Cins, Sayı:108
“İnanacak Bir Şey Kalmadı Gazze’nin Rabbinden Başka” diyor kapağından cümle aleme Cins dergisi. Zulüm, soykırım devam ediyor. Biz ayakta durdukça, zalimin karşısında direncimizi biledikçe umudumuz da canlı kalacak ve elbette inananlar galip gelecek. Çünkü Allah her zaman inananlarla beraberdir.
Derginin giriş yazısında gençliğe bir vurgu var. Hassas detaylara gönderme yapılıyor. Dergi bu sayı; “gençlik” kavramını dosya boyutunda birçok yönden işliyor.
“Avantajı olduğu kadar dezavantajı da olan bir durum gençlik. Tüm insanlık tarihi boyunca ilk kez bu kadar coşkuyla övülmesinin bir anlamı var elbette. Tarihi olmadığı için bir sabitesi de çoklukla yok. Endişesi geçmişe ilişkin değil -elinde sadece gelecek olduğu için- geleceğe yöneliktir. Bu, yerini ve yönünü rahat değiştirmeye imkân veren bir şey, müşteri olmaya müsait. Dezavantajı bu işte. İhtiyarlığın tersini alarak düşünelim bunu. Maverdi’nin ihtiyarlık yorumuna dikkat kesilebiliriz. Onun da geleceği olmadığı için tüm endişesi geçmişe yöneliktir. İki durum da bize şunu söyler; övgüye değer olan şey zamanın kendisi değildir, o zamanın içinde yapılan yolculuğun süresi de değildir. Anlama çabası ve o çabayı gösterme kudretidir. Yeniden başlamak için gerekli olan cesaret ve dinçliktir. Diğer türlüsü, İsveç’te doğmadığı için gerçekten üzgün olan herkeste yeterince var zaten. Gençliğe övgü, gençlere övgü değildir.
Erken kalkanların kendisine övgüdür.”
Kırkından Konuşmak
“Kırk” sayısının bizde hikmeti çoktur. Kırklara karışmak, kırklanmak, kırka kavuşmak ve daha fazlası. Peygamber Efendimizin kırk yaşında peygamber olması da bu sayıya daha bir anlam yüklemekte. Hüseyin Atlansoy, sesten ve sözden hareketle kırk sayısına getiriyor sözü.
“Evet, kırkından konuşmak. Ne bir ergen sesi ne de bir ihtiyar iniltisi. Broch da sanırım yaşlılık üslubu derken kırklı yaşları işaretlemek istemiş olabilir. Ancak emin değilim. Külliyatını okumam lazım emin olmak için. Kırk yaş sesini ve hâlini olumsuzlayanlar da yok değil. Derviş ve Ölüm romanında MeşaSelimoviç, kırk yaşında gençlik enerjisinin devam ettiğini ancak güç erimesinin de bu yaşlara denk geldiğini söyleyerek ve tam olgunluğa erişilmemesi gerekçesiyle olumsuzlar; kırklı yaşları. İyi romandır -bu romandan uyarlanan film kötüdür- Mahmut Kıratlı da iyi tercüme etmiştir ama bu yargısına katılmak, en azından benim için mümkün değil.”
Mustafa Çiftci ve İskandinav Sineması
Mustafa Çiftci ile soğuk ülkelerin sinemalarına doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Yani Çiftci’nin deyişiyle İskandinav sinemasına. Neden sevilir ki bu soğuk iklimin soğuk filmleri. Cevabı yazıda.
“Ben İskandinav sineması falan deyince sinemadan anlayan bazı abi ve ablalarımız hemen benim sinema bilgimi ölçmek istiyorlar. Kimleri seversin, favorin kimdir, en çok hangi yönetmeni seversin gibi sorular soruyorlar. Baştan belirteyim. Benim ilgim tamamen “ilkel”dir. Bakın “amatör” bile demiyorum “ilkel” diyorum. Sinema alakamın “ilkel” olduğunu söylüyorum ki eleştirilere kapıyı kapatayım.
Düşünün, ben İskandinav sineması sevdiğimi bile başkasından belledim. Ben soğuk yerde geçen filmleri seviyorum. O kadar yani sadece o kadar..”
Dünler
Dün diye bir şey var. Bugünü anlamanın anahtarı dünün farkına varmaktan geçiyor. Ahmet Murat bugünün edebiyat ortamını, şairlere bakışını dünle kıyaslayarak kaleme almış.
“Modern şiir katırca. Biçimsizlik, şişgöbek, uzun kulak. Ama dayanıklı, dağ tepe çıkar. At eteklerde otlar, ot seçer. Katır seçmez. At arkasından katıra bakarken, katır attan daha düşünceli bir tırmanıcı olarak, piçliğiyle barışık anırabilir. Başka şeyler de söylenebilir ama katırların bir hikâyesinin, bir mitolojisinin, bir türküsünün olmaması susturuyor beni.”
“Erken Cumhuriyet döneminde gazetelerde ve dergilerde şairlerin ya da yazarların karikatürleri görülüyor. Bir şeyi hafife almanın en kırıcı yolu onu hafife aldığını göstermek değil, onu görmemek. Bugün şairler en kırıcı şekilde hafife alınıyor.”
Hakikatin, Varlığın ve İnsanlığın Sonu
Batı kelimesinin karşısına ne yazarsak yazalım hepsi de olumsuz bir anlamı karşılamalı. Çünkü batının elleri hep kanla yıkanmıştır. Yusuf Kaplan bunu yazısında hakikatin, varlığın ve insanlığın sonu olarak anlatıyor. Özellikle Gazze’yi merkeze alan ve aslında tüm mazlum coğrafyaların üzerindeki batı etkisini ele alan tespitler yapıyor Kaplan.
“Gazze, inanılmaz bir ayna tutuyor insanlığa. Herkese. Her birimize. Bütün insanlara. Toplumlara. Devletlere. Ülkelere. Kültürlere. Medeniyetlere.
Kim olduğumuzu gösteren çift yönlü bir ayna bu: Hem insan olarak ne olduğumuzu, nasıl bir varlık olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi; hem de nasıl insanlıktan çıktığımızı, mankurtlaştığımızı, duyma, düşünme melekelerimizi yitirdiğimizi, nasıl ruhsuz yaratıklara dönüştüğümüzü gösteren -Allah’ın rahmetinin tecellîsi, tecellîgâhı- muazzam bir ayna.”
“Ontolojik şiddetin, ekonomi-politik şiddete evrilmesi kaçınılmaz olacaktı: Batı uygarlığının bütün diğer dinlere, kültürlere, medeniyetlere saldırması, fiilen hiçbirine hayat hakkı tanımaması, insanlığın yüzleşmek zorunda olduğu bir Batı Sorunu ile karşı karşıya kaldığını gösterdi ama kimse göremedi bunu.”
Nuri İyem ya da Bir Daha Ülkeyi Gözlerine Sığdırmak
Ömer Erdem, bu sayı ressam Nuri İyem hakkında yazmış. Sanatı, kullandığı teknikler, resimlerine yansıyan Anadolu ve derinden bakan gözler gibi İyem’in belirleyici özelliklerine yoğunlaşmış Erdem.
“Nuri İyem’in biyografisi dikkatle okunduğunda İstanbul, Cizre ve Arnavutluk arasında ama mutlak şekilde İstanbul’a bağlı bir hafıza geçmişi taşıdığı fark edilir. Ailesinin itirazına rağmen o, resimde ısrar eder. Nazmi Ziya’nın el vermesiyle bu ısrarı hayat bulur. Fakat onun resimlerine karakter katan iki kritik nokta olduğu gözlemlenir. Göç fikri ve kadın gözleri. Gerçi gözler temel taşıyıcı gibi görünse de bu gözleri kadın boynu ve hüznüyle bir düşünmek gerekir. Sanatta bir evin giriş kapısı gibi içeri çeken temel karakteri yaratmak kolay değildir. Oradan girdiğinizde duygu, düşünce ve düşlerin odasını dolaşmak mümkün olur.”
“Onun herhangi bir resminden koyularak, renk, çizgi, hava, atmosfer, eda, biçim, duygu, düş ve kimlik nasıl araştırılır konuşmak mümkündür. Nuri İyem, salt bir dönemi değil belki toplumu yüzlere ve gözlere sığdırarak, onu gözümüz gibi sevmeyi de telkin ederek, poetik bir miras bırakmıştır.”
Yeni ve Sınırlı Sayıda Her Şey
Rıdvan Tulum “yeni” kavramını işliyor yazısında. Yeni olanın iyi ve doğru olduğuna dair bakış açılarının farklı yönlerden ele alındığı bir yol izliyor Tulum.
