağa
akıl ateşleri gürül gürül yanarken delirir mısralar

A.Ali Ural

Biz Sait’le hep orda otururduk, un çuvalları üzerinde uncu Saffet
Hep açık bir radyo, yol boyu uzanan bir müzik dalıp sarmaşıklara
İyilikten gelmiştik, sabahtan akşama gençtik, çabuk yetişirdi ellerimiz
En çok ekmek arası sevinçler yetişirdi bizim oralarda bir de forvet
Bütün kızlar nurdan yaratılmışlardır, böyle bilirdik
Gelir gelir de top hep bizim sahamıza düşerdi, içimize gol düşerdi
Biz evde yoktuk, o bizde yok; duvar arkalarından şansımıza küserdik

Hüseyin Akın

Her çocuk Muhammet Ali iki gözümle gördüm
Önce rüzgâr imrenir arılar kelebekler
Önce, önce imrenir sonra, sonra imrenir
Köklerinde bir ürperme en siyah ağaçların
Dallarında Hızır’ın parmakları gezinir
Okyanuslar dinlenmeye çekilir gölgesine
Gemileri zincirleri dalgaları unutmadım bilirim

Mehmet Aycı

Deri koltuklar ve gölgeler içinde genç yaşlı hepimiz
Ruhumuz aynı yaşta hep hâlbuki biliyoruz
Bir kitap öyle inanıyor ki sana, insanlar kitaplara
Büyücüler, tarotçular, falcılar hâlâ lanetli biliyoruz
Kollarında eriyen platonik cesetler hâlâ terli
Kollarında ışığa açılan kemikler hâlâ sıcak biliyoruz

Âdem Yazıcı

Buralar tekmili birden alışkanlık oldu Hacip
Kurmalı tavşan günde bir kere sola doğru
Sonra koyver gitsin bak ardından neler oluyor seyret
Lewis Carroll şairdi hani Alice o deliğe girdiğinde peşinden
Bugün sen de ben de aynıyız şaşırmıyoruz bundan olsa gerek
O tavşan giriyor bir delikten diğerine biz bakıyoruz
Küçük kapılar dev aynalar anahtarlar masalar küçürek hikâyeler
Hepsinde ağlıyor çocuklar ama neden
Ağlıyor çocuklar kreş hüznüyle koro hâlinde günde üç kere

Yunus Emre Altuntaş

gök gürültülü fırtına
yaprakların telaşı çatlayan kütük
verimsiz bir sabahtı
yasakladın görmeyi
benzesen de bir şehrin girişine
yani ihtişam yani kırık dökük
kapalı tutmaktan yanasın sokakları
oysa bütün sokaklara açılır şehrin girişi

Yasemin Zengin

Türk Edebiyatı’ndan Cumhuriyet’in 100. Yıl Özel Sayısı

Cumhuriyet’in 100. yılını özel sayı ile kutluyor Türk Edebiyatı dergisi. Ayrıca bu sayının diğer bir özel yanı, derginin 600. sayıya ulaşması. Artık bir geleneği yaşatan dergi olarak edebiyat dünyamızdaki yerini aldı Türk Edebiyatı dergisi. Nice 600. sayılara ulaşmasını diliyorum.

824 sayfalık bir içerikle yüz yıllık tarihte edebiyatın hallerini ayrıntılı dosyalar ile işliyor dergi. Edebiyat tarihi anlamında derli toplu kaynak arayanlar için bulunmaz bir eser ortaya konmuş. Emeği geçenleri kutluyorum. Şiir Dosyası, Hikâye Dosyası, Basın- Matbuat Dosyası,  Eğitim Dosyası, Tiyatro Dosyası, Sinema Dosyası gibi ayrıntılı bölümlerle konu ele alınmış.

İmdat Avşar’ın Giriş Yazısından…

“Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılını idrak ettiğimiz bugünlerde, sizleri dergimizin 600. sayısıyla selamlamanın gururunu yaşıyoruz. Dünyaya hükmetmiş bir cihan devletinden sonra âdeta küllerinden doğan Cumhuriyetimizin 51 yılına tanık olan dergimiz; bu yıllar içinde millî ve manevi değerlerimizi merkeze alan, kendi medeniyet köklerimize yaslanarak “yeni”yi inşa etmeye çalışan bir anlayışla yarım asırdan bu yana nesiller arasında mazi ile atiyi birleştiren sağlam bir köprü olmuştur.”

