Muhit’ten Yahya Sinvar Dosyası
59. sayısında Yahya Sinvar dosyası ile çıktı Muhit dergisi. Ümmetin bir yiğit evladı daha şehit oldu. Onların bilmediği gerçek şu; müminler bir ölür bin dirilir. Zulüm devam etse de elbette Allah nurunu tamamlayacaktır.
Yahya Sinvar Dosyasından…
Bekir Salih Yaman – Asil yalnızlığın izzetli şehidi: Yahya Sinvar
“16 Ekim’de Gazze’de gerçekleşen bir çatışma neticesinde şehit edilen Yahya Sinvar’ın son anları onu dünya çapında bir kahraman yaptı. Yaralı koluna demir bir telle turnike yapmış, koltukta oturan bir kahramanın kalan son gücüyle insansız hava aracına sopa fırlatması bir Müslümanın elinden gelen ölçüsünde gerçekleştireceği mücadelesinin en müşahhas örneği oldu. İnsanlık ilk defa kahraman filmleri haricinde bir kahramanın son anlarına şahitlik etti.”
İbrahim Tenekeci – Filistin Davamız
“Filistin direnişi büyük bedeller eşliğinde büyüyor. Şehitlerle beraber diriliş de artıyor. Şeyh Ahmet Yasin, İsmail Heniyye ve daha binlercesi. Son olarak ümmetin yiğit evladı Yahya Sinvar’ın ilham veren şehadetine şahitlik ettik. Bebek, çocuk, kadın ayrımı yapmaksızın toplu cinayetler işleyen katillere karşı en ön safta cihat etmenin şerefiyle şehit oldu. Allah şehadetini kabul etsin.”
Halil İbrahim İzgi – Yahya Sinvar: Şehit Romancı, Şahit Kelimeler
“Sinvar, hayatının bir noktada beklendik veya beklenmedik bir şekilde sona ereceğini peşinen kabullenerek mümkün olduğunca fazla eser bırakmaya çalıştı. Ancak Derviş ve Said’den farklı şekilde toprağında kalarak kelimelerini onun içinde yoğurmaya çalıştı. İmkânları ve imkânsızlıkları aynı anda görerek stratejilerini hayata geçirdi.”
Mustafa Özel – Bir Yazar Olarak Yahya Sinvar
“eş-Şevk ve’l-Karanfül, okuyucuya hem edebi zevk hem duygu hem heyecan hem umut hem de enerji veren bir eserdir. Bütün bu özellikleri ve burada sayamadığımız diğerlerini yazarın samimiyetinden, ihlasından almaktadır. Kitabın yakın dönem Filistin tarihine ışık tuttuğuna dikkat çekerken Yahya İbrahim Sinvar’a Hak Teâlâ’dan rahmet ve mağfiret niyaz ederim.”
Saadettin Acar – Kassam’ın Görkemli Direnişi
“Bu büyük kahramanın hayatı nesilden nesle aktarılacak destansı bir tablo özelliği taşır. Mülteci kamplarında, işgal zindanlarında ve direniş hattında geçen izzetli dünya hayatı, yine cephede, son nefesine kadar göğüs göğse çarpışarak son buldu. Birçoğumuzun büyük bedeller ödemeyi göze alarak ulaşmaya çalıştığı hayatı, elde etmeye can attığı konforu o, elinin tersiyle iterek başka bir hayata talip oldu. Geçici olanı ebedi olana feda etti, oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya hayatının zevklerine tamah etmedi. Büyük ruhlara mahsus bir adanmışlıkla kendini davasına feda etti.”
Süleyman Ceran – Hücum Yeleği
“Komutan, bir kez daha koltukta oturuyordu. Üzerinde takım elbise değil, en sevdiği hücum yeleği vardı. O koltukta ölümle arasında birkaç dakika kalan vakitte neler düşünüyordu acaba? Daha 28 yaşında iken işgalci hâkimin kendisini dört kez ömür boyu cezaya çarptırmasından sonra otuz altı yıl daha şerefle yaşayıp direnişle dolu bir ömür geçirmenin huzurunu hissetmiş midir? Kim bilir. Çocukluğu da direnişle geçmiş, dövülmüş, yokluklar çekmiş ama izzetin tadını çok erken yaşlarda tatmıştı. Gencecik girdiği hapisten orta yaşlı biri olarak çıkmıştı. İzzetin, haysiyetin, şerefin tadını alan ondan vazgeçer miydi? İzzetle geçen bir ömrün şehadetle taçlanacak olması ne güzel bir sondu. Bir roman yazarıydı Yahya Sinvar.”
Amigo değil, Başkan Dündar
Mustafa Çiftci, Başkan Dündar’ı anlatıyor yazısında. Nam-ı diğer Deli Dündar. Küçük yerlerin büyük insanları vardır. Hedefi, umudu, heyecanı büyük insan… Bir spor kulübün etrafında yaşanan heyecan dolu olayları anlatıyor Çiftci. Her zamanki gibi hikâye tadında.
“Amigo Dündar esasında Millî Eğitim Müdürlüğünde müstahdemdi. Ama ona pek karışan olmazdı. İşe bazen gider. Bir selam verirdi o kadar. Kaymakam Bey’e göre onun futbol ve spora verdiği önem sayesinde gençler kötü işlerden uzak duruyorlardı.”
“Bir sabah yine kulübe giderken yolda iki gençle karşılaştı. Gençlerin elinde üç tane simit vardı. Belli ki kulübe gidip çay isteyecekler, karınlarını doyuracaklardı. Gençlerden biri dedi ki “Dündar Abi başkan sen olsan ya… Neyin eksik abi? Tut şu kulübü, çıkar battığı yerden.” İşte o anda bir ışık yaladı geçti Dündar’ın yüzünde. Ve o gariban genç bu ışığı gördü. Dündar bir teklife bakıyordu. “Gel…” deseler başkan olurdu.”
İnsanın En Temel İhtiyacı: Ulaşılamama Hakkı
İletişim artık hayatımızın her yerinde. Ondan kaçmak imkânsız. Cebimizde kocaman bir dünya taşıyoruz. Herkesin bir “tık” yakınındayız. Bu ilk bakışta hoşa giden bir şey olarak görülse de insan bazen tenhada kalmayı ister. Gökhan Ergür, bu durumu ulaşılamama hakkı olarak anlatıyor. İnsan bazen bu hakkını kullanmayı arzuluyor. Tabi fırsat verilirse.
“Ulaşmaya çalıştığımız kişi bir proje, ödev, yazı, iş üzerinde çalışıyor olabilir ya da hayatının o döneminde insanlardan uzaklaşmak, kimseyle konuşmamak, sadece kendi iç dünyasına odaklanmak istemiş olabilir. Patronuyla, eşiyle, arkadaşlarıyla kavga etmiş olabilir. Her ne kadar unutsak da insanın yalnız kalmak, tefekkür etmek, tek başına düşünüp dertlenmek gibi ihtiyaçları da vardır.”
Şairin Halkı
Şiir ve halk kavramlarını işlemiş yazısında Ali K. Metin. Halkın şiirle olan yakınlığını şair zaviyesinden ele almış Metin. Şiir, ahlak, halk üçleminde faydalı olma kıstasına da değiniler var yazıda.
“Şiire düşen nihayetinde bu minval “yeni bir hakikat”, bir ide yaratma tecessüsü ve duyarlığını ortaya koymaktır. Şairin özgürlüğü buna bir mani teşkil etmez, etmemeli. Ama tersine şairin özgürlüğü bununla evrensel bir anlam ve değer kazanacaktır. Zira şiir, bir özgürlük ve asabiyet işi olduğu kadar bir ahlâk meselesidir de. Önemli olan bu ahlâkî tecessüsü bir ev ödevi olarak değil, sahici bir kavrayış ve varoluş saikiyle ortaya koymayı başarmaktır. Bunun için de şiirsel imgelemi gereken tarihî, entelektüel kavrayışla beslemek şarttır.”
Sadık Battal’ın Ardından
Sadık Battal da ayrıldı aramızdan. İbrahim Tenekeci’nin veda yazısını rahmet dileklerimle paylaşıyorum.
“Onunla en son Eyüp’te bir kahvehanede buluşmuş ve bardaklar dolusu çay içmiştik. Eski günlerden ve şiirden konuşuldu. Kıymetli vakitlerdi.
Bir hafta önce aklıma geldi. Muhit dergisi için Şener Şen’le söyleşi yapmayı düşündüm. Bu işi Sadık Battal’a havale edecektim. Çünkü onunla arasının iyi olduğunu biliyordum. Her şeyin bir kaderi var. Nasip değilmiş.”
Vefatının Beşinci Yılında Nuri Pakdil
Arif Ay, vefatının 5. yılı münasebetiyle Nuri Pakdil hakkında yazmış.
“Nuri Pakdil, gözlem ve ayrıntı ustasıydı. Büyük yazarların özelliklerinden biri de budur; gözlem yapabilmesi, başkalarının göremediği ayrıntıyı görebilmesi. O, büyük bir yazar olarak gözlemlediği şeyleri, ayrıntıları kendine özgü üslubuyla yazıya geçirdi. Bir örnek vereceğim. Bir gün camiden çıktık, çok öfkeliydi. Müezzini kastederek: “Sayın Ay, bu tespih böyle mi çekilir? ‘Sub, sub, sub…’ ‘Suphanallah, Suphanallah, Suphanallah…’ demesi gerekmez mi? Bu ne ciddiyetsizlik” dedi. Bu tür ciddiyetsizlikleri ancak Nuri Pakdil fark eder ve onlara öfke duyar.”