“Tahtadan, taştan, topraktan yapılmış bir yontu olarak “yeni”. Hayatın tam ortasında, her anda bizi işleyen ve dönüştüren yeni putumuz. Oysa bir puttan söz etmek için, putun uzun süre ikamet etmesi gerekir ve insanların ona inanması. Artık put, hızlı ve değişen şeyin adı. Ona hiçbirimizin inandığı yok, onun birkaç gün sonra bizi bırakıp gideceğini, onunla ilk tanıştığımız anda biliyoruz. Kimsenin onu parçalayacağı da yok. Yine de birkaç günlük aşkımız, hayatımız, onsuz yapamadığımız… Bir yenisi gelince anımsamadığımız…”
“Keder ve aşk, bağımlılık ve neşe, üzülmek ve geçim sıkıntısı, saygı görmek ve unutulmak… Bütün bu duygular ve eylemler -iyi ya da kötü- nereden başlayacağımızı ya da nasıl mücadele edeceğimizi bilmediğimiz şeylere dönüştü. Çünkü, birden gelen yeni, insan hafızasını sıfırlar.”
Gençlik Gitti!
İsmail Kılıçarslan gençlik üzerine yazmış. Kime genç diyelim, gençliğin duruşu, bakışı, hayata yaklaşımı gibi detaylı ve içinde sert göndermeleri olan bu yazıda bize Azer Bülbül eşlik ediyor. Zaten Kılıçarslan bu yazı serisine “Azer Bübül Felsefesine Giriş” demiş. Yazının birinci bölümü bu sayıda.
“Saçmalık bu. Her hâliyle saçmalık. “Ne yapsalar haklılar” dedikleri gençler, gerçekten çok kabiliyetli değiller, birikimleri de yok. Onları Türkiye’nin merkezine yerleştirecek nitelik ve donanıma da sahip değiller; çünkü çok temel yaşam oryantasyonları eksik, hatta yerle yeksan…”
Bütün bunların, bu gençlik yorumlarının Azer Bülbül ile ne ilgisi var diye soracaksınız elbette. Çok alakası var. Azer Bülbül’ün Bir Güzele Gönül Verdim şarkısı gençliği neredeyse mükemmel şekilde tanımlıyor: “Bir güzele gönül verdim / Ona canım, ömrüm derdim / Gençliğimi aldı, gitti / Per perişan etti beni, vay”.
Neymiş, demek ki gençlik en temelinde bir ruh hâli, fiziksel bir şey değil, sosyolojik bir şey değil; bir ruh hâli. Yani âşık, maşukuna diyor ki, “sana gönül verdim”, “canım dedim”, “ama sen beni hayal kırıklığına uğrattın”, “böylelikle gençliğimi benden aldın”. “Yaşamak için duyduğum iştah yok oldu sayende…” Daha ne desin?
Savaş S. Barkçin ile Söyleşi
Samed Karataş’ın sorularını cevaplamış Savaş S. Barkçin. Gençlik, genç kuşak, hayatın karşısında gençliğin durduğu yer gibi birçok konu işleniyor yazıda.
“Gençliği konuşurken bütün bir toplumu konuşmuş oluruz. Çünkü herkes birbirinin etkilenenidir. Gençler de bunun başında gelir. Önce anne ve babayla başlar bu etkilenme. Ardından okuduğumuz, dinlediğimiz, izlediğimiz insanların da tesirlerini taşırız. Onlardan etkileniyoruz.”
“Yani “genç” denilenler sorumlu yaşamaya ancak 28 yaşında başlıyorlar ortalama. Evlilik, işe girme, bir şeyleri başarma yaşı diyelim işte. Bu garibanlara da hayatlarının 50’li yıllarında dur deniliyor. Yani toplumun da istifade edeceği havuz daraltılıyor. O insanların da kendilerine verimli kılması engelleniyor.”
Yüceltilen Gençler Değil, Genç Kalmak!
Rıdvan Tulum’un gençlik üzerine sorularını cevaplamış Erol Göka. Özellikle genç kalmak üzerine önemli tespitleri var Göka’nın.
“Modernleşme ile, özellikle eğitimin ve ebeveyne bağımlılığın uzaması ile birlikte gençlik apayrı bir toplumsal kategori, bir alt-kültür hâline geldi. Şu geldiğimiz noktada gençliği tanımlamak çok müşkül bir hâle dönüştü. Bir yandan henüz iş güç, toplumsal mevki, ideolojik-siyasi bir bakış, bir kimlik sahibi olmak için gereken süre uzamaya devam ediyor. Bir yandan da yetişkin gibi davranabilmenin süresi de uzuyor. Sündükçe sünüyor gençlik süresi… Ekonomik olarak ailesine bağımlı olmayı sürdüren, henüz sağlam bir kimlik edinememiş toplum kesimlerini genç diye tanımlamak en doğrusu ama yaşa bağlı, biyolojik tarifler hâlâ revaçta ve öyle yapmak da işimizi kolaylaştırıyor.”
Ezberlenemeyen Bazı Düşüşler
Güven Adıgüzel, PieterBruegel’in Körün Kıssası tablosundan hareketle körlük üzerine yazmış. Hakikati görmemek, görmek için gayret etmemek üzerine göndermeler var yazıda.
“Rönesans döneminde, körlerin gözleri kapalı hâlde resmedilmelerine tezat olarak, bu görmeme “günah”ını gerçekliğinden koparmadan, en çıplak hâliyle önümüze getiren bir temsilden söz ediyoruz. Çizgi şeklinde değil, dehşetten fırlamış hâlde gözler. Bu sebeple tablonun rahatsız edici bir tarafı da var. Gerçeği bütün çapaklarıyla gören ve bunu çirkin, sakat, hasta, kusurlu hâlleriyle tuvaline aktaran Bruegel, gizlenmemiş gündelik hayatın cilasız evrelerini tasvir etmekteki ustalığını gösteriyor. “Körlerin Yürüyüşü” de üzerine konuşulacak bir örnek.”
Samed Karataş’tan Günlükler
“Hissetmeye başlayın, duygusal miras size kaldı” diyor Samed Karataş günlüklerinde.Hayata devam, en çok da acılarla. İnsanlığa kalansa yaşananlar karşısında verdiği tepki. Bunlar insanı insan yapıyor. Karataş, “duygusal miras”olarak ele almış insanların yarım kalmış halini.
“Eski insanların yüzündeki ısrarlı ve kararlı bakış bugünkü yüzlerde yok. Bu ruh hâline biyolojik bir biçim de eşlik ediyor elbette. Ama nasıl olurda milyonlarca insanın çehresi biyolojik ve duygusal anlamda değişime uğrar? Cevap: Bir durumu ifade etme biçimiyle. “İçimde tanımlayamadığım bir his var” cümlesi mi bizi daha çok rahatlatıyor ve ifade edip duyguyu boşaltıyor yoksa “şurama bi’ öküz oturdu” cümlesi mi? Dil, varlığın ana konusu. Dil değişirse yüzün de değişir. Evin de aşkın da…”
Tanburi Cemil Bey Çalıyor Eski Plâkta
Ali Sürmelioğlu, Tanburi Cemil Bey’i anlatmış yazısında. Sanatı, eserleri, mücadelesi ve hazin sonu ile bir sanatkârın hayatına eğiliyoruz Yahya Kemal’in şiiri eşliğinde.
“Sultan Hamid-i Sani bir paravanın ardından kabul etmişti Cemil Bey’i. Redingotunun cebinin birinde sazsemaileri ve peşrevler, diğerinde ise besteler ve semailer yazılı iki defter olan Cemil Bey’in icralarından mütehassis olan sultan; yaveriyle ikaz ettirecek, Cemi Bey ise kemençe ile köpek havlama ve uluma sesleri, Fatma Hanım nidaları çıkarılacaktı. Cemil Bey’in göre alelade olarak gördüğü son icrası ona Mecidi Nişanı ve yüz altın ihsan edilmesini sağlayacaktı.
İsmail Heniyye’ye Bir Veda Seslenişi
“Kalır dudaklarda şarkımız bizim” diyerek veda ediyor İsmail Heniyye’ye Peren Birsayılı Mut. Direnişi, var olmayı, yüreğini ortaya koymayı, her şeyden vaz geçmeyi Heniyye üzerinden anlatmış Mut.
“Bizim ağabeyimiz, hangi yaşta olursa olsun çocuk masumiyetine ve öfkesine sahip bir İsmail’di. Çocukluktan bir anda çıkarak, kendini sarp yolların ortasında bulduğu tüm çaresizlik günlerinde ve en zor anlarda dahi ayakta durmaya ve mücadele etmeye devam eden bir İsmail’di. Hüzünlü bir mevsim geçişi gibi sürgüne gitmek zorunda kalırken bile yapacakları üzerine düşünmeye devam eden bir İsmail’di. Sadece Filistin halkının değil hepimizin ağabeyi olan İsmail Heniyye, büyük bir semboldü bizler için bu nedenle. Allah için sevmiştik onu. Hakkında anlatılanları dinledikçe, bizlerle olan konuşmalarına kulak verdikçe, göğsünün ortasında bir kuş gibi çırpınan büyük imanına ve zorlu yaşam öyküsüne daha yakından şahitlik ettikçe, daha da büyümüştü sevgimiz.”