Bu sayıyı hazırlarken geçmişe de dönüp bakmak istedim. Dergimizin arşivinde gezinirken ister istemez ilk sayılara ilişti gözlerim. Sararmış, yıpranmış sayfaları tararken elli bir yıl süren uzun bir yolculuk yaptığımı düşündüm. Adı bu sayfalarda ebedîleşmiş nice yazarlar, şairler ve bilim insanlarıyla tadına doyulmaz sohbetler ettik sanki. Bu dergiye emek vermiş, katkıda bulunmuş o güzel insanlardan ahirete irtihal edenlere yüce Tanrı’dan rahmet, yaşayanlara uzun, sağlıklı bir ömür niyaz ediyorum. Bugünkü varlığımızı o güzide insanlara, o kahramanlara borçluyuz.

100. Yıl Özel Sayısından

Dergiden birkaç paylaşım yapacağım. Önemli bir arşive sahip olmak isteyenlerin Türk Edebiyatı’nın bu sayısını mutlaka edinmelerini tavsiye ediyorum.

Gulzar Mammadova – Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirine Genel Bir Bakış

“Cumhuriyet dönemi Türk şiiri Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ağırlıklı olarak Ziya Gökalp’in “Halka Doğru” düşüncesinden yola çıkarak kendine dil ve biçimde halk şiirini model almıştır. Daha İkinci Meşrutiyet döneminde başlayan divan şiiri, halk şiiri, hece, aruz tartışmaları Atatürk döneminde hecenin galibiyetiyle sonuçlanır. Bu yıllarda Beş Hececiler diye bilinen Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek ve Halit Fahri Ozansoy hece ile yazmayı sürdürürler. Ancak çoğunun şiirleri pek de güçlü sayılmaz. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda parçalanmasından sonra yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ulus-devletin özelliklerine uygun olarak millî kültürü, dolayısıyla edebiyatı da halkta arar.”

“1940’lı yıllarda Türk şiiri Toplumcu Gerçekçi şiirin izini sürer. Nâzım Hikmet’in açtığı yolda Ercüment Behzat Lav, İlhami Bekir Tez, Hasan İzzettin Dinamo, Attilâ İlhan, A. Kadir, Niyazi Akıncıoğlu, Ahmed Arif, Enver Gökçe, Ömer Faruk Toprak, Cahit Irgat gibi şairler toplumsal sorunları işleyen şiirleriyle öne çıkarlar. Buna karşılık Âsaf Hâlet Çelebi, Ahmet Muhip Dıranas, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şairler ideolojik bir mesaj kaygısı gütmeden estetiği önceleyerek saf şiir örnekleri verirler. Ama bunlar bir topluluk içinde değil bireysel olarak Türk şiirinde kendilerine yer edinmişlerdir.”

Cafer Gariper – Nazım Hikmet ve Şiiri

Nâzım Hikmet, yeni şiir anlayışına fütürizmle birlikte girer. Rus fütürizminin usta kalemi Mayakovski’nin Marksist ideoloji çizgisinde gelişen sanatı, onun şiirinin besleneceği estetik arka planın oluşmasında rol oynar. Bu dönem şiirinde kelimelerin mastar halinde kullanılması, sert eleştirel dil, saldırganlık daha çok fütürizmden gelir. Bu etki, onun “Putları Yıkıyoruz” başlığıyla yürüttüğü kampanyadaki eleştiri yazılarında ve devamındaki eleştirilerinde de kendini gösterir. “Makinalaşmak” başta olmak üzere “Orkestra”, “Yalnayak”, “Sanat Telakkisi”, “Nikbinlik” gibi şiirlerinde fütürizmin izlerini görmek mümkündür. Sanatında 1921’den 1930’ların başlarına kadar süren fütürist etkiyi 1930’larda önemli tarafıyla aşar.

İbrahim Kavaz – Necip Fazıl Kısakürek’in Türk Şiirindeki Yeri ve Şiir Sanatı Anlayışı

“Necip Fazıl, eserlerinde mistik ve metafizik konuların yanı sıra, ideal insanın özelliklerini ortaya koyar. Şiir kitabının ikinci bölümü “İnsan” başlığını taşımaktadır. Özelde kendisinin genelde bütün insanlığın trajedisi dile getirilirken insan merkeze alınır. Dinamik bir toplumun kurulabilmesi için, ideal insanın yetiştirilmesi gerekmektedir. Şair, değişik adlarla kitaplaştırdıktan sonra, en son “Çile” adını verdiği kitabında topladığı şiirleri başta olmak üzere, hemen bütün eserleri, onun hayat ve sanat çilesi ile beraber ideal insan anlayışını ifade etmektedir. Ona göre ideal insan, öncelikle niçin yaratıldığının farkına varan ve yaratılışının sırrına eren kimsedir.”

Ferhat Korkmaz – Edip Cansever’le Şiiri Yeniden Kurmak

“Edip Cansever’e göre şiirde anlatılanlar tek boyutlu bir nesnenin, durumun açıklayıcısı değildir. Söz konusu nesne ya da durumlar çok boyutludur. Şair, kendi deyimiyle usta bir elmas yontucusu gibi sözcükleri de yonta yonta çok görünüşlü bir nesneye çevirir. Cansever, dili şairin elinde işlenmemiş bir hammadde olarak görür. Bu hammadde duyguların, düşüncelerin işleyişine göre yontulur. Şair, yonttuğu dilden başka bir dil çıkarmaz; yepyeni, üstün, seçkin, duru bir dil ortaya çıkarır.”

Necip Tosun – Hikâyemizin Yüz Yılı

“Ortak bir coğrafyayı ve tarihi paylaştığımız Şark toplumlarında hikâyenin zengin bir birikimi ve güçlü bir damarı var. Şark insanı hikâyeyle inanır, onunla sever, onunla nefret eder. Hikâyeler, onun hafızasına âdeta nakşolunmuştur. Bu yüzden tarihî serüveni içerisinde hikâye, Şark insanının birikimlerini aktarmada kullandığı en önemli yöntemlerden biri olmuştur. Halk hikâyelerinde, masallarda, menkıbelerde, mesnevide, kıssalarda bu insanların yaşadığı sevinçler, acılar, kahramanlıklar, öğütler, ibretler, kısaca hayatın kendisi vardır. Şark, insanlara ulaşmak özellikle çok değer verdikleri bilgileri, öğütleri ve hikmetleri iletmek, tecrübeleri ve birikimleri aktarmak için hikâye formuna ihtiyaç duymuş, ona başvurmuştur. Dolayısıyla hikâyenin etkili bir form, güzel ve cazip bir anlatım yolu olduğunun her zaman farkında olmuştur. Dönemin gereği olarak hikâyeyi edebî bir tür olarak düşünmemiş, sadece bu formun insanlara ulaşmada en etkili yol olduğuna inanmıştır. Gerek tasavvuf kaynaklı metinlerin, gerekse felsefi kaynaklı metinlerin hikâye formuna ihtiyaç duymalarının arkasında bu inanç vardır.”

“Modern öykücülüğümüzün başlangıç noktası Halit Ziya’nın öyküleridir. Halit Ziya Uşaklıgil (1866-1945), modern Türk öykücülüğünün çığır açıcı yazarlarından biridir ve modern anlamda Türk öykücülüğünün temellerini atan kişidir. Emin Nihat, Ahmet Mithat, Sami Paşazâde Sezai, Nabizâde Nâzım çizgisinden sonra öykü, onunla birlikte edebiyatımızda daha fazla yer etmeye başlamış, bağımsız bir ruh ve kişilik kazanmıştır. O, yazı hayatı boyunca, “en sevdiğim tür” dediği öykünün nitelikli örneklerini vermiş, bu türün ülkede sevilmesinde, yaygınlık kazanmasında öncü rolü oynamıştır.”

Merve Sevde SelviCumhuriyet Dönemi Türk Süreli Yayıncılığında Yarım Asırlık Bir Edebiyat ve Kültür Ocağı: Türk Edebiyatı Dergisi

“İlk sayısı Ocak 1972 tarihinde Türk Edebiyatı Vakfı tarafından çıkarılan Türk Edebiyatı dergisi, nesilden nesle aktarılarak bugün elimizdeki 600. sayısına ulaşmıştır. Türk Edebiyatı’nın ortaya çıkış gayesini Ahmet Kabaklı, 1 Ocak 1972’de “Çıkarken” başlıklı yazısında “fikir ve sanat hayatımızdaki hercümercin içinde telaşsız ve tarafsız olarak sağduyu ve sakin düşünceyi işaret eden bir gösterge olmak” şeklinde ifade etmiştir. Bu düsturla yola çıkan dergi, yarım asırdır mevcut ortamı; siyasi, sosyal, sanatsal, edebî, fikrî bütün yönleriyle titizlikle değerlendirmekle kalmamış; sayfalarında yer verdiği eserlerle edebiyat, kültür, sanat ortamlarına yön vermiştir.”