Vefatının Üçüncü Yıl Dönümünde Sezai Karakoç’u Anmak
Mustafa Özçelik, Sezai Karakoç hakkında yazmış. Karakoç aramızdan ayrılalı 3 yıl oldu. Özçelik, şiirleri eşliğinde Sezai Karakoç portresi kaleme almış.
“Karakoç şiiri, dil özellikleriyle de yeni Türk şiiri için bir imkânlar coğrafyası oldu. Zira kültür ve medeniyetimizin başına gelen dilimizin de başına gelmişti. Yapay, uydurma bir dil ya da ona muhalefet eden geleneksel Osmanlı Türkçesiyle 1950’ler Türkiye’sinde bir şiir dili kurmak zorlaşmıştı. Karakoç, bu iki tuzağa düşmeden, sağlam bir dil şuuruyla bütün kelimelere sevgiyle yaklaştı. Alınması gerekeni her iki kaynaktan da alıp kullandı. Pek çok eskimiş, kullanımdan kalkmış kelimeye hayatiyet kazandırdı. Bu orta yolla bir dil birlikteliğini sağladı. Ortak dil, yaşayan Türkçe anlayışını diriltmiş ve toplum hafızasına mâl edilmiş oldu. Özellikle geleneksel kültür ve medeniyetimizin değer ve kavramlarını ifade eden kelimelerin çağdaş bir şairin şiirinde yer alması, dil bakımından da fukaralık yaşayan şiirimiz için ciddi bir imkân meydana getirdi.”
Muhit’ten Öyküler
Hüseyin Ahmet Çelik – Bozgun
“Düşman acımasızca saldırıyordu, direnmemiz mümkün değildi. Cephanemiz tükeniyordu. Moralimiz darmadağındı. Kimseden ses çıkmıyordu. Komutanlarımız ya rütbelerini sökmüş ya da vurulup düşen erlerin üniformalarını üstlerine geçirmişti. Ölüme yaklaşınca eşitlenmiştik. Üst yoktu, emir yoktu, itaat yoktu, vaat yoktu. Düşmanın ve ölümün karşısında birbirine sokulmuş, son kurşunlarımızı tüketmekteydik.”
“Cephanemiz yok, olsa da kullanamayız, yerimizi belli ederiz, tüfeklerimizi burada bırakalım, ağırlık yapmasın, dedim. Ayakuçlarındaki tüfeklere, üniformalarına, kirli ellerine ve yüzlerinde kuruyup kalmış kanlara hayretle baktılar. Bozgunun izleri, yalancı bir göz kapağı gibi örtüyordu bakışlarımızı.”
Veysel Altuntaş – İpler Dolaşınca
“Korkusu, koyu kozalak buhurdan saçılan dumanla konuşuyordu Haydar’ın. Geleceği görenin yalnız gelecekte kalacağını, gelecekle lanetleneceğini söylemişti kitaplar ona. Efsunlarla, büyülerle, dişleri közden beyaz saçlı kadınlarla, kara gecede kara ipe düğüm atmalarla dolu hikâyelerin okunduğu gecelerden sonra kendini kabirde, cennet bahçelerinden bir bahçe içinde görürdü.”
“Haydar yine kara bir gecede buhurdan gelen kozalağın kokusuyla mest oluyordu. Kitabı okuyor, yine yeniden insanları iç dünyalarına döndürmenin yeni yollarını arıyordu. Sonra bir an, küçük bir an, şimdinin içinde kaybolduğu, tazeliği hissettiği an farkına vardı. Sürekli dışarı bakan birine dönmüştü. Kendinden iğrendi. İğreti bir yaşamdan kurtulmak için yapması gerekeni yapmalıydı.”
Muhit’ten Şiirler
Aynı andasın zümrüt ve zambak,
Nasip diyoruz olmayan şeye.
Yorulmuş kalmışken bile aramak
Nasip diyorum, olur belki de.
Sordum ve sordun, neden bitmiyor?
Seninle başlayan benmişim meğer.
Seher vaktinden bir bak âlem kim?
Ey çaresizlik ey kutsal hüner,
Yanmak icap eder kendi içinde
Külünden doğmak dilersen eğer.
İbrahim Tenekeci
Dönüp de biriyle ikinci bir serüven,
Olabildiğince içten, kendiyle barışık,
Yaşamak mümkünmüş gibi
Ve ölüm birdenbire olmaz,
Başlar elerken seçenekleri
Cevdet Karal
Geçmiş yakasındaki karanfili unutmuş
aruklamış yanakların bir bakıma
konuştukça arayı açıyor ceylanlar
hep aynı gözlerini çağırmadan yardıma
İlker Nuri Öztürk
Boynunu güllerle zedelemiş
eski bir halktan kalan aşkla
bir mektupta gün ışığı saklıyor
rahvan atların pürüzsüzlüğünü
Gümüş köstebekli bir gece
silahın en güzeli gözleri
saatlere bakmadan biliyor
denizi tütsüleme vaktini
Yunus Karadağ
budur bendeki en büyük muamma
neden silemeyiz göçenlerin numarasını
arayacaklarmış gibi ara ara
Eyyüp Akyüz
Sen gittin gideli hep aynı boşluk
Hiçbir şey doldurmaz dünyada yerin.
Mihrican mı değdi? Güllerim soluk!
Hasretmiş takdiri bana kaderin.
Muhsin Macit
bu kış bu karlar bu pencereler önünde uyuyakalmış kadınlar
affetmez bizi gelecek bahar sevgilim
yanlış yön doğru bakmak
içinde anne geçen cümleler kurmakta haklısın
seni her yere götürecek otobüsler aramakta
saçların pazar günlerini anımsatıyor bana
banyo günü çamaşır günü telaş günü
ellerinin tertemiz elbiseler gibi kokma günü
Cengizhan Konuş
afrikalı kabilelerin kamıştan örülmüş
sırlarını gizledikleri çadırların üstünde
kara bulutlar kabarmış duygular
oturup tane tane düşen yağmuru
topladım içim bir mavi bir mavi
tek tek açıldı koyu renkler
dönüştü beyaz bir çizgiye
ceylanların ürkek ürkek içtiği
fil kokan bulanık sulara düşüp
maviye dönüşünce rüyalar
suyu övdüm bir serin bir serin
Şakir Kurtulmuş
Aklımda bir yaz şafağında dönmek korkusu
Yarım kalmış hevestir bütün dönüşlerin hikâyesi
Kırılmış bir insanın anlatılamayan o mahcubiyeti
Adına sustuğum yarım kalmış bir hayatın konusu
Biraz dünya yası bıraktım perdeleri açık pencerene
Sen de bilmezsin bir çiçeği öpen bilir
Hiç gidilmemiş evlere söylesene kim iyi gelir
Mehmet Tepe
Bir Nokta, Sayı: 274
274. sayısına yine Mürsel Sönmez’in tüm insanlığa seslendiği yazısı ile giriş yapıyor Bir Nokta dergisi. Kaybolan bir insanlık var dünyada. Hem yapay zekâ eli ile hem de vicdanları körelterek yapılıyor bu sistemli soykırım. İnsan sıcaklığını yitiriyoruz.
“İnsanın, ürettiği yapay zeka vb. hurafelerin ağına düştüğü ve ruhi/manevî/entelektüel yönlerinin yok olmaya doğru gittiği bir süreçte, edebiyatla insaniliğin yitirilmemesi uğraşındayız. Uygulayımbilimi yedeğine alan anamalcılığın insanı bu var oluş yok oluş sürecine sokacağını öngören Nuri Pakdil “İnsan solucan değildir” diyordu. Daha başkaları da benzer öngörülerde bulunmuş ve uyarmışlardı insanlığı. Ne ki, anamalcı Küresel Kötülük; bilim, felsefe, sanat ve edebiyatı da tüketim nesnesine dönüştürerek lehine bir araç kılmayı büyük oranda başardı. Dünyanın her yerinde öncelikle zihinler hazırlandı ve insan kırımına yol açıldı. Ülkemizde nüfus artış hızının ilk kez bu denli düşük olması bunun somut bir göstergesidir. Devamında ise, bulunduğumuz coğrafya ve ait olduğumuz medeniyet havzasında fiili yok edişlere yöneldiler. Şimdilerde yaşadığımız Filistin ve Lübnan ve mücavir ülkelerde tüm orduları ve askerî güçleri ile bunu gerçekleştiriyorlar.”
Çağımızın Kutlu ve Diri Sesi; Sezai Karakoç
Dergilerimizde Sezai Karakoç üzerine yazılar çıkmaya devam ediyor. Bu elbette mutluluk verici bir devamlılık. Olması gereken de bu. Çünkü Üstad’ın sözlerine her zaman ihtiyacımız var. Temel Hazıroğlu, Karakoç’a yazdığı içten bir mektubu paylaşıyor Bir Nokta okuyucuları ile.
“Değerli üstadım, Dirilişi ve sizi çok iyi anlamaya ve yorumlamaya çalıştık. Mitleştirme, kutsallaştırma, müzeye çevirme hastalığına düşmeden tefekkür etmeye ve sonuç çıkarmaya uğraştık. Dirilişin son asrın en üst düşüncesi olduğunu ve bunun geliştirilmesi ve ilerletilmesi gereken bir fikriyat olduğunu düşünerek, habire sizi düşünüp kitaplarınızı yine ve tekraren okumaya başladık. Dirilişi, her zaman temel alınması ve daha sistematik bir bütünlüğe kavuşturulması ve daha yüksek bir hareket boyutuna taşınması gereken bir düşünce olarak ele aldık ve içindeki, sizin tabirinizle, o “yeni devrim” boyutuyla yorumladık. Bu çerçevede ufuklu ve devrimci bir bakış açısı oluşturmaya çalıştık.”
Kısa Kısa Kısalmayan An’ın Uzun Figanı
Ahmet Şevki Şakalar, güne dair notlar paylaşıyor. Zihnimizi meşgul eden anlık dokunuşların üzerimizde bıraktığı derin etki de diyebiliriz bu notlara.
“İsrail, üç yüz altmış beş gündür Gazze’yi bombalıyor. Ne üç yüz altmış beş günü? Bin dokuz yüz kırk sekizden beri dünyanın gözüne baka baka Filistin’in canını okuyor. Hatta bin dokuz yüz on yediden bu yana. Ağacın gövdesindeki kurt, onu yavaş yavaş yok ediyor. Amerika’nın inkar edemediği gayrimeşru çocuğu. İran’ı ayakta tutan tiyatro sahne arkadaşı. İtrail; bazen sahibine de hırlayan, hırlaya hırlaya devletçik kurduran şımarık Mezopotamyalı. İngiltere’nin dünyanın kalbine yerleştirdiği yaralı ve zehirli ur. Barışın ve huzurun boynuna geçirilmiş urgan.”
Susmaya Övgü
Dünyada tarif edilmez bir gürültü var. Çok konuşuyoruz, az dinliyoruz. Bu genel bir durum haline geldi. Sükûtun altın olması gibi bir güzellik varken ne yazık ki çok da rağbet görmüyor susmak. Hasanali Yıldırım, susmaya övgü yazısı ile dergide.
“Bilinen hakikat: Kimileri susarak konuşur, kimileriyse konuşarak susar. Demek ki en çok susanlar, gevezeler. Habire anlatıp dururlar fakat asla kısa bir sükûtun bereketi kadar konuş(a)mazlar. Çünkü geveze konuştukça duyulmazlaşırken suskun, sükûtunca tekellüm eder ama erbabı nezdinde elbette. Konuşmanın susmaktan, susmanınsa konuşmaktan evlâlığını tefrik, tekâmülün ilk mertebelerinden. Konuşan itibarından harcar, susansa hikmet saçar; yerli-yerinde ve miktarınca tabii ki.”
Belgrad Deyince
Elif Sare Barskanmay, Belgrad üzerine yazmış.
“Belgrad, bahar ayına dönüşünü sakladığım yakın bir dost gibi kalacak içimde. Belgrad bir karakter olsa elinden kahve ve sigarasını düşürmeyen, listelerinde 90’ların müziklerini çalan, gideceği yere zamanında gitmeyen ama hiç de endişelenmeyen serin kanlı bir arkadaş olurdu.”
Beylerbeyi Günlükleri
Nurettin Durman’ın Beylerbeyi Günlükleri’nde bu sayı Mayıs 2016’ya dair notlar var.
“4 Mayıs 2016, Çarşamba… Sabahleyin saat on civarında Mehmet Şah Erincik aradı. Acı bir haber verdi. Üsküdar’ımızın sevilen insanlarından yıllarca Çınaraltı Kafe diye adlandırdığı çay ocağında ağabeyi Azad ile çaycılık yapan Veysel Ulutaş vefat etmiş. Kanserdi zaten. Epeydir hasta idi ve tedavi görüyordu. İkindi namazı sonrası Şakirin Camiinde namazını kılıp uğurladık dostları olarak. Sevenleri gelmişler sağ olsunlar.”
“10 Mayıs 2016, Salı… Bir şeyler yapmak lazım. Yazılar, şiirler, günlükler. Denemeleri toparlamak lazım… Günlükleri adı geçenlerin fotoğraflarıyla yayınlamak daha güzel ve anlamlı oluyor. Bu günlükleri kitaplaştırmak lazım… Biraz da deneme havası oluşturuyorlar haliyle… Beylerbeyi Günlükleri ismi uygun düşüyor…”
Bir Nokta’dan Öyküler
Ahmet Yılmaz – Yeşil
“Yirmi yıl evvel Hakk’a uğurladığımız dedem rüyama girdi. Bir posta oturmuş, dervişane giyinmiş, yeşil sarıklı. Uzun sakallarını sıvazlayıp gözlerini gözlerime dikerek, hırıltılı bir sesle sordu: ‘Nerede kaldın evlat?’
Uyanır uyanmaz terimi silmeden mezarlıkta aldım soluğu. Toprağını suladım, duasını okudum. Taşında onun adının yanında benim adım da yazıyordu. Nefes nefese sıçradım yataktan.”
Merve Nâsır – Cam Duvar
“Oyun bittiğinde ise rol yapma sırası kendisine gelmişti. Yüzüne yalancı bir gülümseme takınarak ne kadar hırpalanmış olduğunu sakladı arkadaşlarından. Belki de sakladığını sandı. Sahnedeki oyuncuların aksine rol yapma kabiliyeti yok denecek kadar azdı.”
“Perişan adam, bakışlarını boşluktan indirdiğinde gözyaşları yanaklarından usulca süzüldü. Bu manzara içini en derinden titretti ve yerinden kalkıp sahneye çıkma arzusuyla dolup taştı yüreği. Oyuna müdahale etmek, bir defa olsun bu biçare adamın makûs kaderini değiştirmek istiyordu. Dağılan saçlarını düzeltmek, gözyaşlarını elleriyle silmek ve kollarından tutarak onu ayağa kaldırmak…”
Mustafa Alagöz – Kurumuş İğde Ağaçları
“Gülali, Zarife’yi yaylada görmüş çok beğenmişti. Kız da ona karşı boş değildi. Kız zaten köylüsüydü, küçüklüğünü bilirdi. Bu yaz daha bir serpilmişti. Şimdiye kadar nasıl da görmezden gelmişti genç kızın işvesini nazını. Gülali, evin yedinci oğlu. Evlenme sırası onda. Ailesi kızı istedi, evlendiler. Evleri yayladan köye dönünce sonbaharda…”
“Köyün muhtarı Hacı Mehmet emmiden tahta kalıplar emanet alındı. Kerpiçler kalıba döküldü, yazın alazına serildi. Zarife, kuruyan kerpiçleri el arabası ile inşaata taşırdı. Gülali, artık çobanlığı bırakmış, duvar örerken bir taraftan da hayal kuruyordu. Hayalinde meşhur bir duvar ustası olmuştu.”
Bir Nokta’dan Şiirler
hâlâ tuhaf geliyor yaz mevsimi ayrılık
gök bahçede yıldız seli / tam ortadayım
ve âşık olmamıştım hiç bu kadar maşûğa
silmedim çeşm-i siyâhım / kalıversin nem ile
yine zamansız düştüm söz yumağından
yok pahaya sattılar hoş pazarlık güncemi
gel kurul tahtına dedim ellere verme
yorgun kalemim tashih edilmez kelimelerde
Mehmet Şamil
Güzel masalar da kurulur burada
Sevgili komşum,
Edip Cansever’in masası gibi
Hünerli elleriyle en çok gencecik kadınların
Çaylar, zeytinyağlılar, domates ve peynir
Acılar ve sevinçler, yarına dair taptaze umutlar
Radyo yoksa da,
Olsun, iyidir telefondan da türküler
İyi gider akşamüstü bir mavi yıldız
Sonra dönülmez akşamın ufkundayız
Dağılmak üzere bir ihtimal daha var
Lüksü budur, işte buradaki halkın
Beş yıldız bir manzara, yeşil çim ve fonda villalar
Hem de bedava.
Süleyman Çelik
Korkunç kısraklar gibi
Bakar yüzüme yüzüm çoğalır.
Ne vakit kaçsa evden
Karıncalar basar halılarımızı.
Annemdir, hudutsuz göklerinde
Akar sanki Allah’ın…
Eray Sarıçam
Karla karışık kırmızıyım gözlerinde ateş ve su
Narın ortasında damarlarım ar, aşk ve Yusuf
Safran sarısı o adam, şehre girerken ilk medresede
Ol sebepten siyah ve beyaz bataklık, gri hendese
Gelincik ve papatyalardan ellerim nemli, elma yasak
Çok uzağa da düşmemiş bakışın, firari tapınak
Çiçekli şiirleri dağa kaçırmış balta, putlar Müslüman.
Sardunyalar kış, buğdaylar ayran aşı sofrada
Yasemin Kuloğlu
zamanın eli değdi yokluğun üzerine
alnıma mekânın mührünü vurdukça alıcı kuşlar
henüz rüyaya durmamış uykunun tam ortasında
yorgun çağların yolcusu sahipsiz gölgekıran avcısı
sen şehrin müridi coğrafyanın görkemli bilgesi
kim yoklayacak seni aşkın kavşak noktasında
kendine ördüğün duvar daha bir karışır benimkine
şimdi çağdaş direniş başlatıyorum göğ/s/üne
etimle kemiğimle sana vadedilmiş topraklar
bana el değmemiş söz boşlukları
Vahdettin Oktay Beyazlı
Zelkif Yıldırım güler yüzle karşılar bizi
sinema bilgisiyle ışıtır içimizi.
Zeynep Sati Yalçın hep beklerken düş bahçesi
okuyucuyu sarar hüzün dolu türkçesi.
İbrahim Eryiğit
Yankısını kim çaldı dilimdeki ahların
Saçlarımda savrulur yaşamanın rüzgarı
Sızısı kalbimdedir geçtiğim sıratların
Varıp kime satayım kalbimdeki efkarı
Toprak mıdır çağıran kırışmış ellerimi
Dökülmüş boyalarım kırılmış aynalarda
Bağlamış bir ahrazlık konuşan dillerimi
Ben değilim bu resim şu solgun tablolarda
Mehmet Baş
Bu çöpçü kadınlar sabah erkenden
senin akşam kirlettiğin sokağı
pırıl pırıl etmek için ter döker
sense daha günü selamlamadan
helâl ekmek nasıl gelir sofraya
kaygısını bile taşımıyorsun.
Tayyib Atmaca
Zekeriya’nın kanıyla kirlenmiş İshak çocuklarının elleri
Kutsanmış kuyuları günahla kirleniyor
Dökülen yaşlar temizlemiyor
Kan tutulması yaşıyor Arz-ı Mev’ud
Kesmeyi ve çivi çakmayı çok seviyor
Çok seviyorlar ihaneti Yahuda’dan beri
Çok seviyorlar çarmıha germeyi İsa’yı
Çok seviyorlar resullerine sırt dönmeyi…
Öldürmeyi de seviyorlar
Misket bombalarıyla vuruyorlar Gazzeli çocukları
Çocuklar ölünce Gazze’de aklıma Hitler geliyor!
Mehmet Kurtoğlu
Şehir ve Kültür, Sayı: 124
Şehir ve Kültür dergisi yine gönüllere dokunan bir kapak ile selamladı okurlarını. Ahlat Mezarlarına dikkat çekiyor dergi. Yazısı da Mehmet Kamil Berse’den.
“Ahlat kelimesi, Gülgillerden, kendi kendine yetişen, üzerine armut aşılanan ağaç, yaban armudu, dağ armudu (Pirus piraster) /Bu ağacın, armuda benzeyen, iyice olgunlaştıktan sonra yenilebilen yemişi/Kaba adam, yol iz bilmez kimse. anlamına gelir…”
“Ahlat’a, Ortaçağ Türk mimarisi mezar tiplerinin topluca incelenebileceği, benzeri bulunmayan bir açık hava müzesi görünümü kazandıran ilgi çekici mezar âbideleri, özellikle Meydan Mezarlığı çevresinde ve Ahlat’ın eski mahallerinde yer almaktadır. Bu eserleri kümbetler, akıtlar (aş. bk.) ve mezar taşları şeklinde sınıflara ayırmak mümkündür.”
Bir Kıbrıs Güzellemesi
Kâmil Uğurlu, Kıbrıs üzerine yazmış. Yaptığı bir seyahatten hareketle mavi vatan göndermesiyle anlatıyor Kıbrıs’ı.
“Girne şehrine varınca masalın burasında bizi kendi halimize bıraktılar. Eskiden eski bir liman, gemiler, mendirek, deniz fenerleri ve lokantaları, gazinolar, meyhaneler, yerliler, yabancılar, siyah derililer, beyazlar, griler, kızıllar, pembeler, efendiler, berduşlar, başıboş köpekler, açıkgöz kediler…”
“Gazimağusa’da bir katedralin içinde bir süre dinlendik. Bizi bu cevelan süresince güden çelik kanatlı meleklerimiz şunları anlattılar burasıyla ilgili: Buranın adı St. Nicholas Katedralidir. Osmanlı döneminde camiye çevrilmiştir. Lüzinyan kralları önce Lefkoşa’daki St. Sophia katedralinde “Kral” olurlardı. Sonra buraya gelirler, burada “Kudüs kralı” olarak taç giyerlerdi.”
Kadim Şehrin Antikaları
Alper Lütfi Göncü, İstanbul’un antikaya yaslı yüzünü anlatıyor.
“İstanbul’un her iki yakasında ve Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde gelenekselleşmiş antika pazarları hareketlendi, mezat salonları şenlenmeye, sosyal ağlarda on-line açık artırmalar rağbet görmeye başladı. Hâl böyle olup talep artınca, piyasada nitelikli mal kalmadığından, kimi antikacı esnafı, taa Fransa’lara, Almanya’lara gidip kamyonla antika/replika mal toplamaya başladı.”
“Kapalıçarşı’nın; Cevahir Bedesteniyle beraber nüvesini oluşturan Sandal Bedesteni 1984 yılına kadar belediyenin mezat salonu olarak hizmet verirken, şimdilerde dünyaca ünlü Nusr’et Lokantası ve diğer özel sektör işletmelerine ev sahipliği yapıyor.”
Şehirde An’lar İçinde Kaybolan Anılar
Anlardan anılara geçmek bazen çok da kolay olmuyor. Geçip gidiyor zaman. Biz farkına bile varmadan anılar da geçmişin karanlığında yitip gidiyor. Hayat farkına varmaktır biraz da. Canan Coşar, anlardan kaybolan anılara bir geçiş yapmış yazısında.
“Anlara sıkıştırılmış cahillik ve cesaret arası ömür anlar demlenip anılara dönüşünce küçük bir göz dalgınlığında demin tadını alıyoruz. Belli bir mesaide şehir içi telaşında geçip giden zaman vakumlanmış vaktini bekliyor. Şehrin cazibesine gösterişine kapılıp küçülmeden büyümeye, çırak olmadan usta olmaya, tohum olmadan ağaç olmaya, üşümeden ısınmaya, yakmadan yanmaya atılan adımlar, engel olunamayan cesaret pişmeden olmanın cahilliği arasında umutlar yüklemeden, anlara anılar biriktirmek lafta kalır davranışlardan ibaret.”
Cahil Şehirler
Mehmet Kurtoğlu, cahil şehirler yazısına devam ediyor. İnsanı ve aklı yok sayan, görgünün olmadığı, insanî değerlerin ters yüz olduğu şehirleri anlatıyor Kurtoğlu.
“Cahil şehirlerde “desinler” zihniyeti en makbul davranıştır. İnsanlar gösterişte yarışırlar. Öyle ki kadınlar ziynetlerini yarıştırır, erkekler arabalarını, ağalar marabalarını. Şeyhler kerametleri mi zenginler servetlerini yarıştırır. Fakirler yoksulluklarını, hastalar dertlerini yarıştırır. Dindarlar da dindarlıklarını. Öyle ki ön tarafta iftar çadırlarında dindarlıklarını ve cömertliklerini gösterenler, arka tarafta hırsızlıkta yarışırlar. Bu toplumlarda din içselleştirmediği için söze, ahlak fıtrata dönüşmediği için şekilde kalmıştır. Ucuz adamlar kıymete biner, ön plana çıkar. Kıymetli adamlar hafife alındığından geri planda gözden uzak yaşarlar.”
Fahri Tuna ile Yol Hikâyeleri
Fahri Tuna ile söyleşi serisine başlıyor Kadir Korkut. Bir portre ustasının yol portrelerini büyük bir heyecanla takip edeceğiz. İlk bölümde Gagauz Yeri’ne gidiyoruz.
“Sadece Balkanlara 61 (yazıyla altmış bir) kez çıkmışım. Bir ara – görevim icabı – her sabah bir başka ülkede uyanıyor, gözlerimi açtığımda bir iki saniye neredeyim acaba? Diye düşünüyordum. Yollarda çok ilginç ve renkli hikâyeler yaşadım. Yaradan’a şükür, önüme çok iyi insanlar, tertemiz, iyi kalpli portreler çıktı çoğunlukla. Bunları zaman zaman özel sohbetlerde anlatıyordum. Şimdi artık bu hikâye ve portreleri, – sanıyorum – kamuoyuyla paylaşma zamanı geldi. Yaş kemale erdi zira.”
“Gagauz Yeri, üç kasabadan (Komrat, Çadırlunga ve Volakneş) oluşuyor. Bu üç kasaba ise her biri 5.000-6.000 nüfuslu, yirmi yedi küüden (köyden) meydana geliyor. Bu yirmi yedi köyden birisi de Tomay Küü. Fedor Topçu, üç dönem Tomay Küü Premiyerası (onlar ‘küübaşı/köybaşı’ diyorlar, bize göre Taraklı, Kaynarca gibi bir yerleşimin belediye başkanı). İlk gidişimde tanışmıştık. Kanımız ısındı birbirimize.”
Çamlıderede Şeyh Ali Semerkandi Hz. Meşesi
Bu yaz gideceğimiz yolu şaşırınca Çamlıdere’nin içinden geçmiştik. Bu şaşırma bizi meşe ağacı ile tanıştırdı. Vardır bunda da bir hayır dedik. Hülya Günay, Çamlıdere’nin meşesini anlatıyor yazısında.
“Semerkandî Ağacı, Çamlıdere halkı için aşk, yol, mana, ses olmuş. Zaman ve tarih insanlara Semerkandî Ağacı ile temas ediyor. Şeyh Ali Semerkandî Hazretlerinin ağacın gölgesinde talebelerine dersler verdiği söylenmektedir. İilim ve kültür ocağı, zanaat merkezi konumunda olan zaviyenin yüzyıllık şahidi meşe ağacı. Meşenin kökü ile geçmiş zaman şimdiye taşınıyor, “Dem bu demdir, dem bu demdir dem bu dem” sırrı ile yaşadığı çağın adamı olanların değil, “dem” adamı olanların hayat tecrübelerinden feyiz alınıyor.”
Yolculuk Ey! Bitme, Devam Et!
İçimizde bitmek bilmez bir yola çıkmaz arzusu vardır. Bazılarını bunu bir hayal olarak yaşar bazıları da her fırsatta düşer yola. Yol ferahlık verir insana. Hele de tren yolculukları… Bir şiirdir, masaldır, romadır tren yolculukları. Mesafe çok önemli değil. Raylar üzerindeyseniz düş kurmaya hazır olun. Lise yıllarım hep Adapazarı- Haydarpaşa arasındaki trenlere kaçak yolcu olarak bindiğim tren hikâyeleri ile doludur. Çok öykü biriktirdim rayların o ahenkli sesi eşliğinde. Leyla Yıldız da bizleri uzun bir yolculuğa çıkarıyor. Tren sesine şiirlerin ahengi eşlik ediyor. Masal gibi.
“Yolculuk ey! Devam et, ey bitmeyen hoşluk. Hangi renk; kına taşını, keven otunu bile barındırmayan, çalısız, bitkisiz hatta dikensiz boz toprakların uyuşukluğunu, ahenksizliğini, ıssızlığını verebilirdi? Ve hangi bulanık akan çay, önümüzde kuru bir manzara açmış kıraç toprağın ölgün bakışını getirebilirdi? Alışkın olmayanın gözleri üşüyordu bozkırda. Yeşil yeşildi sulama tesîsâtının emzirdiği alanlar, sarı sarıydı tepeler… Göğün dingin yüzü mavi mavi… Aslında yeşil Tanpınar şiirlerine, sarı Van Gogh tablolarına, mavi ise Yakupoğlu resimlerine en çok yakışan değil miydi? “Beş Şehir” in müellifi her ne kadar yeşili Bursa seyyâhı Andre Gide’e yakıştırmış olsa da…”
İsmet Özel’e Dair
Mehmet Nuri Yardım’ın bu ayki portre yazısında İsmet Özel var. Eserleriyle, anılarıyla, ortaya koyduğu kendine has üslup ve duruşuyla anlatmış Özel’i Yardım.
“Sadece güçlü şiirleriyle değil, sarsıcı ve uyandırıcı fikirleriyle de toplumumuzda karşılığı olan, kesin tespitlerine, keskin tahlillerine, uyarılarına ve ikazlarına rağmen, sevilen ve sayılan İsmet Özel hakkında yazmak kolay değil. Hakkını verebilmek ne mümkün… İlk tanışıklığımız Bâbıâli’de oldu. Cağaloğlu’nda Üretmen Han’da Çıdam Yayınları’nı kurmuştu. 1988 yılında kurulan yayınevi 1994’e kadar devam etmişti. 80’li yılların sonunda bu handaki odasında bir arkadaşımla birlikte kendisini ziyaret etmiştik. Sonraki ziyaretlerim, Şule Yayınları’nda devam etti. Yayınevi, şairimize bir oda tahsis etmişti.”
“İsmet Özel’in bütün bakışları, referansları, hassasiyetleri İslam’dır. İslami ölçüler onu sımsıkı bağlar ve konuşmalarında bunlara dikkat çeker. Yakın tarihten de bahseder, uzak geçmişten de çarpıcı sahneleri bulur ve önünüzde sergiler.”
Yazmak Üzerine
Ezgi Elçin Oynak, bir denemesi ile Şehir ve Kültür’de. Yazmanın önemi, içeriği, yazma halleri gibi birçok konu işlenmiş yazıda.
“Yazmak öğrenilebilir bir şey midir, bu tartışılır. Okuma ve değerlendirmeyi öğrenme kısmının dışında bence tamamen kabiliyet meselesidir. Fakat yetenekle birlikte mutlaka bir çalışma ve çaba gerektirir. Hayatta da bazı şeyler ” çabamıza” bağlı değil midir zaten. Öğretilenin dışında çoğu şeyi çalışırken kendi kendine öğrenirsin. Çalışma kısmında ise insanları tanıma, çok okuma ve gezme vardır. Ondan sonra da düşünme…”
Masal Şehir Mardin
Şifanur Özçelik Şirin bu sayı bizleri Mardin’e götürüyor. Mardin demek; kültür, sanat, medeniyetlerin buluşması demektir. Masal çağının izlerini görmek mümkün bu şehirde. Şirin’in yazısında insanı yola davet ediyor yine.
“Taşın ilmek ilmek dile geldiği, seyretmeye doyamadığımız masal şehri Mardin’deyiz… “Gecesi gerdanlık, gündüzü seyranlık…” sözleri kulaklarımızda çın çın yankılanıyor. Nar ağaçlarının, zeytin ağaçlarının ve bereketli Mezopotamya topraklarının mistik gölgesinde adım adım yürüyoruz. Mardin, eşsiz mimarisi, kültürel dokusu, tarihi ve zengin mutfağı ile gezmeye doyamayacağınız bir şehir.
Mardin’i en güzel şekilde, ilkbahar ve sonbahar mevsiminde gezebilirsiniz. Adım başı tarih ve medeniyete şahitlik etmiş bu şehri gezmek için kendinize en az 3-4 günlük bir zaman ayırmalısınız.”
Vâlide Mektebi
Bezmiâlem Valide Sultan’ın yaptırdığı Vâlide Mektebi’ni anlatıyor Menekşe Özkaya Tutum. Böylesine kıymetli eserleri gündeme getirmek çok önemli. Hem tarihi bir güzellik ile tanışmış oluyoruz hem de Osmanlı döneminin eğitim faaliyetleri hakkında da yeni bilgilere ulaşıyoruz.
“Okul binası, tarihi yarımada içerisinde, kuzeyden Nur-u Osmaniye caddesi, güneyden Divanyolu caddesi, doğudan Bab-ı Ali caddesi ve batıdan Türbedar sokak ile çevrili olan yapı II. Mahmud türbesinin hemen arkasında bulunmaktadır.3 Esma Sultan Sarayı’nın arsasına inşa edilmiş okul, 7 Cemaziyelülevvel 1266 (22 Mart 1850) tarihinde hizmete girmiştir. Başta ismi Valide Mektebi olan okul, daha sonra Darü’l-Maarif adını almıştır. Açılışa Sultan Abdülmecid, oğlu Murat Efendi (V. Murat), kızı Fatma Sultan, annesi Bezmiâlem Valide Sultan, Sadrazam Mustafa Reşit Paşa ve Maarif Nazırı Kemal Efendi katılmışlardır.”
Vefalı ve Dost İnsan: D. Mehmet Doğan
Dergilerimizde D. Mehmet Doğan hakkında yazılar çıkmaya devam ediyor. Bu da ona gösterilen vefanın, saygının, muhabbetin bir göstergesidir. İsmail Bingöl anlatmış Doğan’ı dostluğuyla, çalışmalarıyla, muhabbetiyle…
Mehmet Doğan ağabeyle gözümün önüne gelen son görüntülerden biri, Ardahan Üniversitesine ait. Buradaki etkinlikten sonra ben kendimi biraz yorgun hissettiğim için odama çekildim. Fakat aradan çok zaman geçmeden değerli dostum Prof. Dr. Ömer Özden telefonla aradı. Aşağıda olduklarını ve Başkanımızın beni sorduğunu söyledi. Ben de hemen kalktım ve aşağıdaki salona indim. Yüzündeki tebessümle “Yahu nerdesin? Daha türkü söyleyeceğiz, şiir okuyacağız. Var mı öyle hemen kaçmak.” Üzerimdeki kırgınlığa rağmen bu isteğe boyun eğdim ve Bingöl yöresine ait bir uzun havayı seslendirmeye çalıştım: “Oğul Bugün Bingöl dumandır/Fırtınası yamandır/Evin yıkılsın felek/Bu ne kötü zamandır/ Oğul Hınıs kalesi metin/Kaleye çıkmak çetin/Evin yıkılsın felek/Küçükten kaldım yetim”
Türk Edebiyatı’nda Suçun Edebiyatı Dosyası-2
Türk Edebiyatı dergisi Suçun Edebiyatı Dosyası’na devam ediyor. Bu yazılar hem edebiyatın farklı bir yüzünü ortaya kokuyor hem de birçok yazar ve eserin dünyasına girmek için bir kapı aralıyor.
Dosyadan…
Şeyma Karaca Küçük – André Gide’te Suç Algısı
“Genel olarak bakıldığında suç konusuna karşı Gide’in hassas davrandığı; eserlerine de bu hassasiyeti taşıdığı görülür. Kesin hükümler ve kanıtlar olmaksızın yapılan yargılamalar, suç gibi görünen bir eylemi tanımlamak ve cezalandırmak için yeterli bulunmaz. Çünkü suçun altında insanın bilinmeyen, örtülü tabiatı vardır. Gide, insanın şehvet, arzu ve tutkularına dair psikolojik tahlilleri önemser. Bireyin asıl çatışması da bu noktada başlar. Ahlaki yasalarla bireyin nefsani arzuları arasındaki gerilim git gide artar. Böyle bir gerilimin ortasında okurdan, toplumun ya da kanunların bakış açısını değil kendi bakış açısını yoklaması beklenir. Gide’in yargıdan uzak bu tavrı, eserlerindeki suç konusuna bakışının en belirgin özelliğidir.”
Ahmet Sarı- Franz Kafka’nın Dava’sında Joseph K’nın Suçu Ne?
“Roman boyunca Kafka “Dava” ile, Josef K.’nın suçluluk ve suçsuzluk şüphesini ve gerçeğini okur önüne çıkarır. İlk tutuklama haberinden, soruşturmalara; davanın ilk görüldüğü sahnelerden Titorelli’nin evinde ve katedralde papaz ile yapılan konuşmalara dek suç ve suçsuzluk birbiri üzerine galebe çalar durur. Köpekbalıkları kana nasıl yekinip gelirlerse yasayı çeken şayet insanın suçuysa, yasa boş yere halka suç atfetmeyip ancak suçlu olanları takibe alır ve suçlunun yanında belirirse Josef K.’nın muhakkak bu ilke doğrultusunda bir şey yapmış olması gerekmektedir.”
Canan Olpak Koç – İtirazsız Bir Masum: Zülküf yahut Raskolnikov’un Biti
“Dostoyevski’nin Raskolnikov’u veya Camus’nün Mersault’su… Suçluyu okurla tanıştıran, belki sempatik de gösteren ama aynı zamanda onu anlamaya yönlendiren örnek anlatılar. Hatta daha fazlasını, suç-ceza ilişkisine kabullenilmiş doğruların ve normların dışında felsefi bir temelden bakabilmenin de önünü açıyor bu romanlar. Nihayet suç edebiyata yansımış ve onun ortaya koyduğu sahnede, insanı çıkmaza sürükleyen soruların cevabı daha adil verilmeye başlanmıştır. Şu hâlde edebiyatın, bireyin derinliklerinde sakladıklarını ifşa noktasında çok önemli bir görev üstlendiği muhakkak.”
Mehmet Narlı – Verin Bana Taammüden İşlediğiniz Suçları da
“Şiirin söyleyen öznesi kendisinin İsmet Özel olduğunu açıkça belirtir. Şiirdeki ontolojik ve ahlaki bilgiyi, isyanı, meydan okuyuşu, ironik küçümsemeyi kendi üzerine alan bu öznenin İsmet Özel olduğunu söylemek oldukça cesur bir tavırdır. Cesaretinin dayanağı, İsmet Özel’in olan biten ve devam eden her yaşantının tanığı olmasıdır. Ama bu bilgi, İsmet Özel’in, dilin pratik düzeyinde her şeyi olduğu gibi söyleyen bir metin yazdığı anlamına gelmez. Bazı zamansal ve biyografik yaşantı parçalarının sunulması, Özel’in tanıklığını, yaşantısal ve olgusal gerçeklik katmanına çekse de tanıklığın gerçekleştiği asıl katman, ontolojinin, inancın ve ahlakın kök saldığı bilinç katmanıdır ve bu katman, imgelerin, sembollerin hafıza ve muhayyilenin yeni bir dile dönüşmesi olarak bize ulaşır.”
Şener Şükrü Yiğitler – Kasabanın Ruhu’ndan Türkiye’nin Ruhu’na
“Kasabanın Ruhu’nun kasabalı sakinleri, Kutlu’nun tanımlamasına uygun biçimde hâllerinden memnun, değişmez bir düzenin parçası gibi yaşar görünürler. Oysa yukarıda Gürbilek’in işaret ettiği gibi dışarlıklılar, yabanlar olarak gördüklerine içten içe bilenirler. “Sekili, memur yiyen bir ejderha”dır ve bu çok başlı ejderhanın başlarından en büyüğü Kerim Efendi’dir. O, ters düştüğü, diş bilediği, başının hoş olmadığı memurların ya bir alavere dalavereyle ya iftirayla ya da Ankara’ya bir şikâyet dilekçesiyle hakkından gelir.”
Sercan Caylan – Siyasaldan Postmodernizme Türk Romanında Suç Anlatılarının Dönüşümü
“Kurt Kanunu romanında İttihat ve Terakki Cemiyetinin fanatik üyelerince 1926’da Mustafa Kemal Atatürk’e gerçekleştirilen suikast girişimi anlatılırken polisiye bir yapı izlenir. Suçlular bellidir. Şükrü Kaya, Ziya Hurşit, Abidin Paşa gibi tarihsel karakterler suçu tasarlamışlardır. Kara Kemal’in yorumları, analizleri, Kurt Kanunu’ndaki suç anlatısının hangi politik tez ve önermelerle kurulduğunu ortaya koymuştur.”
Güney Kore Edebiyatının Ayrıksı ve Özgün Sesi: Han Kang
Güney Kore bizde genelde şarkılarıyla ve dizileriyle gündemde tutulmaya çalışılıyor. Güney Kore Edebiyatı diye bir gerçeğin konu edinilmesi bir ülkenin farklı yüzünü tanımamız anlamında oldukça önem arz ediyor. Farklı ülke edebiyatlarını tanımak okur-yazar konumundaki kişilerin ufkunu açan çalışmalardır. Burak Görgün, Han Kang ile tanıştırıyor bizleri. Yazıyı okuduktan sonra Han Kang’tan mutlaka bir kitap okumak isteyeceksiniz. Ödüllerin bazen faydalı işlevleri olduğunu böylelikle anlamış oluyoruz çünkü dünya Han Kang diye bir isimle tanıştı.
“Han Kang’ın yazınında hem evrensel olan hem de kişisel ögeler bulunsa da yazarın en büyük başarısı geleneksel Kore edebiyatına bir başkaldırı niteliği taşıyan eserler üretmesidir. Gerek ilk Kore edebiyatı kökenindeki Çince yazılar, gerekse bugünkü Kore alfabesi olan Hangul’la yazılan eserler daha ziyade didaktik, etik kodları barındıran ve ekseriyetle mutlu sonla biten bir öze sahiptir. Han Kang’la onun kuşağı daha özgür bir biçimde insanın iç dünyasına yönelmeye, insanın içindeki kaosu ortaya çıkarmaya, bu vesileyle de kendi ruhuna ayna tutmaya gayret gösterir çünkü yazar “edebiyatın yaşayan bir organizma olduğuna, bütün yazarların bir bütün olarak gerçeği aradığına, bu organizmaya katkıda bulunarak onu canlı tuttuğuna” inanır.”
Mehmet Rauf’tan Mustafa Kemal Paşa’ya Mektup
Edebiyat-araştırma-inceleme dendiğinde günümüzde akla gelen ilk isimlerdendir Necati Tonga. Edebiyat tarihinin karanlık sokaklarından bulup çıkardığı her bir kayıt, tarihi değer taşıyan bir öneme sahiptir. Dergide Mehmet Rauf’un Mustafa Kemal’e yazdığı mektubu konu edinmiş Tonga. Mehmet Rauf’un edebi çalışmaları, yaşadığı sıkıntılar, onlarla baş etme çabaları anlatılıyor. Bu çabalardan biri de birçok kişiye yazdığı yardım isteme amaçlı mektuplar. Edebiyat dünyasından kişilere yazdığı mektupların dışında Mustafa Kemal’e yazdığı mektup da var. Halâs adlı romanının basımı için Paşa’dan destek ister Mehmet Rauf. Tonga yazısında bu mektubu ve gelişmeleri anlatıyor.
“Mehmet Rauf, Gazi Paşa’ya yazdığı mektubunda tam bir sene uğraşarak İstiklâl Savaşı’yla ilgili Halâs adlı bir roman yazdığını belirtir. Fakat yazar, Talim Terbiye Heyeti tarafından incelenen ve takdir edilen bu romanı bastırmak hususunda o dönemde çeşitli zorluklarla karşılaşmıştır.”
“Mehmet Rauf mektubunun sonlarına doğru Gazi Paşa’ya meramını açıkça ifade eder: Yazar, emir buyurulduğu hâlde romanını Mustafa Kemal Paşa’ya takdim etmek ve önemli gördüğü sayfaları okumak istemektedir. Yazar bu sayede romanın basılması hususunda Gazi Paşa’nın desteğini alacağını ummaktadır. Mehmet Rauf, “Halâs’ın duçar olduğu [karşılaştığı] müşkülattan halâs olacağı [kurtulacağı]” ümidiyle Mustafa Kemal Paşa’ya derin şükranlarını ve ihtiramlarını ifade ederek mektubunu noktalar.”
Köylerden Kentlere Göç Merceğinde Türkiye’de Müzik Eğitimi, Yanlışlıklar ve Öneriler
Sümer Ezgü, türkülere sesiyle renk ve can veren bir isim. Sadece türkü söylemiyor Ezgü, aynı zamanda araştırmalarıyla da halk kültürüne katkılar sunuyor. Bunu bazen tv programları ile yapıyor bazen de makaleleri ile ortaya koyuyor. Dergide “Köylerden Kentlere Göç Merceğinde Türkiye’de Müzik Eğitimi, Yanlışlıklar ve Öneriler” isimli yazısı ile ülkemizdeki müzik eğitimine farklı bir perspektiften yaklaşıyor. Konuya yerli ve milli bir bakış açısı ile yaklaşıyor.
“Geçmişte kapatılan Devrim arabaları ve Hürkuş Uçak Fabrikalarımız ile millî tarımımızın başına ne gelmişse, ulusal müziğimiz de aynı akıbete uğramıştır. Artık bunun farkındayız! Doğru tarım ise bilimin yönlendirmesi gereken hassas konu. Burdur’da su sorunu var büyükbaş hayvanları beslemek için çok su tüketen mısır üretiliyor. Oysa bölgenin honamlı keçisi yetiştiriciliği desteklenebilir. Su gerekmeyen lavanta üretimine ağırlık verilebilir.”
Yolumuzu Yolsuza Düşürdü Felek
Yol varsa yolcu da vardır. Yeter ki gönüller hoşnut olsun. İnsanın bazen daraldığı anlar oluyor. İmdadına yollar düşüyor, bir şiir eşlik ediyor, bir türkü alıp başını gidiyor. Vahit Türk’ten türkü tadında bir deneme var Türk Edebiyatı’nda.
“Gönül ile akıl dengesini gözetmeyince “Aklı hor göreni Tanrı’nın gazabı çarpar.” ilahi buyruğu bir kez daha gerçekliğini kanıtladı. Aslında biz aklı hor görmemiştik ama onu, aklımızdan çıkarıp unutulanlar sırasına yollamıştık. Gönül dağlarımıza boranlar esti, fırtınalar koptu, sağanaklar düştü, seller coşup bu dağda ne varsa önüne katıp sürükledi. Selin önünde kocaman kayalar bile âdeta koşarcasına gider ya tam da öyle oldu. Gönül dağı, darmadağın olmuştu. Soluğumuz yetmedi, ciğerlerimiz çekmedi, gözlerimizin ışığı tükendi, aydınlık yollar, karanlık dehlizlere dönüştü, yolsuz yolaksız, gönülsüz ve akılsız öyle şaşkın ve bitkin kalakaldık.”
Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
içimde hızla yaşlanan çocuğun
ruhundaki çizgilere bir çentik attım
sabır boy veriyor artık
derin bir ahh geliyor yine
yakama iliştirdiğim en afilli imgeden ahh!
Âşık Veysel’in hatırladığı tek rengi
sağacağım birazdan
gönül bağımdan kopan gülün ağrısına…
sonra alnından vurup tüm büyük konuşmaları
geçmiş zaman fiilini çekeceğim kuyumun kulağına!
yalnızlığımın
bir bumerang sadakatinde boşadım
içimdeki tüm umutları
asılmayın genzimdeki son yaraya!
orada ölümün koynunda büyüttüğüm
dâru’l-bekâ duâsı var!
Mehtap Altan
Zaman mekân iç içe buna yollar da dâhil
Âfakta ve enfüste göğe açılan yollar
İçimde ve dışımda ne varsa sana dâir
Kalbimle kuşanıp da yeniden verdim ikrâr
Hüseyin Akkaya
Kalk!
Götür beni mâbedime
Kentlerde dudaklarım susuz
Canım toprağında asi
Atlar içimde huysuz
Gidelim!
H’içlenme derviş
Bekliyor sonsuz
Canan Köksal
Yediiklim’de Mehmet Sümer Dosyası
416. sayısında Mehmet Sümer Dosyası ile karşımızda Yediiklim dergisi. Sümer; şair, yazar, akademisyen olarak günümüz edebiyatına önemli katkılar sunan bir isim. Özellikle şairliğine ve şiir üzerine yazılarına yoğunlaşmak gerek. Şiirimizi anlama ve anlamlandırma çalışmalarıyla ufuk açıcı bir yerde duran Özger konulu hazırlanan dosyada birçok önemli yazı Yediiklin okurlarını bekliyor.
Âlim Kahraman – Mehmet Sümer Bir Portre İçin Başlangıç Sözleri
“Mehmet Sümer’in akademik çalışmaları ikinci Yeni olarak adlandırılan bir şiir oluşumunun hepsi kendi başına ayrı değerlere ve şiir içeriklerine sahip şairlerinden Turgut Uyar üzerine bir çalışmayla başlar. Onun, şiir üzerine gerçekleştirdiği diğer çalışmalarını da göz önünde tutarak, Türk şiiri için bir büyük kırılma olarak gördüğü (modernizmin Türk şiirindeki asıl atılımı) ikinci Yeniyi odağa alan, ileriye ve geriye doğru hep o basma yerinde durarak değerlendirmeler yapan bir tutumu benimsediğini söyleyebiliriz. Gerçi belirlediği sınırlarla, Turgut Uyar şiirini “AnlatısaLLık” üzerinden ele almaktadır. Ancak bunu yaparken hem Turgut Uyarşiirini, hem de İkinci Yeniyi oluşturduğu düşünülen diğer şairleri, kendin özgün alanlarına sokularak sahih bir çerçeve içinde ele almaya dikkat gösterir.”
Mehmet Yılmaz – Mehmet Sümer Şiirine Genel Bir Bakış
Bitlis-Tatvan Arasında Bir Gökyüzü başlıklı birinci bölümde on şiir yer alıyor. Kitabın içerik ve yapı bakımından genel görünümünü, iskeletini oluşturan bu şiirler Turgut Uyar’ın Göğe Bakma Durağı ve benzeri şiirlerinde yer alan karamsarlığın, kaçış duygusunun ve bunalımın aksine tabiatla uyumlu insanın kendini dünyaya dâhil edince anlam kazanan insanlığı etrafında şekillenmektedir. Dünya insan için yaratılmışsa insanla anlam kazanır. Tabiata hükmetme gücü verilen insan varlığın en değerli unsuru olarak görülmüş, gözbebeği şeklinde tanımlanmıştır. İslâm düşüncesinin insana bakış açısı hümanizmden farklı olmakla birlikte her ikisinde de insanın bir üst-değer olarak görüldüğünü söylemek mümkündür. Bir Gökyüzüne Önsöz, insan- tabiat zıtlığı yerine insanla tabiatı, dünyayı uyumlu bir şekilde bir araya getiren mısralarla başlıyor:
“buradan başlıyor bu oturduğum yerden
Sonsuz mavi bir gökyüzü“
Ömer Hatunoğlu – Şarkî Dergisi ve Derginin Giriş Yazıları
“Şarkî dergisi bizim açımızdan bu tecrübenin güzel meyveleri oldu. Arkadaşların her biri muhtelif dergilerde sanat hayatlarına devam ediyorlar. Senelerdir içinde yer almaktan mutluluk duyduğum ve dergiciliğin zorlu mutfağına şahit olduğum Yedi İklim’in; Ali Haydar Haksal ve Osman Bayraktarın Şarkîye gösterdiği dostluğu da anmak gerek. Gönüllerini ve sayfalarını her zaman açık tuttular arkadaşlara. Esas olan nitelikli edebiyatın devam etmesidir. Şarkî edebiyatın merkezinden konuşmak ve her kesimin nitelikli ürünlerine yer vermek emelindeydi. Bir ayağını değerlerine sabitlerken bir ayağıyla da tüm edebiyatımızı, sanattan düşünceye bütün dünyayı dolaşmak istiyordu. Türkiye’deki edebiyat ortamının içinde bir klik değil edebiyat ortamını kendi içinde yaşatan bir “şahrah” olmak arzusundaydı. Değerler derken şunu açık yüreklilikle söyleyelim ki Sezai Karakoç’un temsil ettiği sanat tutumu, estetik tavır ve düşünsel duruş derginin geneli ve özellikle giriş yazıları ele alındığında sezilebilir. Belki bunu çok söylemedik, çok haykırmadık ama böyleydi. Belki de bu tavır zamanla daha da belirginleşecekti. Nasip bu kadarmış. Hayat devam ediyor. Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler…”
Mehmet Tepe – Hüseyin Siret’in Adıyaman Sürgünü’nü Okuma Denemesi: Şair Taşrada
“Siret’in 1901 yılı” Yaz ortalarında vilayet merkezi olan Elazığ’a sıhhatini gerekçe göstererek tebdil-i hava için dilekçe yazdığını sürgünden kaçış bölümünde öğreniriz. Siret o yaz Elazığ’a gelir ve üç ay da orada oturur. Üç ay sonra sürgün yeri Adıyaman’a dönmek için Malatya’ya gelir ve orada eski Amasya mebusu, elçilik hadisesinde de arkadaşı olan İsmail Hakkı Paşa’nın tavsiyesiyle Binbaşı Kâmil ve Yüzbaşı Refet Beylerle görüşür.” Bu görüşme olayından sonra Siret Adıyaman yolunda yolunu değiştirerek iki Kürt muhafızla yirmi dört gün süren zorlu bir kaçak yolculuktan sonra Mersin’e varır. Mersin’den Kahire’ye, oradan da Paris’e ulaşır. Böylece Servet-i Fünun şairi Hüseyin Siret Adıyaman’da yaklaşık on sekiz aylık bir zorunlu ikametten sonra Paris’e kaçarak; o trahomlu, üzerlerinde elbiseden pek bir şey bulunmayan, aç, hastalıklı, fakir, o dönemin idarecilerinin elinde sesleri çıkmayan ahaliden ve pis bir köy olarak gördüğü o dönemin bir kazası olan Adıyaman’dan kurtulmuş olur.”
Mehmet Sümer’le Söyleşi
Dosya kapsamında Yücel Öztürk Mehmet Sümer ile bir söyleşi gerçekleştirmiş. Şiiri ve şiir kitapları üzerine soruları cevaplamış Sümer.
“Birinci kitabı yazarken İstanbul’daydım ve dünyaya, tarihe, topluma dönük muhayyel insanlarla gerçekleştirebileceğimi düşündüğüm bazı fikirlerim, belki heyecanlarım vardı. Büyük şehirdeydim ve her ne kadar yalnız da olsam kendimi gençliğimin ve arkadaş çevresinin içinde kalabalık görüyordum. 2016 başında Adıyaman’a taşındım ve birdenbire kendimle başbaşa kaldım. Zaman durağanlaştı ve ben artık yaşadığım zamanı değil daha uzak bir geleceği tahayyül etmeye başladım. Bir eserim olacaksa bunu sesimi bugünden duyuramayabileceğim kadar uzak bir gelecekte aramalıydım. Böylece belki farkında olmadan dıştan içe döndüm. Aynı zamanda şunu da görmek lazım ki bir ben değil, o tarihten bu yana bütün Türkiye insanı dıştan içe döndü.”
“Her ne kadar şiiri günlük dilden çok uzak görmesem de şiirin kaygıları ile günlük dilin kaygılarmınbir olmadığını biliyorum. Kullanılan sözcükler bakımından değil ama sözcüklerin işlevi ve kullanım amaçları açısından şiir, dilin içinde başka bir dildir. Şiirde sözcüklerin çağrışımlarına, tınısına ve duygu değerine bakıyorum ve diyebilirim ki sözcükleri sanki teker teker tartarak veya okşayarak seçiyorum.”
“Bende şiir, öncelikle sestir. Şiir, bana en evvel bir ses olarak gelir. Dünyayı seslerle ve onlara refakat eden duygularla algılıyorum. Gide gide salt sesten ibaret bir şiire varmak istiyorum. Çünkü varlık sesle anlam bulur. İlhan Berk, “sestir varoluş” der bir yerde. Varlığı sesle anlamlandırırız. Bir ağacın, bir kuşun, suyun ve taşın sesleri vardır. Sesler, bize evrenle ilişki kurmanın yollarını açarlar. Şiir, sadece canlıların değil cansız varlıkların da sesine kulak kabartır. Ben şiirlerimde her şeyden önce evrenin seslerine kulak kabartır ve varlığı ses olarak algılarım.”
Metafora Ulaşmak
Hüseyin Atlansoy, Metafora Ulaşmak yazısı ile dergide yer alıyor. Şiirin çağlar boyunca yaşadığı evrilme ve yapısal kurgunun zamana karşı tutumu işleniyor yazıda. Atlansoy yazıyı şu notla paylaşmış; “Bu yazı 1991 yılında Bürde dergisi için hazırlanmış, derginin yayınına son vermesi nedeniyle yayımlanamamıştı. Yazıyı 33 yıl arşivinde saklayan dostum Necat Çavuş’a teşekkür ederim.”
“Bu şiir hayata ilişkin bir şiir olarak “elektrikli” eksantrik yanıyla derinleşme ve genişleme şansını elinde bulundurur. Fakat bugünlerde çokça örneğine rastladığımız bu şiirin önünde birtakım kasisler vardır. Birinci kasis olarak “zekâ”nın “şiirsel metin”e dönüşmüş olan söyleyişlerde -ya da uydurmalarda- öne çıkarak, şiirin değer, bilgi ve duygu ya da metafizik boyutundan soyutlanarak bir gösteri aracına dönüşmesi gösterilebilir. Bu noktada şairin hayat ile kader arasındaki bütünlüğü kavrayarak ilk adım olarak ilgilerinde şiirsel bir genişlemeye yolaçma çabasına girmesi beklenebilir.”
İnsanlığın Ölümü
İnsanlığın ölümü ile başladı her şey. Dünyanın yaşadığı ne varsa hepsinin kaynağında ölen bu insanlık var. Erkan Kara, insanlığın ölümünü yazmış.
“Hız: ses ve körlüktü. Bu, hayatı duymayan, görmeyen insan demekti. Eğer yavaşlık hallerini kaybetmişseniz bu sizin insanlıktan çıktığınızın bir işaretiydi. Çünkü yavaşlığını kaybeden insan sükut olamazdı; sükut ise, belayı dindiren, yarayı iyileştiren bir haldi. Hızdaki o ses ve körlük bizde, bunu duymamızı ve görmemizi engelleyen bir durumdu.”
“İnsan, ruhundan yavaşlığı, aceleciliği nefsinden alırdı. Ruhun yokluğu, sükutunu kaybetmesiyle belli olurdu, bu da bireyci olduğuydu artık insanın; yani yalnızca nefsini yanına alan demekti, işte, adına çıldırmak denen hızın hayatımızda ki başlangıcı! Çünkü ruh, insanın freniydi ve o artık yoktu. Tıpkı seyir halinde bir kamyonun freninin olmaması gibi bu, içimizdeki “hayvan”m ortaya çıkışıydı. Şimdi, herkes kendi “hayvan”ını gezdiriyor, bahçesinde kimsenin artık oynayan çocuklar yok.”
Yediiklim’den Öyküler
Osman Koca – Tipitip-Bir
“Ağlamaya devam ediyordu Ayla. Küstahlığını bile isteye vuruyordu kalbine. Yapılanlar tokat gibi iniyordu yüzüne. Nedametinin utangaçlığıyla kızarıyordu yanakları. Dudakları nâr renginde nardı. “Bi daha gelecek misiniz hocam, Allah izin verirse?”Bi daha gelmeyeceğini bile bile sormuştu Ayla veya sorduğunu zannetmişti. Çıkmadık candan ümit kesilmez misali bi ışık, ağlamasını kesecek bi umut aradı kahve kokulu gözlerde. Dirhem dirhem azalıyordu ümidi ve yalnızlığının ve kimsesizliğinin kıyılarında beyhude bakışlarla ufkun ağlamaktan kızaran gözlerini seyre durdu. Deryanın kanayan sularını içti kana kana. Sonra sahile vuran denizanalarını, hayata kavuşturmanın telaşıyla çabaladı durdu: “Bunu niçin yapıyorsun Sevgili Ayla?” dedi, “Sen bir tanesini hürriyetine kavuştururken, binlercesi özgürlüğünü kaybediyor.”
“Neymiş efendim, öykü yazmaya karar vermişmiş. Burayı anlatacakmış hikâyesinde. Yaşadıklarını, sevdiklerini, köylüyü bilmem daha neleri neleri. Sağ olsun çok sevdiği için beni de konu edinecekmiş. Dükkânımı da anlatacakmış. Böylece yedi düvelce tanınacak, meşhur olacakmışım. Sonra beni güzel kızla evlendirecekmiş. Çok malım ve çocuklarım olacakmış. Garip olduğu belliydi adamın. Fakat bu kadar da zıvanadan çıkacağını tahmin edememiştim doğrusu ve açıkçası. Öykü senin neyine. Rahatlık batıyor olmalı ki duramıyor yerinde.”
Mukadder Uçar Beyoğlu – Mazgallardan Seslenen Kadın
“Son zamanlarda yaşadıklarımı senden başka kimseye söyleyemeyeceğimi bildiğini -şükürler olsun ki- biliyorum. Ayrıca anlatmama gerek yok; zaten hep benimleydin, her zamanki gibi. Neler olduğunu biliyorsun; gördün, işittin. Başıma gelenlerin ne olduğuna, içimde kopan tufanın şiddetine benden daha çok hâkimsin. Hatta bilmediklerimi biliyorsun, nereye varacağımı da… Benimki İnsanî bir iç dökme, paylaşma ve hemdem olma, sesli düşünme gereksinimi… Sesli düşününce, başka bir deyişle ‘dile getirince, çoğu zaman hiç fark etmediğim ayrıntılara ulaşabiliyor, çözümün ipuçlarını yakalayabiliyor ya da sırrın yine kendi içinde saklı olduğuna erişebiliyorum. Ama bu kez nasıl birsonuca varacağımı, bu düğümün nasıl çözüleceğini kestirebilmek her zamankinden daha zor görünüyor. Belki de ömrümün sonuna kadar bu esrarlı anaforun içinde dönenip duracağım.”
“Çocukluğumda oynadığım bir oyun düşüyor aklıma. Ebe, saklanan birinin veya eşyanın yanına yaklaştıkça diğerlerinin heyecanlanıp giderek yükselen “Sssss… ssss….” sesini çıkarmaları ya da “Sıcak, sıcak, sıcak…” diyerek ipucu vermeleri… Ebe, hedeften uzaklaştıkça o hararetli seslerin alçalması, “Soğuk, soğuk, soğuk…” derken tınısının da soğuması… Uzaklaştıkça soğumak, coşkuyu yitirmek… Yaklaştıkça ısınmak… Biraz daha, az daha derken mıknatıs gibi çeken ama alev alev bir girdabın sınırına gelmek… Gizleneni bulmak… Onunla ‘birleşmek… Yanmak… Yok olmak yerine ‘varlıkla bütünleşmek… Başka bir ‘var’ın içinde eriyip gitmek…”
Refika Mert – Düşleri Uyandırmadan
“Her yerde her zaman uyuyabilirim, ikindi metrosunda, sandalyede, bir öğle vakti hastane koridorunda… Fakat geceleri güzel yatağımda asla! Ya gece uyuduğumda büyük bir düşü uyandırırsam! Ya sonra uyanamazsam! Bilirsiniz, rüyanızdan vaktinde uyanmazsanız bir kâbusa dönüşür. Ya kalırsam orada! O zaman bittiğimin resmidir.”
“Bir rüyaya değil bir uykuya hapsoluyorsun böyle de diyorlar. Neyse ki uyku, rüya diye zırvalamayacağım çünkü bunlar üzerinde çok zırva var. Dikkatim hakkında zırvalayabilirim ama. Durduk yere saçma sapan şeylerin üzerinde toplanıyor bazen de. Mesela elma kabuğu, bütün dikkatimle üzerinde duruyorum. Vaaay be! Elma kabuğu ha! Bunların uyumuyor olması ne ilginç! Bunlar da bize şaşırıyor mudur? Uyuyor olmamıza yani.”
Yediiklim’den Şiirler
kör oldu hepimizin gözleri
gazze bir çay bardağında
hepimizin gözleri
kör gözlerimiz
gazze ve çay
sezai karakoç’un gözleri
Arif Ay
Ey buzdan deniz yanılsa göğsün
avuçlarıma konsa kalbin
yüreğim soğumaz
atıp dursa atıp dursa
öylece kimsesiz
Metin Kaplan
Davudî bir yalandı
Hatırındaki zaman o hatıralardaki zaman
Gittin ya! Görkemli hatıra, kül ve acı
0 seller, depremler
Hani darbe günlerinden kalma ekmek karneleri
Susacak kadar bile vakit yoktu
Sair küldür gecenin rengi
Öksüz kalan kelimedir
Gözlerine yalvararak baktığım günden beri
Adem Polat