Yatılılık
Bir çocuğun hayatındaki en önemli zaman dilimlerinden biridir yatılı olmak. Evden ilk defa ayrılmak, yalnızlık, keder, özlem ve daha fazlası gelir yapışır yatılının yakasına. Can Acer anlatıyor yatılılık hallerini.
“Yatılının yalnız başına bir hatırası yoktur. Ona hep bir kalabalık eşlik eder. Öyküsü bireysel değildir. Hatıralarındaki insanlar kendini çok da ayıramayacağı bir beden gibidir. Hababam Sınıfı’nın hiçbir karakterini tek başına hatırlamayız. Kendini ayırdığı belki de yegâne an kulaklıkla müzik dinlediği uyku önceleridir. Müzik eşliğinde yalnız gidebildiği uyku, bir kolektif törenle sonlanır.”
Cins Oturum
Cins’in yeni bölümlerinden olan Cins Oturum’da faiz, instagram, vpn, boykot gibi geniş kapsamlı konular işlenmiş. Ali Oturaklı, Aykut Ertuğrul İsmail Kılıçarslan, Rıdvan Tulum ve Yusuf Genç oturuma katılan isimler.
İsmail Kılıçarslan: Türkiye, Instagram’dan istediğini almış görünüyor. Ama bence almadı. Çünkü hâlâ İsmail Heniyye paylaşımları kaldırılıyor. İnstagram’ın kapalı kaldığı sürede toplumda garip bir boşluk oldu. Twittercıların, Instagramcıların alayının sanal olduğunu düşünüyorum artık.
Rıdvan Tulum: Birinde tamamen gündelik hayatını ifşa edenler var. Diğerinde de fikrini ifşa etmeye çalışanlar veya iyi düşündüğünü ifade etmeye çalışanlar bulunuyor.
Aykut Ertuğrul: Evet. VPN ile bir uygulamaya girdin işte. Bir uygulama indirdin girdin yani. Başka biri de girebilir. Bunu artık ortaokul çocukları da yapabiliyor. VPN ile girdiği için kimse seni gözaltına alınmıyor. Dedikoduların aksine öyle şeyler bile söylendi falan ama. Bu çok minnoş bir muhalefet etme biçimi. Tam da bu simülasyonun ruhuna uygun bir muhalefet etme biçimi.
Yusuf Genç: Boykota dair birkaç şey daha söylemek lazım sanki. Boykotu daha sert, daha net, daha kararlı biçimde sürdürmemiz gerekiyor. Boykotu hafifseyen bu kadar şeyden sonra, bizim de insanlara yönelik tavrımızı sertleştirmemiz gerekiyor.
Türk Edebiyatı’ndan Suçun Edebiyatı Dosyası
Türk Edebiyatı dergisi 611. sayısında Suçun Edebiyatı konusunu dosya olarak işliyor. Polisiye edebiyatı merkezinde ele alınıyor konu. Türk Edebiyatı, özellikle dosyalar konusunda çok başarılı ve özgün işler çıkarıyor. Bu dosya da onlardan biri.
Suçun Edebiyatı Dosyasından…
Alâattin Karaca – Suç ve Edebiyat
“Çoğu edebi eser, temelde bir ihlali/ sapmayı ve bu ihlalin doğurduğu içteki veya dıştaki karşı güçle çatışmayı konu edinir. Bu açıdan bakıldığında ilk Türk romanlarındaki alafranga tipler -Felatun Bey’ler, Bihruz’lar, Şık’lar, Seniha’lar vb- dahi toplumsal normlardan -Osmanlı kültüründen- bir sapma olduğu için -yazılı hukukça suç sayılmasa da- toplumsal vicdan katında bir ‘suçlu’ gibi etiketlenmişlerdir. Konuya bu açıdan bakıldığında Aşk-ı Memnu’daki Bihter, Behlül, Eylül’deki Suat Hanım ve Necip de toplumsalahlaksal bir yasayı ihlal ederler. Ama bu tür romanlar, doğrudan doğruya hukuku, güvenlik birimlerini ilgilendiren ihlali, suçu ve suçluyu değil, daha çok şifahi olan kültürel-ahlaki bir ihlali ve bu ihlalin doğurduğu kültürel-ahlaki yozlaşmayı/ değişmeyi ele aldıkları için kriminolojinin, polisin konusu olmazlar.”
Erol Üyepazarcı – Polisiye Edebiyatta “Suç” ve “Suçlu” Kavramı
“Polisiye edebiyatta “suç”un mutlaka cinayet olması gerekmediğinin pek çok başka örneğini verebiliriz. Fransızların Cingöz Recai’si ArseneLupin öykülerinin büyük bölümünü, değerli yazar Georges Simenon’un birçok yapıtını -örneğin gizemli bir ihtiyarla genç bir çocuğun yürek burkan dostluğunu şaşırtıcı bir polisiye kurgu içinde anlatan “L’Enterrement de M. Bouvet” (Bay Bouvet’nin Cenaze Töreni) adlı şaheser romanını- misal gösterebiliriz.”
Fethi Demir – Suç, Yeraltı Edebiyatın Neresinde?
“Geldiğimiz noktada Yeraltı edebiyatının oldukça farklı bir noktaya evrildiğini söyleyebiliriz. Hem eserin kendisi hem yayımlanma tekniği hem okurun yaklaşımı hem de kamuoyunun tepkisi kökten değişti. Kimi zaman yaşamın öteki yüzünü herhangi bir entelektüel ya da felsefi kaygı gütmeden, organik haliyle betimlemek olarak kabul edildi. Kimi zaman ise entelektüel, felsefi ve edebi kaygılarla üretilmiş bir kara edebiyat alanı biçiminde değerlendirildi. Yine zamanla yazarın underground bir yaşamı deneyimlemiş olmasının önemi, metnin iç yapısının aykırı tarzda kotarılmasına oradan da okurun üretilen metindeki sıra dışı dünyayı sahici bulmasına dönüştü.”
Soruşturma
Polisiye türündeki edebî eserlerde estetiği inşa eden unsur dil mi yoksa kurgu mudur?
Alper Kaya: Bence dilin ve kurgunun payı eşittir. Birisi olmadan diğerinin kıymeti kalmaz. Hatta estetiğin de ötesine geçerek, temel dilbilgisi kurallarını bile önceliklendirebiliriz. Yaşadığı toplumun dil kurallarına hâkim olmayan yazarların, toplumu anlatma / yansıtma iddiası taşıyan eserleri benim nezdimde bir hayli kadük kalıyor.
Ayşe Erbulak: Polisiyenin olmazsa olmazı “kurgudur”. Yazar, kurguyu çok ince yapmalı ve okurunun ne kadar zeki olduğunu düşünmelidir. Polisiye edebiyata giriş yapan bir yazar, tıpkı bir bina inşa eder gibi hareket etmeli ve yapacağı ilk iş adeta bir yapı iskelesi kurar gibi kurguyu çok sağlam tutmalıdır. Bu sağlam binanın üstüne gelen “yazarın dili” ise sade olmalıdır diye düşünüyorum.
Algan Sezgintüredi: Suç edebiyatının bir dalı diyebileceğimiz polisiyede kurgunun sağlamlığı, eksiksiz yere basması, cevaplanmayan soru bırakmaması elzemdir. Dil ve anlatım tarzı, kuşkusuz estetiğin inşasında vazgeçilmez unsurlardır ama polisiyede kurgu bilhassa önceliklidir. Polisiyenin esnetilmeye müsait ama değiştirilmesi, göz ardı edilmesi pek hoş karşılanmayan birtakım kuralları vardır.
Beşir Ayvazoğlu’nun Edebî Biyografilerine Dair Bir Deneme
Edebiyat araştırmaları ve biyografik eserleriyle Beşir Ayvazoğlu edebiyat dünyamıza kıymetli eserler kazandırmaya devam ediyor. Sema Uğurcan, Ayvazoğlu’nun edebî biyografilerine dair kaleme aldığı denemesi ile Türk Edebiyatı’nda.
“Okuyucuların, ele aldığı bütün biyografi kişilerinin hayatı hakkında az çok bilgisi vardır. Ancak Beşir Ayvazoğlu, okuyucunun bildiği tamamlanmış hayata; ayrıntı ilavesi, ayrıntının yeni hikâyelerle genişlemesi, hayatın psikolojiye-psikolojinin hayata etkisi, dönemin daha vazıh çizgilerle belirlenmesi gibi faktörleri ekleyerek zengin bir tablo çizer. Ele aldığı yazara has olanı bulmakta, o haslığın ayrıntılara nasıl yansıdığını anlatmakta ustadır. Ölümle hayatlar biterken, okuyucuda buruk bir duygu uyandırır. Hiçbir kitabı dolayısıyla ele aldığı hayatı kafasında bitirmez, yeni baskılarda yeni eklemelerde bulunur.”
Kalemsiz Yazılanlar Hakkında Geç Kalmış Yazı
İmdat Avşar, Reşad Mecid’in Kalemsiz Yazılanlar kitabı hakkında yazmış.
“Bu tip hikayeleri ülkemizde, yeni bir edebi tür olarak “Küçürek Öykü” diye tanımlayanlar var. Bence Reşad’ın bu hikayeleri “küçürek” değil “koşarak” hikâyeler. Bunlara, at üstü edebi eserler demek de mümkün. Belki de atın yerini arabanın aldığı dünyamızda, bunlar, bir yolculuk esnasında, kalemsiz-deftersiz, telefon ekranına dokunarak yazılan edebî ürünlerdir, kim bilir…”
“Yaşadığımız çağın belirleyici mefhumlarından “hız”, mesafeleri alabildiğince kısaltıyor, zamanı daraltıyor. İnsanları “hızlı yaşamak”, hızlı tepki vermek”, “hızlı karar almak…” zorunda bırakıyor. Bu hız; edebiyat alanında metinlerin de boyunun kısalmasına, büyük edebî metinlerin durum paylaşımlarına, birkaç cümlelik, bir paragraflık küçük hikâyelere dönüşmesine yol açıyor.”
Türk Edebiyatı’ndan Şiirler
Yelesinde bin bir örgü
Bin birin her biri ayrı
Her birin içinde renkler
Nasıl anlatayım şimdi
Gülümseyince ansızın
An yeniden tazelenir
Bayatlar taze sözcüğü
Nasıl anlatayım şimdi
Mehmet Aycı
o, herkesin kim bilir geçtiği bir sokakta
yürürken, şöyle birkaç kelime buldum
ezilmesinler diye eğilip alıyorum
belleğimde bir yere, bir kâğıt parçasına
artık onların benim olduğunu sanarak
Şadi Oğuzhan
Sana göre benim heyecanlarım,
En rahat anlarım, hoşbaht anlarım.
Senin nağmen ile kanat açmışım,
Cennete düşmüşüm, göğe uçmuşum.
Sana bağlı benim gözyaşlarım da,
Deli gülüşlerim, savaşlarım da.
Reşad Mecid
Hece; Sayı:333
333. sayıya İbrahim Demirci’nin En/kaz yazısı ile giriş yapıyor Hece dergisi. Mektuplu günlere göndermelerin olduğu, hız çağının elimizden aldığı sıcaklığı ve samimiyeti inceden eleştiren bir yazı. Her satırına katılmamak mümkün değil.
“Kenarda parayı saydığımda eksik olduğunu gördüm. Dört lira mı beş lira mı eksik olduğunu kesinleştirmeyi bile düşünmedim. Çünkü posta hizmetini gözden düşürmeyi başarmış olan akıntı karşısında çaresizce teslim olmuş gibiydim. Hezimetim öyle büyüktü ki öfkelenmeye bile mecalim yoktu. Üstelik, herhangi bir itiraz veya düzeltme girişiminin olası sonuçları hayli ürkütücüydü: Adam, gönderdiğim evrakı imha etse ne yapabilirim ki? Ülkemizin hayatında da benim hayatımda da cezalandırılmak yerine görmezden gelinmiş veya bağışlanmış suçların sayısı, işlenmediği hâlde cezaya çarptırılan suçların ve sözde suçluların sayısıyla yarışacak kadar çok değil mi? Fakat bütün bu haksızlıklara karşı mücadele etmek gerekmez mi? Yaşlanıyor muyum yoksa?”
Selim İleri Söyleşi
Edebiyat tarihine düşülecek özel bir not olarak Selim İleri ile yapılan bir söyleşi yer alıyor dergide. Sorular: : Hatice Bildirici Emin Gürdamur, Rüveyda Durmaz Kılıç, Ali Necip Erdoğan, Ayşe Hicret Aydoğan, Fatih Baha Aydın’dan gelmiş. Çocukluğu, eğitim hayatı, yazarlık serüveni ve daha birçok özel not var söyleşide.
“Küçük burjuva edebiyatçısı olmakla eleştirildim. Bunlar çok anlamsız şeylerdi. İnsanların kendi kendine “ben devrimciyim” demesi çok komik geliyor bana. Ben bildiğim yolda gitmeye çalıştım. Hata mı ettim, olabilir, her şey hata olabilir, yaşamınız hata olabilir. İnsanlar inanmadıkları şeyleri yazdılar; sağda da solda da.”
“Belki onun için yaşadım, bilmiyorum. Reşat Nuri için yaşadığımı söyleyebilirim. En sevdiğim yazar galiba Reşat Nuri. Şimdi öyle düşünüyorum. Birçok yazarı sevdim. En son ve en çok Reşat Nuri.”
“Türk sineması son büyük halk sanatıdır. Benim çocukluğumda mahallelerden at arabaları geçerdi. O arabaların arkasında inanılmaz güzel çiçek resimleri olurdu.”
“Halide Edip’in en sevdiğim romanı Yol Palas Cinayeti’dir. Okudunuz mu? Okuyun, bakın sonra tekrar üzerine konuşalım, çok beğeneceksiniz. Taşralı bir kızın sayıklamaları vardır orada, Handan’da olduğu gibi.”
“Çevremde “ikna odaları”nı kuran insanlar gibi birileri yoktu. Ailem de köken itibarıyla öyle değildi. Dayım Demokrat Partiliydi. Ben bu konuda maalesef MHP’nin düşüncesindeyim. “Beğenmiyorsan git Türkiye’den.” Sen bu toprakta bittin, tabii bu toprağa bir şey vereceksin.”
Yazarlığı Öğrenmek Dosyası
Hatice Bildirici editörlüğünde hazırlanan Yazarlığı Öğrenmek Dosyası yazarlık kavramını tüm detaylarıyla ele alıyor. Özellikle “Yazarlık Atölyesi” türünde yapılan çalışmalara da soruşturma kapsamında yer veriliyor dosyada. “Yazmak öğrenilir mi?” sorusu etrafında da oluşan birçok düşünce yer alıyor dosyada.
Dr. RamilAhmedov – Yanıtlanması İmkânsız Bir Soru: “Yazarlık Öğretilebilir mi?
“Yaratıcı yazarlık eğitiminin popülerliği ile tartışma konusu olan “yazarlık öğretilebilir mi?” sorusuna “evet” veya “hayır” gibi kesin yanıt verilmesi imkânsızdır. Yanıtlar farklıdır. Herkes edebiyat, kurmaca metinler üzerine geliştirdiği fikirlere uygun olarak konuya yaklaşmakta, yazarlığın öğretilebileceğine dair çeşitli cevaplar vermektedir. Bütün sanat dalları gibi kurmacanın (ve kurmaca dışı) metinlerin bir tekniği olduğu ve bunun öğretilebileceği fikri XX. yüzyılın başlarından itibaren yaygındır ancak bu eğitimi veren birçok kurum yetenekle de ilgili küçük bir dipnot düşmektedir.”
Şükriye Şen – Ya O Yazar Bensem
“Yazarlık atölyesine hâkim olan sanatçının üslubunun gölgesinde kalma riski olsa da -bütün kitapları okuma listesine alınır genelde- zaman ve çalışmalar başka bir yolda ilerlemeye ve başka kişilerle kendini keşfetmeye de kapılar açabilir. Usta yazardan reddiyeler almak da var, bu yazmaktan vazgeçirebilir.”
Türkan Bayrakçı “Herkes Roman Yazabilir” mi?
“HarukiMurakami’nin Mesleğim Yazarlık kitabı o kadar hoş bir söyleşi metni olmuş ki yazarın size selamı var desem yeridir. Japon yazar, yazarlıkla ilgili yaşadıklarını, şahit olduklarını, hissettiklerini karşısında “bir dinleyici grubu varmış gibi” tatlı tatlı anlatmış. Yirmi dokuz yaşında roman yazmaya başlamış. Otuz yaşındayken de risk alıp yazarlığı meslek edinmeye karar vermiş. İnsanın mesleği hayatının büyük bölümünü kapladığı için yazarın sadece yazarlığından değil hayatının pek çok detayından da haberdar oluyoruz bu eserinde.”
Yazının Sınırlarını Zorlamak – Ahmet Melih Karauğuz
“Bu yüzyılın baş döndürücü teknolojik gelişmeleri, yazarlık ve yaratıcılık arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlamaya zorlamıştır. Bilginin hızlı ve sürekli üretildiği, paylaşıldığı bu dönemde, yazarlık, dijitalleşmenin getirdiği dönüşümlere uyum sağlamak durumunda kalmıştır. Geleneksel yazarlık anlayışı yerini dijital platformlarda geniş kitlelere hitap eden bir yaklaşıma bırakırken bu dönüşüm; yazarlığın sanat formu olarak değerini yitirmesi değil, aksine bu değerin yeniden tanımlanması sonucunu doğurmuştur.”
Murat Gülsoy ile Yaratıcı Yazarlık Üzerine
Murat Gülsoy, Beyhan Keçeli’nin sorularını cevaplamış. Gülsoy, yaratıcı yazarlık üzerine çalışmaları olan bir isim. Konunun uzmanı bir isimden “yazarlık” konusuna dair çok özel notlar var söyleşide.
“Yazmayı başka eserlerden öğreniriz. Bizden önce yazılmış öyküler, romanlar… Anlatılmış hikâyeler… Hepsi bizim yazma biçimimizin mayasını oluşturur çünkü bu bir dil meselesidir. Dili her zaman başkalarından öğreniriz ancak o dili kullanarak kendi dünyamızı kurarız. Yani başka yapıtlarla her zaman bir etkileşim içindeyiz. İlişki kurduğumuz edebiyat yapıtlarının niteliği bizim edebiyatımızı belirler. Dolayısıyla kendimizi geliştirmek için hep daha iyi edebiyatın peşinden gitmeliyiz. Okurken eleştirel bir bakışımız varsa o zaman yapıtların arkasındaki dilsel yapıyı, mimariyi daha iyi anlarız. Böylelikle biz de daha iyi yazabiliriz.”
Soruşturma
Yazarlık eğitimi alan isimlere bu eğitimin yazarlık serüvenlerine katkısı sorulmuş. Ben de uzun yıllardır bu tür kursları açan biri olarak düşüncemi paylaşayım. Bu atölyeler, yazma eylemine karşı hiçbir yeteneği olmayan kişileri yazar yapamaz. Sihirli bir değnek yok bu kurslarda ne yazık ki. Eli kalem tutan kişiler dediklerimize yol, yordam, üslup öğretme anlamında oldukça faydalı ve başarılı bu çalışmaların ne kadar etkili olduğunu ortaya çıkan sonuçlarla daha net görüyoruz. Bu soruşturmaya cevap veren isimler de bunun somut bir örneği.
Esra Kılıç Türedi : Atölyelere katılırken yazmanın derininde yatan ve tamamen yazara özgü olan bu içsel yolculuğun bu denli mühim olduğunu düşünmemiştim. Şimdi dönüp baktığımda ‘yazmayı öğrenmek’ beklentisinin ardında aslında içten içe kendime dair bu beklentinin yer aldığını fark ediyorum. Elbette atölyeler bu içsel yolculuğa doğrudan müdahale edemeyebilir fakat dışsal yolculuktaki hayati dokunuşlar içteki o cevheri kımıldatabilir, kişiyi yazmaya başlamaktan alıkoyan nedenler bu ortamlarda ete kemiğe bürünebilir ve bu da yazar adayının rahatlamasını, yoluna daha gerçekçi ve yol gösterici telkinlerle devam etmesini sağlayabilir.
Beyhan Keçeli: Salgın zamanlarının sonuydu ve bir yazar arkadaşımın tavsiyesiyle Murat Gülsoy’un Yaratıcı Yazarlık atölyelerine katıldım. Aslında bu tip atölyelere pek sıcak baktığımı söyleyemem. Bir şey öğrenebileceğimi düşünmüyordum. Yazan insanlarla bir araya gelmek umuduyla ve düşük bir beklentiyle girdiğim dersler; eleştirel okumalar, teorik anlatımlar, metnin büyüsünü bozan incelemeler ve nihayetinde bizim kalemlerimizden çıkan öykülerle devam etti. Katılımcıların çoğuyla benzer sorunları ve hevesleri yaşadığımı görmek oldukça rahatlattı içimi. Orada yazdığım ilk öykümün yayımlandığı günü asla unutmam. Ayaklarım yerden kesilmişti. Yıllardır bitmeyen, bitip de bir yere gönderemediğim onlarca öyküm vardı. Nihayet o öyküler bir bir bitiyor ve yenilerini yazıyordum. Sanki yazma kanallarımdaki tıkanıklık açılmıştı.
Adalaet Temürtürkan: Önce, M. Sadık Aslankara’nın yaratıcı yazarlık atölyesinden haberim oldu ve başladım. Dokuz on gün sürdü, küçük ve çabuk kaynaşan bir grup oluverdik kısa sürede. Birbirini destekleyen, birbirinin okuru, eleştirmeni, editörü, öğretmeni ve öğreteni olabilen uyumlu bir gruptu. Üç kitaplı olan da vardı, birden fazla atölyeye katılmış olan da. Birbirimizin edebî ve ebedî dostu gibi kaynaştık. Okuma, yazma eylemi dışında oyun, müzik, drama iç içeydi atölyede. Beklentimin ötesinde ufuk açıcıydı. Doğru okuma, düzgün konuşma, düş kurma, dokunarak, dinleyerek hissetme, tanımlama anları, oyunla öğrenme dersleri gibiydi.
Şükran Koyuncu : Duygular, düşünceler, yaşanmışlıklar, beklentiler vb. birçok şey karşı tarafı etkileyecek düzeyde nasıl aktarılır? Daha da önemlisi okuyucunun zihninde nasıl kalıcı hale getirilir? Burada bir eğitime, bir ustaya ihtiyacınız olduğunu fark edersiniz. Bu düşüncelerle yolumu bulmaya çalışırken Ali Ural hocamızın yazarlık atölyesi ile tanıştım. Ali Ural Bey, sizi kendi kalıplarına hapsetmiyor, özgünlüğünüzü korumanız için önemli yönlendirmelerde bulunuyordu. Aynı hocadan ders alan öğrencilerin eserleri birbirine hiç benzemiyordu. Toprak aynıydı ama üzerindeki onlarca çiçek; farklı renk, şekil ve kokudaydı.
Âtıf Bedir’den Bir Masal
Tüm bu yazılanlardan sonra Âtıf Bedir’den bir masal kitabı okuyacağız. Bunun düşüncesi bile heyecan verici. İyi ki masallar var. İyi ki masallara ses soluk olan yazarlarımız var.Âtıf Bedir bu sayı; Ağustosböceğinin Şarkısı ile Hece’de.
Ağustosböceğinin Şarkısı
“Güneş daha çok yakmaya başlamış, çocukların yanık yüzleri her geçen gün bir ton daha esmerleşmektedir. Tüm bu koşuşturma arasında yaprakları hışırdatmaya başlayan ve nereden çıktığı belli olmayan hafif bir rüzgâr aşağılardan bir davul sesini de beraberinde getirmektedir. Bu sesin anlamını herkes iyi bilir ve bunun ne demek olduğunu anlar ama yine de birbirlerine her yıl aynı cümleleri kurmadan edemezler.
– Abdalların kendilerinden önce sesleri geldi yine.”
“Bir Fakir Orhan Veli” Şiirlerinde Yok(sul)lukyoksunluk: İktisat Tarihine Eleştirel Bir Bakış
Edebiyata ve özellikle şiire farklı alanlardan bakmak şiirin düşünce yoğunluğunu da besleyen bir unsurdur. Çünkü şiirin içinde sosyal, ekonomik, psikolojik, felsefi göndermeler olabilir. Bunları çözümlemek de bir sanattır. Halil İbrahim Aydın, Garip Akımı’nın kurucu ismi olan ve şiirimizi halkla buluşturan şair Orhan Veli’nin şiirlerine iktisat penceresinden bakıyor. Aydın, iktisatçı ve edebiyatçı kimliği ile bizlere farklı zaviyelerden bakabileceğimiz oldukça faydalı içerikler sunan bir yazı kaleme almış.
“Tarihsel süreç içerisinde her dönem farklı yoğunlukta görülen yoksulluk, çalışmanın konusunu oluşturan 1940’lı yıllarda bilhassa savaşın dolaylı etkileri ile yokluk, yoksulluk ve yoksunluk olarak varlığını devam ettirmiştir. Bu tarihlerde yaşamış olan Orhan Veli de yoksulluk namına payına düşeni almıştır. Orhan Veli, 1914 yılında dünyaya gözlerini açmış ve 1950 yılında çok genç bir yaşta hayata gözlerini kapamıştır. Bahse konu yıllar arasında yokluk, yoksulluk ve yoksunluğa dair her şeyi yaşayan şair, genç Cumhuriyet’e tanıklık etmiştir. 1936 yılında ilk şiirleri edebiyat dergilerinde yer almaya başlamıştır. 1941 yılında gün yüzüne çıkan Garip akımının öncülerinden olan Orhan Veli Kanık ve şiirleri dönemin iktisadi koşullarına dair önemli ipuçları sunmaktadır. Her ne kadar Türkiye’nin iktisadi ve siyasi tarihine yönelik kitaplardan dönem tahlil edilebilse de sanatın kalbi muhabbet ile yapıldığı realitesinden hareketle Orhan Veli, genç Cumhuriyet’in durumuna dair izleri günümüze taşımaktadır.”
Arif Ay Şiiri: Başkaldırı ve Muhalif Duruş
Ahmet Edip Başaran, Arif Ay şiirlerini anlattığı yazısında “başkaldırı ve muhalif duruş” başlığını atmış. Arif Ay’ı ifade edebilecek en özet ifadedir başkaldırı ve muhalif duruş. Hayata bakışı ve dünyaya ses veriş şekli olarak Arif Ay şiiri imanî bir duruş ve mazlumun sesi olan bir içtenliği taşıyor. “Gerilla” sözcüğünü bir direniş imgesi olarak şiirimize yerleştiren şairdir Arif Ay. Başaran, kitaplarından ve şiirlerinden örnekle güzel bir vefa örneği olacak kıymetli bir yazı kaleme almış.
“Arif Ay şiiri, bana kalırsa kelime seçimleriyle de oldukça dikkat çekici bir tavra yaslanır. Kelimeler önemlidir evet ama Arif Ay’da kelimeler, o büyük şiir harcının içinde simgesel bir bütünlüğe kavuşur. Şiirin gücüyle kelimelerin gücü arasında bir gerilim hattı kurar sanki. Kelime seçimleri imgeci, kapalı bir şiirden ziyade olabildiğince açık ve sarih bir dile yaslanır. Geçmiş fikri bizi insanın ve kelimenin öncesine sürükler. Kelimelerde anlamı arayan bir şair portresinden daha çok elinde bir meşale gibi tuttuğu anlamla kelimelere doğru yürüyen bir sanatçı tavrı görürüz Arif Ay’da. O anlamla kelimeleri değiştirip dönüştürür. Pürüzsüz, yalın ve sade dil Ay’ın şiire taşıdığı meseleleri daha doğal ve sahih bir kıvama getirir.”
Sormayalım mı Artık: Biz Kimiz?
Biz kimiz? sorusuöteden beri sorulur. Biz kimiz, nerden geliyoruz, nereye gidiyoruz gibi sorular da ardı ardına gelir. Kimlik sorunu değil mesele. Köklerler de ilgili değil. Bizim sandıklarımızın bizim olmadığının anlaşılmasıyla ilgili bir durum bu. Üzeyir Kurt, biz kimiz sorusuna sinema üzerinden yanıt arıyor.
“Fransızları ürküten Kalender’in ‘cehennemi’ müziği nasıl bir müzikti bilemiyorum, fakat belli ki bir kimliği vardı. Peki bugün ‘hoşlanarak’ dinlediğimiz müziklerin bir kimliği var mı? Kriterlerini pek de sorgulamadığımız festivallerin önümüze getirdiği ‘iyi’ filmlerin ya da? Hikâyelerimizin, romanlarımızın? Şehirlerimizin, meydanlarımızın, sokaklarımızın, evlerimizin…? En ciddi meselemize dönmeyelim mi artık? Sormayalım mı: Biz kimiz?”
Lambalar Yanıyor Hafif ve Sarı
Tuba Dere, Eşyanın Fısıldadığı bölümünde bu sayı lambalar üzerine yazmış. Aklımızda bir şiir…
“Hele bir de elektrik kesilirse tümden sessizliğe gömülürdük. Karanlıkta uzadıkça uzardı zaman, dakikalar geçmek bilmezdi. Uyku kalın bir yorgan gibi üstümüze serilmeden evvel, yine can sıkıntısıyla, mum ışığında ip, parmak ve gölge oyunları icat ederdik. Babaannemin belleğindeki birkaç masal da işte o vakitler çıkardı bohçasından. Onun sobanın çıtırtısına eşlik eden sesi hamarat sıçanı zengin tüccarın konağına gelin ederdi. Karanlığı unuturduk o zaman. Çay bardaklarında dolanan kaşığın şıngırtısı, çaya bandırılmış bisküvinin, patlamış mısırın, kestanenin, kabak çekirdeğinin, kavrulmuş nohudun tadı da usul usul rüyalar âlemine çekilen ruhlarımıza eşlik ederdi.”
Gülhan Tuba Çelik, Yazıya Niçin ve Nasıl Başladınız?
Yazıya başlama hikâyelerinin bu sayıdaki konuğu GülhanTuba Çelik. Keyifli bir anlatım ile bir yazarın cümlelerle kurduğu dünyasına şahit oluyoruz.
“Neyi yazmak istediğimi çok iyi biliyordum. Neyi yazmak istemediğimi de. Dünyanın değiştiğini, öykünün değiştiğini söyleyenlere aldırmadım. Kurmacanın şımarık yönüne kaymadım. Gülşen Funda ile beraber, el ele bu dünyaya girdik ve birbirimize güç katarak ilerledik. Çok ayrı şeyler yaptık ama aynı samimiyetle seslendik. İlk kitabım Evsizler Şarkı Söyler’in 2019’da aldığı Fakir Baykurt Öykü Ödülü ile Gülşen Funda’nın 2023’te aldığı Türkiye Yazarlar Birliği Hikâye Ödülü, ne zaman soylarından birileri bir araya gelse hikâyeleri anlatılan uzak akrabalarımızı düşündürüyor bana.”
Nuray Alper, Evin Hallerini Yazmış
En büyük sığınacağımızdır evimiz. Eve dönmek, evde olmak, evin halleriyle hallenmek de yaşamın bir parçası. Nuray Alper, modern zamanlarda evin değişen yüzünü çeşitli yönleriyle yazmış.
“Öteden bu yana ev, sığınmanın kalesi, mahremiyetin, dolayısıyla kutsallığın ifadesi olmuştur. Evleri oluşturan duvar ve perdeler de sözlük anlamlarının dışına çıkarak özel anlam katmanlarına tekabül etmiştir. Samimiyetin, aile olmanın, birlik ve beraberlik şuurunun birer inikâsı olan haneler üretimin, bereketin, yokluk ve varlığın da simgeleri durumundadır. İnsanın evi onun küçük ülkesidir, sırtında yuvasını taşıyan kaplumbağanın her tehdit karşısında başını içine çekerek ona sığınması gibi dünyaya nazar ettiği kulesi. Toplumun yapı sürecini oluşturan ilk duraktır evler. Bilhassa Anadolu irfanı bahçelerinden, pencerelerinden neşe taşan, muhabbet için bir araya gelen aile ve akrabaların buluşma mekânı sayılan hanelere pek çok özellik yükler.”
Hece’den Şiirler
insan kendine bir de rakamların yarıklarından bakmalı
imparatorsanız rakamların dilini bilmeniz gerekir
süslü sözün rüzgâra karşı bir hükmü olmaz
yaralar kabuk bağlamadan askerler rakamlarla ödüllendirilmeli
rakamların üstünde yükselir stoanın sütunları
rakamlarla konuşmalı hukukun terazisi.
Faruk Uysal
varsın adımız sersefil hanesine yazılsın umurumuzu alıp götürsün
sanma ki yürekli yalnızlıkları taşımaktandır şu bitap çehre
hangi hesabında yanılmadın önce onu söyle hangi eceli görebildin
defterindeecekacaklar görüyorum ama bir arpa tanesi yok tohum niyetine
söyle hangi çağına kulak kesilelim ki bize ümit versin
sadrımı deşip yollara düşürecek müjdelerin nerde hani
görmezden geldiğin kulak tıkadığın aman bana ne dediğin sular
dayandı kapına kor oldu akıyor bak şimdi boğazından
Yunus Emre Altuntaş
Tabutlar ve tahtırevanlar kardeştir eller ve omuzlar
bir ağacın hatırası savurur beni avuç içlerine
ve zaman savurur beni bir iklimin benzersiz değirmeni.
İçimde uykusuz kalan uykular için iki kişilik
yarısı uyunmuş yarısı uyanmış bir rüyanın nefesi.
Gözlerimi bir zarfla sakladım gel artık beni tamamla.
Ahmet Edip Başaran
İste Allah’tan onun büyüklüğüne yaraşır şeyleri
Korkma ey yolcu, neler neler var onda
İste biz kulların “asla olmaz” dediklerini
İmkânsızlık kafeslerini parçala
Kalbinin derinliklerinden söyle aminleraminler
Olmayacak dualara kardeşim olmayacak dualara.
Said Yavuz
Ağıt kesiklerin yaktıkça yaktı
Takviminden oluk oluk can aktı
Sonbahar esirdi, kışlar tutsaktı
Baharı incittin, yaza naz ettin
Saçını boynuna bağlasın diye
Közlerini senle dağlasın diye
Yar diye susarak çağlasın diye
Kirpikleri kestin, göze naz ettin
Aziz Kağan Güneş
Ne bulduysak doldurduk tıka basa
düşleri bile serecek yer kalmadı balkonda
kirlendi çamaşır ipleri çamaşırla birlikte
annenin ördüğü hüzün üzerindeyken hâlâ
çocukluk ülkeni sür artık uzaklara
Bir ihtimal daha var: hepimiz ölüyoruz
Mustafa Könecoğlu
Dört elif miktarı çekildi ne çekildiyse
Of çekildi, ah çekildi, gam çekildi
Dünya dardı, İsa resul gökyüzüne çekildi
İnsan pes dedi, masadan çekildi.
Eyyüp Akyüz
selamı selama ekleyen iç apartmanlar
devingen kapılar olarak artsa orta yerinden
sığmasa asansörlere çocukluğun yekûnu
kapıda çocukluğumun sesleri düş çıkartıyorlar düştükleri yerden
çıkrık çıkartıyorlar masalı masal içinden
işte tam da leyla’nın kabilesi gelivermez mi döne döne
resimler açmaz mı merasimden çıkmış gibi
yürüyen göğüyle, çölüyle, hüzünlü anlatısıyla annem
seslere çarparak doğrulmaz mı metropollerin uzun tirajlı metrolarından
yanılmaz mıyım tam da leyla’yı görüp
Sinan Davulcu
Yediiklim, Sayı:414
414. sayısı ile karşımızda Yediiklim dergisi. Dergi giriş yazısında “Eleştiri” üzerinde duruyor. Eleştiri, eleştirmen, eleştiriye duyulan ihtiyaç gibi konular işlenmiş yazıda. Eleştiri ve kibir göndermesi çok isabetli olmuş. Kendisine eleştiri yapacak bir alan bulan kişini üst perdeden bir üslup ile insanları yermesi, hatta yerden yere vurması çok da ahlaki bir duruş değil. Yazıda eleştiriye dair notlar var.
“Eleştirmenler bir yanıyla; resmi olarak hâkimlere, toplum içinde de kanaat önderlerine benzer. Bir toplumda hâkime güven kalmadı ise anarşi başlar, kanaat önderleri güven vermiyorsa topluma kötü niyetliler yön vermeye başlar. Son zamanlarda toplumdaki linç hareketlerinin temel sebebi de bu kötü niyetlilerdir.”
İki Şehrin Hikâyesi” Üzerine
Osman Bayraktar, Charles Dickens’in İki Şehrin Hikâyesi kitabı üzerine yazmış. Romanı tarihi sürecin izinde ve özellikle sosyal göndermeler yönüyle ele almış Bayraktar.
“İki Şehrin Hikâyesinde Fransız Devrimi sadece olgular üzerinden ele alınır. Devrim neredeyse Saint Antoine meydanındaki meyhanede organize edilmektedir. Romanda devrimin Robesiperre, Danton, La Fayette gibi aktörlerinin ne eylemlerine ne de düşüncelerine yer verilir. Buradan yazar için, bir düşüncenin ne olduğundan çok nasıl uygulandığını önemsediği sonucu çıkarmak mümkündür.”
“Cumhuriyet kiliseleri kapatmış, Robespierre yeni bir din inşa etmeyi denemiştir. Romanda Fransız kahramanlar ölüme götüren cumhuriyet, vatanseverlik değerleri ya da intikamları duygularıdır. Sevdiği kadın uğruna ölüme giden İngiliz Avukat MrCartoon ise ölüme giderken Tanrı ile buluşacağını ümit ederek Incil’den ayetleri hatırlar.”
Hacdan Görüntü ve Esintiler
Günlüklerin en güzelidir Hac’da tutulan günlükler. Bu bir gelenektir aslında. Geçmişten bu yana hac günlükleri tutan yazar, şair, devlet adamı gibi toplumun birçok kesiminden kişilerin ortaya koydukları eserleri vardır. Mehmet Kahraman 2023 yılında gittiği Hac’daki izlenimlerini günlük şeklinde kaleme almış.
“Bize kendi evini ziyaret etme imkânını bahşeden Rahman ve Rahim olan Rabbimin adıyla…
Dünden itibaren Mekke’deyiz. Akşamdan umre ziyaretimizi yaptık, elhamdülillah.
Tavaf sırasında Kabe’de binlerce insan vardı. Tavafımızı ve sayımızı kolay yaptık. Çünkü biz Mekke’ye nispeten erken gelenlerdendik. Bu sayı giderek çoğalacak, milyonlarca olacak. Bu ibadetleri yapmak da zorlaşacak.”
“Bu kadar renk, yaş, cinsiyet farkına rağmen hiçbir olumsuzluğun olmaması, müthiş bir olay. Daha doğrusu müthiş güzel bir olay. Konuşmaya kalksalar diller birbirine karışabilecek. Ama dillerde dualar, dualar, dualar. Dualar da taa gönülden. Öyle olunca dikkat kesilinmedikçe duyulmayacak kadar içten.”
Acem Ülkesinde Eyleştim Kaldım
Mete Çamdereli Tahran gezisi izlenimlerini yazmış.
“Yanılmamışım, Tahran kalabalık bir başşehir ve oldukça hareketli; geniş yollar, upuzun caddeler, trafik sıkışıklığı, yayalar, çarşı pazar, park bahçe, sokak meydan, şehir mobilyaları… Dış cephelerdeki süsler, süslemeler, sanat yoğun mekânları fısıldar gibi… Şehre göz süzüyor ve kısıtlı zamanı bereketlendirebilmek için biraz acele ediyorum. Halka açık büyük parkın yanından nezih bir mekâna, Gülistan Sarayı’na, namı diğer güneş bahçesine geçiyorum. Kaçar hanedanı Nasreddin Şah’tan miras Gülistan sarayı muhayyilemin çok ötesinde; müzeyyen ve müzehhep duvarlarla çevrili büyük bir avlu, ortası uzunlamasına büyük bir havuz, etrafı ağaçlar. Her bir duvarın yüzeyi eksiksiz bezeli; çeşitli figür ve motifler duvarları, duvar kemerlerini, yan sütunları süslüyor.”
Halide Edip, Modernleşme ve Suriye
Ali Haydar Haksal, yeni bir yazı serisine başlıyor bu sayı. Halide Edip Adıvar’ı Modernleşme ve Suriye bağlamında ele almış Haksal. Adıvar’ın romanlarını ayrıntılı olarak işliyor Haksal.
“Halide Edip’in asıl düşünce bakımından oluşum süreci Amerikan Koleji’ne yazılmasıdır. Yaşı küçük olduğundan babası yaşını büyütüyor ve onu okula kaydediyor. Babası Edip Bey bu konuda oldukça gayretlidir. Üsküdar “icadiye’ye gidişimizin asıl sebebi babamın beni Amerikan Koleji’ne vermek istemesinden ileri geliyordu. […] Nihayet İcadiye’de babam bana yeni bir nüfus kâğıdı çıkartarak yaşımı büyültmüş ve Kolej’e yazdırmıştı. […] İngilizceyi hayli çabuk öğrendim, çünkü Kolej’de o devirde başka dil konuşulmazdı. Fakat İngilizceye alâkamın, babamın yakın dostu olan ve o zaman Türk Bahriyesi’nde bulunan Woods Paşa’nın benim için seçip gönderdiği hikâyelerde başlar].” Okula bir yıl devam eder sonra Padişah’ın buyruğu ile zorunlu olarak ayrılmak durumunda kalır.”
“Kolejin ikinci döneminde artık daha da derinleşen bir düşünce dünyası oluşuyor. “Kolejde bu iki sene birbirinden mizaç ve görüş itibarıyla bambaşka olan MissFensham ve Dr. Patrick bana fikir ve ruh bakımından en derin tesir yapmışlardır. MissFensham’ın bilhassa İncil derslerinden çok istifade etmişimdir. İngiliz edebiyatının ve sanatının inkişafında, klasiklerden fazla müessir olan bu eseri, dinî olduğu kadar fikri cephesinden de bana idrak ettirmiştir.”
Ercan Yılmaz’la Şiir Dünyası Hakkında Söyleşi
Rümeysa Çanakçı’nın sorularını cevaplamış Ercan Yılmaz. Edebiyat yolculuğu, kitapları, etkilendiği isimler gibi birçok konu işlenmiş söyleşide.
“Modern şiirin iki kurucusu tabiî ki Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Haşim. Onlar hakkında tez de yazdım. Dolayısıyla bu iki şairi çok seviyorum ve onlardan çok şey öğrendim. Onlara çok şey borçluyum. Behçet Necatigil’i de çok seviyorum aynı zamanda benim ustamın ustasıdır. Kabataş ErkekLisesi’nde Hilmi Yavuz hocanın da edebiyat hocasıdır. Asaf Halet Çelebi çok önemli bir şair. Tanpınar’ı hem şiirleriyle hem de o şiirsel denemeleriyle filan çok seviyorum.”
“Temaşa, seyir dediğimiz şey yani seyretmek hayatımın en merkezinde yer alan eylemlerden biridir ve en keyif aldığım en haz aldığım eylemlerden biridir. Trende tren penceresinden gördüklerimi seyretmek, otobüste otobüs penceresinden seyretmek, zambağın karşısında saatlerce durup onu seyredebilmek, gökyüzünü seyredebilmek, bir ağacı seyredebilmek, yani tüm bunların hepsi temâşa etmek. “Bir özge temâşa etmek” diyor Nail-i Kadim. Onun dışında yapmayı çok sevdiğim işler var elbette. Dostlarımla birlikte olmak meselâ çok severim, onlarla vakit geçirmek, kedilerim; iki kedim ve dışarıdaki kediler.”
Yol Mukaddimesi
Yola düşmek diye bir düş hali var. İnsanı ferahlatan, farklı dünyalara sürükleyen ve hüznümüzü çoğaltan bir haldir bu. Melek Ninovaoğlu yol mukaddimesini yazmış. Yol bizi nereye götürür, biz yoldan neler alırız?
“Yük almadan yola çıkılmaz, yükümüz olmadan yola çıkamayız. Bütün yüklemleri, bütün yükleri insan yolda ya alır ya da bırakır. Daima yolda olan ve arayan şimdi ne yapsın? Olanlar olur, olacak olanlar son bulur da yeryüzünün acısı bitmek bilmiyor. Adem’in unutkanlığı yalnızca mutluluğa, hüznü ise tükenmiyor. Kalbin hafızası kirlendi, duyguları yaşatabilmek için acıyı tekrar yaşar ve yaşatır. “En yenisi kimdir,”sorusuna cevaben: Asıl kendini korumakta olan, en eski hafıza. Unuttuğu bir an, bıçağın en keskin tarafıyla oyulur, bilenir. Bilen yorulur, bilinen yalnızlık yalnızlık mıdır? Dünya yalnızlar için cehennem durağıdır.”
Yediiklim’den Öyküler
Ali Haydar Haksal – Bülbül Bülbüle
“Gün batımıyla birlikte sokaklardan çekilme zamanıdır. Çocuklar eve girmemek için son ana kadar direnir, oyunları bitmez. Bir oyundan diğerine geçilir anne seslenişiyle istemsiz eve yönelinir. Evin bilinen doğal bir kuralıdır bu. Çocuk bu, genç bu, akan deli ırmak bu, akşam özgürlüğüne engel konulmasa kendini kaptırır gider. Çocukların coşkusu nehri de harekete geçirme devinişini andırır. Ünlenen ses sokakta yankılanınca yapacak bir şey kalmaz. Anneler seslenirken seslerinin tonlarına dikkat edilir. Hayat burada adabınca yaşanır. “Tamam geliyorum” denilerek günün perdesinin kapanma zamanıdır. Baba en son eve gelir. Sokaklar tenhalaşır, sessizleşir.”
“Mevlitlerde de beraberdirler. Celal Bey okumaya başladı mı kendini kaptırır en üst perdeden okumaya başlar, yanındaki diğer okuyucular şaşkındır. Ona bu hâliyle kimse ayak uyduramayacak bir çıkış yapmıştır. Salih Bey kulağına fısıldar, “böyle devam edersen tamamını sen okursun” deyince perde düşer normale döner, diğerleri de okurlar.”
Osman Koca – İkonik Dize
“Kubbemsi yayvanların hepsi otantik.
Geleneğe aykırı modern izler taşıyan sadece idare ve mutfak. Rumî taşlarla bezeli girişte yürümek özel beceri gerektiriyor. Eyvanın tam ortasına hesap edilerek inşa edilen sebilde yosun bağlamış heykel acayip mi acayip! Geniş kulplu musluğa zincirle bağlı bronz yapımı madeni tas. kadim çağların hikâyesini anlatmak isterce dimdik ayakta.”
“Hatıra fotoğrafı çekilecek.
Sakin adımlarla Ayça’nın hemen ardından yürümeye başlıyor. Linakubbevari odadan çıkarak topluluğun arasına giriyor. Dikkaaat çekiyorum! Yarı burgulu ağızlara sahte gülücükler, ağıt yakan yüreklere ninniler yerleştiriliyor, iki pozluk çekimin ardından sofa ve mutfak geziliyor. Ayça ile Lina arasında tercihte bulunmanın dayanılmaz ağrısını çekiyor Suna. 3‘ü 1 arada derler ya, o hesap. Üçü de kendi aslında ve esasında. Protestolar büyüyor.”
Eren Buğdaycı –Aşklar, Dalgalar ve Bahaneler
“Uzandığım dişçi koltuğuna bir hamağa yerleşir gibi yerleşiyorum. Bedeli ne olursa olsun bir kez daha kendimi ait hissettiğim yerdeyim. Ve her şey mükemmel. Ve her şey tam da olması gerektiği kadar güzel. Ve keyfim gıcır. Zira tepemde bıcır bıcır konuşan civciv, o şifalı sesiyle dişlerim gibi gönlümü de baştan başa parlatıyor.”
“Çarptığım kayalıklarda kendime geliyorum. Bir kıpırtı, bir kımıltı… Şuramda. Elimle hazırım işareti yapıp çalkalıyorum ağzımı. Sırtımı yaslar yaslamaz konforlu koltuk olağan yavaşlığıyla ağır ağır yatıyor tekrar. Reflektör yeniden tepeme yaklaşıyor. Hayatımın en güzel mazereti o hoş kokusuyla bir kez daha eğiliyor yüzüme. Ay tutulması, akıl tutulması, bel tutulması, dil tutulması ve kâinatta daha ne kadar tutulma varsa hepsinin toplamından daha beter bir tutulma tarafından kıskıvrak etkisiz hale getiriliyor ve her şeyden hoşnut, yarı baygın halde ne kadar uzandığımı hatırlamıyorum.”
Refika Mert – Aradığınız Yüze Ulaşılamıyor
“Aynanın karşısına geçtiğim bir gündü. Ne vardı yüzümde! Fena bir adam sayılmazdım. Canım sıkıldı. Nevale dolabını kurcaladım. Bulduğum bisküviyi mideye indirmeye başlamıştım ki pakete gözüm takıldı: TSE.
Vazgeçtim bisküviden. Attım dolaba. TSE’li bir ürün olsaydım bir işim olacaktı demek ki. Neden diğer arkadaşlarımla aynı standartları yakalayamadım acaba?! Her sene aldığımız dersleri inceledim. Hepsini ben de almıştım. Neyim eksikti!”
“Sıcaklığın mevsim normallerinde seyrettiği bir gündü. Son birikmişimi çekmiş, bankadan henüz ayrılmıştım. Bu para beni biraz daha idare ederdi herhâlde. Kronik rahatsızlığım için almam gereken ilâçlar vardı. Eczaneye yönelmiştim ki iyi giyimli bir adam koşturarak geldi. Saygıyla konuşmaya başladı.”
Yediiklim’den Şiirler
bana bak
sen mi görüyorsun
diyor ayna
yoksa – –
diyorum ki
bakarak aynaya
gördüğüm ben değil miyim yoksa – –
Nihat Hayri Azamat
ekmeği buldum acıydı
göğüme baktım yapayalnız
kuşlar halden anlarlar
zamanı buldum
savruldum
onu buldum
hasretim oldu
yollara düştüm
yollar yoruldu
Arif Ay
En derin acılar sanki gülümsemende saklı,
Akşamdan kalmadır, yaşlı gözlerin kurumamış.
Nerde bulanık sel suları gibi hayallerim,
En derin acılar sanki gülümsemende saklı.
Arif Dülger
aynadan öğrendim
senin de beni andırdığını
benim rengimle
hem renk olduğunu hayatın
ifrat değil aslında
aynaya yansıtmak hevesimi
Ali Sali
Kuşkusuz kış ayları başlı başına isyandır,
Patolojik bir başkaldırıdır taş plaklar
Alışmak sevmekten zordur
Çarmığa gerilen bir mü’min gibi
Haydi yaşlanın yetişin yanıma
Okyanus dibinde yangın merdivenleri
Aldırmazlığın ve özenin saklandığı
Her şeye mi yeniden başlasak
Sekeri yeniden sevsek
Ama yırtılmış kalbimle
Abdullah Yalın Karadağ
Eliyorum kalburda yolların tozunu
Evler yürüyor üstüme, ışıklar eritiyor karanlığı.
Bir kambur daha işte, önümde
Şahidim tuttuğum kusur çetelesine
Esmanur Güner
içime yankılanmayan bir ses kaldı bana göğsümden
çözülen dağ ve ötesiydim bıçaktan keskin bir şimşekti
adım yarısı elmaydı yüreğimin yarısı bıçaktı Havva’nın
güneş köpüğü Adem’dim nasırlarımı kestikçe kanardı
ağzım azığım kanadıkça şafak bendim ben sabahtım
bir fotoğraf arabında çıkmadı direnişim İsmail Kaf’ın
arkasında kaldım
Yasin Mortaş
Teşekkür ederiz hocam.