“Türk Edebiyatı dergisinde dil meselesinden sonra en çok önemsenen meselelerden biri kültürdür, denebilir. Ahmet Kabaklı, Mehmet Kaplan, Cemil Meriç, Erol Güngör, A. Süheyl Ünver gibi isimler mevcut toplumsal, sosyal şartları analiz ederek ihtiyaçları belirlemişlerdir. Böylelikle de sanata ve edebiyata yön vermişlerdir. Hemen her sayıda kültürle ilgili fikir yazılarına yer verilse de derginin 80. sayısı tamamıyla “Milli Kültür Semineri”nin bildirilerine ayrılmıştır. Bu sayıdaki bildirilerde Şükrü Elçin, Armağan Tekin, Faruk K. Timurtaş, Yalçın Tura gibi isimlerin millî kültüre bakışı ortaya konmuştur.”

Merve Akbaş – Erken Cumhuriyet Devrinde Süreli Yayın Sahibi Şairler

“Erken Cumhuriyet devrinin önemli süreli yayınlarından Millî Mecmua, 1923-1933 yılları arasında kesintisiz 100 sayıdan fazla çıkmıştır. Adından da anlaşılacağı üzere millî-memleketçi bir edebiyat anlayışını benimseyen derginin sahibi konumundaki şair Mehmet Mesih Akyiğit’tir. Hemen her sayıda bir/birkaç şiiri ve yazısı bulunan şairin, hayli bilinen ve göz önünde bulunan bir dergide faaliyette bulunmasına karşın edebiyat kanonu tarafından benimsenen veya hatırlanan bir şair olduğunu söylemek güçtür.”

“Nâzım Hikmet’in hem biçim hem de içerikte sağladığı yenilik dışarıda tutulursa, Türk şiirinde eski zevkten kopuşun 1928 yılında ilan edilen Harf Devrimi’yle birlikte hızlandığı söylenebilir. Bunun ilk ve en önemli emaresi, Tevfik Fikret’in idaresinden beri Türk edebiyatının öncü süreli yayını olarak bilinmekle kalmayıp aynı zamanda modern şiir zevkinin kanonlarından biri hâline gelen Servet-i Fünûn dergisinin, 6 Aralık 1928’de yayımlanan 1686. sayısından itibaren adına Uyanış ibaresinin eklenmesi ve yönetimine Halit Fahri Ozansoy’un geçmesidir.”

Mustafa Gündüz – Cumhuriyet’in Kuruluşunda Millî Eğitim ve Temel Değerler

“Rıza Nur’dan sonra Maarif Vekili olan Hamdullah Suphi Bey başta bir İstiklal Marşı’nın yazılması ve bu görevin Âkif’e verilmesi hizmetinin yanında Ankara’da bir Maarif Kongresi düzenlediği gibi, bir de ilk ve ortaöğretime yönelik program hazırladı. Programı ve esbâb-ı mucibesini (kanun gerekçesi) dönemin önde gelen eğitimcilerine göndererek onların görüş ve tekliflerini aldı. Eğitimcilerden gelen cevaplar Maarif Hakkında Layihalar başlığıyla Maarif Vekâleti tarafından 1922’de basıldı. Bu layiha da TBMM’nin geleceğin eğitimi hakkında nasıl bir düşünce ve ideale sahip olduğunu, eğitimcilerin buna nasıl cevap verdiklerini göstermesi bakımından ilginç veriler sumaktadır.”

Ali Osman Çelik -Türk Tiyatrosunun Gelişim Aşamaları ve Dârülbedâyi’nin Doğuşu

“Tanzimat Fermanı’yla birlikte yönetici elitler, fikirlerin yaygınlaşmasını sağlamak ve kitleleri bilinçlendirmek için sanatı kullanmayı bir araç olarak tercih etmiş ve Türkiye’de Batılı anlamda tiyatronun gelişmesinde önemli bir değişimin ve toplumun dönüşümünün öncülüğünü yapmışlardır. Tiyatro, televizyonun olmadığı, sinemanın emekleme döneminde olduğu İstanbul’da, Meşrutiyet’in ve Batı’ya açılma çalışmalarının kültür alanındaki ilk göz ağrısı olmuştur.”

“Naum Tiyatrosu, Osmanlı İmparatorluğu’nda tiyatronun doğuş ve gelişiminde önemli bir yer kaplamaktadır. Adını işletmecisi olan Mihail Naum’dan almaktadır. Tiyatro oyunlarının yanı sıra İtalyan operasının önemli temsillerine ev sahipliği yapan Naum Tiyatrosu, Türk tiyatro tarihi ve Osmanlı Batılılaşması açısından büyük bir öneme sahiptir.”

Mehmet Kurtoğlu – Türk Sineması Üzerine Bir Okuma

“Türk sineması çoğunlukla Batı etkisinde ve onu taklit ederek gelişmiştir. Ancak ne zaman ki Batı etkisinden kurtulmuş ancak o zaman özgün filmlere imza atmış yurt içinde ve yurt dışında büyük ödüller, başarılar sağlanmıştır. Sinema büyük sermayeye dayandığından dolayı her zaman devlet desteğine ihtiyaç duymuştur. Yeşilçam sineması daha çok zengin şahıs ve ailelerin yapımcılığında gelişmiştir. Yeşilçam’da Hollywood gibi büyük bütçeli film pek çekilmemiştir. Genellikle Kemal Film, Erman Film, İpek Film, Pesen Film, And Film ve Muharrem Gürses, İrfan Atasoy, Hüseyin Peyda gibi yönetmeliği ve oyunculuğa gönül vermiş birkaç sinemaseverin de zaman zaman yapımcılığa soyunduğu Yeşilçam ancak 90’lara kadar ayakta durabilmiştir. Özellikle 12 Eylül darbesinin sürdüğü 80’li yıllarda Amerikan filmlerinin Türkiye’ye girmesi Yeşilçam’ı bitirmiştir. Bilindiği üzere Amerikan kültür emperyalizminin en kuvvetli silahlarından biri sinema olmuştur.”

Yakup Çelik – Romanımızın Yüz Yılı

“Cumhuriyet döneminde eğitim görüp, düşünce dünyasını Cumhuriyet okullarında oluşturan yazarlar, 1940’lı yıllardan sonra eser vermeye başlar. Bu nesil 1950’li yılların romanında aydın bakışıyla içinde yaşadığı toplumu tanımaya yönelir. Bu dönemden itibaren, roman, köy enstitülerinin de etkisiyle, Türk romancısı; toplumsal eleştiriye, feodal düzenin eleştirisine yönelir. Osman Gündüz, bu gelişmeleri Türk romancısının çıkış yolu olarak değerlendirir: “Konu bulmakta güçlük çeken Türk romancısı, köy konulu romanlarla kendine bir çıkış yolu bulur. Artık Anadolu / taşra / kasaba / köy, tüm sorunlarıyla, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yaşam tarzıyla, feodal düzeniyle yoğun olarak romana girer ve 70’li yıllara kadar romanların birincil kaynağı olur.”

Nuray Alper -Türk Denemeciliğinde Önemli Bir Eşik: Cumhuriyet Dönemi

“Cumhuriyet denemeciliğinin 1940’lı yılları esas alındığında ortaya çıkan tablonun en önemli özelliklerinden birini, ele alınan süreç içerisindeki deneme çeşitliliğinin yoğunluklu bir biçimde gerek duygu gerekse düşünce dünyasına hitap eden içerik taşımaları oluşturmaktaydı. Fikirleriyle önem arz etmenin ötesinde, yazdıkları roman, hikâye gibi türlerdeki özgün yapıyla denemeciliklerini besleyen Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa gibi sanatkâr denemecilerimiz bir yana Hilmi Ziya Ülken, Mehmet Kaplan gibi düşünce merkezinde ilerleyen ve takındıkları tavırla pek çok ihtiyaca cevap veren düşünür denemecilerimiz diğer yana.”

Karanlıktaki Beyaz Kuşlar

Şerif Aydemir’den hikâye tadında bir deneme var Türk Edebiyatı’nda. Geçip giden zamana yine hikâyeci gözüyle bakıyor.  Anılar, dostlar, dostluklar var Aydemir’in cümlelerinde. Bir de karanlıkta uçup duran beyaz kuşlar…

“Hatıralar da kuşlar gibi konacak dal ister, demişti Oktay Rifat. Düşünür dururum; hikâyelerimiz olmasa onları hangi dala kondururduk acaba, nerede saçlarını tatlı esintilere tutardık? Hepimizin az çok birikmişi bulunur elbet. Çeşme akar akar da hiç mi gölcük yapmaz? Bunca yaşanmışlık zihnimize hücum ettikçe hikâyelerimizden başka onları zedelemeden barındıracak hangi zarif kabımız var?”

“Zamanenin olanca hışır tavrının ve nankör sabırsızlığının üstümüze boca edildiğini gördükçe; gürelmiş bir meşe dalının altına kaçar gibi bu endamlı hikâyecilerin müşfik gölgesine sığınıyorum. Oralarda benimle tatlı sohbetlere bağdaş kuran hatıraları yâd ediyorum.

“Bizim Mehmet Nuri Yardım’ın ömrüne bereket; büyüklerin güzel âdetlerini, yol ve yordamlarını sıkı takip eder. Yaşlı, hasta, hayat yorgunu ve kendini yalnızlığa fazla kaptırmış eski dostları arar bulur, ziyarete gider ve bizi de yanında ister.”

Muharrem Dayanç – Yüzyılın İddiası: “Yabancılara Türkçe Öğretmek”

“Ben de Türkçenin farkına, yaklaşık bir yıl görev yaptığım Bosna-Hersek’in Zenica şehrinde vardım desem abartmış olmam. Türkçeyi ya hiç ya da yeterince bilmeyenlere bu dili, bu edebiyatı, bu kültürü anlatırken karşılaştığım zorluklar, bu zorluklara çözüm ararken zihnimde oluşan yeni anlam ve kavram kümecikleri, sadece beni zorlamadı, bana farklı ufuklar da açtı. O güne kadar üzerinde çok da düşünmeden bellek havuzuna attığım kelimeleri/terimleri/ kavramları oradan çıkarıp, Boşnak dostlarımın gözleri/irfanları önünde yeniden şekillendirip biçimlendirdim. Daha açık söylemek gerekirse, öğretirken öğrendim, fark ettim, içselleştirdim.”

Türk Edebiyatı’ndan Bir Hikâye

Engin Kükrer – Emanet

“Ayak sesleri gitgide yaklaşıyordu. Akif’in yüzünde yeni çıkmaya başlayan tüyler terden parıldıyordu. Yakalanmaları an meselesiydi. Hemen bir şeyler yapmalıydı. O da sevdiceğine sıkıca sarılarak, can havliyle, bulunduğu tepeciğin aşağısındaki sazlıklara atıverdi kendini. İki sevgili yüzükoyun, sertçe yere kapaklandı. Akif yattığı yerde, nefes dahi almadan, etrafındaki sesleri dinlemeye başladı.”

“Güneş, tüm yakıcılığıyla, göğün en tepesinde tam yerini almıştı ki adamlar ağır aksak bölgeden uzaklaştılar. Biraz sonra anlamadığı dildeki diğer lakırdılar da kesildi. İşbirlikçi kurbağalar da sustu. Onların yerini cırcır böceklerinin, kuş seslerine karışan masalsı ezgileri aldı. Rüzgâr da ıslık çalarak bu türküye eşlik ediyordu.”

“Öğleden sonra etraf iyice sakinleşti. Çevreden gelen sesler yok denecek kadar azaldı. Akif’in gücü tükeniyordu. Matarasında son kalan birkaç damla suyla sadece dudaklarını ıslatabildi. Midesinin gurultusunu ise duymazlıktan geldi.”

“Günler, aylar birbirini kovaladı. Şehit kanlarıyla sulanan topraklarda, yabancı sesler artık işitilmez oldu. Kızıl akan nehir, gün geçtikte berraklaştı. Bataklık kurutuldu. Yakalanamayan kurbağalar ise başka bataklıklara kaçtı.”

Türk Edebiyatı’ndan Şiirler

Bazen sorudur kuş gibi bakışmak
Bazen de denizdir
Damlaya karşı bir damla su

Tohum çiçek açar
Kiraz olur kiraz
Aşk güneşiyle

Aşksız duyuramaz sesini hiçbir canlı
Görür asıl gönül ülkesini
Aşk incisine kavuşan

Mustafa Ruhi Şirin

bir yolculuk bıraktım, anımsadıkça süren
henüz tanışmadığım ülkenin sınırına
kaç kere dolaştım oysa kim bilir
önümde kocaman rüzgâr kuşları
bir kapıdan, bir rüyadan geçerek

Şadi Oğuzhan

Yenilmez Hakan olmuşum,
Bilge gibi Han olmuşum.
Ben tarihle bir yaştayım
Orhun’da abide taştayım.

Şafak olup sökmeliyiz
Şimşek olup çakmalıyız
Türk’ün şanlı sancağını
Karabağ’a dikmeliyiz!

Ganira Paşayeva

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir