Edebiyat Ortamı’ndan Suut Kemal Yetkin Dosyası

Edebiyat Ortamı dergisi, üzerinde yoğun çalışılan dosya konuları ile edebiyat dünyamıza renk vermeye hareket katmaya devam ediyor. 107. sayının dosya konusu Suut Kemal Yetkin. Adı duyulmuş olmasına rağmen üzerine çok fazla kafa yorulmamış bir isimdir Yetkin.  Böyle isimleri gündeme getirmek edebiyat dünyamız adına daha kıymetli çalışmalardır.

Mehmet Kurtoğlu – Suut Kemal’in “Büyük Muztaripler”i Üzerine Bir Deneme

“Suut Kemal’in “Büyük Muzdaripler” adıyla yayınlamış olduğu eserinde Schopenhauer, Nietzsche ve Tolstoy gibi büyük adamları seçmesi anlamlıdır. Birçok düşünce ve sanat adamını tanıyan Suut Kemal’in bu üç büyük ismi seçmesi, büyük ihtimalle bunlarla kurmuş olduğu ruh ve düşünce bağından dolayıdır.”

“Türk edebiyatında şiir, deneme, tenkit, mimari, sanat, estetik ve biyografi dallarında eserler kaleme alan Suut Kemal’in, “Büyük Muzdaripler” kitabı hacmi küçük ancak içeriği büyük üç kısa biyografiden meydana gelmektedir. Suut Kemal, bu eserinde dünya düşünce ve edebiyat tarihine mal olmuş, Schopenhauer, Nietzsche ve Tolstoy’un hayat ve felsefelerine yer vermiştir. Bu üç büyük yazarın karakterlerinin sanatlarını yaratmadaki rolü üzerinde duran Suut Kemal, şahsiyetleri hakkında oldukça derinlikli tanımlamalarda bulunmuştur.”

Nuray Alper – Suut Kemal Yetkin ve Denemeciliği

“Suut Kemal’in 1945 yılında yayımlanan Sanat Meseleleri de (1945) düşünürün, sanatın tarihi serüvenini bilimsel bir bakış açısıyla okuması, paleolitik kavimlerin mağaralarına giderek devir incelemesi yapan ve tarih öncesi olarak adlandırılan bu dönemde realizmin, natüralizmin izlerini bulan yanının fark edilmesi adına önemlidir. Zira Suut Kemal Yetkin buradaki derinlikli denemelerinde sanatın tarihine uzanmakta, sanat ve edebiyatı bütün devirler, bütün kültürler, büyün hayatlar ve renkler üzerinden tecrübe eden bir idrakin sözcüsü konumunda durmaktadır.”

Mehmet Yıldız – Suut Kemal Yetkin’in Eserleri Bağlamında Sanat ve Estetik Anlayışı

“Sanatın kendi iç dinamikleri ve kuralları çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini savunan yazar, sanattan sosyal fayda bekleyenlerin, onu belirli amaçlara hizmet etmeye zorladıklarını düşünür. Ancak yazar, sanatın özünde, bireyin ve toplumun yaşamında zaten yapıcı bir rol oynadığını, bu nedenle bu türden bir zorlamaya gerek olmadığını vurgular eserlerinde. Sanatın kendi doğallığında, kendi ilkeleriyle var olmasının, toplum için en faydalı yol olduğu, gayretin ve emeğin dalgalı sularında boğuşmayan sanatçının sahili selamete ulaşamayacağı görüşündedir Yetkin.”

Fuat Oskay – Suut Kemal Yetkin’in Edebiyat Üzerine Düşünceleri

“Suut Kemal, düşünülmeden israf edilen kelimelerle nazımda olduğu gibi nesirde de hiçbir zaman şiire yaklaşılamayacağından mensur şiir diye kavramı kabul etmemektedir.Yetkin’e göre şiirin asıl esin kaynağı bilinçaltı denilen varlığımızdır. Şiirde söz dizilerine o anlatılmaz esrarı veren, o perde perde derinleşen karanlık dünyanın parıltılarıdır.”

“Yetkin’e göre eleştirmen okuduğu eseri yaşamalıdır. Okuduğu eserin dışında kalan, onunla kaynaşmayan eleştirmecinin yazdıkları bizi sarsmaz. Ona göre eseri anlamaya çalışmak tenkitçinin ilk işi olmalıdır.”

Aynı Kaderin Farklı Tonları

İbrahim Biricik, Mustafa Kutlu’nun “Uzun Hikâye” ve “Tirende Bir Keman” eserlerinde baba-oğul ilişkisini nasıl ele aldığını inceliyor. Freud’un çatışmacı Oidipus kompleksinin aksine, Kutlu’nun bu iki eserde uyumlu, sevgi dolu, birbirine yaslanan bir baba-oğul bağı kurduğunu vurguluyor. Tren ve yolculuk metaforlarıyla hayatın zorlukları içinde güçlenen bu ilişkiyi, Anadolu’nun değerleri ve geleneğiyle ilişkilendiriyor. Ayrıca her iki hikâyede anne yokluğunun baba-oğul bağını daha da derinleştirdiğini ve Kutlu’nun babalık makamına yeniden itibar kazandırdığını söylüyor.

“Her iki eserde de anne yokluğundan ve yoksunluğundan kaynaklı baba-oğulun birbirlerine karşı muhtaciyetlerinden ve hayatlarını idâmeye mecburiyetlerinden kaynaklı olumlu, uyumlu, duygusal yönü güçlü ilişkisine şahit olunur. Mustafa Kutlu’nun Freudyen yaklaşıma bir alternatif olarak alan açması, baba-oğul ilişkisinde olumlu tarafların da düşünüleceğini gündeme getirir. Geleneğe yaslanarak bir kültür mirasçısı vazifesini hakkıyla eda eden Mustafa Kutlu’nun büyüklere saygı gibi önemli bir ahlakî sorumluluğu kendine mesele etmemesi zaten düşünülemezdi.”

D. Mehmet Doğan ile Söyleşi

Nilüfer Öztürk Aytaç, 16 Eylül 2019’da D. Mehmet Doğan ile bir söyleşi yapıyor. Bu söyleşiyi yayınlamak bit türlü nasip olmuyor. Şimdi, Doğan’ın ölümünün 1. yılında Edebiyat Ortamı okurları ile buluşuyor bu söyleşi.

“Evet, Ankara kültürü, bir ara bu eski dediğim yozlaşmış Ankara müziği çıkmadan önce, düğünlerin vazgeçilmez iki şeyi vardı: Hüdayda ve Misket. Hüdayda ve Misket’in yerini bu çok deforme olmuş, biraz Ankara havası çalan, biraz Hüdayda gibi, biraz Misket gibi, -Misket ayağından zaten bunlar, oradan alınmış ama çok- hem söz olarak bozulmaya uğramış hem de nağme olarak çok basitleşmiş, sıradanlaşmış.”

“Çocukluğumda az sayıda da olsa Rumlar, Ermeniler, Yahudiler vardı Saraçlar Çarşısı’nda, babamın terzilik yaptığı yerde. Kültür olarak bir bütünlük vardı. Buna rağmen o kültürü Ankara’nın sürdürebilmesi büyük bir başarı idi. Tabii bu dönüşümün önüne geçmek mümkün değil. Ama işte mümkün olduğu kadar da kültürel devamlılığı sağlamak gerekiyor.”

Tahir’ül Mevlevî’nin B. Hakkı Süha Gezgin’e İlmî ve Edebî Bir Mektup Örneği

Kâmil Yeşil, Tahir’ül Mevlevî’nin Hakkı Süha Gezgin’e yazdığı ilmî-edebî mektubu tanıtıyor. Bu mektuplarda, Ermeni papaz Terzibaşıyan’ın Fuzûlî Divanı’nı Ermeniceye çevirdiği, Divan’daki zor beyitleri Tahir’ül Mevlevî ile tartıştığı ve bu çeviri üzerine otuz yılını verdiği anlatılıyor. Ayrıca mektup, Fuzûlî’nin mezhebi, eserleri ve yaşına dair ilmî değerlendirmeler içeriyor. Yeşil, bu seviyede ilmî tartışmaların günümüzde pek kalmadığını vurguluyor.

“Kütüphanemi karıştırırken daha önce okuyup kaldırdığım Tahir Olgun’un “Şair Nev’î ve Sûriye Kasidesi” kitabı elime geçti. 1937 yılında küçük boy basılan bu eser, daha sonra yeniden basıldı mı, basılırken ilaveler oldu mu diye merak ettimse de araştırma imkânım olmadı. Adı üzerinde eser, Nev’î’nin Sûriye Kasidesi’nden seçilmiş bazı beyitleri şerh ediyor. Benim dikkatimi çeken şey, eserin sonunda yer alan mektup oldu. Çünkü Tahir’ül Mevlevî, kitabın sonunda Hakkı Süha Gezgin’e açık bir mektup yayımlıyor. Mektupta bir Ermeni papaz olan Terzibaşıyan’ın Fuzûlî sevgisi ve Divan’daki bazı müşkillerin halli, Fuzulî’nin doğum tarihi, mezhebi yani Şii olup olmadığı gibi konular tartışılıyor.”

Hisar dergisi şairlerinden: Yavuz Bülent Bakiler

Mehmet Atilla Maraş, son zamanlarda portre yazıları yazıyor. Bu yazıların en önemli özelliği Maraş’ın şahitliklerini de içermesi. Dergide Yavuz Bülent Bakiler’e dair yazdığı yazı ile yer alıyor Maraş.

“Ben Yavuz Bülent Bakiler’i Ankara’da tanıdım. Cebeci’de Hukuk Fakültesine yakın bir yerde, bir ‘Yer Sergisi’ndeki şiir kitaplarını karıştırırken gördüm. Onu daha önce resimlerinden tanıyor olduğum için bir bakışta, bu şiir kitaplarını eline alıp karıştıran kişinin o olduğuna hükmettim. Genç, 30 yaşlarında, oldukça yakışıklı, tek ceket, kravat, düzgün giyimli uzun boylu biriydi.”

Kaybolan Şehir

İsmail Bingöl demek Erzurum demektir. Şehrine aşık bir gönül insanıdır o. Erzurum’u ilgilendiren her şey onu da ilgilendirir. Bingöl dergide, Yahya Kemal’in “Kaybolan Şehir” şiirinden yola çıkarak insanın doğup büyüdüğü şehre duyduğu sıla özlemini, hatıraların zihindeki kalıcılığını ve zamanla değişen şehirlerin insanda bıraktığı hüznü anlatıyor. Erzurum’un eski hâllerini, kaybolan kültür mekânlarını, yaşatılan gelenekleri ve bu kültürü sürdüren hocaları anarak şehrin hafızasının korunması gerektiğini vurguluyor.

“Şehir; hâlden, yoldan, suretten ve siretten, estetikten, sanattan, kültürden anlamayanların, bütün bu saydıklarımıza bigâne kalanların elinde her geçen gün biraz daha yağmalanıp tükense de, yerlerine konulan beton ve demirden oluşmuş biçimsiz kütlelerce hızlı bir şekilde işgal edilse de; burası yine o şehirdir ve her nasılsa gizli kalmış, her nasılsa ayakta kalmış köşelerine sinen hatıralar hâlâ ayaktadır ve ortaya çıkmak için kendilerini fark edecek dikkatle bir göz beklemektedirler.”

Gibi Yaşıyoruz, Yaşamadan

Fahri Tuna, günümüz insanının gerçek hayattan kopup sanal bir yaşantıya sıkıştığını, artık“mış gibi” yaşayan, görüntüye dayalı bir varlığa dönüştüğünü anlatıyor. Eski doğal, yüz yüze, samimi yaşamın yerini sanal, yapay, gösterişe dayalı bir hayatın aldığını vurguluyor. Fahri Tuna, yüreği gibi sımsıcak bir yazı yazmış.

“Kırk sene kadar önce evlendiğimizde ev telefonumuz bile yoktu, ne cep telefonu. Hiç unutmam, 44 ekran bir televizyon almaya gücümüz yetmişti. Üstelik siyah beyaz. Üstüne basa basa söylüyorum, kanalımız ise TRT. Te Re Te. O kadar büyük, güçlü ve tek. Yayın saati ise akşam 19:00’da rap rap rap İstiklal Marşı ile açılır, 24:00’te, Can Akbel’in o tomtok sesiyle sunduğu Güne Bakış programıyla sona ererdi.”

“Her şey görüntü, her şey sanal, her şey naylondandı. Gerçeğin Kaf Dağı’nın ardına kaçtığı günlerden geçiyorduk artık. Kendimiz değildik, görünmek istediğimiz gibi, görünürdeki kadardık. Her şey gibiydi bu dünyada. Kendimiz yerine, gibimiz vardı dört bir yanda.”

Bülent Akyürek ile Söyleşi

Bülent Akyürek uzun bir aradan sonra yeni kitaplarıyla ben buradayım dedi. Otuz yıldır tanırım Akyürek’i. Askerdeyken de Ankara’da sık sık görüşürdük. İçi dışı ne demek tam anlamıyla Akyürek’te vücut bulmuştur. Ne yazsa okunur, yazmasa da okunur. Sayfaları bomboş kitap çıkarmışlığı da vardır. Mehmet Kurtoğlu, Akyürek ile yeni çalışmaları hakkında bir söyleşi yapmış.

“Yazmak bir şikâyet dilekçesidir. Yaşadığınız çağı sonraki yüzyıla şikâyet edersiniz. Yazmak gecikmiş bir intikam, ertelenmiş bir intihardır.”

“Maymun iştahlı olmadan bir şeye ömür verip sürdüreceksiniz. İnatla sürdürülen işler unutulmaz, yok olmaz. Ben yazar olmasaydım hiçbir şey olamazdım. Çarem yoktu çünkü bu iş için yaratıldığıma erkenden inanmıştım. Ömrüm tek şıkla geçti. İki yol üstünde çelişip kaldığımı hatırlamıyorum.”

“Ölmeden gömülüp sonra mezardan çıkan adam gibiyim. Şimdi eskisinden daha çok çalışıp yeniden Bülent Akyürek’i hayata döndürmenin peşindeyim. Bu tuhaf duygu bana yeniden güç verdi, heyecanlıyım. Yeniden yolda olmak çok güzel.”

Edebiyat Ortamı’ndan Öyküler

Sadık Yalsızuçanlar – Ateş Beden

“Erkekle kadın omuzlarından sırt sırta bağlıydı, Tanrı onları bir balta vuruşuyla keserek ikiye ayırdı.

Erkek parça ile kadın parça bu kez göğüslerinden bağlandı. Tanrı yine bir balta vuruşuyla onları ayırdı.

Erkeğin sağ yanı erkek, sol tarafı kadın olunca yine bir balta vuruşuyla ayırdı.

Erkek bir, kadın iki parça oldu.”

Olgun Albayrak – Deli ile Veli

“Memleketin herhangi bir köşesinde herhangi bir meydan… Temmuz sıcağından bunalmış bedenler kâh ağaç gölgelerine kâh klimalı dükkânlara sığınmış hâlde, az sonra teşrif edecek konuşmacıları beklemekte… Alanın kenarlarına dizilmiş ama güneşin bağrında durduğu için âdeta yanmaya başlamış olan banklar yerine, erkenci ve uyanıklar kendilerini kameriye serinliğine atmayı başarabilmiş.”

“Banka tamamen yerleşince birden Şakir de sol köşeye ilişti. Altındaki ısıya hiç aldırmadan kır gelincikleri misali, kafasını doğrultup çevresini izlemeye başladı sonra. Elindeki küreğe asılı duran pazar çantasını omzundan tek hamlede kucağına indirdi.”

Fatma Tutak – Uç Masalım Uç

“Şafakla çıktım yola. Meşe ağacının en üst dallarından görünce beyaz ipliğin siyah iplikten ayırt edildiğini gün kızılının göğün yanaklarını pembeleştirmesini beklemeden bismillah dedim çiğ düşmüş taze otlara. Birkaç lokmada doydum taama. Eskiden iştahlı mıydım dersem; yok, hiç öyle hapır hupur saldırdığım vaki değildir yemeğe. Böylesi uzun yaşayışın sırrı orada belki; ha bir de şafaktan evvel uyanmakta.”

“Bazılarının mavi kâğıt uçaklarıyla, şeytan uçurtmalarıyla yarıştım. Çoğu ağaçlarımın arasında kayboldu. Bazıları rengârenk bilyelerini döktüler önüme birlikte oynayalım diye. O bilyeleri helyum gazıyla doldurup göğe uçurmayı öğrettim.”

“İki gözümün ortasında burun deliklerimin hemen üstünde yan yana iki sincap. Akşama değin topladıkları palamutları istifledikleri avurtlarından çıkarıp aralık ağzımdan içeri bırakıyorlar. Unuttuğum akşam yemeğinin vesilesi olmaktan memnun, gülümsüyorlar, gülümsüyorum…”

Edebiyat Ortamı’ndan Şiirler
Atları var gecenin kanatları karanlık
Yalnızlıktan bir gemi yarıyor sularını
Uykusu var dünyanın alın götürün artık
Atları var gecenin gün tutar yularını
Ersin Özarslan

Gönlümün Çerçevesi
biliyorum, gelmeyecek annem
soba yanmayacak, öksüz kalbim kanmayacak
kesilecek ekmek kokusu, başlayacak sonsuzluk uykusu
ev birden boşalacak, dilsiz Ayşe’miz bahçedesin sanacak
hem ruhum hem bedenim yanacak
kafeste kuş, saksıda çiçek seni anacak
ve Ayşe, “Anne!” diye ağlayacak
Ali Bal

Safahat, istiklâlin romanı
Yıkılmışlık karşısında ancak bu kadar
Kelebekleşir bir vicdan
Hakikatin yeşil evinde
Ancak böyle seslenir insan

Ertelercesine yavrularını
Koşar çığlıktan hızlı
Duyuramayınca feryadını dirilere
Kabirlerinden kaldırır ölüleri
Mustafa Ruhi Şirin

Mekanizmasını kafamda kurduğum
âlâyişli bir replika namlusunda
patlatırdım kelimeleri.
Siz şiir sanırdınız, ben ise savaş.

Ne tuhaf…
En çok
-Ne söylesem faydasız dediğim ânlarda seriye takardım
kuru sıkı cümleleri
Siz yine şiir sanırdınız, ben yine savaş.
Banu Sancak

Hece, Sayı: 347

Hece dergisi 347. sayısına Hatice Bildirici’nin Avluda Karşılaması ile başlıyor. Bu sayı, edebiyat arkeolojisi üzerine bir dosya var dergide.

Dosya, Ramazan Minder’le yapılan söyleşiyle başlıyor. Sorular; Özlem Güner ve Naciye İnci’den.

“Ara depoya yığılmış, atılmış, düzensiz malzemeyi derleyip toparlıyordum. Bu arada büyük keşifler de yapıyordum; koliler içinde gazete kağıtlarına sarılmış seramik tablolar gördüm. Az çok sanat zevkim de geliştiği için bunların sanat değeri yüksek eserler olduğunu anlıyordum. Müzeci ve idareci arkadaşlara bunların kaynaklarını soruyordum, kimse bilmiyordu.”

“Eserleri korumak ve aynı eserin aynı anda daha çok kişi tarafından görülmesini sağlamak için sayısallaştırma yapmak bir gerekliliktir. Kütüphanelerdeki eski gazete ve dergilerin ve özellikle yüzlerce yıllık yazma eserlerin korunması başka türlü sağlanamaz.”

“Ülkemizde özellikle kişi/özel arşivler çok ihmal edilmiştir. Önemli şahsiyetlerin vefatlarıyla onların oluşturmuş olduğu kütüphaneler ve evrakları çoğu zaman sahipsiz kalır veya SEKA’ya gider. Bu durumu bildiğim için bu özel arşivlere çok önem verdim.”

