Hece Öykü; Sayı: 125

Hece Öykü dergisi 125. sayıya Emin Gürdamur’un “Çatışmasızlığa Övgü” yazısıyla başlıyor. Çatışmadan beslenmek diye bir kavram var. Sosyal hayatta ya da edebiyat dünyasında çatışmayla sağlanan bir kurgu dünyasının varlığından söz edilebilir. Gürdamur; çatışmanın edebi metinlerde kullanım alanlarına ve kurguya etkisine değindikten sonra, çatışmasız bir dünyayı arzulayan dileklerle tamamlıyor yazısını.

“Büyük çatışmaların gerçekleştiği kurmaca meydanını uzaktan seyreden zavallı okur ise hayatına hiçbir zaman uğramayacak olan tumturaklı olaylar karşısında, acaba anormal olan ben miyim, diye soracaktır kendine. Hesaplaşmalarla, entrikalarla, sorgulamalarla, büyük hadiselerle dolu bir romanı ya da öyküyü okuduktan sonra kendi hayatının tekdüzeliği karşısında memnuniyetsizliğe kapılmayanımız var mıdır gerçekten?”

Öyküde Mimari- Estetik

Handan Acar Yıldız, estetik konusunu ele almış bu sayı. Olaya dayalı metinlerde estetiğin kullanım alanlarını mimari-kurgu bağlamında ele alıyor Yıldız. Bu yazıları bir öykü atölyesinde okumak mümkün çünkü öykücü bir yazarın deneyimlerine de şahitlik ediyoruz.

“Hangi öyküye, romana, metne estetik deriz? Her başarılı öykü estetik midir? Her iyi öykü estetik midir? Her güzel öykü estetik midir? Bu sorunun cevabı: hayır. Her başarılı, iyi, güzel öykü aynı zamanda estetik değildir. Ama her estetik yapı(t), aynı zamanda iyi, güzel ve başarılıdır. Edebiyatta estetik denilince denilince çoğunlukla anlaşılan, kullanılan dildir. Bu, eksik bir anlayıştır. Bir metin yalnızca kullandığı dil ile estetik olmayı başaramaz. İyi bir dil kullanmak önemlidir ama yeterli değildir. Neden?”

Hâle Sert’ten Duygu Okumaları

Selçuk Baran’ın Haziran kitabından hareketle duygu okumaları yapıyor Hâle Sert. Camus da bize Sisifos Söyleni ile eşlik ediyor. Arada Sait Faik’in de mevsimler tadındaki varlığı da yazıyı daha keyifli hale getiriyor.

“Selçuk Baran’ın “Haziran”ında yaz gelmiş, dünya kendini baştan aşağı tazelenmiştir, Sait Faik’in betimlemeleriyle karşılaşan okur buradaki benzerliğe sevinmişken, taze dalların arasından yaşama değil ölüme uzanan bitişle sarsılır. Haziran’daki öyküler gücenik, kırılmış, vazgeçen insanları anlatırken Sisifos’un kabullenişinden hayli uzaklaşırlar.”

Kulak Misafiri

Ali Necip Erdoğan’ın Fırlatma Rampası’na “Kulak Misafiri” oluyoruz. Yazma serüvenine “tuzak-güven-karar” aşamalarından bakıyoruz. Önemli olan hissetmek ve süreci doğru yönetmek.

“Sürekli notlar alarak geçirilen bu durgunluk döneminden sonra tekrar yazmaya başladığında kendisiyle diğer yazarlar arasındaki farkı görmeye başlayacaktır. Yapılacak şey bu “farkın” üzerine gitmektir. Yazar bu farkı büyütmeye başladığında kendi sesini, anlayışını, algısını, düşünceleriyle aktarıyor olmanın hazzını yaşar. Ayrışma gerçekleşmiştir ama henüz istenilen seviyede değildir. Zira o büyük metnin henüz nasıl yazılacağına dair arayış içerisindedir. Bu arayış ikinci durgunluk sürecinin başlangıcıdır.”

Define Odası’nda Enis Avni Akagündüz Var

Define odasından inciler ortaya çıkmaya devam ediyor. Serkan İnce, Enis Avni Akagündüz’ü anlatıyor yazısında. Hayatı, edebiyat dünyasındaki dostları ile yaptığı çalışmaları ayrıntılı olarak ele alınmış.

“Askerî lisede okudukları dönemde Ömer Seyfettin’le beraber Mecmua-i Edebiyye adlı dergide yazılarının yayımlandığı sırada Enis Avni henüz 16 yaşındadır. Bu okulun ikinci sınıfında iken Ömer Seyfettin ve bazı sınıfların ileri gelenleriyle beraber çeşitli siyasi olaylara karışması neticesinde mabeyinden gelenler tarafından oluşturulan divanıharpte yargılanır ve pranga edilerek hapsine karar verilir.”

“Aka Gündüz, 1897’deki Türk-Yunan Savaşı, 1908’deki II. Meşrutiyet’in ilanı, 1909’daki 31 Mart Vakası, Adana Olayları, 1911’deki Trablusgarp Savaşı, 1912’deki Balkan Savaşları, 1913’teki Babıali Baskını, 1914’te başlayan Birinci Dünya Savaşı, 1918 sonrası mütareke yılları, 1919’da fitili ateşlenen Millî Mücadele yılları, 1923’teki Cumhuriyet’in ilanı ve sonrası yapılan yenilikler gibi Türk toplumunu yakından ilgilendiren savaşlara, ihtilallere ve inkılaplara doğrudan doğruya tanıklık eder.”

Kurmacanın Sınırları: Özgürlük ve Ahlak

Eni Konu bölümünde bu sayı Rüveyda Durmaz Kılıç, kurmacanın sınırlarını çiziyor. Ele aldığı iki konu; özgürlük ve ahlak. Kurgu dünyasında yazarın sınırlarını çizmesi gerekiyor. İnsan aklı ve hayali sınırsızlık içinde savrulurken bir yerde kendisine “dur” diyecek bir sınır vardır. Kılıç, konuyu detaylı şekilde örnekleriyle işliyor.

“Ahlak ve özgürlük, sanatçının kendi bilincinin sınırları içerisinde doğmaya başlar. Kendini bilmenin, tanımanın ve neticesinde bir değer üretebilmenin imkânı sanatçının var oluşunu ne kadar yokladığıyla hatta bazen onu parçalayıp yeniden birleştirmesiyle ilgilidir. Yazar, özgürleşmeye çalıştığı her konuda ilk önce kendi derisini yırtacak, korktuklarıyla yüzleşecek ve en önemlisi özgürleşmenin bedelinin, okura karşı sorumluluk almak olduğunu her zaman fark edecektir.”

“Edebiyatın derdi, amacı insandır; edebiyat insandan beslenir, insana döner ve insanda karşılık bulur. İyilik ve kötülüğü içinde taşıyan insanın hikâyesi de dünyada başlar. Bu onun gerçeğidir. İnsanın cennetteki ilk günahı, bu hikâyenin başlangıç noktasını açıklayan bir kurguydu ama biliyoruz ki asıl anlamıyla kötülük insanın dünya sürgünüyle başladı.”

Bülent Ayyıldız ile Öykü ve Teori Üzerine

Ayşe Hicret Aydoğan’ın sorularını cevaplamış Bülent Ayyıldız. Öykü, roman ve deneme kitapları merkezli söyleşide Ayyıldız, yazma hikâyesini de anlatıyor.

“Kısa öyküdeki bir sahne, tek başına güçlü bir merkez oluşturur. Oysa romandaki bir sahne, yalnızca metnin içinde değil, aynı zamanda metnin dışındaki dünyayla da ilişkilenir. Roman enerjisini sağa sola, ileri geri, geçmişe ve geleceğe dağıtır; karakterlerin iç dünyalarına dalabilir, oralarda asırlar geçirebilir.”

“Yazarlık, tıpkı diğer zanaatlar gibi öğrenilebilecek bir beceridir. Bazı temel bilgiler faydalıdır. Sinema okullarında üç perde kuralı öğretilir. Bu demek değildir ki bütün usta yönetmenler bu yöntemi kullanıyor ama kuralların dışına çıkıp orijinal şeyler yazmak için önce kuralları öğrenmek faydalı olabilir.”

Yazar Kafa’nın Konuğu; Ali Necip Erdoğan

Rüveyda Durmaz Kılıç’ın incelikli sorularına aynı incelikte cevaplar vermiş Ali Necip Erdoğan.

“Evet. Gidebilirim, vazgeçebilirim. Kişi, ailesi ve işi dışında kalan şeyleri çok da abartmamalı. Aileyle ilgilenmek, işini iyi yapmaya çalışmak, kalan diğer şeyleri sürekli düzenliyor ya da onlar kendi kendine dağılıp düzenleniyorlar. Bunu hep tuhaf bulmuşumdur.”

“İyi bir okur muyum bilmiyorum fakat okumak işe yarıyor. Ne işe yarıyor derseniz onu da bilmiyorum.”

“Geçip giden hayatın içinde mutlu anlar aramak en büyük tesellimiz galiba.”

Hicret Birik’le İlk Kitap Söyleşisi

Hicret Birik, ilk kitabı Yedi Yılanlı Kavuk ile günümüz öykü dünyasını selamlamış oldu. Fatih Selvi’nin sorularını cevaplamış Birik. Bu tür söyleşiler özellikle genç yazarlar için örneklik teşkil edecek notları da içeriyor. Okuma notları, yazma yöntemleri gibi birçok ayrıntıya değiniler var.

“Yazıya tutkum çocukluğumdan beri vardı. Bu yüksek kuleye bir kat atamazsam bile kendi kendime yazmaya devam edecektim. Kitap çıkarma işi hesaplı yaptığım bir şey miydi emin değilim ama nasip oldu ve o kuleye bir kat atabildim, mutluyum.”

“Kurmacada kendime belirlediğim sabit bir yol olduğunu söyleyemem fakat öykülerimi okuyanlar teknik olarak ne şekilde yazarsam yazayım bana ait bir ses işittiklerini söylüyorlar. Kendi kişisel sesimi duyurabildikten sonra hikâyenin teknik kısmını çok önemsemiyorum. İster şiirsel ister büyülü gerçeklikle yazılsın yazarı diğerlerinden ayıran şey sesidir.”

Hece Öykü’den Öyküler

Tuba Dere – Kanadım Değdi

“Nişantaşı’na mistik bir toplantı için gelmiş. Ney öğrenmeye başlayalı birkaç hafta olmuş ama derdi enstrüman çalmak değilmiş, aslında işin felsefesiyle ilgileniyormuş. Ne olursan ol gel, felsefesi mi diyorum. Hemen itiraz ediyor, “O kadar hafife almayalım.” Ortalıkta gezen pek çok derin düşünce, dillere pelesenk edilip içi boşaltılarak anlam kaybına uğramış. O bundan kaçınmaya çalışıyormuş.”

“Karşıdan karşıya geçerken arabaların geliş yönüne doğru geçiyorum onu korumak için. İnceliğim hoşuna gidiyor, yüzündeki tebessümden anlıyorum. Elinde altın kâse gibi taşıdığı, artık tamamı kararmış elma koçanını ağzına kadar dolu bir çöp konteynırına atıyor sonunda. Çöpten fırlayan iki sineği eliyle kovalıyor. İncecik parmaklarını çantasından çıkardığı ıslak mendille siliyor. Onu hayranlıkla seyrettiğimin farkında artık.”

Melek Tosun – Duman Dede

“Duman Dede’nin hikâyesini bilenlerden daha çoğu beni bilmiyor, benden korkuyor ve yüz çeviriyor. Bu hep böyle oldu. Bir tek o fark etti beni. Yirmili yaşlarında bir karacanın yuvası olduğu gibi, olgunluk yaşlarında da Ahyaz Tepesi’ndeki kulübesinde bana yuva oldu, incitmeyen ancak varlığı ile güven veren bir dağ gibi ardımda durdu. Yine de başkalarını fenalıklarından vazgeçirmeye gücü yetmedi. Bu yüzden kendimi bildim bileli çok ağladım.”

“Sislerin dağları incitmeden serildiği gibi, Duman Dede gibi, incitmeden içine çekti beni obruk. Ödenmemiş hesapların, zümrüt yeşilinin, boynuz parçasının, tek gözümün ve yok gözümün ağırlığı beni en dibe çekti, incitmeden.”

Birgül Temur – Bir Kuyu Meselesi

“Acıkmıştım, yanımda getirdiğim konservelerden birini açıp yedim. Sanki dün gece olanları ben yaşamamışım gibi serinkanlı davranıyorum. Çizim yaptığım masaya oturup kömür kurşun kalemi yeniden aldım elime. Masa saatiyle kalemlik arasındaki örümcek ağına takılıyor gözlerim. Örümcek ortalarda yok. Varlığım onu rahatsız etmiş olmalı.”

“Az sonra sesler yakınlaşıyor. Kapının kolunun inmesiyle fare gibi kendime saklanacak delik aramam bir oluyor. Ama ben fare değilim ve bir yuvam yok. Tüm bedenim buz kesiyor. Gelenler kapıdan bana gülümsüyorlar. Saçları, sakalları ağarmış birbirine girmiş. Gür sesli olan “Oğlum amcanla aramızdaki husumet bitti, kuyu kazdırmama izin verdi. Sondaj makinesini yükledik arabaya. Paslanmış, belki de bozuktur. Tamirciye götürüp bir baktıracağız.” diyor.”

Selma Maşlak – Kedi

“Kedi bildik kedilerden değil. İnsana benzer hâlleri var. Yuvarlak yeşil gözleriyle konuşulanları anlıyor, kapı mandallarını indirip kaldırıyor, ocağa odun mu lazım süpürge artığına kürek mi dişlerinin arasına kıstırıp getiriyor. Sade bunlar değil. Saime hayvanın uğurunu deniyor. Kedi geldikten sonra bahçedeki canı çekilmiş kiraz ağacının dallarına yemyeşil su yürüyor, gölgesinde nane sapları şımardıkça şımarıyor, ocakta sütler bir karış kaymak tutuyor, kuru diri ne varsa yeniyor ama eksilmiyor.”

Jale Önder Darıcı – Terzi, Selma ve Yalnızlıklara Dair

“Oturduğum bankta usulca kıpırdandım. Defterimi kapatmadan tekrar tekrar okudum yazdıklarımı. Onlarca not vardı. Hiçbir yere gönderilmeyen, başı sonu olmayan mektuplardı bunlar. Ezberimde aylarca dolaştırdığım numarayı düşündüm. Cüzdanımdan telefon kartını çıkardım, evirdim, çevirdim, bir türlü karar veremedim. Meydanda bir telefon kulübesi vardı, az ötemdeydi. Başımı çevirdiğimde rahatlıkla görebiliyordum. Üstelik sıra da yoktu.”

“Benim diktiğim elbiseyi yanımdaki boşluğa koymuş, hikâyesini de alıp gitmişti. Muhtar, nasırlı elleriyle masanın üzerinden mührünü aldı, cebine koydu ve kahveye yollandı. Saat beşe geliyordu. Almanya’da saat üçtü ve sabah karanlığında başlayan mesai hâlâ bitmemişti. Dikiş makinesi üretiyorlardı. Sağlam ve kaliteliydi makineleri. Ömürlük.”

Orhan Çatma – Çekçek

“Çuvalın cebindeki eldivenlerini göz ucuyla süzdü. Vazgeçti. Az sonra ellerini pantolonuna sildi. Biraz ötedeki gölgeyi gözüne iyice kestirdi. Parmak uçlarına kalkarak son bir vücut hamlesiyle arabayı kendinden tarafa büyük bir gıcırtıyla devirmeyi başarabildi. Şimdi tamamen onun kontrolünde. Gölge, ufuk çizgisi gibi uzaklaştıkça uzaklaştı. Derin bir iç çekerek vücudunu bir yay gibi gerdi.”

“Sokağın başından çekçek arabasıyla başka bir çocuk belirdi. Mahsun’u görünce adımları yavaşladı. Önce ters bir bakış… Mahsun oralı olmadı. Bir dizi hâlinde çöp kovaları sokağın bir ucundan bir ucuna uzanıyor nasıl olsa. Hepsini kendi toplayacak değil ya? Burada daha on araba çöp var. Karşıdan gelen çocuk çöp kovalarının diğer ucunda durdu. Ara sıra Mahsun’a bakışlarıyla burada ne beklediğini soruyordu. Bu bakışlarda alenen düşmanlık, kasıt seziliyordu.”

Hararet’ten  Esaslı Bir Duruş

Dergilerin çıkış sebepleri arasında hayata karşı duruşunu pekiştirmek ve dünyaya esaslı bir selam göndermek kıstaslarını çok önemsiyorum. Derginin bir duruşu olmalı. Olup bitene kulağını tıkayıp gözünü kapatanlar gün gelir kaybolur gider.

Hararet dergi 5. sayısına Yusuf Dikeç’i kapağına taşıyarak çıktı. Giriş yazısı da kapak kompozisyonunu destekler mahiyette gür bir sedayla meramını anlatıyor. Durduğu yerin ve coğrafyanın farkında olan bir dergi Hararet.

Derginin Giriş yazısından…

“Millet olarak neyle karşı karşıya olduğumuzu unutmamak gerekir. Çünkü biz unutsak da, “onlar” unutmuyor, unutmayacak! Biz binlerce yıldır hiçbir koltuğun/kanadın altına/himayesine girmedik. Bu yüzden bu kadar yara aldık. Saçak altında değilsen ıslanırsın! Biz sırılsıklam olduk. O halde mademki Süleyman Çobanoğlu dedik, yine onunla bitirelim: “Türkiye ağır yüktür, kemiği çatırdatır!” Farkında olmamız temennisiyle…”

Kerim Korcan’ı Gölgede Bırakan Eser; Tatar Ramazan

Bazen kişinin yazdığı eser adının önüne geçer. Bu, edebiyat dünyasında sık rastladığımız bir durum. Okuyucular bir şekilde eserle bütünleşirken yazarı göz ardı edebilirler. İbrahim Gürel, bu zaviyeden yaklaşarak Kerim Korcan’ın Tatar Ramazanromanını ele almış.

“Hikâye başarılı bir cezaevi tasviriyle başlıyor. O kadar ki, Korcan bu gerçekçi betimlemelerle okuru elinden tutup mekânın içine götürüyor. Artık okur da bir koğuştan diğer bir koğuşa gezmeye, olaylara bizzat tanıklık etmeye hazırdır. Kerim Korcan eserin kurgusunu oluşturabilmek için kendisinin de uzun yıllar geçirdiği mekân olan cezaevini çok verimli kullanmıştır. Bir hikâyede aranan karakterler de tüm çeşitleriyle bu mekânda yer aldığından okur-yazar bağını başarıyla kurmuştur.”

“Kerim Korcan 1984 yılında Ege Üniversitesi’nin düzenlediği 1. Tiyatro Araştırmaları Kongresi’nde kendini dinleyicilere şu cümlelerle ifade etmiştir. “Adım Kerim soyadım Korcan. Adapazarlı bir saat tamircisinin oğluyum. Toplumumuzun yaptığı çağrıya, daha doğrusu kesin bir görev emrine uyarak kırk yıldır düşünce ve fikir savaşı alanındayım.” Korcan kimilerine göre gölgede kalan yazarlardan biridir. Öyle ki Tatar Ramazan kendisinden daha çok tanınmış, bilinmiştir. Tabi bunda eserin sinema filmine uyarlanarak daha fazla insana ulaşmasının da etkisi vardır. Usta yazar Kerim Korcan’ı bir kez daha saygı ve rahmetle anıyoruz.”

Gibi

“gibi” en çok kullanılan edatlardandır. Benzetme görevini üstlenmiştir gibi. Meryem Su Kaya öyle güzel benzetmelerle bizi eski günlerin huzurlu vakitlerine götürüyor ki… Her şey çocukluğumuzdaki gibi, dupduru. Kalbimiz gibi.

“Küçükken biz parkta oynuyorken bize acı bir gülümsemeyle bakan abi ve ablaların neden öyle baktığını şimdi anlıyorum ben. Küçükken ailemle gittiğim o lokantada yan masada arkadaş grubuyla oturan insanların aslında benim yaşayacağımdan çok farklı bir hayat yaşamadıklarını ve iki tarafın da birbirine eşit derecede özendiğini fark ediyorum.”

“Sahi eskiler, eskiler deyip duruyoruz. Sararmış birkaç takvim yaprağından başka nedir eskiler? Günümüzü sevemiyoruz, geleceğimizden korkuyoruz diye geçmişin sıvasını kazıyıp üzgün anılarımızı çıkartıp sadece iyileri bıraktığımız, sonra da dönüp eskiden çok mutluyduk ya, dediğimiz anlar ibaret değiller midir esasında? Yaşamaya devam etmek için güzel günlerin de var olduğunu kendimize kanıtlamaya çalışıyoruz, yaptığımız her şeyde sonsuz bir fayda arıyoruz, karşılıksız kelimesi artık aynadaki için bile geçerli değil.”

Hepimiz Yeraltı Adamıyız

Turgay Ovalı, Dostoyevski romanlarını ve kahramanlarını psikolojik bir yaklaşımla ele alıyor. İnsanları birçok yönleriyle ele alan Dostoyevski, toplumun her kesiminden kişileri eserlerinde kahraman olarak seçse de karşımıza daha çok gözden uzak yaşayan ve ötelenmiş kişilerin varlığı daha da yoğundur. Ovalı, eser- kahraman tahlilini yaparak yaşadığımız zamanlarla ilgili de değerlendirme yapıyor.

“Dostoyevski’nin psikolojisine bu derin dalışı tamamladığımızda, eserlerinin sadece ilgi çekici anlatılardan daha fazlasını sunduğu açıktır. Modern dünyamızda geçerliliğini koruyan insan doğasının derinlemesine bir keşfini sağlarlar. İster psikoloji öğrencisi, ister edebiyat tutkunu olun, ister sadece bu çılgın dünyayı anlamaya çalışan biri olun, Dostoyevski’nin romanları değerli içgörüler sunar. Bize insan zihninin karmaşık, çoğu zaman çelişkili bir şey olduğunu, büyük iyilik ve korkunç kötülükler yaratabileceğini hatırlatır.”

İntimas

Kime dokunsak bin ah işitir olduk. Dünyanın derdini dünya taşıyor desek yeridir. İnsan da dünyanın bir yansıması olduğuna göre her şey dünya gibi savrulup duruyor. Tuğba Karademir, allak bullak olmuş bir hayattan ya da ters yüz olmuş bir zaman diliminden bahsediyor yazısında. Buna kaybolmak diyebiliriz.

“dünyam takla attı. hasarım hesapsız. başımda dehşet bir ağrı. dünleri düşünmeyi bırakmam lazım. solmayı seçen bir çiçeği inatla yeșertmeyeçalışmaktan vazgeçmem lazım. değişen mevsimle ve gelecek günlerle yüzleşmem lazım. da nasıl. sökük dikilir dökük toplanır yara sarılır ama benim dünyam takla attı. buna ne yapılır.”

Hararet’ten Öyküler

Yunus Kemal Aydoğan – İstasyon Otel

“Saatine baktı. Üçe geliyordu. Bu saatte otel bulup bulamayacağını düşündü. Kalacak bir yer bulamadığı takdirde geceyi bir park köşesinde uykusuz geçirecek, mecburen sabahı bekleyecek demekti. Üstelik hava oldukça soğuktu. Kasım ayında geceyi dışarıda geçirmek hastalığa davetiye çıkarmaktan farksız olacaktı. Bu düşünceler adalelerine şevk vermiş, bir umut gar çevresindeki otelleri dolaşayım demişti. Çantasını sırtladı, bavulunu da ardı sıra sürükleyerek kendini caddeye attı.”

Aybüke Sare – Dünyayı Durdurma Denemeleri

Kadın, adamın yüzündeki fay hatlarına bakıyordu. Bir kez daha kırılsın diye midir bilinmez ama benzeri bir hareket sergiledi: “Beni hatırlıyor musun?” Adeta sekiz nokta ikiydi ama yine de adam çatırtıya aldırmadı: “Dünyaya, gözünü senin yüzünle açan biri seni nasıl unutur? Unuturum diyen nasıl hayata tutunur?” “Beni burada ağlatmak mı istiyorsun?” “Bendeki bu gözyaşı ikimize de yeter. Sensizlik bana kabir azabından beter.”

Sudem Metin – Geride Kalan

“Sürgülü kapının arkasına yine bir şeyler takılmış olmalı ki bir türlü açılmıyordu. Üst üste yığılan soğan, patates kasaları ağırlıklarını kaldıramaz kendi yükünü kapıya yaslardı, bu da kapının açılmasını engeller, insanı uğraştırır dururdu. Kolu sıkıca kavrayıp kendime doğru çekince birden açıldı. Açılacağını tahmin etmiyordum ki bir anlık boşta bulundum, birkaç adım sendeledim. Tezgâhtan tutunup dengemi sağladım yoksa zaten ezbere bildiğim halının desenlerine bir de yakından bakmak zorunda kalacaktım.”

Duygu Tamer – İç Sesler Dış Sesler Çarpımı

“Artık nefret ettiklerimi seveceğim, en azından sevmeyi deneyeceğim derken Yasemin mağaza müdürlüğünü yeni yetmelere kaptırdığı için üzülmeyecekti. Hayatına çizdiği çizgileri bir bir geçme vakti çoktan gelmişti.

Ayla’nın boyaları birbirine karıştırma sesi geliyordu arka taraftan. Dükkânda bir sessizlik vardı, sokak da susmuştu. İki kadının yıllarca susmayan iç sesleri hala konuşuyordu. Hayat zaten iç seslerin ve dış seslerin çarpımı değil miydi?”

Sümeyye Baştürk – Köşedeki Ev

“Köydeki evlerinin kapısındaki kilit içimi acıtır evin önünden her geçişimde. Köyün tek televizyonlu ev onlarınkiydi bir zamanlar. Meraktan alt kattaki evlerinin camına yapışır, dizileri izlemeye çalışırdık. Nuh ağabey rahat izlesin, rahatsız olmasın diye Eşref emmi perdeyi suratımıza çekerdi. Bir de küfür savururdu ki defolun diye ömrümce kimseden duymamışımdır o sözleri. Bahçesindeki elmaları kimseye vermez, alırken yakalarsa kulağımızdan öyle bir çekerdi ki zonklaması uzunca sürer hatta kulağım koptu mu, acaba yerinde mi diye emin olmak için yoklardım çoğu zaman. Çok zalimdi yani Eşref emmi ama hayat işte. Önce gül gibi karısının kıymetini bilmeyip öleceğini hiç hesaplamadan eziyet etmiş ve sonunda onu kaybetmişti. Ardından da biricik varisi, tek evladı gibi gördüğü oğlunu..”

Hararet’ten Şiirler

Kaçmak ister gibiyken doludizgin tutuldun
Azrail ferman yazar peşinden kaht-ı rical
Dar alanda paslaştın, kalende unutuldun
Sanma sana yakışmaz varaklı taht-ı ecel

Daldın dipsiz göllere soluğun az az çıktı
Kaldın geri planda yokuşa kusur buldun
Altın gibi parladın sarraf düzenbaz çıktı
Baltan hep vurdu taşa sanki kusursuz kuldun
Faruk Sarıkavak

alnından öpülüp
gül dalına asılmış bir murat oluyorsun
değmiyor uğruna hırpaladıklarımız
rüzgâr kokuyor ellerin
saçların annemin duaları
dönencenle zamanı zemheriye çalıyorsun
Züleyha Selçuk

İncirlerden, zeytinlerden
Üzerine yemin edilmiş nimetlerden
Ayrılmış ay görmek için
Geceye bir yemin edeceğim
Güneş kıskanır
Karanlık bilsin seni
Yazgı içinde pay
Ay içinde yay
Gelsen senden değecek tenime
Oku kirpiğinden doğuran sen değil misin?
Şeyda Nurdan Otabaşı

Şefaati korkumdan değil muhabbetinden istediğim
gün gölge olacak mı serin sancak?
İçimde putlaşan günah kırılır mı gözden dökülen
tuzlu rahmetle?
Kelimelere dökülemeyen muhabbetim senin
yolunda savrulan bir zerre eder mi?
Ve son olarak
Zühre’yi ikiye bölen nur ellerinden ve ayaklarının
tozundan öperim…
Mücahit Danabaş

Karabatak’ta Mevlana Dosyası Devam Ediyor

75. sayıda başlayan Mevlana Celaleddin Rûmi Dosyası 76. sayıda da devam ediyor Karabatak dergisinde.

Dergide dosya bağlamında Hicabi Kırlangıç ilebir söyleşi yapılmış. Sorular Hümeyra Yabar’dan.  Hicabi Hoca, Mevlana üzerine en yoğun çalışmaları yürüten bir isim. Söyleşide hem bu çalışmalarından hem de özellikle çeviri çalışmalarından bahisler açılıyor.

“İki dil arasındaki Farklılıklara gelince; Farsça, Türkçenin aksine basit fiiller açısından oldukça fakir bir dildir ve birleşik fiillerle deyim fiiller ön plandadır. Farsçanın soyut tarafı güçlüyken Türkçenin somut tarafı güçlüdür ve Türkçe ilim ve felsefe dili hâline gelirken Farsçadan oldukça faydalanmıştır diyebiliriz genelleme yapacak olursak.”

“Mesnevi, Kur’an’ı eksen alan, İslam düşünce ve irfan birikimini daha basit bir dille insanlara aktaran bir eser. Hem anlatımındaki yalınlık hem de anlatım üslubu çok farklı kesimlerden ve inançlardan insanların Mesnevi’ye ilgi duymalarına yol açıyor. Mevlâna’yı dinler üstü bir şahsiyet gibi tanıtmaya yönelik kasıtlı çabaların da Mesnevi’ye ilgi gösterilmesinde şöyle veya böyle etkili olduğunu da söylemek lâzım. Tabii bundan kaynaklanan ilginin hayra evrilmesi ne kadar mümkün oluyordur bilmem.”

“Şair olduğumu söylerken mahcubiyet duyuyorum. Şair miyim… Bir şeyler söylüyorum işte. Mevlâna’yı şiirle meşguliyetimden çok sonra tanıdım. Daha sonra Mesnevi ile çok hoşça vaktim oldu ama şiirde Mesnevi’den gıda almış olmak nasip oldu mu bilmem.”

Mevlana Celaleddin Rûmi Dosyası’ndan

Prof. Dr. Ahmet Nedim Serinsu – Mevlana Hz. İnsan Hazinemizdendir!

“Mevlâna Hz. Anadolu mayasının pratiğini günlük yaşamda insan inşa ederek (öğrenciler), sözünü kaydederek (telif ettiği eserler) Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed as’ın yüksek ahlak eğitimini her gün ve her ân hayata katmıştır. Türk milletinin Anadolu’yu bir vatan hâline getirebilmesinin ve Anadolu mayasının gelişme şuurunun sağlam bir nizam içinde düzenlemesinde bir kazanç olarak Mesnevî-i Şerîf’i telif etmiştir. Müslüman imanını aşk ile iman, insaf ile adalet ve akıl ile mantığın karışımı hâlinde Türk milletine armağan etmiştir.”

Selçuk Küpçük – Mevlevi Müziği’nin 1950’lerden İtibaren Yeniden Keşfi ve Yasallaşması(!)

“Mevlevi müziğini içerisinde barındıran geleneksel birikimimize karşı bu önyargılı, yasakçı tavrın devlet bürokrasisi dışında Türk soluna ait çevrelerde de derin şekilde yapılandığını belirtelim. Bunun en ilginç örneği hiç kuşkusuz 1960’ların sonunda Mevlevi müziğinin temel isimlerinden Itri’nin eserlerinin Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesindeki konseri sırasında yaşananlar olsa gerek. Tanbur üstadı Erol Sayan’ın o yıllarda kurduğu 125 kişilik Türk Musıkisi korosunun Dil Tarih’te konser vereceği duyulunca fakültenin solcu öğrencileri, “Buraya yobaz müzik giremez. Bu konseri sabote edeceğiz,” tehdidinde bulunurlar. Konser başlarken solcu öğrencilerin sahneyi basacağı, 150 kişilik bir başka solcu öğrenci grubunun da dinleyici koltuklarından “yuh” çekerek engelleyeceklerini öğrenen Sayan, Ankara’daki “Teknik okulda ne kadar boksör, güreşçi varsa” güvenlik için topladıklarını ama koro “Ya Hazreti Mevlana” diye eserlere giriş yaptıkları andan itibaren salonda “çıt çıkmadığını” ve gelenlerin çok etkilendiklerini anlatır.”

Mustafa Özçelik – Mehmet Âkif’in Mevlâna ve Mesnevi Sevgisi

“Âkif’in yakın dostları içinde de çok sayıda Mevleviliğe bağlı isimler vardır. Mesnevî hafızı olarak bilinen Osman Kemalî Efendi ve Mesnevî şarihlerinden Ahmed Remzi Akyürek, Tahir’ül Mevlevî, Suud’ul Mevlevî bu anlamda hatırlanması gereken isimlerdir. Bu anlamda başka bir tarikata mensup olmakla birlikte Mevlevilikle de münasebeti olan Ahmed Naim, Hasan Basri Çantay, Şeyh Vasfi, Şeyh Mehmed Sadık Efendi, Abdülaziz Mecdi Efendi, Mehmed Ali Ayni, Rıza Tevfik, Melami Mustafa Efendi, Muallim Vahyi gibi isimleri anabiliriz.”

Yunus Emre Altuntaş – Asaf Hâlet Çelebi’nin Mevlânâ’sı

“Dönemin şairlerine oranla daha az şiir yayımlayan Çelebi’nin pek çok şiirinde yer alan Mevlânâ’ya, Mesnevi’ye, Rubailer’e ve Mevleviliğe dair alıntılar ve göndermeler onun bu konudaki duyarlılığını göstermektedir. Farsça, Arapça, Fransızca, Hintçe ve Sanskritçe bilen Çelebi’nin ontolojik sorgulamaları sonucunda Mevlana ve Uzak Doğu-Hint dinlerine yöneldiği, buralardan aldığı ilhamla modern şiirin kendine özgü bir biçemine imza attığı görülmektedir. Kendi zamanında yeterince anlaşılamaması, şiirlerindeki bu yoğun kültürel göndermelerin anlaşılamamasından kaynaklanmıştır. Çelebi, Doğu’ya, tasavvufa, Budizm’e yönelerek, geleneksel metafizik algı ve tecrübeyi, kolektif mistik bir düzeyde hissetmiş, İslam’ın tasavvufi yorumunu dönüştürmüştür. Onun şiirlerinde Doğu’dan alınan ilhama, Batı’nın kültür kodları eklenmiş ve bu sayede yoğun mistik bir üslubu besleyen yeni imgeler ortaya çıkmıştır. Mevlânâ’ya dair imge ve göndermeler bu modern üslubun önemli bir parçasını oluşturmuştur.”

Şimşekler Altında Kısa Yürüyüşler

Dünyanın iradesi de sarsılıyor. Her bir yan alev alev. Bozulan bir denge olduğu muhakkak. Merkezinde insanın olduğu bir sarsılma bu. Her şey insandan yana. Ali Ömer Akbulut, Şimşekler Altında Kısa Yürüyüşler tüm olup bitene. Umut bitti mi… Bunu söylemek mümkün değil. Hayat devam ediyorsa ve bir çocuk hâlâ dünyanın bir köşesinde gülüyorsa umut etme hakkımız devam ediyor.

“İnsan olmaya direnen bir çağda yaşıyoruz. Kurban edildi insanlık, buradalığımızı kıymetlendiremedik. Aklımızın aldığının dünyanın başına çok işler açtığı ortada. El altında olanı düzenlediğini sanan zavallılığımız dünyayı tanınmaz kılmakla kalmadı, yaptığını da tanınmaz kıldı. Onulmaz yaraların açtığı pencereden seyrediyoruz evreni. Dilimiz [de] kararsız ve oynak. Bulup bilebileceğimiz tek şey her şeyin habersiz geleceğidir. Varlığı kaybettik, efsanelerde saklı çırçıplak bir varlık insan.”

“Kâinattaki birlik ve bütünlük, her şeyin kendisi olarak kalmasını ve kendi yerinden oynatılmamasını şart koşar. Bütünlükten kopuş bütünüyle yıkımın, insanlıktan dönüşsüz kopuşun habercisidir. Hep “son”a yaklaştığında insanın aklı başına gelir. Gerçeğin vakti gelmiştir. Çoktan işaretleri görünmüştür, hatta durmaksızın yanan yakılan çağrılarla dönüp duruyordur aramızda haberciler belki de. Tüketen insan sözü de tüketince diyeceği kalmayan sözsüz bir üslupsuzlukla sırrolmalıdır.”

“Çocuk gülüşlerini ebedileştirmek için vardır birsesli şiir. Varoluşun her anında çocuk gülüşlerini yakalamak için tetikte bekler. Bakmayın dünyanın herkesi bir bir öldürüp kendisinin kaldığına. Yalnızca çocuğun yüzü bakidir.”

Yok Oluşa Değil, Kayboluşa Methiye

Edebiyat dünyasında dönen fırıldaklara çok da itibar etmem. Çünkü bilirim ki her şey göründüğü gibi değildir bu alemde. Ben kendi inanç dünyamın çerçevesinde yaparım değerlendirmelerimi. Bu bağlamda, Hasan Ali Toptaş’a dair bir metnin dergide yer alıyor olması beni ziyadesiyle mutlu etti.

Bu girişten sonra Faysal Soysal’ın Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler kitabının ön sözü için kaleme aldığı yazısından paylaşımlar yapabilirim.

“Hikâyelerini ve romanlarını bir şairin şiir yazarkenki hesapsızlığı, programsızlığı ile kaleme alan Hasan Ali Toptaş kendini ne zekâya ne de duyguların belirsiz sularına tamamıyla teslim eder eserlerinde. Okurunu ise hem zekânın hem de duyguların tarifsiz sınırlarında gerçeküstü bir yolculuğa çıkarır. Dilin imkânlarını genişleten kalemiyle insanın iç dünyasında tanımlayamadığı duygulara zarifçe dokunmayı becerebilen bir yazar olarak modern dönemde Türkçenin, özellikle de düzyazı edebiyatının bir mucizesi olarak anılsa yeridir. Zira 1928’de yazısını kaybeden bir milletin gittikçe dilini de kaybettiği bir süreç yaşanmıştır Türkiye’de.”

“Hasan Ali Toptaş, tıpkı diğer büyük yazarlar gibi eserleri başka dile çevrildiğinde birçok incelikli, derin özelliğini kaybeden yazarlardan biri. Yine de Gölgesizler’in en fazla çevrilen eseri olması, onun en yalın eseri olduğu anlamına gelmemeli. Belki de büyülü gerçekçiliğin ve gerçeküstü imge ve karakterlerin bir Türk romanında bu kadar etkileyici ve özgün şekilde bir araya gelerek, Türk şiirinin muhteşem gücünü yansıtması diğer dünya dillerinin bu romana bu kadar ilgi duymasının ana sebebi. Bu vesile ile Gölgesizler’in Ukrayna edebiyatı okurlarına, sıcaktan bunaldıkları vakit çıkacakları bir serinlik damı olmasını arzu ederim. Hayırlı olsun.”

Ali Murat Binark Projektör’de

Projektör bölümünün bu sayıdaki konuğu Ali Murat Binark. Kitapları, yazma serüvenleri hakkında soruları cevaplamış Binark.

“Çocukken, üzerine bastığımız bu toprağın ağırlığının fazla farkında olmasak da zamanla bu bilinç yerleşti. Ama hâlâ çok eksiğiz ne yazık ki. Şehitlerimizin anısına çok daha fazla sahip çıkmalıyız. Koca bir nesil şehadete erişti Çanakkale’de. Yaşanan olayın büyüklüğünü, imanın derecesini idrak edebilmemiz için daha yakından bakmamız gerek.”

“Müziğin yazın hayatımda önemli bir yeri var. Otobüste camdan dışarıyı izleyip hikâyeyi düşünür ve kurgularken kulağımda daima kulaklık olur. Müzik beni hem olduğum ortamdan soyutlar hem de kafamda kurduğum filme arka bir fon oluşturur. Müzikteki ritimle hikâyedeki ritmi özdeşleştiririm zihnimde. Müziğin yükselmesiyle duygularım da yükselir ve bir galeyana gelirim. İşin bu hayal etme kısmı yazmanın en zevkli yanlarından biridir benim için.”

Karabatak’tan Öyküler

Şule Köklü – Uslu Yorgan

“Gün ağarmadan bavulumu elime, yorganımı sırtıma alıp otogara indim. Sivas Tur yazıhanesinin dibine, rulo yapıp sicimle bağladığım yorganı atıp üzerine kuruldum. Dar alana kendini sokmaya çalışan otobüsün egzoz kokusu boğazıma dolunca bir bardak çay almak için kalktım. Döndüğümde kara yağız bir genç, babasının malı gibi yorganımın üstüne teklifsizce oturmuştu, yorganın kenarına oturduğumda sahibi oymuş gibi beni baştan aşağı süzdü.”

“Çay ocağından buharı üstünde tüten iki çay kapıp geldiğinde bağdaşımı kurmuş bekliyordum. Çaya şeker atıp karıştırdı, höpürdeterek çaydan bir yudum çekti, tabağı eğilen bardak yana doğru yatınca karımın tel tel döverek kabarttığı yorganın yünleri içine doğru çekti çayı, gözümle takip etmekle yetinebildim. Merakla, “Anlat hele emmi anlat,” dediğinde yorgana bakmayı bırakıp konuşmaya başladım. Karıncaları parmağının ucuyla kırıntılara doğru itelerken kulağı bendeydi.”

Ceyda Akcan – Yazarın Sakladıkları

“Elime tutuşturulan bir kumandayla anlıyorum her şeyi. On yıllık sır, gözlerimin önünde çözülüveriyor. Karım, kanalı değiştirmemi istediğini söylemek yerine kumandayı uzatıyor. Bunun ne zaman başladığını düşünüyorum.”

“Masa ve tezgah arasında gidip gelen bir çeviklikle “Fasulyeyi bitirmemişsin,” dedi masayı temizlerken. Sen de cümlelerini bitirmiyorsun, yazarlar da hikâyelerini. Belli ki yerinden memnun olmadığın o kitaplarla gizli bir iş birliği içerisindesin. Sanırım siz beni delirtmeye çalışıyorsunuz.”

Sümeyye Öcal – Leblebi Çerez

“Küçük bir dilim kek ve börek getirmişti kadın. Kocam olsaydı bize yetmezdi, dedim. Gülümseyerek teşekkür edip kapıyı kapattım. Dağınıklığın içinde yer bulup keki yemeye başladım. Hem eşyalar üst üsteydi, kocayı koyacak yer yoktu.”

“Benden küçükler evlenip abla, hanım, sıfatlarını kaldırıp canım, diye hitap etmeye başladığında önceleri anlam verememiştim. Okuduğum kitaplarda aradığım soruların cevabını bulamadım. Sirkeli suyla yıkanırsam negatif enerjiyi kovacaktım. Turşu gibi kokmam dışında bir problem yoktu. Sonra kuzenim dişil enerjimin yükselmesi için tuzlu suyla banyo yapmamı söyledi. Gittikçe steril biri olmak dışında pek bir şey değişmedi.”

“Yıllardır verdiğim mücadeleden sonra komşumun, hiç mi kocan yok, demesi ayarlarımı bozmuştu. Verebileceğim cevaplar, az kocam var, yarım kocam var, olamazdı. Kek ikinci ısırıkta bitti ve hâlâ hiç kocam yok.”

Zakire Armağan  Okudan – Bağışlanma

“Cehennemden gelen adama bakın. Yüzünde bir kırışıklık dahi yok. Ne bir keder ne bir sevinç alameti. Dikkatle bakacak olursanız gülümsediğini bile düşünebilirsiniz. Buradan gelenlerin hiçbirinde bu hali görmedik. Oysa çehreler değişmeli, pişmanlık üzerlerinden akan bir yağmur şeklinde inmeliydi. Ayakta durmaya mecali kalmayan kimseler gibi titrek, üzgün ve bedbaht olmalıydı. Fakat öyle değil işte. Üstü başı pırıl pırıl bu adam hâlinden memnun. Sorgulayan bakışlarla tekrar inceliyorum. Cehennemden çıkalı ne kadar olmuş olabilir. Çektiği acının hiçbir tesirini üzerinde taşımaz mı insan! Renginde bir bozulma, duruşunda bir eğilme ne bileyim kokusunda bir gariplik olmalı değil mi?”

Karabatak’tan Şiirler

kuyumcular çarşısında güneş parçası
gözleri can taşı heyhat gökleri berrak
başı eğik cübbesinin yeninden akıyor
şemsi sönmüş yıldızlar kan kırmızı
bak nasıl dönüşüyor her şey her şeye
kedi geçse önünden kaplan izleri
orman yansa ceylan tütsülü bir yüz
kuyumcular çarşısında can Selâhaddin
Ali Ural

düğün gecesinde, gün Takkeli’den devrilir
dağa yaslanır güneş dinlensin diye ruhu
Hakkın takvimi demiş peygambere Mevlana
anla ki düğün nedir, nedir gün nedir gece
bir yeşil kubbe doğar bittiği yerden gülün
Celalleddin ismiyle sırra karışır akıl
Sevgi Yerlioğlu

Al ipeğin içinde boz yeşili kim çaldı
Fırtınaya özenen bir yangın bahçesinde
Karanlığa bakarken gözüm gözünde kaldı
Sürmeli bakışların gittiği yere kadar
Yol yüklü uzakların hasret kokan sesinde
Hüseyin Akın

Bıçağın iki yüzünde adalet ömer
benim iki yüzümde derin bir yara
yazdıkça yara da sızlıyor bıçak da

Kalplerindeki baltalarından başka
yok dikili ağaçları bazı adamların
şu ıssız dünyada
Mustafa Köneçoğlu

Dağla ikiniz kalınca
Geçit vermiyor gözlerin
Dağ gözlerinde eriyor
Aldanma yüceliğine

Dağla ikiniz kalınca
Yeraltı ırmaklarının
Nefesini kesiyorsun
Aldanma saklandığına
Mehmet Aycı

divanyolu’nda birikmiş bir istanbul
savuruyor küllerini haliç’e
savuruyor rüzgâr turistlerin eteklerini
savuruyor avrupa’yı hantal tramvayı
kavgayı bitirecek bir türk saati
geliyor sıkmış yumruklarını geliyor yılların gerilmiş yayı

aklımı alıyor istanbul alıyor gönlümü
öpüyorum göğü öpüyorum göğü öpüyorum göğü
Cafer Keklikçi

Yeni tüneller, gömülen yüzler, intihar uğultusu.
Öylece günün sonuna kadar geldim
Ama o bahçesinden konuşuyordu
Ortasında kurduğu üzüm çardağından
Biraz çocukluğundan, biraz babasından.
En büyük oğlundan konuşuyordu pişmiş tuğlayı omuzlarken
Tepeye doğru koşar, tepenin ardında kalır ya
bir daha gelmeyişini konuşuyordu uzakları omuzlarken
Ahmet Can

İsterdim ki mesela demenin de hayli zaman
Bir ağırlığı olsun ki hayatın renklerini bir bir
Aynaya yansıtmak mı güzelleştirir sabahı
Yoksa bu burada dursun önümüze kim bilir
Daha ne yollar ne sokaklar çıkacak dersiniz?
Nurettin Durman

Kapandıkça açılıyor kanatlar arş’a doğru..
Aşkın bir gelecekten edinilmiş yüzler var!..
Ve bir zaman yolcusu, her ne gördüyse melâl
Kirpikleri geçiyor her gün başka denizi!.
Hasan Akay

kupkuru yaprak
çarptıkça duvara kırılgan güçsüz
şarkılarını, ilk yazlarını unutma sen
iyileşir insan baksa ardından kuşun
ölümsüzlüğün bu yol
yağmur bulutundan
kokusundan lotus çiçeğinin
bir müjde bütün alışkanlıklarına
Yasemin Zengin

ellerinde bir dünya ikilem
hangi yanın yaşamaktan bir eylem belli değil
cümle arasında kekeleyen hece gibisin
bazen kaygılar doğuran sancı belleği
bazen hurma ağacında rüya toplayan Meryem
ya da alnında vedalar saklayan ince bir çizgi
hangi şehirde bir demlik aşksın belli değil
Yasin Mortaş

Yitiksöz’de Turan Koç Dosyası

Yitiksöz dergisi 25. sayısında hazırladığı Turan Koç dosyası ile karşımızda.

Dosyadan…

Ahmet Edip Başaran- Turan Koç Şiiri: Varlığın Aynasında İnsan

“Turan Koç, öteden beri “dil” meseleleri üzerine yoğunlaşmış ve bu alanda nadir ve yetkin eserler kaleme almış bir isim. Doğrudan veya dolaylı Koç’un ele aldığı birçok konunun dille olan bağlantısı, onun sadece sanatsal üretim biçimlerinde değil aynı zamanda bir düşünce sistematiğinde de dile verdiği önemi göstermektedir. Sadece İslâm Estetiği isimli çalışması bile dilin hem form hem de içerik bakımından nasıl özü tahkim ve terbiye eden başat bir unsur olduğunu, bize net bir şekilde gösterir.”

İbrahim Demirci – Turan Koç’un İslâm Estetiği Çalışması

“İslâm Estetiği’nde Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve Beylikler dönemi yapılarında görülen birtakım resim ve heykel örneklerine yahut Şiî gelenek içindeki uygulamalara pek az yer verilmiş olması, dikkatimizi çekiyor. Buna bakarak Turan Koç’un İslam tarihinin ve coğrafyasının hâkim anlayış ve yaklaşımını esas aldığını ve buna aykırı olguları kayda değer bulmadığını söyleyebiliriz.”

“Turan Koç’un Kur’an-ı Kerim hakkındaki değerlendirme ve yorumları, Allah’ın Âdem’den bu yana yaşamış ve kıyamete kadar yaşayacak bütün insanlar için seçtiği ve önerdiği tek dinin, İslam’ın evrenselliğini ve kuşatıcılığını göstermesi bakımından çok önemli ve anlamlı. Kur’an-ı Kerim’in aynı anda hem sıradan bir insana hem bir filozofa seslenen bir kelâm oluşu, onu harcıâlem olmaktan da elitist olmaktan da kurtaran bir olgudur.”

Sümeyye Akpınar – Din Dili’nden Dilin Ötesi’ne Bir Arayışın Notları

“Gerek Din Dili* gerekse de konuyla ilgili farklı atıflarda bulunduğu Dilin Ötesi* çalışmalarından hareketle “Din Dili nedir?” şeklindeki bir soruya din dilinin müstakil bir dil olmadığını vurgulayarak cevap verir. Elbette hakikatin birçok ifade ediliş biçimi olabilir: Artistik diyebileceğimiz sanat dili, felsefe dili, bilim dili, mantık dili bu biçimlerden birkaçıdır. Din dili dediğimiz zaman ise böyle bir ayrıma gitmeksizin en öz şekliyle din dilinin ‘imanın dili’ olduğunu söylemek mümkün olur. Din dili ifadesinden bu dilin yalnızca dinî eserlerde kullanılan bir dil olmadığını hakikatin tezahürü olarak edebiyattan sanata, mimarî yapıtlardan kıssalara ve dualara varıncaya kadar geniş bir anlam alanını kapsadığını anlarız. Bu nedenle Turan Koç, her dil birimini ayrı bölmelere hapseden ve dilin gerçekliğe tekâbüliyetini, dolayısıyla evrenselliğini reddeden Wittgeinstein ve D. Z. Phillips gibi fideistlerin görüşlerine katılmaz. Din dilinin ayırt edici özellikleriyle birlikte günlük dil ve bilim diliyle olduğu kadar hukuk dili ya da şiirsel söylemle çok sıkı bir ilişkisi olduğunu ifade eder.”

Turan Koç ile Söyleşi

Dosya kapsamında Turan Koç ile yapılan bir söyleşi de dergide yer alıyor. Sorular; Sümeyye Akpınar’dan.

“Bizim edebiyatımız bizim hakikatimizi terennüm eden bir dildir. Yunus Emre’nin dilinde; türkülerimizde, şarkılarımızda, mani ve masallarımızda bu terennümün eşsiz örnekleriyle karşılaşırız. Türkü söylemek hakikati, kendi hakikatimizi dışlaştırmanın en güzel yollarından biridir; dolayısıyla, türkülerimiz, şarkılarımız her şeyden önce bizi ele veren hem de bu işi en kısa yoldan yapan bir dildir.”

“Doğrusu, Kur’an’ı işaret etmeye çalıştığım anlamda her okuyan, bu ister bir entelektüel ister sıradan biri olsun, kendi bilgi düzeyine göre bir şeyler anlar ve doğru anlar. Ama onu bugün özellikle belli bazı çevrelerde etkili olan ve bir yerde Kur’an’ın ruhuna ters düşen belli bir bakış açısından okumak onun anlam alanını da daraltır.”

“Ben Nizar Kabbani’in, Mahmut Derviş gibi şairlerin şiirlerini, rahmetli Nuri Pakdil’in telkin ve yönlendirmesiyle bu düşüncelerle ve içim yana yana Türkçeye kazandırmaya çalıştım. Ama şiir kılıç kullanamaz; İsrail ise sürekli bombalıyor, kana doymuyor; Gazze’yi çocuk mezbahası hâline çevirdi. “Yerin göklere en yakın avlusunu” kana buladı. Dünya, özellikle egemen güçler sadece seyrediyor; utanmıyorlar.”

D. Mehmet Doğan’ın Ardından…

Mustafa Köneçoğlu, D. Mehmet Doğan’ın ardından Mezarlardan Yükselen Bahar yazısı ile kıymetli hocamıza veda ediyor. Rahmet dileklerimizle…

“D. Mehmet Doğan bir dava/kavga adamıydı evet. Davası Mehmet Âkif ’in, Nureddin Topçu’nun, Necip Fazıl’ın davasıydı. Modern/leştirilmiş Türkiye, varoluş mücadelesini verdikten sonra, uğruna savaşılan değerlerin zıddına, Batılı bir kimliği tercih etme yoluna gitmişti. Öyleyse adı dava olan adanma yükümlülüğü, bu aks değişikliğini gündemde tutma ve mümkünse tarihi yeniden kendi yatağına davet etmekti. Bunun için öncelikle kafa karışıklığının giderilmesi, taşların yerli yerine oturtulması gerekiyordu. O hâlde davaya dilden başlanmalıydı. Diğer yandan modern mitolojik tarihe de “yamuk bakmak” gerekiyordu. D. Mehmet Doğan hayatı boyunca mitolojik unsurlarla şekillenmiş tarihe yamuk bakılması gerektiğini anlattı.”

Soylu Yürüyüşün Destanı: Malcolm X

Zalimin karşısında duruşun dünyadaki en önemli sembollerinden biridir Malcolm X. Erol Çetin, soylu yürüyüşün destanı olarak hayatı ve mücadelesi eşliğinde anlatıyor Malcolm X’i.

“Malcolm X, beyaz adamın ruhunu ve niyetini çözme noktasında çok başarılıdır. Ona göre Batı, yani Hristiyan dünyası rengine göre insana değer verir. O, beyaz adamın siyahları alınıp satılabilen bir çuval patates gibi gördüğünü öne sürer ki bu iddiasında oldukça haklıdır. Malcolm X’e göre Afrika kökenlilerin birçoğu beyazlar tarafından köle diye suçlanarak aşağılanır. Hatta siyahlar, beyazlara şapka çıkarmak ve kaç yaşında olursa olsun, onlara “Efendim” diye hitap etmek mecburiyetindedir. Beyazlar için siyah çocuklar değersiz bir eşyadan ibarettir. Bu yüzden masum siyahi çocukların kitapsız veya eski, yırtık, eksik kitaplardan ders görmeleri onları hiçbir şekilde rahatsız etmez. Benzer şekilde siyah çocuklara ait okullar ısıtmasız, tuvaletsiz ve bazen de karatahtasızdır.”

Mektup ve Yazmak ve Okumak ve Sezmek

Arif Bilgin, bir zamanların en meşhur haberleşme aracı olan mektup hakkında yazmış. Günümüzde ne yazık ki mektubun işlevini yeni nesle anlatmakta bile zorlanıyoruz. Nostaljik bir yazı kaleme almış Bilgin.

“Mektuba, sanki yazanın ruhu da sinerdi; üzüntüsü, sevgisi, hasreti, kırgınlığı, aşkı, nefreti; satırların, kelimelerin arasına işlenmiş gibiydi. Dahası yazan, duygularını saklamaya çalışsa bile bir şekilde duygularının sinmesine engel olamazdı.

Mektup, unutulmadığının, özlenip arandığının, ben yaşıyorum demenin, sen benim dünyamda varsın benden uzak kalma demenin işareti, belirtisi, muştusuydu biraz da.”

Hasan Keklikci’nin İlk Kitap Heyecanı

Hasan Keklikci, ilk kitap heyecanını paylaşıyor bizlerle. Hikâyelerini, yazma sürecini, kendi hikâyesi eşliğinde anlatmış Keklikci.

“İşin nüktesi, lâtifesi bir tarafa hikâyeleri yazarken insanımızın anlayacağı dili kullanmaya dikkat ettim. Yaşadığım gibi yazmaya gayret ettim. 1999-2004 yılları arasında özellikle ilçe ve kasabalarda belediye başkanlığı yapanlar, akla hayale gelmeyecek zorluklarla karşılaşmıştı. Bir taraftan 28 Şubat’ın akıl almaz baskıları, diğer taraftan ülkemizdeki malî durum belediye başkanlarının ellerini kollarını bağlamışken, meydana gelen Gölcük depremi her şeyi altüst etmişti. Çatal Yolu’ndaki hikâyelerin ekseriyeti yaşanmış olaylardır. Yine kitapta geçen Kartal hikâyelerinin eksiği var fazlası yoktur. Kaldı ki bir hikâyeyi gerçek manada, yaşandığı gibi yazmak imkânsızdır. Her şeyi yazdınız, diyelim: Kapınızdan boş dönen bir insanın önüne düşen başının, kalbinize verdiği hüznü neyle, hangi kelimeyle anlatacaksınız?”

Yitiksöz’den Öyküler

Müzeyyen Çelik – Sünnetçi Fındık ve Sezai

“Yaz geldi mi mahalledeki sünnetsiz erkek çocuklarının yüreği sızlamaya başlardı. Tatlı tatil hayaline bir kâbus sisi çöker, ha bugün ha yarın derken sünnetçinin karanlık gölgesi oğlanları huzursuz eder dururdu. Kulaktan kulağa anlatılan acılı, kanamalı sünnet hikâyeleri de daha sünnet olmadan canlarını iyiden iyiye yakardı. Uykuları bölünür, kız olarak doğmadıkları için pişman olurlar ve endişeli gözlerle o günü çaresizce beklemeye devam ederlerdi.”

“Öğle namazından sonra yemeğini yiyen Fındık Dayı sünnetlere yeniden başlamıştı. Kasap’ın evine sünnet için gelenlerden işi bitenler çocuklarını kucaklayıp evlerine geçiyorlardı. Ağlaya ağlaya ortalığı yıkan çocuklara sürekli bir şeyler vadediliyor, çocuklar da ağlamanın şiddetini artırarak ailelerinden daha fazla şey koparmaya gayret ediyorlardı.”

Gülçin Yağmur Akbulut – Sis

“Ne yapsam geçmiyor dün. Ne etsem gelmiyor yarın. Ağaç dallarından dökülen sarı, kuru bir hazanım. Sürüp çapalanmayan tarlalar kadar çorağım. Dev bir kaktüs, sere serpe boy atıyor yüreğimin üstünde. Yokluğun bir türlü bayatlamayan, taze, bıçkın bir jilet göğsümün gökyüzümde. O gün bu gündür dağılmadı başımın üstündeki buğu. Anılarım sis, umutlarım sis. Göğüm sis kristali tonları. Zaman usulca sızan bir duman saati. Geceyi islim, gündüzü buharla karıyor geçtiğim kapılar. Arkama dönüyorum bulanık, önüme bakıyorum karartı.”

Hasan Keklikci – Terzinin Ayakkabısı

“Didem yerle bir olmuştu. Yani, aynı yer gibi zemin gibi. Yoksa kum yığını mı? Kum ocağından elenmeden, yıkanmadan, taşıyla, kayasıyla öylece yüklenip, bir yere getirilip, damper kaldırılıp, olduğu yere dökülmüş bir kamyon kum yığını gibi. Yok, yok. Üzerinde bir miktar ince kar var; bir dağ başında yalnız başına ölmüş, üzerini kar kaplamış bir garip yolcu gibi.”

“Gözlerini cehennemin içinde son bir kere daha gezdirdi. Didem’i öylece, olduğu gibi bırakarak cankurtaran seslerinin geldiği caddeye doğru yürüdü.”

Yitiksöz’den Şiirler

Para mı dediniz, çocuklar?
Bakın, anlatayım:
Bıldırcın çiftliğinde üretilmiş
Yalancı gökyüzüdür para.

Bunun içindir ki, lavanta kokusuyla
Sırlanmış olsa da dibine kadar,
Dayanılmaz ölçüde
Bıldırcın gübresi kokar.
Cahit Koytak

Haritalar kavilleşti bak, kavîleşti meydanların ucu
Eğri büğrü dallara yürüyen suları
Sana içimdeki surları heyhatları sunasım tuttu.

Bunları hemen konuşalım gör ki sözleri kazaya bıraktım
Musa’nın sandıklarıyla adına aynı hizadan baktım
Yüzünün bölmelerine çarpmalarına kaçasım tuttu.
Sinan Davulcu

Senin sohbetine doyum olmazdı ağbi, güller taşardı daima heybenden
Hırkandaki yamalardan biriyle uğurlardın bizi ve yalnızlığımızı, dönerken evlerimize

Bugün çok hüzünlüyüm Nazif ağbi, başka kimseyi aramadım
Kırk yamalı hırkan yeter bize, bak yeşerttiğin bağçede bülbüllerin nasıl da şakıyor
Adem Turan

siyahtı başlangıç siyahtı kaderin soluğu
ilkin kan rengini verdi huzura
sonra yeşile çaldı umudun bademleri
beyazlandı yapağılar hiç olmadığı kadar
ve inzal ve inzal ve inzal
dinlendi karpuzun gölgeli huzurunda
boyun eğmeyen o sahrap ruhlar
Yunus Emre Altuntaş

Korkularımızın hatırını soruyor bu modern zaman
Arzu sıyrılıyor tenimizden
Peltek harfler dolanıyor dilimize
İnsan ki iddiası kadar noksan
İmha ediyor kendini baktığımız her ayna
Çok zayiat verdik Tanrım acı bize
Su taşınacak değirmenin taşı bile yasta
Hüseyin Çolak

eski düşlerdi
çiçeklenirdi kabir başlarında
kalbimiz denemezdi her ölenle ölmeyi
soldururdu bu serin düşünce
eczadan önce

eser rüzgârı içimizdeki yaranın
taşardı kederinden
güz ise güzide bir hazandı
diklenirdi kederi yaramızın
Ali Sali

ilk defa utanmadı çöl ondan ötürü, yakmadı, boğmadı
bulut, bulutluğuna sevindi, kum olup yağmadı

o ki taş akan ırmakların dahi göz yaşını silendi
tarih şahittir ilk defa su ateşe bu kadar bilendi
Kadir Ünal

kararan yollarda
beklerken seni
nedamet hali
sana yazacağım
hallerden biri

sararan yapraklarda
özlerken seni
keramet hali
senden umduğum
hallerden biri
İrfan Çevik

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir