Muhit Dergisinde Dağlar Dosyası
Muhit dergisi 58. sayısında hazırladığı Dağlar dosyası ile karşımızda.
Dosyadan;
Dursun Çiçek – Dağlarda Dağlanmadan Dağlaşamaz İnsan
“Dağ, emanetin ve teklifin ilk muhatabı; insan ise emanetin ve teklifin şu anki sahibi. Dağ ile insan arasındaki bu bağ, insanın mükellefiyetini yerine getirirken emanetin niçin dağa teklif edildiği mefhumunu idrak etmesini sağlar. Bu yanıyla dağ, insanın bu dünyadaki dağlanma sürecinin de anlamıdır. Emanetin sahibi olan insanın dağda kendini emin hissetmesi boşuna değildir. Çünkü dağ emindir.”
İbrahim Altay- Ilgaz Anadolu’nun…
“Dağ deyince aklımıza gelenlerden biri de babadır. Çocukları için babaları birer dağdır, en azından büyürken. Oğlum ile kızım büyürken onlarla “baba dağına çıkma” oyunu oynardık. Ellerini tutardım, onlar ayaklarıyla üzerime tırmanır ve ters takla atarlardı. Sonra bir daha, bir daha… Şimdi biri benden uzun, diğeri benimle neredeyse aynı boyda. Onlar büyürken ben küçüldüm, artık bir dağ bile değilim. Ne kadar acıklı.”
Bekir Salih Yaman -Türkülerimizin Yüce Tanıkları: Dağlar
“Türküler içinde ise bazı mekân, zaman ve kişiler ayrıcalıklı konumları sebebiyle emsallerinden ayrıldı. Bunlar içinde sevgili imgesinden sonra en çok öne çıkan ise dağlar oldu. İslâmiyet öncesinden bu yana dağlar, Türk kültüründe önemli bir noktada oldu. Milletimizin İslâm’la şereflenmesinin ardından dağ kültü, kendisine yine kuvvetli dayanak noktaları buldu. Zira dağlar Kur’an-ı Kerim’de denge merkezi olarak geçmekte. Allah Resulü Hz. Muhammed’in (sav) Hira Mağarası’nda tefekkür etmesi, Sevr Mağarası’nda saklanması, Hz. Musa’nın (as) Allah Teâlâ ile Tur Dağı’nda konuşması dağları önemli bir varlık olarak öne çıkardı.”
Halil İbrahim İzgi – Dağa Doğru
“İlk vahyin bir dağda gelmesinin hepimiz için anlamlı bir tarafı var. İnsanın kendisiyle baş başayken Rabbine yakın olması kıymetli bir durum. Ama onun ötesinde bir şeyler var. O ana kadar anlayamadığım bazı şeyler zihnimde oturuyor. Peygamber Efendimiz’in uzlete çekilmesi, bir dağın tepesinde Rabbine ibadet etmesi ve elbette tefekkür. Ama klasik siyer anlatılarının bir kısmının eksik kaldığını o an anlıyorum. Peygamber Efendimiz bir yürüyüşçü, tırmanışçı ve kampçı. Bu hâliyle düşünmek O’nun insan yönüne daha yakın olmamı sağlıyor.”
İbrahim Tenekeci – Aşan Bilir Karlı Dağın Ardını
“Dağlarda mesafe ve zaman kavramı yoktur. Hesap asla tutmaz. Fena yanılırsınız. Bir vakitler Konya’ya yolum düşmüştü. Torosların eteklerinde Saadet Partisi pikniğindeyiz. Durmadan dağlara bakıyor ve sigaradan derin nefesler çekiyorum. Heyecanlandım. Yetkili arkadaşa “kaç saat daha buradayız” diye sordum. “Beş” dedi. Dağları gözüme kestirdim. Arazi bilgime güveniyorum. Şu dere yatağından ilerlersem üç saatte zirve yapar, iki saatte de geri dönerim diye hesap yaptım.”
Zeki Bulduk – Bu Dağları Aşamadım
“Uzun zamandır hangi dağa baksam aynı cümle kuruluyor içimde: Ben bu dağları aşamadım! Gerçi türküde “Aşan bilir karlı dağın ardını” diyor ama dağı aşmak değil, dağı anlamak istedim sanırım. Dağ, insan değil ki anlayasın, diyebilirsiniz. Deyin. Oysa kitaba göre “Sorumluluğu Allah dağlara verdi, dağlar bu mesuliyeti almadı” denilmiyor mu? Demek ki dağın bir dili, aklı var. O dili çözen, dünyanın çok dilli kakofonisine sağır oluyor. Dağın sesini zaman zaman duydum. Yalan değil. O sese inanıp dört tane günlüğümü yaktığımda on dokuz yaşındaydım.”
Müslim Coşkun -Şu Dağların Yükseğine Erseler
“Dağ, güven yurdunun adıdır, emniyet makamıdır. Kadim şehirlerin dağların eteklerinde kurulması, sırtını dağa yaslaması bundandır. Zamana karşı dayanıklılık ve uzun ömürlülük hâlidir. Önünü gören şehirler sırtını dağa yaslamanın verdiği güvenle asırları aşıp ayakta kalmış, huzur içinde günümüze ulaşmıştır. Dağlar, eteğine tutunmuş kentleri korumuş ve onlara gözcülük yapmıştır.”
Erkek Kısmı Ayağından Üşür
Mustafa Çiftci’nin geçmiş zamandan çıkıp gelen masal tadındaki yazıları bizleri de bir zaman tüneline davet ediyor. Erkek kısmı ayağından üşür diyerek bir halk söylencesini yazıya dökmüş. Doğru mudur bu tespit, okumak gerek.
“Dedim ya ayağınızı sıcak tutmak maliyetliydi. Ve çok fazla alternatifiniz yoktu. Ben bottan ziyade “mes lastik” denilen ve genelde ihtiyarların giydiği ayakkabıdan giyiyordum Evet “mes lastik” de bir çeşit ayakkabıydı. Ve biz çocuk ve gençlere göre yapılanı da vardı. Ben imam hatipli olduğum için kimse yadırgamıyordu mes lastik giymemi. İçinde çeşitli malzemeden yapılmış mes ve dışında giydiğimiz lastikle büyümüş de küçülmüş gibiydik. Mes giymek evin içinde çok konforluydu. Sıcak oluyordu, hatta terliyordu ayağınız. Dışarı çıkarken üzerine geçirdiğiniz lastik kısmı ise Maalesef içerdeki sıcağı koruyamıyordu ve terlemiş ayaklarınız mes lastiğin içinde buz gibi oluyordu.”
Dar Alanda İktidar Oyunu
Muhsin Macit’ten keyifli bir iktidar mücadelesi yazısı var Muhit’te. Bu iktidar bildiğiniz cinsten bir iktidar değil. Evde bir kanepe, bir kedi ve gizli bir iktidar mücadelesi anlatılıyor.
“Çekyat, ev içi iktidar mücadelesinin son kalesidir. Onun için ben ne zaman yerimden kalksam Haydar hemen gelip kuruluyor. Belli ki yerimde gözü var. Aslında birlikte yaşama kültürümüz, en azından sıramızın gelmesini bekleyecek kadar sabrımız olsa bir çekyat ikimize de yeter. Lakin ikimiz de bencil, biraz da görgüsüzüz.”
“Kendimi bir nevi makam şoförü gibi hissediyorum. Ailece gidiyoruz veterinere. Ben sigara içmek bahanesiyle dışarıda beklerken veteriner kliniğinin vitrinine yansıyan gölgemden irkiliyorum. Yeni fark etmiş gibi merhametle baktığım kamburumu düzeltmek için omuzlarımı dikleştirmeyi deniyorum. Pek fayda etmediğini anlayınca vazgeçiyorum. Bir yandan da saçlarımın dağınıklığını hafif dokunuşlarla düzeltiyorum. Lakin zihnimdeki dağınıklık olduğu gibi kalıyor.”
Nasıl Bir Eğitim
Kemal Sayar, “Nasıl Bir Eğitim?” diye soruyor yazısında. Eğitimin aşamaları, toplumdaki karşılığı ve maarif davamız var yazının satır aralarında.
“Eğitimle ilgili olarak içinde bulunduğumuz yüzyılda karşı karşıya kaldığımız bir başka büyük sorun, bilgi ve uygulamadaki değişimlerin tahmin edilemeyecek kadar büyük bir hızda ve atılımlarla gerçekleşmesi. Pandemi döneminde alelacele yürürlüğe koyduğumuz uzaktan eğitim uygulaması belki bunun tek mutlu istisnası. Ancak bu değişimin gerektirdiği pedagojik tedbirlere halen vâkıf değiliz.”
“Tefekkür, olgulara dair deneyimlerimiz üzerine bir iç analiz niteliğindedir. Bu süreçte kendimizi, nedenlerimizi tanıdığımız gibi olguları niçin başka şekilde değil de o şekilde algıladığımıza dair de bir üst görüdür. Bu iki yöntem, başka çağdaş kültürlerin eğitim modellerinde de az çok yer buluyor. Ancak sohbet yöntemi, kıymeti unutulmuş çok mühim bir İslâmî gelenektir. “İlim ölüdür, ona okumakla ruh üfleyiniz; okumak ölüdür ona dersle ruh üfleyiniz; ders ölüdür ona müzakere ve sohbetle ruh üfleyiniz” mealindeki düstur, tüm ilim halkalarının kurucu ilkesidir.”
Üzülmek Sanatı
Üzülmek bir kalbin en hassas hallerinden biridir. Herkese nasip olmayacak denli bir ağırlığı vardır üzülmenin. Çünkü hissetmek ve anlamak üzerine bir temeli vardır üzülmenin. Harun Yakarer, Necip Fazıl’ın Reis Bey isimli eserinden de ilhamlar sunuyor yazısında ve üzülmenin de bir sanat olduğunu anlatıyor.
“İnsan neşeliyken derin düşüncelere dalamaz. Neşe, düşünmeyi kısmen engeller. Hüzün ve acı ise gönlüne düştüğü kişiyi düşündürür. O kadar düşündürür ki derde kedere dalan kişi, içinde bulunduğu andan ve mekândan kopar. Dilimizin güzelliklerinden biri de kelimeleri hâller arasında geçişken bir yapıya sokabilmesidir, mesela efkârlanmak. Efkâr, Arapçada fikir kelimesinin çoğulu. Efkârlanmak, yani düşüncelere dalmak. Biz bu kelimeyi hüzne kapılmak hâlini karşılamak için kullanıyoruz.”
Üzülmek sanatının nihayet bizi getireceği yer efkârlanmak olacaktır, yani düşünmek. Düşünebilirsek birçok şeyi anlamaya yaklaşacağız. Necip Fazıl’ın Reis Bey adlı eserinde idama mahkûm olan gencin idam edilmeden hemen önce mahkeme reisine söylediği söz burada bize yardımcı oluyor: “Ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz.”
Tüketimi Faziletin Konusu Kılmak Ve İhtiyaçlarımızı Yeniden Tanımak
Tüketim kavramı artık hayatımızın tam merkezinde bulunuyor. Tüketim toplumu denen yerdeyiz. Sınırlar aradan kalktı. Doymak bilmez bir iştihanın esareti altındayız. Muhammet Enes Kala, ihtiyaçları yeniden tanımakla bu cendereden çıkacağımıza dair notlar paylaşıyor yazısında.
“Tabii ihtiyaç, kuşkusuz beşer için gereklidir fakat yeterli değildir. Beşerin fert olarak kendisiyle alakalı olan tarafı kadar özneler arası dünyayla ortaklığı vardır. Zira insan, ötekine muhtaç bir canlıdır. Bu cephe, onun sosyal âleminin imkânını ve nedenini verir bize. Yalnız burada beşer, sadece zeki, özgür ve bencil bir varlık olması durumunu işe koştuğunda ötekini bir zenginleşme ve tekâmül imkânı olarak değil, sahip olabileceklerinin önünde bir tür rakip ve düşman olarak konumlandırabilir. Böylesi bir tasavvur hâlinde öteki, beşer için ihtiyaçların çatıştığı ve isteklerin karşısında galebe çalınabilecek kör arzunun yok etmesi gereken bir derekeye indirgenebilir.”
Gazze İçin Kelimeler Ordusu
Muhit’te her sayı mutlaka Gazze’ye selamlar, dualar gönderen cümleler yer alıyor. Her dergide yer almalı bu hassasiyet. Süleyman Ceran yazınca da kitabın tam ortasından konuşan bir yüreğe şahit oluyoruz. Gazze için konuşmalı yazmalı, ayağa kalmalı, bir şeyler yapmalı, hem de küçümsemeden, önemsiz görmeden. Yahya Sinvar’dan da bahseden Ceran, bu yazısını yazarken hayattaydı Sinvar. O da şimdi şehitler kervanına katıldı. Rahmet olsun.
“Gazze için atılan hiçbir adım, kurulan hiçbir cümle, yapılan hiçbir boykot, tek kişilik bile olsa hiçbir eylem küçümsenemez; bunların hepsi direniş için bir halkadır. Halkaların bir araya gelerek belli bir disiplin içinde zincir oluşturması gerekir. Mevzilerin toparlanması, kendiliğinden oluşan kelime timlerinin takımlara, takımlardan bölüklere ve sonrasında taburlara dönüşmesi gerekir. Kelime taburları zamanla tümene, kolorduya ve sonrasında orduya dönüşecektir. Gazze ve saldırı altındaki tüm İslâm beldeleri için kelimelerden, seslerden, renklerden, hislerden oluşan bir ordu kurulması zorunluluktur. Günler aramızda evrilip çevrilmektedir. Savaşlar, zaferler, yenilgiler birbirini takip eder durur. Çalışan, örgütlenen, güçlenen, risk alan, inanan ve fedakârlık yapan kazanır; pasif duran, edilgen hareket eden, zayıflayıp dağılan kaybeder; sünnetullah kesintisiz bir biçimde işlemeye devam eder.”
Edebiyat ve Sevgisizlik
Sevgisizlik diye bir şey var. İçinde kinin, nefretin, hasedin olduğu ve artan bir hızla toplumu esir almaya devam eden bir virüs gibi çoğalan sevgisizlik ne yazık ki umutları da kırıyor. Edebiyat da bundan payını alıyor şaşırtıcı bir şekilde. Çekememezlik denen haller edebiyatın yakasını bırakmıyor. Aziz Kağan Güneş, sevgisizlikten bahsediyor.
“Yıllardır kendi efkârımca okuyup yazıyorum ve ne yazık ki yıllardır camiamızdaki sevgizliğe, hasete, negatif ayrımcılığa, dedikoduya tanıklığım artıyor. Bu tanıklığım bazen kendi tecrübelerimden, bazen sosyal medyadan, bazen de bir başkasının yaşadıklarından oluyor. Şairler şairleri, öykücüler öykücüleri topa tutuyor. Neredeyse herkesin bir “takımı” var ve daima “şampiyon” onlar. Kendilerinden başka kimseyi gözleri görmüyor. Eleştiride ölçüyü kaçırıp sözün şehvetine kapılarak hakaretâmiz ifadelerle sosyal medya kalelerinden sağa sola saldıran mı dersiniz, yapıcı eleştiri yerine karakter üzerinden karalama kampanyasına girişen mi, yazarın yeni eserine “hayırlı olsun” demeyi bırakın, sosyal medyadan sanal bir kalp işaretine dokunmayı bile zûl gören ancak bazı yazarları nedenini bilmediğimiz gerekçelerle yücelten mi dersiniz… Hepsinden fazlasıyla var. Belki bu satırların okuru olarak sizin de az çok tanıklığınız vardır.”
Güray Süngü ile Söyleşi
Güray Süngü ile öyküleri, kitapları, yazma serüveni merkezli bir söyleşi yapılmış. Sorular; Hüseyin Ahmet Çelik’ten.
“Zaman zaman insanın kafası karışabiliyor. İnsan zaman zaman yolunu kaybedebiliyor. Hayat çünkü biraz öyle bir şey; kafa karıştıran, kandıran, oyalayan, çeken ya da bazen iten bir şey. Ben de doğal olarak çokça sürükleniyorum, yanılıyorum, yanlış yollara sapıyorum. Ama insanın muhakkak bir pusulası vardır. Hayatta inançtır pusula; dindir, ideolojidir, ahlâktır elbette. Ama her eylem için de bir pusulası vardır aklı başında her insanın.”
“Çepeçevre etrafımın bununla çevrili olması. Hayatın bu olması. Hatta bir sürü yazarın bu konularda hiçbir şey yazmaması da bana tuhaf geliyor. Bazı sohbetlerde buna değindiğim zaman “Ben bilimkurgu yazmıyorum” diyenler de oluyor mesela. Ben de bilimkurgu yazmıyorum. Yapay zekâ, karbon ayak izi, bunlar şu anın meseleleri. İneklerin bağırsak gazının dünyayı öldürdüğünden bahsediyor birtakım insanlar, son derece bilimden devşirilen ciddiyetle.”
Muhit’ten Bir Öykü
Cihan Aktaş – Biricik Kiraz Ağacı
“Serenti ile serender eş anlamlıymış. Ordu’dan gelen aile dostu karı koca, sözü birbirinin ağzından kapa kapa anlattılar: Karadeniz mekânının ev ve merekle birlikte bir parçası serender, yerle ilişkisi kesilmiş bir ambar, kiler, depo. Mıh kullanılmaksızın, geçme usulüyle inşa edilen hava kulübesi serenti. Kaldıkları otelle arasındaki en önemli benzerliği havadarlığı. Çok büyük bir otel sayılmazdı Serenti Pamuk; küçük de değildi, 5 katlı, 37 odalıydı.”
Giresun’da kiraz ağacı mı varmış? Varmış, varmış; diyordu şehrin büyükleri ve orta yaşlıları. Bir zamanlar varmış. Az yukarılarda hâlâ var olmalıymış. Karşılarına çıkanlar hep bir söylentiden dem vurdular. Tepede bir yerde görenler olmuş, aslında adada da varmış yakın tarihlere kadar ama sahipsiz kalmış. Kimse “Olmaz olur mu, şuracıkta, gelin götüreyim” demiyordu. Fındık çoğalırken küsüp kayıplara karışmış olmalıydı, öğrencinin peşine düştüğü kiraz ağaçları. Sagae’de, diyordu Havva, eğitim gördüğü şehirden bahisle, koca bir harita var. Bütün dünyaya Giresun’dan yayılmış kiraz. Hepsinin yok olup gitmesi imkânsız. “İyi ya gidip bulun siz” diye kestirip attı Hanife. “Şu çınarın altında beklerim ben.”
Muhit’ten Şiirler
Gazze’de öyle zamanlar olur, bir damat,
Düğün yerine sağ salim varmak için,
İsrail’in kontrol noktalarından
Ancak
Bir tabutun içinde geçebilir
Sadece 7 Ekim’den sonraki
Soykırım günlerinde değil, romancı
İbrahim Nasrallah’ın anlattığına göre,
On yıllardan beri örneği çok
Cevdet Karal
gülleri öldürüyorlar
narin gülleri
dünyanın her yerinde
zifiri bir karanlık
çöküyor insanlığın üstüne
Arif Ay
Bu şiiri ceketinin iç cebine sakla
Ve varınca beni muhakkak ara.
Sonra güneşe bak, ne büyük nimet
Hâlâ aynı ışık ısıtıyor bizi.
Yüzün düşmesin, gül düşsün yüzüne
Gül işte böyle, devam et.
Yürü kalbine
devam et.
Dilara Ayşe Akdeniz
Öyle zamanlar gördük ki zaman yok anlatmaya
Yerleri ıslatmayan yağmurlar ruhumuzu ürpertir
Her şeyin bir sebebi var ama söylemeyi unuturuz
Kalbimizdeki suları dilimizin kuyusunda kuruturuz.
Elbet bir şerhi vardır bu ketum ve cevapsız ağrıların.
Ahmet Edip Başaran
Hadi gel seninle bir akşamüstü
Gıyabi cenaze namazı kılıp
Kendimizi defnederek duaya
Korku ve yakarıştan alalım menzilleri
Ne keder ve isyan ne de karanlık
Yürüyelim sonsuzluğun kalbine
Nurullah Genç
Allah’ım uyuyamıyoruz
Allah’ım panikle kurtuluşu bekliyoruz
Ve bir fırtına esiyor, sanki kurtulacakmışız gibi
Sonra kül oluyor bütün ümitlerimiz
Karalar bağlıyoruz
Hiç ışık yok diyoruz, bu altında kaldığımız enkazda
Telefonlar kesilmiş, elektrik gitmiş
Benzin istasyonları çalışmıyor
Yine de geçmiyor üzgünlüğümüz
Ömer Yalçınova
her şeyi hatırlamak mümkün değil
ve her şeyi unutmak
kendi canına hasret gidiyor insan
bir yurdum yok
elimden tutanım
kalbime okuyanım
sanki bir gölgenin istenmeyen uzvuymuşum
kırıldığım adreslerde kimi arıyorsam
Allah’ın olacak kadar sevmişim onu
talandır ve muhakkak mümteni
var olmak denilen gömlekten sökülen
kaybolmanın izleri
Cengizhan Konuş
Sözlerin göğsüme konar mı diye
kuş sesleri çağırdım gittiğim yere
eğer seni tanımasaydım efendim
bir şeyi olmazdım kendimin bile
Her şeyin sırrını merak ettim efendim
kendi sınırımı ve sınırımdan öteyi
yüzümde kimsenin gitmediği bir doğu
hırkana mı sığınsam yurtsuzlar gibi
Mustafa Köneçoğlu
Aydos, Sayı:36
Aydos dergisi 36. sayının giriş yazısında yüreklere bir tutam iyilik aşısı gönderiyor. “Biz ne yapabiliriz ki bu olup biten karşısında?” diyenler için karınca misali seferberlik çağrısı yapıyor Sıddık Ertaş.
Giriş yazısından…
“Biz Müslüman şair ve yazarlar, bağlı olmaktan gurur duyduğumuz inancımızın gereği olarak, Resul-i Ekrem’in belirlediği bu ilkeye en azından söz söyleyerek uymaya çalışıyoruz. İmanın en zayıf noktası ile yetinmemek anlamında olumlu bir duruş bence bu. Ama İsmail Haniye gibi eylemleri ile, hayatı ile kötülüğü düzeltmeye çalışanların önünde de saygıyla eğiliyor ve onlarla aynı ümmetin parçası olmaktan onur duyuyoruz.”
Olaylar, Olaylar
Mustafa Zahid Ergün olaylar silsilesi şeklinde kaleme aldığı yazısı ile Aydos’ta. Günlük hayatın akışı içerisinde insan nelerle karşılaşabileceğini bilemiyor. Sonuç ne olursa olsun tetikte olmak gerek.
“İnsan bindiği ve ustalaştığı dalları alelacele kesip heba etmekte pek mahirdir. Bilgeyi bilge yapan, bilgisinin işe yaramasıdır ya, bu sefer gerekli soğukkanlılığı koruyamayıp elinde testere olan bendim. Ölüm, orada, belediye doktorunun tasdikinden geçtiği kadar kati ve somut gelmişti gözüme. Beceriksizlikle silahlanma şansımın olmasını ne kadar isterdim; donmuştum ve bedenimi değil karlarla, en soğuk nitrojenlerle ovmalılardı.”
“Balıkçılarla günlük sohbeti ilerletsek de, birkaç yüz metre ötemizde protestolar, şiddeti artarak devam ediyordu. Köye dönmeye karar verdik. Geçerken birikmiş haklı öfke ve kökü eskilerde olan zehir zemberek kinle baktık kalabalığa. Ihtırsak da tırsıp ses vermeyecek, su versek yeşermeyecek, kollarımızı açarak durmalarını istesek dinlemeyecek, yana yana akkor olması gerekirken kendi kendini yiyip bitiren, bereketli bahar yağmurlarıyla şenlenmeyecek cüruhlu güruh…”
Suyun İzi
Suya dair yazmış Yusuf Tosun. Suyun önemi, dünya ve su, suyun sesi, suyun izi…
“İşin doğrusu doğuştan su hakkına sahip insanoğlunun zamanla suyu ticari bir meta haline getirmiş olmasının da yaşanan su kıtlığındaki etkisi inkâr edilemez boyutlara ulaşmış durumdadır. Su hakkı demişken hak kavramına da bir açıklık getirmek gerekir. İki anlama gelen hak kavramı ilkinde; “yapabilme özgürlüğüne” karşılık gelirken, ikincisinde; ‘gerekli görülen ihtiyaçların karşılanması’ anlamına geliyor.”
“Gerek Hz. Peygamberin suya dair hadisleri, gerekse suyla ilgili Kur’an ayetleri özellikle doğu toplumlarının su ile ilgili daha sağlıklı politikalar geliştirmesine sebep olmuştur. Her ne kadar bugün doğu özellikle Müslüman ülkelerde bu hassasiyet azalmış olsa da medeniyetin kökenlerinde bu kültür hala bakidir. Kaynaklar bu yönüyle bir yığın tecrübe ile doludur.”
Geçmişini Özlemle Arayan Şehir: Ahlat
Mehmet Mazak ile Ahlat’tayız. Tarihiyle, kültürüyle, geçmişi ve bugünü ile Ahlat’ı anlatıyor Mazak. Her yazısında olduğu gibi bu yazısında da tası tarağı toplayıp yola düşme arzusu uyandırıyor okuyucuda Mazak’ın anlatımı. Anlıyoruz ki Ahlat’ı görmek gerek.
“Ahlat; bir tarafı ile Süphan Dağı eteklerinde saçlarına ak düşmüş yaşlı ve gün görmüş bir Anadolu kadını gibi mağrur bir şekilde geçmişinin ihtişamını özlemle yad ederken, diğer bir taraftan baktığımızda sırtını yasladığı dağdan esen soğuk rüzgarlardan kavrulmuş dudakları, Van Denizi’nden esen, sert deniz meltemleriyle elma elma kızarmış yanakları ile gelinlik çağına ayak basmış işveli bir kız gibi karşılar ziyaretçilerini.”
“Ahlat’ta yapımı tamamlanan Cumhurbaşkanlığı Külliyesinin bu şehrin tanıtımı, gelişimi ve markalaşması bakımından tıpkı yukarıda belirttiğim gibi projeler ile doğru ve verimli kullanımı ile birlikte büyük katkısı olacağı kanaatindeyim.”
Keşke Diye Bir Şey Var
İnsanın içini acıyan bir sözcüktür “keşke.” Çünkü bu sözcük ağızdan çıktıysa olan olmuştur artık. Canip Kaya, keşkelerimi seviyorum diyor yazısında. Neden sevilir ki keşkeler? Cevabı yazıda.
“Biz sevaplarımız kadar günahlarımızla da biziz, Nefretimizle, kinimizle, düşmanlıklarımızla, ihanetlerimizle olduğu kadar; sevgimizle, muhabbetimizle, affedişlerimizle, vefamız ve dostluklarımızla da varız.”
“Keşke”lerimiz, “İyi ki”lerimiz kadar değerli olmadığı sürece kendimizi gerçekleştirme imkanını/şansını bulamayacağız.
İyi ki de “keşke”siz bir hayatım olmamış… “Keşkelerimi” seviyorum…
Nev’i Şahsına Münhasır Bir Medeniyet Öncüsü: Ersin Nazif Gürdoğan
Nazif Gürdoğan’ın ardından kaleme aldığı yazısında Hıdır Yıldırım, bir medeniyet öncüsü olarak anlatıyor Gürdoğan’ı.
“Ersin Nazif Gürdoğan, nev’i şahsına münhasır bir kişidir. O, kapitalist sistemin tüketimi teşvik eden ve tüketim için üretim anlayışına hizmet eden paradigmasına karşı üretimi teşvik eden ve ihtiyacı kadar tüketmenin erdemini ortaya koyan “Tüketirken bir hırka bir lokma tüketmek, üretirken de bin lokma bin hırka üretmek” mottosuyla bizi biz yapan prensipleri yeniden gündeme taşımıştır.”
“Farklı yorumları, derin bir tefekküre dayanan teklifleri, zamanın dışında kalmamaya özen gösteren dikkati, geleceğe bugünün değil, geleceğin yargılarıyla yön veren ileri görüşlülüğü ile Ersin Nazif Gürdoğan, yüce gönüllü bir derviş, karınca misali sabırlı bir fikir işçisi olarak çağımızda nev’i şahsına münhasır derin izler bırakmıştır.”
Aydos’tan Öyküler
Sevda Deniz K. – İki Eşittir Bir
“Karanlıkta kimsenin olmadığı saatlerde ayak seslerini duyabiliyordum. Ağır, küçük adımlarla yaklaşıyor ve canı ne zaman isterse karşıma dikiliyordu. Beklemek çok sinir bozucuydu ama başka bir şey yapamıyordum. Olduğum yere çakılıyordum sanki. Oysa bir çivi ya da toprağa ekilen tohum değildim. Kanlı canlı insanım diyorum ama kendimden şüphelenmiyor değilim. Belki de kocaman bir yalan ya da kötü bir rüya olabilirim.”
“Çağla büyüdükçe doktorun söylediği gerçekleşmiş ne uyurgezerliği ne de hayali arkadaşının varlığını ispatlama çabası kalmıştı. Adını bile unuttuğunu söylemişti bir müddet sonra. O günlerden kalan tek alışkanlığı kilitli odada yatmaktı. Bu sefer kapı içerden kilitleniyordu. Kontrol kendisindeydi. Düşüncelerini bir kenara bırakıp kendini işine verdi. Akşama doğru babasını arayıp arkadaşıyla buluşacağını söyleyecekti.”
Mizgin Alp – Geçmişti
“Bir ay önce Mışlar ülkesinde kocasını kaybetmiş bir kadın çok kolaymış gibi eşinin ölümünü resmileştirmeye çalışıyordu. Kendisinin bile kabul edemediği gerçeği görevlilere anlatıp onları inandırmalıydı.”
“Neden her şey ve herkes böyleydi. Mışlar ülkesinde yaşamak ve ölmek neden bu kadar zordu. İç çeke çeke yol alıyordu. Bugün o yatakta yalnız yatacaktı. Yastığa günün sorunlarını dert yanacaktı. Artık onun bir yol arkadaşı yoktu ama Mış’lar ülkesine yaraşır şekilde gülümseyecekti.”
Aydos’tan Şiirler
ben bir şehri tutarsam ateş olur yakarım
öyle yakarım güneş görmeyen kenti
bir kış gibi yakarım dolu dolu yağar
küçük bir film gelir kente tükenmiş biletler
ben yakarım odunu bahar gelir güz gelir
ben tutarsam bu şehri dalga gelir köpük gelir
Müştehir Karakaya
İstersin al basmasın basarsa düşten olsun
Günü koşan atının eyeri gümüşlensin
Irmağı sağan dilin, göğü terleyen yosun
Kaşına, kasnağına, karşısına işlensin
Mehmet Aycı
Bu kaktüste bitecek ve elbet öleceğiz
Şimdi yüzünde bir dua asıl suçluyu gizlerken
Hayatın o tiz ninnisiyle dudaklarımda Adıyaman tütünüyle
İnandırılmıştım tatlı bir masala kuyudan mevsimsiz
Cemreleri beklemeden baharı getiren ellerinden
Nedir kırk yetime kaftan giydirmekten üstün olan
Söz konusu çırpınan bir kuşun kalbiyse ölümler
Başka kıyıların serinliğiyle hayat suyundan
Yazılır elbet kafiyesiz en güzel şiir
Burhan Tuz
Gürül gürül derelerin beslemediği göl kıyılarında
Karpuz bostanları olmaz uzanan; kuduz sinek kolonileri
Kokuşmuş ceset kumsalları, lağım kanları, bataklıklar
Atlas’ın sırtında çocuktan bir top, kuştan ağır tabutlar
Ulaş Konuk
nereden doğarsan doğ güneş olarak kalacaksın
nerden vurursan vur o sonsuz notayı bulacaksın
akıl almaz işlerini kabına sığmaz yapan bu müzik
gölgeni koru diyor su kadar aziz gölgeni
bizi ört ellerimizi tut bu soyut göğü de tut esenliğini götürme
toprak varken toprağa basılır
insan insanın duasından yapılır
Sinan Davulcu
Gece mırıl mırıl yağarken
Ihlamur kokularıyla içli dışlı
Yağmurun şarkısı ezberlenmez
Zambaklara değmeden ezanlar
Tamamlanmaz anne bekleyişi
Sevilmeyi hak eden yetimler gibi
Şehir çocuktur öyle vakitlerde
Erol Erdoğan
bakma taflanların arasından geriye
muhabbet yolunda söner kör kuyunun ışığı
ve zalim bellekten yana gider
mazinin aşinası yaz akşamı yolcular
durgun bir suyun aynaya vurur aksi
ufkumuzda belirir eleğimsağma kalpler
Orfe bize düşer mi hatıralar içinde
kör bir kenti birlikte yaşamak
leylak leylak bakar mı gözlerin
hayalhanemin her odasından
Vahdettin Oktay Beyazlı
dokuz ay geçti ayı günü şafağın
temmuzda ol de Allah’ım
güneş emsin gazze’nin göğüslerini
dillenirken söylesin hep özgür filistin diye
büyür o zaman ışık hızıyla
örtüşür mavera ile hürriyet
Kazım Gök
Kalbimden çok uzaklara düşünce yolum
Kaç kişi olabilirim kendimle karşı karşıya?
Yarından kalma bir hüznü kucaklayabilirim
Buğday tarlalarından toplayarak güneşi…
Hatice Ermiş Özdemir
İyi bir şey mi bilemem
Yoksa kötürüm mü
bir yanım
Aynalığımdandır belki de
ne tasa
Baktığım herkes ve her şey gördüğüm
tabula rasa
Bulandıysa bilinçler zaten
durduysa zaman
Uzatamam
Ömer Faruk Yelkenci
Cins, Sayı: 109
Cins dergisi; duruşuyla, sesiyle, sözüyle mazlumların yanında durmaya devam ediyor. Gür bir sesle haykırıyor durduğu yeri dergi. Hem de kapaktan; “Tek yol var Filistin’e gider O da tüfeklerin namlusundan geçer.”
Derginin Giriş yazısından, Yusuf Genç Yazısı…
“Transatlantik Köle Ticareti’ni yüzyıllar boyunca kim işletti? Büyük Bengal Kıtlığı sırasında 10 milyon insanı kim öldürdü? Patates Kıtlığı yüzünden bir milyon İrlandalının kanları kimin elinde? Boer Katliamı sırasında on binlerce çocuğu kim öldürdü? Siyah Savaş’ta Aborjinleri kim yok etti? ‘Çalınmış Kuşaklar’da 30 bin çocuğu kim çaldı? Afyon Savaşları’nı kim başlattı? Mau Mau İsyanı kimin yüzünden çıktı? Almanlar 250 bin Tanzanyalı’yı kimin desteğiyle öldürdü? Daha dün Irak’ın İşgali’nde 1 milyon insanı öldüren Amerikalılara kim yardım etti?”
“Bu soruları, 8 puntoyla tüm Cins Dergisi’ni kaplayacak şekilde çoğaltabiliriz. Burada saydığımız “vahşet, kaos ve vicdansızlık”, belirli bir tarih aralığında İngilizlerin yaptıklarının sadece bir kısmı. Küçük bir kısmı. Geliştirdikleri silahlarla dünyayı sömüren, sömürüyle elde ettikleri güçle daha gelişmiş silahlar inşa eden ve o silahlarla başta Afrikalılar olmak üzere tüm dünya halklarını hayvan gibi boğazlayan yüksek bir ulusun günah defteri bu.”
Zarifoğlu Şiiri: Aklın Şölen Lokasyonu
Hüseyin Atlansoy, Zarifoğlu’nu anlatıyor yazısında. Yaşamak kitabından, şiirlerden, şairlerden bahisler açılıyor. Atlansoy’un şiir ve şairler üzerine yazması çok önemli. Usta isimlerin bu tür yazılarına çok ihtiyacımız var.
“Yaşamak kitabının hemen başında peş peşe üç tablo: Önce bir askerlik enstantanesi; 252 araçlık büyük bir konvoy, roketatarlar, silahlar ve harbe hazırlık. Daha büyüğünü görmemiş “Cem” Bey. Öncesinde yedi kişinin bir römorku itişi. Daha büyük derken elbette yalnızlığını söylüyor. Sonra bir tren yolculuğu, yine aynı -ya da benzer- tablo. Kompartımanda dört kişi. Cahit Bey’in bir irtibatı yok onlarla. Donmuş tren camında açılan bir göz yapıyor.”
“Elbette bir söyleyiş ustalığı. Turgut Uyar, Cemal Süreya ve Sezai Karakoç şiirinin imkânlarını kullanma becerisi. “Su” şiirinden önceki “Açlık Türküsü” -Katerina’nın ölmeden önce hazırladığı sofra ve ailenin açlığını da içeren- modern bir ağıt gibidir. Tabii ki bu göndermeler (Suç ve Ceza’daki Katerina ile ilgili soylu yoksulluk) eşliğinde şairin biyografisini de aşan yeteneğini ve karakterini öncelemek gerekir. Şiirdeki realizm; Türkçenin imkânlarını, modern şiirin yalınlığını ve akışkanlığını da içeren bir hali kuşanmıştır denilebilir.”
Nikâh Mevsimi Devam Ediyor
Mustafa Çiftci, hayatı okumaya devam ediyor. Bu sayı nikâh konusunu ele almış Çiftci. Gelenekler, görenekler eşliğinde nikâhın her hali var yazıda.
“Nikâhın nasıl olacağını kız tarafı belirliyor. Bazı hanımlar şatafatlı nikâh isterken bazısı “olsun bitsin” diyorlar. Şatafatlı nikâhın kıyafeti de farklı oluyor tabii. Gelinlik başka bir şey onun seçimi, dikimi, giyilmesi, taşınması falan hepsi ayrı mesele hanımlar için. Ama nikâh kıyafeti şık ama sade olsun isteniyor.”
“Nikâhta ikram da ayrı bir meseledir. Evvelden nikâh şekeri vardı. Ne güzel şeylerdi anlatamam. Şimdi nikâh şekeri yok. Salonun girişinde yine şeker kolonya ikramı var. Ama eski nikâh şekerlerinin yerini tutmuyor. Girişte verilen şeker, çikolata zaten yasak savmak kabilinden oluyor. Eskiden nikâh şekerleri yenmez. Saklanır yıllarca evdeki dolap vitrinlerini süslerdi. Güzel adetti neden vazgeçildi acaba?”
Sarılır An Kollar
Ali Oturaklı sarılmanın en esaslı halini anlatıyor yazısında. Bir hasreti dindiren, öylesine saf ve yürekten bir sarılmak…
“Saçlar kısa. Surat yanmış. Bu yanıklığın sebebi güneşte kalmak da olabilir, dondurucu soğuk da. Bir sürü bina ve yüz var. Buna şaşkın. Sigara içen sayısı çok az ve yerler çöp dolu. Buna da şaşırmış. Ama bir rahatlama da var. E, borcunu ödemiş.”
“Sarılır. An kollar. Bu kollama, eğitimini tamamlamış bir kollamadır. Sarılma biter. Karşısındakinin kazağının kolunu tutar ve ufak ufak kendine burkar. Bu saçma eylemi sevgiyle yapar. Karşılığında ise; yüzünde usul usul gezinen bir elin tersi vardır. Dolanan bu el tersi, o yüze sevgi ve hasret sürer. Bir daha sarılma gerçekleşir.”
Benden Nefret Et Fakat Acıma
Türkülerden, arabeskten, İbrahim Tatlıses’ten bahsediyor yazısında Ömer Erdem. Şöhretin bir sanatçıyı getirdiği haller ya da türküden arabeske evrilmenin sonuçları…
“Bir şöhret sadece şahsın özelliklerine indirgenemez. Toplumsal itki ve sosyolojik köpürme, kendi benzerine yontmakta gecikmemiştir Türkiye’de. Kaldı ki İbrahim Tatlıses’in Urfa’da bir mağarada doğduğu efsanesi bilinçli olarak köpürtülmüştür. O bölgedeki yaygın yerleşim şeklidir eski evlerde yaşamak. Kapadokya bölgesinde doğsaydı peribacalarında doğmuş sayılırdı çünkü bu mantıkla. Fakat mağara, bir mekânı değil yokluğu ve içinde sakladığı yükselme hırsını temsil eder.”
“Türküden para kazanılmaz ve türkü sanattır sonuçta. Arabesk ise bir tür iktisadi girişimdir ve bu girişime adım atanlar, kitlelerine paralel olarak amaçlarına bir şekilde ulaşırlar. Türkiye elbette sonuna kadar türküde duramazdı. Türkü de gelişmiştir yüzyıllar boyunca. Tek katmanlı değildir. Trakya’da başka Ege’de başka işlev görür. İbrahim Tatlıses’in Urfa’dan türkü ile çıkıp İstanbul’da arabesk ile bedenlenmesi ve en sonunda Bodrum’a demirlemesi belki Lütfi Akad’ın üçlemesi eşliğinde daha rahat değerlendirilebilir.”
Prof. Dr. Erol Göka ile Çabuk Konuşma
Erol Göka ile Çabuk Konuşma devam ediyor. Bu sayının konusu dikkat kaybı ve devamında gelen insan kaybı. Sorular, Rıdvan Tulum’dan.
“Sen Gazze soykırımı dahil şu dünyada ne olup bitiyorsa, yapay zekâ teknolojisine dayalı yeni üretim sistemlerinden ve yeni dünya düzeninden bağımsız mı cereyan ediyor sanıyorsun. İnsan-sonrası, insan-ötesi diye 40 yıldır yazıp çizenler olmasaydı, insana gösterilen hürmet ve itibarın biteceğini görenler olmasaydı, zalimler bu kadar zulmü göze alabilirler miydi?”
“İnsanı tabiatın diğer unsurlarıyla, hayatı bilgisayar oyunuyla bir ve aynı gören bir zebanilik… Bu bakış açısına göre yapay zekâ sayesinde zaten insan emeğine pek gerek de kalmayacak.”
İsrail-İran Kapanı ve Yeni Bir Dünya İmkânı
Dünya yeni bir mecraya doğru sürükleniyor. Anlamak ve anlamlandırmak için olup bitene dikkat kesilmek yeterli olacaktır. İsrail ve İran aktörlerinin başını çektiği bu süreçte görünen o ki yine mazlumlar zarar görecek. Yusuf Kaplan, batı sonrası dünyayı Ortadoğu üzerinden okuyor.
“İsrail’in Filistin’de tarihte eşi benzeri görülmemiş barbarlıkla işlediği soykırım durdurulamadı. İsrail’i ve İsrail’in Hitler’i olan Netanyahu’yu kimse durduramadı. Aksine bütün dünya İsrail’in cinayetlerini seyretti durdu, durdu seyretti, hatta açıktan destek verdi bütün Batı ülkelerinin Yahudilerin kölesi liderleri. 7 Ekim’den itibaren, İsrail’in Filistin soykırımını gerçekleştirmeye başladığı tarihten sonra, dünyanın önde gelen ülkelerinin Yahudilerin kölesi liderleri teker teker Tel Aviv’e damladılar ve Netanyahu’nun önünde diz çöktüler, İsrail’i desteklediklerini ilan ettiler bütün dünyaya!”
“Daha önce de dikkat çektiğim gibi, Gazze, bir ayna tutuyor herkese, hepimize, yeryüzündeki bütün insanların her birine: Gazze Aynası’na bakarak “kaç kuruşluk adam” olduğunu öğrenebilir herkes! Ülkeler de, kurumlar da, fertler de ne kadar insancıl, ne kadar samimi, ne kadar dürüst, ne kadar ilkeli olduklarını Gazze Aynası’na bakarak görebilirler. Bu inanılmaz bir şey. Allah’ın rahmeti bu. Gazze, Allah’ın rahmeti olarak işlev görüyor.”
Gazze Karşısında Batı
Dergi bu sayı batıyı dosya boyutunda ele alıyor. Özellikle Gazze’ye karşı takınılan tavırlar bağlamında batı konusunun işlendiği dosya boyutunda yazılar var. Birkaç örneği buraya alıyorum.
Peren Birsaygılı Mut- Gazze’den Sonra Batı Cephesinde Değişen Bir Şey Yok
“Maskeler birer birer düşmeye başlamıştı artık. Dilimizdeki Besmele kadar emin olduğumuz bir şey vardı. Her şeyi gören ve işiten Allah, kimsenin yapıp ettiğini yanına bırakmıyordu. Ve verilen her haklı mücadelenin er ya da geç bir karşılığı oluyordu muhakkak. Kristine Müslüman değildi ancak Müslümanlara çok saygı duyardı ve en çok da Allah’ın adaletine olan sarsılmaz inancımızı sevdiğini söylerdi. Evet, Allah’ın adaletinden kaçış yoktu. Allah’ın hesabını bozmaya kimsenin gücü yetmezdi. Filistin’de 100 seneden bu yana dökülen kanın, toprağa gömülen yüz binlerce insanın, yetim kalan çocukların, harap edilen beldelerin, yakılıp yıkılan camilerin, hastanelerin, okulların, evlerin hesabı da karşılıksız kalmamış, Batılı değerlerin gerçek yüzü ve bütün o insan hakları zırvalıkları, okkalı bir şamar olup çarpmıştı kendi halklarının yüzlerine.”
Samed Karataş – Batının İnsanlığa Katkıları
“Atom Bombası: Batı bir gün Uzak Asya’nın sinirli adamlarını dize getirmek ister. Dize getirmek isterken, onlarla savaşanları da savaşmayanları da hizaya çekmek ister. Penceresinde oturan çocuğu, bir ağacın dibindeki ceylanı, yemek hazırlayan bir kadını. Fazla vaktini almadan dünyanın, kendisiyle çok meşgul etmeden tek seferde yapar bunu. Gelişmişliğin ilk tanımı; “En kısa sürede, en çok insanı yok edebilmek.” diye geçer kayıtlara. Ve bütün ülkeler, bir gün öğretmeni Batı gibi “Penceresinde oturan çocuğu, bir ağacın dibindeki ceylanı, yemek hazırlayan bir kadını fazla vaktini almadan dünyanın, kendisiyle çok meşgul etmeden tek seferde” öldürebilmek için kalkınır da durur.”
Mahmut Hakkı Akın Söyleşisi – Sorular: Rıdvan Tulum
“Batı’nın bundan önceki göç tecrübesi kendi sömürge ülkelerinden ve işçi ihtiyacını karşılama dolayısıyla daha kontrollü bir şekilde gerçekleşmişti. Aslında bu tecrübenin de sancılı tarafları olmuştur. Örneğin Fransa’da çoğu göçmenin gettolarda ve ikinci sınıf vatandaş olarak yaşaması, onları marjinal bir konumda tutmuştur. Bu durumun başka ülkelerde de karşılaşılan genel bir durum olduğu söylenebilir. Ancak yakın zamanda gerçekleşen göç olayları Batılı ülkelerin tamamen kontrol ettikleri bir süreç olarak yaşanmamıştır. Ayrıca Suriye, Afganistan ve Afrika ülkelerinde yaşayan insanların çoğu, daha önce Batılı ülkelerle çok daha sınırlı ilişkilere sahip bir geçmişe sahiptir.
“Türkiye’de modernleşme, Osmanlı son döneminden itibaren devletin öncüsü ve aktörü olduğu bir süreç olarak yaşanmıştır. Yeni olan elbette eski olan tarafından kuşkuyla, korkuyla ve hatta tepkiyle karşılanır. Taban uyuşmazlığı dediğiniz durum bu gerilimi yansıtır. Modernleşme doğrudan toplumun talepleri sonucu ortaya çıkmış bir hareket değildir. Ayrıca Batı’daki modernleşme tecrübeleri ile kıyaslandığı zaman Türkiye’de ciddi anlamda yapısal farklılıklar dikkat çeker. Türkiye’de modernleşme kendi sürekliliğinde farklı dönemlere ayrılabilir. Örneğin Osmanlı döneminde devleti kurtarma kaygısıyla hayata geçirilen uygulamalar, eski kurumların da varlıklarını sürdürmeleri dolayısıyla çift kutuplu bir kültürel yapı oluşmasına sebep olmuştur.”
Resimler ve Şeylerde Sokrates’in Ölümü
Güven Adıgüzel bu sayı Sokrates’in Ölümü tablosunu yorumluyor. Ölüm, ruhun ölümü ya da ölümsüzlüğü.
“Sokrates ölümün ortasında ideallerini soğukkanlılıkla savunurken, adalet dağıtmaz. Ama yüzündeki içselleştirilmiş irade, onu haksızlığa uğratanların tarihin kör sayfalarında kaybolacağını bilmenin ümidini de kapsar. Ölümle korkutulmuş bir filozof olmaktansa, ölüme meydan okuyup ruhunu özgürleştiren Sokrates olmayı yeğleyecektir elbette. Sokrates’in baldıran zehrini kafasına dikmek için elini uzattığı an’ı bir kez daha ölümsüzleştirmek üzere tuvaline taşıyan ressam Louis David, yaklaşan ihtilalin ayak seslerini duymuştur mutlaka. Atina’nın tanrıları yer değiştirmiştir belki de. Onur ve cesaretin resmini halkın duvarlarına asmanın bundan daha çarpıcı bir yolu yoktur.”
İmkânsız İnsan
İnsan, imkânlar ve imkânsızlıklar sınırında bir ömür sürer. İmkânlar da insanın imtihanıdır. Sadettin Acar imkânsız insandan bahsediyor yazısında.
“İmkân adeta bir simya gibi insanın karakterini, hakiki yüzünü ortaya çıkarır. Geçmiş örnekler ve bugün yaşayıp gördüklerimiz bize nice insanın ve toplumun acıklı sonunun imkânların teşekkül etmesiyle geldiğini ibretle göstermektedir. İmkânların, birçok insanı ve toplumu önünde sürüklediğini ve nicelerini heba ettiğini okuyup gözlemlemek mümkün. Tarih sayfalarında küçük bir gezinti ya da günümüz dünyasında basit bir gözlem bize bunu bütün açıklığıyla göstermeye yetecektir. Hatta çok uzaklara gitmeden, temasta olduğumuz yakın çevremizden kimi insanların yaşadığı ve bizim de dönüşüm ve değişim olarak adlandırdığımız hallerine bakmak bile bu büyük tehlike hakkında bize yeteri kadar fikir verecektir.”
Cins Oturum
Cins Oturum, derginin keyifle takip ettiğimiz bir bölümü oldu. Ali Oturaklı, İsmail Kılıçarslan, Muhammed Yazıcı, Rıdvan Tulum ve Yusuf Genç bu sayı yine birbirinden ilginç konular üzerinde gerçekleşen bir sohbet ortamına biz de şahit oluyoruz. Din, siyaset, futbol, Dücane Cündioğlu, sosyal medya, Kemalizm, Gazze ve daha fazlası konuşuluyor.
İ. K.: Öyle ki Cübbeli Ahmet bile din hakkında konuşabiliyor yani. O derece güzel bir ülkeyiz. Gayet demokratik.
M. Y.: Dücane’nin son 10 yıldaki gelişmelerden haberi yok. Gençler artık çok dindar ve hayatın alabildiğine içindeler. Dünya nimetlerini, hazlarını yaşama fırsatı varken bu gençler o fırsatları ellerinin tersiyle itiyor. Ama Dücane’nin bunlardan haberi yok. Öte yandan Kemalizm denilen bir tarikat var mesela. Bu tarikatın mensuplarına bakacak olursak; Mardini, İbn-i Sina olur.
Y. G.: Adam bir şey yapıyor ve yaptığı şey 500 bin kişi tarafından izleniyor. İşte 5 bin kişi de yorum yapıyor. Yani söylediği şey karşılık buluyor birilerinde. Doğru ya da yanlıştan bağımsız, demek ki burada bir şey var. İnsanlar bu konuda bir şey duymak istiyorlar.
Ali Oturaklı: Şimdi basit bir ayrım yaptık. Dini sosyal medyadan değil kaynaklardan ve canlı bir varlıktan öğreniriz, dedik. Öte yandan takipçi sayısı ve etkileşim adetlerine göre öne çıkıp, dikkate alınanlar var. Bu dikkate alma işini devlet de yapıyor.
İ. K.: Mark Tyson diyor ki, “11 round boyunca atılan o yumruklar aslında o son yıkıcı vuruşa hizmet eder ve zamanı geldiğinde o son asil yumruk karşınızdakini yere devirir.” Filistin meselesi için böyle düşünüyorum. Biz bunları öldüreceğiz abi. Yani bu Siyonistlerin, Yahudi, Müslüman, Hindu, Ateist olması fark etmeksizin bu Siyonistlerin tamamını öldüreceğiz.
Yediiklim, Sayı: 415
Yediiklim dergisi, 415. sayısına Metaforik Düşünmeye dikkat çekerek başlıyor.
“Metafor, bir kavramı, bir olguyu, kendinden daha öteye taşımak anlamına gelen ve Türkçe’de mecaz ve mecazlı söyleyişleri ve edebi sanatların çoğunu da kapsayan bir kelimedir. Metafor, dil söz konusu olduğunda, Aristo’dan beri üzerinde düşünülen dilin bir meselesi olarak görülen bir kavramdır. Metafor bizde daha çok mecaza tekabül eden bir anlamda kullanılmış ve edebiyatın teknik bir meselesi olarak görülmüştür. Ancak Batılı düşünürler metaforu bir edebiyat terimi olmasından çok dil kullanımının bir parçası olarak görmüşlerdir. İbni Arabi gibi bizim medeniyetimizin büyükleri, imgelem ve metafor gibi kavramlar üzerine düşünmüş yazmışlar ancak sonraki dönemlerde onların metinlerinden uzaklaştığımız için Cumhuriyet sonrasında oluşan kültür dünyası bu fikirlerden mahrum kalmıştır.”
Sanatın Amacı ve İktidar
İsmail Kıllıoğlu, sanatın amacını işlediği yazısında sanat ve iktidar kavramlarını da işliyor. Şairlerin iktidar ile olan münasebetlerini Nef’i bağlamında ele alıyor Kıllıoğlu.
“Gerçi sanatın “amacı” konusu bir sorun olarak görülmekle birlikte, üzerinde açık ve belirgin bir uzlaşmaya varıldığını söylemek pek mümkün görülmemektedir. Sanatın, bir insani olgu olarak varlığı konusunda aşağı yukarı kabul edilmiş, en azından kabul edilebilir nitelikte görülen uzlaşma durumu, sanatın varlığına bir “amaç” yüklenmek istendiğinde, bir kuşku, en azından bir tereddüt tavrı kendini hissettirmektedir. Çok açık ifade edilmesi pek kolay olmamakla birlikte, sanata bir amaç izafe etme, onun mahiyetinin zorunlu niteliğinin bir gereğinden ziyade, dıştan bir irade ya da gücün istemlerinin bir gereği olarak eklemlenen bir unsur şeklinde nitelendirileceğidir.”
“Birncisi Nef’i örneğidir. Hakkında kısa bilgiler vermek gerekirse, şunlar yazılabilir. Tezkirelere göre, Divan edebiyatının önderlerinden olup “hakim milli hususiyetler” bakımından dört büyük şairlerden biri sayılmaktadır. Erzurum/Hasankale’de doğmuş, I. Ahmet döneminde muhasebecilik mesleği yaptığı İstanbul’a gelir. Sultan Ahmet’e ve oğlu talihsiz II. Osman’a, dönemin geleneği gereği kasideler yazarsa da IV. Murat’ın tahta çıkışına kadar herhangi bir destek görmez. Fevkalade görkemli kasideler ile övdüğü IV. Murat’ın himayesine girer.”
Devlet Ana’ya Dair
Mahmut Babacan, Kemal Tahir’in Devlet Ana romanına dair kaleme aldığı yazısı ile Yediiklim’de. Romanı detaylı olarak işleyen Babacan, ayrıca Devlet Ana’nın tiyatro uyarlaması üzerine de değerlendirmelerde bulunuyor.
“Kemal Tahir, Doğu ile Batıyı karşıt özelliklerle ele alır. Devlet Ana’da Türkler ahlaki yönden üstün vasıflarıyla verilir. Bacıbey, törelerden taviz vermeyen, yiğit bir kadındır. Dönemin ideal kadın tipini sergiler. Osman Bey, yiğit, cesur ve güvenilir bir kişidir. Ertuğrul Gazi, yerini ancak Osman Bey’in doldurabileceğini düşünür. Rüstem Pelvan’ın oğlu Demircan, babası gibi savaşçıdır. Kerim Çelebi, büyük değişim gösterir.”
“Kemal Tahir’in ilk olarak 1967’de yayınlanan romanından aynı adla tiyatroya uyarlanan “Devlet Ana” Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından çeşitli illerde sahnelendi. Bu oyunu İstanbul’da izleme imkânı bulduk. Üç saat süren iki perdelik “Devlet Ana” oyunu Türkiye’deki gösterimlerinden başka “2024 Türkiye- Macaristan Kültür Yılı” kapsamında, 6-28 Nisan tarihleri arasında Budapeşte’de Macaristan Ulusal Tiyatrosu’nun düzenleyeceği “11. Madach Uluslararası Tiyatro Buluşması”na katılmıştır.”
Nazif Gürdoğan’ın Ardından
Bayram Ali Çetinkaya, Nazif Gürdoğan’ın ardından kaleme aldığı yazısı ile dergide yer alıyor. Çetinkaya, Nazif Hoca’yı Mavera dergisi çevresinde yaptığı çalışmaları da anarak anlatıyor.
“Tefekkür ve teemmülünün imalatçısı ve ilham vericisi bu dergiler içinde Mavera, yirminci yüzyılın son çeyreğinde [1976-1990] ülkemiz insanını tenvir eden mecmuadır. 164 sayı çıkan Mavera, Yedi Güzel Adam [Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Akif İnan, Ersin Nazif Gürdoğan, Bahri Zengin ve Haşan Seyithanoğlu) tarafından neşredilmiştir. Özel sayılarıyla söyleşileriyle kendisini takip ettiren Mavera ekibi, Ankara’da memurluk vazifesiyle görevli yedi güzel insandan teşekkül etmekteydi. Bunlar içerisinde Ersin Nazif Gürdoğan’ın da konuşma ve sohbetlerinde ifade ettiği gibi, Büyük Doğu, Diriliş ve Edebiyat dergileri kendileri için büyük fikir ve tefekkür ocağı olmuşlardır. Bu ocakta çıraklık ve kalfalık dönemlerini yetkin mütefekkirlerin gözetiminde geçiren güzel adamlar, icazetlerini bir anlamda Mavera dergisini yayımlamakla elde ettiler.”
Ali Haydar’ın Doğu Işığı Üçlemesi ve Diğer Eserleri Üzerine Bir Değini
Osman Serhat Erkekli, Ali Haydar Haksal’ın külliyat boyutundaki çalışmalarına değiniyor yazısında. Doğu Işığı kitabı hakkında detaylar var yazıda. Kaynak niteliğinde bu çalışmalar edebiyat ve düşünce dünyamıza da ışık olacaktır.
“Hemen hepsi Yedi İklim dergisinde yayınlanan araştırma ağırlıklı, deneme tadındaki bazı makalelerini Doğu Büyüsü Ah Kudüs ve Doğu Işığı adlı ciltlerde topladı Haksal. Doğu Işığı üçlemesinin birinci cildinde Girit, Endülüs, Cervantes, Juan Goytusolo var. Cervantes’in İslâm karşıtlığı ile başlamıştı Ali Haydar bu yazılara. İkinci isim yine bir İspanyol Goytusolo çağdaş bir aydın, Franco rejiminden Fransa’ya kaçarak yerleşmiş; Rusya gezisinden sonra sosyalizmden vazgeçmiş, İslam’a sıcak bakmış, Araplara yakınlığından Fas’a yerleşmiş. Ömrünün son yıllarında Bosna’ya da giden, bu konuda bir roman yazan Goytusolo’nun romanı sinemaya uyarlanmış.”
Yediiklim’den Öyküler
Osman Koca- İzmer
“Aşın yorgunluğun sebebiyet verdiği bir sarhoşluk ve sersemlikle ovdu başını. Aralı gözlerle duvara monte edilmiş alafranga taş çerçeveli saate dikti gözlerini. Rakamları okumaktan daha çok hipnoz edilmiş biri gibi akrebi kovalayan ibrenin peşi sıra sürüklendi durdu. Saat güneşin sıfır noktasına gelmişti.”
“Başını yastığa bıraktığında dev cüssesi üzerinde emanet hissi uyandıran küçücük başıyla karşılaştı Cezmî’nin: “Rahatsız ediyorum!” Ölüme yatan hasta için rahatsızlık ne kelime! Beri taraftan severdi. “Estağfurullah buyurun, hangi dağda kurt öldü? Sen buralara pek gelmezdin de!” Tam olarak niçin geldiğini o da bilmiyordu.”
“Sulu yemekleri görünce iştahı açılmıştı. İlçede öğleden sonraları sulu yemek bulmak define aramaktan daha zordu. Kırmızı ve beyaz etin varyantlarıyla geçinmek zorunda kalırdı insan. Yıllardır tükettiği et miktarını burada iki sene zarfında eşitlemişti. Yani ki et yemekten gına gelmişti. 0 derece! Telefonunu çıkardı, masaya bıraktı, menüden hafızaları seçti, isimleri gelişigüzel tarayıp öylesine birkaç numara çevirdi.”
Refika Mert- Gece Atlarını Şehre Sürünce
“Giderek çoğalan bir veda kuşanıyordu şehir.
Işıkların birer birer yanmaya başladığı saatlerde, onunki sönüktü. Güneş, ellerini şehirden çekmeden ışık yakılmazdı. Saygısızlıktı bu.”
“Zaman, siyah eldivenlerini giyip maskesini takmış, bir hırsız gibi donuk adımlarla odanın duvarlarını, ihtiyarın yüzünü, takvimin yaprağını yokluyordu. Bu odada işi bittiğinde kimse rastlamayacaktı onun parmak izine. Herkes bilecekti buradan geçtiğini. Fakat kimse ispatlayamayacaktı.”
Yediiklim’den Şiirler
Baktım yokuş aşağı çocuklar
Mor menekşelerce sıralanmış
Bu güzellik şendendir Allahım
Sağıma soluma selam verince
Bir gülümseme geliyor bana
Nurettin Durman
elif zaL Lam
harflere ve şükür feleklerine
nefesin zerresine noktanın tanesine
boşluğun ve suskunluğun
şükür hengamesine
ve selam kurulduğun amaya
gönüle ve süveydaya
mihmana ve beyzaya
ol dediğin kere selam
ol dediğin kere devam
bilmiyordum -bildirdin!-
baktın ve bakışınla eridi dolu
erimek hicapladır -yandırdın!-
yuvarlaklık ve berraklıkta
bir cevheri andırıyordu suyun
köpüğüyle yoğurdun eşyayı
nefesinle doğrulttun ateşi ve buharı
cemalin ve celalin kürsülerinde
o yüce gökleri açtın
ol dedin
her şeyi bir damla sudan yarattın
Alper Gencer
insana, akıl etmek içinmiş kalbi oysa,
kalbini görmemek için, çok geceye
gözlerini kapayan insan ben’i sevmeleri
aşk sananlardı âh, her şey gönülde
cereyan ediyor kimse aşk olmadan
hayat bulmuyordu.
Erkan Kara
Uyusun uyanmasın dünya ne fark eder
Bir demokratik sabahta ısıtmaya yeter
Hak için kalkmayan hiç ellerini
Şöminelerde yanarken
Sadece hüznü çatırdatan
Gazzeli bebeklerin ayakları
Bir yılbaşı akşamı
Sonsuza doğru yanarken..
Faysal Soysal
göğü boyayacak kadar cesur değil bulutlar
kırk yalanı bağlamışlar mavi bir ipe
yedi merdiven dayanmış yedi kat göğe
dalarken uykuya büyülü kelimelerle
Ayşe Altıntaş
Siyaha dönüşebilirim beklerken uzak geceyi
Dünyam güzelleşiyordu ne zaman dışarı baksam
Oldu mu bana gökyüzü döküldüğüm ırmaklar
Simsiyah bulutlarda yüzümü arasam
Gül yine eski güldür bulduğum sabahlar
Daha fazla hatırlayamadığım rüyalar.
Ahmet Tepe
Türk Edebiyatı’nda Ziya Gökalp Dosyası
Türk Edebiyatı dergisi ölümünün 100. yılı münasebetiyle Ziya Gökalp dosyası hazırlamış. Dosyadan altını çizdiğim satırları paylaşacağım.
İskender Öksüz – Ziya Gökalp’ten Ne Kaldı?
“Gökalp’e göre milliyetin tarifi ve tek dayanağı terbiyedir ki terbiye insana harsı verir. Gerçi bugünkü kullanımımızda hars=kültürdür ama Gökalp, “kültür” kelimesinin hem hars hem de medeniyet kavramlarını içerdiğini söyler ve bu anlamda kendi icadı “hars” kelimesini tercih eder. “Hars”, tıpkı “kültür” gibi toprağı işleme kökünden gelir.”
“Gökalp’te, edebiyat, musiki gibi toplumun bütün “hayatları”nda hem harsa hem de medeniyete ait bileşenler vardır. Fakat bu bileşenler geçirgen değildir, ayrıdır. Mesela edebiyatımızda halka, dolayısıyla harsa ait halk edebiyatı, musikimizde halka ve harsa ait halk musikisi vardır.”
Lütfü Şahsuvaroğlu- Şair Ruh ile İlim Cehdinin Şahsiyet Dikotomisi Üstünde Türkçülüğün Kavramsal İnşası Örneği: Ziya Gökalp
“Gökalp’in kafasındaki romantizmle realizm, idealist görüşle amelî görüş arasında bu temel tezat “Kızıl Elma” şiirinde açıkça görülür. Manzumede, güne ait amelî meselelerin münakaşasıyla rüya ve hayalleri kucak kucağa sergiler; garip mecazlar yalın tasvirlerle iç içedir.”
“Gökalp sosyolojisi, metodoloji bakımından Durkheim kaynaklı olmakla beraber gerek uygulamada gerekse Türk cemiyetinin meselelerini karşılamada kendine has birtakım görüş ve düşünceleri ifade eder. Bu bakımdan, Gökalp sosyolojisine her yaklaşım onda yeni unsurların ortaya çıkmasına vesile olabilir.”
Süleyman Doğan -Ölümünün 100. Yılında Ziya Gökalp’i Anmak ve Anlamak
“Gökalp’in düşüncelerini anlamak için onun kaygılarına da bakmak gerekir. Bir düşünürün düşünce dünyasının temelini anlamanın yolu, kişinin içinde bulunduğu şartları ve etkilendiği fikrî kaynakları dikkate almaktan geçer, zira herkes kendi zamanının çocuğudur. Bu anlamda Gökalp de zor dönemlerden ve siyasi bir krizden geçen bir İmparatorlukta doğdu ve daha derin güç krizlerine şahit olarak hayatını sürdürdü. Birinci Dünya Savaşı’na, ülkesinin çeşitli bölgelerinin ve dahi başkentinin işgal edildiğine şahit oldu. Doğal olarak Gökalp’in zihninde de bu sorunları aşmaya yönelik çözüm arayışları ile şekillendi.”
Ahmet Sevgi – Ziya Gökalp ve Dinî Türkçülük
“Öncelikle Kur’an-ı Kerim, ibadet için değil, anlamak ve yaşamak için okunmalı. İnsanlar namazda okuduğu surelerin ve ettiği duaların anlamlarını bilmeli. Dinini başkalarından değil, ana kaynaklardan bizzat okuyarak, üzerinde düşünerek öğrenmeli. Bunun için de İslami kaynakların tamamı, herkesin anlayacağı şekilde Türkçe olmalı ki dinî hayatımız şekilden kurtulsun, yaptığımız ibadetlerden tat alalım. Esasen Ziya Gökalp da “Dinî Türkçülük” derken bunları kastetmektedir.”
Beşir Ayvazoğlu’nun Edebî Biyografilerine Dair Bir Deneme
Sema Uğurcan, Beşir Ayvazoğlu’nun biyografik eserlerine dair yazmaya devam ediyor. Bu sayı; 1924 Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi, Florinalı Nazım ve Şaşaalı Edebî Hayatı, Yahya Kemal, He’nin İki Gözü İki Çeşme Bir Asaf Hâlet Çelebi Biyografisi kitaplarına dair notlar var.
“Beşir Ayvazoğlu, Asım’ın ağyarını mani etrafını cami bir özetini verir. Şiir kişisi Asım, bilindiği gibi Hocazade’nin ikna etmesiyle Avrupa’ya gider. Tevfik Fikret’in Haluk’tan istediklerini gerçekleştiren kişi olarak yurda dönecektir. 1924 kitabındaki dönem etkilerini nakletmekte Ayvazoğlu devam eder. Âkif’in Ankara’daki ikinci meclise milletvekili seçilemeyince İstanbul’a dönüşü, Mısır’a gidişi, 1924’te Mısır’dan dönüşü, bu yemekli toplantıdan sonra yine Mısır’a gidişi, 1925 Mayıs başında dönüşü, şapka kanunundan bir ay önce Mısır’a gidişi ve on yıl dönmeyişi gibi hayat safhaları hakkında bilgi verir.”
Bâki Asiltürk – Hocam İnci Enginün Hakkında Gecikmiş Bir Yazı
Bâki Asiltürk, üniversite yıllarından ve hocası İnci Enginün’den bahsettiği yazısı ile Türk Edebiyatı’nda. Yazısının girişinde edebiyat fakültesini kazanmış bir gencin yaşadığı hayal kırıklıklarını çok net ifadelerle anlatmış Asiltürk. Beklentiler ve bunların sadece bir hayal olduğu gerçeği ile karşı karşıya kalma durumu. Sene; 1985. Aradan ne kadar zaman geçse de değişen çok da bir şey olmadığını görmek oldukça acı. Dergiden, yazardan bîhaber olarak mezun olan edebiyat öğrencilerinin varlığı devam ediyor. Aslında bu, hocaların elinde şekillenecek bir süreç. Bâki Hoca edebiyat dünyası ile iç içe olduğu için öğrencileri de dergi, kitap, yazar gibi kavramları net olarak yaşayarak öğreniyorlar. Tanıdığım birçok öğrencisi bunun ispatı. Fakat bunları hiç duymadan, öğrenmeden edebiyat tarihinin tozlu raflarını kurcalamakla ömür tüketenler ne yazık ki hâlâ aramızda yaşamaya devam ediyor. Hocanın günümüz edebiyatından haberi olmayınca sonuç olarak öğrenci de edebiyat tarihini yüklenerek mezunu olmaya devam ediyor. Mevzu derin.
“İnci Hanım’ın adını henüz Adana’da lise öğrencisiyken biliyordum. Anı kitaplarına, edebiyatçılar hakkında yazılmış monografilere, yazar ve şairlerin biyografilerine meraklı bir liseliydim ve İnci Enginün adını ilk defa, bir sahafta rastlayıp aldığım Halide Edip Adıvar (Toker Yay.) adlı monografi kitabının kapağında görmüştüm. O kitabı okuduktan iki yıl kadar sonra İstanbul’a, Marmara Üniversitesine edebiyat eğitimi almak üzere gelmiş, birkaç dönem sonra da hocanın öğrencisi olmuştum. Sadece derse giren, dersini anlatıp giden bir hoca değil aynı zamanda konferanslar veren, dergilerde yazan, sempozyumlarda bildiriler sunan bir akademisyenle karşı karşıya idim. Çalışma tekniği ve sürdürdüğü etkinlikler açısından hayalimdeki hoca tipinin bir örneği idi. Üniversitenin üniversite olduğunu hissettiren hocalar vardır, İnci Enginün kendi kuşağı içinde öyle bir kişilikti. Ders dışı ortamlarda ciddi, ağırbaşlı, az ve öz konuşur, kaynaksız asla konuşmaz, iddialı üsluptan kaçınır, “bilme”- ye ve “bilgi”ye büyük önem verirdi.”
Ortak Türk Alfabesi Nedir, Ne Değildir?
Mesut Şen, eylül ayı boyunca gündemde olan ortak Türk alfabesi konusunu ele almış.
“Şu hâlde Türk Dünyası Ortak Alfabe Komisyonunca 11 Eylül 2024 tarihinde imzalanan ortak Türk alfabesi nedir? Ortak Türk alfabesi, Latin harflerine geçmiş, geçme aşamasında ya da ileride geçmeyi düşünen Türk Cumhuriyetlerinin standart (konuşma ve yazıda ortak kullanılan) dillerinde kullanılmak üzere hazırlanmış ortak harf havuzudur. Herkes kendisine göre, örneğin, ı sesi için farklı karakter, c sesi için farklı karakter, ş sesi için farklı karakter seçmesin diye hazırlanmış, sadece kılavuz olma amacını güden bir alfabedir.”
Elimi Bırakma, Unutursam Fısılda!
Şerif Aydemir, keyifle okuyacağınız; içinde şarkılar, türküler, şiirler geçen anı tadında yazısı ile dergide yer alıyor. Her şeye hazırlıklı olun. Karşınıza Metin Eloğlu’ndan bir şiir ya da Yıldız Tilbe’den bir şarkı çıkabilir. Şehrin gürültüsü mü… O hiç durmuyor.
“İki adımda bir durak… Vıcık vıcık kırmızı ışık… Dertsiz, tasasız kalabalıklar… Göğüs göğüse, omuz omuza bu ne yabancılık? N’oluyor? Her köşeye “Bremen Mızıkacıları” tünemiş. Notasız bağırtılar kemiriyor kulaklarımızı. Bunca cızırtıyı, bunca mekanik sesi göktaşı gibi kim düşürdü atmosferden kucağımıza?”
“Zaman ne kadar aktı bilmiyorum, Sepehri’yi, Veysel Ağa’mı, Yıldız Tilbe’yi uzaklarda kendi hâllerine bıraktım. Onca yorgunluğu kısa günün kârı sayıp eve döndüm. Evde dört gözle beni bekleyenler var. Sabahattin Ali’nin, gönlüme çok yakın bulduğum ve beni erken dönemde yakalamış bir hikâyesini hep zihnimde gezdiririm. Değirmen kitabının içindedir: “Bir Delikanlının Hikâyesi” adını taşır. Fırsat yakalarsanız bulup bir göz atın derim. Mutlaka kendinizden bir esinti bulacaksınız, hele kitapla haşır neşirseniz.”
Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
Bir güz çiziyorum aynalıklara
Bir ev her penceresinde gözlerin
Bir kısrak yelesi karanfillerden
Gümüşten bir ırmak; susayınca in
Bir dağ çiziyorum, senin gülüşün
Bir dağ çiziyorum, benim kederim!
Mehmet Aycı
Ay ışıdı gün doğdu umutlara açıldım
Her neye el attımsa hepsi yalancı gerçek
Deniz bitti dağ bitti kıyısındayım ömrün
Bir kelime ver bana katına yükseltecek
Hüseyin Akkaya
Kahve kendi kendini yıkar sessiz sedasız
Bizim at uşakları konuşamaz, dilsizdir
Ve bizim beslemeler tas görmemiş hatta
Kurna edebiyatı yapmakta emsalsizdir
Şahin Kabakuş