Dosyadan…

Editör Özlem Güner’in Sunuş Yazısından

“Hece dergisi bu sayısında, edebiyatın görünmeyen katmanlarına yöneliyor. “Edebiyat Arkeolojisi” başlığını taşıyan bu dosya, edebiyatın unutulmuş sayfalarına, ihmal edilmiş yazarlarına ve kaybolmuş izlerine yeniden bakmayı hedefliyor. Dosya, geçmişe dönük bir okuma alanından hareketle edebiyat tarihinin kuruluşunu, görünürlük ve unutuluş dinamiklerini, hatırlama biçimlerimizin arka planını tartışmaya açıyor.”

Mehmet Narlı – Akademik Edebiyat Eğitiminin Arkeolojisi

“Şu anda Türkiye’nin orta okul ve lise düzeyinde yüzbinlerce ergen/genç dil ve edebiyat dersleri görüyor, Türkiye üniversitelerinde on binlerce genç doğrudan dil ve edebiyat eğitimi alıyor. Ortaöğretim kurumlarında ve üniversitelerde öğretici konumda olan binlere varan edebiyat hocası var. Ama edebiyatın kuramsal boyutlarıyla, edebiyatın sosyolojisi, felsefesi, dilbilimi, psikolojisi ile ilgili kitapların bu devasa sayı içerisindeki varlığı yüzlere bile varmıyor? Türkiye’deki dil/edebiyat/kültür dergilerindeki deneme ve eleştirilerin yüzde biri bile bu devasa kitleden gelmiyor.”

Yakup Öztürk – Edebiyatta Keşif Üzerine

“Gazeteleri, çeşitli evrakı tasnif edip saklayan yerler kütüphanelerdir. Hangi malzemeyi nerede arayacağını bilmek, başta sıradan bir malumat gibi görünse de araştırmacının sonlara doğru kesilecek soluğunu, sonuna kadar götürmesine izin verecek vakti sağlar. Yol yordam ve usul bilgisi, heyecanı daima diri tutar. Kütüphaneler, edebiyat keşiflerinin laboratuvarıdır.”

İbrahim Demirci- Algı Olguyu Nasıl Bozar?

“Resmî doğum tarihlerine bakılırsa Hüseyin Suad, Cenap Şahabeddin’den dört yaş büyük. Fakat anlattıklarında bu yaş farkını hatırlatan herhangi bir belirti yok. Tam tersine, sanki Cenap, daha büyükmüş gibi bir izlenim ediniyoruz. Bu durum, ister istemez bu doğum tarihlerinde bir yanlışlık olabileceğini düşündürüyor. Bu hususu önemsemeyip geçebiliriz. Fakat Hüseyin Suad’ın 1934 yılının genel havası içinde geçmişi ve gerçekleri değiştirmiş olabileceğini gösteren belirtiler üzerinde durmak gerekiyor.”

Sena Şen Kara – Tarih Yazımı Ve Edebiyat Kanonu Arasında: Türkiye’de Kadın Yazarlığın İzini Sürmek

“Resmî tarih yazımı, tıpkı edebiyat kanonları gibi, uzun süre tek sesli anlatılar üzerine kuruldu. Ulusun ya da imparatorluğun bütünlüğünü ve sürekliliğini öne çıkaran bu anlatılar, çoğunlukla yalnızca seçilmiş “önemli kişi ve olayların” hikâyesini görünür kıldı. Böylece gündelik hayatın, sıradan insanların ya da ikincil görülen toplumsal grupların deneyimleri tarihin dışına itildi. Bu yaklaşımın izlerini Türkiye’de özellikle resmî tarih anlatısında da açık biçimde görmek mümkündür.”

Günah Keçisi Kim?

Mehmet Solak soruyor; Günah Keçisi Kim? Solak; edebiyat ve kültür hayatındaki kişilerin ve kurumların (akademi dahil) kendi eksiklikleri ve başarısızlıkları için günah keçileri” ürettiğini savunuyor. Temel sorun, bu yapay düşmanlık ve benmerkezci yaklaşımlar yüzünden samimi, ölçütlü eleştirinin yapılamaması ve bunun sonucunda edebiyatın gerçek hayattan kopuk ve “sası pozlar” ile dolu olmasıdır. Solak, bu durumdan şikâyet eden herkesin, başkalarını suçlamayı bırakıp değişimi başlatması gerektiğini belirtiyor.

“Akademi eleştirisi ne kadar kuru kuramcı, soğuk, sıkıcı, samimiyetsiz ve en önemlisi sessiz sedasız ise sivil ortam eleştirisi de bir o kadar ilkesiz, ölçütsüz, üslupsuz, kıvamsız, tam bir kafa kol ilişkisi örneği. En önemlisi de kavgacı ve benmerkezcil. Al birini vur ötekine. Hangisi telef olursa bir kaybımız olmaz nasılsa. Her ikisi de telef olsa fena olmaz aslında. Onarılabilecek bir durum yok çünkü ortada. Yıkılıp, yok edilip yeni baştan, yeniden inşa edilmesi gereken bir ortama ihtiyacımız var. Hem de şiddetle.”

Işığın Bekçileri’nde Yolcu Var

Anadolu’nun en uzun soluklu, en gür sesli dergisi Yolcu. Yayın kurulunda olmaktan büyük bir mutluluk duyduğum dergi, ilk çıktığı günden bu yana (ki o tarih 28 Şubat’ın en soğuk günleridir) çizgisini bozmadan, durduğu yeri her sayısıyla birlikte pekiştiren bir duruşa sahip. Şeyma Sarı önce dergi hakkında tafsilatlı bilgiler veriyor. Daha sonra Ömer İdris Akdin’e Yolcu’ya dair sorular yöneltiyor.

“Seyir defteri bölümü ile başlar dergi, bir kaptanın yol boyunca aldığı notların, gözlemlerinin aktarıldığı bir defter misali. Kaptanın bu mevsim döneminde ele almak istediği, üzerinde durduğu meseleler öne çıkarılır. Henüz yola çıkmadan yahut denizde yola devam edip yön belirlemeye çalışırken durduğumuz noktayı anlamamızı sağlar bu defterler. Gemi tayfasının henüz haberi yoktur kaptanın gözlemlerinden, ona sonradan bir tarihî belge gibi ulaşan araştırmacılar yani biz sevgili okurlar, inceler ve anlamaya çalışırız kaptanın meseleleriyle tayfanın dertlerinin ne denli uyuştuğunu.”

Söyleşiden…

“Samsun merkezli olmayı önemsiyoruz tabi. Derginin tüm çalışmalarını bu şehirde yapıyoruz. Ancak yerelden ses vermek gibi bir tutumumuz yok. Çıktığımızdan beri ulusal bir söylem biçimi belirledik. Hatta bunu ulus ötesine taşımaya gayret ettik. Elbette Ankara ve İstanbul gibi birçok imkânı olan şehirlerdeki hareket genişliğine ulaşmakta hayli zorlandık. Ancak dünya artık eskisi gibi değil.”

“Bir dergiye kapağından girildiğine inanıyoruz. Yani okurun ilk göz teması kapaktaki görsel ve onu tamamlayan söz ile sağlanır. Biz buna slogan demiyoruz tabi. Söz dediğiniz başka bir şey… Size mutlaka sizden bir şeyi hatırlatır.”

Türkülerin Tarihi ve Klasik Zamanı- I

Necmettin Turinay, türkülerin tarihine doru bir yolculuğa çıkıyor. Tokat türküsü örneğiyle askerlik türkülerinin zorunlu askerlikle nasıl yaygınlaştığını ve “gurbet” temasını nasıl değiştirdiğini açıklıyor. Türkülerin etkisinin hikâyelerinden değil, kendilerinden geldiğini savunsa da halk müziğimizin tarihini oluşturmak için türkülerin doğuş şartlarını ve tarihlerini araştırma çabasının sürmesi gerektiğini vurguluyor.

“Nitekim çeşitli türkü antolojilerinde, herhangi bir türkünün veya türkülerin hikâyeleriyle karşılaşmak sürpriz teşkil etmiyor. Ya da ne bileyim radyoda, televizyonda bir türkü takdim edilirken onun nerede, nasıl ve hangi trajik vaka üzerine yakıldığına dair sözler işitiyoruz. Antolojilerde türkü hikâyesi yazanlar veya televizyon ve radyo programlarında bu hikâyeleri seslendirenler, sundukları müziğin hikmetini ve tesirini artırmak yolunda adeta halden hale girmiyorlar mı?”

Modern Şiirde Ahenk ve Bütünlük Meselesi-I

Yunus Emre Altuntaş, Şiirin Alfabesi’ne devam ediyor. Bu sayı; Modern Şiirde Ahenk ve Bütünlük Meselesi üzerine yazmış. Altuntaş; Modernizm ile birlikte sanatta ve özellikle şiirde ahenk ile bütünlük anlayışının nasıl kökten değiştiğini anlatıyor. Eski şiirde beyitin müstakil bir bütün olduğu ve ahengin ölçü/kafiye ile sağlandığı belirtilirken; Tanzimat sonrası ve modern şiirde temanın beyitten çıkıp şiirin tamamına yayıldığı, ahengin ise artık serbest şiirde iç ritim ve özgün imge/çağrışımla sağlandığı vurguluyor. İkinci Yeni şairlerinin bu modern dönüşümde kelimenin önemini ve şiirsel bütünlüğü yeniden inşa eden belirleyici isimler olduğundan bahsediyor.

“Serbest şiir, ölçü ve uyağa bağlı bulunmayan şiirlerdir. Dünyada genel olarak 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarından itibaren eski şiirin modası geçmiştir. Bunun nedeni özgürlüklerin artması ile birlikte basılı kitaplara ulaşımın kolaylaşması, okuryazarlık seviyesinin artması, ezberleme ve anlamaya yardımcı olmak için kullanılan ölçü ve kafiyenin artık gerekli görülmemesidir.”

Hece’den Şiirler
kalemle yazarsın tercihen mürekkep kader içindedir
parmak uçlarıyla dokunursan akan ya süttür ya zehir
zeka imgenin kardeşidir nesneler ve olaylar arasında
hızlı bağ kurma yeteneği buluşur olmaz sanılanlarla
mayakovski örneğin dolaşır pantolon giymiş bulutla
Hüseyin Atlansoy

Evrenin gölgesi mi, Emre’nin gölgesi mi?
Hangisi bizim için daha merhametli?
Yeniden fethederken Rodos’un yüzen odasını
Lâmia ile Leylâ karar vermek, karar
vermek kehanet gerektirir mi?
İhsan Deniz

Çatılardan sarkan buzlar birer urgan
Balkonlarsa ayağınla iteceğin sehpa,
Ecelle ölüm; dişleri dökülmüş fahişe
Vakti gelince duvakla giriyormuş içeri

Çalışmaya başladım, böyle geçti haftalar
Zoraki, yavaş yavaş… Bari bu da bitsin,
Okuyan hissetmesin benim hissettiğimi
Cevdet Karal

işte kente böyle girdim
gövdemde üzerlik tespihleri ve
ipte unutulan mandal sessizliğiyle
balıkçılar çoktan dönmüşken balıktan
oydukları denize, işte böyle
Ayşegül Baytut

Ey Türkiye, geldim acıyla sarmalanmış,
Kaçtım ölümden, yıkım bedenimi sarmış.
Ama yara önden geldi, hasret bırakmamış,
Sevdiklerim orada, kalbim hâlâ onlarla kalmış.
Yara Al-Ostaz

Bûtimar, Sayı: 25

Bûtimar dergisi 25. sayısında Kütüphaneler ve Okuma Kültürü Dosyası ile çıktı.

Dosyadan…

Zeynep Ersöz- Yazanların Okuma Kültürü “Kimi Okudular, Nasıl Yazdılar?”

“Adalet Ağaoğlu da Alberto Manguel gibi derin okuma deneyimleri yaşar. Kurmacayla arasındaki bu içli-dışlı bağ; okumayı, uzun bir yolculukta tanıdık birine rastlamak, onunla yeniden selamlaşmak ve unutulan duyguları hatırlamak gibi bir deneyim haline getirir.”

Selahattin Öztürk – Okuma Eyleminin Öznesi Olarak Kültür

“Okuma ve okuma kültürü üzerine yazılmış pek çok makale kitap ve derleme bulunmakla birlikte bunların hepsini incelendiğimizde temel hareket noktasının okuma ve özellikle kitap okuma olduğunu görüyoruz. Değerlendirmelerin tamamı bireylerin daha çok ve düzenli okuyabilmesi, okumayı bir yaşam felsefesi haline getirmeyi hedeflemektedir. Bu amaçla bireylerin okumalarından bir şeyler kazanabilmelerinin temelinde nitelikli eserlere ulaşabilmelerinde olduğuna vurgu yapılmaktadır.”

Canan Olpak Koç – Kitaplık

“Dedem, bir neslin izdüşümüydü. Kökü maziye dayanan bir atiydi. Çocukları, vatanını sevdiği gibi seven. Kitapları, anasının elini öper gibi tutan. Okurken hisseden, yaşayan, anlatan ve kıymet bilen bir neslin son örneklerindendi. Hiç bilmediği bir kızın hayatının tam ortasında duran aziz bir ağaçtı. Asım’ın nesli için ömrünü veren Arif’ti. Asım’a önce bir Akif gerek olduğunu hatırlatan, bize kim olduğumuzu sorgulatan Akif olmaya recai bir adamdı vesselam.”

Alberto Manguel ile Söyleşi

Şeyma Subaşı Alberto Manguel ile bir söyleşi yapmış. Kitaplara, yazarlara, okumaya dair önemli notlar var söyleşide.

“Ellen’ın bana öğrettiği şey, kendi okumalarımdan sorumlu olmam gerektiğiydi. Kitapta ne olduğunu bilmek istiyorsam, onu kendim okumam gerekiyordu. Ve bu anlamda, bana hikayeyi oluşturan kişi olma gücünü verdi.”

“Ahmet Hamdi Tanpınar’ı son derece ilginç buluyorum. O geleceğe yönelik yeni bir Türkiye’ye inanıyor. Türkiye’nin kendi geçmişine kör olmaması gerektiğini anlıyor. Bu yüzden Türkiye’nin Osmanlı geçmişinin geleneklerini hesaba katması ve inşa etmesi gerekiyor.”

Yayıncılığımızın Semasında Bir Yıldız Kaydı

Kâmil Büyüker, veda edenler bölümünde Ömer Ziya Belviranlı hakkında yazmış. Dostluğu, mücadelesi, yayıncılık faaliyetleri gibi birçok konuya değinmiş Büyüker.

“Yayıncılık geçmişi itibariyle bu isimler arasında en kıdemli ve saygıdeğer isimlerden birisi Ömer Ziya Belviranlı Ağabey idi. Kendisine özel olarak yakınlığım ise fikri müktesebatımın oluşmasında etkili olan Yeniden Milli Mücadele hareketinin dergisi olan Yeniden Milli Mücadele mecmuasının ilk sahiplerinden birisi olmasıydı. O döneme dair isim ve literatür biriktirmelerimin neticesi olarak Ömer Ziya abi, benim için yaşayan bir tarihti ve vefatına kadar da bağımız hiç kesilmedi.”

Ceyda Akcan ile Söyleşi

Şeyma Subaşı, Ceyda Akcan ile bir söyleşi yapmış. Akcan, ilk kitabı Ben Meydana Koşarken kitabına dair soruları cevaplamış.  

“Uzun süredir kaleme aldığım öykülerin bir kitapta toplandığını görmek elbette içimi kıpır kıpır etti. Yazmanın akışına kapılırken bunların bir kitap için olmadığı hissinde olsam da Ben Meydana Koşarken bana, aileme ve dostlarıma sevindirici bir haber olarak ulaştı.”

“Yolum sıklıkla meczuplar, dervişler ve türbelerle kesişiyor İstanbul’da. Görmediğim camilere mutlaka yolumu düşürmeye çalışıyorum. Bu sebeple yaşadığım bölgenin Fatih olmasını bir şükür sebebi sayıyorum. Evet, bunu dışarı yansıtmayı da seviyorum, çünkü bu benim yaşam şeklim haline dönüştü. Bunun için ayrıca bir zahmete girmiyorum.”

Hikâyemin Hikâyesinde Yıldız Ramazanoğlu Var

Yıldız Ramazanoğlu, Dantel Böceklerine Rağmen öyküsünün hikâyesini yazmış. Bir öykü atölyesi gibi görüyorum bu bölümü. Her cümlemin büyük bir kıymeti var.

“Mustafa kazı alanında dinlenirken bir an sızdı ve rüyasında bir gölgenin Fener adını verdiği çınar ağacının köküne kireç döktüğünü gördü. Gecenin ayazında bunu yapan adamın yüzünü bir türlü göremese de derinlerden gelen iniltileri duyabiliyordu. Rüyada haykırdığını sanırsın ama sesin çıkmaz. Yerimden fırlamak istedikçe neden elim kolum görünmez iplerle bağlanıyor da olduğum yere çakılıyorum diye düşündü. Rüyada rüyayı sorgulamak ve tabir etmek de rüyanın şanından.”

“Ölüleri sinesinde öyle güzel taşıdı ki, gönlü hiçbir şeyin yokolmasına razı olmadığından, ölen her şeyi herkesi hatırlayarak, ölü bedenleri, diri anılarla tahkim etti.”

Bûtimar’dan Hikâyeler

Sümeyye Beyazçelik -Ayrılığın Arifesi

“Bahçe çok büyük, bolca ağaç var. Ama en büyüğü dut ağacı. Çocuklar bütün bahçeyi kaplayan ağacın dallarında yürüyorlar bazen. Bir kuyu bir de yıllar sonra dede öldüğünde üstünde yıkanacağı, tahta kapıdan bozma bir teneşir var. Odalardan toplanan eşyaları kapının önündeki arabaya taşımak için her seferinde, ölümle yaşamın iç içe geçtiği bu bahçeyi ve dış kapıya kadar uzanan koridoru aşmak gerekiyor.”

Seçil Çırıkka – Hiçbir Şey Hiç Kimse

“Kalbi sökülüyordu. Hatırladığı her an, aklında beliren görüntülerin içinde zihni kayboluyordu. Kalbi sökülüyordu. Perde hafifçe kıpırdıyor, aralanan ışık hüzmesinde kalbi gözükmüyordu.”

“Geceleri çatıdan gelen sesleri dinliyorum. Rüzgâr, tahta kirişleri oynatıyor sanki. Bazen rüzgârla karışan çakıl sesleri, bazen uzaklardan gelen köpek havlamaları… Hepsi bir bütün. Bu ev, bu köy, bu yalnızlık. Islak toprak kokusuyla uyanmak, sobanın yanık isiyle günü kapatmak. Günlerin birbirine benzemesi.”

Fatma Işıldar – Yasak mı?

“Kafamın içindeki gürültü, senin ağlamanı bastırıyordu. Tişörtüme sinmiş kusmukla karışık süt kokusu, burnumu artık rahatsız etmiyordu. Hem pişik olmuş popona hem de dağınık ruhuma uygun bir merhem arıyordum. Bir hışımla doktorunu aradım ve bana evde iki malzemeyle yapabileceğim doğal bir krem tarifi verdi.”

“İşte o his, aylardır unuttuğum o heyecan kıpırtısı, yeniden varlığını göstermişti. “Yaksak mı?”dedim sessizce. Başını salladın. Işıkları kapattım ve mumu usulca tutuşturdum.”

Bûtimar’dan Şiirler
Söz azaldı, vade doldu
yankılar çoğaldı o gün
siyah tebessümler gözlerde
ve dillerde hercai yakarışlar
ateşler düştü bağrımdaki buzdağına
ölüm değil
vatandı sol göğsümdeki
en şiddetlisi ağrının
bir salâ yayıldı Çanakkale’den
ciğeri parçalandı
Şam, Bağdat, Ağrı’nın!
Saltuk Buğra Bıçak

Gözlerimden sildiğim uyku çetin bir sabaha hazırlıktı,
Taşlar topladım ki zelzeleye karşı birer tekit.
Kıtlık vaktinde hepsi bir kuru ekmeğe katıktı.
Sürgünün kalbine kan taşıyan yollarda bu vakit,
Dolunay ve kuşlar kavgama ön sıradan tanıktı.
Arif Torun

Cins, Sayı: 122

“Raconun mezar taşı yapılıyor” diyerek giriş yapıyor 122. sayısına Cins dergisi. Racon kesmek diye bir tabir vardır. Günümüzde ne racon racona benziyor ne de kesilenin raconla bir ilgisi var.

Yusuf Genç’in Giriş Yazısından

“Bir yanıyla insanın kendini dayatan bir kurallılık dışında yaşayamayacağının göstergesi bu, bir yanıyla da hukuksuzluğun bile bir “hukuk”a ihtiyaç duyduğunun kanıtı.

Racon, sokağın kendi iç yasası aslında. Yeraltında olanın kendi düzenliliği. Her şeye rağmen hâlâ kutsalı olan bir dünyanın vicdanı.

Çünkü hiçbir şeyi tanımayanların bile tanıdığı bir şeyin var olduğu bir zorunluluk bu. Öyleydi en azından.”

Racon Dosyasından

Şahkurt Emirdağlı – Racon Bitmiştir! 

İnsanın kendine nasihatidir racon, anlatamazsın onu, ya bilirsin ya bozarsın. İş ki her şeyin bir raconu vardır, usulü yani, ahlakı, kuralı, adabı, yordamı. Sözgelimi inzivanın raconu gürültüden, cömertliğin raconu kibirden, dostluğun raconu ihanetten korur seni. Ali Osman’ın tespihini masanın üzerine bıraktıran yeni, eskiyi kovduğu yerden bize bakıyor şimdi. Nasıldı çağın en büyük raconu: “ol sen de sadıklardan / ama en çok kendine sadık ol.”

Hasan Kaçan ile Söyleşi – Sorular; Eray Sarıçam

“Evet, raconun ne demek olduğunu serserisi de sarhoş da biliyordu. Şimdi bu tür ölçüler kalmadı. Çünkü özellikle ecnebi dizilerde, filmlerde bu tür ölçüler yok. Rahat rahat adam öldürülüyor, kıtır kıtır adam kesiliyor ve bunun detayları işleniyor. Yani bir insana ölümcül zarar vermenin neredeyse dersini veriyor ecnebi diziler. Bizim ülkenin basın-yayın kanunları var.”

“Yani racon denen şey, bir kurallar ve davranışlar manzumesi. Yani bir tür kültür. Bu kültürü günümüzde bulmak ne kadar mümkün, orasını bilemiyorum. Bu yüzden bugünkü gençlerin Allah yardımcısı olsun… “Biz çok şahane günler yaşadık. Ah nerede o eski günler!” edebiyatı yapmayacağım. Ama o insanların birbirlerine selam verdiği, sıkıntıları var mı diye sorduğu, komşularını merak ettiği günler artık geride kaldı.”

Samed Karataş – Her Şeyde Raconun Bozulması

“Her şeyde raconun bozulabilmesi için bir şeyi bozabilme mekanizmasını öğrenmemiz gerekiyordu. Yani moderni. Önce babamız sonra da annemiz bozuldu. Önce kurumlarımız sonra da Türkçemiz.”

“İlk internet hattını kalbimize çektiler. Ayrıca zordu: Müfredat değiştir, ülkenin dilini ve dinini değiştir filan. Herkes kendi sömürgecisini evinde ve ev yapımı yapmalıydı. Önce aşk çekildi ergenlerin odalarından sonra da babaların kimseye boyun eğmeyen başı, atm önlerinde eğildi.”

Eren Safi ile Söyleşi; Sorular: Rıdvan Tulum-Ali Oturaklı

“Eskinin yerel kabadayıları ve mahalli ölçekteki gayrimeşru yapılar, yerlerini çok hızlı hareket eden; sermaye, kamu ve uluslararası ağlarla güçlü bağları olan, çok boyutlu, çok katmanlı ve yüksek derecede ağ-bağlantılı bir yapıya bıraktı. Bu, bütün dünyada da böyle oldu.”

“Racon dediğin şey, suç dünyasının içindeki yazılı olmayan ahlak kurallarıysa, işin o tarafını bilmiyorum. O delikanlılık, kabadayılık âlemi; eski racon bilen, küçüğünü büyüğünü tanıyan, geleneğe bağlı o romantik racon (bugün anladığımız anlamda) geçmişte gerçekten yaşandı mı, ondan bile emin değilim.”

Gökhan Ergür – Sokağın Değişen Raconu

“Zamanın kirletmediği, yok etmediği bir şey elbette yok. Bugün ne sahici bir sokak var artık ne de büyükler. Hâl böyle olunca da o kültür ve ahlak yok oldu. Özellikle doksanlı yılların sonlarında artan göçle beraber sokaklar kirlendi. Eski racon kayboldu. Uyuşturucu, kadın ticareti, hırsızlık göç dalgasıyla beraber arttı ve bu tiplerin geçim kapısı haline geldi. Büyü bozuldu. Sokaklar; hırsızların, torbacıların, tetikçilerin kontrolüne geçti ve hem bölgenin hem de şehrin güvenliği sağlanamaz oldu.”

Eşiklerde Acı Duyuyorsan Turist Değilsin Demektir

Mert Mevlüt Gökçe, modern insanın ruh kaybını, tüketim kültürünün bireyi nasıl boşalttığını, depresyonun bir protesto biçimine dönüşmesini ve kişinin kimlik, anlam, değer arayışındaki çöküşünü anlatıyor. Kısaca: tüketim çağında savrulan, kimliğini yitirmiş, savunma mekanizmalarıyla felç olmuş modern bireyin içsel çöküşü diyebiliriz.

“Ne cesur paspas ne eski bir kesik ne de altın çağlı bir devlet… Hiçbiri değilsin. Hayat her an kaçınılmaz bir bilançodur ve 250 bin yaprak çeşidi yaşamın sürprizleriyle başa çıkabilmenin 250 bin farklı yoludur. Bir yaprağın mücadelesine değil dökülüşüne benziyor senin tarihin. Kendini feda etme duygusu sende sahip olduğun şeyi korumak değil sahip olunacak şeylere arzu anlamına geliyor. Çoğu kez anlamanın o bulanık sularında boğulmamak için ithal ettiğin genellemeler uyuşturucu etkisi yapıyor sende.”

Ayşe Rüyamdan Çık

Mustafa Çiftçi bizi yine geçmiş zamana götürüyor. Nişanlısı Ayşe tarafından aldatılıp terk edilen bir adamın yaşadığı derin kırgınlığı, içindeki söyleyemediklerinin yükünü ve bu acının rüyalarına kadar sızmasını anlatıyor. Kısaca: unutamadığı bir aşkın bıraktığı yara ve o yaranın rüyalarda bile peşini bırakmaması.

“Ayşe o gezmelerimiz sırasında tutulmuş bir ayak takımı göbele. Evet yanlış okumadınız. Ayşe hem benimle nişanlı hem bir başkasına tutuluyor. Bu olacak iş mi? Bu bana yapılır mı? Ayşe yapar. Ayşe hem nişanlı hem başka birine sevdalı hem de daha daha başkalarıyla oynaşırmış meğer.”

Havuçlar ve Lahanalar

Ahmet Ölmez, 1866’da yayımlanmış basit bir tarım kitabı üzerinden insanın geçmişle kurduğu bağları, bilgi aktarımının değişimini ve yazıya dökülen tecrübenin modernleşmedeki önemini anlatıyor. Sıradan görünen bir kitabın, tarımdan kültüre insanlık hikâyesine açılan kapı oluşunu örneklerle veriyor Ölmez.

“H. A. Cook’a babasından beş dönüm tarla miras kalmış. Cook da babasının aksine, falanca kök veya sebzeyi ekmek yerine havuç ve lahana ekmeye karar vermiş. Cook’un babası okuma yazma bilen ama okuyup yazmayan bir adamdı. Evlerindeki yegâne kitabın bir İncil olduğunu hayal ettim. Belki bunun haricinde bir de popüler baladlardan bir seçki vardır köşede bir yerde. İncil, aile yadigarı bir Kral James İncili olabilir.”

Erenlerin Bağında Bir Yakup Kadri

Ömer Erdem, Sanatlı Türkiye Tarihi’ne devam ediyor. 20 numaralı yazının konusu Yakup Kadri.

“Yakup Kadri’nin doğuşu, Erenlerin Bağı’ndan ve Okun Ucu’ndan başlatılsa yeridir. Bugün hâlâ Türk nesrinin seçkin metinleri arasındaki bu eserler bize, yeni yazarın duyuş kadar üslup ve dil karakterini de verir. Nasir bir şairdir başlangıçta o. Fecr-i Ati’de beraber yola çıktıkları Şehabettin Süleyman’ın yarım bıraktığı, daha doğrusu ilk adımını atıp tamamlayamadığı yolculuğu tamamlarlar. Türkçe denemenin gelecekte alacağı merhalede Yakup Kardri kadar Refik Halit’in payı vardır.”

Jazz Ritimleriyle Edebiyat

Güzide Ertürk, edebiyat ile müziğin ritmi arasındaki ilişkiyi anlatarak Tanpınar’dan Toni Morrison’a uzanan bir çizgide yazarların şehirleri, dilleri ve tarihleri müzikle harmanlayışını açıklıyor. Özellikle Morrison’ın Jazz romanı üzerinden, siyahi edebiyatın müzikle kurduğu özgürleştirici bağ vurgulanıyor.

“Müziğe tutkulu bir annenin kızı olan Morrison, her sabah gözlerini annesinin söylediği şarkılarla açıyordu. Bu şarkıların ritmi annesinin ruh halini anlamasına da yardım ediyordu. Okula gidemeyen dedesi, okuma yazmayı kız kardeşinden öğrenmişti. Okumanın önemi Morrison için henüz çok küçük yaşlarda aşikâr olmuştu. Ama aile geleneğinde sözlü anlatım her şeyin yerine geçiyordu. Aile büyükleri durmaksızın hikâyeler anlatırken, kimi zaman çocukların da kendi hikâyelerini oluşturmalarına fırsat veriliyordu. Akademik eğitimleri olmasa da nota okumayı bilmeseler de ailedeki herkes müzisyendi.”

Sezai Karakoç’u Özel Kılan

Sadettin Acar, Sezai Karakoç’un hem şairliği hem düşünce adamlığı hem de ilkeli duruşuyla birlikte ele alınması gereken bütüncül bir şahsiyet olduğunu söylüyor. Karakoç’un şiirdeki, düşüncede­ki ve hayattaki tutarlılığının onu modern Türk şiirinin ve fikir dünyasının vazgeçilmez bir ismi hâline getirdiğini vurguluyor. Ayrıca onu görmezden gelme çabalarının da toplum nezdinde karşılık bulmadığını ifade ediyor.

“Karakoç ismi, hiç tartışmasız kritik bir yerde durmaktadır. Eserinin kendisi meydanda olmakla birlikte şiirlerinin üzerine yapılan incelemeler, akademik çalışmalar, edebi tahliller de üstlendiği büyük misyon ve icra ettiği kritik fonksiyon hakkında yeteri kadar fikir vermektedir. Dolayısıyla Türkiye’de, Sezai Karakoç’u yok sayarak veya atlayarak modern şiirin hikâyesini yazmak mümkün değildir. İdeolojik bağnazlıktan kaynaklı bu nevi kimi teşebbüsler olmuşsa da bunlar hiçbir zaman maşeri vicdanda kabul görmemiştir.”

Kütüphanede Bir Gün’de Ahmet Tabakoğlu Var

Bu sayı Hasan Sayıloğlu’nun kütüphaneye dair sorularını Ahmet Tabakoğlu cevaplamış. Kütüphanesini nasıl oluşturduğunu anlatıyor Tabakoğlu.

“1971 yılında, üniversiteye başladığım yıl. Sahaflardan ilk aldığım kitap Mütercem Asım’ın Kâmûs tercümesiydi. Daha sonra aldığım birçok kitap (Müslim, Ebû Dâvûd, Şevkânî’nin Neylü’l Evtâr’ı gibi) güzel ciltlere de sahipti. Bu arada II. Abdülhamid zamanında basılan Buharî gibi kaynak kitaplarım da oldu.”

“Artık verdiğim derslerle ilgili, oğlum Hüseyin Serdar yardımıyla tek tük kitap aldığım oluyor. Onun Kırklareli’ndeki evindeki kütüphanesi çok büyük. Evinin koridorlarında bile kitaplık var. Bu konularda annesi (benim de eşim) bizi yönlendirmiştir. Allah razı olsun.”

Selimiye’nin Kubbesini Badanalamalı mı, Badanalamamalı mı?

Selimiye Camii’nin restorasyonu gündem olmaya devam ediyor. Restore etmek mi aslından uzaklaştırmak mı? Osman Turhan da bu konuyu ele almış yazısında.

“Selimiye Camii, bir ibadethane olmanın ötesinde, medeniyetimizin karakterini, kimliğini ve fikrî derinliğini temsil eden nadide bir eserdir. Ayrıca o dönemin en güçlü hattatlarına, tezhip ustalarına görev verilmesi, sanata verilen ehemmiyet bakımında dikkat çekicidir. Kubbedeki hat ve tezhiplere dikkatle bakarsak, grafik-değer ve doku olsun diye oraya kondurulmuş sıradan süsleme nüansları olmadığını görebiliriz. Geçmişi tekrarlayan değil, geçmişin estetik vizyonunu kavrayan ve yaşatan bir estetik bütünlüğü hissedebiliriz.”

Cins’ten Bir Şiir
koparılmış gülün telafisi yoktur; ağızdan çıkan
ya da söylenmemiş sözün. gidilen yerin hatta
hiç girilmemiş bölgelerin. iki kapak arasına söz
girdiğinde ya taşıyacaksın hep ya da imha edip
gülümseyeceksin kendine has bir imla kılavuzu
Hüseyin Atlansoy

Yolcu, Sayı;114

Yolcu dergisi 114. sayısına “Ancak yolda olan iz bırakır” diyerek giriyor.

Seyir Defteri

Ömer İdris Akdin seyir defterinde modern dünyanın Müslüman toplumu kimliksizleştirdiğini, değerlerini törpülediğini ve onu küresel sisteme bağımlı hâle getirdiğini anlatıyor. Gazze direnişi, bu düzene karşı verilen küçük ama onurlu bir “hayır” olarak görülüyor. Yazar ayrıca, İslam dünyasının güçsüzlüğünü, modernleşmenin aileyi ve sosyal yapıyı dönüştürmesini ve insanın doğasından uzaklaşmasını eleştiriyor.

“Ne garip. Dünya, ruhu karanlıkta kalmış kızıl suratlı bir sapığın sayıklamalarını konuşuyor, yorumluyor, anlamlandırmaya çalışıyor. Melanet, ‘herkesleşerek’ insanlığın arasında böyle yayılıyor. Buna küresel sistem deniyor. Bu organizma, İslam Dünyası’nda faaliyet gösteren İslamcı Hareketlerin önüne iki seçenek koydu. Birinci seçenek, Emperyalizme uyum sağlayarak ve kendilerine bahşedilen özgürlük alanlarında diledikleri gibi faaliyet yapmak. İkincisi eğer küresel sisteme entegrasyonu redederlerse tehdit olarak görülmek ve terörist ilan edilmek. Yani sistem dışı olarak zamanı geldiğinde refüze edilmek. Öyle görünüyor ki kendilerine bahşedilen özgürlük alanlarında uyumlu hayat sürmek İslamcılar nezdinde daha cazibeli, işlevsel ve pragmatik olarak görüldü.”

Hayvanlar ve Kentsel Gündelik Hayat

Bu sayı Ahmet Gökçen ve Mesut Hayati Avan müzakarede Hayvanlar ve Kentsel Gündelik Hayat üzerine konuşuyorlar.

Ahmet Gökçen: “İnsanın hayvanı modern dünyada bu biçimde (Mesut hocamın belirttiği üzere üretimden temsile) konumlandırmasının ürettiği pek çok somut problem bulunmaktadır. Pek tabi bu, yine Mesut hocamın belirttiği üzere modernitede yoğun bir biçimde vurgulanan ikiliklerin de doğal bir çıktısı. Hayvanın oligarşisi, kendisinin özneliğinden konumlanmamakta, özne olan insanın inşa ettiği oligarşik yapıda hayvan güçlü bir araçsallıkla devreye girmektedir.”

Mesut Hayati Avan: “Biz burada hayvanı konuşurken aslında modern insanı konuşuyoruz. Zira hayvan, orada bir yerde tüm masumiyetiyle duruyor. Günümüzde onun gündemimizde olmasının tek nedeni insan. Onu sevme kavramıyla boğan da ona şiddet uygulayan da aynı varlık. Her ikisi de hayvanın tabii hâlini bozuyor; onu yeni bir kavrammış, başka bir türmüş gibi karşımıza çıkarıyor.”

Yoldaki İşaretler

İsmail Esti, Oğuz Atay üzerinden Cumhuriyet’in pozitivist aklını, yani Türkiye’nin modernleşme sürecinde yapılan akılcı ama hafızasız dönüşümü eleştiriyor. Modernleşmenin insanı köksüzleştirdiğini, resmi ideolojinin bireyi şekillendirdiğini ve bunun toplumda kimlik, hafıza ve ruh krizi ürettiğini söylüyor.

“Bugün geriye dönüp baktığımızda, Cumhuriyet pozitivizminin mirasıyla yüzleşmek, onu bütünüyle reddetmek değil; onu eleştirel bir bilinçle aşmak anlamına gelmelidir. Zira ne saf akıl ne de saf gelenek, bir toplumun sürekliliğini tek başına garanti edebilir. Bilimsel düşünce, ancak kültürel ve ahlaki bir zemine oturduğunda insanı yüceltir.”

Zaman ve Kimlik

Safiye Tosun Doğan, Bergson’un süre kavramını açıklayarak zamanın dış ölçülerle değil, bilincin iç akışıyla hissedildiğini anlatıyor. Belleğin geçmişi her an yeniden kurduğunu, sessizliğin iç zamanı görünür kıldığını ve bedenin ritimlerinin de zamanı taşıdığını söylüyor. Yazar, geleceğin sabit bir plan değil, yaratıcı bir oluş alanı olduğunu ve özgürlüğün bu yaratıcı süreyi fark etmekle mümkün hale geldiğini vurguluyor.

“Sessizlik, çoğu zaman boşluk gibi görünür; oysa Bergson’un süre anlayışı içinde sessizlik, zamanın en berrak yüzlerinden biridir. Dış dünyanın uğultusu sustuğunda, içimizde akan süreyi daha açık seçik hissederiz. Saatin tik takları değil, kalbimizin ritmi, nefesin gidip gelişi, düşüncelerin ince titreşimi belirler o anı.”

“Yorgunluk, uyanıklık, sevinç ya da kaygı… Tüm duygular, bedende zamanın farklı yankılarıdır. Bir bekleyişin ağırlaşan dakikalarıyla, bir sevincin hızla akan saniyeleri, aynı saatin kadranında görünse de bedenin belleğinde bambaşka bir hızla işlenir.”

İnsan İsyan Ettiği Müddetçe İnsan

Batuhan Şuoruç, insanın özgürleşmesinin temelinde isyan etme tutumunun bulunduğunu anlatıyor. İsyanın, kör bir yıkım değil, olması gerekeni kurma iradesi olduğunu; insanı nesne olmaktan çıkarıp özne kıldığını vurguluyor. İslam’ın da önce reddetmeyi, yani bilinçli bir isyanı öğreterek insanı kölelikten kurtardığını söylüyor.

“Olması gerekenin olup biten şeyle çatışması, insanda salt isyanı harekete geçirmekle kalmaz, olması gereken için mücadele edecek, mücahede edecek olmanın gözü karalığıyla birlik çıka gelir bu tavır. Yine bu tavır, anarşistçe vasıfları deruhte ederek; salt reddetmeyi, yıkmayı, tanımamayı merkeze alarak değil, kabulleri üzerinden reddetmeyi, yıktıklarıyla yapmayı, tanıdığı üzerinden tanınmaz hâlde olanın tarifini yapmayı da beraberinde getiren olgun bir ruhla gelir.”

Dağlara Gitmeliyim

Aydın Hız, şehir hayatının yapaylığından uzaklaşıp doğanın içinde kendini yenileme arzusunu anlatıyor. Doğayı bir sığınak ve arınma mekânı olarak görüyor; ağaçlardan, kuşlardan, çiçeklerden, dağlardan yaşamın hakikatine dair dersler alındığını vurguluyor. Tabiatın insanı kendi fıtratına döndürdüğünü, sade bir yürüyüşün bile ruhu temizleyip yeniden doğuş hissi verdiğini söylüyor. Şehre dönüşün ise bir hüzünle birlikte içsel bir tazelenme ve farkındalık getirdiğini ifade ediyor.

“Yollar daralıyor giderek, asfaltın sert ve pürüzsüz yüzü kayboluyor. Toprağa bastıkça esniyor vücudum. Patikalardan bir yol buluyorum kendime. Yürüdükçe yükseliyorum dağın zirvesine doğru. Önümde bir dünya açılıyor, geride kalanları silen, hükümsüzleştiren, anlamsızlaştıran bir alem: Kuşlar, böcekler, çiçekler ve ağaçlar… Bakışlarım kırılmıyor yapay engellerle, ufkum genişliyor gökyüzü ile yeryüzünün birleştiği noktada. Uzaklar ne kadar yakın burada. Bir rayiha deryasındayım sanki. Otların, çayırların ve çiçeklerin kokusunu içime çekerek ferahlıyorum.”

Bülent Akyürek ile Söyleşi

Bülent Akyürek’ten bir şeyler okumayı o kadar özlemişiz ki birçok dergimiz Akyürek ile söyleşi yapmış, yeni kitapları üzerine ardına ardına yazılar çıkıyor dergilerde. Elbette hepsini ve daha fazlasını hak ediyor Akyürek.

Ahmet Usta’nın sorularını cevaplamış Yolcu’da Akyürek.

“Diğer kitaplarım gibi 530 sayfalık “SATILIK ADAM” romanının cümlelerini de aynı titizlikte kurdum. Evet elimden gelenin en iyisini yaptım, şimdi sıra okuyucuda, onların da en az benim kadar ciddi olmalarını diliyorum. İnşallah beğenir ve çevrelerindeki kitap okurlarına canı gönülden tavsiye ederler. Kitap benim beynimden, yüreğimden çıktı, artık emanetim onlarda.”

“Susmak, biraz da insanın kendi iç hesaplaşması bazen karar anı bazen de gücünü anlaması kibrini törpülemesidir. Yani susmak çoğunlukla içeriden konuşmaktır. Ağzından çıkan sözler senin olmaktan çıkmıştır artık, ona anlamı başkaları vermeye başlar. Henüz dışarıya çıkmamış sözün ise hem tamiratı hem de telafisi mümkündür.”

“Modern dünyanın faturaları beklentileri kalabalık. Minimal yaşam olmadan özgürleşemeyiz. Beklentilerimizi, hedeflerimizi azaltmak gerekir. Özgürlüğün başkenti, cennettir. Eğer gerçekten özgür olmak isteyen varsa hedef olarak cenneti koymalıdır. İşte özgürlük bu kadar uzak bir yerde.”

Aşk, Şiiri Besler mi, Şiirden Beslenir mi?

İsmail Güçtaş, üniversite yıllarında şiire ilgi duyan bir arkadaşını yıllar sonra yeniden bulmasını ve onun artık şiirle ilgilenmemesine şaşırmasını anlatıyor. Bu durumdan yola çıkarak evlilik, aşk ve şiirin ilişkisini sorguluyor. Şiirin aşkı besleyip beslemediğini, aşkın şiire nasıl ilham verdiğini düşünerek genel olarak aşk şiirlerinin edebiyattaki yerini değerlendiriyor.

“Eşine aşk şiirleri yazan ne kadar şair vardır acaba? Sebeplerini de ortaya koyarak, bu konu üzerinde bir lisans yahut yükseklisans tezi hazırlanmalı belki de. Şimdi gelelim başlıktaki soruya: “Aşk, şiiri besler mi, şiirden beslenir mi? Bence her ikisi de. Yeryüzünde kaleme alınan şiirlerin tamamı üzerinde tema bakımından bir sınıflandırma çalışması yapılsa, herhâlde açık ara “aşk şiirleri” başı çeker. Daha ortaokul yıllarından başlayarak tuttuğumuz şiir defterlerinin sayfaları, aşk şiirleriyle dolu değil midir?”

Yolcu’dan Öyküler

Vildan Aydın – Gölün Kalbi

“Nihayet insanların işlerinin yolunda gittiği, ne ölenin ne doğanın göründüğü, havanın günlük güneşlik, seferin-savaşın geride kaldığı, dağın yalnız bırakıldığı bir gün Küskün, dağa merakla baktı. Ne vardı da

ğda bu kadar insanların tazim ettiği? Hayır, onlar gibi ziyaret etmeyecekti.”

“Gel zaman git zaman, insanların işleri ne zaman yolunda gitse,soluğu mağaranın ağzında alır, dağla sohbet ederdi. Dağ hiç böylesini görmemişti. Neredeydi bu genç bunca zamandır. Sonunda hâlini anlayan biri çıkmıştı. Taşına taş, dumanına duman, dikenine diken gibi davranan, hakkını teslim eden, ne alçaltan ne yücelten, adam gibi bir insan çıkmıştı.”

Tuğba Kişmir – Abdullah’ın Gölgesi

“Yol boyunca babası hiç konuşmadı Abdullah’ın, askeri töreni de beklemedi zaten. Oğlunu yerleştirdikten sonra bayrağı da kendi örttü üstüme. Kimseyi bana yaklaştırmadı. Oysa komutanlar gelecekti, askeriyenin önünü köpüklü sularla yıkamışlardı. Bando bile hazırlık yapıyordu cenaze marşını çalmakiçin. Hem bakarsın helva da dağıtırlardı, Abdullah’ı severdi komutanı.”

“Biz kızları fazla okutmazlar, erken ayrıldım senden. Bazen köy minibüsünde görürdüm seni, anneni hastaneye götürürdün. Saçların koyu kahve, hep önüne eğik bakışların. Bir gün dediler ki köyün camisinde icazet var. Hafızlık yapan ve Arapça okuyan talebelere belge verilecek. Ne kadar ısrar etmiştim anneme “Gidelim.” diye. Muhakkak sen de vardın içlerinde.”

Yolcu’dan Şiirler
Kuru bileklerden şahitlik umuyor insanlar
Kanı çekilmiş, ürkek bileklerden
İntihar etmek kimin harcı
Çocukların ansızın öldüğü bir çağda
Şehrin yosmalarla cilveleştiği vakitlerde
Bana düşen romanı baştan okumak mı!
Ya da Camus’a öykünmek mi!
Trajik bir son belki de
Manşetleri işgal eden;
Körlerin zaptiye olduğu bu şehirde.
Abdurrahman Akıncı

Allah’ım bu kadar mı yanılmış
bu kadar mı geçmişim kendimden
anılarımdan bu kadar mı kalakalmışım zahir
ruhumda ağır bir kelepçe
her hasretin ucunda asılan benim
her yolun sonunda sürgün
boğuluyorum boğazımda kelimeler
dilim gitmeyi zorluyor kimsiz kimsesiz
asılıyorum gardırobunda amansız bir geçmişin
sessiz
Mustafa Karaosmanoğlu

çitleri aştın artık koşman gerek yalnayak
böyle olsun istemedi/m evet böyle istedi
öpsem de geçmeyecek bir yarasın miniğim
hep uzaksın hep yarım / hem hasretsin hem hüzün
gülüşün içindir hep iki buçuk yaşında
yaz bahar yaşamadan ne çabuk geldi güzün
eğilip de baktın mı ölümüne ey yürek
gördün mü hiç oradan yapayalnızlığını
ilk oğlun ve ilk kızın sütten kesilen hayat
evim sensin diyebilme özgürlüğü bahçem/de
yıktığın son kalenin altında kaldı heyhat
Mehmet Şamil

Evrim teorisi büyük insanlık
Hitler Mussolini onulmaz Veba
Faşizm diyalektik materyalizm
En soylu fikirleri saldım dünyaya
herkesin herkesle savaşı
doğa yasası bayım
Üst insana kurban ettim zavallıları

Oh Afganistan
çok üzgünüm bayım ama haklıydım
açlığa ben mahkum ettim milyonlarca insanı
Ekmek yerine bomba buğday yerine mayın
Hepsi benim ürünüm bana aferin
Bülent Sönmez

Güfte Edebiyat, Sayı: 27

Dergilerin yayın sürecinde yaşadıkları gelişimler onları geleceğe taşıyan en önemli güçtür. Yerinde saymak bir dergiyi bitirir, emek ve insan gücü israfından başka bir şey olmaz çıkan her sayı. Güfte Edebiyat dergisi her sayı çıtayı yükselterek okuyucularına güzel içerikler sunmaya devam ediyor. Bu iyiye işaret. İnancın ve samimiyetin edebiyata yansıması olarak görüyorum ben bu tür atılımları. Dergi27. sayısında “ayna” teması ile çıktı. Temaya dair şiir, deneme, öykü ile tam tekmil bir sayı dergi okurlarını bekliyor.

Ayna Dosyası’ndan

Eyüp Erhun Köse – Aynaya Bakan Edebiyat: Yansımanın Sesi, Yüzleşmenin İzleri

“Aynanın serüveni, doğanın su yüzeyinde başladı; insan eliyle metal ve camdan dökülen aynalar ortaya çıktığında, görünüşle birlikte hafızayı da bir yüzeye işledi. Yansıyan suret, artık akıp giden suya bırakılmadı, elde tutulabilir bir yüzeye emanet edildi. Bu kırılma, insanın kendine bakışını da değiştirdi. Parlak yüzeye eğilen kişi, yalnızca saçını düzeltmekle yetinmez; yüzündeki gölgeleri, gözlerinin derinlerinde saklı korkuyu, geçmişin ince çizgilerini de görür.”

Songül Uslu- Göm Onu

“Güneşin ışığı ince bir tül gibi odayı kaplıyor. Oysa banyoya girerken hava karanlıktı. Ne kadar durmuştu? Bilmiyordu. Saat altıyı dört geçiyor. Kuşlar sabah şarkılarını söylüyorlar. Söylesinler bakalım. Güneş evde duran yalnızlığını daha bir parlatıyor, aydınlatıyor, allayıp pulluyor, yeni günün ona getirdiği yeni bir hediye gibi ona sunuyordu.”

Huriye Emre- Kelebeğin Gözyaşları

“Ekmek atıyoruz onlara. Gülüyoruz. O gülüşte Melek’in gölgesi beliriyor. Dondurma yiyoruz. Güneş yavaşça batıyor. O akşam gözyaşı şişesi kupkuru kalıyor. İçimden bir dua geçiyor: “Keşke hep böyle kalsa.”

Ertesi sabah uçurtma yapıyorum. Leyla’nın gözleri parlıyor. Tepeye çıkıyoruz. Annem de geliyor. Uçurtma gökyüzüne salınıyor. Rüzgâr Leyla’nın saçlarını savuruyor, o gülüyor.”

Berrin Yüksel – Kırdım Seni Gösteren Tüm Aynaları

“Müzenin müdiresi ile arkadaş olduk. Aycan, kırklı yaşlarında, çok güzel bir kadın. Yaşını göstermiyor hiç. Deniz mavisi güzel gözleri var. Gözleriyle gülümseyenlerden. Gözleri içine açılan bir pencere gibi. Deniz gibi, su gibi tertemiz içi. Yanında deniz kıyısında oturmuş gibi oluyor insan. O da bu köyün çocuğu. Okumuş, dönmüş gelmiş köyüne. Şaman inanışlarına hâkim. Ona Tuva’dan, orada gördüklerimden bahsediyorum bazen. İlgiyle dinliyor beni. Sohbeti çok güzel. Serel’i anlatmadım ona. Kötüyü çağırma, diyorlar ya. Bu kehaneti anmak rahatsız ediyor beni.”

Feyza Cengiz Dündar – Zamanın İçinden Süzülen

“Pencere aralıktı. Dışarıdan gelen sesleri duydum. Çocuklar koşuyor, bir kadın halı çırpıyordu. Hayat dışarıda, olması gerektiği gibi devam ediyordu. Ama ben, hâlâ o sedirin ucunda oturuyordum; bir zamanlar orada oturan bir çocuk gibi. Hikâyeler anlatan bir dede, dikkatle dinleyen bir torun ve ikisi arasında hiç söylenmemiş ama hep hissedilmiş bir boşluk vardı. O boşluk, sessizliğin kendisiydi.”

Emine Tutu – Neden Arasın Kendini?

“Kendini aramak diye bir kavramla başladık her yeni asra. Mağaralarda inzivalara, evlerde odalara, odalarda aynalara, çaresiz bir arayış gibi nafile çabalarımız, oyalar durur gizli sığınaklarımızda. Bir de bitmeyen şu brifingler; -kendine dön, kendine bak, kendini bul, kendini gerçekleştir… – Bir mucize olacak sanıyorduk galiba; kanatlarımız çıkar, su üzerinde yürüyebiliriz, “beden zindanı” dediğimiz emanetten kurtuluruz, kalpleri okuruz, geleceği görürüz…”

İbrahim Gürel – Telkine Gel

“Demem o ki ağlamak gelip geçen, bereket ve serinlik sunan bir yaz yağmurunda ıslanmak, ki bu çok güzeldir, ağlayamamak ise düştüğün bir girdapta hayatta kalmaya çabalamak, işte bu çekilmezdir, gibidir. Saçmalamaya başladın diyeceksin. Kalbine talip olduğun insana birlikte güleceğin gibi birlikte ağlamayı da vaat etmelisin yani.”

“Ya da dur! Kapat gözlerini en iyisi. Hadi birlikte bir düş kuralım şimdi. Var mısın? Bu sessizliğini, hiçbir tepki vermeyişini ikrar sayıyorum. Hazırsan başlayalım o zaman.”

Müzeyyen Çelik Kesmegülü ile Söyleşi

Hatice İbiş’in sorularını cevaplamış Müzeyyen Çelik Kesmegüllü. Söyleşinin merkezinde Kesmegüllü’nün “Dünya Artık Büyülü Değil İhsan” kitabı var.

“Benim yazma yolculuğum okul dergilerinde başladı. Üniversite üçüncü sınıftan itibaren de ulusal dergilerde görünmeye başladım. O gün bugündür de bu yoldayım. Bazı engellemelere rağmen üstelik. Azmedenin yardımcısı Allah’tır o kesin. Bir de benimki hırssız bir azim. O yüzden bu durum beni hiç rahatsız etmedi. Sakin adımlarla yürüyorum. Şiirden öyküye geçişimle değişti aslında her şey.”

“Esasında yazmak bir yolculuk. Dolayısıyla her kitap birbirinin aynısı ya da devamı değil. İhsan da aslında diğerleriyle aynı çizgide değil. Ben bazı denemeler yaptım ve kendi sesime uyan en iyi öykünün uzun öyküler olduğuna karar verdim. Kapalı anlatıma sahip, şiirsel öyküler de denedim ama açıkçası sonra sesime çok da uymadığına karar verdim.”

“Dergiler bir okuldur. Dergilerde başladığım için çok mutluyum. Çok geliştim dergilerde. Diğerleri ne yazık ki atölye çıkışlı yazarlar ya da eserlerini kendi paralarıyla bastıran yazarlar. Ben bunu biliyordum, bu yola yöneldim. Diğerleri de bir şeyler yapmaya çalışıyor saygı duyuyorum. Gelecekte hangimiz kalacağız bunu bilemeyiz. Zaman gösterecek.”

Tarihi Gerçeklik ve Toplumsal Cinsiyet Bağlamında Tarihi Romanlarda Kadın İmgesi

İlahe Seferzade, Azerbaycan tarihî romanlarında kadın temsilini inceliyor. Tarihî romanların sadece geçmişi anlatmadığını, aynı zamanda toplumsal cinsiyet rollerini, kadınların konumunu ve ideolojik bakış açılarını şekillendirdiğini vurguluyor. İncelenen üç romanda (Ağabeyim Ağa Cavanşir, Gövher Ağa Cavanşir, Tek Küpe) kadınların bazen siyasî güç sahibi, bazen toplumsal baskılara direnen, bazen de trajik şekilde ezilen karakterler olarak sunulduğunu belirtiyor.

“Azerbaycan tarihî romanlarında, ülke tarihine silinmez izler bırakmış hükümdarların, komutanların, devlet adamlarının ve güçlü söz ustalarının hayatları, mücadeleleri ve yaşam öyküleri edebî bir düzlemde yansıtılmaktadır. Bu tür romanların yazımında artık belirli bir geleneğin oluştuğu da söylenebilir. Bazı eserlerde tarihî şahsiyetlerin hayatları, edebî estetik kaygılarla süslenerek, adeta bir edebî-tarihî kronoloji formunda sunulmaktadır.”

Bir Memmed İsmayıl Sefer Eyledi

Ağustos ayında kaybettik Mehmet İsmayıl’ı. İrade Aytel, Azerbaycanlı şair Memmed İsmayıl’ın anma töreni ve kitap tanıtımından bahsediyor. Atatürk Merkezinde yapılan bu merasimde şairin hayatı, zengin şiir dünyası, milli ruhu ve vatan sevgisi vurgulanır.

“Çıxışlarda qeyd olundu ki, Məmməd İsmayıl təkcə Azərbaycanın deyil, həm də türk dünyasının sevilən şairlərindən biri kimi sözün, sənətin, milli kimliyin qorunmasına ömrünü həsr edib. Onun şeirləri həm türk dövlətlərində, həm də dünyanın bir çox ölkələrində oxunur, sevilir və tədqiq olunur.”

Güfte Edebiyat’tan Şiirler
Hiçbir kelimeye sığmayan anlam,
Yurda dönüş gibi hasrete koşan yanım.
Ait olmayan yüzlere yansıyan gülüş saf,
Ödünç alınan beden,
Güzel bulunan nefes.
Bir iç çekiş, başka bir hayat.
Karanlıkta büyüyen ayna,
“Görününce güzel miyim?”
Tenimin irkilmesini şahit alan cam yığını,
Cevap bekleyen odacıklar kavmi.
Büşra Günteci Günay

sen gel,
kırıklıkları kurtar zamandan,
hep geçmişe akmasın
bu takvimler.
konuşalım,
güneş sahiden,
neden bu kadar cızırtılı
bir kaset gibi geri sarılmış
şarkılarla dolu her biri kayıp.
Onur Dönmez

qəfil göy guruldadı gecənin zülmət bağrında
yağış deyil, mərmi idi göydən yağan.
can alırdı uşaqlardan…
qadınlardan…
qocalardan…
o zülmət gecənin səhəri
doğa bilmirdi yer üzünə günəş
arından.
Aysel Nəsirzadə

Yazıyı Paylaş:

By Mustafa Uçurum

Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat dergisini, daha sonra Tokat merkezli Polemik dergisini çıkarttı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir